26 Kasım 2023 Pazar
25 Kasım 2023 Cumartesi
İslam Tarihi ve Kaynakları
Tarih
İnsanlar çağlar boyunca yazı yazmayı bilmeksizin yaşamışlar, tarih konusu üzerinde durmamış ve böyle bir bilimle uğraşmamışlardır. İnsanlık, ilk çağlarda oldukça sade bir yaşam sürmüştür. Olayları kaydedilip düzenlenmesine ihtiyaç duymuyorlardı. Aslında buna imkan da yoktu. Bütün gayret ve çabalarını zorunlu gereksinimlerini sağlamaya yoğunlaştırmışlardı. Bu durum yüzyıllarca sürmüştür. Daha sonra insanlık, tufan, kıtlık, savaş ve benzeri büyük olaylarla karşılaştı. Bu önemli olaylar, insanın yaşam ve geçimini etkilediğinden, çoğunlukla hafızalarda yerleşmiş, yüzyıllar boyu sonraki nesillere aktarılmıştır. Bir nesilden diğer nesle nakledildikçe, biçim ve niteliği de büyümüştür. Çünkü insan doğası gereği ilginç abartılardan hoşlanır. Garip ve ilginç olaylar anlatmak kadar insanlar üzerinde etkili bir araç yoktur. Bu yüzden olaylar, belirttiğimiz şekilde, dilden dile, aktarılarak gerçeklerden çok, hurafeye benzemiş ve tarih çağlarına ulaşmıştır. Bunlardan bir kısmı, dinsel bir renk almış, diğer bir kısmı da hamasi duygulara uyandıran olaylar olarak kaydedilmiştir. Diğer bir kısmı da şairlere özgü duygu ve hayaller görüntüsünü almıştır. Bu şekil uyuşmazlıkları, ulusların yüzyıllar boyu süren değişmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu aktarılan olay ve haberlerden, Homeros'un İlyada'sından Yunan mitolojisi, Mahabharata'dan Hindistan'ın eski olayları, Şehname'den İran’ın geçmiş dönemleri ve Arapların yok olmuş eski kabileler hakkında söyledikleri gibi, eski hurafeler adıyla bilinen destan ve hikayeler ortaya çıkmıştır. Arapların en eski kabilelerden olan, Abdülmuttalip, Semud vs.'leriyle ilgili anlattıkları garip olayların aslında tarihi temelleri vardır. Ancak bu tarihi gerçek, zamanla abartıldığı gibi, aynı şekilde Yemen'de ortaya çıktığı rivayet olunan Aram seli ile Belkıs hikayesi vesaire de abartılardan kurtulamamıştır.
Sözü edilen olaylardan sonra, göçler ve savaşlar dönemi gelir. Bunlar arasında, İslam’dan önce Arapların bilim ve kültürü konusu bölümünde söz ettiğimiz, İslamiyet’ten önceki olaylar ve savaşları, "fil yılı olayı" ve benzerleri gibi, tarih çağlarına daha yakın bir dönem gelir. Bu olayların peşinden İslamiyet doğunca, Araplar da Musevi hahamlardan ve İsevi papazlardan Tevrat ve Talmut'ta zikredilmiş olaylarla ilgili işittikleri hikayelerden başka, kendi soylarına ve yukarda sözü edilen olaylar ve efsanelerle ilgili kısa bilgiler dışında ellerinde bir şey yoktu. Diğer uluslar hakkında, kendilerini ilgilendirmeyen konularda bilgileri yoktu. Söz konusu bu kısa bilgiler bile eksik ve basit, münferit olaylardan oluşuyordu. Öyle ki, bir olayla ilgili bilgiler diğerini ilgilendirmezdi. Olaylar arasında bir bağ yoktu.
Bu nedenle Araplar, İslam’dan önceki devirde tarih bilimi alanında uygar toplumların en geri kalanlarından biriydi. Ancak, İslamiyet’in ortaya çıkışıyla, fetih ve savaşlarla meşgul olmuşlar, hakimiyeti ele geçirdikleri bölgelerde sonra diğer İslami bilimlerde olduğu gibi, tarih konusu üzerine de eğilmişler, tarih yazımı çalışmalarını başlatmışlardır. Tarih bilimini, İslami bilimler arasına sokmamızın nedeni, onun İslam’a özgü bir bilim olmasından değil, lslam dininin tarih biliminin kurulması, derlenip toplanması ve gelişmesinin esas nedeni olmasıdır.
"lslam dünyasında bilginlerin çoğu Araplardan değildi" başlığı altında açıkladığımız üzere, Müslüman Araplar tarihten başka bir bilimle uğraşmaya tenezzül etmezlerdi. Tarihsel olaylara, yalnızca ve özellikle ata binicilikte usta olanlara, cesur ve kahramanlara, güzel ve etkili konuşan hatipler ve şairlere-güzel örnek olduğu, kahramanlık duygularını coşturduğu, büyüklük ve mertlik öğrettiği için- büyük önem verdiklerinden bu tür bilgileri hafızalarında saklayıp, ağızdan ağıza aktarmaktan büyük övünç duyar ve zevk alırlardı.
Halifelerin en akıllıları, tarihsel olayları dinlemeye en çok meraklı ve arzulu olan kişilerdi. Emeviler'in dahisi olan Muaviye b. Ebu Süfyan, her gece yatsıdan sonra gecenin üçte biri geçinceye kadar olan vaktini tarih rivayetçileri için ayırmıştı. Kendisi her gece tarihçilerin toplandığı meclise katılarak, Araplar, İranlılar ve hükümdarlarının idare biçimleri ve halka karşı davranışları, diğer uluslar padişahlarının, hile ve düzenbazlıkları vs. olaylar konusunda anlatılan bilgileri dinlerdi. Muaviye gecenin üçte biri geçinceye kadar bu tarihçilerle birlikte olur ve sonra yatardı. Daha sonra, uyandığı zaman da daha önceden görevlendirilmiş bazı köleler, korumak ve okumakla sorumlu oldukları tarih kitaplarıyla hükümdarın huzuruna çıkarlar, hükümdarların biyografilerine, savaşlarına, savaş taktik ve planlarına, yönetim biçimlerine ait bu kitaplarda yer alan bilgileri Muaviye'ye okurlardı. Bizim düşüncemize göre, büyük olasılıkla bahsedilen bu kitaplar Arapça değildi. Herhalde Yunan veya Latin dilleriyle yazılmıştı. İçeriği de, Büyük İskender, Jül Sezar, Anibal gibi Yunan ve Roma kahramanlarının hayat hikayeleri, başlarından geçen olaylar ve mücadelelerinden oluşuyordu. Söz konusu köleler bu olayları söz konusu dillerden Arapça'ya çeviriyorlardı. Arapça yazılmış tarih kitaplarının çoğu Muaviye'nin devrinden sonra yazılmıştır.
Büyük adamların biyografilerini bilmek, onların bıraktıklarına sahip çıkıp, takip etmek onların yolunda gayret ve çaba gösterme duygusunu güçlendirdiğinden, gerek Araplardan, gerekse diğer uluslardan, yüce bir makama ulaşan ve şöhretli bir idareci olmaya çalışan büyük kumandanların çoğu, kendilerinden daha önce yetişen büyük adamların yaşam hikayelerini okutturup dinlerlerdi. Siyasi bir zorlukla karşılaşınca, daha önce diğerlerinin başına gelmiş benzeri olayları anımsayarak, bunlardan yararlanır ve sorunun çözümünde eskilerin bilgi ve tecrübeleri büyük kolaylık sağlardı.
Kaynaklara göre, ikinci Abbasi halifesi Mansur, Ebu Müslim Horasani'yi öldürmeyi düşündüğü zaman, Ebu Müslim'in Abbasiler devletinin kuruluşunda yaptığı seçkin hizmetlerini göz önüne alarak, bazı kişilerle görüş alışverişinde bulunup bulunmamak konusunda kararsız kalmıştı. Bir gece endişesinden uyuyamamıştı. Ertesi sabah, lshak b. Müslim'i huzuruna çağırarak "Bana Harrandaki padişahın hikayesini tekrar anlat" dedi. lshak hikayeyi tekrar etti. Özeti şuydu: "lran hükümdarlarından Şapur halkı kendi hakimiyetine davet etmek için vezirini Horasan'a göndermiş. Vezir gitmiş. Fakat halkı, hükümdar yerine kendi hakimiyetine davet etmiş. Vezirin tehlikesi önemli hale gelince, döner dönmez Horasan ileri gelenlerinin gözleri önünde hemen öldürülmesine karar vermişti. Vezir Horasanlılarla beraber dönünce Şapur derhal vezirin kellesini kestirmiş. Horasanlılar gözlerini açar açmaz vezirin kellesini önlerinde görmüşler. Bunun üzerine hemen Şapur'a itaat ve bağlılıklarını arz etmişlerdir." Mansur Ebu Müslim'in durumu ile benzerliği olan bu hikayeyi dinledikten sonra, gözlerini yere dikerek uzun bir müddet düşündü. Gözlerini yerden kaldırdığı zaman Ebu Müslim'in de öldürülmesine kesin karar vermişti. Daha sonra Ebü Müslim duraksamaksızın öldürülmüştür.
Musul Emiri Bedreddin Lü'lü', ramazan ayı gelince, kendisi için tarih kitapları topladı dünyanın halini kendisine okuttururdu. Bu yüzden tarih, padişahların ve diğer idarecilerin ilgi gösterdikleri bilimlerden biri olmuştur. İslamiyet’in ilk çağlarında şu ifadeler atasözü haline gelmişti: "Soy bilimi ve tarih; padişahlara, günlük olaylar ve büyük adamların biyografileri; kumandanlara, kitap ve hesap bilimleri de ticaret erbabına özgü bilimlerdendir." Daha sonra, Abbasi hilafetinin şan ve kuvveti zayıflayınca ve vezirler devlet işlerini keyiflerine göre idare etmeye başlayınca, bu zorba vezirler, halifeleri tarih kitapları okuma ve inceleme alışkanlığından uzaklaştırmak için tüm çabalarını sarf etmişlerdir. Buna engel olmaktan amaçları, halifelerin daima gözü kapalı kalmaları ve dünyanın durumundan haberdar olup vezirlerin baskı ve zorbalıklarına engel olacak bilgiler öğrenmemeleriydi. Örneğin, Abbasi halifelerinden Müktefi vakit geçirmek için kendisine birkaç kitap getirilmesini vezirinden istemişti. Vezir emri altında bulunan yardımcılara bu kitapların tedarikini ve halifeye götürülmeden önce kendisine gösterilmesini emreylemiştir. Memurlar bazıları hükümdarlar ve önceki vezirlerin hallerine ve halktan daha çok para toplanması için uygulanması gereken metotlarla ilgili bilgileri içeren birtakım kitaplar bulup getirmişler. Vezir bu kitapları görünce gazaba gelmiş. Muavinlere "Meğer siz dünyada benim en korkunç düşmanımmışsınız. Ben size, halife beni unutsun diye ona eğlence kitapları bulunuz demiştim. Siz ise öyle kitaplar getirdiniz ki, bunları okursa vezirlerin durumlarını, zayıf noktalarını, halktan çokça para tahsil etmek yollarını, ülkenin imarını veya yıkılması nedenlerini anlamaya başlar. Bu kitapları geri götürünüz. Halifeyi eğlendirecek hikayeler, sevindirecek şeyleri içeren kitaplar bulup getiriniz" demiş. Bunun üzerine vezirin arzusuna uygun kitaplar bularak takdim etmişler.
