29 Ekim 2023 Pazar
28 Ekim 2023 Cumartesi
İRAN TARİHİ-5
YENİ ANZAN VE SUS KRALLIĞI M. Ö. 742 -640
M.Ö. Xll inci yüzyılda büyük Anzan ve Sus krallığının Namobu-Kudur-Usur I tarafından yıkıldığını ve bu zamandan sonra Elam’ın Ön Asya’da önemli siyasi bir varlık olmak rolünü kaybettiğini görmüştük. Fakat bu, bütün güney-batı İran’da hükümet denilecek hiçbir teşekkül kalmamış olduğu demek değildi. Babil kralı, memleketi istila ettiği sırada eski hanedana mensup prenslerin tecavüzünden masun kalan bugünkü Şiraz bölgesine ve dağlık alanlara çekilerek oralarda birtakım küçük prenslikler kurmuş olmaları muhtemeldir. Bunlar kudretsiz olmakla beraber tebaaları nazarında hükümdar tanılıyorlardı. Buralarda zaman zaman yapılan kazılarla birtakım yeni belgeler, yazıtlar bulunmasına bakarak günün birinde bu küçük şeflerden bazılarının adlarını taşıyan yazıtların bulunabileceğini her vakit için bekliyebiliriz.
Milattan önceki sekizinci yüzyıl ortalarında Elâm’da yeniden belirdiğini gördüğümüz Anzan- Sus krallığının çekirdeğini uzun zamanlar buralarda karanlıklar içinde kalmış olan bu prensliklerde arayabiliriz. M.ö.821 tarihinden sonra türlü belgelerde adları görülen, fakat zamanları kesin olarak tayin edilemiyen Elâm prenslerinin bu karanlık devirde yaşadıkları sanılıyor.
Anlaşıldığına göre sekizinci yüzyılın birinci yarısında, müstakbel Ahamaniş devletini kuracak olan Parsuva kabilelerinin kuzeyden Elâm’ın güney-doğusu boyunca yayılmaları, güney batıdan da Sinear Arami’lerinin platoya doğru tazyike başlamaları neticesinde dağınık Elam teşekkülleri eski küçük prenslik çevresinde yığılarak, oldukça kuvvetli yeni bir hükümetin belirmesini temin etmişlerdir.
Her halde M. ö. 1150 tarihiyle 821 tarihi arasında Elam bölgesinde olup bitenler hakkında şimdiye kadar hiç bir belge bulunamamış, çevre memleketler kaynaklarında da içinde Elam adı geçen tablet görülememiştir.
İlk defa M.ö.821 tarihindedir ki Asur kralı Şamşi-Adad ’in (821 -810) Elâm ’a karşı harp açtığını bildiren bir yazıta tesadüf ediyoruz. Fakat bu belgede Elâm’ın bu zamanlardaki iç durumunu aydınlatan bir bilgi yoktur. Elâm tarihi uzun süren Vuzuhsuzluk devrinden ancak M.ö.742 tarihlerine doğru sıyrılabilmektedir. Bu tarihte bir Babil kronik ’inde Sus’ta Huban -Tahrah oğlu: Huban -Nugaş (Humbanigaş) adında birinin kral olduğu haber veriliyor. Fakat, bu zamanlarda Elâm’da daha başka prenslikler bulunmasıda uzak bir ihtimal değildir. Elde belge olmamakla beraber Sus -Anzan kralı unvanını taşıyan ve kral Huban -Nugaş (742-717) ın hemşiresiyle evli olan Huban -İmmena yeni Sus -Anzan sülâlesi kurucusu olarak kabul edilebilir;..
Fakat ne bunun ne de Huban -Nugaş’ın adları bu zamanlarda yaşayan ve Elâm’ın kuzeyindeki klanlarla savaşlar yapan Tukulti-apel-EşaraI’ ün (745-727) yazıtlarında geçmemektedir. Asur kralı bu savaşlar sırasında Dicle vadisinin doğusu boyunca oturan Aramileri hükmü altına aldığını açıklamış olduğu halde, adı geçen Elam krallarından hiç bahsetmemiştir. Fakat haleflerinden Sargon II (Şarruken) zamanında (722-705) Elâm kralı Huban -Nugaş’ın önemli rol oynadığını görüyoruz. Elâm kralı, Sargon’un düşmanı olan Babil hükümdarı Merodah -Baladan’a (Marduk-apaliddin II, 721-710) yardım etmek üzere Der civarındaki Asur kuvvetlerini basmıştır (720).
Üç yıl sonra ölümü, vâdiye doğru Elam akınlarının durmasını intac etmiştir.
Yerine oturan yiğeni Şutruk -Nahhunte (717-699) nin askeri hareketleri hakkında bilgimiz yoktur. Bıraktığı yazıtlarda, tanrılara yaptırdığı tapınaklardan bahsetmektedir. Kral oluşuna şükrane olarak tanrı Inşuşinak için yaptırmış olduğu şapel harabesi, Sus akropolünün güney-doğusunda meydana çıkarılmıştır.
Elam topraklarında bulunmuş olan daha bir çok yazıtlar da bu hükümdara isnat edilmektedir.
Bir zamanlar Sus’un baş rahibi Şutruru’ya isnat edilen yazıtlı stelin de Şutruk-Nahhunte ll’ye ait olduğu anlaşılmıştır. Bu yazıttan, Elâm krallığının türlü şehirlerinde kurulan otuz kadar şatodan bahsediliyor. Diğer yazıtlar, güzel manzaralı kabartmalar üzerine kazılmışlardır. Bunlar, Sus’un doğusundaki ve Karun ırmağının güneyinde Malamiş ovası çevresinde bulunmuşlardır. Şutruk-Nahhunte’den evvel buralarda kalabalık bir Elâm kolonisi bulunuyordu. Bu geniş alanda bulunan ticaret tabletlerinin çokluğu, yer yer görülen harabeler, o zamanlardaki ümran devrinin önemini belirtmektedirler.
Şuturk-Nahhunte II, yalnız adını yaşatacak mimarî âbideler kurmak, kitabeler yazdırmakla yetinmemiş, siyasî nüfuzunu arttırmak üzere selefi gibi Babil kralı Merodah-Baladan ile dostluk münasebetleri de kurmuştur.
Fakat bundan kuşkulanan Asur kralı Sargon ll’nin, Sus’a 100 kilometre mesafede bulunan Dur-Athar’ı zabtederek bir Asur eyalet merkezi yapması, bu siyasetin pek de mahirane olmadığını gösteriyor. Burayı hareket üssü yapan Sargon, Zagros dağlarının içerilerine kadar girerek Elâm’ı tehdide başlamış, Şutruk-Nahhunte ll’nin himayesindeki Ellipi prensi Nibe’nin yerine kardeşi Işpabara'yı babalarının tahtına geçirmiştir.
Sargon’un bu hareketine karşılık olmak üzere Şutruk - Nahhunte de Asur tazyiki önünde memleketinin güneyindeki bataklık bölgeye çekilmek zorunda kalmış olan Babil kralı Merodah-Baladan’a yardım teşebbüsünde bulundu. Merodah-Baladan, kısa bir zaman için tahtına dönebildi.
Fakat bir müddet sonra, müttefik kuvvetler Sargon'un yerine geçen oğlu Sennaherib (Sin-ahe-eriba) tarafından perişan edildi (702). Muzaffer Asur kralı Kiş şehrine girdi Merodah-Baladan, Babil’i bırakarak Basra körfezi kıyısında Elam'lara ait Magitu şehrine kaçmak zorunda kaldı (M. ö. 700). Bu olaylar Şutruk-Nahhunte ll’nin nüfuzunu temelinden sarsmıştı. Çünkü monarşik bir idarede bir savaşın kaybedilmesinin daima iç kargaşalıkları intaç etmesi tabiidir. Artık Şutruk-Nahhunte Il’nin de tahtı sallanmağa başlamıştı. Merodah-Baladan’ın akibetinden sonra kendisinin yerinde oturabilmesi imkansızdı. Babil kaynaklarından birinde yeni Sus-Anzan krallığı tahtına Huban-Nugaş’ın kardeşi Halluşu - Inşuşinak’-ın ( 699 - 693 ) geçmiş olduğunu öğreniyoruz. Yeni kral beş yıl iç işlerle uğraştı. Kuvvetlerini düzenledi, iç sükûnu sağladı. Fakat Asur orduları. Merodah-Baladan’ı yakalamak üzere Elam toprağında Ulai ırmağı mansabına doğru ilerlemeğe başladıklarını görünce (M. ö. 694), çok cüretkar bir teşebbüse atıldı. Kuvvetleriyle doğru Sinear merkezine, Sippar üzerine yürüdü ve şehri aldı, halkını kılıçtan geçirdi. Sennaherib’in Babil kralı yapmış olduğu oğlunu esir ederek yakmak suretiyle idam edilmek üzere Elam’a gönderdi. Babil tahtına Nergal -Şezib (694-693) adında birini geçirdi. Yeni prens Nippur ile Uruk arasındaki toprakları, yani hemen bütün Sinear’ı hükmü altına aldı. Netice Halluşu-Inşuşinak’ı öğündürecek kadar parlak olmuştu. Memleket tanrısının bu lütfuna karşı Sus’da içi dışı emaye tuğlalarla bir tapınak yaptırdı.
Fakat, ne çare ki bu parlak zafer kazancı muhafaza edilemedi. Sennaherib'in güney ordusu, Uruk'u Nergal-u Şezib’in elinden aldı. Sinear'daki Elam kuvvetleri memleketlerinden çekilmek zorunda kaldılar. Nergal-u Şezibde bunları takip etmek istediyse de, Nippur’da vukubulan ikinci bir savaşta Asur’luların eline düştü.
Sennaherib oğlunun intikamını almak üzere Elâm kralının oğlunu idam ettirdi. Halluşu -lnşuşinak, ordusu başında vatanına süratle dönememişti. Yenilgi haberini alan halk hayal sukutuna uğramış, krala aleyhtar olanların teşvikiyle memlekette bir ihtilâl patlamıştı. Neticede kendisini tahttan attılar (M Ö.693).
Babil kaynaklarından öğrendiğimize göre yerine Kutir - Nahhunte III (693 - 692) geçirildi. Yeni hükümdarın Anzan Sus krallığı başındaki hanedanla münasebetinin ne olduğu hakkında bilgi yoktur. Başkentinin de Anzan veya Sus değil, Kerha ırmağının yukarı vadisindeki Madaktu şehri olduğu anlaşılmaktadır.
Asur kralı Sennaherib, Elâm’da vukubulan bu tebeddülden faydalanmak istedi. Büyük ordularla kuzeyden ilerledi. Der'in doğusunda Elâm'lara ait olan Raşi'ye hücum etti. Elâm kuvvetlerinin, vaktiyle yaptıkları gibi, Sinear'a yeni bir akın yapmaları imkânsız idi. Elâmlıların, kafası kesilen talihsiz Nergal - MuŞezib’in yerine geçirdikleri MuŞezib - Marduk da kuvvetleri ile beraber kuşatılmıştı. Güneyde kalmış olan Asur orduları artık emniyetle memleketlerine dönebileceklerdi.
Sennaherib'in geniş bir askeri bilgi ile çizmiş olduğu plân maharetle tatbik olundu. Raşi yağma edildi. Bitimbi zaptolundu. Kerha yakınlarındaki geçitler tutuldu. Bu suretle krallık merkezi Madaktu tehdit altına düşmüş oldu.
Kutir -Nahhunte III, Karun ırmağı boylarındaki Hidalu'ya kaçmak zorunda kaldı. Gerçi, ocak ayında sellerin başlaması üzerine Sennaherib ordularını çekmeğe mecbur oldu. Fakat, taktik parlak sonuçlar vermiş, güney Sinear’daki Asur orduları Elam'lar tarafından tecavüze uğramaksızın rahatça memleketlerine dönebilmişlerdi. Kutir-Nahhunte de nüfuzunu kaybetmişti. Nihayet sarayda baş gösteren bir ihtilal, on aylık hükümdarlıktan sonra tahtını kaybettiği gibi hayatına da son verdi. Kardeşi Huban -lmmena (692-688) yerine geçti.
Asur tabletlerinde Human-menanu adile anılan yeni hükümdar sönük bir şahsiyet olmadığını takip ettiği siyasetle belirtti. İhtimal ki kardeşinin tedbirsizce teşebbüslerinin memleketi daha kötü duruma sokmasını önlemek için saray ihtilalini körükleyen de kendisi olmuştu.
İş başına geçer geçmez, Asur’lulara karşı bir cephe kurmağa ve Babil kralı Muşezib-Marduk’u desteklemeğe karar verdi. Anzan ve Elam kuvvetlerinden başka Urmiye gölü batısındaki bölgelerden, Ellipi'den, Dicle’nin doğusunda veya Basra körfezi kıyılarındaki Arami'lerden asker almak suretiyle büyük bir ordu kurdu.
Sennaherib, bu muazzam orduya karşı, Babil'in kuzey-doğusunda Dicle üzerindeki Halul'dan ileri gidemedi. Asur annalleri burada vukubulan savaşı anlatırken Sennaherib ’in büyük zaferini terennüm ediyorsa da, Babil kaynaklarından harbin bir tarafın kesin galebesiyle neticelenmediğini öğreniyoruz. Fakat, nede olsa Elam'lıların yeni bir talihsizliğe uğramış oldukları anlaşılıyor. Çünkü, bu muazzam birliğin ruhu ve onu canlandıran Huban - Immena II’nin birdenbire felce uğramış olduğunu görüyoruz (689). Önce tecavüze geçen Babil, Elam'ın yardımından mahrum kalınca, zayıf bir savunma durumuna düşmüş oldu. Yandan bir tecavüze uğramıyacağından emin olan Sennaherib, K asım ayında Sinear'a girdi. Mart ayında da Huban-Immena II öldü. Bunun ölümüyle beraber Elam’lıların Sinear'da yeni bir zafer kazanmak ümitleri de sönmüş oldu.
Yerine geçen Huban -Haltaş’ın (688-681) sekiz yıl kadar süren saltanat zamanı hakkında kaynaklard a hiç bir bilgi yoktur. Babil belgelerine göre bunun ölümünden sonra yerine aynı adı taşıyan Huban -Haltaş II (681 -675) geçmiştir.
Asarhaddon (Asar-ah-Iddin 681-660) la aynı yılda tahta çıkan yeni Elâm kralı, seleflerinin siyasetlerine aykırı olarak Asur’lularla hoşca geçinmek istemiş, eski Babil kıralı Merodah-Baladan’ın Elâm’a sığınmış olan oğlunu öldürtmek suretiyle bu siyaseti belirtmiştir.
Huban-Haltaş ll’nin bu hareketi üzerine öldürülen Babil prensinin oğlu Naid-Marduk babasının akıbetine uğramamak için Asurlu’larla uzlaşmağa karar vermiş, Elâm’dan kaçmıştır. Asur-ah-lddin de kendisini iyi karşılamış, Sinear’ın güneyindeki deniz memleketinin idaresine memur etmek suretiyle mükafatlandırmıştır.
Her ne kadar Sus belgeleri Huban-Haltaş II. nin yerine, eski krallardan Huban - Immena’nın oğlu Şilhak - İnşuşinak’ın geçtiğini kaydetmişlerse de, olaylara bakılırsa, bu prensin Huban - Haltaş zamanında Sus’ta istiklâl ilân etmiş olması gerekmektedir. Bunun Sus’ta hüküm sürdüğünü, bu şehirde tanrıça Dilbat için bir tapınak yaptırmış olmasından öğreniyoruz. Sus’ta kendisine ait üzerinde Elâmca bir yazıt bulunan bir de bronz süzgeç bulunmuştur.
Bu devirde kudret ve şevketlerinin en parlak zamanlarını yaşayan Asurlular Huban -Haltaş II haleflerini himaye ettikleri ve Elâm’ın meşru sülâlesi olan Şilhak - İnşuşinak ailesine düşman oldukları muhakkaktır. Gerek bu hal ve gerek müstakbel olaylar bu zamanlarda Elâm'da nüfuzu bütün memleketi kaplayan tek bir hükümdar bulunmadığını anlatıyor. Öyle görünüyor ki merkezi hükümet sarsılmış, memleket parçalanmış, Sus'da, Hidalu’da, Madaktu’da ve belki daha başka şehirlerde ayrı ayrı prenslikler kurulmuştu. Bu yüzden Elâm, Ön Asya milletleri arasında bir kuvvet olmak durumunu kaybetmiş, iç savaşlara sahne olmuştur. Asur’lular, bu prensleri birbirleri aleyhine başarı ile kullanıyor, artık Elâm’ı bir devlet olarak hesaba katmak lüzumunu duymuyorlardı;
Fakat, Asarhaddon'un birinci Mısır seferinin muvaffakiyetsizliği Huban-Haltaş II'yi talihini Sus kralının talihine bağlamağa sevketmiş olduğundan, birleşik Elâm kuvvetleri Bit -İmbi ve Der civarından, Babil'e kırk kilometre mesafede bulunan Sippar üzerine aktılar. Asarhaddon da buna karşılık olarak Huban-Haltaş Il’nin yerine kardeşi Urtaki’yi geçirmek üzere Elâm sarayında bir komplo tertip ettirdi.
Fakat Urtaki ( 675-663 ) nin sadakati kendisi için şüpheli idi. Bir takım muhaberelerden sonra nihayet bu endişe zail oldu. Ninova arşivi arasında Asur kralı tarafından Urtaki’ye yazılmış bir mektubun kopyası bulunmuştur. Bu mektup, bugünkü diplomatların resmi mükâlemelerindeki sözlere benzeyen manasız formüllerle doludur. iki hükümdar arasındaki dostluğun nişanesi olarak, Iştar ile diğer tanrıların, uzun zamandanberi Elâm’da tutulan statüleri Babil'e iade edilmiş olduğu bu mektuptan anlaşılıyor (672).
Anlaşıldığına göre bu dostluk Asarhaddon'un hayatı boyunca devam etmiş, Elâm ile Asur arasında hususi ve resmi postalar gidip gelmiştir. Asur kırallığı arşivi arasında, Ninova sarayındaki Urtaki’nin elçisi olduğu sanılan Pahuri adında birisine gönderilmiş Elâm dilinde bir takım mektuplar daha bulunmuştur.
Bu münasebetin, Urtaki'ye tâbi olmayan Sus prensliği ile de devam ettiği M.ö. 673 tarihinde tanzim edilen Asarhaddon prizması kopyasının Sus'ta bulunmasından anlaşılıyor.
Elam'ın Son Zamanları
Sekizinci yüzyıl ortalarında Tiglatpalasar III (745-727) ile bidenbire korkunç bir istilâ hızı kazanan Asur'lular, önüne durulmaz dalgalar halinde, dört tarafa akmağa başladıkları zaman, Babil, Suriye ve güney-doğu Anadolu gibi İran'ın batı bölgeleri de tehlike karşısında kalmıştı. Fakat lran ile Asur ili arasındaki yüksek dağlar kolay aşılmayan sedler teşkil ettiklerinden, hızla akan istilâ dalgaları güney ve batıya doğru akmış, ilk ezilenler Sinear ve kuzey Suriye bölgeleri olmuştu.
Asurlu’lar bu bölgeleri soyduktan sonra yüzlerini bazan Babil'de rakip olarak karşılarına çıkan, vakit vakit buralara inen, kuvvetlerini yandan vuran Elâm’lılara çevirmişlerdi.
Sargon II devrinde Asur kuvvetleri Zagros'lara sokularak buradaki cesur dağlıları ezmiş, sonra da Elâm kuvvetlerine kesin darbeler indirmeğe başlamışlardı.
Bu akınlar karşısında takatleri gitgide tükenen Sus-Anzan kralları, artık bütün Elâm’a hâkim tek kral kudretini kaybettiklerinden memleket parçalanma yolunu tutmuştu. Sargon II’nin haleflerinden Sennaherib, Asarhaddon,nun aynı amaca yönelen gayretleri, Elâm krallığının kudretsizliğini arttırmış, parçalanma hareketini hızlandırmıştı.
M.ö. yedinci yüzyıl ortalarına doğru, parçalana parçalana artık bağımsız varlık olmak kudreti kalmayan Elâm, Asur krallarının nüfuzları altına düşmüş, küçük prensliklere bölünmüş bulunuyordu. Bu zamanlarda Madaktu’da hüküm süren Urtaki adeta bir Asur valisi idi. Sus’ta hüküm süren Temti-huban -lnşuşinak (663- 653) ise Basra körfezine kadar inen Asur nüfuzunun yandan tehdidi altında bulunuyordu.
Gerçi Urtaki iktidarı eline aldığı ilk zamanlarda Asur sarayına fazla bağlı kalmış, oranın dostluğunu ve emniyetini kazanmıştı. Fakat Asur tahtına Asurbanipal (668-626) oturduktan sonra, fazlaca tazyik yapıldığından, Urtaki yavaş yavaş Asur’lulara aleyhdar bir yol tutmağa başlamıştır. Hatta, Asurbanipal’a karşı Elam komutanlarından birinin büyük bir Asur memuru ile Arami kabilesi başkanını kandırarak bir suikast hazırlamak teşebbüsünde Urtaki’nin parmağı olduğu sanılmaktadır. Herhalde, Elâm komutanının bu işte ön ayak olması, Asurbanipal’in Urtaki’ye olan itimadını sarsmıştı. Bu durum Urtaki'yi Sus prensi Temti Huban (veya Tepti-Huban 663-654) ile sıkı dostluk yapmağa, kız alıp vermek suretiyle bu dostluğu kuvvetlendirmeğe sevk etmiştir.
Temti-Huban, Sus’u tehdit için Asur’lulara bir üs olan Denizili halkını, Asur taraftarı ihtiyar valiyi atarak yerine Elâm taraftarı birini getirmeğe teşvik etmiş ise de, bir başarı elde edememişti. Fakat valinin ölümünden sonra buralardaki kabilelerden bazıları kazanılmıştı. Bunlarla beraber hareket ederek Denizili’ni zaptetmek mümkün görünmeğe başlamıştı.
Urtaki ile dostluk kurduktan sonra bu hususta da anlaştılar. Plâna göre, Urtaki Sinear’a inecek, buradaki Asur aleyhdarlariyle birleşecekti. Temti-Huban da, kendi kuvvetleri ve elde ettiği kabilelerle deniz memleketini zabtedecekti.
Casusları vasıtasiyle plânı öğrenen Asurbanipal, eski dostu Urtaki’ye bir elçi göndererek bu teşebbüsü önlemek istemiş, fakat geç kalmıştı. Elçi, Elâm’lıların çekirge dalgaları halinde Akad iline aktıkları haberiyle döndü. Fakat, arkasından da Urtaki’nin ölümü haberi geldi. Beklenilmiyen bu ölüm ile teşebbüs geri kaldı. Olayların gelişmesi de başka türlü oldu.
Sus prensi kendisini bütün Elâm'ın hükümdarı ilân etti. Madaktu tahtına varis ve kendisine rakip olabilecekleri bertaraf etmeğe kalkıştı. Bunun üzerine Huban-Haldaş II ’nin Kutir ve Paru adlarındaki iki oğlu ile Utraki’nin Huban - Nugaş, Huban - api ve Tammaritu adlarındaki üç oğlu taraftarlariyle beraber Asur ülkesine kaçtılar. Asurbanipal, gerektiği zaman Asur siyaseti hesabına kullanabileceği bu prensleri memnunlukla karşıladı.
Kendisine rakip olabilecek prenslerin uzaklaşmalarından sonra tahtını emniyette gören Temti-Huban imar işlerine koyuldu; o çağlardaki bütün Yakın Şark kralları gibi o da koruyucu tanrılara tapınaklar yaptırmağa başladı. Bu suretle hem tanrıların korumalarını temin etmek, hem halkın sevgisini kazanmak, hem de adını yaşatmak istiyordu.
İlk olarak Sus’ta büyük tanrı İnşuşinak için yeni bir tapınak yaptırdı. İçine, üzerlerinde başarılarını belirten yazıtlar bulunan steller koydurdu. Tapınak rahip ve hademelerinin adlarını da steller üzerine yazdırttı.
Bu işleri bitirdikten sonra artık siyasi ve askerî teşebbüslere girişecekti. Fakat, 653 yılı temmuzunda, ihtimal ki yakın akrabalarla evlenmek âdetinin tabii neticesi olarak, kendisinde sar’a nöbetleri başladı. Bunun, Asur sarayında ay tanrınsı Isin’in bir cezası gibi telâkki edilmiş olduğunu, Asurbanipal’in bir yazısından öğreniyoruz.
Elam'ın İnkırazını hazırlayan Tel-Tuba Savaşı
Fakat hastalık pek şiddetli olmamış ki Temti-Huban'ın aynı yılın ağustos ayında, askerlikle ilgili hazırlıklara başlamış olduğunu görüyoruz. Elâm ordusunun Bit-İmbi’de toplanması, Asurlulara meydan okumaktı. Böyle bir teşebbüs Elâm için meşum neticeler verebilirdi.
Yıllardanberi önüne durulmaz ordulariyle bütün Ön Asya'yı titreten Asur’luların kudreti son zamanlarda şahsi ihtiraslar uğrunda hayli yıprandırılmış olmakla beraber, henüz tükenmiş değildi. Hâlâ Elâm kuvvetlerinin hakkından gelinebilecek bir durumda bulunuyordu.
Sabrı tükenen Asurbanipal, o yılın eylül ayında ordularına Elam’a yürümek emrini verdi. İki ordu Ulai, yani Kerha ırmağı boylarında karşılaştılar. Temti-Huban kuvvetlerini Sus'a doğru çekerek Tel-Tuba'da mevki aldı. Burada Elam'ın mukadderatı üzerinde kuvvetli etki yapan kanlı bir savaş başladı. Daha ilk çarpışma sıralarında Elâm generallerinden Sinı-buru, ihtimalki gizli bir anlaşma neticesi olarak düşman tarafına geçti. Elâm ordusunu sarsan bu olaydan sonra Temti-Huban’ın kahramanlıkla tanılan yeğeni bir okla yaralandı ve Asur kuvvetleri tarafından esir edildi. Arkasından Temti-Huban’ın belli başlı komutanlarından bir kaçı da esir düşünce, Elâm ordusunda korkunç bir panik baş gösterdi. Ölenlerin sayısı çok yüksekti. Bu durum karşısında Temti-Huban için savaş alanından kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Oğullarından biriyle kaçmak istedi. Fakat bindikleri araba devrildiğinden berikisi de Asur askerleri tarafından yakalandılar. Savaş alanına getirilerek orada boğazlandılar.
Harp Asur’luların kesin zaferiyle sona ermişti. Asurbanipal zafer yazıtında bu savaşı anlatırken "ırmak, öldürülenlerin naaşlariyle dolmuş, Sus ovasını baştan başa cesedler kaplamıştı" sözleriyle Elam'ın korkunç zayiatını belirtmektedir. Her halde bu savaş Elâm için telâfisi kabil olmayan bir felâket olmuştu.
Asur Nüfuzu Altında Parçalanmış Elam
Duruma hâkim olan Asur’luların zabtettikleri ülkelerin bir çoğunda yaptıkları gibi, burayı kendilerine bağlı yerli prenslerle idare etmek yolunu burada da tecrübe etmeği tercih ettikleri görülüyor. Temti-Huban'dan kaçarak Ninova'ya sığınmış
olan Elâm prenslerinden Huban - Nugaş ll’yi Madaktu tahtına oturttular. Urtaki'nin oğlu olan yeni kralın, bozulan düzeni yoluna koyması ve bütün Elâm'da tek bir idare kurması imkânsızdı. Esasen Asurlular da bunu istemiyorlardı. Asur siyaseti, memleketi parçalamak, her bölgeyi kendilerine bağlı, fakat birbirlerine rakip yerli prensler idaresine vermekti. Bu amaca erişmek için sadakatinden şüphe ettikleri prensleri atmak üzere tahriklerde bulunuyorlardı. Bunlardan Hidalu prensi Huban-Nugaş II'nin kardeşi Şutruk-Nahhunte'ye karşı hazırlanan ihtilâl çok geçmeden patlak verdi. Şutruk-Nahhunte Hidalu prensliğinden atıldı, yerine evvelce Huban-Nugaş II ile beraber Ninova'ya sığınmış olan diğer kardeşi Tammaritu geçirildi (653), Bu suretle Elâm her biri şahsen Asurbanipal’e bağlı prensler idaresinde parçalanmış, Ninova'yı endişeye düşürmiyecek bir duruma sokulmuştu.
Bu sırada yalnız Sus’un, Elâm'ın diğer şehirlerinin akıbetine uğramamış olduğu görülüyor. Anlaşıldığına göre evvelce Temti-Huban'a muarız olan prenslerden Adda-hamiti-İnşuşinak (653-648) onun acıklı akıbetinden sonra Sus’ta kendisini kral ilân etmiş. Asurlulara boyun eğmek suretiyle bu eski ve zengin şehri bu defa olsun, yağma ve tahribedilmekten kurtarmıştı.
Adda-hamiti'nin bırakmış olduğu yazıtlar, Sus’un o zamanlarda, sâmi unsurlarla çok karışmış bir halk ile meskûn olduğunu belirtmektedir. Çünkü yazıtların sâmi diline ait kelimelerle dolu olduğu görülüyor.
Adda-hamiti-lnşuşinak'ın bu yazıtlarda kendisini Elâm ve Gişati kralı unvanile anmış olduğunu görüyoruz. Gişati sözünün akkadca ( bütün ve tamamile) anlamına gelen (kiş-şati) nin muharrefi olduğu sanılıyor. Bu takdirde Adda-hamiti’nin kendisini bütün Elâm’ın kralı saydığı neticesini çıkarmak icabeder. Fakat hakikatte ne Adda-hamiti, ne Huban-Nugaş II, ne de Tammaritu bütün Elâm’ın Büyük Kralı değillerdi. Bunlar ancak başında bulundukları site ile çevresinde prens tanılıyorlardı. Asurlular da böyle olmasını istiyordu.
Her biri kendisini bütün Elâm kralı sayan bu küçük prenslerin aralarındaki rekabet devam ettiği takdirde, Asurluların entrikaları ve kuvvetli askerî tazyikleri altında bir varlık gösterebilmeleri imkânsızdı, ihtirası kadar cesareti de taşkın olan Huban-Nugaş ll’nin bunu erkenden sezmiş ol,duğunu görüyoruz. Bu prens kendisini Madaktu tahtına çıkarmış olan Asurluların tahakkümüne ancak sekiz ay kadar tahammül edebilmiş Asurbanipal’in ezici nüfuzundan kurtulmak çarelerini aramağa koyulmuştur.
Babil kralı Şamaş-Şum-Ukin (668-648) in Asurbanipal’e karşı isyan bayrağını açmasını fırsat sayarak hemen onunla anlaşmış, bir taraftan ârami kabilelerini Babil kralıyla birleşmeğe teşvik ederken, diğer taraftan da ünlü iki Elâm generalini Babil’e göndermiştir. Aynı zamanda Temti-Huban’ın hayatta kalan oğlunu da babasının intikamını almak için Asurlulara karşı silaha sarılmağa zorlamıştır.
Asurbanipal Madaktu’daki casuslarından siyasette beliren değişikliği, burada olup bitenleri haber aldığından gafil avlanmadı. Huban-Nugaş II’ye ve Elâm generallerine, ihanetten haberdar olduğunu, bu yolda hareketin neticesi ne olacağını anlamak için Tel-Tuba savaşında Asurlulara hiyanet eden Elâm generalinin akibetini hatırlamalarını bildirdi. Arkasından da Elâm’a kuvvetli bir ordu gönderdi. Mangisi’de vukubulan savaşta Huban-Nugaş II kuvvetleri büyük bir hezimete uğradılar.