İslam Tarihinin Kaynakları
İslam tarihi, gelişmelere bağlı olarak, zamanla elde ettiği çok sayıda kaynağa dayanmaktadır. Söz konusu bu kaynaklar, şu şekilde açıklanabilir:
Müslümanlar, Kur'an-ı Kerim'in ve Hadis-i şeriflerin toplanması ve tefsiriyle meşgul oldukları dönemde, ayetlerin nazil olduğu veya hadislerin söylendiği yerler ve durumların araştırılması ve incelenmesini gerekli gördüklerinden dolayı, tüm bu konuları kapsayan, Hz. Peygamber'in yaşamı ile ilgili bilgileri toplayıp kitap haline getirmek için büyük çaba harcamışlardır. "Siret" veya "Siyer-i Nebi", adı verilen bu bilgiler, önceleri sadece sözlü aktarılıyorken, daha sonra yazılı hale getirilmiştir. En ünlü rivayete göre, Siret-i Nebeviye'yi ilk yazan kişi, H. 151 yılında ölen Muhammed b. lshak'tır. Bu zat Peygamber'in hayatını Abbasi halifelerinden Ebü Ca'fer el-Mansur için yazmıştı. Bununla birlikte Keşfu'z-Zunün kitabında, H. 124 yılında vefat eden Muhammed b. Müslim Zühri'nin, peygamberin savaşlarıyla (megazi) ilgili bir kitap yazmış olduğu hakkında bir nota rastlıyoruz. Bu bilgilerden Zühri'nin, Muhammed b. lshak'tan 20 küsur yıl kadar önce vefat ettiği anlaşılıyor. lbn Hallikan'ın "vefeyat'ül a'yan" kitabında yer alan hayat hikayesinden, yukarıdaki iki zatın birbirleriyle çağdaş oldukları anlaşılmaktadır. Megazi ve siyere ait ilk kitap yazan kişinin H. 93 yılında vefat eden Urve b. Zübeyr ile, H. 114 yılında vefat eden Vehib b. Münebbih oldukları da rivayet ediliyor. Ancak her durumda şurası kesindir ki, sözü edilen kişilerce magazi ve siyerle ilgili yazıldığı söylenilen eserler kaybolmuştur.
Hz. Peygamber'in hayatı hakkında öncekilerden sonrakilere aktarılan en eski kitap H. 213 yılında vefat eden Ebu Muhammed Abdülmelik b. Hişam'ın "Siret-i lbn-i Hişam" adıyla bilinen kitabıdır. Bu kitap yukarıda söz edilen Muhammed b. lshak'ın kitabından naklen yazılmıştır. lbn Hişam'ın bu kitabı birkaç kez basılmıştır.
Müslüman idareciler ilk iş olarak, yönetimleri altına aldıkları ülkeler üzerine haraç koyma işiyle uğraştıkları zaman, söz konusu ülkelerin zorla mı yoksa barış yoluyla mı, veya kuvvet kullanılması gibi bir yolla mı zaptedildiklerini tesbit etmeye çalışmışlardır.
Barış yoluyla ele geçirilen toprakların, ne gibi barış koşullarıyla veya ahidname koşullarıyla elde edildiği konularında anlaşmazlık veya karışıklıkların giderilmesi için, fetihlerle ilgili olan bilgileri ülkelerin fetih biçimlerine göre kayıt ve düzenleme metodunu kullanarak, her memleketin fethini ayrı ve detaylı gösteren kitaplar yazmışlardır. H. 207 yılında vefat eden Vakıdi'nin "Fütüh'ş-Şam" kitabı buna bir örnektir. Ancak bu kitap, hayal ürünü hikayelere benzer bazı abartılarla doludur.
257 yılında vefat eden imam Ebu'l-Kasım Abdullah b. Abdülhakem'in "Fütuh-ı Mısr ve'l-Ma'rib" adındaki kitabı ile Ebu Huzeyfe lshak b. Bişr'in "Fütüh-ı Beytü'l-Mukaddes" vs. de böyledir. Daha sonra yıllarda, lslam tarihçileri -H. 279 yılında vefat eden Belazuri'nin "Fütühu'l-Büldan" veya "Fütühu'l-Emsar" adlı kitabında olduğu gibi- fetihlerle ilgili düzenli bilgileri ayrı kitaplarda toplamışlardır. Belazuri'nin, sözü edilen bu kitabı, fetihlerle ilgili bilgiler açısından, en fazla güvenilen kaynaktır. Ayrıca, yukarda sözü edilen Vakidi'nin kitabından sonra, bu çeşit eserlerin elimize ulaşabilmiş en eski tarihli olanıdır.
Tabakit ve Magizi
Kur'an-ı Kerim, Hadisler, nahiv ve diğer dil bilimleri konusunda daha önce üzerinde durulduğu gibi, lslam alimleri, söz konusu ilimlerle ilgili konuları incelemek için, öncelikle isnadlarını araştırmaya ve o isnadların zayıfını kuvvetli olanından ayırmaya mecbur olmuşlardı. Bu zorunluluk, lslam alimlerini, ravileri ve bu ravilerin hayat hikayelerini araştırıp incelemeye yöneltmişti. Bu konuda oldukça ileri gitmişlerdi. Öyle ki, nakledilen hadisleri senedi ile birlikte bilmek ve nakleden ravilerinin adalet, güvenilirlik, eleştirilme veya reddedilme açısından hallerini ve o nakillere ait olan olayları, kavramış olmak, fıkıhta içtihat şartlarından kabul edilmişti. Bunun sonucunda, her bilim dalının rivayetçilerini, çeşitli sınıf veya tabakalara ayırarak, "tabakat" adını verdikleri alim, edebiyatçı, lslam hukukçusu ve dilcilerin biyografilerini içeren kitapları oluşturmuşlardır. Şairler, edebiyatçılar, nahivciler, lslam hukukçuları, kahramanlar, hadisçiler, dilciler, müfessirler, hafızlar, kelamcılar, soy bilginleri, tabipler, hatta nedimler ve şarkıcılar tabakatı veya grupları biçiminde, ayrı biyografik eserler yazmışlardır.
lslam alimleri sözü edilen her tabaka hakkında birçok eser oluşturdukları için, Müslümanlar, büyük adamların biyografilerine dair en çok eser yazmış milletler arasında sayılırlar.
Bu kitaplar arasında, bize ulaşan en eski tarihli kitap H. 230 yılında vefat eden "Vakidi'nin katibi" adıyla bilinen Muhammed b. Said'in önemli eseri, "Kitabu Tabakati's-Sahabe" adındaki kitaptır. Ondan fazla ciltten oluşan bu büyük eser, yazarın zamanına kadar, sahabe ve ondan sonraki neslin ve halifelerin biyografilerini içine alır. Sözü geçen kitabın her bir bölümü, dünyanın değişik bir kütüphanesindedir. Mısır'da Hidiv Kütüphanesi'nde ikinci cildi bulunmaktadır ki, perişan bir durumdadır. Biz bu kitabı yazdığımız dönemde bir Alman kuruluşunun o kitabı bastırmaya karar verdiğini ve birinci cildini yayımladığını öğrendik. Sözü edilen bu kitaptan sonra, tabakada ilgili en eski kitap, hicri 236 yılında vefat eden lbn Kuteybe'nin Tabahitu'ş-Şuari adındaki kitabıdır. Bu kitap da ünlü Hollandalı müsteşrik M.j. de Goeje'un himmet ve gayretiyle bu sene ( 1902'de) Leiden'de yayımlanmıştır.
Bu iki kitap dışında, daha sonraki dönemde tabakada ilgili daha birçok eser yazılmıştır. Bunlar arasında, aşağıda görüleceği üzere "Vefeyatu'l-a'yan", "el-Vafi fi'l-vefeyat, Fevatü'l-ve feyat vs. gibi büyük biyografi eserleri onaya çıkarılmıştır. lbn Asakir'in 80 ciltten oluşmuş Tarih-i Dimaşk ve Hatib Ba'dadi'nin yine bu kadar ciltten meydana gelen, Tarih-i Bağdat adındaki kitapları gibi. Ülkeler tarihini de içine alan biyografi kitapları ise daha başkadır. Bu çeşit tarih kitaplarının içinde de birçok biyografi yer almaktadır.
Çöl halkı ağzından dil ve şiir konusunda bilgiler elde etmek için çöllere kadar seyahat eden edebiyatçılar daha önce de belirttiğimiz üzere, Araplarla ilgili tarihi hikaye ve olayları da, dil adabına ait yazdıkları kitaplar içinde ele alıp düzenlerlerdi. O yolda elde edilen şiirlerde özellikle pek çok tarihi olay yer alıyordu. lbn Yunus "Ferezdak'ın şiirleri olmasa idi tarihi olayların yarısı kaybolup gidecekti" diyor.
Emeviler hilafeti ele geçirip, keyiflerine göre bir yönetim oluşturup, Raşid Halifeler denilen dört halife döneminin adalet ve hakperest yönetiminden ayrı bir yola sapınca, bu adaletsiz idareyi yaşayan halk, Raşid Halifeler'in yaşam hikayelerini, yönetim metotları, adalet, ihsan ve merhamet üzerine kurulmuş olan düzenlerini hatırlayıp, dillerde dolaştırmaya başladılar. Adaletli bir yönetim şekli görüldükten sonra ona aykırı böyle bir sistemi yaşayan halkın önceki mutlu ve huzurlu dönemleri hatırlaması ve yönelmesi doğal bir gelişmedir.
Bu nedenle bazı tarihçiler, Raşid Halifeler ve daha sonra da, tüm halifelerin tarihleri hakkında eserler yazmışlardır. Bu konuyla ilgili, kitap yazan tarihçilerin en eskisi, H. 281 yılında vefat eden Dineveri idi. Bu çeşit eserler nasıl vücuda getirilmişse vezirlerin biyografileri, zabıta memurlarının tarihi, cimriler, aşıklar vs. tarihleri hakkındaki kitaplar da yer ve zamanın gereği ölçüsünde yazılmıştı.