Yenilgi haberi Elâm’da yayılınca dağlık bölgelerde hemen isyanlar baş gösterdi. Başkentten kaçmak zorunda kalan Huban - Nugaş II oğluyla beraber Hidalu prensi olan kardeşi Tammaritu’nun yanına sığındı. Fakat Asurlular tarafından körüklenen ihtilal hareketi gittikçe yayıldı. Nihayet ihtilâlcilerin başına geçen diğer bir Tammaritu -ki Huban-Haltaş ll’nin yiğeni idi - kendisini tahttan atrarak (631) pek az oturacağı (651 - 649) yerine geçti.
Fakat olaylar hükümdar değişmesinin Asurlulara karşı Madaktu’da takip edilen siyasette bir tebeddül yapmadığını erkenden gösterdi. Yeni kral Tammaritu da selefi gibi Asurbanipal’e karşı bir yol tuttu. Bu da Babil kralı Şamaş - Şum Ukin ile anlaştı. Bunu öğrenen Asurbanipal, Basra körfezi bölgesindeki deniz memleketi valisini, Tammaritu’yu yakalayarak Babil’e göndermeğe memur etti. Buna karşı Tammaritu da Sinear’a inerek Nippur şehrini istilâ etmeğe teşebbüs etti. Asurbanipal, kendi hizmetinde bulunan Elâm’lı general lndabigaş’ı Elâm’a gönderdi. Bu general 649 yılı başında burada Tammaritu’ya karşı bir isyan hazırladı. Tammaritu tarafdarlariyle beraber Madaktu’da tahassün ettiyse de nihayet esir edildi. Adamlariyle birlikte Ninova’ya götürüldü. Fakat Asurbanipal, belki bir gün lâzım olur düşüncesiyle kendisini öldürtmedi. Bunun üzerine Indabigaş’ı Madaktu’da kıral ilân etti (649-648). İndabigaş da ilk zamanlarda Asurlulara karşı sadakatli davranmağa çalıştı. Fakat, imparatorlukta yer yer isyanların artmasından çok kuşkulanan Asurbanipal, her yerde yaptığı gibi Elâm’da da tahakkümünü artırdıkça artırıyordu. İndabigaş da bu tazyik karşısında tahakkümden kurtulmak yollarını aramak zorunda kaldı. Ninova’ya karşı müttefikler bulmağa teşebbüs etti.
Bu sırada Sus’ta da Asurlulara karşı koyma havası belirmişti. Burada hüküm sürdüğünü gördüğümüz Adda hamiti ölmüş (648), yerine oğlu Huban-Haltaş III geçmişti. Enerjili ve haris bir adam olan yeni Sus prensi, kendisini yalnız Sus’un değil, Madaktu’nun da kralı ilân etmek suretiyle Aşurbanipal’i kızdırmıştı.
Gerçi Asurluların entrikalariyle kargaşalıklar içinde bocalayan bu memlekette siyasi durum tek otorite kurulmasına elverişli değildi. Fakat kuvvetli bir prensin Asurluların başka yerlerle meşgul bulundukları bir zamanda bunu başarması imkânsız görünmüyordu.
Elâm'da iktidar mevkiine geçirilen prenslerin sadakatsizliklerinden, bağımsız olmak hususundaki azimlerinden usanan Asurbanipal, günün birinde bunlardan birinin bütün Elâm'ı hükmü altında birleştirerek Asurlulara karşı kudretli bir devlet kurması ihtimaliyle endişe içinde bulunuyordu. Esasen vakitli vakitsiz Asurluları rahatsız eden durumun devamı da az tehlikeli değildi. Yerli prensleri birer birer atarak Elâm'ı bir Asur eyaleti haline sokmak için zaman pek elverişli görünüyordu. Nihayet Ninova'da Elâm'ın istilâsına karar verildi.
Tertip edilen plâna göre dahilde prensler aleyhine ihtilâller çıkartılacak, sonra da kuzeyden ve güneyden gönderilecek Asur kuvvetleriyle memleket istilâ edilecekti. Evvela Elam generallerinden biri elde edilerek İndabigaş'a karşı bir ihtilâl hazırlandı ve tahttan atıldı. Sonra kuzeyden Der'e, güneybatıdan da Sus üzerine Asur kuvvetleri gönderildi. Bu kuvvet Sus'a dört saatlik bir mesafeye kadar ilerledi. Önüne gelen yerleri yağma etti. Bir çok esir aldı. Sonra Der'deki Asur kuvvetiyle birleşmek üzere kuzeye çıktı ve birleşti.
Birleşik kuvvetler Bit-lmbi üzerine yürüdüler. Burada kendilerini karşılayan Huban-Haltaş lll'ün ordusu perişan oldu. Bu ordunun komutanı olan kralın damadı da dahil olmak üzere pek çok esir alındı. Huban-Haltaş dağlara çekilerek izini kaybetmek zorunda kaldı. Madaktu, Asur kuvvetleri tarafından işgal ve yağma edildi. Bütün hazineler ve kıymetli şeyler Ninova’ya götürüldü. Pek çok esir alındı. Bunlardan binlercesi açlıktan öldüler.
Asurbanipal, şöhretli komutanlarından Bel-lbni'yi, yerli hiçbir prens bırakmamak suretiyle Elam'ı kesin olarak istilâya memur etti. Asur komutanı Raşi'den başlamak üzere kuzeydeki bütün şehirleri aldı. Her tarafı talan ede ede Kerha vadisine indi. Hidalu önlerine gelen Asur kuvvetleri burada Parsumaş kralı ve Taispes'in oğlu Kuraş 1 ( Keyhusrev) ile karşılaştılar. Kuraş I karşı koyamiyacağını anlayınca, büyük oğlunu rehine olarak Asur ordugâhına gönderdi Çevrelerdeki bütün şehirler Asur kralına tâbi olduklarını arzettiler. Bu sırada güney Elâm'da iğtişaşlar artmıştı. Asur orduları o zamana kadar yağmadan masun kalmış olan Sus üzerine yöneldiler. Şehir alındı. Elde edilen ganimetler hesapsızdı. Çok eski zamanlardan, hatta Sumer-Akad kralları devirlerindenberi burada toplanmış olan kıymeti takdir edilemiyecek kadar yüksek altın, gümüş eşyalar, mücevherler, elbiseler, silâhlar, nişanlar Elâm krallarının sofra takımları, nadir eşyaları, bütün binek takımlarıyle beraber arabalar, atlar, katırlar, hep iğtinam edilerek Ninova'ya gönderildi.
Asurlar, yalnız memleketi soymakla kalmadılar. Yıllardanberi başarılan bütün medeniyet eserlerini de mahvetmek hususunda kendilerine mahsus vahşeti burada da gösterdiler. Çinilerle yapılmış İnşuşinak tapınağı, üzerinde parıldayan tunç burçlariyle beraber yıkıldı.
Tanrı İnşuşinak heykeli, tarihte ilk defa olarak yerinden atıldı. Babil yoluyla Ninova'ya götürüldü. Sus’taki diğer tanrıların tapınakları da aynı akibete uğradılar.
Bunların en önemlileri Elâm krallarının koruyucu tanrı olarak tapındıkları Şimut ile Lagamer, Partikira, Hutran, Huban, Kiririşa adlarına yapılmış olan tapınaklar idi. Bütün bu tapınaklarla beraber diğer bütün küçük tapınaklardaki mukaddes eşyalar, vazolar, mücevherler alındıktan sonra tanrı heykellerinin önemlileri Asur iline götürüldü. Diğerleri tapınaklarla beraber tahrip edildiler.
Asurlular bu vahşetleri yaparken Asurbanipal'in ölümünden 14 yıl sonra kendi başkentleri Ninova'nın da aynı akibete uğrayacağını tabi tasavvur bile etmiyorlardı.
Fakat bütün Ön Asya’da yıllarca takip ettikleri amansız yakıp yıkma, boğazlayıp parçalama siyasetlerinin, esir ettikleri kavimlerde yaşattığı korkunç intikam duygusunun bir gün kendilerini, bütün şehirleri ve eserleriyle beraber tarihe gömeceği muhakkaktı.
Yalnız bunun Sus'u yıktıran, Asurbanipalin ölümünden 14 yıl sonra olacağı, o zamanlar kimsenin aklından geçmiyordu.
Asurluların, aldıkları kıymetli ganimetler arasında Sinear’daki Uruk şehrinin büyük tanrıçası Nana da vardı. Bu tanrıça vaktiye Elam kralı Kutir-Nahhunte tarafından Sinear'daki Uruk tapınağından kaldırılarak Elâm'a götürülmüştü. Asurbanipal, tanrıça heykelini Sinear’a naklederek büyük merasimle kendi tapınağına koydurmuştu.
Eski Elâm krallarının Sus, Madaktu ve Huradi sunaklarından alınan ve sayıları otuz ikiyi bulan altın, gümüş, bronz veya mermerden yapılmış heykelleri, tahrip edilmek üzere götürülmüşlerdir. Bu heykeller arasında yeni Elâm krallarından Huban - Tahrah'ın oğlu Hubannugaş I ve Şutruk-Nahhute II, Halluşa-lnşuşinak heykelleriyle o sırada Asur'da bulunan Tam-maritu’nun da heykeli Asur’a götürülmüştür.
Asur komutanı Bel-lbni, tapınakların koruyucusu olan büyük heykellerle kapılarına konulan muazzam yabani öküz heykellerini yıktırmıştı. Asur askerleri, tapınak ve saraylarının o zamana kadar hiç bir yabancı ayağının basmadığı esrarlı ahşap yolları çiğnemiş, sonra da yakmışlardı. Eski kralların mezarları soyulmuş, bunlara takdimeler verilmesi geleneği yasak edilmişti. Memlekete dağılan Elâm askerlerinin imha işi 25 gün sürmüştü.
Kral ailelerine mensup olanlar ile valiler, yüksek memurlar, esir edilerek Asur’a götürüldüler. Sayısız esir askerler, komutanları, arabaları, atları ve silahlariyle beraber Asur iline sürüldüler. Asurbanipal bu haileyi tasvir eden anıtında "harabeleri artık yabani eşeklerle yabani hayvanların dolduracağını,. gururla anlatırken ölümünden 14 yıl sonra kendi başkentini daha korkunç bir akibetin beklediğini tasavvur bile etmemişti.
Asur'luların Sus'da ve Elâm'ın diğer şehirlerinde tahrip ettikleri heykel ve anıtlardan yüzlercesi arkeologlar tarafından binlerce yıl sonra meydana çıkarılmıştır. Fakat binaların tahribi bugün plânlarını yapmak için gereken izlerden hiç bir şey bırakılmayacak surette şiddetli olmuştur.
Asur'lular her tarafı yakıp yıkarak çekildikten sonra Huban-Haltaş meydana çıkmış, Madaktu'ya geldiği zaman harabeden başka bir şey bulamamış, Asur komutanı Bel-lbni'ye müracaat ederek, ifasına hazır olduğu bazı hizmetlere karşı Asurbanipal'den affedilmesine delâlet etmesini niyaz etmişti. Asur kralı bu isteği iyi karşılamış ise de, ötedenberi bağımsız yaşamağa alışmış olan halk bir türlü sükûn bulmuyor, yer yer ihtilâller, isyanlar çıkarıyorlardı.
Asurbanipal Elâm'a yeni kuvvetler göndererek isyan çıkan şehirleri, bir daha, fakat kesin olarak tedib ettirdi. Elam askerleri, büyük yığınlar halinde Asur komutanına teslim oldular.
Bu zamandan itibaren Elam'ın büyük bir kısmı bir Asur eyaleti olmuştu. Dağlara çıkan Huban-Haltaş lll, yanındakilerle bağımsız bir varlık olarak kalmıştı. Fakat çok geçmeden, yani Asur kâtipleri büyük Rassam silindirinin yazıtını bitirdikleri sıralarda, yeniden başlayan iç kargaşalıklar neticesinde Huban-Haltaş olduğu yerden çıkarılmış, Asur taraftarları kendisini Ellipi bölgesindeki Marubişti şehrinde yakalayarak Ninova’ya götürmüşlerdir.
Sus’un son talihsiz hükümdarı burada önceden esir edilmiş olan Elâmlılar kafilesine katılmıştır. Bağımsızlığın son müdafii olan Huban-Haltaş lll’ün bu akibetinden sonra (636) Elâm’a ait yazıtlar tükenmiş, medeniyetin en eski yuvası olan bu memleketin mukadderatı, yirmi dört yıl süren bir zaman için, Asur krallığı tarihi içine gömülmüştür.
İRAN TARİHİ 1.CİLT
EN ESKİ ÇAĞLARDAN İSKENDER'İN ASYA SEFERİNE KADAR
Ord. Prof. M. ŞEMSEDDİN GÜNALTAY
27 Ekim 2023 Cuma
BÜYÜK SELÇUKLULAR
al Selçuk Adı ve Ailenin Menşei:
Doğuda Çin hududundan batıda Akdeniz'e kadar uzanan geniş topraklar üzerinde büyük bir imparatorluk kurmuş olan bu Türk devletine, hükümdar ailesinin atası olan Selçuk Bey'e nispetle Selçuklular (Selçukiyan, Selçukiyye, Salacıka) denilmiştir.
Selçuk Bey'in adı, Arap harflerinin fonetik kifayetsizliği sebebiyle kaynaklarda Selçuk şeklinde yerleşmiş ise de Türkçedeki ses uyumu kaidesine aykırı olması birkısım tarihçilerin dikkatini çekmiş ve J. Marquart bu adın aslında Salçuk olması gerektiği fikrini ileri sürmüştür. Fakat, W. Barthold ve L. Rasonyi, XI. yüzyılın ünlü Türk bilgini Kaşgarlı Mahmud'un ve Dede Korkut kitabının vermiş olduğu yazılış şekillerine dayanarak adın doğru şeklinin Selçük olması gerektiğini savunmuşlardır.
Selçük şeklinin küçük sel manasına geldiğini belirten L. Rasonyi'ye karşılık P. Pelliot ise, Salçug şeklinin doğru olduğunu ve “mücadeleci” manasına geldiğini ileri sürmüştür. Bu okunuş şekilleri içinde Salçuk ve Selçük diğerlerine nazaran ağırlık kazanmıştır.
Hatta Türkçe'nin fonetik bir kaide olarak kalın seslerden ince seslere doğru tekamülü düşünülürse, aslının Salçuk, sonradan değişmiş şeklinin de Selçük olması dahi mümkündür. Bütün bu okunuş şekillerine rağmen Selçuk telaffuzu yaygınlaşmıştır.
Oğuzların Kınık boyuna mensup olan Selçukluların bilinen en eski atası Dukak (Tukak) Bey'dir. Dukak Bey, kuvvetinden dolayı Oğuzlar arasında Temir-Yalıq (demir yaylı) lakabı ile ün salmıştır.
Aral Gölü civarında yerleşmiş bir Oğuz Yabgusunun hizmetinde, yüksek bir mevkie sahip olan Dukak Bey'in bazı kaynaklara göre Hazar Türk devletine bağlı olduğu rivayet edilmektedir. Dukak Bey öldüğü sıralarda oğlu Selçuk, onyedi-onsekiz yaşları civarında idi. Oğuz hükümdarı başlangıçta genç yaştaki Selçuk'u babasınınki gibi önemli bir makama getirmedi. Fakat bir süre sonra onda gördüğü kabiliyet üzerine, onu Sübaşılığına yani ordu kumandanlığına tayin etti. Gün geçtikçe Yabgu'nun Selçuk Bey'e karşı olan teveccühü arttı. Bu husus, diğer devlet erkanının kıskançlığına sebep oldu. Bunlar Yabgu'nun hatununu da etkilediler. Nitekim bir gün adet üzere saraya gelen Selçuk Bey, Yabgu'nun hemen yanıbaşına geçip oturunca, hatun bu davranışı kendisine karşı bir saygısızlık olarak degerlendirdi ve bir fırsatını bulup Selçuk'un kendisi için de tehlikeli olacağını söyleyerek kocasını ikna etti.
Selçuk Bey'in Cend'e Göç Etmesi:
Kaynakların vermiş olduğu bilginin doğruluğunu tespit mümkün olmamakla beraber, Selçuk Bey, gerek kendi hayatını emniyette görmemesi, gerekse diğer siyasi ve iktisadi sebeplerden dolayı, Yenikent şehrinden Sirderya (Seyhun) 'nın sol kıyısında yine bir Oğuz şehri olan Cend'e göç etti. Cend şehri ve civarı Yabgu Devleti hakimiyetinin zayıf bulunması ve İslamiyet'in buralarda hızla yayılması sebebi ile, Selçuk Bey için çok müsait bir muhit idi. Yabgu'nun Cend şehrindeki bütün hakimiyeti yılda sadece bir defa gelen memurlarının vergi toplamalarından ibaret kalıyordu. Bu durumu iyi değerlendiren Selçuk Bey, çevrenin siyasi ve sosyal şartlarını da dikkate alarak, tarihi bir kararla İslam'ı kabul etti ve Buhara'nın kuzeyinde bulunan Zandak (Zandana) şehrine haber göndererek buranın müslüman valisinden kendilerine İslamiyeti öğretecek bir din alimi göndermesini istedi. Selçuk Bey'in Cend civarına gelmesi ve İslamiyeti kabul etmesi, takriben 960'lı yıllarda olmuştur. Selçukluların bu din değiştirme hadisesinde siyasi bir görüşün yanısıra bu yeni dinin üstünlüğü, müslüman tüccar ve mutasavvıfların gayretleri de müessir olmuştur. Selçuk Bey Oğuz yabgusunuıı yıllık vergjyi tahsil etmek üzere Centl'e gelen memurlarına, «kafirlere haraç vermiyeceğini» söyleyerek onları kovmuş ve Oğuz yabgusuna karşı cihada başlamıştır. Yabgu ile olan mücadelelerinden dolayı «Gazi» sıfatını alan Selçuk Bey'e «el-Melikü'l-Gazi Selçuk b. Dukak» ünvanı da verild. Ancak onun, Cend'deki hayatı ve Yabgu ile olan mücadeleleri hakkında kaynaklarda fazla bir malumat yoktur. Ancak Selçuk Bey'in bir gaza esnasında kuşattığı bir kaleden atılan okun, oğlu Mikail'i şehid düşürdüğünü bilmekteyiz. Oğlunun ölümüne çok üzülen Selçuk Bey, yetim kalan Tuğrul ve Çağrı adlı torunlarının yetişmesine büyük itina göstermiştir.
Nur Bölgesinin Yurtluk Verilmesi :
Cend'de gittikçe kuvvetlenen Selçuk Bey'in, şöhreti etrafa yayılmış ve bilhassa Karahanlı-Samani savaşlarında yardımı aranan bir kişi olmuştu. Nitekim onun kurmuş olduğu göçebe beylik, Samanlılar tarafından tanınmıştı. Samanlılar'ın askeri yardım isteğine oğlu Arslan (İsrail) komutasında gönderdiği kuvvetler Karahanlıların mağlup olmasını sağlamıştı. Onun bu hizmetine karşılık, Samanlılar Buhara ile Semerkant arasında ve Karahanlı sınırında bulunan Nur kasabasını, Selçuklulara yurtluk olarak verdiler. 990'lı yıllarda olduğu tahmin edilen bu hadise üzerine Arslan Bey'in emrindeki Türkmenler Nur bölgesine gelip yerleştiler. Selçuklular, Karahanlılar ve Samanlılar gibi teşkilatlı iki büyük devletin mücadeleleri arasında siyasi maharet ve cesaretleriyle başarı sağlamayı da becerdiler. Son Samanlı emiri Ebu İbrahim Muntasır Karahanlılar'a karşı devletini kurtarmak için girdiği mücadelede mağlup olunca, yardım almak üzere Oğuzlara sığınmış ve Selçuklular yanlarında el Muntasır olduğu halde, Karahanlı komutanı (Sübaşı) Tigin'i, hemen arkasından da Semerkant civarına düzenledikleri bir baskınla Nasr İlig-Han'ı Ağustos 1003'de mağlup etmişlerdir. Bir süre sonra Selçuklular, Arslan Bey'in idaresindeki Samanlı kuvvetleri ile birlikte Haziran 1004'de Karahanlı kuvvetlerini üçüncü defa yendiler. Ancak, yeniden asker toplayan İlig-Han, Selçuklu ve diğer Türkmenler'in desteğinden mahrum kalınca, bozguna uğradı ve hükümranlığı da tarihe karıştı.
Samanlılar ortadan kalktıktan sonra Selçuklular, Karahanlılar karşısında yalnız kaldılar. Buna rağmen Selçuk Bey'in idari ve siyasi kabiliyeti sayesinde varlıklarını bölgede kabul ettirdiler. Cend şehrinde yeni bir Türk-İslam devletinin temellerini atan Selçuk Bey, 1009 yılında yüz yaşları civarında öldü ve cend şehrinde gömüldü.
Selçuk Bey'in Mikail, Arslan (İsrail), Yusuf ve Musa adlarında dört oğlu vardı. Bunlardan Mikail, Selçuk Bey'in sağlığında ölmüş olduğundan onun Tuğrul ve Çağrı adlarındaki oğulları, Selçuk Bey tarafından yetiştirilmişti. Selçuk Bey'den sonra ailenin reisliğine Yabgu ünvanı ile Arslan Bey getirildi. Arslan Bey'e evvela Yınal ünvanı ile Yusuf, daha sonra uzun bir süre yabguluk da yapacak olan Musa, (inanç ünvanı ile), yardımcılık yaptılar. Bu sıralarda 17-20 yaşları civarında oldukları tahmin edilen Çağrı ve Tuğrul ise, Oğuz devlet teşkilatı kaidelerine göre kendilerine bağlı Türkmenler'in başında birer bey idiler. Bu iki kardeş, amcaları Arslan Yabgu'nun yüksek hakimiyetini tanımakta idiler. Ancak, dedelerinin ölümünden sonra Cend şehrini terkeden Çağrı ve Tuğrul Bey'lerin amcaları ile olan münasebetlerini bilmemekteyiz. Ancak Samanlılar devletinin yıkılmasından ve Nasr Han'ın 1013'de ölümünden sonra Arslan Yabgu'nun Karahanlı soyundan Ali Tegin'in Buhara'da yeni bir devlet kurmasına kadar Maveraünnehr'de hadiselerin inkişafını beklemesine karşılık Tuğrul ve Çağrı beyler bir defa doğuya sonra batıya göç etmişlerdir. Anlaşıldığına göre onların doğuda Karahanlı devletine sığınmalarının sebebi, Maveraünnehr hükümdarı İlig Han Nasr'ın kendilerine karşı düşmanca siyaseti olmuştur. Tuğrul ve Çağrı beylerin sığındıkları Karahanlı hükümdarı Bugra Han'ın da niyeti Selçuklular'a karşı pek müspet olmadı. Nitekim bu iki kardeşi yakalamak için uğraştı ise de yalnız Tuğrul Bey'i ele geçirebildi. Çağrı Bey üzerine ele asker sevketti. Çağrı Bey, Bugra Han'ın gönderdiği orduyu yendi ve pek çok esir aldı. Neticede alınan bu esirlere karşılık Tuğrul Bey'i esaretten kurtaran Çağrı Bey, yeniden kardeşi ile birlikte Maveraünnehr'e döndüler. Ancak burada da şansları pek yaver gitmedi. Buhara hakimi Ali Tegin, bu iki kardeşe karşı savaş hazırlıklarına girişti. Bunun üzerine Tuğrul Bey, bir kısım kuvvetlerin başında çöle çekilirken, Çağrı Bey de Doğu Anadolu'ya akına çıktı (1016-1021) . Çağrı Bey Horasan, Rey ve Azerbaycan yolunu takip ederek Van havzasındaki Vaspurakan krallığı topraklarına girdi. Bir keşif mahiyetinde olan bu başarılı akın sonunda bol miktarda ganimet de elde edildi. Çağrı Bey'in bu muvaffakiyetini duyan Tuğrul Bey, çekilmiş olduğu çölden çıkarak kardeşinin yanına geldi. Tuğrul ve Çağrı beyler artık bölgedeki şartların kendi lehlerine geliştiğini gördüklerinden, daha rahat hareket etmeye başladılar. Ancak bu husus Arslan Yabgu'yu telaşlandırdı ve onlardan güçlerini dağıtmalarını istedi. Buna sebep de çevredeki hükümdarların dikkatinin kendi üzerlerinde toplanmasının tehlikeli olabileceği idi. Tuğrul ve Çağrı beyler, daha müsait bir zamanı beklemek üzere amcalarının tavsiyesini yerine getirdiler.
dJ Selçukluların Horasan'a Geçişleri:
Türkistan'da siyasi dengenin bozulması, bölge hükümdarlarının öteden beri dikkatini çekmekteydi. Nitekim hem bozulan dengeyi temin ve hem de yıkılan Samanlılar'ın mirasını paylaşmak isteyen Karahanlılar ile Gazneliler, Ali Tegin'e karşı güçlerini birleştirdiler. Karahanlıların en kuvvetli hükümdarı Kadir Han ile Sultan Mahmud, Ali Tegin'in hakimiyetine son vermeye ve gün geçtikçe kuvvetlenen, dolayısıyla tehlike arzetmeye başlayan Selçukluları da Horasan'a nakletmeye karar verdiler (1025). Ali Tegin ile Arslan Yabgu' nun arası oldukça iyi ldi. Bundan istifade ile bölgede nüfuzunu artıran Arslan Yabgu, Gaznelilerin dikkatini çekmeye başlamıştı. Sultan Mahmud, Türkistan ve Balhan dağları bölgesinde onbinlerce süvariye sahip Arslan Yabgu'nun hükümdarlık peşinde koşabileceğini de düşünerek onu, kurnazlık ve hile ile Semerkant'a davet etti.
Semerkant'a gelen Arslan Yabgu'yu yakalayan Sultan Mahmud, onu Hindistan'daki Kalincar kalesinde hapsetti. Arslan Yabgu'nun yurdu yağmalatıldı. Ayrıca Arslan Yabgu'ya bağlı dörtbin çadırlık bir Türkmen kitlesi de Horasan'da Nesa, Baverd ve F'erave'ye yerleştirildi. Fakat bölgede bulunanlar, yeni gelenlerden rahatsız olup Sultan Mahmud'a şikayette bulundular. Sultan Mahmud bunIarın üzerine Tüs valisi Arslan Cazib'i gönderdi ve yurdları bir kere daha yağmalandı. Ancak. bunlar dirençlerini devam ettirip, Arslan Yabgu'yu esaretten kurtarmak istedilerse de Arslan Yabgu öldü (1032) . Arslan Yabgu'dan sonra bir kısım Türkmen oymakları, Musa Yabgu'nun çevresinde toplandılar. Musa Yabgu yumuşak tabiatlı, mutedil bir kişi idi. Tuğrul ve Çağrı ile anlaşma içinde idi. Selçukoğullarının bir zamanlar müttefiki olan Buhara Karahanlı hükümdarı Ali Tegin, Tuğrul ve Çağrı beylerden de şüphelenerek aile içerisine nifak sokup zayıflatmak maksadı ile Yusuf'a hil'at yollayarak onu yabgu ilan etti. Yusuf'un yabguluğu benimsemesine itiraz eden Tuğrul ve Çağrı beyler, Ali Tegin'in oyununun gerçekleşmesine fırsat vermediler. Bunun üzerine Ali Tegin, Yusuf'u Tuğrul ve Çağrı beylere karşı harekete geçmeye teşvik etti. Yusuf buna yanaşmayınca da, Alp Kara adlı bir komutanı Yusuf üzerine gönderdi. Alp Kara, yaptığı bir baskınla Selçuklular'ın bir kolunu yenerek Yusuf öldürüldü. Bu baskının intikamı, çok geçmeden Musa Yabgu ile birlikte Tuğrul ve Çağrı beyler tarafından alındı. Ocak 1029'da Alp Kara'nın komutası altındaki Karahanlı ordusu mağlup edildi ve Alp Kara yakalanıp öldürüldü. İki taraf arasında gerginleşen siyasi durumun yanısıra Ali Tegin'in çok zayiat vermesine rağmen dört bir taraftan giriştiği taarruz neticesinde, Selçuklular Harezm'e çekilmek zorunda kaldılar ve Gaznelilerin Harezm valisi Altun Taş'ın göstermiş olduğu bölgeye yerleştiler.
Bu sıralarda Gazneli Mahmud öldü (1030). Yerine Gazne tahtına oğlu Mesud geçti. Mesud, Ali Tegin üzerine Altun Taş'ı bir seferle vazifelendirdi ise de Altun Taş öldü. Yerine oğlu Harun getirildi. Fakat Harun, 1034 yılında kendi bağımsızlığını ilan maksadı ile ayaklanınca bölgenin siyasi yapısı değişti. Sultan Mesud'a karşı kendisini zayıf hisseden Ali Tegin, Selçuklular'ın yardımına muhtaç kaldı. Ali Tegin'in yanısıra Harun da yardımlarını beklediği Selçukoğullarına pek itibar eder oldu. Ancak Oğuzların Baranlı (Koyunlu) boyundan Cend hakimi Ebu'l-Fevaris Şahmelik b. Ali, Selçukoğullarına eskiden beri duyduğu kin dolayısıyla, ani bir baskın yaparak 7-8 bin kişiyi öldürdü (Kasım 1034). Çok can ve mal zayiatı veren Selçuklular, Harezm'deki yurtlarını terkederek Ceyhun nehrini geçmek zorunda kaldılar. Selçuklular'ın desteğini kaybetmek istemeyen Harun'un araya girmesi üzerine, Selçuklular yeniden Harezm'e döndüler. Harun'un otuz bin kişilik ordusundan çekinen Şahmelik ise Selçukoğullarının peşini bırakmak zorunda kaldı.
Ali Tegin, 1035 yılında ölünce, Gaznelilere karşı isyan halinde olan Harun, kuvvetli bir müttefikini kaybetmiş oldu. Ayrıca Ali Tegin'in oğulları, babalarının son zamanlarında takip ettiği siyasetin aksine, Selçuklular ile dostça münasebetlerini bozdular. Selçukoğullarını destekleyen Harun'un da Nisan 1035'de bir suikast sonucunda öldürülmesi, Selçukluları gerek Şahmelik'e, gerekse Ali Teginoğullarına karşı yalnız bıraktı. Çaresiz bir durumda kalan Selçuklular, Gazne sultanı Mesud'dan izin dahi almadan Horasan'a göçmek zorunda kaldılar. Musa Yabgu, Tuğrul ve Çağrı beyler, Yusuf Yınal'ın oğulları, yanlarındaki Türkmenler ile Ceyhun nehirini geçerek Mayıs 1035 de Gazne ülkesine girdiler. Merv ve Nesa'ya doğru ilerledikçe, buralardaki reissiz Türkmenler Selçuklular'a katılmaktaydılar. Selçuklu liderleri, Nesa'ya vardıklarında, Gazneliler'in Horasan valisine mektup yazıp, Sultan Mesud'un kendilerine yerleşecek yer vermesi hususunda tavassutta bulunmasını istediler. Gazne devleti, Arslan Yabgu'ya bağlı dörtbin çadırlık Türkmenler ile daha önce epey uğraştığından, Selçukluların Horasan'a girmeleri halinde, ülkeleri için tehlikeli olacağını farkettiler. Nitekim daha önce gelen Yabgu Türkmenlerinin katılmasıyla onbin atlıdan müteşekkil büyük bir kuvvet haline gelen Selçuklular, Gazneliler için ciddi bir tehlike oldu. Bu durumda Sultan Mesud, ülkesi içinde onlara yer vermediği gibi, onları sınırlarını izinsiz olarak ihlal etmekle suçladı ve üzerlerine büyük bir ordu sevketti. Tuğrul ve Çağrı beyler, Sultan Mesud'un gönderdiği bu orduyu, Nesa şehri civarında pusuya düşürerek 29 Haziran 1035'de ağır bir hezimete uğrattılar. Bu galibiyet, Selçuklular'a büyük güven verdi. Zaferden sonra iki taraf arasında elçiler teati edildi. Gazne sultanına gönderilen üç elçinin her biri bir Selçuklu liderini temsil etti. Yapılan uzun müzakereler sonunda Dihistan'a Çağrı, Nesa'ya Tuğrul ve Ferave'ye Musa Yabgu, Gazne devletinin birer valisi (Dihkan) olarak tayin edildiler (29 Ağustos 1035). Gazne sultanı, kendi adetlerine göre bu beylere makamları da gözönüne alınarak börk (iki dilimli küllah), sancak, hil'at, Oğuz adetlerine göre de at, eyer. takımı ve altın kemer gönderdi . Mağlubiyetten sonra Sultan Mesud'un böyle bir anlaşma yapması, Selçukluları siyasi bir birlik olarak tanıması demekti. Gerçi Gazne sultanı, Horasan'da yerleşen Türkmenleri kendi tebası, liderlerini ise kendi valileri gibi görüyor idiyse de, bu liderler Gazneliler devletine karşı hiç bir mükellefiyetleri olmayan birer tabi hükümdardılar. Ancak bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir süre sonra bozuldu. Yeni katılmalar ile çoğalan Selçuklular, Gazneliler tarafından kendilerine tahsis edilen bölgelere sığmamaya başladılar. Bunun neticesinde de bu sınırların dışına taşarak Fera, Cuzcan ve Serahs'a akınlarda bulundular. Ayrıca Gazne sultanına başvurarak Merv, Serahs ve Baverd'in kendilerine verilmesini, buna karşılık, kendilerinin Gazne devletinin maaşlı askeri olmayı, Horasan'da asayişi temin etmeyi ve verilecek her vazifeyi yapmayı kabul edeceklerini teklif ettiler.
Bunun üzerine Sultan Mesud, Türkmenler'i Horasan'dan tamamen çıkarmak maksadı ile büyük bir ordu topladı. Hacib Sübaşı bu ordunun başına getirildi. Belli bir siyasi görüşü olmadığı anlaşılan Sultan Mesud ise Hindistan'a sefere çıktı. Ancak Gazne ordusu, Selçuklular üzerine yürümekte tereddüt göstermekte ve Nişapur'da beklemekteydi. Nihayet Sultan Mesud'un emri ile harekete geçen Gazne ordusu, Mayıs ayı sonlarında Serahs civarına geldi. Buraya yakın bir yerde yapılan muharebeyi, Çağrı Bey'in büyük gayretleri neticesinde Selçuklular kazandılar. Gaznelilere karşı kazanılan bu ikinci savaştan sonra Selçuklular, bütün Horasan'ı kendi hakimiyetlerine alıp yeni bir devlet kurma yoluna gittiler.
Yapılan kurultayda, eski Türk devlet an'anesi gereğince, ülkeyi kendi aralarında bölüştüler. Buna göre; Tuğrul Bey Horasan'ın başşehri Nisapur'u, Çağrı Bey Merv'i, Musa Yabgu ise Serahs'ı aldı. Selçuklu liderlerinin aralarında yaptıkları bu paylaşmaya göre, Tuğrul Bey'in kurulmakta olan Selçuklu Devleti'nin başına geçtiği ve ailenin bunu onayladığı anlaşılmaktadır. Nitekim Tuğrul Bey'in (ana bir baba ayrı) üvey kardeşi İbrahim Yınal, Gazne ordusu tarafından boşaltılmış olan Nişapur'u teslim almak için öncü kuvvet olarak gönderildi. Nişapur'a gelen İbrahim Yınal, Tuğrul Bey'in adaletli ve iyi bir idareci olduğunu halka anlattıktan sonra onun adına “es-Sultanü.'l-Muazzam” ünvanı ile hutbe okuttu. Bir süre sonra Nişapur'a gelen Tuğrul Bey, büyük bir merasim ile karşılandı. Halka merhametli. ve adil davranacağını vaat eden Tuğrul Bey, Gazne sultanı Mesud'un tahtına oturdu. Merv şehrinde ise hutbe Melikü'l Mülükü (Melikler Meliki) ünvanı ile Çağrı Bey adına okutuldu. Belçukluların bu zaferi, etrafta büyük akisler yaptı. Abbasi halifesi el Kaim Biemrillah, Tuğrul Bey'e elçi yollayarak onu tebrik etti.
Ordusunun yenilmesi neticesinde Horasan'ın Selçuklular tarafından zaptedildiği haberini alan Gazne sultanı Mesud, ellibin piyade ve üçyüz savaş filinden mürekkep büyük bir ordunun başında harekete geçti. Sultan Mesud, önce Belh'e oradan da Çağrı Bey'in bulunduğu Serahs'a geldi. Bu sıralarda Çağrı Bey, Talikan ve Faryab'ın zaptı ile meşguldü. Gazne sultanının üzerine yürümesi karşısında, Tuğrul Bey'den izinsiz olarak, muharebeye giren Çağrı Bey, 7 Nisan 1039'da Ulyaabad'da mağlup oldu.
Bu hadise üzerine Tuğrul Bey Nişapur"dan, Musa Yabgu Merv'den Serahs'a geldiler. Aralarında yaptıkları toplantıda iki görüş ortaya çıktı. Tuğrul ve Musa Yabgu'nun destekledikleri, Batı İran (Rey, Cibal, Curcan) 'a çekilme fikrine Çağrı Bey karşı çıktı. Ona göre Gazne ordusunun ağır hareketinden faydalanıp Sultan Mesud'u mağlup etmek, Horasan'ı hiç boşaltmamak gerekmekteydi. Neticede Çağrı Bey'in fikri kabul edildi. Üç liderin emrinde yirmibin kadar atlı mevcuttu. Bunlarla Gazne ordusunu Talhab'da karşıladılar.
Günlerce süren çetin muharebelerden sonra Selçuklu ordusu, mağlup olarak çekilmek ve çete muharebesine girmek zorunda kaldı (14-21 Haziran 1039) . Bu maksatla da Gazne ordusunu susuz ve ikmalsiz bırakmak suretiyle yıpratmak faaliyetine girişti. Sultan Mesud, bir elçisi vasıtasıyla Selçuklular ile anlaşmak istediğini bildirdi. Yapılan görüşmeler sonunda; Nesa, Baverd, Ferave Selçuklulara verilecek, buna karşılık da Selçuklular Nişapur, Serahs ve Merv gibi şehirlerden çekileceklerdi. Esasında Sultan Mesud, Selçukluları Horasan'dan tamamen çıkarmak niyetinde idi. Bu hususu Tuğrul ve Çağrı beyler de biliyorlardı. Ancak her iki tarafın da zamana ihtiyacı vardı. Bu maksatla da antlaşma şartlarını dahi dikkate almadılar.
Sultan Mesud ise gerektiği zaman çöllere çekilen Selçukluları takip edebilmek için oldukça hafif ve ağırlıksız bir ordu kurup Selçukluları Baverd ve Nesa'ya kadar takip etti. Gazne ordusunun bu takibi neticesinde, ağırlıklarını Balhan dağlarına bırakan Selçuklular, kışın gelmesi ile Gazne ordusunun çekilmesini beklemek üzere çöle çekildiler. Bu durumda onları takip edemeyeceğini gören Sultan Mesud, Ocak 1040'da Nişapur'a girdi. Tuğrul Bey'in oturduğu taht ile Selçuklular'a ait binalar tahrip edilerek kurulmakta olan bir devletin bütün izleri silindi.
Dandanakan Savaşı:
Nişapur"a çekilen Sultan Mesud, Selçukluların peşini bırakmayıp 1040 yılının baharında Tus ve Serahs'a doğru harekete geçti. Sultan Mesud'un bu kararlılığı karşısında endişeye düşen Selçuklular, takip edecekleri stratejiyi tesbit için bir kurultay topladılar. Burada Tuğrul Bey'in yine batıya çekilme fikrine karşı Çağrı Beyin, Sultan Mesud ile yeniden bir muharebeye girme teklifi, Musa Yabgu ve Yınallılar tarafından desteklenince, Tuğrul Bey de bu karara uydu. Neticede · Selçuklular çöllerden çıkarak Serahs'a doğru yola çıktılar. Yiyecek ve hayvanları için ot sıkıntısı içinde bulunan Gazne ordusu, Merv istikametinde ilerlerken Selçuklu ordusunun öncü birlikleri hücuma geçti. Ana ordu ise Gazne ordusu önünden yavaş yavaş Serahs'dan çöle doğru çekilmeye başladı. Yol üzerindeki bütün kuyular tahrip edilip, Gazne ordusuna yıpratıcı baskınlar düzenlendi. Nihayet Selçuklular, Merv şehri yakınındaki Dandanakan hisarı önünde muharebeyi kabul ettiler. 22-24 Mayıs 1040 tarihleri arasında, bütün şiddeti ile üçgün devam eden savaşı Selçuklular kazandı. Gazne ordusunun büyük bir kısmı imha edildi, ordunun bütün ağırlıkları ile pek çok miktarda para ve malzeme ele geçirildi. Gazne Sultanı Mesud, yanındaki yüz kadar adamıyla muharebe meydanından kaçmayı başardı. Ancak bir süre sonra, asker toplamak için Hindistan'a doğru giderken, kendi adamları tarafından öldürüldü.
Netice itibariyle gerek Türk tarihi, gerekse dünya tarihi bakımından fevkalade ehemmiyeti haiz olan bu zafer sonunda Selçuklular, bağımsızlıklarını ilari edip rahatça yerleşebilecekleri topraklara da sahip oldular. Bu iki husus, zaten var olan halkı ile yeni bir Türk devletinin doğması neticesini verdi:
Dandanakan muharebesi biter bitmez saltanat çadırı kuruldu ve Tuğrul Bey sultan ilan edilip tahta oturdu. o zamanki adetler gereği, Türkistan hakanlarına, Buhara'ya hakim Ali Tegin oğullarına ve komşu ülkelere fetihnameler gönderildi. Böylece Selçukluların kuruluş halinde olup yıkılan devletleri, çok kısa bir süre sonra yeniden canlanıverdi.
Bu yeni devletin temellerini oluşturacak olan hükümet ve devlet teşkilatının tanzimi, Merv şehrinde toplanan kurultaydan sonra ortaya çıktı. Kurultayda bir oku ağabeyi Çağrı Bey'e veren Tuğrul Bey, onu kırmasını istedi. Oku kıran Çağrı Bey'e bu sefer üç ok verdi. Kırılması daha güç üç ok esas anlamda beraberlikten kuvvet doğacağının bir ifadesiydi. Kurultayda kurulan devletin tanınması maksadı ile Bağdat Abbasi halifesi el-Kaim Biemrillah'a mektup yazılmasına karar verildi. Bu mektupta, Selçuklu ailesinin uğradığı haksızlıklar, yaptıkları cihatlar ile Gazne sultanı Mesud'un tutarsız icraatları anlatıldı. Kurultayda alınan bir diğer karar da, mevcut topraklar ile ileride fethedilecek memleketlerin Selçuklu ailesi arasında taksimi idi. Buna göre, Serahs ve Belh şehirlerinin dahil bulunduğu Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge, merkez Merv olmak üzere Çağrı Bey'e, Herat merkez olmak üzere Sistan ile Büst Musa Yabgu'ya, Nişapur merkez olmak üzere Irak bölgesi Sultan Tuğrul'a veriliyordu. Hanedanın diğer mensuplarından İbrahim Yınal Kuhistan'a, Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmış Cürcan ve Damgan'a, Çağrı Bey'in oğlu Kavurd Bey de Kirman'a tayin olundular. Kurultayda alınan birinci karara bakarsak; İslamiyeti bir süre önce kabul etmiş olan Selçukluların Sünni İslam halifesine bağlılıklarını ve İslamiyeti İran, Horasan ve Türkistan'da yaymaya ve müdafaa etmeye de azimli olduklarını görmekteyiz. İkinci karar ise, Selçuklu ülkesinin eski Türk devlet anlayışına göre taksimi ile yapılacak futuhatın hedeflerini göstermektedir ki, bundan merkeziyetçi bir hükümet sisteminin henüz gerçekleşmiş olmadığı anlaşılmaktadır.
-- SULTAN TUĞRUL BEY (1040-1063)
Dandanakan savaşını müteakip sultan olarak bir kere daha tahta oturan Tuğrul Bey, kardeşi Çağrı Bey ile amcası Musa Yabgu'ya birer bölge vererek buralarda hükümran olmalarını kabul etmişti. Hanedanın Heri gelen diğer azaları da muhtelif bölgeleri fetihle görevlendirilmişlerdi. Nitekim Çağrı Bey, Cuzcan, Badgis, Huttalan ve Toharistan'daki diğer şehirleri kolaylıkla ele geçirdi. İnanç Yabgu Herat'a yerleşti: İbrahim Yınal'ın kardeşi Ertaş Sistan bölgesini fethetti.
Sultan Mesud'dan sonra Gazne tahtını elde eden Mevdud, Ertaş'ın ele geçirdiği Sistan ile İnanç Yabgu'nun yerleştiği Herat'ı geri almak için harekete geçti ise de Ertaş tarafından mağlubiyete uğratılarak geri çekilmek zorunda kaldı. Selçuklular'ın öteden beri düşmanı olan Şahmelik, Sultan Mesud tarafından idaresi kendisine verilen Harezm üzerine büyük bir ordu ile yürüdü. 12 Şubat 1041'de Harezmşah İsmail'i Asib sahrasında ağır bir hezimete uğrattı. Mağlup olan İsmail, yanındaki bir kısım komutan ve asker ile Selçuklular'a sığınmak üzere Harezm'den kaçtı ve ülkesi Şahmelik tarafından ele geçirildi.
Şahmelik'in Harezm'i istilası Selçukluları yakından ilgilendirmekteydi. Nitekim Çağrı Bey, beliren bu tehlikeye karşı Gazneliler'i bırakıp, Şahmelik ile uğraşmak zorunda kaldı. Çağrı Bey, Harezmşah İsmail'i de yanına alarak Harezm üzerine yürüdü. Şahmelik buradan çekilmek zorunda kaldı. Çağrı Bey'in bu seferi esnasında Tuğrul Bey Taberistan ile Curcan bölgelerini ele geçirip, Ziyaroğulları ile Bavendileri hakimiyeti altına aldı.
Harezm'den çekilen Şahmelik, yeniden aynı bölgede faaliyetlere girişince; Tuğrul ve Çağrı beyler, 1043 yılının baharında yeniden sefere çıkmak zorunda kaldılar. Urgenç civarında sıkıştırılan Şahmelik, mağlubiyete uğrayarak Gaznelilere sığınmak üzere çöllere çekildi. Kazanılan bu zaferden sonra Harezm halkı, Selçuklular'a itaat arzedip ülkeleri bir Selçuklu eyaleti oldu. Selçuklu meliklerinden Ertaş, çöle çekilen eski düşmanları Şahmelik'in peşini bırakmadı ve onu Mekran civarında yakalayarak Çağrı Bey'e getirdi. Şahmelik, mahpus tutulduğu hapishanede bir süre sonra öldü.
Çağrı Bey, Harezm seferinden döndükten sonra, oğlu Alparslan komutasındaki bir orduyu Gazne üzerine sefere gönderdi. Daha ondört-onbeş yaşlarında bulunan Alparslan, Gaznelileri yenip Tirmiz, Kubadiyan, Vahş ve Kunduz (Velvalic) gibi Toharistan'daki bütün bölgeleri fethetti ve bu bölgeler Alparslan'ın idaresine verildi.
Çağrı Bey ile oğlu Alparslan'ın bu fetihleri devam ederken İbrahim Yınal, Rey üzerine yürüdü. Burası Arslan Yabgu'ya bağlı Oğuzların hakimiyeti altında idi. Irak Oğuzları veya Navekiyye dediğimiz Türkmenlerin bu kolu Göktaş, Bektaş, Boga, Kızıl, Mansur gibi beylerin komutası altında olup bunlar, kendilerini ihanetle suçladıkları Rey hakimi Alaüddevle'ye hücum ederek ülkesini zaptettiler. Alaüddevle, İsfehan'a kaçıp iyi münasebetler içinde bulunduğu halifenin yardımını istedi. Halife Tuğrul Bey'den bu Türkmenlerin cezalandırılmasını istedi. Tuğrul Bey, halifenin şikayeti üzerine bu asi Türkmenler üzerine İbrahim Yınal'ı gönderdi. Ayrıca kendisi de harekete geçip Rey'e doğru harekete geçti. İbrahim Yınal, Hemedan ve Cibal'da futuhatlarda bulunduktan sonra Tuğrul Bey ile buluştu. Beraberce Rey şehrine girdiler. Bu harap şehri imara başlayan Tuğrul Bey, eski bir hükümdar sarayı olan Darü'l-İmare'yi yıkarak kendisine yeni bir saray inşa etti. Ayrıca camiler ve ilk medreseyi inşa ettiği bu Rey şehrini kendisine payitaht yaptı. Bu şehirde kendi adına birçok para bastırdı.
Tuğrul Bey, Rey'den Kazvin'e gitti. Buranın hakimi Merdaviç seksenbin dinar vergi ödemeyi kabul edip, Selçuklulara bağlı hale getirildi. İsfehan'a geçen sultan, aynı şekilde vergi ödemeyi ve tabi olmayı kabul eden Alaüddevle'nin oğlu Faramurz'u yerinde bıraktı.
Tuğrul Bey'i uğraştıran meselelerden biri de Oğuz göçleri idi. Bu Oğuz göçebeleri, Selçuklu devletinin sınırları içerisinde, kendi boy beylerinin idaresinde bağımsız bir tarzda hareket etmekteydiler. Bunlar her ne kadar Selçuklu sultanını tanıyorlarsa da üzerlerinde kesin bir intizam tesis edilemiyordu. Bunlar, Dandanakan zaferinde Selçuklulara yardım etmiş ve hatta zaferin kazanılmasında büyük rol oynamışlardı. Selçuklu ordusunun hızlı bir şekilde gelişmesi ve kuvvetlenmesi bunların sayesinde idi. Dandanakan zaferinin kazanılmasından sonra bir Türkmen boyunun istiklal kazandığını duyan Oğuzlar, büyük kitleler halinde Selçuklu ülkesine göçmeye başladılar. Selçuklu sultanı, bu gelen soydaşlarına yardım etmekle mükellefti. Ancak bunlarla beraber gelen intizamsızlık da büyük boyutlara ulaştı. Bölgenin İslam hükümdarları ve hatta o devrin tarih yazarları, bu göçü bir istila ve yağma olarak nitelendirmekte ve Tuğrul Bey'i mesul tutmakta idiler. Diyarbekir ve Mervani emiri Nasirüddevle (1011- 1061) , şikayet edenler arasında bulunuyordu. Aynı şekilde büyük bir Oğuz grubu, 1047 yılında Türkistan'dan Nişapur'a geldi. Yerleşecek bir yurt bulamayan bu Oğuzlar, İnanç Yabgu'ya müracaat ettiler. Yabgu, kendi ülkesinin onları yerleştirmek için dar olduğunu söylemiş ve Rum diyarı (Anadolu)na gitmelerini tavsiye etmişti. Abbasi halifesi el-Kaim Biemrillah, Tuğrul Bey'e mektup yazarak ondan bu Oğuzların İslam ülkelerine zarar vermemeleri için gerekli tedbirleri almasını istiyordu. Oğuzları batıya yöneltmek ve hristiyan ülkeleri yurt edinmelerini sağlamak mecburiyeti ortaya çıkmaktaydı. Daha önceleri Anadolu'ya keşif akınları yapılmış ve bu yöreler hakkında pek çok malumat edinilmişti.
Tuğrul Bey, 1043 yılında Kazvin'de iken Zencan taraflarında toplanan ve sultanın itaat teklifini reddeden bu Oğuzlar, 1044 yılında yeni gelen göçler ile çoğalarak büyük kitleler halinde Doğu Anadolu'ya girmeye başladılar. Bunlardan bir kısmı güneye indi. Fakat Nasirüddevle'nin oğlu Süleyman'ın tuzağına düşen bu Türkmenlerin pek çoğu çoluk-çocuk denilmeden öldürüldüler. Buna rağmen kısa bir süre içinde toparlanıp Mervanileri haraç vermeye zorlayıp, sulh aktettiler. Bunlardan, Göktaş, Mansur ve Oğuzoğlu'nun komutasında olanlar Musul ve havalisine girdiler. Buralarda Sultan Tuğrul adına hutbe okuttular. Musul Arap emiri Karvaş, civardan topladığı kuvvetler ile Oğuzları yenilgiye uğrattı. Bunların bir kısmı Hazar Denizi civarına, Taberistan'a ve Şirvan'a gittiler. Bunlara karşı Şirvanşah, payitahtı olan Yezidiye şehrini surlar ile çevirmek zorunda kaldı.
Hasankale Savaşı:
Gence şehri yakınlarında başladı. Kutalmış, Diyarbekir ve Musul taraflarında yurt edinmekle meşgul olan Türkmenleri yanına alarak Liparit'i ağır bir bozguna uğrattı. Bu zaferden sonra Aras nehri boyunca ilerleyen Selçuklu kuvvetleri komutanı Kutalmış, bölgenin zengin ve verimli olduğunu, aynı zamanda fethinin kolay olabileceğini Tuğrul Bey'e bildirdi.
Kutalmış'ın yanısıra yine Tuğrul Bey'in akrabalarından olan Hasan (Asan) Bey, yirmibin kişilik kuvveti ile Erzurum ve Pasin ovalarını işgal edip Van'a kadar ilerledi. Fakat Büyük Zap suyu civarında pusuya düşürülen Hasan Bey yenilerek öldürüldü. Onun öldürülmesi ile Dicle boylarında faaliyet gösteren İbrahim Yınal, Bizans'a karşı Anadolu'nun fethi ile vazifelendirildi. İbrahim Yınal, Türkistan'dan Nişapur'a gelmiş Türkmenlerden bir kısım gurupları 1047 yılında Anadolu'ya sevketmişti. Bunların arkasından kendisi de harekete geçerek Kalikala (Erzurum-Pasin) ovalarına geldi.
Türkmenler, batıda Haldiya (Gümüşhane-Trabzon havalisi), kuzeyde İspir güneyde Muş bölgesi ile Ağrı havalisine yayıldılar. Selçuklu birlikleri, eskiden İslami bir ticaret merkezi olan Erzen üzerine yürüdüler. Suru da olmayan bu şehir, çıkan yangınlar neticesinde yanıp harap oldu. Şehir halkı, Bizans tarafından tahkim edilmiş olan ve Teodosipolis adını alan Karin (Garin) şehrine kaçtılar. Burası daha sonra, yeni gelenlere nispetle Erzen-i Rum olarak anıldı. Daha sonra bu ad Erzurum şeklini alacaktır.
İbrahim Yınal, Erzen'den hareket ederek Hasankale'ye doğru ilerledi. Bizans ordusunun kendisine katılmasıyla kuvvetlenen Liparit, Kasrookomi (Ügümü) 'de karargahını kurmuş idi. Ellibin kişiden meydana gelen Bizans ordusunun komutanı Katokalon, Türklere fırsat vermeden hücuma geçmeyi teklif ettiyse de Liparit, günlerden Cumartesi olması ve bu günün kendileri için uğursuz olduğunu söyleyerek hücuma geçmeyi kabul etmedi. Buna rağmen Selçuklu kuvvetleri, aynı gün (18 Eylül 1048 Cumartesi) taarruza geçerek Bizans ordusunu bozdular. Yeniden toparlanan Liparit'in gayretleri bir netice vermedi. Bizans ordusunun çekilmesi karşısında Liparit Ügümü'ye çekildi. Burada Selçuklu kuvvetleri tarafından bir kere daha sıkıştırılan Liparit mağlup ve esir oldu. Bu savaştan kaçabilen Bizans kuvvetleri, Van ve Ani kalelerine sığındılar.
Hasankale mağlubiyetinden sonra Bizanslılar Selçuklular ile anlaştı. Zaten bu sıralarda İmparator Kostantinos, Balkanlar'da Peçenek istilası ile uğraşmak zorundaydı. Bu bakımdan Bizans imparatoru kendisine tabi olan Mervani emiri Nasirüddevle'nin tavassutu ile anlaşma girişimlerinde bulundu. Tuğrul Bey ile anlaşmaya varan İmparator, Liparit ve diğer esirleri kurtarmak maksadı ile büyük miktarda fidyeyi ödemeyi kabul etti. Bu maksatla Tuğrul Bey'e elçileriyle çok kıymetli hediyeler yolladı. Misli görülmemiş bu hediyeleri alan Tuğrul Bey, Liparit ve diğer esirleri fidye almadan serbest bıraktı. Selçuklular ile Bizans arasında yapılan bu antlaşmanın bir hükmü de Bizans'ın Abbasi halifeliğini tanımasıydı. Bu husus, Tuğrul Bey'in İslam aleminde itibarını artırdı. Hasankale savaşının bir diğer önemli neticesi de İbrahim Yınal'ın isyanı meselesi idi.
İbrahim Yınal, muharebe meydanından süratle ayrılarak Rey'de bulunan sultana müjdeyi vermeye gitmişti. Tuğrul Bey, üvey kardeşi İbrahim Yınal'ı gayet iyi karşıladı. Ona büyük iltifat etmesine rağmen İbrahim Yınal, eski Türk devlet anlayışı uyarınca kendisine Hemedan'ın verilmesini talep etmekteydi. Merkeziyetçi bir devlet anlayışının temellerini atmakta olan Tuğrul Bey'e bu istek ters gelmekteydi. Kardeşinin teklifini reddeden Tuğrul Bey, askeri ile harekete geçmesine meydan vermeden onun üzerine yürüyerek mağlup ve esir etti (1050) . İbrahim Yınal'a iyi davranan Tuğrul Bey, ona hakimiyet sahası yerine ıkta olarak bir çok memleketi vermeyi, kabul etmediği takdirde de kendi yanında kalabileceğini teklif etti. İbrahim Yınal, bu son teklifi belki de Tuğrul Bey'i şüphelendirmemek için kabul etmiş göründü ve Tuğrul Bey'in yanında kalarak kendi hakimiyetini tesis edebilmek için müsait zaman ve zemini kollamaya başladı.
Çağrı Bey'in Doğu Seferi:
Selçuklu, Devletinin kuruluş yıllarında büyük bir enerji sarf eden Çağrı Bey, hastalanmış ve durgunlaşmış idi. Yaşının da epey ileri olmasından istifadeye kalkışan Gazneliler ve Karahanlılar'ın teşvikiyle Harezm valisi isyan etti. Çağrı Bey, yanında oğlu Alparslan olduğu halde Harezm üzerine yürüyerek isyanı bastırdı. Oğlu Alparslan ise; harekatına devamla Karahanlılar'ı dize getirdi. Sulh talep eden Karahanlılar ile Ceyhun'u geçip Buhara'ya gelen Çağrı Bey antlaşmayı imzaladı. Böylece imparatorluğun doğusu güven altına alınmış oldu.
Tuğrul Bey'in Doğu Anadolu Seferi:
Çağrı Bey ile oğlu Alparslan'm doğudaki bu faaliyetleri devam ederken Tuğrul Bey, Doğu Anadolu'ya bir sefer düzenlemek zorunda kaldı. Bizans İmparatoru Kostantin, sarsılan otoritesini temin maksadı ile doğuya Akulytes komutasında bir ordu göndermiş ve bu ordu Gürcü kralı Bagrat'ın askerlerinin katılmasıyla Gence üzerine yürümüştü. Gence'yi ele geçiren Bizans ordusuna karşı Kutalmış, Tuğrul Bey'in İsfehan'da hasta olduğu, hatta öldüğü şayiaları dolayısıyla direnmemiş, Tebriz'e çekilmeyi uygun görmüştü. Bizans ordusu ise, Balkanlar'daki Peçenek tehdidi karşısında Anadolu'da fazla kalamayarak geri çekildi. Buna rağmen Gürcü kralı bir Türk emirinin idaresi altında bulunan Tiflis'i işgal ederek, buradaki Oğuzlar'ın Azerbaycan'a çekilmelerine sebep olmuştu. Bütün bu hadiseler sonunda intizamı bozulan Selçuklu - Bizans hududunu kontrol altına almak maksadı ile Tuğrul Bey, 1054 yılında Tebriz'e geldi. Ravvadi hanedanından Mansur ile Gence emiri Ebu'l-Esvar, sultana bağlılıklarını arzettiler. Diyarbekir Mervani emiri Nasirüddevle ise, sultana asker ve malzeme yollayarak sultana olan bağlılığını belirtti.
Daha sonra Bizans topraklarına giren Tuğrul Bey, Bargiri ve Erciş gibi yerleri ele geçirdikten sonra Malazgirt kalesi önünde karargahını kurdu. Ordusunu üç kısma ayıran sultan, bunlardan birini kuzeye, Karadeniz ve Kafkasya istikametine, diğerini batıda Canik üzerine; üçüncüsünü de güneyde Oltu ve Tercan kesimlerine yolladı. Bayburt Civarına varan bir öncü Selçuklu birliği ise Bizanslılar tarafından bozguna uğratıldı. Bunun yanısıra Kars havalisinde hüküm süren Ermeni Gagik de Selçuklu ordusunu hücumlarıyla yıpratmaktaydı. Malazgirt'i muhasara altında tutan Tuğrul Bey, hem ordusunun zayiatını önlemek ve hem de yaklaşan kış dolayısıyla muhasarayı kaldırmak zorunda kaldı.
Tuğrul Beyin Bağdat Seferi:
Sünni olan Selçuklular'ın hakimiyet sahaları genişledikçe, Bağdat'a hakim olan Şii Büveyhiler'in endişe ve huzursuzlukları buna paralel olarak artmaktaydı. Abbasi halifesi el-Kaim Biemrillah, Tuğrul Bey'e müracaat ederek ondan yardım istedi. Halifenin Selçuklu sultanından yardım istemesi, Büveyhileri kızdırdı ve Türk asıllı olmasına rağmen, Büveyhi hükümdarı Hüsrev F'iruz'un komutanı olan Arslan Besasiri halifenin adamlarını tenkile başladı. Ayrıca Hüsrev Firuz, Şiraz bölgesini işgal edip, Sultan Tuğrul Bey adına okunan hutbeyi de kendi adına okutmaya başladı. Bu duruma müdahale etmek maksadıyla Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat üzerine sefere çıktı.
Selçuklu sultanının Bağdat'a yaklaşmakta olduğu haberini alan Arslan Besasiri şehirden kaçtı. Zaten emrindeki askerler de Türk oldukları için Selçuklu askerine kılıç çekmeyeceklerini bildirmişlerdi. Şehirde bulunan Hüsrev Firuz ise halifenin tavsiyesine uyup şehir dışına çıkarak Tuğrul Bey'e itaatini arzetti. Halife, muhteşem bir merasimle Selçuklu sultanını karşıladı. 19 Aralık 1055 Salı günü Bağdat'a giren sultana, Hüsrev Firuz'un emirleri de saygı gösterdiler. Selçuklu ordusu, şehir dışında konaklamıştı. Askerler, alış-veriş için şehre girip çıkmakta idiler. Tuğrul Bey'in Bağdat'a girişinin ikinci günü, alış- veriş için şehre giren Selçuklu askerleri ile Arslan Besasiri'nin askerleri arasında çatışma çıktı ve anlaşmazlık kısa sürede büyüdü. Bu durumu gören ordugahtaki Selçuklu komutanları, kuvvetleri ile şehre girerek isyanı bastırdılar. Her iki taraftan epey asker hayatından oldu. Kaçamayan Arslan Besasiri'ye bağlı askerler de esir edilip mallarına el konuldu.