Genel Tarihler
Hicretin 2. yüzyılı ile 3. yüzyılının ilk yarısı geçtiğinde, Müslümanların yazdıkları tarih kitapları, yukarda belirtildiği üzere biyografi, savaşlar, Peygamber'in hayatı ve fetih kitaplarından oluşuyordu. Millet ve ülkeler tarihleri gibi genel tarihler, daha sonraki dönemde yazılmıştır. Genel tarihle ilgili kitap yazanların en eskisi, Yakubi adıyla bilinen lbn Vazıh idi. Onun yazdığı genel tarih kitabı birincisi, Museviler, Hintliler, Yunanlılar, Rumlar, İranlılar vs. gibi eski milletler, diğeri de İslam’ın doğuşundan başlayarak, H. 256 yılında başa geçen, Abbasi halifelerinden Mutemid'in zamanına kadarki dönemi içine almak üzere iki ciltten oluşmaktadır. Bu eser de yayımlanmıştır. Bundan sonra genel tarihle ilgili ikinci kitabın yazarı, H. 310 yılında vefat eden ünlü müfessir lbn Cebir Taberi'dir. Bu zatın yazmış olduğu tarih, H. 302 yılına kadar geçmiş olan önemli olayları, kronolojik olarak içeren, büyük bir eserdir. Fergani, Taberi'nin sözü edilen tarih kitabına bir ek yazarak, H. 312 yılına kadar olan tarihi olayları da ilave etmiştir. Hem Taberi'nin tarihi hem de bu ek yayımlanmıştır. Daha sonra ünlü Mürücu'z- Zeheb'in yazarı Mesudi, bunları takip eder. H. 346 yılında vefat eden Mesüdi'nin sözü edilen tarihi, tarihi olaylardan başka, denizler ve çeşitli hayvanlarla ilgili bilgileri de içine almaktadır. Devletler veya milletlere göre bölümlere ayrılmıştır. Bu eser de yayımlanmıştır. Mesüdi'nin "Ahbaru'z-zaman" olarak isimlendirdiği, diğer bir tarih kitabından daha söz edilmiştir, ancak kaybolmuştur. Yazar tarafından "Mürucu'z-zeheb" de verilen bilgilerden onun oldukça ayrıntılı ve büyük bir eser olduğu anlaşılıyor. Sözü edilen yazarlardan sonra Hamza el-lsfahani gelir (ö. 360/893). Bu tarihçi, cihan hükümdarlarının, hakimiyet yıllarıyla ilgili yazdığı "Tarihu sini rnülüki'l-arz'"ın yazımını H. 350 yılında tamamlamıştır.
Müslümanlar, Arap lslam devletleri, (Bağdat'ta Abbasiler, Mısır'da Fatimiler ve Endülüs'te Emeviler) yıkıldığı H. 7. yüzyıla kadar yukarıda belirtilen kitaplar ve burada sayılmayan az sayıdaki diğer tarihlerle yetinmişlerdi. Arap devletlerinden sonra, Türk, Kürt vs. diğer milletler, değişik devletler kurmuşlardır. Bu yeni gelişmeler sonucunda, Müslümanlar yeni bir devre girdiklerini görerek, geçmiş yüzyılların tarihlerini toplayıp düzenlemeye başlamışlardır. Tarihçiler, yukarda adı geçen tarih kitaplarından yararlanarak bazılarını özetleyerek, karışık olayları ve yazımları düzelterek, yeni bir anlayış ve mantıkla yeni tarihi bilgileri de ilave etmişlerdir. Bu çabalar sonucunda, birçok büyük ve hacimli tarih kitabı yazmışlardır. Bu kitapların en ünlü ve ayrıntılı olanı lbnü'l-Esir'in (ö. 630) ünlü tarihidir. Büyük dikkat, titizlik ve araştırma sonucu yazılmış bulunan Kitabü'l-Kamil adlı bu eser, Taberi'nin tarihinde yer alan bilgileri, bazen özetleyerek almanın dışında, daha sonra gerçekleşen tarihi olayları da kapsamaktadır. lbnü'l-Esir, bu kitabına; Endülüs vs.'de ortaya çıkan olayları da eklemiş ve kitabını Taberi gibi kronolojik olarak düzenlemiştir. 12 büyük ciltten oluşan bu önemli kitap da yayımlanmıştır. lbnu'l-Esir'den sonra H. 232 yılında vefat eden Hama emiri Ebu'l-Fida Kitabü'l-Kamil'i kısaltarak bir başka genel tarih kitabı yazmıştır. Söz konusu bu kitabına, edebiyatçılar ve diğer alimlerle ilgili birçok bilgileri de eklediği gibi, Cahiliye devri Arapları hakkında da geniş bilgiler vermiştir. Üç ciltten oluşan bu eser de yayımlanmıştır. Daha sonra Ömer b. el-Verdi, Ebu'l Fida'nın bu tarihini özetlemiş ve yeni bir eser ortaya çıkarmıştır. lbnü'l Verdi'nin vefat tarihi H. 749 yılıdır.
Daha sonra (H. 808/1405) yılında vefat eden ünlü alim lbn Haldun gelir. Bu büyük zat, Arap devletlerinin kendi dönemine kadar yaşayamadıklarını görmüş, tarihi gerçekler ve ondan alınması gereken ders ve ibretler üzerinde durmuştur. Aslında çok dikkatli, sağlam ve doğru bir muhakeme gücüne sahip bir alim olan lbn Haldun, ünlü tarihini kaleme almıştır. lbn Haldun, bu eserinde, olayları kronolojik olarak değil de, devletlere göre düzenlemiş ve tarihi olaylar konusunda, özellikle Ma'rib ve Endülüs bölgesi hakkında, kendisinden daha önce kimsenin yapmadığı bir metotla, mükemmel ayrıntılar vermiştir. lbn Haldun'un tarihi, kendisinden önceki alimler hatta Yunan, Roma ve diğer eski milletlerin bilginleri tarafından da örneği yazılmamış uzun bir tarih felsefi mukaddimesi ile başlamıştır. Eser bu özelliğiyle, o vakte kadar yazılan tarih kitaplarının üstünde seçkin bir yer tutmuştur. Sözü edilen Mukaddime'nin ünü herkes tarafından bilindiğinden daha fazla bilgi vermeye gerek görmüyoruz.
Bunların dışında, bazı tarihçiler kitaplarında, başka metotlar da takip etmişlerdir. Bir kısmı kitabını, yalnızca bir şehrin tarihine ve o şehirde yetişen önemli kişilerin biyografilerine ayırmıştır. Bu tür kitapların en ayrıntılı ve önemli olanları, Hatib Bağdadi'nin (ö. 463/1071), Tarih-i Ba'dad'ı ve lbn Asakir'in (ö. 571/1176) Tarih-i Dımaşk adındaki 80 ciltten oluşan kitaplarıdır. Bunlardan daha önce yukarıda söz edilmiştir. Tarih-i Dımaşk'ın el yazması nüshaları Tarih-i Ba'dat'ın el yazması nüshalarından daha çoktur.
Ebü Ömer b. Yusuf Kindi, daha sonra kadı Ebü Abdullah Muhammed, daha sonra Makrizi tarafından yazılmış olan Hıtat-ı Mısır da bu çeşit eserler arasındadır. Makrizi'nin bu isimdeki kitabı oldukça ünlüdür. Celaleddin Süyüti'nin "Hüsnü'l muhadara fi ahbar-i Mısır ve'l- Kahire" adındaki eseri de bu çeşit eserlerdendir.
Teracim-i Ahval ve Mu'cemat (Biyografi ve Sözlükler)
İslamiyet’in ilk yıllarında, biyografi konusundaki bilgiler her grup ayrı olmak üzere, sanat veya bilim çeşidine göre düzenlenen tabakat kitaplarında yer alırdı. Daha sonra bilim ve eğitim alanındaki gelişmelerin yoğun olduğu devre ulaşınca, lslam alimleri eserlerinde, düzen ve tasnife daha çok dikkat etmeye başladılar. Tarihçilerden birçok ilim adamı, tabakat vs. kitapların içinden "teracim-i ahval" bölümlerini çıkartarak bunları alfabetik sıraya göre düzenlemişlerdir. Bu tür eserlerin en ünlüleri, lbn Hallikan'nın (ö. 681/1282) Vefeydtü'l-a'ydn'ı ile ikinci derecede önemli olan Salahaddin Kutbi'nin (ö. 764/1363) nin Fevatü'l-Vefeyat'ıdır. Salahaddin'in kitabı lbn Hallikan'ın kitabında bulunması gerektiği halde yer almayan biyografileri de içine alır. Her iki kitap da basılmıştır. H. 764 yılında vefat eden Salahaddin Safadi'nin "el-vafi fi'l-vefeyat" adındaki kitabı da bu alandaki ünlü eserlerdendir. Söz konusu bu son kitap, hacim olarak çok büyükse de hiçbir kütüphanede tam bir kopyası olmadığı gibi, şimdiye kadar hepsi bir arada toplanamadığından basılamamıştır. Söz konusu kitaba ait Avrupa kütüphanelerinde çeşitli parçalar bulunmaktadır. Sıbt ibn el-Cevzi'nin (ö. 654/1256) (lbn el-Cevzi'nin torunu) Mir'dtu'z-zaman fi tarihi'l-a'yan adındaki kitabı da bu tür eserlerden biridir. Bu da kırk ciltten oluşmakta ancak dağınık bir halde bulunmaktadır. Endülüs'ün ileri gelen ünlü adamları hakkında da birçok biyografi kitabı vardır. lbn Beşküval'ın (ö. 58811192), Kitabu's-sıla'sı ile lbnü'l-Abar'ın, El Mu'cem adındaki eseri de önemlidir.
Bu sözlük veya ansiklopedilerden bir kısmı, bir grup veya bir sınıfa aittir. Kitabü'l Kamil'in yazarı lbnu'l-Esir'in, Üsdü'l- gabeli ahbari's-sahabe adlı kitabı gibi. 5 büyük ciltten oluşan bu kitap, sahabenin hayat hikayelerine ayrılmıştır. lbn Kıfti'nin Terdcimü'l-hühemd adındaki kitabı da bir başka örnektir.
Bununla beraber pek çok biyografileri ve tarihi olayları, Egani, El-ihdü'l-Ferid, Keşkül, Müstadraf, el-beyan ve'tebyin kitapları gibi, edebiyata ait olan kitapların içinde de görebilirsiniz. Birtakım tarihi olayları da Demiri (ö. 808/1405) Hayatü'l- heyavan kitabı gibi, tabiat bilimleriyle ilgili yazılmış kitaplarda da bulabilirsiniz. Bu son kitapta o kadar önemli tarihi bölümler vardır ki, böyle ayrıntılı bilgilere tarih kitaplarında bile zor rastlanır.
Müslümanlar arasında tarih bilimi, daha önce medeniyet yoluna girmiş olan diğer milletlerin tarih konusunda yazdıklarıyla karşılaştırılacak olursa, çoğunlukla sözlükler şeklinde yazılan biyografi kitaplarının çokluğu ile onlardan ayrılır. Biyografi konusunda ilk eser yazanlarda Müslümanlardır. Uygar devletler, bu şekilde tarih sözlükleri veya ansiklopediler yazmayı, Müslümanlardan öğrenmişlerdir. lslam dünyasında söz konusu dönemde, yazılan sözlük ve ansiklopediler tarih, coğrafya, edebiyat ve diğer bilimler için zengin birer hazinedir. Özellikle Vefeyıitü'l-a'yıin kitabı alfabetik olarak 820'den fazla kişinin biyografisini içine alan tarihi bir sözlük ve ansiklopedidir. Bu kitapta biyografiler verilirken başka ünlüler hakkında da bilgiler verilmektedir. lbn Hallikan'ın bu kitabında yer alan özel isimlerin doğru okunması için harekeler gösterildiği gibi, biyografi sahiplerinin doğum ve ölüm yıllan da kaydolunmuş ve biyografiler arasında -başka kitaplarda çok az rastlanılan- birçok edebi ve ilmi yararlı bilgiler de kaydedilmiştir. Bu kitap hakkında söylediğimiz övgülerin aynısı "fevatü'l-ve feyat", "el-vafi fi'l-vefeyat", "üsdü'l-gabe fi ahvali's-sahabe", "teracimü'l-hükema" kitapları gibi diğer biyografik eserler hakkında da geçerlidir. Fevatü'l-vefeyat, lbn Hallikan'da bulunmayan 450 biyografiden fazla biyografiyi içine alır. Şairler, fakihler, tabipler tabakaları gibi alfabetik sıraya göre düzenlenmiş olmayan biyografi kitapları ise daha başkadır. Bu tür kitapların en önemlilerinden biri, lbn Usaybia'nın (ö. 668/1269), Tabahdtü'l-etibba'sıdır. Söz konusu kitap, lslam tıbbı ve tabipleriyle beraber, Yunan, lran, Hint ve Babillilerin, tıp bilimlerini ve tabiplerini, diğer bilim ve bilginlerini, felsefe ve filozoflerını toplamış ve kronolojik olarak, ülke sırasına göre düzenlemiştir. Söz konusu kitapta; biyografi, bilim ve eğitimden söz edilirken adet, gelenek, görenek ve sosyal yapı hakkında verilen bilgiler de söz edilmeye edilmeye değer. Bu son kitap da yayımlanmıştır.
Tarih Kitaplarının Sayısı
Müslümanlar tarihle ilgili olarak, sayısını kesin olarak bilemeyeceğimiz kadar çok eser yazmışlardır. 20. yüzyıl medeniyetinden önce hiçbir millet, Müslümanların bu bilimde ulaştıkları dereceye ulaşamamıştır. Sadece, Keşfu'z-Zunün kitabında tarihle ilgili 1300'den fazla kitap kaydedilmiştir. Tarih kitaplarını kısaltma ve özetleme veya şerh etme biçiminde yazılan eserlerle, kayboldukları için isimleri belirtilemeyen tarih kitapları ise bu hesaba dahil değildir. Oysa bu şekilde özetleme veya şerh biçiminde yazılan veya kaybolan kitapların sayısı da oldukça fazladır. Buna kanıt olarak, tarih veya coğrafya ile ilgili kitaplardan bazılarının önsözlerinde yazarın kendi eseri için kaynak olarak kullandığı birçok kitabın adlarını söylediklerini görebilirsiniz ancak bu kitapları araştırırsanız büyük kısmının kaybolmuş hatta Keşfu'z-Zunün ve benzeri fihrist kitaplarında isimlerinin bile kaydedilmemiş olduğunu anlarsınız. Örneğin Mesüdi Mürücu'z-zeheb'in giriş kısmında, kendi zamanında ellerde dolaşan birçok kitabın isimlerini söylemekte ve bu kitaplardan alıntılar yaptığını da bildirmektedir. Oysa, Keşfu'z- Zunün sahibi o kitapların ancak pek az bir kısmını kaydedebilmiştir. Şu durumda Müslümanlar tarafından tarihle ilgili yazılan eserlerden pek çoğunun kaybolduğu anlaşılmaktadır. Bunların tamamı korunmuş olsaydı tarih kitaplarının sayısı 5-10 bini geçebilirdi. Bunlar arasında 40, 50, 80 ciltten oluşan büyük tarih kitapları bulunduğu gibi, 15 ciltten daha az veya çok ciltten oluşanları da vardır.
Genel tarih kitaplarından bir kısmı, Taberi, lbnü'l-Esir ve Ebu'l-Fida tarihleri gibi, yıllık kronolojiye göre yazılan tarih kitaplarıdır. Diğer bir kısmı da, Mesüdi, El-Fahri, lbn Haldun'un tarihleri gibi, millet veya devletler açısından kaleme alınan sistematik eserlerdir. Bir kısmı da şehirler, hükümdarlar vs. sırasıyla yazılmıştır.
lslam tarihi kitaplarının sayısı burada sayılamayacak kadar çoktur. Sözü edilen tarih kitaplarının çoğu, güzel ve edebi bir üslupla yazılmışsa da, bazen konu kitabın dışına çıkacak derecede dağıtılıp uzatılmıştır. lslam tarihçileri H. 1 . yüzyılda Araplar henüz saf ve sadeyken, bazı makam ve mevki düşkünlerinin veya heveslilerinin etkileriyle, tarihe geçmiş olan bazı rivayet ve olaylar dışında, tarihi olayları yazarken isnat metoduna bağlı kaldıklarından, yazdıkları şeylerde çoğunlukla doğruluktan ayrılmazlardı.
İslam Tarihçilerinin Kusurları
lslam tarihçilerinin eleştirilmesi gereken kusurlarından biri, yazdıkları tarih kitaplarında veya biyografilerde bilgiler ve tarihi olayları, ne şekilde kendilerine ulaşırsa o şekilde ve bazen bir veya daha fazla rivayetçilere isnad etmek suretiyle nakletmekle yetinip, bilgileri alırken araştırma ve tenkit etme metodunu kullanmamalarıdır. Bu tarihçiler, birtakım siyasi amaçlar sonucunda doğru olmayan nasıl pek çok hadis nasıl uydurulmuşsa, isnad ile nakledilen tarihi bilgilerin bazılarının da aynı amaçlarla uydurulmuş olduğundan haberdar değillerdi.
lslam tarihçilerinin dikkat çeken diğer bir kusurları da; bütün himmet, gayret ve dikkatlerini, savaşlara, fetihlere, azil ve nasba (görevden alma veya göreve atama), doğum ve ölümlerle ilgili bilgiler üzerinde yoğunlaştırmalarıdır. Tesadüfen çeşitli biçimlerde görülen bazı bilgilerden başka edebiyat, bilim ve eğitim, devletin yönetimi ve kültür tarihleri, tarihi olayların oluş nedenleri, ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığı, tarihi olayların birbirleriyle karşılaştırılması gibi konularla ilgili bir şey yazmamalarıdır. Halifenin gücenmeyeceği ve belki memnun bile olacağı durumlarda bile bir lslam tarihçisinin bir tarihi olay hakkında, kişisel bir değerlendirme ve yorumuna veya bir halife veya emir hakkında bir eleştirisine veya bir nükteyle ilgili kişisel görüşüne çok az rastlanır. Nitekim Abbasiler zamanında, Emevi devrinin tarihi olaylarını yazan tarihçilerin durumu da böyleydi. Abbasi halifelerinin Emeviler hakkında kullandıkları şiddet çok açıktır. Böyleyken bile, Abbasiler devrinde Emevilerin tarihini yazanlar, rastgele kaydettikleri bazı farklı yorumlardan başka, Emevilerin kötülüklerine dair bir şey yazmamışlardır. Muhtemelen bu sessizliğin nedeni; lslam tarihi ve olayları çoğunlukla bir fırka ile diğer bir fırka veya bir mezhep ile diğer bir mezhep arasında oluşan birtakım dini ve şer'i nedenlere bağlı olmasıydı. Bu duygu ile iki halife veya iki Müslüman emir arasında bir savaş ortaya çıktığında, biri zalim diğeri mazlum oluyordu. Tarihçi ise dinin makamına saygıdan dolayı zalimi eleştirmekten çekinirdi. O halde olayları iyi veya kötü her ne durumda ise olduğu gibi aktarmakla yetinir. Yargılama işini okuyuculara bırakırlardı. lslam medeniyeti hakkındaki bilgileri tarih kitaplarından çıkarmakta çektiğimiz güçlükler işte buradan kaynaklanıyor. Bazen bazı emirlerin kötülüklerini yazmamak için sessiz kalmayı yeğlemek, tarihçilerin o emirlere yaklaşmaya çalışmaları, bağış ve ödüllerine nail olmak için onları övmekle geçinmeleri gibi bir sebepten ileri de gelebiliyordu. Birçok kez, bizzat halifeler emirler veya sultanlar yazarlara başvurarak kendi devletlerinin tarihlerini yazmalarını önerir ve bu şekilde yazılan kitaplar için ödüller verirlerdi. Bazı yazarlar da bu kitapları oluştururken öneride bulunan kişinin hoşuna gidecek biçimde yazmaya çalışırlar ve bile bile gerçek dışı şeyler de yazarlardı. Ünlü Katip Ebu lshak Sabi'nin sözleri bu söylediklerimizi destekleyen en güzel delillerdendir. Buveyhi ailesinden olup, lslam dünyasında "Melik" hitabını ilk kullanan Addü'd-devle, "Devlet-i Deylemiyye =Buveyhiyye" hakkında bir kitap yazmasını Ebu lshak'a teklif etmişti. Ebü ishak* bu teklif üzerine Addü'd-devle'nin sahip olduğu elkab veya unvanlar arasında "Tacü'l-mille" lakabına nispetle "Taci" adıyla isimlendirdiği tarih kitabını yazmıştır. Bu kitabı yazarken dostlarından biri tesadüfen kendisini ziyarete gelip de neyle meşgul olduğunu sorunca, Ebu ishak; "Yalanlar uydurup ballandırmakla uğraşıyorum" cevabını vermişti.
Bazen yazarla biyografi sahibi arasında varolan bir düşmanlık etkisiyle, tarafsız ve doğru bilgiler verilmeyerek, biyografi sahibi taşıdığı özelliklerden daha aşağı gösterilirdi. H.529/1135 yılında vefat eden Kalaidü'I ihyan kitabı yazarı Fetih b. Hakan'ın, Endülüslü ünlü filozof lbn Bace hakkında yazdığı biyografi buna bir örnektir.