Sükunetin temininden sonra Tuğrul Bey, Daru'l-İmare olarak adlandırılan hükümet sarayına yerleşti. Komutanlarından emir Aytekin'i, şehrin inzibatından sorumlu tutarak Bağdat şahneliğine tayin etti. Halifeye yıllık ellibin altın ile beşyüz kür buğday maaş tahsis etti. Son verdiği Büveyhi devletinin arazisine de elkoyarak Basra ve Ahvaz eyaletlerinin ıktasını emir Hezaresb'e verdi. Böylece halife el-Kaim Biemrillah'a, sadece dini otoritesinin ötesinde herhangi bir hakimiyet imkanı bırakmadı. Devlet işlerini bu şekilde yoluna koyan sultan, Bağdat'ta Dicle kenarında yıktırdığı eski mahallelerin yerine; bir saray, bir cami, birçok ev ve hamamlar yaptırdı. Tuğrul Bey Şehri (Medine Tugrulbeg) adını alan bu şehir, daha sonra Sultan Melikşah zamanında daha da büyüdü.
Selçuklu sultanının Bağdat'ta sergilediği bu ihtişam, Şii Fatımi devletini endişelendirdi. Bu bakımdan onlar, Bağdat'tan kaçmış olan Arslan Besasiri'yi destekleyerek, onun etrafında birleşmeye çalıştılar. Yeniden kuvvet kazanan Arslan Besasiri, 1057 yılında Sincar civarında, Kutalmış Bey'in komutasındaki bir Selçuklu birliğini yendi. Yaralı Selçuklu askerlerine dahi işkence eden Sincarlılar, Selçuklu ordusunun ilerleyişi karşısında endişeye düştüler. Nitekim Arslan Besasiri Mısır'a kaçtı. Sincar'a giren sultan, suçluları ağır bir şekilde cezalandırdı.
Tuğrul Bey'in Şiiler üzerindeki kesin hakimiyeti, Abbasi halifesini gururlandırmış, Tuğrul Bey'i kendi tahtının yanında kurdurduğu bir tahta oturtarak ona; Dünyanın (doğu ve batı) sultanı ünvanı ile Kasım Emirü'l-Mü'minin (Halifenin ortağı), Rükneddin (dinin direği) gibi lakaplar verdi. Hil'at giydirip, murassa altın kılıç kuşattı.
Resul Tekin ve İbrahim Yınal'ın İsyanları:
Tuğrul Bey'in Büveyhiler'i tenkil maksadı ile Sincar üzerine yürüdüğü sıralarda, amcazadesi Resul Tekin; Basra, Ahvaz ve Şiraz taraflarını işgal ederek isyan bayrağını çekmişti. Sincar'a hakim olan sultan, Musul'a İbrahim Yınal'ı vali olarak tayin etmiş ve Bağdat'a dönmüştü. O Bağdat'ta iken Şiraz valisi olan Hezaresb b. Bengir b. İyad'ı isyanı bastırmakla vazifelendirdi. Hezaresb, sultanın emri üzerine Basra'ya geldi. Bu civarda yapılan çetin bir muharebeden sonra Resul Tekin mağlup edilerek esir alındı. Ancak: Hezaresb'den Tuğrul Bey'in kendisini bağışlaması için halifenin aracı olmasını istemek üzere hilafet sarayına gönderilmesini istedi, o da bunu kabul etti. Bağdat'a gelen Resul Tekin, halifenin şefaati ile ölümden kurtuldu.
Musul valiliğini yürüten İbrahim Yınal, Resul Tekin'in isyanının bastırılmasından kısa bir süre sonra, Tuğrul Bey'den izin almaksızın Cibal bölgesine gitmiş, kendisini Musul civarındaki Türkmenler takip etmişti. İbrahim Yınal'ın bu davranışında bir isyan havası görüldüğünden, gerek halife gerekse Tuğrul Bey, elçiler göndererek onun Bağdat'a gelmesini sağladılar. İbrahim Yınal, Bağdat'ta merasimle karşılandı. Ancak onun Musul'dan ayrılması ve Selçuklu kuvvetlerinin burada azalmasını fırsat bilen Arslan Besasiri Musul'u kuşattı. Dört ay muhasara altında kalan Musul muhafızlarından Erdem ve Aytekin adlı emirler Bağdat'a kaçtılar. Bu durumda Bağdat'ta bulunan sultan, bir kere daha Musul üzerine sefere çıkmaya mecbur kaldı. Besasiri ve ona yardımcı olan 'Kureyş b: Bedran, Musul ve çevresini tahrip ederek kaçtılar. Tuğrul Bey, onların peşini bırakmayıp Nusaybin'e kadar takip etti. Burada, İbrahim Yınal'ın kendisini destekleyen büyük bir gurup asker ile Hemedan'a çekildiğini öğrendi. İbrahim Yınal'ı, Mısır Fatımi devleti ile Tuğrul Bey'e kırgın hanedan mensupları da desteklemekteydiler. Nitekim Fatımi halifesi, İbrahim Yınal'ı sultan olarak tanıyacağını vaat etmiş hatta Suriye'deki Oğuzlar'ı atmak üzere bir ordu dahi sevketmişti.
Bu durumda Sultan Tuğrul Bey, bir kısım askerini Besasiri'nin peşine, bir kısmını ise veziri Amidü'l-Mülk komutasında karısı ve üvey oğlu Anuşirvan ile halifeyi korumak üzere Bağdat'a yolladı. Kendisi de İbrahim Yınal'ı takibe koyuldu. Tuğrul Bey, 1058 yılının Kasım ayında Hemedan'a geldi. Ancak yanında çok az sayıda asker bulunuyordu. Buna karşılık İbrahim Yınal, kendisine katılan Türkmenler ile askerlerinin sayısını otuzbine kadar yükseltmişti. Hemedan civarında yapılan muharebeyi kaybeden Tuğrul Bey, Hemedan kalesine sığındı. Zor durumda kalan sultan, kardeşi Çağrı Bey ile Bağdat'tan acele yardım istedi. Sultanın mağlubiyeti ve Arslan Besasiri'nin Bağdat üzerine yürümekte olduğu haberi, şehirde büyük üzüntü ve telaş yarattı. Endişeye kapılan vezir Amidü'l-Mülk, bir ara Anuşirvan'ı sultan ilan etme düşüncesine bile kapıldı. Ancak Tuğrul Bey'in hanımı Altuncan Hatun, gerek veziri, gerekse Tuğrul Bey'in üvey oğlu Anuşirvan'ı tevkif etmek üzere harekete geçince vezir Ahvaz'a kaçtı. Yalnız kalan Anuşirvan ise, Altuncan Hatun'a, boyun eğdi ise de hapsedilip zincire vuruldu. Altuncan Hatun, bununla da iktifa etmeyerek, yanına aldığı Oğuz askerlerinin başında Hemedan'a doğru yola çıktı. Halife el-Kaim Biemrillah ise, Bağdat'ı Besasiri'ye karşı koruyabilmek için, Dübeys b. Mezyed'den yardm istedi. Dübeys yüz atlı ile Bağdat'a geldi.
Tuğrul Bey'in Hemedan kalesi içinde İbrahim Yınal tarafından kuşatıldığını duyan Çağrı Bey, hasta olduğundan oğulları Alparslan, Kavurd ve Yakuti'yi kardeşine yardıma yolladı. İbrahim Yınal ile Çağrı Bey'in oğulları arasında Rey şehri civarında (3 Ağustos 1059) şiddetli bir muharebe oldu. Neticede İbrahim Yınal, mağlup ve esir edildi, Tuğrul Bey, saltanatını elinden almaya birkaç defa teşebbüs eden ve devletin sarsılmasına sebep olan İbrahim Yınal'ı bu defa affetmedi. Türk ananesine göre, hanedan mensuplarının kanının akıtılmaması gerektiğinden, İbrahim Yınal yayının kirişi ile boğduruldu. İbrahim Yınal'ı destekleyen ve onunla beraber esir edilen iki yeğeni Muhammed ile Ahmed'in akıbetleri de aynı oldu.
Tuğrul Bey Hemedan'da iken, Arslan Besasiri'nin Bağdat'a yaklaşması üzerine Dübeys b. Mezyed, kendi kuvvetleriyle karşı koyamayacağını anladığından, Bağdat'ı terk ederek Deyau'ye çekilip Hezaresb ile birleşmeyi bekledi ise de sonunda Hille'ye döndü.
Arslan Besasiri, 27 Aralık 1058 günü Bağdat'a girdi. el-Mansur C'amii'nde Fatımi halifesi el -Mustansır Billah el··Alevi adına hutbe okuttu ve onun emriyle ezan “hayya ala hayri'l amel” şeklinde okunmaya başladı. Abbasi halifesi el-Kaim Biemrillah'a gelince, Kureyş b. Bedran onu ata bindirerek karargahına gönderdi ve orada misafir etti. Tuğrul Bey'in kardeşinin kızı olan halifenin karısı Arslan Hatun'u da alıp, adamlarından Ebu Abdullah b. Cerde'ye teslim etti. Bağdat'taki halifelik sarayı günlerce yağmalandı.
Tuğrul Bey'in II. Bağdat Seferi:
Bağdat'ın Arslan Besasiri tarafından işgal edilmesi üzerine Tuğrul Bey, Besasiri ile Kureyş'e haber göndererek, halife el-Kaim Biemrillah'ın sarayına iadesi ve kendi adına hutbe okutulup para kesilmesi şartını kabul ederlerse, Irak'a yürümeyeceğini bildirdi. Ancak Besasiri, Tuğrul Bey'in teklifini kabul etmedi. Bunun üzerine Tuğrul Bey de harekete geçerek Kasr-ı Şirin'e geldi. Selçuklu ordusunun yaklaşmakta olduğu haberini alan Arslan Besasiri, ailesiyle birlikte kaçtı.(14 Aralık 1059) . Bağdat'ta bulunan Sünni halk, Besasiri'nin çekilmesinden sonra Şii halk üzerine yürüdü. Bunun sonucu olarak çıkan olaylarda çok sayıda kişi öldü, çıkan yangınlarda da Bağdat'ın bir kısmı yandı. Tuğrul Bey, işte böyle bir hengamede Bağdat'a girdi. Fatımi halifesi adına imamlık, müezzinlik ve hatiplik yapanlar bertaraf edildi.
Halife el-Kaim Biemrillah, Bağdat işgal edildiğinde, Kureyş b. Bedran'ın karargahına getirilmiş, daha sonra da Kureyş halifeyi amcazadesi Muhariş b. el-Mücella'ya teslim etmişti. Muhariş, Tuğrul Bey'in kararlılığı karşısında, halife ile karısını Bağdat'a gönderdi.
Sultan Tuğrul, halifeye büyük bir hürmet göstererek, hatta yer öpüp, atının yularını tutarak onu sarayına kadar götürdü ( 4 Ocak 1060).
Halifenin makamına iadesinden sonra Tuğrul Bey; yanında Gümüştekin, Erdem, Savtekin, Humartekin ve üvey oğlu Anuşirvan olduğu halde Besasiri'yi takibe koyuldu ve onu Suriye'ye kaçamadan yakalayarak adamlarıyla birlikte öldürttü (18 Ocak 1060). Selçuklu sultanının Bağdat'a dönüşü şenliklerle karşılandı. Sünni İslamlığın büyük bir zaferi olarak görülen bu hadiseden sonra Tuğrul Bey, yangınlardan harap olmuş Bağdat şehrini yeniden inşa ve tamir etmeye başladı. Emir Porsuk'u Bağdat şahnesi tayin edip, devlet işlerini yoluna koyduktan sonra, Rey şehrine döndü.
Çağrı Bey'in Fetihleri ve Ölümü:
Dandanakan savaşından sonra, toplanan kurultayda alınan kararlar gereği Çağrı Bey, kendine ayrılan doğudaki ülkeler üzerinde fetihlere girişerek, 1040 yılının sonbaharında Belh şehrini Gazneliler'den aldı. Bunu Cuzcan, Badgis ve Huttalan gibi merkezlerin zaptları takip etti. 1043 yılında Tuğrul Bey ile beraber Harezm'e giren Çağrı Bey, bu bölgenin merkezi Curcaniye'yi muhasara etmiş ve ezeli düşmanları olan Gazne devleti yanlısı Şahmelik'i esir ederek intikamlarını almışlardı. Daha sonra Tirmiz ve civarını ele geçiren Çağrı Bey, buranın idaresini oğlu Alparslan'a verdi. Oğlu Alparslan ile birlikte Gaznelilere karşı uzun mücadelelere girişti.
Selçuk Bey'in ölümünden sonra, dikkati çekmeye başlayan Çağrı Bey, askeri kabiliyeti sayesinde yeni bir Türk devletinin kurulmasında büyük rol oynadı. Hatta sultan olması mümkün iken, devletin ve Selçuklu ailesinin birliğini korumak için Tuğrul Bey'in sultanlığına rıza gösterdi. Hatta İbrahim Yınal isyanında kendisi hasta olduğu için oğullarını seferber ederek kardeşinin. saltanatını kurtardı. Çağrı Bey, muzdarip olduğu hastalıktan kurtulamayarak 1060 yılının Mart ayında Serahs'ta vefat etti. Naaşı, daha sonra oğlu Alparslan tarafından Merv'de yaptırılan türbeye naklolundu. Çağrı Bey'in ölümünden kısa bir süre sonra da akıllı ve hayırsever bir kadın olan Tuğrul Bey'in karısı Altuncan Hatun, Zencan'da öldü (Aralık 1060)
Bir rivayete göre, hiç çocuğu olmayan Altuncan Hatun, ölmeden önce Tuğrul Bey'e halifenin kızı ile evlenmesini tavsiye etmişti.
Kutalmış Bey'in isyanı:
Anadolu fatihi Süleymanşahın babası olan Kutalmış, Tuğrul Bey'in merkeziyetçi devlet sistemine intibak edememiş ve diğer bir iki şehzade gibi o da isyan etmiştir. Kutalmış, Selçuk Bey'in ölümünden sonra kendi babasının yabguluğa getirildiğini, kendisinin bu bakımdan saltanatta hakkı olduğunu iddia etmekteydi. Onun isyan bayrağını ne zaman açtığı hakkında malumatımız yoktur. Ancak İbrahim Yınal'ın isyanı sıralarında, onbin askeriyle ona katıldıği tahmin edilmektedir. Mamafih Kutalmış, Mayıs 106l'de Selçuklu kuvvetlerine yenilerek Cibal'de bulunan Girdkuh kalesine sığınmıştı. Bu sıralarda Tuğrul Bey, Halife el-Kaim Biemrillah'ın kızı ile evlenme hazırlıkları içindeydi. Nitekim kendisi Rey'e giderken, Bağdat şahnesi Humartekin'i Kutalmış'ın üzerine yolladı. Humartekin, Kutalmış'ın sığındığı müstahkem kaleyi kuşattı, fakat huruç hareketinde bulunan Kutalmış'ın süvarileri karşısında mağlup olup geri çekildi (2 Ağustos 1061).
Bu mağlubiyet üzerine Tuğrul Bey'in veziri. Amidü'l-Mülk Kündüri, Humartekin'i şahnelikten azletti. O Ayrıca onu Tuğrul Bey'in evlenmesi esnasında ortaya çıkan meselelerde halifeyi desteklemekle suçladı. Bunu duyan sultan, Humartekin'e kızgınlığını belli edince, o da kaçmak zorunda kaldı. İbrahim Yınal'ın çocukları, babalarının öldürülmesinde Humartekin'in rolü olduğunu bildiklerinden, Tuğrul Bey'den izin isteyip peşine takıldılar ve Berücird'de yakalanan Humartekin et-Tugrai, hemen öldürüldü. Onun yerine, Bağdat şahneliğine Emir Savtekin tayin olundu.
Tuğrul Bey'in Son Günleri:
Bir yandan Kutalmış'ın isyanı ile uğraşmak zorunda kalan Sultan Tuğrul, diğer yandan da İslam aleminde kazanmış olduğu itibarı sağlamlaştırmak maksadı ile halifenin kızı ile evlenmeyi düşündü. Bu maksatla 1061 yılında, Rey kadısı Ebu Sa'd halifeye gönderildi. Halife el- Kaim Biemrillah, kızını sultana vermek istemedi. Ancak sultan ısrar ederse, üçyüzbin dinar para ile Vasıt ve çevresini vermesi gerektiğini bildirmek üzere, Ebü Muhammed et-Temimi'yi Rey''e yolladı. Temimi, Rey'de vezir Amidü'l-Mülk ile görüştü. Amidü'l-Mülk, ona bu şartların sultana söylenmesinin yakışık almayacağını, meseleyi kendisinin hallledeceğini söyleyip, Temimi'yi halifenin teklifi kabul edilmiş gibi görünerek Bağdat'a gönderdi, sultana da halifenin kızını vermeye razı olduğunu söyledi. Buna sevinen sultan, halkı toplayıp gayesinin halife vasıtasıyla Hz. Peygamber'in sülalesi ile akrabalık tesis etmek olduğunu ilan etti ve vezirini yüzbin dinar ve kıymetli hediyelerle halifeye yolladı. Halife, Bağdat'a gelen vezire sultanın bu işten vazgeçmesini aksi halde Bağdat'ı terk edeceğini söyledi. Vezir ise, «Madem ki bu evlenmeye razı değildiniz, neden şartlar ileriye sürdünüz. Şartlarınız kabul edildikten sonra geri dönerseniz kan dökülmesine sebep olursunuz» dedi.
Neticede halife, işin kızıştığını görünce, nikaha izin verdi ve Amidü'l-Mülk adına vekaletname yazdı. Nikah, Ağustos 1062'de Tebriz şehrinde kıyıldı. Nikah akdinden sonra sultan, halifeye ve ailesine hediyeler yolladı, ayrıca Irak'ta sultanın vefat eden hanımı Altuncan Hatun'a ait yerleri yeni gelin Seyyide Hatun'a verdi.. 1063 yılı başlarında Bağdat'a gelen sultanı halifenin veziri Fahrüddevle Cehir karşıladı. 18 Şubat'ta başlayan düğün, bir hafta sürdü. Gelin, sultanın Bağdat'taki sarayına getirildi ve Tuğrul Bey, yeni hanımıyla Rey'e hareket etti. Tuğrul Bey, Rey'e geldikten kısa bir süre sonra hastalandı. Altı ay kadar hasta bir vaziyette yaşayan Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063 Cuma günü yetmiş yaşında iken öldü ve Rey şehrinde defnedildi.
Tuğrul Bey akıllı, yumuşak huylu, sabırlı ve dindar bir hükümdardı. Yirmibeş yıl süren saltanatı esnasında kurmuş olduğu Büyük Selçuklu Devleti'ni, kısa bir süre içinde imparatorluk haline getirdi.
2 - SULTAN ALPARSLAN VE DÖNEMİ
Tuğrul Bey'in çocuğu yoktu. Bu bakımdan o, kardeşi Çağrı Bey'in oğlu Süleyman'ı veliaht tayin etmişti. Tuğrul Bey ölünce, vezir Amidü'l-Mülk el-Kündüri, Süleyman'ı tahta çıkardı. Ancak Süleyman'ı halk pek tutmadığı gibi, gerek Kutalmış gerekse kardeşi Alparslan onun sultanlığına itiraz ettiler. Selçuk Bey'in torunları Erbasan ile Erdem, Kazvin'e giderek orada Alparslan adına hutbe okutmaya başladılar. Alparslan'ın gün geçtikçe kuvvet kazandığını gören vezir Amidü'l-Mülk, Rey şehrinde hutbeyi önce Alparslan, daha sonra kardeşi Süleyman adına okutmaya başladı. Tuğrul Bey'in son zamanlarında isyanını sürdüren Kutalmış'ı Vezir Amidü'l-Mülk, Girdkuh kalesinde muhasara altına almıştı. Ancak sultanın ağır hastalığı haberini duyunca, bu kaleyi Kutalmış'a bırakarak Rey'e dönmüştü. Kutalmış, Süleyman'ın zayıflığından istifade ederek yanında çok sayıda Türkmen bulunduğu halde Rey üzerine yürüdü, 15 Ekim 1063'de şehre girerek sultanlığını ilan etti. Vezir Amidü'l- Mülk, başlangıçta İnanç Bey'in komutasındaki bir birliği Kutalmış'a karşı gönderdiyse de bu birlik tamamen esir edildi. Mukavemet edemeyeceğini anlayan vezir, bir kısım askeri ile iç kaleye çekilip, Alparslan'ın gelmesini beklemeye başladı.
Alparslan bu sıralarda isyan eden Huttalan emirini tenkil ile meşguldü. Ayrıca Musa Yabgu da saltanatta hak iddia etmekteydi. Alparslan, asi Huttalan emirini bertaraf ettikten sonra, Musa Yabgu'yu da mağlup ve esir etti. Artık arkasında ciddi bir engel kalmayan Alparslan, Merv'den büyük bir ordu ile Rey üzerine harekete geçti. Alparslan'ın Nişapur civarına kadar ilerlediğini duyan Kutalmış, meşgul olduğu iç kalenin muhasarasını terkederek, Alparslan'a doğru ilerledi. Alparslan, 25 Aralık 1063'te Nişapur'dan hareket ederek Damgan'a vardı. Buradan Kutalmış'a bir mektup gönderip, yaptığı işin yanlışlıklarını anlatarak, saltanata hakim olmak isteğinden vazgeçmesini bildirdi. Kutalmış ise, yanındaki Türkmenler'e güvenerek saltanatta kendisinin daha çok hakkı olduğunu bildirdi. İki ordu, Damgan civarındaki el-Milh (Dih-i Nemek) vadisinde karşı karşıya geldi. Kutalmış, bu vadiye su bağlatarak bataklık haline getirdi. Böylece Alparslan'ın ordusunun savaşma, gücünü kırmak istedi. Ancak harekete geçen Alparslan'ın ordusu, bataklığı geçerek Kutalmış'ı ağır bir mağlubiyete uğrattı. Savaş bitip toz duman çekilince, Kutalmış'm cesedi muharebe meydanı yakınlarında bulundu. Kutalmış'ın ölümüne üzülen, hatta bir rivayete göre ağlayan Alparslan, onun için yapılan taziyeleri de kabul etti.
Alparslan, Tuğrul Bey'in ölümünden sonra ortaya çıkan saltanat mücadelesine son verdikten sonra Rey'e gelerek amcası Tuğrul Bey'in sarayına yerleşti. Yapılan muhteşem bir cülus merasiminden sonra, adına para bastırıp hutbe okuttu. Tuğrul Bey'in ölümünden kısa bir süre önce evlenip gerdeğe giremediği karısı Halife el-Kaim Biemrillah'ın kızı Seyyide Hatun'u, Bağdat şahneliğine tayin ettiği Ay-Tekin ile birlikte babasına yolladı. Halife, Alparslan adına Bağdat'ta hutbe okuttu (27 Nisan 1064). Ayrıca sultana ünvanlar vererek bir menşur ile kılıç kuşatmak üzere bir elçisini sultana yolladı.
Sultan Alparslan, Amidü'l- Mülk'ü azlederek yerine Nizamü'l Mülk'ü tayin etti. Devlet işlerini intizam altına alan sultan, Azerbaycan ve Kafkasya seferlerine çıktı.
al Sultan Alparslan'ın Seferleri ve Devrindeki Olaylar:
1 - Azerbaycan ve Kafkasya Seferleri:
Tuğrul Bey, sağlığında Azerbaycan ve Doğu Anadolu'da Oğuzlar'a yol açmak maksadı ile ünlü komutanlarını vazifelendirmiş, hatta kendisi de bizzat Malazgird'e kadar gitmişti. Gerek İbrahim Yınal'ın Hasankale zaferi, gerekse Tuğrul Bey'in Doğu Anadolu seferi sonunda bir kısım Türkmen gurupları Erzurum ve Bayburt civarına yerleşme imkanı bulmuşlardı. Yine bu şekilde Oğuzlar'dan geniş bir halk topluluğu da Suriye'ye girmişti. Bu sırada Tuğrul Bey'in isyanlar ile uğraşması, Anadolu'ya düzenlenen akınları azalttı. Buna rağmen, 1059 yılında İbrahim Yınal'a bağlı Türkmenler, Anadolu içlerine girerek 4 Temmuz 1059'da Sivas'ı ele geçirdiler. Ancak bu şehirde on gün kadar kalıp, ganimet elde ettikten sonra doğuya doğru çekildiler.
Tuğrul Bey zamanında yapılan keşif mahiyetindeki akınlardan sonra Sultan Alparslan, 1064 yılı baharında Azerbaycan'a hareket etti. Arran'da Lori Ermeni prensliğini itaat altına aldıktan sonra, Gürcüler üzerine yürüdü. Bu sefere katılan oğlu Melikşah ise, Vezir Nizamü'l-Mülk ile beraber Aras nehri boyunca Sürmari (Sürmeli Çukur) ile Meryemnişin kalesini ele geçirdiler. Alparslan ise Sepid-şehri ele geçirip Ani'yi kuşattı. Bagrat hanedanının başkenti olan Ani, 16 Ağustos 1064'te fethedildi. Ani'nin fethi, İslam aleminde büyük bir sevinç ve heyecan yarattı. Halife, sultana bu başarısından dolayı Ebu'l-Feth ünvanını verdi. Gürcü kralı barış teklifinde bulundu. Her yıl cizye ödemesi şartı ile kralın teklifini kabul eden sultan, Rey'e döndü.
2 - Kavurd Bey'in İtaat Altına Alınması:
Sultan Alparslan, Ani'nin fethinden sonra İsfehan'a geldi. Buna sebep kardeşi Kirman meliki Kavurd'un itaatte endişeli bir tavır içinde olmasıydı. Gerçi Tuğrul Bey'in ölümünden sonra Alparslan'ın duruma hakim olduğunu görünce, onun adına hutbe okutmaya başlamıştı ama sultanın Kafkasya seferi esnasında, Şebankarelilerden Fazlüye'yi mağlup edip Şiraz'ı ele geçirmesi Alparslan'ı endişelendirmişti. Ayrıca Kavurd'un amcazadesi Yunus Bey'in oğlu Erbasan (Er-basgan) ile sıkı münasebetler içinde olması da şüphe uyandırmaktaydı. Bu sebeple sultan ile Kavurd'un arasında bir takım mektuplaşmalardan sonra sultan hemşiresi Erbasan'ın karısı Gevher Hatun'u bir emniyet tedbiri olarak yanına getirtti. Fazlüye, Hemedan'a gelen Sultan Alparslan'a sığındı ve Kavurd Bey'den şikayetçi olduğunu bildirdi. Alparslan, Şiraz'ı Fazlüye'ye iade ettiği gibi ona bir melik muamelesi yapıp, kapısında üç vakit nevbet çalınması imtiyazını da tanıdı.
Alparslan'ın bu sert tavrı karşısında sahilde bir kaleye sığınmış olan Kavurd Bey, ağabeyinden özür dileyip itaatini arzetti. Kavurd meselesini halleden sultan, 1065 yılında doğu seferine çıkıp Ceyhun nehrini geçerek Türkistan'a girdi. Hazar Denizi kenarındaki Mankışlak'ta Kıpçak reisi ile savaşarak onu itaat altına aldı. Ayrıca Aral Gölü'nün kuzey ve doğusundaki Türk il ve uluslarının Selçuklu Devleti'nin yüksek hakimiyetini tanımalarını sağladı. Buradan da büyük babası Selçuk Bey'in mezarını ziyaret etmek üzere Cend'e yöneldi. Cend hakimi, sultanı Sabran'da kıymetli hediyelerle karşılayarak tabiiyetini arzetti. Cend'den Merv şehrine gelen sultan, burada oğlu Melikşah'ın muhteşem bir düğünle Karahanlı İlig Han'ın oğlu İbrahim Tamgaç Han'ın kızı Terken Hatun ile evlendirdi. Ayrıca sultan, oğullarından Arslanşah'ı Gazne hükümdarı İbrahim'in kızı, kendi kızını da İbrahim'in oğlu ile evlendirerek iki hanedan arasında sıhriyet bağları kurdu.
Sultan daha onbir-oniki yaşlarındayken evlendirdiği oğlu Melikşah'ı Radgan'da bulunduğu bir sırada tertiplediği bir merasim ile veliaht tayin etti ve onu İsfehan ile Şiraz'ın idaresi ile vazifelendirdi. Oğullarından Toganşah'ı Herat'a, Arslanşah'ı Merv'e, Arslan Argun'u Harizm'e, İlyas'ı Toharistan'a ve Ayaz'ı Belh'e melik olarak tayin etti.
3 -- Kavurd Bey'in İsyanı:
Sultan Alparslan'ın, veliaht tayin ettiği oğlu Melikşah'ın adının Kirman dahil bütün imparatorlukta okunan hutbelerde zikredilmesini istemesi, Kara Arslan Kavurd Bey'in isyan etmesine sebep oldu (1067) Anlaşıldığına göre, Alparslan'ın sultanlığını tanımak zorunda kalan Kavurd Bey, ondan sonra oğlu Melikşah'ın sultanlığını tanımak istemedi. İbnü'l- Esir'e göre, cahil bir adam olan vezirinin tahrikine kapılan Kavurd Bey, Melikşah'ın adını hutbeye koydurmadı.
Bunun üzerine Sultan Alparslan, kardeşi Kavurd Bey'in üzerine yürümeye bir kere daha mecbur kaldı. Kirman'a yaklaşan sultanın öncü birliği, Kavurd Bey'in öncü birliğini mağlup etti. Bu mağlubiyet haberini alan Kavurd Bey, korkup Ciruft kalesine sığındı. Aynı zamanda sultana müracaat ederek af diledi. Sultan, ağlayarak huzuruna çıkan kardeşini affettiği gibi, kızlarına ihsanlarda bulunduğu kardeşine kesin itaat etmesi şartı ile Kirman'ı iade etti.
4--- Türkmen Beylerinin Anadolu'ya Akınları:
Sultan Alparslan, oğulları ile hanedan mensuplarını ülkenin muhtelif bölgelerine tayin ederken maiyetindeki ümeradan muhtelif beyleri, Anadolu'ya akınlar yapmaya memur etmişti. Bunlardan Afşin, Gümüştekin ve Ahmedşah, Fırat ve Dicle arasındaki Bizans'a bağlı Anadolu topraklarında birçok muvaffakiyetler elde ettiler. Hatta Anadolu hududu komutanı Afşin, Malatya civarında bir Bizans birliğini yenerek Kayseri'yi de kısa bir süre ele geçirdi. Anadolu'ya akın için tayin edilen beylerden biri de sultanın hem amcazadesi ve hem de eniştesi olan Kurdcı Bey idi. Kurdcı, 1070 yılında Bizans İmparatoru'nun Türk taarruzlarını durdurmaya memur ettiği Manuel Komnenos'u mağlup ve esir etti. Ancak Kurdcı, isyan ederek yanındaki Türkmenler ile birlikte Anadolu'ya girdi. Sultan Alparslan, Kurdcı'nın takibine Afşin Bey'i yolladı. Kurdcı, böyle bir durumda elindeki Bizans esirlerini ve bu arada Manuel Komnen'i serbest bırakıp onlar ile Afşin'e karşı birleşti. Hatta İstanbul'a kadar giderek Bizans İmparatoru'nun himayesine sığındı.. Afşin Bey ise, Orta Anadolu'ya geçerek Ege sahillerine kadar uzanan topraklar üzerinde akınlarda bulundu.