Bazı lslam tarihçileri özellikle halifeler, emirler vs. gibi idarecilerin kötülüklerini belirtmekten çekinirlerdi. Hükümet adamlarının ileri gelenlerinin durumlarına ait en çok bilgiye, el-Fahri'nin "el-adabü's-sultaniyye" kitabı ile, lbn Haldun'un tarihinde rast geldik. El Fahri, Hz. Ali taraftarı olmasının etkisiyle, devrin halifelerinin bazı kötülüklerini açıklamaktadır. Kendisi 5. Abbasi halifesi Reşid ile o dönemde yetişen ünlü şairlerden Ebu Nuvaz arasında cereyan eden bir olay münasebetiyle, şairin Reşid hakkında bir beyit söyledikten sonra, "Reşid, şairin dediğinin tam aksi olarak asla Allah'tan korkmazdı. Çünkü Hz. Peygamber'in kızının torunları olan Ali ailesinin büyükleri hakkında, günahsız oldukları halde uygun gördüğü kötü muamele ortadadır" diyor. Bazen Şiilerin, Sünniler ve Sünnilerin Şiiler hakkındaki yorum ve değerlendirmeleri hariç tutulursa, hiçbir lslam tarihçisinin buna benzer açık bir beyanatta bulunduğuna rastlamadık diyebiliriz. lbn Haldun'a gelince, kendisi bazı devletleri veya halifelerin durum ve hareketlerini doğru bir değerlendirme, akıl yürütme ve bir filozof gözüyle eleştirmiştir.
lslam tarihçilerinin bugünkü terbiye ve edebe göre sorgulanması gereken bir halleri de, tarihi olaylardan söz ederken kendilerinin gördüğü veya işittikleri bilgilerde, -terbiyeli bir insanın işitmekten utanıp sıkılacağı şekilde- gördükleri çirkin kelimeleri veya çirkin olayları, diğer söz veya olayları kaydettikleri gibi açıkça yazmaktan çekinmemeleriydi. Bu yüzden birçok edep ve nezaket dışı şiirler tarih kitaplarında yer almıştır. Böyle şeylere "ahmaz" (ekşilik- turşu) adını verirlerdi. O gibi kelimelerin yazılması, o dönemin gereklerinden veya o tarihlerde ayıp ve çirkin sayılmayan işlerden olduğu akla gelebilirse de, gerçek öyle değildi. Çünkü tarihçiler arasında terbiye ve edep sahibi olanlar, -özellikle lbn Hallikan- terbiyeye aykırı böyle olayları yazmaktan çekinmişlerdi. İbn Hallikan, tarihçiler arasında çirkin söz ve tanımları yazmaktan kalemini en fazla koruyan tarihçi olarak kabul edilir. Onun sözdeki terbiye ve edebe ne kadar riayet ettiğini gösteren delillerden birisi şudur. Ünlü şairlerden "Bari"' adıyla bilinen Hüseyin b. Mehmed'in hayatını yazdığı sırada, konunun yönlendirmesiyle, birinin Bari'e yazdığı bir kasideyle, Bari' tarafından ona cevap olarak yazılan diğer bir kasideden söz ederken, kasidenin yalnız ilk beytini almakta yetindikten sonra "Kasidenin içinde yer alan çirkin ve edepsizce kelimelerden dolayı aktarmaktan kaçınıyorum" değerlendirmesini yapmıştır.
Coğrafya veya Takvim-i Büldan
Yalnızca "coğrafya" kelimesi bile, bu ilmin Araplar tarafından icat olunmadığını göstermek açısından yeterlidir. Coğrafya bilimini burada belirtmemiz, tarih ilmiyle olan ilgisine ve Arapların coğrafya bilimini, yabancı dillerden Arapça'ya çevirmeden önce, İslamiyet'e has birtakım nedenlerden dolayı, yollar, ülkeler ve şehirler konusunda, yani coğrafya hakkında eserler yazmış olmalarından dolayıdır.
İnsanlar hiçbir bilim veya fenni, kendilerini zorlayan neden ve olayların baskısı olmaksızın icat edip, düzenleme yoluna gitmemişlerdir. İnsanlık, yaşam ve eylemlerinde ihtiyaçların yönlendirmesine göre hareket eder ve o yöne doğru dikkatlerini çevirirler. Bunun için "ihtiyaç keşif ve icadların anasıdır" derler. İnsanların coğrafya bilimine karşı duyduğu gereksinim, birden ve aniden ortaya çıkmamıştır. Yavaş yavaş ve zamanla insanlığın elde ettiği bilgiler, büyüme kanununa uygun olarak, toplanmış, büyümüş ve yayılmıştır. Coğrafya biliminin doğmasının nedenlerinden başlıcası, insanlarca ticaret veya fetih amacıyla yol ve geçitlerin, ülkeler arasındaki uzaklıkların bilinmesi gereğine, eskiden beri ihtiyaç olmasıdır. İnsanlar tüccarlar ve ülkeler fetheden hükümdarlar aracılığıyla, zaman içinde pratik amaçla topladıkları coğrafi bilgilerden kendi amaçları doğrultusunda yararlanmışlardır. Neticede bu yararlı bilgiler, coğrafya biliminin kurucusu olan kişilerin eline geçmiş ve onlar da eldeki bu birikimi, bölümlere ayırarak, dağınıklıktan kurtarıp, eksik olan noktaları da toplayarak özel bir bilim haline getirmişlerdir.
Bu bilimin temelini atanlar Fenikelilerdi. Fenikeliler dünyanın en eski tüccarları ve en çok yolculuk yapan toplumuydu. Bunlar, 30 küsur yüzyıldan önce, Akdeniz kıyılarını dolaşarak bazı bölgeleri sömürgeleştirmişlerdir. O dönemde Sur şehri ticaret dünyasının merkeziydi. Bütün dünya uluslarının tarım ve sanayi ürünleri, bu ticaret merkezinde toplandıktan sonra, Hindistan'a kadar her tarafa dağılırdı. Fenikeliler, Hindistan'dan fildişi, misk ve amber gibi koku çeşitlerini ve maymun vs. gibi çeşitli hayvanlar getirirlerdi. Bu malların günümüzde de Fenike ve lbrani dillerinde yaşayan isimleri, bunların gerçekte Hintçe'den alındıklarını göstermektedir. Ticaret alanındaki eylemlerine bağlı olarak, Fenikeliler birçok seyahat yapmışlar ve bu seyahatler sırasında çok sayıda ülke tanımışlar, onların durumunu öğrenmişler ve aralarındaki uzaklıklar, halklarının ahlak ve kültürleri hakkında bilgiler edinmişlerdi.
Büyük lskender 40 bin piyade ve 5 bin süvariden oluşan ordusu ile Hindistan'a kadar Asya kıtasını, karadan ve denizden hakimiyeti altına alınca, emrinde bulunan adamları Ona Asya ve daha ötesinde bulunan ülkeler ve halklar konusunda bilgi sahibi olmak istemişlerdir. Bu ülke ve uluslar hakkında kendilerine tuhaf gelen çeşitli bilgiler edinmişlerdir. Diğer yönden, Mısır'da da başka toplumlar, Habeşistan'a kadar Kızıldeniz kıyıları hakkında coğrafi bilgiler toplamakla uğraşmışlardı. Daha sonra Romalılar ve başka milletler de coğrafyayla uğraşmıştır.
Sözünü ettiğimiz nedenler sonucu elde edilen bilgiler, zamanla artarak çeşitlenmiş ve çoğalmıştır. İnsanlar bu bilgileri birbirinden kopuk ve düzensiz bir biçimde kullanıyor ve aktarıyordu. Zamanla insan düşüncesi, bunları bir arada toplama ve düzenleme gereğini görmüş ve bir bilim haline getirmiştir. Coğrafyayla ilgili bilgileri ilk toplayan ve düzenleyen kişi, M.Ö. 196 yılında ölen Yunanlı Eratestin (Eratosthene) idi. Kendisi Mısır'da yetişmiş ve coğrafyaya dair bir kitap yazmış ve Fenikeliler tarafından toplanan coğrafi bilgileri bir araya getirmiştir. Büyük lskender'in komutanları ve başkalarının da dikkatini çekmiş olan bu bilgileri söz konusu kitabında toplamıştır. Bu kişiden sonra ünlü gezginlerden Strabon, coğrafyacılardan Plinius gibi birçok bilgin yetişmiştir. Sonunda (miladi 2. yüzyıl) ortalarında, dünyanın evrenin ortasında yer alan hareketsiz bir cisim olduğuna dair kurduğu astronomi görüşü, daha sonra Kopernik tarafından çürütülen ünlü astronom Batlamyus (Ptolemee Claude) yetişmiş ve coğrafyaya dair büyük bir eser yazmıştır. Bu eserinde yerleri astronomi hesaplarıyla belirlediği gibi, matematiksel hesaplara dayanan haritalar yapmış ve coğrafi bölgeleri de o dönemdeki bilgilerin izin verdiği derecede belirlemeye çalışmıştır. Kendi zamanında sayısı 4350'ye kadar ulaşan şehirleri birer birer saydıktan başka, 200 kadar madeni ve yeryüzünde yaşayan diğer toplumları da kaydetmiştir. İslamiyet doğduğu yıllarda, Batlamyus'un bu kitabı, coğrafya konusunda müracaat edilen tek eserdi. Daha sonra Araplar Abbasiler devrinde bilim, eğitim ve öğretimle ilgili kitapları kendi dillerine tercüme etmeye başlayınca, bu kitabı da çevirmişler ve coğrafya adını vermişlerdir. Batlamyus'un astronomiyle ilgili diğer kitabını da tercüme ederek, el-Mecisti adıyla isimlendirmişlerdir. Araplar tarafından coğrafya ile ilgili olan eserlerin çoğunda sözü edilen bu iki kitap temel kaynak kabul edilmiştir.
Müslümanlarda Coğrafya
Müslümanlar, Yunanlılar veya diğer milletleri coğrafya bilimini kurma ve düzenleme zorunda bırakan ticaret ve fetihler gibi nedenlerden dolayı, Batlamyus'un kitabını görmeden önce coğrafya bilimini kurmuşlar ve düzenlemişlerdi. Araplar cihangir milletlerden oldukları için, İslamiyet’in doğuşundan kısa süre sonra, dünyanın her köşesine dağılmışlardı. Aslında Arap toplumu, özellikle de Hicaz halkı, Cahiliye Çağı'ndan beri ticaretle uğraşıyorlardı. Daha sonra ülkeleri genişledikçe, doğal olarak ticaret hacimleri de buna paralel büyümüş ve gelişmiştir.
Arapları coğrafya konusuna yönlendiren ve bunu bir bilim dalı şekline sokmalarını gerektiren başlıca üç neden şunlardır:
Birincisi, hac ibadetini yerine getirebilme düşüncesiydi. Müslümanlar, hangi bölge veya memlekette bulunurlarsa bulunsunlar, gerekli maddi şartlara sahipse, hac görevini yerine getirmek için Mekke'ye gitmek zorundadırlar. Bu onlar için dini bir görevdir. Mekke'ye kadar sağ salim ulaşabilmek ise, yolları, konak yerlerini iyi bilmeye bağlıdır.