Bu arada 1069'da Eskişehir ile Akşehir yolu üzerindeki Amuriyye şehrini fethedip çok miktarda esir ve ganimet ele geçirdi. Türkmen yayılışını önlemeye çalışan Bizans İmparatoru'nun Anadolu seferi de Silifke civarında bir kısım Türkmenler'i yenip, onların Haleb'e kadar çekilmelerinden başka büyük bir netice vermedi. İmparatorun çekilmesinden hemen sonra Türkler, 1069'da Konya'yı ele geçirdiler. Bu sıralarda Anadolu'da Afşin Bey'in yanısıra Sanduk ve Ahmedşah gibi beyler de fetihlerde bulunuyorlardı. İstanbul'a dönen İmparator, Manuel Komnenos komutasındaki bir orduyu Sivas'a, Ermeni asıllı Filaretos komutasındaki bir diğer orduyu da Malatya'ya göndererek Türkmen yayılışını önlemeye çalışmaktaydı.
Bizans, hudutları içine giren çok sayıdaki Türkmen kitlelerinden büyük rahatsızlık çekerken, Selçuklu sultanının ilk hedefi, Mısır Fatimi devletini ortadan kaldırmaktı. Nitekim eski gücünü epey kaybetmiş olan Fatimiler, Bizans'ın hücumlarına dayanamamış, bundan endişelenen Halep emiri de sultanı Suriye'ye davet etmişti.
5 -- Sultan Alparslan'ın Suriye Seferi:
Şii Fatimi Devleti'nin ünlü komutanlarından olan Bedrü'l-·Cemali, Vezir Nasırüddevle Hamdan ile anlaşmazlık içindeydi. Vezir, gün geçtikçe zayıflayan Fatımi Devleti'nin istikbali hakkında endişeli olduğundan, Halep kadılığına tayin etmiş olduğu Ebü Cafer Muhammed'i Selçuklu sultanına göndererek, Mısır'a geldiği takdirde burayı kendisine teslim edeceğini bildiriyordu. Üst üste davet teklifleri alan Sultan Alparslan, 1070 yılının Temmuz ayında Suriye seferine çıktı. Yolu üzerinde bulunan, Tuğrul Bey tarafından muhasara edildiği halde bir türlü ele geçirilemeyen, Malazgird kalesi ile Erciş'i kısa bir süre içinde fethetti.
Bu sırada Diyarbekir Mervani emiri Nizamüddin'in kardeşi Said, sultana gelerek Diyarbekir'in hakimiyetinin kendisine verilmesini talep etmiştir. Sultan, Nizamüddin'e kızdığı için Said'in teklifini kabul edip Diyarbekir önlerine geldi. Alparslan, veziri Nizamü'l- Mülk'ü Meyyafarikin'de oturan Nizamüddin'e göndererek onun yerine kardeşi Said'i tayin ettiğini bildirdi. Ancak Diyarbekir emiri, büyük hediyeler vererek veziri yumuşattıktan sonra, Diyarbekir'e gelerek sultandan merhamet diledi. Sultanın ordusunun masrafına bir katkı olsun diye de yüzbin dinar vermeyi vaat etti. Sultan, Nizamüddin'e acıyarak onu yerinde bıraktığı gibi, vaat ettiği parayı halktan toplayacağını öğrenince, parayı almaktan vazgeçti.
Diyarbekir'den 1070 yılının Ekim ayı başlarında Urfa'ya gelen sultan, müstahkem bir kaleye sahip olan bu şehri kuşattı. Şehir Bulgar Basil adlı bir komutanın idaresinde bulunuyordu. İki aya yakın bir süre, şehrin teslim olmasını bekleyen Alparslan, sonunda Basil'in teklif ettiği ellibin dinarı alarak muharasayı kaldırarak Haleb'e geldi. Halep emiri Mahmud, huzura çıkmamakta ısrar edince, Nisan 1071'de şehir kuşatıldı. Uzun süren kuşatma esnasında şehrin ve surların harap olmaması için fazla hücum yapılmadı. Nihayet Halep emiri Mahmud, annesini de yanına alarak sultanın huzuruna çıkıp şefaat diledi. Sultan, Mahmud ile annesine acıdı, Mahmud'u affedip ayrıca Haleb'in hakimiyetini ona verdi. Sultan, Halep'ten sonra Mısır'a yürümek niyetindeydi. Ancak Bizans imparatoru, gönderdiği elçi vasıtasıyla Ahlat, Malazgirt ve Erciş'in İmparatorluğa iadesini istiyordu. Sultan elçiyi sert cevaplar ile geri gönderdi. Fakat kısa bir süre sonra Bizans imparatoru Romanos Diogenes'in büyük bir ordu ile Erzurum'a doğru ilerlediği haberini aldı.
MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ
Sultan Alparslan'ın Suriye seferinden sonra, durumun daha da kötüye gittiğini gören Bizans imparatoru Romanos Diogenes, 1070 - 1071 yılı kışında Türkleri imparatorluk topraklarından tamamen atmak üzere büyük bir ordu vücuda getirdi. Bu ordu Balkan vilayetleri ile Bitinya, Kapadokya, Kilikya ve Trabzon gibi bölgelerden temin edilmiş; Bulgar, Slav, Alman, Frank, Gürcü, Ermeni, Hazar, Peçenek, Uz ve Kıpçak asıllı askerlerden müteşekkildi. Kaynaklarda bu ordudaki asker sayısı çok mübalağalı verilmekle beraber, yüzbin civarında olduğu tahmin edilmektedir.
İmparator, 13 Mart 1071 günü İstanbul'dan harekete geçti. Eskişehir üzerinden geçerek Kızılırmak vadisini takip ederek Sivas'a ulaştı. Sivas'ta bulunan Rumlar, Ermenilerden şikayette bulununca İmparator, Sivas şehrini tahrip ettiği gibi bir çok Ermeni'yi de öldürttü. Sivas'tan Erzurum'a geçen imparator, yirmibin kişilik bir birliği Gürcistan'a, otuzbin kişilik bir öncü birliğini de Ursel ve Tarkhaniotes gibi komutanların emrinde Malazgird ve Ahlat üzerine göndererek, onlardan yolların açılmasını ve ordunun ihtiyacı olan erzakı temin etmelerini istedi.
Sultan Alparslan ise, Halep'ten ayrıldıktan sonra, önce doğuya yönelerek gerekli savaş hazırlıklarını yapmış, yeni kuvvetler tedarik ederek kuzeye dönmüştü. İmparatorun Malazgird'i tehdit altına düşürdüğünü öğrenince de yürüyüşünü hızlandırarak Ahlat'a ulaştı. Alparslan, Tuğrul Bey zamanından beri Selçuklu ordusunda hizmet veren yaşlı ve yorgun Irak-ı Acem kıtalarından müteşekkil olan ordusunu dağıtmış, yerine genç ve dinamik bir ordu kurmuştu. Ancak bu ordunun mevcudu, Bizans ordusunun mevcuduna nazaran çok azdı. Kaynaklarda, sayısı onüçbin ile yirmibin arasında verilen bu ordu içinde Süleymanşah, Mansur, Gevherayin, Porsuk, Bozan ve Savtekin gibi mahir komutanlar olup süvariler de bozkır muharebelerinde pişmiş, seri manevra kabiliyetine sahip seçkin askerlerden müteşekkildi. Ayrıca bu ordunun Artuk Bey ve Tutak gibi Türkmen beyleri tarafından da desteklendiği kuvvetle muhtemeldir.
Ahlat'a ulaşmış olan Sultan Alparslan, karısını ve yanındaki çocuklarını vezir Nizamü'l-Mülk ile Hemedan'a göndererek yeni yardımcı kuvvetlerin harp sahasına yetişmelerini istedi. Kendisi de bir öncü birliğini, Bizans ordusunun durumunu anlamak maksadı ile ileri hatlara sevketti. Bu öncü birlik, Ahlat civarına kadar sokulmuş olan Bizans öncü birliğini, 24 Ağustos günü bozguna uğrattı. Hatta Bizans birliğinin komutanı Basilakes esir edildi.
İmparatorun yardıma yolladığı Bryennios da püskürtülüp yaralı bir halde çekilmeye zorlandı. .Bu hadiseler üzerine imparator, Ahlat'a doğru ilerlerken, Malazgird'in on-oniki km. yakınındaki Zahva sahrasına geldiği zaman tepelerin Türk birlikleri tarafından tutulmuş olduğunu görerek burada karargahını kurdu. Aynı günün gecesinden itibaren tepelerdeki Türk birlikleri, küçük guruplar halinde Bizans ordusuna yaptıkları hücumlar sonucu onları taciz ettiler. Sultan Alparslan, komutanlarından Savtekin ile Kadı İbnü'l-Mahleban'ı imparatora göndererek son bir defa daha barış teklifinde bulundu .. Ancak gönderilen bu Selçuklu heyetini iyi karşılamayan imparator, müzakereleri Rey'de yapacağını, İsfehan'da kışlayıp hayvanlarını Hemedan'da otlatacağını söylediği rivayet edilmektedir. Yapılan barış teklifinin reddedilmesi üzerine savaş kaçınılmaz hale geldi. Başta halife olmak üzere bütün İslam dünyası, Türklerin zaferi için dua etti. Hatta halife, bütün İslam ülkelerindeki hutbelerde şu duanın okunmasını emretti:
«Allahım, İslam sancağını yücelt, ona yardım et. Başını ezmek ve kökünü kazımak suretiyle müşrikliği münhezim et. Sana itaatte canlarını feda edip, Sana tabi olmak hususunda kanlarını akıtan Senin yolunun mücahitlerini kuvvetlendirerek, yurtlarını güvenlik ve zaferle dolduran yardımlarından mahrum etme. Müminlerin emirinin Bürhanı olan Sultan Alparslan'ın Senden dilediği yardımı esirgeme ki, o bu sayede hükmünü yürütsün, şanını yaysın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin. Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmesi için onu lütufkar ve her zaman devamlı tesir icra eden desteğinden mahrum etme. Onun kafirlerin karşısındaki bu günü yarınına da yetsin. Ordusunu meleklerinle destekle. Niyyet ve azmini hayır ve başarıyla sonuçlandır. Çünkü o Senin ulu rızan için rahatını terketti. Malı ve canıyla emirlerine uymak gayesiyle Senin yoluna düştü. Çünkü, Sen yüce kitabında:
«Ey iman edenler! Can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazançlı bir yolu size göstereyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanıyorsanız. O'nun yolunda can ve mallarınızla savaşırsınız» buyuruyorsun. Senin sözün gerçektir. Allahım, o nasıl Senin çağrına uyup, şeriatının korunmasında gevşeklik göstermeden emrine uymuş ve düşmanlarına gevşeklik göstermeden emrine uymuş ve düşmanlarına bizzat karşı koyarak, dinine hizmet için geceyi gündüze katmışsa, Sen de ona zafer nasip eyle, dileklerinde ona yardımcı ol, kaza ve kaderini onun için iyi tecelli ettir. Onu öyle bir koruyucu ile kuşat ki, düşmanların her türlü kinlerini defetsin ve lütfunla bu koruyucu, onu en sağlam ellerle muhafaza etsin. Yapmak istediği her işi ona kolay kıl. Ta ki, onun düşmana karşı olan kutsal hareketi, zaferden ışık alsın ve müşrik zümresinin, hak yolu göremeyip sapıklıkta gözleri yumulsun.
Ey Müslümanlar! Doğru bir niyyet, dürüst bir azim ve Allah'tan korkan temiz kalplerle ve ihlas bahçesinden kısmet alan inançlarla onun için Allah'a yalvarıp yakarınız. Çünkü eksikliklerden münezzeh olan Allah, kitabında şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed! Onlara, dualarınız olmasa, Rabbım size niçin değer versin, de”. Onun güçlü kuvvetli olarak düşmanlarını mahvetmesi, sancağını yükseltip zaferlerin en ulvisine eriştirmesi ve gayesine nail olması için Allah'a dua ve niyazda bulununuz. Rabbim, onun bütün güçlüklerini kolaylaştır ve müşrikliğe onun önünde boyun eğdir.
İki ordu, 26 Ağustos 1071 Cuma günü karşı karşıya geldi. Selçuklu sultanı, cuma namazı vaktini bekleyerek taarruzu biraz geciktirdi. Topluca kılınan cuma namazından sonra, beyaz bir elbise giyinmiş olan sultan, atının kuyruğunu bizzat bağladı, ön saflarda ordusunun bir askeri gibi savaşacağını belirtmek maksadı ile ok ve yayını bırakıp kılıç ve topuzunu eline aldı. Sonra ordusuna şu veciz hitabede bulundu:
«Biz ne kadar az olursak olalım, onlar (Bizanslılar) ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün müslümanların minberlerde bizim için dua ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım; ya da şehid olarak Cennet'e giderim. sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira, bugün ben de ancak sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini Yüce Allah'a adayanlardan şehit olanlar Cennet'e, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları ahirette ateş; dünyada da alçaklık beklemektedir».
Türk ordusunda bu hazırlıklar devam ederken, Bizans ordugahında da dini törenler yapılıyor, asilzadeler ellerinde taşıdıkları haçlar ile askeri cesaretlendirmeye gayret ediyorlardı. Her iki ordu da öğleden sonra muharebe nizamı aldılar. Bizans ordusunun merkezinde imparator, sol kanatta Anadolu birliklerinin başında Kapadokyalı Aleates, sağ kanatta Rumeli birliklerinin başında Nikephoros Bryennios, gerideki yedek kuvvetlerin başında ise Andronikos bulunmaktaydı.
Selçuklu ordusu ise dört kısma ayrılmıştı. Daha kalabalık olan iki kısım muharebe meydanının yanlarındaki tepelerde pusuya yatırıldı. Geriye kalan iki kısım ise, Bizans ordusunun karşısında yerini aldı. İlk olarak, okçuların desteğinde Türk ordusu hücuma geçti. Bizans imparatoru Diogenes, az sayıda bir kuvvet ile hücuma geçen Türkleri ilk anda ezmek düşüncesiyle, bütün hatları ile karşı taarruza kalktı. Bizans ordusunun ilerleyişi karşısında Sultan Alparslan, çekilmeye başladı. Bu sahte geri çekilişi bir bozgun zanneden imparator, Selçuklu ordusunu takip ederek Alparslan tarafından önceden hazırlatılan pusulara kadar geldi. Burada Selçuklu ordusu, yanlardan ve arkadan çevrilmiş Bizans ordusu üzerine umumi taarruza geçti. Bu sırada Bizans ordusunun uçlarında bulunan Uz (Oğuz) ve Peçenek süvarileri soydaşlarının saflarına katıldılar. Hatasını anlayan imparator, çekilmeye gayret ettiyse de ordu bunu bir bozgun olarak görerek dağılmaya başladı.
Akşama doğru Bizans ordusu, gittikçe daralan çember içinde imha edilmeye başlandı. Neticede Bizans ordusu, ağır bir mağlubiyete uğrayıp perişan oldu. Yaralı bir vaziyette esir edilen İmparator Romanos Diogenes, yakalanan kurmay heyeti ile birlikte sultanın huzuruna getirildi. İmparatora iyi davranan Alparslan, onun yapmış olduğu hataları belirttikten sonra, onun kendisinden nasıl bir muamele beklediğini sordu. İmparator, öldürülebileceğini yahut zincire vurularak İslam ülkelerinde dolaştırılacağını az bir ihtimalle de affedilebileceğini söyledi. Büyük Selçuklu devletinin bu alicenap sultanı, imparatoru teselli edip onu affedeceğini bildirdi. İmparatorla metni elimize geçmeyen, ancak bazı maddeleri kaynaklarda belirtilen bir antlaşma yapan sultan, onu ve diğer asilzadeleri bir süvari kıtasının muhafazasında memleketine iade etti (Eylül 1071). Yapılan antlaşmanın bazı maddelerine göre imparator, fidye olarak birbuçuk milyon altın verecek, ayrıca her yıl üçyüzaltmışbin altın ödeyecek, Bizans İmparatorluğu içindeki bütün müslüman esirler serbest bırakılacak, lüzumu halinde imparator, sultana asker gönderecek, Malazgird, Urfa, Membiç gibi yerler Selçuklular'a terk edilecekti. Bunlara mukabil sultan, gerekse imparatora, tahtını koruyabilmek için yardımda bulunacaktı.
Ancak imparator, Bizans topraklarına girdiğinde, Mikhael'in imparator ilan edilmiş olduğunu öğrendi. Çok geçmeden de Mikhael'in adamlarınca yakalanarak gözlerine mil çekildi ve kısa bir süre sonra da kapatıldığı bir manastırda ıstırap içinde öldü.
Malazgird zaferi, Türk tarihinin olduğu kadar, Bizans ve İslam tarihlerinin de bir dönüm noktası olmuştur. Bizans devletinin yıkılmasına ve Anadolu'nun bir Türk yurdu olmasına varacak bu zaferin sonunda Sultan Alparslan, başta halife olmak üzere her tarafa fetihnameler gönderdi. 12 Eylül 1071'de Halife el-Kaim Biemrillah, bütün saray erkanını toplayarak Sultanın yolladığı fetihnameyi okuttu. Başta Bağdat olmak üzere bütün İslam ülkelerinde şenlikler düzenlenerek bu büyük zafer kutlandı.
Malazgird muharebesinden sonra Hemedan'a, oradan da İsfehan'a dönen Alparslan, başta halifenin elçisi olmak üzere çevre hükümdarların gönderdikleri elçi ve tebrikleri kabul etti.
Sultan Alparslan, Diogenes'in yakalanıp kör edildiğini ve daha sonra da öldüğünü duyunca, müteessir olmuş ve Bizans üzerine yürüme kararı dahi almıştı. Ayrıca Anadolu'nun fethini bir an önce tamamlamak maksadıyla Türkmen beylerini Anadolu'nun fethiyle görevlendirdi.
Sultan Alparslan'ın Türkistan Seferi ve Ölümü:
Karahanlı hükümdarı Şemsülmülk Nasr Han ile Alparslan'ın oğlu Toharistan meliki Ayaz arasında anlaşmazlık epey bir süredir devam etmekteydi. Nasr Han'ın, Türkistan seferinde bulunduğu bir sırada Ayaz, Buhara ve Semerkand taraflarına akınlarda bulunmuştu. Ayaz'ı cezalandırmak maksadıyla harekete geçen Han, Ayaz'ı bozguna uğratmış, adamlarından bir kısmını esir almış, bir kısmını da öldürmüştü. Nasr Han'ın karısı, Ayaz'ın kızkardeşi, dolayısıyla Alparslan'ın kızıydı. Nasr Han karısını, kardeşi Ayaz'a yardım ettiği, ona casusluk yaptığı gerekçesiyle dövmüş ve karısının ölümüne sebep olmuştu. Kızının ölümüne üzülen Sultan Alparslan, hem Nasr Han'ı cezalandırmak, hem de bölgede bozulan nizamı düzeltmek üzere 1072 yılının Eylül ayı sonlarında Türkistan seferine çıktı. Kaynaklar -mübalağalı olarak- Alparslan'ın bu sefer esnasında yanında ikiyüzbin asker olduğunu yazmaktadırlar. Mamafih, Selçuklu ordusunun sayısının fazlalığı, Ceyhun nehrini yirmidört günde geçmiş olmalarından anlaşılmaktadır.
Ceyhun'u geçen Selçuklu ordusu, Karahanlı ülkesinde rahatlıkla ilerlemeye devam ederken, Barzam kalesi direnmeyi sürdürmekteydi. Fakat kale muhafızı Yusuf Harezmi, daha fazla direnmenin imkansızlığı karşısında sultana bir suikast planı hazırlayarak teslim olmaya karar verdi. Sultanın eline geçip eziyet görmesinler diye, üç çocuğu ile karısını öldürttü. Teslim olan Yusuf, sultanın huzuruna çıkarıldığında, çizmesinde sakladığı bıçak ile sultanın üzerine saldırdı. Alparslan ile yanında bulunan Emir Gevherayin yaralandı. Yusuf, orada bulunan hizmetkarlar tarafından hemen öldürüldü. Ancak sultan almış olduğu ağır yaradan kurtulamayarak dört gün sonra, 25 Kasım 1072'de, kırküç yaşındayken öldü. Merv şehrinde gömüldü.
Sultanın ölümü, devlet içersinde bir sarsıntıya meydan vermemek için bir süre gizli tutuldu. Onun ölüm haberi duyulunca, bütün İslam dünyası yasa büründü. Halife, 21 Ocak 1073'de sultanın İslamiyete yaptığı hizmetler dolayısıyla halkı mateme davet etti.
Sultan Alparslan, çok merhametli ve dindar bir kişiydi. Fakir ve düşkünlere yardım eder, maaş verirdi.
Sarayında fakirler için elli koyun kestirir, bunu aş olarak yoksullara dağıttırırdı. Hükümdarlar arasında onun kadar dine ve cihada bağlı olanı az idi. Ona verilen Sultanü'l-Adil, Ebu'l -Feth gibi lakaplar onun bu vasıflarını göstermekte olup, hrıstiyanlar arasında da böyle tanınırdı.
Sultan Alparslan'ın kazandığı Malazgirt zaferi ile zafer sonrası Anadolu'ya Türkmen beylerini sevketmiş olması, Türk ve dünya tarihinin bir dönüm noktası oldu.
Anadolu'yu fethe memur edilen komutanların kimler olduğu hakkında kaynaklarda sıhhatli bilgi bulunmamasına rağmen, Melikşah'ın hükümdar olduğu sıralarda başta, Kutalmışoğulları ile Tutak ve Artuk beyler olmak üzere birçok Türkmen beyi Anadolu'da fetihlerde bulunuyorlardı. Büyük Türk sultanının bu ileri görüşlülüğü sayesinde, Anadolu kısa bir süre sonra bir Türk yurdu haline geldi.
-- SULTAN MELİKŞAH (1073-1092)
6 Ağustos 1055 Pazar günü doğan Melikşah, daha çok küçük yaşlardan itibaren babası Sultan Alparslan tarafından itina ile yetiştirildi. O daha dokuz yaşlarındayken vezir Nizamü'l-Mülk'ün yanında savaşa katıldı. Sultan Alparslan, Gürcistan seferine devam ederken, oğlu Melikşah ile veziri Nizamü'l-Mülk'ü karargahında bırakmıştı. Onlar da yanlarındaki kuvvetlerle çevredeki bir-iki kaleyi ele geçirmişlerdi. Bunların arasında Sürmari (Sürmeli Çukuru) kalesi de vardı. Bunu takiben çok iyi tahkim edilmiş olan Meryemnişin kasabası üzerine yürüyen Melikşah, surların sağlamlığına rağmen burayı da ele geçirmişti.
Sultan Alparslan, 1066 yılında Radgan'da bulunduğu sırada, düzenlediği bir merasimle oğlu Melikşah'ı veliaht ilan etti. Devletin ileri gelenleri, ordu komutanları, ilim adamları toplanıp Melikşah'ı müstakbel sultan olarak kabul ettiklerine söz verip, yemin ettiler. Sultan Alparslan, oğlunu bir ata bindirip önünde birkaç adım yürüdü ve bütün ülkede veliaht Melikşah adına hutbe okutulmasını emretti. Daha sonra Radgan'dan çevredeki merkezlere ulaklar yollayarak Radgan'a gelmelerini istedi. Herkes toplanınca Melikşah, mücevherler ile süslü altın bir taht üzerine çıktı. Hazır bulunanlar, Melikşah'a bağlılıklarını bildirdiler. Merasim, sultanın oğluna nasihatlan ile sona erdi.
Sultan Alparslan, aynca Abbasi halifesi el-Kaim Biernrillah'tan Melikşah'ın veliahtlığını tasdik etmesini istedi. Halife, veziri İbnü'l- Cehr'in oğlu Amidüddevle'yi Nişapur'a sultanın nezdine gönderdi, ayrıca Melikşah'a hil'atler hediye etti. Böylece ölümünden sonra ortaya bir saltanat mücadelesinin çıkmasını istemeyen Sultan Alparslan, kendi sağlığında oğlu Melikşah'ın sultanlığını garanti altına almış oldu.
Kardeşlerinin hepsinden büyük olmamasına rağmen veliaht ilan edilen Melikşah, 1066 yılını takip eden yıllarda bir süre Huzistan hakimi Melik Hezaresb ile beraber Harezm'de, bir süre de Şiraz'da oturmuş, ancak daha ziyade İsfehan'da vakit geçirmiştir. Melikşah'ın veliahtlığı gibi evlenmesi de çok küçük yaşlarda olmuştur. Semerkand doğuştan günümüze hükümdarı Şemsü'l-Mülk'ün amcası İsa Han'ın kızı Terken Hatun ile 1064 yılında evlendirilmişti. Melikşah'ın bundan başka, oğlu Berkyaruk'un annesi olan Zübeyde Hatun adlı bir karısı daha vardı.
Melikşah'ın Sultan Olması:
Sultan Alparslan 25 Kasım 1072'de ölünce, devlet erkanı, komutanlar ve ilim adamları toplanarak Melikşah'ı sultan ilan ettiler. Yapılan bu cülus töreninden sonra tahta oturan onsekiz yaşındaki genç sultan, etrafındakilere ihsanlarda bulundu. Ordu mensuplarına yediyüzbin altın (dinar) bahşiş verdi. Babasının cenazesini, Merv'e naklettirerek dedesi Çağrı Bey'in yanına gömdürdü. Nizamü'l-Mülk'ü yeniden vezir tayin ederek, 1073 yılının Ocak ayı başında Horasan üzerinden Nişapur'a geldi. Buradaki iç kalede muhafaza altına alınmış olan hazinenin bir kısmım ordu mensuplarına dağıtarak onların gönüllerini kazandı. Bundan sonra komşu ülkelere haberciler yollayarak, babasının vefat ettiğini ve yerine kendisinin sultan olduğunu bildirdi. Sultanın gençliğinden istifade etmek isteyen Karahanlılar'ın Batı kolu hükümdarı Semerkand hanı II. Nasr, Aralık 1072'de Tirmiz'e girdi. Bunu takiben de Vali Ayaz'ın Cürcan'a gitmiş olmasından istifade ederek Belh üzerine yürüdü. Belh halkı, büyük bir korku içinde Semerkand hanına teslim oldular. Bu durumu duyan şehir valisi Ayaz, Ocak 1073'te Belh'e gelerek, şehre yeniden hakim oldu ve II. Nasr'a bir ders vermek için de yanındaki onbin kişilik kuvvet ile Tirmiz'e doğru yürüdü. Fakat yapılan muharebede mağlup olup askerinin pek çoğu telef oldu. Kendisi de pek az bir kuvvetle kaçmayı başardı.
Karahanlıların yanısıra Gazneliler de Alparslan'ın ölümünü fırsat bildiler. Alparslan'ın kardeşi Emirü'l-Ümera Osman'ın hakimiyetindeki Çiğilkent şehrine hücum edip, Osman'ı esir ettiler. Osman ile birlikte hazineyi de alıp Gazne'ye götürdüler.
Devrindeki Olaylar:
a) Kavurd Bey'in İsyanı:
Doğuda durum bu merkezde iken batıda Kirman meliki Kara Arslan Kavurd Bey isyan etti. Saltanatı ele geçirmek isteyen Kavurd Bey, bu maksatla Rey şehrine doğru yürümeye başladı. Doğuda cereyan eden hadiselere nazaran çok ciddi bir durum arzeden Kavurd Bey'in isyanını duyan Melikşah, amcasına gönlünü hoş tutucu mektuplar yazmışsa da Kavurd Bey, kendisinin sultanlığa layık olduğunu bildirdi. Meseleyi kuvvetin çözebileceğini gören Melikşah ile Vezir Nizamü'l-Mülk, Rey şehrine Kavurd Bey'den daha önce varıp gerekli tedbirleri aldılar. Sultan Melikşah, öncü bir kuvveti Savtegin komutasında Kavurd Bey üzerine yolladı. Savtegin, Kavurd Bey'in ordusunun ileri uçlarına hücum ederek, ilk darbeyi vurdu. Ancak esas muharebe, 16 Mayıs 1073'de Hemedan civarında Kerec hududunda oldu. Muharebenin başlangıcında Kavurd Bey'in kuvvetleri, Savtegin'in idaresi altında sağ kanadı, zorlayıp geri attı ise de Temirel komutasındaki sol kanat yaptığı taarruz ile Kirman ordusunu bozguna uğrattı. Ordusunun mağlubiyetini gören Kavurd Bey, kaçarak Hemedan dağlarında saklandı.
Kavurd Bey'in yakalanması vazifesi Emir Temirel'e verildi. Temirel, Kavurd Bey'i yakaladığını ve beraberinde getirmekte olduğunu önceden bildirince, Sultan Melikşah amcasını karşılamaya çıktı. Kavurd Bey, yeğeninin ayaklarına kapanarak af dilemesine rağmen, affedilmedi. Çünkü askerler arasında taraftarları olduğundan, yeni meselelerin ortaya çıkmasından endişe edilmekteydi. Kavurd Bey yay kirişi ile boğularak öldürüldü. Ancak taraftarlarını teskin için, Kavurd Bey'in esarete dayanamayıp yüzüğündeki zehiri içerek öldüğü etrafa duyuruldu. Kavurd Bey'in yanında getirdiği oğullarından Sultanşah ve Emiranşah da esir edilmişlerdi. Babalarının öldürülmesinden sonra, bunların da babaları gibi saltanatta hak iddia etmemeleri için gözlerine mil çekildi. Kavurd Bey'in bir diğer oğlu olan Kirmanşah, Kirman Selçuklu tahtına oturdu. Ancak Kirmanşah bir yıl kadar sonra ölünce, yerine kardeşi Hüseyin geçti. Hüseyin'in yaşı çok küçük olduğundan ağabeyi Sultanşah kör olmasına rağmen saltanatı elde etti. Sultan Melikşah, Kirman bölgesini kendisine bağlı olmak şartıyla Kavurd'un ailesine vermişti. Fakat bu arada da Emir Savtegin'i bölgeye tayin eden sultan, böylece Kavurd'un evlatlarını kontrol altına aldı. Bu durum Kirman'da karışıklıklara yol açtı. Bunun üzerine Sultan Melikşah 1075 yılında Kirman üzerine yürümek zorunda kalarak Berdesir önlerine geldi. Melikşah'tan özür dileyen Sultanşah, hem bir savaşı önlemiş hem de eski mevkiini muhafaza etmiş oldu.
Melikşah,, Kavurd Bey'in isyanının bastırılmasında hizmetlerini gördüğü veziri Nizamü'l-Mülk'e atabeg ünvanı ile vezirin doğduğu yer olan Tüs şehrinin ıktaını verdi. Bunu takiben de Abbasi halifesinden saltanatının tasdikini istedi. Halife el-Kaim Biemrillah, Bağdat şahnesi Gevherayin'e ahidname ile bir bayrak vererek, Melikşah'a götürmesini istedi. Ayrıca Melikşah'a o zamana kadar hiç bir sultana verilmemiş olan Kasim Emiri'l-Müminin lakabı ile Muizzü'd-Din, Celalü'd-Dünya ve'd-din ünvanını verdi.
b) Maveraünnehr Seferi:
Batıdaki meseleleri halledip, sultanlığını halifeye tasdik ettiren Melikşah, doğudaki gelişmeleri itina ile takip ederek savaş hazırlıklarına başladı ve Semerkand hanı Şemsü'l-Mülk II. Nasr'ın ele geçirmiş olduğu Tirmiz üzerine yürüdü. Sultan Melikşah, Emir Savtegin'i öncü olarak Semerkand'dan gelecek yardımcı kuvvetlerin yolunu kesmek üzere Ceyhun kenarlarına yolladı. Nitekim Savtegin, Tirmiz'e yardıma gelmekte olan bir Karahanlı kuvvetini yendi. Semerkand hanının kardeşinin idaresinde olan Tirmiz, kuvvet alamayınca Sultan Melikşah'a teslim oldu. Selçuklu sultanı, hanın kardeşine iyi davranarak onu serbest bıraktı. Sultanın esas hesaplaşmak istediği hanın kendisi idi. Bu maksatla sultan, Semerkand üzerine yürüdü. Selçuklu ordusunun öncülerinin Semerkand civarında görülmesinden sonra yaptığı hatayı anlayan II. Nasr, sultandan özür dileyip bağlılığını arzetti. Sultan Melikşah, Nasr'ı affedip yerinde bıraktı. Yolu üzerindeki Belh ile Toharistan'ı kardeşi Şihabüddevle Tekiş'e verdikten sonra Rey'e döndü.