İkincisi ilim öğrenmek uğrunda yapılan seyahatlerdir. Müslümanlar, İslam ülkesinin her köşesine dağılan büyük sahabelerden peygamberin sünnetini ve çöl Araplarından Arap dilinin inceliklerini öğrenmek için, lslam beldelerinin hemen her köşesine seyahat etmek zorunda kalmışlardır. Bu seyahatleri gerçekleştirebilmeleri de, gitmek istedikleri yer ve bölgelerin bilinmesine bağlıdır. Bu nedenle coğrafyayla ilgili, kendi kendilerine ilk yazdıkları şeyler, Müslümanların yaşadığı bölgeler ve bedevi kabilelerin konak yerlerinden oluşuyordu. Bu konularla ilgili ilk eserleri yazan kişiler, Ebu Said Asmai ve Ebu Ubeyd Sekuni gibi edebiyat ve şiir rivayetçileriydi. Daha sonra bütün İslam şehirleri hakkında coğrafi bilgileri içeren eserler yazmışlardır. Hasan b. Ahmet Hemedani'nin Ceziretü'l-Arap ve Ebu Eş'as Kindi'nin Tihame Dağları vs. bu tür eserlere örnektir.
Üçüncüsü, Müslümanların dünya genelinde egemen olduğu ülkelerin sayısı arttıkça, geniş bir coğrafyaya dağılmış olan bu toprakların fethedilme biçimine göre hükümler koymak zorunda kalmış olmalarıdır. Fey, cizye, haraç, mukataalar, musalahalar, tesvifaL ve iktaların hükümleri o ülkenin ele geçirilme veya fethedilme biçimine göre ayrı ayrı belirleniyordu. Barış yoluyla ele geçirilen bir ülkenin, zorla ve silah gücüyle ele geçirilen bir ülkeden tamamen ayrı bir muameleye tabi tutulması doğaldı. Dinsel hükümlerin ayrıntılarından sayılan bu hükümleri ve incelikleri yönetici ve hukukçuların bilmeleri gerekiyordu. Oysa bu bilgiler tarih ve coğrafyanın bilinmesine bağlıydı. Bu dönemden sonra coğrafyayla ilgili kitaplar, Arapça'ya çevrilmeye başlanmıştır. Bu eserlerden yararlanan Müslümanlar, coğrafya alanında çeşitli kitaplar yazmışlardır. Çeviri yoluyla aktardıkları bilgilere, kendi birikimlerini de ekledikten sonra, sadece duymak ve aktarmakla yetinmeyip, bizzat çeşitli deniz ve okyanuslara, dünyanın birçok bölgesine uzun yolculuklar yapmışlar, kişisel izlenimlerini ve kişisel araştırmalarıyla topladıkları bu bilgileri de kitaplarına kaydetmişlerdir. Bu çabalar sonucu Batlamyus'un birçok yanlışını da düzeltmişlerdir. Kaynaklardan anlaşıldığına göre, Müslümanlarda coğrafya bilimi, olgunluk dönemine ancak H. 4. yüzyılda ulaşmıştır. Söz konusu yüzyılda alimler genel tarihler yazımında gösterdikleri çabanın benzerini coğrafya alanında göstermişlerdir.
Müslümanlar arasında, coğrafya konusunda, Yunanlıların kullandığı metoda göre ilk eser yazan, Şeyh Ebu Zeyd Belhi idi. Bu bilgin, H. 4. yüzyıl başlarında yazdığı Suveru'l-ekdüm adındaki coğrafya kitabında İslam ülkelerini 20 bölgeye ayırmış ve her bölge hakkında bilgi verdikten sonra coğrafyayla ilgili de birçok şey yazmıştır. Ancak kitabını kısaltmak ve özetlemek düşüncesiyle birçok büyük ve önemli şehirlerden söz etmemiştir.
Aynı yüzyılda Kerhi adıyla bilinen, Ebu lshak Farisi-i lstahri adında İranlı bir bilgin yetişmişti. lstahri seyahatten hoşlanan birisi olduğundan, bizzat dünyanın çeşitli bölgelerini dolaşmış, birçok ülke, deniz ve şehirler hakkında araştırmalar yapmış ve elde ettiği bilgileri, Belhi'nin kitabında yer alan diğer bilgilerle birleştirerek, yeni bir kitap yazmış ve buna Mesdükü'l-Memalik adını vermiştir. Bu kitap basılmış ve yayınlanmıştır. Belhi'nin kitabı ise kaybolmuştur.
lstahri, lslam ülkelerini çeşitli bölgelere ayırma açısından Belhi'nin metodunu uygulamış ve toplam 20 bölgeye ayırmıştır. Bu bölgeler; Diyar-ı Arap'tan (Ceziretü'l-Arap) başlayarak Maveraünnehir'de (Türkistan) son bulur. lstahri, söz konusu bölgeleri ayrı ayrı açıklamanın yanında, ülkelerin sanayi, ticaretleri vs. özellikleri konusunda da bilgiler vermiştir. Yine aynı devirde lbn Havkal el-mesalik ve'l-memalik adlı kitabını yazmıştır. Bu bilgin de birçok seyahatten sonra söz konusu eserini kaleme almıştır. lbn Havkal kitabının önsözünde: "7 Ramazan, sene 331 tarihine denk gelen perşembe günü Bağdat'tan ayrılarak seyahate başladım" diyor. Yazar, bu seyahati tamamladıktan sonra, sözü edilen kitabını yazmış ve eserini birçok haritayla genişletmiş ve her lslam bölgesi için ayrı bir harita hazırladıktan başka; şehirleri, nehirleri, dağları, denizleri, adaları vs. coğrafi özellikleri resimlemiştir. lbn Havkal bu kitabında, lstahri'nin taksimini olduğu gibi kabul etmiştir. Bundan öte, birçok yerde kullandığı cümleler de hemen hemen birbirinin aynıdır.
Bu coğrafyacılardan sonra lbnü'l- Fakih Hemedani, Makdisi, Mesüdi vs. bazı bilginler, coğrafya ile ilgili başka kitaplar da yazmışlardır. Bunlardan Mesüdi, birkaç kez büyük seyahatler yaparak, Hindistan'ın en uzak sınırlarına kadar varmıştır. Bu yolculukları sırasında gördüklerini, yaptığı araştırmalarını coğrafya ve tarihle ilgili kitaplarında kaydetmiştir. Sözü edilen yazarların hepsi H. 4. yüzyıl bilginlerindendi. Bunların kitapları, haritasız olarak bu yüzyıl içinde basılmıştır. Haritalar ise tamamen kaybolmuş kitaplarda söz edilmekten başka bir izi kalmamıştır.
İlgili bölümlerde açıkladığımız gibi, İslam bilginlerince genel tarihlerle ilgili eserler yazılmaya başlandığında yukarda sözü edilen coğrafya kitapları ve belirttiğimiz diğer birkaç eserle yetinilmişti. Bu tarihten sonra genel tarih kitaplarının yanında, coğrafyayla da ilgili önemli ve oldukça kapsamlı kitaplar yazmaya gayret etmişlerdir. Daha sonra alfabetik sıraya göre, coğrafya sözlük ve ansiklopedileri oluşturulmuştur. Bunların ilki ve en ünlüsü, H. 626 yılında vefat eden Yakut-i Hamevi idi. Yakut, çocuk yaştayken Rumlardan esir edilmiş ve Bağdat'ta bir tüccar tarafından satın alınarak yetiştirilmiş ve terbiye olunmuştu. Büyüdüğünde ticaret amacı ile birçok ülkeyi bizzat dolaştıktan sonra büyük hacimli ünlü eseri, Mu'cemü'l¬ Büldan adı verilen kitabını yazmıştır. Yakut, bu eserde ülkeleri, dağları, dereleri, ovaları, köyleri ve diğer yerleşim yerlerini, yurtları, denizleri, nehirleri, heykelleri, puthaneleri ve putları anlattığı gibi, her kentten söz ettikçe, orada doğan veya oralı olan ünlüler hakkında da bilgiler vermek suretiyle, kitabına birçok biyografik bilgi de eklemiştir. Bu yüzden, Yakut-i Hamevi'nin bu önemli kitabı, hem coğrafya, hem tarih, hem de bir edebiyat sözlüğü kabul edilir. "Tarih-i Ebu'l-Fida" adı ile bilinen Kitabu'l-muhtasar fi ahvali'l-beşer adındaki genel tarih kitabının yazarı Hama emiri, Melik-i Müeyyed lmadüddin İsmail Ebu Fida'nın da coğrafyayla ilgili bir kitabı vardır. Bu sayılanlar dışında, burda belirtemediğimiz daha başka birçok eser de yazılmıştır. Bu arada, coğrafya biliminin ilerlemesine ve gelişmesine katkıda bulunan çok sayıdaki gezi kitaplarını veya seyahatnameleri de unutmamak gerekir.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
24 Kasım 2023 Cuma
23 Kasım 2023 Perşembe
İLMİHAL-8 / NAMAZ-3
NAMAZA AYKIRI DAVRANIŞLAR
Bir müslümanın namaz esnasında, namazın farz, vâcip, sünnet ve âdâbını en iyi şekilde yerine getirmeye gayret etmesi ve bu ibadetin mâna ve gayesine aykırı her türlü davranıştan da kaçınması gerekir. Namaza aykırı davranışlar, bu aykırılığın derecesine göre namazın mekruhları ve namazı bozan şeyler şeklinde ikili bir ayırım içinde ele alınır.
A) NAMAZIN MEKRUHLARI
Namazda yapılması hoş karşılanmayan davranışlara "namazın mekruhları" denir. Genel olarak namaz için öngörülmüş bulunan biçimsel yapıya aykırı olan davranışlar ile namazın gerektirdiği saygı, tâzim, tevazu, boyun bükme ve sükûnet haline de aykırı olan ve namazda kalbi meşgul edecek ve insanı ibadetin gerektirdiği kalp huzurundan ve huşûdan alıkoyacak davranışlar mekruh sayılmıştır. Namaz esnasında elbiseyle veya vücudun bir yeriyle oynamak gibi namazla ilgisi olmayan ve onunla bağdaşmayan bir hareketin yapılması mekruhtur. Çünkü bu şekildeki davranışlar namazın biçimsel yapısına aykırıdır ve aynı zamanda namazın gerektirdiği saygı ve tâzim vaziyetiyle de bağdaşmamaktadır.
Bunun yanında namazın vâciplerinden ve sünnetlerinden birini terketmek de mekruh sayılmaktadır.
Namazın vâciplerinden birini, meselâ Fâtiha sûresini okumayı kasten yani bilerek ve isteyerek terketmek tahrîmen mekruhtur. Bir vâcibin terkedilmesi sebebiyle tahrîmen mekruh olan bu namaz esas itibariyle sahih yani geçerli olup kişiden namaz borcunu düşürür ise de iade edilmesi yani yeniden kılınması vâciptir.
Namazın sünnetlerinden birini, meselâ Sübhâneke okumayı, rükû veya secdelerdeki tesbihleri kasten terketmek mekruhtur. Namazın sünnetlerinden birini terketmek, genel olarak tenzîhen mekruh olmakla birlikte, tenzîhen mekruh sayılan şeylerin bir kısmı tahrîmen mekruha yakındır. Meselâ müekked bir sünneti terketmek, bir vâcibi terketmek derecesine yakın bir mekruhluğu (kerâhet) ifade eder. Müstehap (mendup) olan bir şeyi terketmek ise mekruh olmayıp daha iyi ve faziletli olanı terketmek (terk-i evlâ) sayılır.
Namazda mekruh sayılan şeyler şunlardır:
Bir zararın giderilmesi veya namazın tamamlanması amacı olmaksızın namaz dışı bir davranışta bulunmak. Meselâ alnın secde mahalline yerleşmesini engelleyen sarık vb. şeyleri çekmek namazın tamamlanması amacı taşıdığından ve akrep gibi zararlı hayvanları öldürmek de bir zararın giderilmesi amacı taşıdığından mekruh sayılmamıştır. Buna karşılık parmak çıtlatmak, giysisinin kolunu kıvırmak, bunu gerektiren bir özür olmadığı halde -peş peşe olmamak üzere- birkaç adım yürümek, sinek vb. haşeratla meşgul olmak gibi davranışlar mekruhtur. Namaz dışı davranış amel-i kesîr boyutuna varırsa namaz bozulur.
Namaza ilişkin fiilleri özürsüz yere, namazın sünnet ve âdâbına uymaksızın yerine getirmek. Meselâ bir özrü olmaksızın duvar, direk, baston vb. bir şeye hafifçe yaslanmak; daha dizleri yere koymadan elleri yere koymak, secdeden kalkarken dizleri ellerden önce kaldırmak; oturuşlar esnasında bağdaş kurmak veya dizleri dikmek; kıyam esnasında elleri yana bırakmak; erkekler için secde esnasında kolları tamamıyla yere yapıştırmak böyledir.
Kıyam, rükû ve secde aralarındaki tekbir ve zikirleri kendi yerlerinden sonraya bırakmak. Meselâ kıyamdan rükûa vardıktan sonra "Allahüekber" demek, rükûdan doğrulduktan sonra "Semiallahu limen hamideh" demek mekruhtur. Rükû tekbiri alınmaya ayakta iken başlanmalı, rükûa varırken bitirilmelidir. Söz ile fiil eş zamanlı olmalıdır.
Namazda esnemek, gerinmek ve boğazı açıyormuş gibi yapmak. Mümkün olduğunca esnemeyi önlemeye çalışmalı, esnemek durumunda kalınca sağ el ile ağzı kapatmalıdır. Nezle vb. sebepten burnu akan kişi, burnunu mendille siler. Grip olan kişi de öksürecek olduğunda ağzını eliyle veya mendiliyle kapatmalıdır. Bu durumda olan kişilerin mescide gelmeleri de mekruhtur.
Namazda iken verilen selâmı el veya baş işaretiyle almak. Tahrîmen mekruh olan bu fiille kimilerine göre namaz bozulur.
Namazda huşû halini artırmak veya uygunsuz bir şeyi görmekten sakınma gibi bir amaç olmadıkça gözleri yummak, gözleri sağa sola veya aşağı yukarı çevirmek, başı hafifçe bir tarafa çevirip bakmak.
Abdesti sıkışık olduğu halde namaz kılmak. Hz. Peygamber sıkışık durumda olan veya yemek hazırken namaza duran kişinin namazının faziletinin tam olmayacağını belirtmiştir (Müslim, "Mesâcid", 67).
Elbise, vücut veya namaz mahallinde namazın geçerliliğine engel olmayacak miktarda necâset bulunduğu halde namaz kılmak. Dinen necis sayılmamakla birlikte kirli elbise ile namaz kılmak da mekruhtur.
Temiz olmayan şeylere karşı ve bunların yakınında, kişinin kendini ibadete vermesini engelleyecek ve zihni meşgul edecek yerlerde namaz kılmak. Ateşe ve puta tapma inancını çağrıştırması düşüncesinden hareketle ateşe, insan veya hayvan tasviri bulunan resim ve heykele karşı namaz kılınması mekruh sayılmıştır. Aynı şekilde bir insanın yüzüne karşı namaz kılmak da mekruhtur.
Başkasına ait bir yerde veya başkasına ait bir elbise içinde, sahibinin izni ve razılığı olmaksızın namaz kılmak.
Dişlerin arasında kalmış yutulması namazı bozmayacak miktardaki yiyecek kırıntısını yutmak. Yutulan şey nohut tanesi büyüklüğünde olursa namazı bozar.
Cemaatle namaz kılınırken, imamdan önce rükû ve secdeye gitmek veya ondan önce rükû veya secdeden doğrulmak. Bu davranışın muktedînin namazını bozacağı, imamdan önce rükû ve secdeden başını kaldırmış kişinin rükû ve secdeye geri dönüp imamla birlikte hareket etmesi, aksi halde o rek`atın eksik kalacağı ve sonradan tamamlanması gerektiği, bu da yapılmazsa namazının bozulmuş olacağı görüşleri de mevcuttur.
Namazda kıraate ilişkin mekruhlar daha ziyade kıraatin sünnetlerinden birinin terki sebebiyle olur:
İkinci rek`atta birinci rek`attan daha uzun okumak böyledir.
Bir rek`atta bir sûrenin iki kere okunması veya farz namazlarda ilk iki rek`atta Fâtiha'dan sonra aynı sûrenin okunması mekruhtur; nâfile namazlarda mekruh değildir.
Fâtiha'dan sonra sürekli olarak belirli bir sûrenin okunması, başka sûrenin okunmaması mekruhtur.
Fâtiha'dan sonra okunacak sûrelerde Kur'an'daki sıraya uymamak, meselâ birinci rek`atta Kevser sûresini okuduktan sonra ikinci rek`atta Fîl sûresini okumak mekruhtur.
B) NAMAZI BOZAN ŞEYLER
Namazın rükünlerinden veya şartlarından herhangi birinin eksikliği durumunda namaz bozulur. Namazın bozulmuş olacağı fâsid veya bâtıl tabirleriyle ifade edilir. Rükün ve şartların eksikliği dışında ayrıca kaçınılması, yapılmaması gereken bazı durum ve davranışlar vardır ki, bunların hepsine birden "müfsidât-ı salât" (namazı bozan şeyler) denir.
Namazı bozan şeyler şu şekilde gruplandırılabilir:
1. Namazda konuşmak.
Namazda gerek bilerek gerekse yanılarak veya yanlışlıkla konuşmak namazı bozar.
Konuşmak, birine seslenmek, hitap etmek şeklinde olabileceği gibi birine selâm vermek, merhaba demek, verilen selâma sözlü olarak karşılık vermek veya aksırana "yerhamükellah" veya "çok yaşa" demek şeklinde de olur. Bu gibi durumlarda namaz bozulur. Bunların bilerek, isteyerek yapılması ile yanılarak veya yanlışlıkla olması arasında fark yoktur. Namaz kılarken, namazda olduğunu unutarak, dalgınlıkla birinin selâmını diliyle, meselâ "aleykümü's-selâm" diyerek almak namazı bozar. Hz. Peygamber'in ismi anıldığında salavat getiren kimsenin de namazı bozulur. Aynı şekilde cevap kastıyla Kur'an'dan bir âyeti okumak da insanlarla konuşma kapsamına gireceği için namazı bozar. Meselâ iyi bir haber duyduğunda "el-hamdülillah", kötü bir haber duyduğunda "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn", hayret verici bir şey duyduğunda "sübhânellah" ve girmek için izin isteyene girmemesini anlatmak üzere "Tilke hudûdullâhi felâ takrebûhâ" (Bunlar Allah'ın sınırlarıdır; sakın girmeyin) âyetini okuyarak mukabele etmek namazı bozar.
Namazda dua mahalli olan son oturuşta insanların gündelik ve sıradan konuşmalarına benzer tarzda dua etmenin de namazı bozacağı söylenmiştir. Buna göre meselâ "Ey Allahım, bana baklava, börek yedir; falan hanımla evlendir" şeklinde dua etmek namazı bozar. Fakat insanların gündelik konuşmalarını andırmayacak şekilde yapılan dualar namazı bozmaz.
2. Amel-i kesîrde bulunmak.
Amel-i kesîr, çok veya aşırı bir davranışta bulunmak demektir. Amel-i kesîr için net bir sınır çizme imkânı olmamakla birlikte dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek davranışta bulunmak şeklinde bir ölçü getirilmiştir. Bu bakımdan, namazdayken namaza aykırı, namazdaki eylemlere benzemeyen ve namazla bağdaşmayan bir davranış, namazda olunmadığı izlenimini veriyorsa amel-i kesîr çerçevesine girer. Bununla birlikte Hz. Peygamber namazda iken torunlarının sırtına bindikleri, kucağına geldikleri şeklindeki rivayetlere nazaran, benzer durumlarla karşılaşıldığında, çocukları rencide etmeden, sarsmadan usulca yere koymak veya kenara çekmekle namaz bozulmaz.
3-Biriyle musafaha yapmak, el sıkışmak da amel-i kesîr kapsamına girer.
4-Yönü kıbleden çevrilmek.
5-Bir şey yiyip içmek.
Namaza durduktan sonra ağza alınıp yenen şey susam tanesi kadar da olsa namazı bozar. Fakat namaz öncesinde yediği bir şeyden dolayı dişleri arasında kalan bir şeyi yutmak namazı bozmazsa da büyük küçük bir şeyi çiğnemek, ağzında gevelemek namaza aykırı olduğu için namazı bozar. Bu bakımdan sakız çiğnemek veya namaz öncesi ağzına bir şeker alıp şeker eridikçe yutmak namazı bozar.
Özürsüz olarak boğaz hırıldatmak (tenahnuh etmek), öksürmeye çalışmak. Ancak herhangi bir zorlama olmaksızın doğal olarak öksürmek veya sesindeki hırıltıyı giderip sesi güzelleştirmek, namazda olduğunu anlatmak ve yanlış okuyan imamı uyarmak için öksürmek namazı bozmaz.
6-Üf, tüh diyerek bir şeyi üflemek veya bezginlik göstermek ve uf, puf gibi şeyler söylemek veya ah, oh demek.
7-İnlemek.
Ah çekmek, inlemek normal durumda namazı bozmakla birlikte, huşû ve ibadet aşkından olursa namazı bozmaz.
8. Gülmek.
Kendisinin duyacağı kadar bir gülme sadece namazı bozar, yakında bulunanların işitebileceği kadar olursa abdest de bozulur. Bu şekilde gülme, bulûğa ermemiş çocukların sadece namazını bozar, abdestini bozmaz. Öteki mezheplere göre namazda kahkaha ile gülmek dahi abdesti bozmaz.