Selçuklu sultanı Melikşah'ın bu doğu seferi, sadece Karahanlılar üzerine değil, aynı zamanda Gazneliler üzerine de olmalıdır. Çünkü sultanın amcası olan Osman, Gazneliler tarafından yakalanıp hapsedilmişti. Kaynaklarda bu hususta sarih bir malumat olmamasına rağmen, Osman'ın serbest bırakılmasına bakılırsa,, Gazne sultanı İbrahim'in Melikşah'tan bu sefer esnasında özür dilemiş olması gerekir.
c) Suriye Selçuklu Melikliğinin Kurulması:
Sultan Alparslan, gerek Anadolu'nun gerekse Suriye'nin fethine birçok komutan tayin etmişti. Bunlardan Atsız Bey, yine bir Türkmen beyi olan Şöklü ile beraber Suriye'nin fethine memur olmuşlardı. Atsız Bey, Fatımiler'in hakimiyeti altındaki Remle ve Kudüs'ü ele geçirmiş, Dımaşk'ı (Şam) birkaç defa muhasara etmişti. Nihayet Dımaşk, Mart 1076'da Atsız'a teslim oldu. Şöklü ise Suriye'nin sahil bölgesinde fetihlerine devam ederek, 1074'te Akka'yı ele geçirmeye muvaffak olmuştu. Ancak bu Türkmen beyi, Atsız Bey'den çekinerek Selçuklu hanedanından olan Kutalmışoğulları'ndan biri ile anlaşarak Atsız Bey üzerine yürüdü. Ancak mağlup olup giriştiği muharebede hayatını da kaybetti.
Suriye'nin önemli merkezlerine sahip olan Atsız Bey, bununla yetinmeyip Mısır'ı da ele geçirmek istedi. Bu maksatla Kahire önlerine kadar geldi. Ancak ağır bir mağlubiyete uğrayıp Dımaşk'a çekildi (Ocak 1077) .
Atsız Bey'in Mısır'da uğradığı mağlubiyeti duyan Sultan Melikşah, Suriye'yi ve o civarda fethedilecek bütün yerleri kardeşi Tacüddevle Tutuş'a ıkta etti. Mısır Fatımi halifesi el -Muntasır'ın bir süre önce vezirliğe tayin ettiği Bedrü'l-Cemali, Atsız Bey'in peşini bırakmayarak Nasrü'd-Devleti'l-Cüyuş komutasında bir orduyu Dımaşk üzerine yolladı. Nasrüddevle, Dımaşk'ı kuşattı ise de alamadı. Ancak ertesi yıl daha kuvvetli bir ordu ile gelerek Dımaşk'ı teslime zorladı. Çaresiz kalan Atsız Bey, bu sıralarda Haleb'i kuşatmakta olan Tacüddevle Tutuş'tan yardım istedi. Tutuş bu fırsatı değerlendirerek Dımaşk'a doğru yola çıktı. Melik Tutuş'un geldiğini duyan Mısır komutanı Nasrüddevle, kuşatmayı kaldırarak geri çekildi. Dımaşk'a giren Tutuş, el-Melikü'l-Muazzam ünvanı ile şöhret bulmuş olan Atsız Bey ile kardeşini öldürttü. Bu suretle Tutuş'un hakimiyeti Suriye'de daha da kuvvetlendi.
d) Doğu Arabistan Seferi:
Sultan Alparslan Atsız gibi bir Türkmen beyi olan Artuk'u Anadolu'nun fethiyle vazifelendirmişti. Türkmenler üzerinde büyük bir nüfuz sahibi olan Artuk Bey, Sakarya nehri kıyılarına kadar ulaşmış, Bizanslılar ile defalarca yaptığı muharebeler sonunda Anadolu yolunun açılmasına yardımcı olmuştu. Melikşah sultan olunca, Artuk Bey'i Anadolu'dan alarak Hulvan (Luristan) 'a yolladı. Artuk Bey, yine Sultan Melikşah'ın emriyle el-Ahsa ve Bahreyn'de huzursuzluklar çıkartan Şii Karmatiler'in üzerine gönderildi.
el-Ahsa sahillerindeki Katif'e gelen Artuk Bey, Necid Çölü'nü geçebilmek için gerekli deve ve yiyeceği temin edebilmek için Basra'ya geldi. Buradan ihtiyacı olan yiyecek, malzeme ve deveyi temin ettikten sonra Ocak 1077'de yeniden Katif'e hareket etti. Katif hakimi Yahya el-Abbas, Artuk Bey'den korkarak Katif kalesini tahliye etti. Katif'ten Bahreyn adalarına geçen Artuk Bey, burayı ele geçirdikten sonra el-Ahsa'daki Karmatileri cezalandırdı. Hutbeyi Abbasi halifesi ve Sultan Melikşah adına okuttu. Bundan çok memnun olan Abbasi halifesi el-Muktedi, Artuk Bey'e altın eyerli bir at ve hil'atlar vererek teşekkür etti. Artuk Beyin bu seferi ile Doğu Arabistan, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'rmn hakimiyetine geçti.
e) Diyarbekir'in Fethi:
Melikşah'ın kardeşi Tutuş, Suriye'de hakimiyetini genişletmek üzere faaliyete girişince, Musul emiri Şerefüddevle Müslim ile arası açıldı. Müslim Mısır Fatımi halifesinden yardım istedi. Fatımiler'den alacağı yardıma güvenerek de Şam'ı zaptetmek için faaliyetlere girişti. Ancak umduğu yardımı alamayan Müslim, Mayıs 1083'de mağlubiyete uğradı.
Müslim'in Mısır Fatımi halifesi ile işbirliği yapmasına kızan Harran kadısı, isyan ederek şehri bir Türkmen beyi olan Çubuk'a teslim etmek istedi. Lakin Müslim, Çubuk Bey yetişemeden Harran'ı bir süre kuşattıktan sonra ele geçirdi. Kadı ile birlikte onunla işbirliği yapan birçok kişiyi kılıçtan geçirdi. Gerek bu hadise, gerekse Diyarbekir emiri Mansur'un babası Nizameddin gibi itaatkar olmayıp, davranışlarının şüphe ile karşılanması, Diyarbekir bölgesinden sultana gelen şikayetleri artırdı. Son olarak da, önce Mervaniler'in, sonra da Abbasilerin veziri olan Arap asıllı Fahrüddevle Cehir'in sultana gelerek, bu bölgenin fethedilmesi gerektiğini belirtmesi, Melikşah'ın buraya asker sevketmesine sebep oldu. Sultan, Fahrüddevle'yi Diyarbekir emirliğine tayin ederek, büyük bir ordunun başında Diyarbekir'e yolladı. Ayrıca onun yanına Artuk, Çubuk, Gevherayin gibi Türk beylerini de kattı.
Fahrüddevle'nin komutası altındaki Selçuklu ordusu, Diyarbekir'e yaklaştığında Müslim, sultana eskisi gibi bağlı kalmak istediğini bildirdi. Fahrüddevle'nin, Müslim'in çekilmesi şartı ile itaat teklifini kabule yanaşmasına ve Selçuklu ordusunun çekilmesine Artuk Bey itiraz etti. Bu duruma kızan bir kısım Türkmenler, geceleyin ani bir hücumla Müslim'in ordugahına girdiler. Buradaki Arap askerini bozup bütün harp malzemeleri ile at, deve ve koyun sürülerini ele geçirdiler. Askeri dağılan Müslim, Diyarbekir (Amid) 'e çekildi.
Bu hadise, Artuk Bey ile Fahrüddevle'nin aralarının açılmasına sebep oldu. Buna rağmen Diyarbekir'in muhasarası devam etmekteydi. Türk komutanlarının anlaşmazlığından faydalanan Şerefüddevle, Diyarbekir'e ulaşan yolları kontrol altında tutan Artuk Bey ile anlaşarak salimen Rakka'ya çekilmeye muvaffak oldu (Ağustos 1084).
Artuk Bey'in Şerefüddevle ile anlaşıp Sincar'a çekilmesi üzerine Fahrüddevle'nin oğlu Zaimüddevle Ebu'l-Kasım, yanındaki bir kısım kuvvetle Meyyafarikin (Silvan) 'e gelerek kalesi de bulunan bu şehri kuşattı. Bu arada Fahrüddevle de boş durmayıp, Mervaniler'e ait şehir ve kasabalar üzerine şiddetli taarruzlarda bulundu. İç kalesi hariç olmak üzere Mardin, Siirt, Erzen ve Hısn-ı Keyfa gibi önemli merkezler peşpeşe Selçuklu ordusunun eline geçti.
Diyarbekir emiri Nasrüddevle Mansur, Sultan Melikşah'ın huzuruna çıkarak memleketini kurtarmaya çalıştı. Sultan Melikşah, ona Diyarbekir ile Meyyafarikin'i (Silvan) bırakabileceğini, ancak diğer yerleri teslim etmesi gerektiğini söyledi. Diyarbekir surlarının sağlamlığına ve hristiyan veziri Ebu Salim'in, «on yıl dayanabiliriz» lafına aldanan Mansur, sultanın teklifini kabul etmedi. Oysa ki Diyarbekir halkı, memnun olmadığı vezire karşı ayaklandı ve şehir, 4 Mayıs 1085'te teslim oldu. Böylece Mervaniler Devleti yıkıldı. Emir Yakut'un idaresinde olan ve o zamanlar Hısn-ı Ziyad olarak bilinen Harput, Çubuk Bey'e verildi ve burada onbeş yıl kadar sürecek Çubukoğulları Beyliği kuruldu.
f) Musul'un Zaptı ve Tekiş'in İsyanı:
Musul, Sultan Melikşah'ın tabilerinden (aynı zamanda halası Safiye Hatun'un kocası) Şerefüddevle'nin hakimiyeti altında idi. Şerefüddevle'nin Diyarbekir muhasarasında Mervaniler ile işbirliği yapması ve Selçuklu ordusuna karşı mukavemet göstermesi sultanı kızdırmıştı. Sultan, Ukayliler'in bütün topraklarını Fahrüddevle'nin oğlu Amidüddevle'ye ıkta ederek Bağdat şahnesi Kasımüddevle Aksungur ile birlikte Musul üzerine gönderdi. Diyarbekir muhasarasını terketmek ve Şerefüddevle ile anlaşmak suretiyle suçlu bir durumda bulunan Artuk Bey, kendisini affettirmek için yanındaki Türkmenler ile beraber Musul önünde bulunan Amidüddevle'ye katıldı. Kuvvetli bir ordu ile kuşatılmış olan Musul, kolayca ele geçirildi. İsfehan'dan Ukayli ülkesine gelmekte olan Sultan Melikşah da Musul'a gelerek merasimle karşılandı. Sultan, veziri Nizamü'l-Mülk'ün oğlu Müeyyedü'l-Mülk'ü, Şerefüddevle'nin bulunduğu Rahbe şehrine yolladı ve onun huzuruna gelmesini istedi.
Şerefüddevle sultana hediyeler. sunmak için borç para temin ederek, cins atlar satın aldı. Bunların arasında, Diyarbekir'den kaçarken hayatını kurtaran meşhur atı Beşşar da vardı. Bu atı yarıştıran sultan, birinci geldiğini görünce de hayret etti. Şerefüddevle'yi affeden sultan, ayrıca ona eski emaretini de verdi.
Bu sıralarda Belh ve Toharistan meliki Tekiş, kardeşi Melikşah'a karşı isyan etti. Tekiş daha önce de isyan etmiş; Merv-i Rud, Şahcan ve Tirmiz gibi yerleri işgal ederek Nişapur'u ele geçirmek istemişti. Ancak Melikşah'ın müdahalesi ile Tirmiz'e çekilmiş, burada muhasara altına alınmıştı. Tekiş, kardeşinin kuvvetlerine dayanamayacağını anlamış ve sultanın huzurunda af dileyerek hayatını kurtarmıştı. Ancak sultan Melikşah'ın Musul'da bulunmasını fırsat bilerek yeniden ayaklanan Tekiş, Merv-i Rud'dan Serahs'a kadar uzanan bölgeyi yeniden ele geçirmiş ve Serahs'ı kuşatmıştı. Musul'dayken isyan haberini alan sultan, yanına aldığı Porsuk, Bozan ve Ayaz gibi beyler ile Horasan'a hareket etmişti. Tekiş ise, aldığı yanlış istihbarat sonucu sultanın çok yakınlarda olduğunu duyunca Serahs'ın muhasarasını terkederek Tirmiz'e çekilmişti. Sultan Melikşah, Musul'dan hareketinden ancak üç ay sonra Tirmiz'e ulaşabildi. Tirmiz'i zorlayan sultan, Tekiş'i kaleden indirerek hapse attı. Yerine onun oğlu Ahmed'i tayin etti.
g) Sultan Melikşah'ın Suriye Seferi:
Sultan Melikşah, kardeşi Tekiş'in isyanı ile uğraşırken, Anadolu'da hakimiyetini kurmuş olan Türkiye Selçuklu sultanı Süleymanşah, Çukurova bölgesini fethettikten sonra Antakya'yı almış ve Halep şehrini kuşatmıştı. Kendisine karşı koyan Şerefüddevle Müslim'i yenip bertaraf eden Süleymanşah, Suriye meliki Tacüddevle Tutuş'a mağlup olarak hayatını kaybetti. Tutuş, bu galibiyetten sonra, Halep emiri İbnü'l-Hutayti'ye haber gönderip şehri teslim etmesini istedi. İbnü'l-Hutayti ise, bir yandan Haleb'i ancak Sultan Melikşah'ın müsaadesiyle terkedebileceğini Tutuş'a bildirirken; bir yandan da sultanı Haleb'e davet etti.
Bunun üzerine Tutuş şehri kuşattı. İbnü'l-Hutayti'ye kızan İbnü'r-Rava, Tutuş'a yardım ederek onun şehri ele geçirmesini sağladı (12 Temmuz 1086) . Lakin iç kale mukavemete devam etmekteydi. Bu sıralarda Tutuş, sultanın Suriye'ye yaklaşmakta olduğu haberini alınca Haleb'i terkederek, Artuk Bey ile beraber Suriye içlerine çekildi.
Esasen Anadolu Fatihi olarak tanınan Süleymanşah'ın ölümünden üzgün olan ve Tutuş'a karşı kızgınlığını bir mektup ile bildiren Sultan Melikşah, yanında Porsuk, Bozan ve Kasımüddevle Aksungur gibi komutanlar olduğu halde Eylül 1086'da İsfehan'dan Suriye'ye doğru yola çıkmıştı. Ekim ayında Sultan Musul'a geldi. Oradan Harran'a geçerek komutanlarından Bozan'ı mühim bir kuvvetin başında Urfa'nın fethi ile vazifelendirdi. Harran'dan Caber'e geçen Melikşah, kalenin surlarını yıktıktan sonra Menbiç üzerine yürüdü. Burayı da hakimiyeti altına alan Sultan Melikşah, 4 Aralık 1086'da Haleb'e girdi. Halep kalesi muhafızlığını Nuh Türki'ye veren Sultan Melikşah, şehrin valiliğine de Aksungur'u tayin etti. Sultan Halep'te iken Şeyzer emiri Ebu'l-Murhaf Nasr b. Ali, itaatını arzedip Şeyzer, Lazkiye, Kefertab ve Famiye'yi Sultan Melikşah'a teslim etti. Sultan, emirin bu davranışı karşısında onunla barış yapıp Şeyzer'i kendisine verdi.
Sultan Melikşah'ın Urfa'yı fethetmekle görevlendirdiği Bozan, 28 Şubat 1087'de bu şehri Bizanslı ve Ermeni müdafilerin elinden aldı. Sultan Melikşah da mükafat olarak ona Urfa valiliğini tevdi etti. Daha sonra da Antakya'ya doğru harekete geçti. Süleymanşah'ın veziri Hasan b. Tahir'in idaresindeki Antakya'nın kapılarını sultana açtı. Sultan, buranın valiliğini Yağısıyan'a verip Süveydiye'ye geçerek, Akdeniz'e ulaştı. Urfalı Mateos, bu hadiseyi şöyle anlatmaktadır:
«Sultan, Antakya'yı zaptettikten sonra Süveydiye denilen yere gitti. Sultan, oradan geniş denizi görüp, hakimiyet sahasının babası Alparslan zamanındakinden çok daha genişlemiş olmasından dolayı Allah'a şükretti. Atını denize doğru sürerek, kılıcını çekip üç defa denizin içine daldırdı ve; «İşte, Allah İran denizinden bu denize kadar olan bölgeleri benim hakimiyetime vermiştir» dedi. Sonra elbisesini çıkarıp yere serdi ve namaz kılıp Allah'ın inayetine şükretti. Sultan, uşaklarına denizden kum almalarını emretti. O, bunu İran'a götürüp babası Alparslan'ın kabrine serpti ve; “Babacığım! İşte sana müjde, henüz bir çocuk olarak bırakmış olduğun oğlun, dünyayı baştan başa fethetmiştir”, dedi.
Ülkesinin hudutlarını batıda Akdeniz'e kadar genişleten Sultan Melikşah, Dımaşk'a çekilmiş olan kardeşi Tutuş ile Artuk Bey'i takip etmeyerek hilafet merkezi Bağdat'a geldi (13 Mart 1087). Bu onun Bağdat'ı ilk ziyaretiydi. Başta halifenin veziri Zahirüddin Ebu Şüca olmak üzere, bütün Bağdatlılar Melikşah'ı ve maiyetini hürmetle karşıladılar. Sultan Darü'l-Memleket denilen hükümet konağında misafir edildi. Bağdat'a gelişinin ertesi günü, yanında getirmiş olduğu hediyeleri halifeye sundu.
Halife el-Muktedi de Sultan Melikşah'ın hediyelerine mukabelede bulunup ona cins arap atları yolladı. Ava meraklı olan Melikşah, Bağdat civarında bir süre avlandı. Nihayet halife 25 Nisan 1087'de resmi bir kabul merasimi tertip ederek, Sultan Melikşah'ı sarayında kabul etti, ona yedi tane hil'at giydirdi. Ayrıca Melikşah'a Doğu'nun ve Batı'nın hükümdarı olduğunu göstermek maksadıyla iki kılıç kuşattı. Halife, bu kabul törenine katılan Vezir Nizamü'l-Mülk ile diğer komutan ve devlet adamlarına ihsanlarda bulundu. Sultan bir süre daha Bağdat'ta kaldı. Bu sırada kızı Mehmelek Hatun ile Halife el Muktedi'nin düğün töreni yapıldı. İbnü'l-Esir'e göre, Mehmelek Hatun'un çeyizi, yüzotuz deve ve yetmişdört katır sırtında Nisan 1087'de Bağdat'a getirildi. Yapılan muhteşem bir düğünden sonra Sultan Melikşah, 23 Mayıs 1087'de İsfehan'a hareket etti.
h) Sultan Melikşah'ın Türkistan Seferi:
Sultan'ın karısı Terken Hatun'un yeğeni olan Karahanlı hükümdarı Hızır Han'ın ölümünden sonra, yerine geçen oğlu Ahmed Han, tecrübesizliğinden dolayı alimler ile zenginlerin nefretini kazanmıştı. Ahmed Han, durmadan zenginlerin mallarını müsadere ve alimleri de tahkir ediyordu. Bunlar, Melikşah'a adamlarını yollayarak onun Türkistan'a gelmesini istiyorlardı. Ortaya çıkan huzursuzluğu gören Melikşah, Türkistan seferine çıkıp Buhara'yı yaptığı epey tahribattan sonra ele geçirdi. 1088 yılının Temmuz ayında da Semerkand'a varıp, Ahmed Han'ı muhasara altına aldı. Çetin bir savaştan sonra da Semerkand'ı ele geçiren Sultan Melikşah, yakaladığı Ahmed Han'ı İsfehan'a gönderdi. Sultan, Semerkand'ı ele geçirdikten sonra Kaşgar'a doğru ilerlerken Karahanlı hükümdarı, Özkent'te Melikşah'ın yanına gelerek itaatini arzetti. Ayrıca hutbede ve kesilen sikkelerde onun adına yer vereceğine dair söz verdikten sonra Melikşah, Horasan'a döndü.
Ancak Horasan'a dönmesinden hemen sonra Sultan Melikşah'ın kendilerine iyi muamele etmeyip, sofrasında bir lokma yemek dahi vermediğini bahane eden Çiğil kabileleri isyan ettiler. İsyan haberini alan Sultan Melikşah, Semerkand'a doğru yeniden yola çıktı. Bir süre önce isyancıları desteklemek üzere gelen Kaşgar Hanı'nın yeğeni Yakup Tekin, Sultan Melikşah'ın yaklaştığı haberini alınca, Fergana'dan Atbaşı'na kaçtı. Semerkand'ı ikinci defa ele geçiren Sultan Melikşah, Yakup Tekin'in peşini bırakmadı. İşin ciddiyetini gören Kaşgar Hanı, Yakup Tekin'i yakalayıp sultana teslim etti. Böylece Büyük Selçuklu Sultanı, Çin hududuna kadar bütün Türkistan hanlarını hakimiyeti altına alıp İsfehan'a döndü.
ı) Sultan Melikşah'ın Bağdat'ı İkinci Ziyareti:
Türkistan seferini tamamlayan Sultan Melikşah, 5 Kasım 1091 de ikinci defa Bağdat'a geldi. Sultan'ın bu ziyareti münasebeti ile kardeşi Suriye meliki Tacüddevle Tutuş, Halep valisi Kasımüddevle Aksungur, Urfa valisi Bozan ve Emir Çubuk Bağdat'a davet edildiler. Sultanın bu gelişinde de şehir içinde büyük şenlikler yapıldı, gece her taraf ışıklandırılarak fener alayları düzenlendi.
Melikşah, Bağdat'ta Sultan Camii'nin inşasına başlanması, Tuğrul Bey zamanında yapılan çarşının yenilenmesi gibi işler ile meşgul oldu. Daha sonra 1092 yılının baharında askeri erkanını toplayarak, Suriye sahilleri ile Mısır'ın fethi vazifesini Tutuş, Aksungur ve Bozan'a; Hicaz'ın kontrolü ile henüz imparatorluğa bağlanmamış olan Yemen ve Aden bölgelerinin fethi vazifesini de Gevherayin ile Çubuk'a verdi.
Mekke'de hutbe, 1068 yılından beri, Abbasi halifesi el-Kaim Biemrillah ve Sultan Alparslan adına okunmakta idi. Melikşah sultan olduktan sonra Mekke şerifi ile münasebetlerini kuvvetlendirmek için Hac emiri Salar-ı Horasan'ı hediyelerle Mekke'ye gönderdi. Bu zat, Ebu'l-Kasım Dihkani adlı birinde emaneten muhafaza edilen ve üzerinde Mahmud b. Sebüktegin yazısı bulunan sarı ipekten Kabe'yi örtmek için yapılmış büyük bir örtüyü beraberinde götürmüştü. O zamana kadar açıkta olan Kabe bununla örtüldü.
Ayrıca Şerif Ebu Haşim'e, Mescidü'l-Haram'ın ve Arafat-Mekke su yollarının tamiri için otuzbin dinar takdim edilmişti. İki taraf arasındaki bu iyi münasebetler, ancak Abbasi halifesi el-Kaim Biemrillah'ın 1073'teki ölümüne kadar sürdü. Abbasi halifesinin ölümü üzerine Fatımi halifesi el-Mustansır, Mekke şerifine kıymetli hediyeler yollayarak hutbenin kendi adına okunmasını sağladı. Üç yıl kadar hutbe, Mısır halifesi adına okundu. Sultan Melikşah, 1076'da Hac emiri Salar-ı Horasan'ı yeniden görevlendirdi. Emir, Hanefi fakihlerinden Nürü'l-Hüda'nın da desteğini sağlayarak, Mekke şerifi ile anlaşmaya muvaffak oldu. Hatta bir rivayete göre şerif, Melikşah'ın hemşiresi ile evlenecekti. Ancak ertesi yıl (1077), Muhitü'l-Alevi adında bir emir, Medine'yi zaptederek hutbeyi Mısır halifesi adına okuttu. Hatta Medine emiri Hüseyin b. Mühenna, Sultan Melikşah'a sığındı. Suriye'de gerek Atsız Bey'in, gerekse Tacüddevle Tutuş'un askeri faaliyetleri, Mısır'ın gücü ile itibarını epey zayıflatmıştı. Bu bakımdan 1080'li yıllarda hutbe, yeniden Abbasi halifesi ile Melikşah adına okunmaya başlandığı gibi, Mısır halifelerinin Kabe kapısına yazılmış olan adları da silindi. Ancak Mısır'ın sürekli olarak Haremeyn'e müdahale edebileceği düşüncesiyle Sultan Melikşah, Bağdat'ta iken, Hicaz'ın tam manası ile kontrol altına alınmasını isteyerek Gevherayin, Çubuk ve Törşek'i Hicaz seferine memur etti.
Sadüddevle Gevherayin ve Törşek komutasındaki Selçuklu ordusuna, Hac emiri olan Kutlug'un yakınlarından Yarınkuş da katıldı. Bunlar Hicaz'a gelerek, mevcut Selçuklu hakimiyetini kuvvetlendirdiler. Ancak ordu ve komutanların bir kısım aşırı hareketleri, Şerif Ebu Haşim'in şikayetlerine sebep oldu. Selçuklu ordusu Hicaz'dan Yemen'e geçti. Aden'e gelişinin yedinci gününde, yakalandığı çiçek hastalığından kurtulamayan Törşek burada öldü. Ordunun sevk ve idaresini Yarınkuş aldı ve bütün Yemen kısa sürede Selçuklu İmparatorluğu'na bağlandı (1092).
bl Sultan Melikşah'ın Son Günleri:
Selçuklu İmparatorluğu, Sultan Melikşah zamanında büyük bir ihtişama erişmişti. Bu yükselmede vezir Nizamü'l-Mülk'ün de büyük emeği vardı. Ancak ihtiyarlayan vezirin rakip ve düşmanları, haklı haksız tenkitlerle onu Sultan Melikşah'ın gözünden düşürmeye çalışmaktaydılar. Nizamü'l-Mülk'e rakip olan Tacü'l-Mülk Ebu'l-Ganaim sultanın karısı Terken Hatun'un veziri idi.
Gerek Terken Hatun ve gerekse Ebu'l-Ganaim, hükümet işlerinde Nizamü'l-Mülk'ü tenkit ettikleri gibi, onu yakınlarına çıkar sağlamakla da suçluyorlardı. Filhakika vezirin oğulları, torunları, damatları ve hatta azatlı köleleri imparatorluğun değişik bölgelerinde yüksek devlet memuriyetlerini işgal etmişler ve büyük servetlere sahip oldukları gibi şımarık davranışlara da girmişlerdi. Bunlardan Merv valisi olan Nizamü'l-Mülk'ün oğlu Osman, Sultan Melikşah'ın yakını Emir Kavdan'a tahakkümde bulunmak cesaretini dahi göstermişti. İşte bu hadiselere, vezire yapılan ağır tenkitler de eklenince, Melikşah ile Nizamü'l-Mülk arasında bir gerginlik meydana geldi.
Nitekim Sultan Melikşah, ihtiyar vezirine gönderdiği mektubunda:
“Sen benim devletimi ve memleketimi istila eyledin; evlatlarına ve damatlarına verdin. Bunlar benim adamlarıma saygı göstermiyor, halka zulmediyor, sen de bunları tedip etmiyorsun. İster misin ki vezirlik divitini elinden, sarığını başından alayım ve halkı tahakkümünüzden kurtarayım” diye tehdit ediyordu. Vezir verdiği cevapta, sultana yaptığı hizmetleri belirttikten sonra:
“Devlete benim de ortak olduğumu bilmiyor musun? Bu vezirlik diviti ve sarık, senin tacın ile o derece alakalıdır ki, diviti aldıktan sonra taç da kalmaz, gider” ifadesi ile adeta küstahlaşmıştı.
Sultan Melikşah, vezirinin bu davranışı karşısında onu azletmeden Bağdat'ı terketti. Nizamü'l-Mülk de sultanın peşinden yola çıktı. Ancak yolda Nizamü'l- Mülk, bir arzuhal vermeyi bahane ederek huzuruna gelen bir Batıni fedaisi tarafından hançerlenerek öldürüldü. Ancak bazı kaynaklar, sultanın veziri hakkında tedbir aldığını yazarlarsa da bazı kaynaklar, Melikşah'ın bu olaya çok üzüldüğünü kaydederler. Nizamü'l-Mülk'ün yerine vezirliğe Ebu'l- Ganaim tayin edildi. Bu arada birçok yüksek devlet memurlarının tayinleri yeniden yapılıp, eski vezirin adamları tasfiye edildi.
Nizamü'l-Mülk'ün öldürülmesi, Ebu'l-Ganaim'e yaradığı gibi bundan Terken Hatun da istifade ederek Berkyaruk'un yerine kendi oğlu Mahmud'u veliaht tayin ettirdi. Ortaya çıkan dedikodular arasında sultanın kızı ve halifenin karısı Mehmelek Hatun'dan doğan Cafer'in veliaht tayin edileceği meselesi de olunca, Melikşah ile halife arasında bir gerginlik başgösterdi. Sultan, Halife Muktedi'ye Bağdat'ı terketmesini bildirdi. Halifenin sultandan on gün müsaade talep etmesini uygun bulan sultan, verilen izinin dolmasına bir gün kala zehirlenerek öldü.. Onun bu şüpheli ölümü hakkında kaynaklarda değişik rivayetler mevcuttur. el-Bundan:
«Melikşah ava çıkmıştı, ... av etini çok yediğinden yakıcı sıtmaya yalandı, ayın onaltısında vefat etti. Onun ölümü ile devletin beli kırıldı. O günlerde Melikşah ile halife arasında tatsızlık vardı. ki, bazı kötü düşünceli kişiler sultanın ölümünü bu tatsızlığa atfettiler.
İbnü'l-Esir:
«Sultan, av eti yiyip hummaya yakalandı ve kan aldırdı. Fakat yeteri kadar kan alınamadığı için hastalığı ağırlaştı. Hastalığı ateşli humma idi. 15 Şevval (18-19 Kasım 1092) Cuma günü vefat etti» derken Ermeni tarihçi Urfalı Mateos :
«Aynı yılda (1092), herkesin babası ve bütün insanlara karşı merhametli ve iyi niyet sahibi bir zat olan büyük Sultan Melikşah öldü. o, Bağdat şehrinde, Semerkand sultanının kızı olan karısı tarafından ihanetle öldürülmüştür. O, bu muhterem zata zehir içirip en büyük hükümdarın canına kıydı» demektedir. Bunların yanısıra Süryani Ebu'l-F'erec ise :
«Sultan şiddetli ve yakıcı bir hummaya tutularak öldü. Denildiğine göre kölesi Hurdik, ona zehir içirmişti» şeklinde kaydetmektedir.