Namazda iken göze ilişen bir yazıya bakmakla namaz bozulmaz. Fakat karşısındaki Mushaf'tan ezberinde olmayan bir âyeti okumak durumunda, Ebû Hanîfe'ye göre namaz bozulur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise bu durumda namaz bozulmaz, fakat Ehl-i kitaba benzeyiş söz konusu olduğu için böyle yapmak mekruhtur. Hanbelîler'e göre ezbere bilen için mekruh olmakla birlikte, Mushaf'tan okuyarak namaz kılmak câizdir.
9-Birinci oturuşu, son oturuş zannederek selâm vermek namazı ifsat etmeyip sadece sehiv secdesi yapmayı gerektirir ise de, kıldığı öğle namazını cuma namazı veya yatsı namazını teravih zannederek (veya kendisini seferî zannederek) selâm vermek, namazı kesmek kastı taşıdığı için namazı bozar.
10-Farkında olmayarak veya unutarak yapılmış olsa bile avret yeri açık iken veya üzerinde namaza mani miktarda bir necâset bulunuyorken bir rükün eda etmek veya bu durumda iken bir rüknün eda edileceği bir sürenin (üç defa "sübhânellâh" diyecek kadar süre) geçmiş olması durumunda namaz bozulmuş sayılır.
11-Kendi irade ve ihtiyarı dışında gerçekleşen şu durumlarda da namaz bozulur:
Sabah namazını kılarken güneşin doğması; bayram namazını kılarken zeval vaktinin olması; cuma namazını kılarken ikindi vaktinin girmesi durumunda namaz bozulur. Fakat öğle namazını kılarken ikindi vaktinin girmesiyle öğle namazı bozulmaz.
Tertip sahibi olan yani o zamana kadar namazı kazâya kalmamış bir kimsenin, daha önce kılamadığı bir namazı (fâite) namaz esnasında hatırlaması.
Teyemmüm ile namaz kılmakta iken kullanılması mümkün suyu görmesi.
Özür sahibi olan/mazereti bulunan kişinin özrünün ortadan kalkması.
Mest üzerine meshetmiş olarak namaz kılarken, mesih süresinin dolması durumunda namaz bozulur. Bu süre mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Yine, mesih yaptığı mesti ayağından çıkarması durumunda namaz bozulur. Çünkü üzerine meshettiği mest ayağından çıktığı için abdestsiz konumuna düşmektedir.
Namaz kılanın önünden geçilmekle namazı fâsid olmaz; geçenin erkek veya kadın olması arasında fark yoktur. Bu işi bilerek, farkında olarak yapan kişi mükellef ise günahkâr olur. Mekruh olan geçiş, açık alan ve büyük camiye göre namaz kılanın secde mahallinden; küçük mescidde ise karşısından geçmektir. Önünden geçilme ihtimali bulunan yerde namaz kılan kişilerin sütre edinmesi, yani bir sütunu veya baston, şapka ve şemsiye gibi şeyleri siper edinmesi müstehaptır. Cemaatle namaz durumunda imamın sütresi, ona uyanlar için de sütre sayılır. Kâbe'yi tavaf etmek, namaz benzeri bir ibadet sayıldığı için, orada namaz kılarken tavaf edenlere karşı sütre edinmeye gerek yoktur.
Namaz kılarken herhangi bir sebeple abdest bozulursa namaz da bozulmuş olur. Namaz kılarken bilerek abdest bozucu bir fiil işleyen kişinin namazı bozulur. Ancak bu iş, namazın sonunda yapılmış ise, kişi kendi fiili ile namazdan çıkmış sayılacağı için Hanefîler'e göre namaz bozulmaz. Burun kanaması gibi bir özür durumunda Hanefîler'e göre, bu durumun üzerinden bir rükün eda edecek kadar süre geçmedikçe namaz bozulmaz. Kişi dilerse, en kısa yoldan yeniden abdest alıp gelerek namazına kaldığı yerden devam eder, isterse namazını yeni baştan kılar.
Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.
22 Kasım 2023 Çarşamba
AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-22
KENDİNE ÂŞIK OLAN NARHİSOS
Dağlarda bayırlarda yalnız başına gezip tozan, gönlünce ezgiler söyleyen güzeller güzeli bir orman perisiydi Eko...
Bu güzel perikızı, şerrinden ürktüğü Baştanrı Zeus'un yeryüzündeki kaçamak aşk serüvenlerine birkaç kez yardımcı olmak zorunda kaldı... Zeus'un karısı tanrıça Hera bunu öğrenince de öfkeden küplere bindi ve ceza olarak Eko'nun dilini kestirdi! O yüzden de zavallı perikızı artık şarkı söyleyemez, kimselerle konuşamaz oldu... Karşısında konuşan birinin yalnızca son sözcüğünü tekrarlayabilen bir çeşit "yankı"ya dönüştü. Zaten "Eko" adı da "yankı" anlamına geliyordu... Üstelik bu kadarla da kalmadı çilesi perikızının: Aşktan yana başının gülmemesi gibi çok ağır bir ceza daha yükledi ona tanrıça Hera!..
Gerçekte bu güzel Eko; öyle önüne gelene, hatta tanrılara bile yüz vermez, gönül kapılarını kolay kolay açmazdı. Ne var ki Hera'nın çizdiği sözkonusu yazgı yüzünden olacak, bir gün dağlarda geyik izi süren Narhisos (Narkhisos) adında, çok yakışıklı bir delikanlıyla karşılaştı ve birden ısınıverdi ona; oysa bu delikanlı aşktan kaçan, kimselere yüz gönül vermeyen bencil biriydi! Zavallı Eko ne zaman onun önünü kesmeye kalksa, şöyle biraz yarenlik etmek istese, öteki hemen yol değiştirip sıvışıyordu! Sabrı taşan perikızı, bir gün gene onun önünü kesti ve zorla kucaklayıp öpmeye çalıştı... Narhisos da bir yolunu bulup kendini gene kurtardı; koşar adım kayıplara karıştı... Aşkına karşılık bulamayan Eko çok üzüldü; ama dilsiz olduğu için de derdini birilerine anlatıp açılamıyordu. Tek başına dağlarda, bayırlarda yana yakıla dolaşıp duruyordu yalnızca... Hep yankıya dönüşen çığlıklar atıyordu. Bu karşılıksız aşk yüzünden eriyip giden perikızına acıyan Baştanrı Zeus, onun aşk yüklü yüreğini hemen göklere ağdırdı... Ama bedeni; bir ses ya da söz duyduğunda, yalnızca son sözcüğü aynen yineleyebilen bir "yankı"ya dönüştü dünyamızda...
Bu acı serüvenden sonra Eko'ya acıyan aşk tanrıçası Afrodit de onu bu hallere düşüren ve yalnızca kendine âşık bencil Nahkisos'u cezalandırmaya karar verdi. Her türlü aşka kapalı bu delikanlının taşlaşmış yüreğine, en kavurucu ateşlere dönüşen aşk okları gönderdi Eros aracılığıyla. Eros'un saldığı bu kıvılcım yüklü oklar, Narhisos'un yüreğine saplandı ve gitgide yalazlanan tutkulara dönüştü. Narhisos artık av izi sürmekten, dağ bayır koşuşturmaktan haz duymaz oldu... Çünkü karşılığı olmayan bir aşkla yanıp tutuşuyordu durmadan. Üstelik sürekli susuyor; gürül gürül akan pınarlardan içtiği sular da kandırmıyordu onu...
Günlük güneşlik bir mayıs ayı öğlesinde, artık yürüyemeyecek denli yorulduğunu, hiç kanmayacakmışçasına susadığını duyumsadı iliklerine dek. Yorgun argın su ararken bir ara söğütlerin gölgesinde akan bir pınar ve yanında bir su birikintisi gördü. Görür görmez de pınara saldırdı hemen; gürül gürül akan sudan içti de içti... Ne var ki içtikçe daha da arttı susuzluğu. Üstelik boğazı da kuruyordu durmadan! Çimenlerin üstünde ayna gibi ışıl ışıl parlayan su birikintisine baktı bir ara... Bakar bakmaz da bir görüntü fark etti suyun yüzeyinde. Ve bu görüntüye uzun süredir cehennem ateşleri gibi yanan bir aşkla bağlı olduğunu anladı hemen!.. Artık gözlerini bir türlü ayıramaz oldu sudaki görüntüsünden. Daha sonra bu görüntüsünün üstüne eğildi; onu yakalayıp kollarına alabilmek için durmadan ellerini suya daldırıp daldırıp çıkarmaya başladı... Ona bir şeyler söylüyor; bazen sevinçle coşuyor, bazen de bir yanıt alamadığı için üzülüp susuyordu. Âşık olduğu görüntü de aynı şeyleri yapıyordu, aynı şeyleri yineliyordu!..
Çok geçmeden her şeyin bilincine vardı... Büyük bir hüzne kapıldı olup bitenlerden. "Tutuşturan da ben, tutuşan da ben...
Kendime olan aşkımla kendi kendime yanıp gidiyorum!.." diye mırıldanmaya başladı acı acı. Artık sudaki sevgilisine kavuşamayan Narhisos, içinde habire yalazlanan bu tuhaf aşkın ateşiyle öleceğini anladı. Bir yandan sudaki görüntüsünden de ayıramıyordu gözlerini... Bütün gücünü toparlayıp, "elveda!" diye bir çığlık atabildi sudaki görüntüsüne. Bunun üzerine dağlardan bayırlardan "elveda!.." diye inleyen bir yankı geldi kulaklarına. Bu yankı, talihsiz Eko'nun ona son yanıtıydı...
Aynı sesi duyan Eko'nun perikızı arkadaşları da pınara doğru koşuştular apar topar... Orada Eko'ya hiç yüz gönül vermemiş Narhisos'un ölüsüyle karşılaştılar. Bu güzel ve masum perikızları, bu bencil âşığın durumuna acıdılar gene de. Yaktıkları içler acısı ağıtlarla dövündüler. Saçlarını kesip onun yattığı yere koydular. Sonra da ölüsünü yakmak için odun çırpı toplamaya gittiler ormana. Perikızları kucaklarında odunlarla döndüklerinde, Narhisos'un ölüsünü bulamadılar. Ama onun yattığı yerde; beyaz yapraklı, sarı göbekli bir çiçek gördüler... Bu çiçek de yanındaki su birikintisindeki görüntüsüne eğilmiş ona bakıyordu hep!..
O günden sonra perikızları, kurumasın diye bu çiçeğe hep göz-kulak oldular. Tohumları olgunlaşınca da, onları toplayıp Narhisos'un külleri niyetine bütün göl, akarsu kıyılarına saçtılar... Sonra da aşk yangınından türeyen bu yeni cins çiçeğe Narhisos adını verdiler. Ve bu ad dilimize "nergis" olarak yerleşti...
İşte ta o günden beri, sarı göbekli bu "nergis" çiçeği; çay, göl, nehir kıyılarında, âşık olduğu sulardaki görüntüsünü salına salına seyrediyordu hep...
Akdeniz Mitologyasından Efsaneler
Yaşar Atan
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...