Kaynakların naklettiklerine ve olayların gelişmesine bakıldığında, sultanın kim tarafından düzenlendiği açıklık kazanmasa dahi, bir suikaste kurban gittiği anlaşılmaktadır. Melikşah'ın naaşı İsfehan'a götürülerek burada defnolundu.
Melikşah adaletli, din ve mezhep farkı gözetmeksizin herkese şefkatli davranan bir sultandı. Edebiyata düşkün olup şiiri sever, şair ve alimleri himaye ederdi. Yaptırdığı medreseler, Bağdat ve İsfehan'da inşa ettirdiği rasathaneler ile ilme hizmet etmiş bir kişiydi. Bu rasathanelerde devrin büyük riyaziye ve heyet (astronomi) alimleri olan Ömer Hayyam, Meymun en-Necib el-Vasıti ve Ebu'l-Muzaffer İsfizari rasat işlerini tetkike memur edilmişti. Buralarda yapılan gözlemlerin bir neticesi olarak, yeni bir takvim vücuda getirilmiş ve Melikşah'ın Celaleddin lakabına nisbetle buna Celali takvimi denilmişti.
Sultan Melikşah zamanında Selçuklu İmparatorluğu iktisadi yükselişin zirvesinde idi. Ülkenin dört bir tarafında dolaşan ticaret kervanları, askeri muhafızlar tarafından korunur, herhangi bir zarar meydana gelirse bu devlet hazinesinden tazmin edilirdi. Onun zamanında merkezi eyaletlerin devlete ödediği vergi miktarı, ikiyüzonmilyon dinara (altın para) yükselmişti. Saray hazinesinin (Hazine-i Has) bütçesi ise yirmimilyon dinar idi. Bu gelir ile orantılı olarak kuvvetli bir ordu besleniyordu. Melikşah'ın ordusunun sayısının dörtyüzbin'e ulaştığı, merkezi kuvvetlerin ise kırkaltıbin askerden mürekkep olduğu kaynaklarda kayıtlıdır.
Selçuklu sultanları arasında çok mümtaz bir yere sahip olan Melikşah, Çin hududundan Yemen'e kadar olan memleketleri fethetmesinden dolayı haklı olarak Ebu'l-Feth lakabı ile tanınmıştır. Onun ayrıca Sultanü'l- Alem, Sultan-ı Azam, Sultanü'l-Muazzam, Celaleddin ve Sultanü'l-Adil gibi lakap ve ünvanları da vardı.
el Sultan Melikşah'ın Ölümünden Sonra Selçuklu Devleti:
Çin hududundan Yemen'e kadar uzanan çok geniş topraklara sahip olan Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Sultan Melikşah'ın ölümünden sonra çıkan saltanat mücadeleleri ile sarsıntıya uğramış ve uzun bir süre bu sarsıntının tesirinden kurtulamamıştır.
Melikşah öldüğü sıralarda ondört yaşında bulunan oğlu Berkyaruk'un sultan olması beklenirken, sultanın karısı Terken Hatun henüz beş yaşında olan öz oğlu Mahmud'u sultan yapmak hevesine kapıldı. Bu maksatla da hazinenin kapısını açarak ordu ve devlet mensuplarına büyük ikramlarda bulundu. O, bu cömertçe davranışı sayesinde onikibin kişilik bir ordu kurmaya muvaffak oldu. Başta devrin meşhur alimi Gazali olmak üzere bir kısım ilim adamları Mahmud'un yaşının çok küçük olduğunu, bu bakımdan sultanlığının caiz olmayacağını belirtmelerine rağmen Terken Hatun, Halife el-Muktedi'ye baş vurarak oğlu Mahmud'un adının hutbede okunmasını sağladı. Böylece Melikşah'ın ölümünden altı gün sonra 26 Kasım 1092 de Mahmud sultan ilan edildi. Onun sultanlığını kuvvetlendirmek isteyen Terken Hatun, komutanlarından Kürboğa'yı Berkyaruk'u yakalamak üzere İsfehan'a gönderdi. Ayrıca kendisi de herhangi bir direniş hasıl olmasın diye ayrı bir ordu ile yola çıktı. Bir kısım ordu mensupları ile halk Berkyaruk'u tutmakta idiler. Bunların arasında bilhassa eski Vezir Nizamü'l-Mülk'ün adamları Berkyaruk'u Rey şehrine kaçırdılar. üstelik bununla da iktifa etmeyerek onu sultan ilan ettiler. Bu durumda İsfehan'a gelmekte olan ordunun bir kısmı Rey şehrine yöneldi. Lakin bu ordu içindeki Berkyaruk'u tutan komutanlar, emirlerindeki askerleri ile Berkyaruk tarafına geçince, Burucerd yakınlarında yapılan muharebeyi Terken Hatun kuvvetleri kaybetti. Bu mağlubiyet üzerine Terken Hatun, Melikşah'ın amcazadesi ve Yakuti'nin oğlu olan Gence meliki İsmail'e haber göndererek ona evlenme ve saltanatta ortaklık teklif etti. Bu teklifi cazip bulan İsmail, dayısı olmasına rağmen Berkyaruk üzerine sefere çıkmada tereddüt etmedi. Fakat onun Terken Hatun ile evlenmesini hoş karşılamayan bir kısım askerin Berkyaruk tarafına geçmesi, onun kuvvetinin azalmasına ve Kerec yakınlarında girdiği muharebeyi kaybetmesine sebep oldu. Kendi kuvvetlerince de desteklenen İsmail'in mağlup olup İsfehan'a çekilmesi, Terken Hatun'un cesaret ve azmini kırmadı. O, bu sefer, Suriye'de sultanlığını ilan etmiş olan Melikşah'ın kardeşi Tacüddevle Tutuş'a evlenme teklif ederek İsfehan'a çağırdı.
Bu sıralarda Tutuş, Halep valisi Kasımüddevle Aksungur'a, Antakya valisi Yağısıyan'a ve Urfa valisi Bozan'a birer mektup yazarak; «Sultan Melikşah'ın ölümü üzerine sultanlığını ilan ettiğini, bu sebeple de onun hakim olduğu ülkelerde bu kez kendisinin hakim olmasını sağlamak için, kendisine itaat ile emirlerindeki kuvvetleriyle katılmalarını bildirdi. Aksungur, daha önceki münasebetlerinde Tutuş'a kırılmış olmasına rağmen, itirazda bulunmak cesaretini gösteremeyip itaatini arzetti. Yağısıyan ile Bozan da Tutuş'a bağlılıklarını arzedip kendi bölgelerinde onun adına hutbe okutmaya başladılar. Melikşah'ın bu üç ünlü eski komutanının kendisine katılmalarından kuvvet alan Tacüddevle Tutuş, yanında Aksungur ve Yağısıyan olduğu halde o zaman Ukayloğulları'nın yönetiminde bulunan Rahbe önlerine vardı. Rahbe müdafileri böylesine kuvvetli bir orduya dayanamayacaklarını gördüklerinden eman ile teslim oldular. Rahbe'yi Fırat nehrinin sol kıyısında bulunan Rakka'nın aynı şekilde teslim alınması takip etti. Tutuş bu iki şehir halkına adil hükümdarlara yakışır tarzda davranıp, halkına ihsanlarda bulundu. Bu sırada, daha önce itaatini arzetmiş olan Urfa valisi Bozan, askeri ile Tutuş'a katıldı. İyice kuvvetlenen Tutuş, Nusaybin üzerine yürüdü. Nusaybin valisi büyük bir telaş içerisinde, kendi karargahının durumunu dahi iyi ölçmeden Tutuş'un huzuruna varıp itaat arzetti. Lakin vali ile şehre gelindiğinde bir kısım askerin direnişi ile karşılaşıldı. Buna hiddetlenen Tutuş, şiddetli bir taarruz ile Nusaybin'e girdi. Direnişte bulunan yirmi kadar Arap emiri, askerleriyle birlikte kılıçtan geçirildi.
Nusaybin'den sonra Tutuş, buraya oldukça yakın fakat büyük bir merkez olan Musul'a geldi. Şehir hakimi İbrahim b. Kureyş'e haber yollayıp hakimiyetini tanımasını ve adına hutbe okunmasını istedi İbrahim, Tutuş'un bu isteğini bir taraftan reddederken, bir taraftan da şehir dışında muharebe vaziyeti aldı. Musul yakınlarındaki el-Mudayya'da iki taraf, şiddetli bir muharebeye tutuştular. Muharebe esnasında Aksungur'un adamlarıyla İbrahim'in karargahına ani hücumda bulunması, Arap ordusunun panik içerisinde dağılmasına ve İbrahim'in yenilmesine sebep oldu. Musul'un direnecek başka bir kuvveti olmadığından, şehrin kapıları muzaffer Tutuş'a açıldı.
Kısa bir süre içinde Rahbe, Rakka, Nusaybin ve Musul gibi merkezleri ele geçiren Tutuş, kendisini bu zaferlerden sonra Büyük Sultan olarak Bağdat ondan adının hutbede okutulmasını istedi. Biemrillah tedbirli davranarak, hutbeyi okutabilmesi için; Tutuş'un, Horasan ve Maşrık'ta hükümran olarak İslam alemine hakim kardeş çocuklarından hiç birisinin taht müddeisi olarak çıkıp kendisine muhalefet etmemesi, İsfehan'daki imparatorluk hazinesine sahip olması, gerektiğini ileri sürerek, Tutuş' un isteğini reddetti. Bu durumda Tutuş, İsfehan üzerine yürüyüp Büyük Selçuklu payitahtını ele geçirmek harekete Bu maksatla evvela Diyarbekir'e gelince başta Amid (Diyarbekir) olmak Meyyafarikin, Rabiye Tutuş'a itaatini arzettiler.
Tutuş Diyarbekir bölgesi şehir ve kendi adamlarını tayin ettikten sonra Azerbaycan yönüne hareket etti. Yolu üzerindeki bütün şehir ve kaleler Tutuş'u sultan olarak kabul etmekte tereddüt etmediler.
Tacüddevle Tutuş, büyük sultan tavrı ile doğru ilerlerken Berkyaruk boş durmamış, Rey ve Hemedan gibi bir çok yeri kendi hükümranlığına alarak kuvvetini her gün artmıştı.
Neticede İsfehan'a gittikçe yaklaştıklarında Berkyaruk Rey civarında bulunuyordu. Selçuklu tahtını elde etmek için amcası yenebilecek kadar kuvvet toplaması esasında geldiği sıra babasının beyleri Berkyaruk tarafını tercihe cezbettirmişti. Nitekim Aksungur, Urfa valisi Bozan'a; “Biz bu adama (Tutuş'a) efendimiz (Melikşah)'ın çocuklarının neler yapacağını görmek ve beklemek maksadı ile itaat arzetmiştik, şimdi ise sultanın oğlu (taht iddiasıyla) ortaya çıktı. Biz şimdi onun safına geçmek istiyoruz” diyerek Bozan'ı Tutuş'tan ayrılmaya ikna etti. Bu iki ünlü komutan, gece kuvvetleriyle beraber Berkyaruk'un ordusuna katıldılar. Böyle bir durumda zayıf kalıp muharebeyi göze alamayan Tutuş, Suriye'ye dönmek zorunda kaldı. Bir kısım kuvvetlerini el-Cezire'de bırakan Tutuş, kendisine sadık kalan Yağısıyan ile birlikte Antakya'ya geldi. Bozan ise Berkyaruk'un iltifatına mazhar olduktan sonra, onun verdiği muhafızlar ile birlikte valisi bulundukları şehirlere döndüler.
- SULTAN BERKYARUK (1094-1105)
Sultan Olması ve Tutuş ile Mücadelesi:
Tacüddevle Tutuş'un Rey civarında muharebe meydanından çekilip Suriye'ye dönmesi ile saltanat iddiası çok kuvvetlenen Berkyaruk, sultanlığını İslam aleminde de meşru kılmak maksadı ile Ocak 1094'de Bağdat'a gelerek halifeden adının hutbeye konulmasını istedi. Halife el-Muktedi Biemrillah, Berkyaruk'un son muvaffakiyetini göz önünde bulundurarak adını hutbeye koydurmak zorunda kaldı ve ona Rükneddin lakabını verdi. Ona tevdi ettiği hil'atları veziri Amidüddevle b. Cüheyr götürdü. Hil'atları giyen genç Berkyaruk'un halifece sultanlığının tasdik edilmesine dair menşur, tevki (tuğra) çekilmesi için halifeye arzedildi. Halife bu tasdik işlerini tamamladıktan hemen sonra, sekte-i kalpten ansızın vefat etti.
Sultan Melikşah'ın bir suikast neticesinde ölümünden sonra, onun küçük oğlu Mahmud'un sultan olmasını beklediği bilinen el-Muktedi Biemrillah'ın yerine oğlu el-Mustazhır Billah halife ilan edildi. Bu zat, babasının onayladığı saltanat menşurunu Berkyaruk'a yolladı.
Bağdat'ta Berkyaruk'un halife tarafından sultanlığının tasdik edildiği sıralarda Tacüddevle Tutuş, yeni kuvvetler tedarik etmek maksadıyla Dımaşk'a gelmiş ve buradan temin ettiği yeni kuvvetler ile Halep ve çevresine yağma akınları düzenlemişti. Tutuş'un Halep yakınlarında olduğu haberini alan Halep valisi Kasımüddevle Aksungur, o sıralarda Bağdat'ta bulunan Sultan Berkyaruk'a başvurarak yardım talebinde bulundu.
Sultan Berkyaruk, Urfa valisi Bozan, yanındaki emirlerden Kürboğa ve Abakoğlu Yusuf'a, vakit geçirmeden Aksungur'a yardıma gitmelerini emretti. Bu emirleri yanına alan Aksungur, Tutuş'un üzerine yürüyerek onunla Tellu's-Sultan yakınlarındaki Nehr Sebin'de muharebeye tutuştu (28 Nisan 1094). Ancak Bozan ile Kürboğa, taarruza geçmeyerek bulundukları yerde bir süre beklemeyi uygun gördüler. Çok çetin bir çarpışmadan sonra yalnız kalmış olan Aksungur mağlup ve esir oldu. Tutuş, huzuruna getirilen Aksungur'a; «Eğer sen beni mağlup etseydin ne yapardın?» diye sorunca, o da; öldürürdüm cevabını verdi. Bunun üzerine Tutuş; «Ben de seni senin bana vermek istediğin cezaya mahkum ediyorum» diyerek, bu mümtaz komutanı öldürttü. Emir Bozan ile Emir Kürboğa, Haleb'e çekildiler ve şehri Tutuş'a karşı müdafaaya geçtiler. Lakin Kalatü'ş -Şerif'te oturanlar Tutuş'a yardım edip onun Haleb'e girmesine ve Bozan ile Kürboğa'yı esir almasına yardımcı oldular.
Haleb'i ele geçiren Tutuş, esiri Bozan ile birlikte Harran ve Urfa'ya gelerek buradaki müdafilerin teslim olmalarını istedi. Tutuş'un bu isteğine müspet cevap verilmemesi, sultanlık peşinde koşan Tutuş'u oldukça kızdırdı. Urfa valisi olup da yanında esir bulunan Emir Bozan'ı öldürten Tutuş, onun başını Urfa ve Harran'a yolladı. Gerek bu dehşetten ürken, gerekse dayanma güçleri zayıf olan halk ve müdafiler teslim oldular. Urfa'yı ele geçirdikten sonra el-Cezire'ye geçen Tutuş'a bölge halkı itaatini arzetmek zorunda kaldı. Tutuş harekatına devamla Hemedan yakınlarına kadar ilerlediği bir sırada Terken Hatun'un öldürüldüğü haberini aldı. Saltanat ihtirası ile yanan bu kadının aşırı davranışları, yakın çevresi tarafından da tasvip edilmediğinden, o odasında perde kaytanı ile boğdurulmuştu. Terken Hatun'un ölümü üzerine, ona bağlı askerlerin bir kısmı Berkyaruk'u, bir kısmı ise Tutuş'u desteklemeye başladılar. Kendisine katılan bu yeni kuvvetler ile ordu mevcudunu ellibin askere kadar çıkaran Tutuş, Türkmen beylerinden Abakoğlu Yakub'u, yanında bin kadar süvari olduğu halde İsfehan istikametine gitmekte olan Berkyaruk üzerine yolladı. Abakoğlu Yakub, düzenlediği bir baskın ile Sultan Berkyaruk'u mağlup edip, bütün mal ve ağırlıklarını yağmaladı. Bu mağlubiyet haberi Bağdat'a ulaşınca yeni halife, Tutuş'un adını hutbede okutmaya başladı. Berkyaruk, yanına Emir Porsuk, Emir Gümüştegin Candar gibi kendisine sadık bir-iki adamıyla perişan bir şekilde İsfehan'a geldi. Ancak İsfehan'a hakim olan Mahmud'un adamları evvela onu şehre almak istemedilerse de daha sonra yakalayıp hapsettiler. Hatta gözlerine mil çekip sultanlık iddiasını tamamen ortadan kaldırmak istediler. Lakin Melik Mahmud'un aniden çiçek hastalığına yakalanıp durumunun ciddi şekilde ağırlaşması üzerine emirler bir süre beklemeyi uygun gördüler. Nitekim 1094 yılı Ekim ayı sonlarında Mahmud öldü. Talihi bir anda değişen Berkyaruk'un, bir süre önce gözüne mil çekip, saltanatına son vermek isteyen emirler, şimdi onun sultanlığını tanıyorlardı.
Bu sıralarda Tutuş Hemedan'a gelmişti. Hemedan valisi Ahur'un direnmesi karşısında burayı almaktan vazgeçen Tutuş, daha sonra mallarını yağma için kendisini takip eden Emir Ahur'u yendi ve onun talebi üzerine kendi ordusuna katılmasına müsaade ettiği gibi Hemedan'a da sahip oldu.
Tutuş'un hizmetine giren Hemedan valisi Emir Ahur, ona büyük bir tören düzenlemek ve bu husustaki ihtiyaçlarını temin için izin alarak Hemedan'dan ayrılıp İsfehan'a gitti ve Sultan Berkyaruk'a, Tutuş'un faaliyet ve planları hakkında bilgi verdi. Bunu duyan Tutuş, süratle Rey şehrine gelip burayı ele geçirdi. Ayrıca Rey şehrinden İsfehan'da bulunan devlet erkanı ile komutanlara mektuplar yazıp, kendi tarafına dönmeleri halinde büyük ihsanlarda bulunacağını vaat etti. Devlet erkanı, bu sıralarda çiçek hastalığından muzdarip olan Berkyaruk'un iyileşmesini beklemekte, her ihtimale karşı Tutuş'u kırmamaya dikkat ederek onu oyalamaktaydılar.
Berkyaruk'un tamamen iyileşmesi üzerine ona; “aramızda kılıçtan başka bir şey kalmamıştır” diyerek tuttukları tarafı açıkça ortaya koydular. Irak ve Horasan'dan gelen askerlerle ordu mevcudunu otuzbine çıkaran Berkyaruk, Rey'e doğru harekete geçti. Tutuş ise, yeni ele geçirdiği Rey şehrinin halkına güvenemediğinden, Berkyaruk'u şehre atmış kilometre kadar bir mesafede bulunan Daşilu (Taşlı) köyü yakınlarındaki bir düzlükte karşıladı.
İki taraf 26 Şubat 1095'de şiddetli bir muharebeye tutuştular. Berkyaruk, babası Melikşah'ın bayrağını çekmişti. Bunu gören bir kısım asker, Berkyaruk'un saflarına geçtiler. Tutuş'un komutanlarından Yağısıyan beklediği pusudan çıkmadı. Yalnız kalan Tutuş, büyük bir gayret göstermesine rağmen, Berkyaruk kuvvetlerince sarıldı. Daha önce oğlu, gözleri önünde Tutuş tarafından öldürülmüş olan Bekçur adlı bir emir, Tutuş'un atını yaralayarak onu attan düşürdü. Asker yere düşmüş olan Tutuş'a yaklaşıp kılıç vurmaktan çekiniyordu. Fakat Tutuş'a karşı öç alma hırsında olan Sungurca adlı bir emir hiçbir tereddüt göstermeden Tacüddevle Tutuş'un başını gövdesinden ayırdı. Mağlup olan Tutuş'un oğlu Dukak, yüz kadar atlı ile kaçmayı başardıysa da atabegi Tuğtekin gibi birçok komutan ve asker esir edildi. Tutuş'un başı, Sultan Berkyaruk'a getirildi. Akabinde de Bağdat'a gönderilip teşhir edildikten sonra Hazainü'r-Rüus (Başlar Hazinesi) 'a konuldu, cesedi ise babası Alparslan'ın Merv'deki türbesine gömüldü.
Devrindeki. Olaylar:
a) Arslan Argun'un İsyanı:
Arslan Argun, kardeşi Melikşah'ın zamanında Horasan'da yedibin dinarlık ıkta sahibi idi. Melikşah öldüğü sıralarda da onun yanında Bağdat'ta bulunuyordu. Arslan Argun Bağdat'tan ayrıldıktan sonra devletin içinde bulunduğu saltanat mücadelesinden de istifade ile Belh, Tirmiz, Nişapur ve Horasan'a hakim oldu. Bu başarısından güç alan Argun, Sultan Berkyaruk ile veziri Müeyyedülmülk'e haber göndererek, Nişapur hariç Horasan'ı dedesi Çağrı Bey Davud'un hakimiyetindeki haliyle kendisine verilmesini istedi. Ayrıca pek çok mal göndereceğini ve saltanat için kendisiyle mücadele etmeyeceğini vaat etti. Sultan Berkyaruk, bu sıralarda amcası Tutuş ve kardeşi Mahmud ile meşgul olduğundan Argun'a karşı bir tepki gösteremedi. Fakat rakiplerini bertaraf ettikten sonra amcası Arslan Argun üzerine diğer amcası Böripars'ı gönderdi.
Arslan Argun mağlup olup Belh şehrine çekildi. Lakin buradan büyük bir ordu toplayıp yeniden Merv'e yürüdü (1095) . Herat'ta bulunan Böripars, bunu duyunca, harekete geçerek Argun ile muharebeye girdi. Argun, Böripars'ı yendiği gibi onu esir alıp bir yıl kadar Tirmiz'de hapsettikten sonra öldürttü. Böripars'ı mağlup ve esir eden Arslan Argun Mervu'ş-Şahcan, Serahs, Külhendiz-i Nisabur, Şehristan gibi Horasan şehirlerinin surlarını tahrip etti. Arslan Argun'un bu tarz hareketlerini cezasız bırakmak istemeyen Sultan Berkyaruk, kardeşi Melik Sencer'in komutasındaki bir orduyu Horasan'a gönderdi. Emir Kamac'ı Sencer'e atabeg, Ebu'l-Feth Ali b. el Hüseyin et-Tuğrai'yi de vezir tayin etmişti. Bunlar Damgan'a varınca, Arslan Argun'un bir köle tarafından öldürüldüğünü duydular ve Melik Sencer'in kendilerine katılmasına kadar orada beklediler. Daha sonra 20 Nisan 1097'de Nişapur'a gelerek şehri kan dökmeden ele geçirdiler. Nişapur'dan sonra diğer Horasan şehirleri itaat altına alındı. Arslan Argun'un oğlu Toharistan dağlarına kaçmıştı. Sultan Berkyaruk bu meliki affetti, o da gelip teslim oldu.
Arslan Argun meselesini halleden Sultan Berkyaruk kardeşi Sencer'i merkezi Merv olmak üzere Horasan meliki tayin etti. Harezm eyaletine Kun (Kıpçak) aslından gelen Koçkar oğlu Ekinci'yi, Musul'a da Kürboğa'yı vali olarak gönderdi. Böylece saltanat mücadeleleri ile sarsılan Selçuklu İmparatorluğu'nun birliği yeniden sağlandı.
b) I. Haçlı Ordusunun Suriye'ye Gelişi:
Tacüddevle Tutuş'un ölümünden sonra oğullarından Rıdvan Halep'te, Dukak ise Dımaşk'ta birer meliklik kurmuşlardı. Her iki meliklik de Sultan Berkyaruk'un yüksek hakimiyetini tanımakta idi. Rıdvan, kardeşi Dukak'ın merkezi Dımaşk olmak üzere Güney Suriye'ye hakim olmasını kabul etmediğinden, onun üzerine yanında Antakya emiri Yağısıyan ile Artukoğulları'ndan Emir Sökmen olduğu halde sefere çıkmıştı. Şeyzer'e yaklaştıklarında, kalabalık bir Haçlı ordusunun Suriye'ye yaklaşmakta olduğu haberi geldi. Böyle bir durumda seferi yarıda kesen Rıdvan Haleb'e, Yağısıyan ise Antakya'ya döndü.
Yağısıyan Antakya'ya döner dönmez, bir taraftan şehrin surlarını tahkim ettirmeye çalışırken, bir taraftan da Sultan Berkyaruk, civardaki beylerden yardım istedi. Haçlılar 20 Ekim 1097'de Antakya'yı kuşatmaya başladılar. Yağısıyan'ın yardım çağrısına ilk cevap veren Melik Dukak oldu. Melik Dukak, Dımaşk kuvvetleri ile Antakya'ya doğru ilerlerken yolda karşılaştığı Haçlı kuvvetleriyle giriştiği muharebeden bir sonuç alamayarak Dımaşk'a dönmek zorunda kaldı. Melik Dukak'dan sonra ağabeyi Halep meliki Rıdvan da Antakya yakınlarında Kont Bohemond ile yaptığı muharebeyi kaybederek geri çekildi.
Diğer taraftan 1098 yılı Ocak ayı içinde Haçlı ordusunun ünlü kişilerinden Baudouin de Boulogne Tell-Başir'de bulunduğu bir sırada, Urfa'dan gelen bir heyet tarafından Urfa'ya davet edildi. Urfalılar Baudouin'den şehirlerini Türkler'e karşı korumasını rica ediyorlardı. Bu talep üzerine 6 Şubat'ta Urfa'ya gelen Baudouin, 10 Mart 1098'de Urfa kontluğunu fiilen kurdu.
Büyük Selçuklu sultanı Berkyaruk, beliren Haçlı tehlikesini bertaraf etmesi için Musul emiri Kürboğa'yı el-Cezire kuvvetleriyle birlikte Suriye'ye gönderdi. Ancak bu emir, ağır davranarak Nisan 1098'de Musul'dan harekete geçmiş, muhasara altındaki Antakya'ya gideceğine, bir süre önce Kont Baudouin'in hakimiyetine girmiş olan Urfa'yı kuşatmıştır. 4-25 Mayıs tarihleri arasında devam eden Urfa kuşatmasından bir netice alamayan Kürboğa, haçlıların şehre girişlerinden bir gün sonra Antakya önlerine geldi (4 Haziran 1098). Kürboğa'nın emrindeki Selçuklu ordusu, önce şehrin dağ tarafındaki kısmında konakladı ve Firuz adlı bir Ermeninin yardımı ile şehre giren Haçlıları dört bir yandan muhasara altına aldı. Haçlı ordusunun Antakya'ya girdiği sıralarda, bir kısım kuvvetle şehirden çıkıp Selçuklu ordusuna katılmak isteyen Yağısıyan yolda ölünce, hala direnmekte olan Antakya iç kalesinin müdafaası oğlu Şemsüddevle'nin elinde kaldı. Onun Kürboğa'ya bağlılığını arzetmesine rağmen Kürboğa, komutanlarından Ahmed b. Mervan'ı yollayarak onu iç kaleyi müdafaa ile vazifelendirdi. Gerek dışarıdan kendisinin, gerekse içeriden Ahmed b. Mervan'ın hücumlarıyla Haçlılar çok müşkil durumlara düştüler. Üstelik şehir içinde yiyecek de kalmamıştı. Haçlılar bütün malzemelerini alarak şehri terketmek istediklerini bildirdilerse de kendisinden son derece emin olan Kürboğa bu teklifi reddetti.
İslam kaynaklarındaki kayıtlardan anlaşıldığına göre, bu Selçuklu komutanı, 'yanındaki melik ve emirleri hor görüyor, onların görüşlerine değer vermiyordu. Hatta Selçuklu hanedanı soyundan gelen Melik Dukak'a dahi itibar etmez olmuştu. Onun bu davranışları, bilhassa Suriye birliklerini tedirgin etti. Bu gibi endişeleri diğer beyler de duymaktaydılar. İşte Selçuklu ordusundaki beyler arasında bu huzursuzluk başgösterdiği sıralarda, Haçlı ordusunun maneviyatını yükseltici, Hz. İsa'nın mızrağının bulunması şayiası yayıldı. Bunun üzerine manevi kuvvetle techiz edilmiş olan Haçlı, ordusu, 28 Haziran günü sur dışına çıkmaya ve Selçuklu ordusu ile savaşmaya hazırlandı. Gurup gurup çıkan Haçlı birlikleri Hugue, Robert de Flandre, Dük Crodefroi ve Tankred gibi komutanlar tarafından idare ediliyordu. Bohemond ise başkomutanlığı ele almıştı. Kısım kısım çıkış hareketi yapan Haçlılar üzerine hücum edilmesi gerektiğini belirten beylere kulak asmayan Kürboğa, sonunda ağır bir yenilgiye uğradı. Bazı İslam kaynakları, bir kısım Selçuklu beylerinin, Kürboğa'ya olan kızgınlıkları dolayısıyla savaşa katılmadıklarını ve Türkmen kıtalarının çekilip gittiklerini yazmaktadırlar.
Karargahını ve ordu ağırlıklarını ordugahta terk ederek çekilen Kürboğa, Haleb'e güçlükle varabildi. Buradan aldığı bir muhafız birliği ile Musul'a döndü.
Antakya'yı 3 Haziran 1098'de ele geçiren Haçlılar, 1l Aralık 1098' de Maarratü'n-Numan'ı, 22 Ocak 1099'da Rafeniye'yi, 28 Ocak'da Hısnu'l-Ekrad'l, 17 Şubat'ta Antartus (Tortosa)'u takiben Marakiye ile Remle'yi zaptedip, 15 Temmuz 1099'da Kudüs'ü ele geçirerek burada Kudüs Haçlı Krallığı'nı kurdular. Gerçi Haçlılar'ın Akdeniz'in doğu sahilinde ele geçirdikleri birçok Kudüs gibi,,Fatımi devletinin hakimiyet sahası içinde bulunmaktaysa da, çok müslüman kanının dökülmesi ve ileride Türkler'e birçok gaileler açması bakımından, Selçuklu devletinin siyasi meseleleri yönünden çok ehemmiyetli idi.
c) Muhammed Tapar'ın İsyanı:
Sultan Berkyaruk, Haçlılar ile mücadeleye girdiği sırada, Gence melikliğine tayin etmiş olduğu baba bir, anne ayrı kardeşi Tapar saltanat iddiasıyla 1099'da isyan etti. Kendilerini Sultan Berkyaruk'a karşı uzak hisseden Terken Hatun'un adamlarından bir kısım komutan onu desteklemekteydi. Tapar, işe evvela Berkyaruk'un kendisine atabeg tayin ettiği Kutlugtekin'i öldürmekle başladı. Daha sonra Gence'nin de dahil bulunduğu Arran eyaletini ve ona bağlı yerleri istila etti. Kardeşinin bu isyanını bastırmak ve ona gereken dersi vermek isteyen Sultan Berkyaruk, Hemedan civarındaki Sefid-Rud (Aknehir) 'da kardeşini yakaladı.
Tapar'ın yanında yaklaşık yirmibin savaşçı vardı. Kendisi muharebe meydanında Emir Sermez ile merkezde bulunuyor, sağ tarafında (Meymene) Emir Ahur ve oğlu Ayaz, sol tarafında (Meysere) da Müeyyedülmülk yer alıyorlardı. Karşı tarafta ise, merkezde Sultan Berkyaruk ile veziri el-Eazz Ebu'l-Mehasin, sağında Gevherayin b. Sadaka, solunda Kürboğa bulunmaktaydı. Muharebenin başlangıcında Berkyaruk'un kuvvetleri, Tapar'ın karargahına kadar girdilerse de, sonunda Berkyaruk mağlup olup çekilmek zorunda kaldı.
Berkyaruk'un veziri Ebu'l-Mehasin bu muharebede esir düştü. Tapar, ona iyi davranıp kendi adına Bağdat amidliğine tayin etti. Ayrıca zaferini halifeye bildirmesi ve halifeden adına hutbe okutulmasını ondan istedi. Bağdat'a gelen Ebu'l-Mehasin, meseleyi halifeye arzedip Tapar'ın adının hutbede okunmasını sağladı (25 Mayıs 1100).
Sultan Berkyaruk, kardeşi Tapar karşısında mağlup olup yanındaki elli kadar süvari ile Rey'e doğru çekildi. Bu arada imparatorluğun dört bir yanında bulunan kendisine bağlı beylere mektuplar yazarak yardıma gelmelerini istedi. Bu sayede yanında ellibine varan bir kuvvet topladı ve kardeşi Tapar'ı Hemedan civarında ciddi bir bozguna uğrattı. Tapar kendisi gibi bir cariyeden doğan öz kardeşi Sencer'in yanına kaçtı. Berkyaruk bu zafer üzerine yüzbine yaklaşan ordusu ile Bağdat'a gitmek ve sultanlığına orada devam etmek istedi. Tapar kardeşi Sencer ile anlaşıp onu Berkyaruk'a karşı bir tavır almaya ikna etti. Her iki kardeş, üvey kardeşleri Sultan Berkyaruk'u tahttan indirmek düşüncesi ile onun peşinden Bağdat'a doğru yürüyüşe geçtiler. Bağdat'a vardıklarında, Berkyaruk'un sıhhatinin bozulup hilafet merkezinden ayrılmış olduğunu öğrendiler.
Ancak sultan olan kardeşlerini takip eden Tapar ile Sencer, nihayet 29 Kasım 1101'de Nihavend yakınlarında onunla karşı karşıya geldiler. Çetin bir savaşın olacağı ve çok müslüman kanı döküleceği açıkça görülen bu muharebeyi önlemek maksadıyla halife ile zamanın ilim adamları araya girdiler. Bunların tavassutu ile iki taraf arasında son anda bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre, saltanat Berkyaruk'ta kalıyor, Tapar Gence Meliki sıfatı ile Azerbaycan, Diyarbekir ve el-Cezire eyaletlerine sahip oluyordu. Antlaşma sonunda Berkyaruk Karatekin ovasına, Tapar Esedabad'a çekildiler. Ancak bir süre sonra Rey'e gelen Tapar, kendisine tanınan kapısında üç vakit nevbet çaldırma hakkına rağmen bunu çiğneyerek bir sultan gibi günde beş vakit nevbet çaldırmaya başladı. Bu bir nevi Tapar'ın kendisini sultan olarak ilan etmesiydi. Tapar'ın bu isyanını bastırmak maksadıyla Berkyaruk, kardeşi ile Rey civarında bir kere daha muharebeye girdi ve onu ağır bir hezimete uğrattı. Azerbaycan'a kaçan Tapar, bir miktar asker topladı ise de, Huy kapısı önünde 1103'de beşinci defa mağlup oldu ve Ahlat'a sığındı. Ancak Ahlat'ta boş durmayan Tapar, Ahlat hükümdarı Sökmen'i, Ani emiri Menuçehr'i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandı. Sultan Berkyaruk kardeşinin bu hazırlığını haber alınca, çok kan döküldüğünü, memleketin harap, askerin yorgun, halkın bitkin bir hale geldiğini Tapar'a gönderdiği bir elçi ile bildirerek, onu barışa ikna etti. Yapılan antlaşma uyarınca, Azerbaycan'da Sefid-Rud hudut olmak üzere, Kafkasya'dan Suriye'ye kadar bütün vilayetler Muhammed Tapar'da kalacak, Bağdat'ta hutbe Berkyaruk adına okunacak, Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Musul eyaletlerinde sadece Tapar'ın adı zikredilecekti (1104). Bu durumda Büyük Selçuklu devleti iki ayrı sultanlığa bölündü. Lakin bu durum pek uzun sürmedi. Zira birçok hastalık geçirmiş olan Berkyaruk, 23 Aralık 1104'de yirmialtı yaşındayken öldü. Cenazesi İsfehan'a götürülüp bir cariyesi tarafından yaptırılan türbeye defnolundu.
Sultan Berkyaruk'un sultanlığı, başlangıcından itibaren büyük sıkıntılar içinde geçti. Sultanlığı, kardeşi Mahmud ve amcası Tutuş'a karşı giriştiği büyük mücadele karşılığında elde etmişti. Hatta, amcası Tutuş'a mağlup olup İsfehan'a sığındığı zaman kardeşi Mahmud'un adamlarınca yakalanıp gözlerine mil çekilmesinden, büyük bir talih eseri kurtularak bir anda sultan ilan edilmişti. Saltanatı elde eden Berkyaruk bu sefer kardeşlerinin isyanı ile karşılaşmış ve bunları bastırmak için uğraşırken, Suriye'ye kadar gelmiş olan Haçlılar ile yeterince mücadele imkanını bulamamıştı. Ayrıca onun zamanında Batıni meselesine de kesin bir çözüm getirilememişti. Bütün bu hususlara rağmen o, yumuşak huylu, asil, cömert, sabırlı ve iyi ahlaklı güçlü bir hükümdardı. Cezalandırmakta aşırı gitmez, çoğu zaman affedici olurdu. Ölümünden kısa bir süre önce oğlu Melikşah'ı veliaht ilan edip ona emirlerinden Ayaz'ı atabeg tayin etti. Berkyaruk ölünce, oğlu Melikşah adına 19 Ocak 1105 cuma günü Bağdat'ta hutbe okunup sultan ilan edildi.
5 - SULTAN MUHAMMED TAPAR (1104-1118)
Ebu Şüca, Gıyasüddünya veddin, Kasimu Emirü'l-Mü'minin ünvanlarıyla tanınan Tapar, 1082 yılında Sultan Melikşah'ın cariyelerinden birinin oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının ölümünden sonra üvey annesi Terken Hatun'un yanında kalan Tapar, saltanat mücadelesi esnasında Berkyaruk'a iltihak etti. Berkyaruk sultan olunca üvey kardeşi Tapar'a Gence şehrinin ıktaını verdi. Tapar, Gence'ye varınca Arran'ı ele geçirip eski vezir Nizamü'l-Mülk'ün oğlu Müeyyedü'l-Mülk'ün teşviki ile Berkyaruk'a karşı ilk isyanını yaptı. Kimi zaman başarısız, kimi zaman başarılı isyanlarını beş kere tekrarladı. Neticede Berkyaruk ülkenin batı kesimini Tapar'a bırakmak zorunda kaldı. Sultan Tapar, imparatorluğun batı bölgesinin sultanı olarak kendine itaatte kusur eden Musul emiri Çökürmüş ile mücadele ederken, Berkyaruk'un öldüğü haberini aldı. Vakit kaybetmeden Bağdat'a geldi ve şehrin batı yakasında konaklamaya başladı (9 Şubat 1105) .. Bu sıralarda Bağdat'ta hutbe, henüz beş yaşında bulunan Melikşah b. Berkyaruk adına okunmaktaydı.
Melikşah'ın atabegi Ayaz, başlangıçta Tapar ile savaşa kararlıydı. Ancak askerden yemin almasına rağmen, onların Tapar tarafına geçmelerinden endişe etmekteydi. Böyle bir durumun kendisi için yaratacağı felaketi idrak edip sultan ile anlaşma yoluna gitti ve veziri Ebu'l-Mehasin'i Tapar'a yollayarak onun sultanlığını kabul ettiğini, kendilerine eman verilmesini istedi (10 Şubat) . Bunun üzerine Tapar; «Melikşah benim evladım gibidir. Kardeşim (Berkyaruk) ile benim aramda hiçbir fark yoktur. Ayaz ve emirlere gelince, onlara dokunmayacağıma yemin ederim» dedi. Ertesi günü Ayaz, sultanın huzuruna çıkarak itaatini arzetti. Sultan, Ayaz'a çok samimi davrandı, hatta onu evinde de ziyaret etti. Fakat bu ziyaret esnasında Ayaz'ın adamlarının şakalaşarak aralarından birine zırh giydirmeleri, sultanı şüphelendirdi. Bu şüphe neticesinde, hiçbir günahı olmayan Atabeg Ayaz'ı çağırdığı sarayında öldürttü (Mart 1105) .
al Devrindeki Olaylar :
1 -- Mengüpars'ın İsyanı:
İsfehan'da ikamet etmekte olan Mengüpars, büyük bir mali sıkıntı içinde idi. Bu yüzden Nihavend'e gitti. Burada bir kısım asker, ona katılarak Nihavend'i işgal ve kendisini sultan ilan etmesini istediler. Sultan Tapar'a kızan bu askerlerin tahriki ile Mengüpars, amcazedesi Tapar'a isyan ederek Nihavend'i ele geçirdi. Ayrıca Tapar'ın hapsetmiş olduğu Zengi b. Porsuk'un adamlarına haber göndererek kendisine katılmalarını istedi. Hapis olmasına rağmen Zengi, kardeşlerine mektup yazarak Mengüpars'ı desteklememelerini bildirdi. Porsukoğulları, kardeşleri Zengi'nin bu mektubu üzerine Mengüpars'a adam gönderip itaat ve muvafakatlerini arzettiler. Bu hileye aldanan Mengüpars, Porsukoğulları tarafından Huzistan'da yakalandı ve İsfehan'a getirilerek Sultan Tapar'a teslim edildi. Tapar, Mengüpars'ı amcası Tekiş'in oğulları ile beraber tevkif etti. Porsuk oğullarının bu davranışını sultan, Zengi b. Porsuk'u serbest bırakıp mevkiine iade etmesiyle mükafatlandırdı (Ekim 1105).
2 - Musul'un Türkiye Selçuklularına Bağlanması:
Sultan Tapar, saltanatının ilk günlerinde Musul, Diyarbekir ve el-Cezire'yi, emirlerinden Çökürmüş'e ıkta etmişti. Ancak Çökürmüş ıkta bölgesine yerleşince sultana hizmette ve vaadettiği parayı göndermekte ağır davrandı. Zaten bu sıralarda Türkiye Selçuklu sultanı I. Kılıç Arslan, Doğu Anadolu seferine çıkmış ve Meyyafarikin hakimi Ziyaeddin Muhammed, sultana bağlılığını arzetmişti. Sultan Kılıç Arslan, aynı sefer esnasında Haçlıların elinde bulunan Urfa'yı kuşatmaya başladı. İşte bu sıralarda, Büyük Selçuklu sultanı Mehmed Tapar, sadakatından şüphe ettiği Çökürmüş'ün yerine Çavlı Sakavi'yi tayin etti. Çavlı, 31 Ekim 1106'da Bağdat'a geldi ve buradan ıkta bölgesinin merkezi olan Musul'a yöneldi. Yolu üzerindeki Bevazic'i ele geçirdikten sonra Erbil'e vardı. Çökürmüş, kendi ıkta bölgesini terketmek niyetinde olmadığından Çavlı'nın ilerleyişini duyunca çevre illere haber yollayıp yardım istedi. Neticede ikibin kadar asker toplayan Çökürmüş, yanında bin süvari bulunan Çavlı'ya Bakelba 'köyü civarında mağlup olup esir edildi. Çökürmüş'ün mağlubiyet haberi Musul'a ulaşınca Çökürmüş'ün adamları, onun yerine oğlu Zengi'yi getirip ona biat ettiler.
Çökürmüş'ün memluklarından olan Musul kale muhafızı Guzoğlu, Çavlı ve onu Musul'a tayin eden Sultan Tapar ile tek başına başa çıkamayacağını gördüğünden, o sıralarda Urfa'yı kuşatmakta olan Türkiye Selçuklu sultanı I. Kılıç Arslan'dan şehri teslim almasını istedi. Guzoğlu, ayrıca Tapar tarafından Hille'nin ıktası ile iltifatlandırılmış Arap asıllı Seyfüddevle Sadaka'ya da haber yollayıp yardım istedi. Sadaka, Guzoğlu'nun teklifini reddederken Türkiye Selçuklu sultanı I. Kılıç Arslan kabul edip Urfa muhasarasını bırakarak Musul'a doğru harekete geçti. Nusaybin'de Çavlı ile yapılan muharebeyi Sultan Kılıç Arslan kazandı. Mağlup olan Çavlı kaçtı. Kılıç Arslan da 22 Mart 1107'de Musul'a girdi.
Sultan Kılıç Arslan, başta Çökürmüş'ün oğlu Zengi ile Guzoğlu olmak üzere emirlere iltifat edip hil'atlar verdi. Hutbeyi Musul'da kendi adına okuttu. Halka da iyi davranıp bir kısım vergileri kaldırdı. Musul kalesi dizdarlığına Guzoğlu'nu, başkadılığa Ebu Muhammed Abdullah b. Kasım eş-Şehrizori'yi, reisliğe de Ebu'l-Berakat Muhammed'i tayin etti. Ayrıca onbir yaşındaki oğlu Mesud'u veya Şahinşah'ı annesi ile beraber orada bırakarak emrine altıbin süvari verdiği Bozmıç'ı şehir muhafızlığına getirdi.
3 -- 1. Kılıç Arslan Çavlı Mücadelesi:
Çavlı, Nusaybin'de mağlup olduktan sonra Haleb'e gitti. Orada Çökürmüş ve dolayısıyla Kılıç Arslan'ın düşmanı olan Melik Rıdvan b. Tutuş ve Artuklulardan Emir İlgazi ile ittifak ederek Türkiye Selçuklu sultanına karşı yürüdü. Sultan Kılıç Arslan, onbir yaşındaki oğlu Melikşah'ı kendine vekaleten bir kısım askerle Musul'da bıraktı ve Habur nehri kıyısında Çavlı ile karşılaştı.
Çavlı'nın yanındaki asker sayısının çokluğunu gören Amid hakimi İbrahim b. Yınal, Kılıç Arslan'ı terkederek ülkesine döndü. Sultan Kılıç Arslan da işin farkında olup Bizans imparatoruna yardıma gönderdiği askerin geri dönmesini beklemekte ve Çavlı'yı oyalamaktaydı. Nitekim Çavlı, Kılıç Arslan'ın takviye kuvvetler alabileceğini düşünerek taarruza geçti (13 Temmuz 1107). Sultan Kılıç Arslan, askerinin önünde yiğitce çarpıştı ise de kuvvetleri bozuldu. Esir düşmemek için atı ile girdiği Habur nehrinde boğuldu. Cesedi bir kaç gün sonra Habur'a bağlı Şemsaniye'de bulunup defnedildi.
Muharebeden sonra Çavlı Musul'a geldi. Şehirde bulunan Kılıç Arslan'ın askerleri, Çavlı'ya karşı koyamadılar. Şehre giren Çavlı, hutbeyi Büyük Selçuklu sultanı Tapar'ın adına okuttu ve Kılıç Arslan'ın oğlu Melikşah'ı da ona gönderdi.
4 - Sultan Tapar'ın Batıniler ile Mücadelesi:
İsmaililer olarak da bilinen Batıniler, Şia'nın müfrit koludur. Hz. Ali soyundan altıncı imam Cafer es-Sadık'ın 765 yılında ölmesinden sonra, yerine büyük oğlu olması sebebiyle İsmail'in geçmesi gerekirken imamlığın küçük oğlu Musa'ya verilmesi Şiiler içinde mutediller ve müfritler arasındaki ihtilafın patlamasına sebep olmuştu.
İsmail'in yakın arkadaşlarından Ebu'l-Hattab (öl. 775) daha sonraları İsmailiyye fırkası şeklinde gelişecek olan bir akide tasarlamış ve bu fırkanın ihtilalci teşkilatının temellerini atmıştır. Bunlar İsmail'in ölümünden sonra oğlu Muhammed'in etrafında toplanmışlar ve hareketin başına da Ebu'l-Hattab'dan sonra Meymun el-Kaddah ve oğlu Abdullah'ı getirmişlerdi.
Çok geçmeden bu fırkaya gerek teşkilat ve gerekse fikir olgunluğu bakımından ilk Rafızilere nazaran daha tekamül etmiş yeni ihtilalciler katıldılar. Sünnilik ile pek az yakınlığı olan İsmailiyye fırkasının fikirlerinin pek çoğu, Orta Doğu'nun eski dinlerinden ve bilhassa Yeni Eflatuncu felsefeden etkilenmiştir. Dışardan gelen bu fikirlerin büyük bir kısmı Batıni Te'vil yolu ile ithal edilmiştir ki; bu, İsmailiyye fırkasının kendine has bir esası olup, Batıni tabirinin çıkmasına sebep olmuş ve kendileri çoğu kere bu isimle tanınmışlardır.
Bu fırkanın kuruluşundan sonraki ilk birbuçuk asır zarfında İsmaili imamları kendilerini gizli tutmuşlardır. Fırkanın teşkilatı bir çeşit propagandacılar (dai) tarafından idare edilmiştir. Bunlar birbirlerinden uzak, değişik bölgelerde faaliyetlerini sürdürmüşler ve ilk İsmaili merkezlerini kurmuşlardır. En çok muvaffak oldukları yerler ise müfrit Şiiliğin daha önceki şekliyle taraftar bulduğu Güney Irak, Basra Körfezi ve İran gibi bölgeler idi. Bunlar zulüm ve istibdat ile dolu olan yeryüzünü adalet ve hakkaniyetle dolduracaklarını söylüyor, bilhassa şehirlerin işsiz güçsüz halkını mevcut nizama, dine ve içtimai hayata karşı ayaklandırıyorlardı.
Rivayete göre, fırka salikleri, vecd içinde cennet hayalleri görmek ve bu şekilde ölümü cesaretle karşılamak için haşhaş kullanıyorlardı. Haşhaş kullanan fedailer, kendilerine verilen dini vazifenin başarı ile yerine getirilmesinden sonra, ölünce kendilerini bekleyen ebedi saadetin önceden tadına bakmak üzere cennet bahçelerine sokuluyorlardı.
Bu fırkanın açık tarihi, 1090 yılında Hasan Sabbah'ın Alamut kalesini zaptetmesiyle başlar. Bölgedeki Selçuklu fütuhatının doğurduğu sosyal ve siyasi dalgalanmalar, ihtilalci bir propaganda güden Batıniler için müsait bir zemin hazırlamış ve İsmaililer kendi fikirlerini genişletmek üzere Türk hakimiyeti altındaki yerlere kendi taraftarlarını süratle gönderdiler.
Batıni faaliyetleri, Büyük Selçuklular'da Sultan Melikşah'ın son zamanlarında kendini göstermeye başlamış olup bunların Vezir Nizamü'l-Mülk'ün öldürülmesi ile ilgili rivayetlere adları karışmıştır. İbnü'l-Esir, İsmailiyye hakkında; «Onlarla ilgili bilgiler Sultan Melikşah devrinde edinilmiştir. O günlerde onsekiz Batıni toplanıp Save'de bayram namazını kılmışlar, şahne de onları dikkatle izledikten sonra yakalayıp hapsetmiş, haklarında soruşturma yaptıktan sonra salıvermişti. Bu Batınilerin yaptıkları ilk toplantı idi» demektedir.
Batıniler, İsfehan'ın muhtelif mahallelerinde dağınık bir şekilde yaşamaktaydılar. Ancak, kendilerine muhalefet edenlere karşı hemen toplanıp güçlerini birleştirmekteydiler. Onların adam öldürmeye varan taşkınlıklarına karşı Şafii fakihi Ebu'l-Kasım Mesud, yanına silahlı muhafızlar alarak Batıniler ile mücadeleye girişti ve bir çoğunu bertaraf etti. Lakin Batıniler, İsfehan kalesi dizdarı ile yakın dostluk kurmuşlardı. Dizdarın ölümünden sonra Batınilerin kendilerine reis seçtiği Ahmed b. Attas, İsfehan kalesini ele geçirdi.
Batınilerin ele geçirdiği en büyük ve en müstahkem kale ise Alamut'dur. Hasan Sabbah, Şerefşah el-Cafer'in saf bir adam olan naibinin elinden Alamut kalesini kurnazlıkla ele geçirdi. Bu haberi alan Nizamü'l-Mülk, Alamut kalesi üzerine asker sevketti ve kale kuşatıldı. Bir rivayete göre çok zor durumda kalan Hasan Sabbah, fedailerini gönderip Nizamü'l-Mülk'ü öldürttü. Böylece kale üzerindeki Selçuklu baskısının kalkmasını sağladı.
Sultan Berkyaruk zamanında zararlı faaliyetleri çok artan Batınilerin üzerine, saltanat mücadeleleri ve çıkan isyanlar yüzünden ciddi bir şekilde gidilememesine rağmen, onların bir süre önce ele geçirdikleri Ebher alınıp buradaki Batıniler son ferdine kadar öldürüldü (1096). Ancak bu gibi küçük çaplı tenkil ve tedbirler, Batınllerin yayılmasını önleyemedi.
Sultan Muhammed Tapar, Berkyaruk'un Batıniler ile yeterince uğraşmadığı hususunu, kendisinin saltanatı elde edebilmek için kardeşi ile giriştiği mücadelede bir koz olarak kullanmaktaydı. Bu bakımdan kendisi sultan olunca bu meselenin üzerine ciddi bir şekilde gitmek zorunda kaldı. Bu maksatla da Sultan Melikşah tarafından yaptırılmış, ancak daha sonra Batıni liderlerinden İbn Attas'ın eline geçen Şahdiz kalesine asker sevkedip, burasını Batınilerden temizledi. Böylece İbn Attas ve oğlu ile birlikte bir çok Batıni'yi bertaraf etmiş oldu (25 Haziran 1107),
Sultan Tapar, devlet adamları içerisinde Batıni taraftarı olanları da cezalandırıp devleti bunlardan kurtardı. Bunlar arasında kendi veziri Sadü'l-Mülk Ebu'l -Mehasin de vardı. Ebu'l-Mehasin'i evvela tevkif ve malını müsadere eden Sultan Tapar, daha sonra onu ibret-i alem için isfehan kapısında dört adamı ile birlikte astırdı.
Emir Mevdud un Musul'a Tayini ve Haçlılara Karşı Vazifelendirilmesi:
Musul ve çevresinin ıktaını elinde bulunduran Çavlı, vergi ödemede ve sultana bağlılıkta ihmalkarlık gösterince Sultan Tapar 1108 yılının ilkbaharında Musul'u kuşattırdı. Böyle bir durumda Musul'dan ayrılmak zorunda kalan Çavlı, Artukoğlu İlgazi'den yardım bekledi. İlgazi, Nusaybin'e kadar gelmiş olan Çavlı'yı istemeye istemeye bir süre destekledi. Kendisine yardımcı olabilecek kuvvet bulamayınca esir bulunan Haçlı liderlerinden Baudouin'i serbest bırakan Çavlı, Haçlıların kendisini destekleyeceğini ümit ediyordu. Ancak yine de Musul'u Mevdud'a bırakmak zorunda kaldı.
Sultan Tapar, Mevdud'u Haçlılara karşı mücadele ile vazifelendirmişti. 1113 yılı baharında Kudüs kralı Baudouin'in Suriye'deki ticari yolları tehdit altına alması, Dımaşk atabegi Tuğtegin'i Mevdud'dan yardım istemek zorunda bıraktı.
Emir Mevdud, bir yıl önce Urfa'yı kuşatmış fakat bir netice alamamıştı. üstelik. kendisini çekemeyen bazı kişiler, onu sultana kötülemeye de başlamışlardı. Böyle bir durumu ortadan kaldırmak isteyen Emir Mevdud, ,Haçlılara karşı bir zafer kazanmak maksadıyla Atabeg Tuğtegin'in yardım isteğine müspet cevap verip Mayıs 1113'de Fırat nehrini geçerek Suriye'ye girdi. Yanında Sincar emiri Temirek b. Arslantaş ile Artukoğullarından Emir Ayaz b. İlgazi gibi emirler de vardı. Atabeg Tuğtegin, Emir Mevdud'u Hıms'ın kuzeyinde bulunan Merc Selemiyye'de karşıladı. Burada yapılan görüşmeler sonunda ortak bir harekatla Kudüs krallığı üzerine yürünmesine karar verildi. Türk birliklerinin gücü karşısında zayıf kalacağını gören Kral Baudouin, Antakya ve Trablus'dan yardım istedi; Tankred ve Roger kuvvetleriyle krala yardıma geldiler. Ancak 28 Haziran 1113 günü bir tesadüf eseri olarak önlerine çıkan Haçlılara karşı müthiş bir taarruza geçildi. Arka arkaya yapılan üç taarruz sonunda Haçlılar yenildiler. Kudüs kralı Baudouin esir düştü. Fakat kimliği anlaşılmadığından gereken ihtimam gösterilmemiş, kral da bundan istifade ile kaçmayı başarmıştı. Bu muharebede büyük zayiat veren Haçlılar, bütün savaş ağırlıklarını bırakarak Taberiyye'ye doğru kaçtılar. Bu zaferden sonra Emir Mevdud, ele geçen ganimetin bir kısmını Selçuklu sultanına armağan olarak gönderdi. Sonbaharın gelmesi, Emir Mevdud'un Haçlıları takip etmesine fırsat vermedi. Fakat buna rağmen Emir Mevdud, vakit kaybetmemek için, kışı Suriye'de geçirmeye ve Atabeg Tuğtegin'e misafir olmaya karar verdi (Eylül 1113).
Atabeg Tuğtegin, misafiri Emir Mevdud'a gereken hürmeti göstermiş, el-Meydanü'l-Ahdar'daki bir konağı da kendisine tahsis etmişti. Emir Mevdud, bir süre sonra Babü'l-Hadid (Demirkapı) önündeki ovada konaklamaya başladı. Her Cuma günü şehre gelen Emir Mevdud, Atabeg Tuğtegin ile birlikte Cuma Camii'ne giderdi. Fakat bir seferinde etrafı muhafızlarla 'Çevrili olmasına rağmen, cami avlusunda halkın arasından sıyrılan bir kişi, Emir Mevdud'a yaklaşarak onu iki yerinden hançerledi. Muhafızlar, kim olduğu anlaşılamayan bu adamı hemen orada öldürdüler. Emir Mevdud ise, bütün ihtimama rağmen kurtulamayarak birkaç saat sonra öldü .. Cenazesi aynı gün ikindi namazından sonra törenle kaldırılıp Babü'l-Feradis'teki Melik Dukak türbesine gömüldü.
1113 seferine katılan Sincar emiri Temirek de Emir Mevdud'un yanında Dımaşk'a gelmişti. Temirek, Mevdud'a ait para ve eşyayı alarak Sultan Tapar'a götürdü. Mevdud'un cesedi 1114 yılı Mart ayına kadar Dımaşk'ta kaldı. Sonra emirin oğlu ve karısı Mevdud'un cesedini Bağdat'a naklederek Ebu Hanife'nin mezarının yanına defnettiler. Daha sonra buradan da alınarak İsfehan'a gönderildi.
Emir Mevdud'un öldürülmesiyle ilgili değişik rivayetler mevcuttur. Bunlardan biri, onu Batınilerin öldürdüğü, diğeri ise bu suikastta Rıdvan'ın da rolü olduğu şeklindedir. Fakat, Tuğtegin'in bu olayın tertipçisi olduğu üzerindeki suçlamalar ağırlık kazanmaktadır.
Bu hadise, Dımaşk atabegliği ile Selçuklu emirleri arasındaki münasebetin belki de en önemli noktalarından biri olmuştur. Netice itibariyle sadece kuvvetli bir Selçuklu emiri öldürülmemiş, ortaya çıkan rivayetler Dımaşk atabegi ile Sultan Tapar arasında bir gerginliğe sebep olmuştur.
6 -· Aksungur Porsuki'nin Musul'a Tayini:
Sultan Muhammed Tapar, Emir Mevdud'un öldürülmesi üzerine Emir Aksungur Porsuki'yi Musul ve civarına tayin ederek Haçlılar ile mücadeleye memur etti. Bölgedeki diğer beylere de mektup yazan sultan, Aksungur Porsuki'nin açacağı cihada katılmalarını emretti. Bunlar arasında İmadeddin Zengi, Sincar emiri Temirek de vardı. Aksungur bu emirlerle beraber Ceziret İbn Ömer'e gitti. Burası fazla direnmeden Aksungur'a teslim oldu. Bunu Mardin hakimi olan İlgazi'nin, Aksungur'a itaati izledi.
Mardin'den Urfa'ya gelen Musul'un yeni valisi, burayı iki ay kadar kuşattı ise de bir netice alamayacağını anlayıp Musul'a döndü. Aksungur Porsuki, Musul'da halk tarafından da çok sevilip sayılmasına rağmen, Haçlılar'a karşı başlangıçta pek başarılı olamadı. Bunun bir sebebi de onun Dımaşk atabegi Tuğtegin ve Artukoğullarından İlgazi ile zaman zaman ters düşmesiydi. Nitekim 1114 yılında Sultan Tapar, oğlu Mesud'u bir Selçuklu birliğinin başında Musul'a göndererek bölgedeki vali ve komutanlardan onun emrinde toplanmalarını istedi.
Musul'dan yanında sultanın oğlu Mesud olduğu halde harekete geçen Aksungur, Ceziret İbn Ömer'e gelmiş ve burayı Emir Mevdud'un naibinden teslim aldıktan sonra yanında Emir Zengi b. Aksungur, Sincar emiri Temirek'in de bulunduğu onbeşbin kişilik bir ordu ile Mardin'e geçmişti. Mardin'de bulunan Emir İlgazi, bu sefere katılmak için kendisine yapılan teklife, ancak üçyüz atlı ve oğlu Ayaz'ı göndermekle cevap vermişti. Aksungur ise İlgazi'nin bizzat kendisinin gelmeyip oğlu Ayaz emrinde küçük bir kuvvet göndermesini kabul etmeyerek Urfa, Sümeysat ve Seruc civarında giriştiği faaliyetten sonra Ayaz'ı hapsetmişti.
Aksungur, bu arada Emir İlgazi'nin hakimiyeti altındaki Mardin yörelerini yağmalatmış ve Dara'yı da kuşatmıştı. Aksungur'un bu davranışı karşısında Emir İlgazi, hem öcünü almak hem de oğlu Ayaz'ı kurtarmak için Hısn-ı Keyfa'ya geldi. Buranın emiri ve aynı zamanda yeğeni olan Rükneddin Davud b. Sökmen ve diğer yeğeni Belek'i yanına alan İlgazi, Dara civarında konaklamış olan Aksungur ve Mesud'un üzerine yürüdü (1115) . Gafil avlanan Aksungur, ağır bir yenilgiye uğramış, bütün savaş ağırlıklarını geride bırakarak kaçmış, bu arada Ayaz da esaretten kurtarılmıştı.
İlgazi, bu cüretkar hareketinin Sultan Tapar tarafından cezasız bırakılmayacağını bildiğinden hatta sultan tarafından bir mektupla tehdit edildiğinden, Atabeg Tuğtegin ile anlaşma yoluna gitti. Çünkü Emir Mevdud'un Dımaşk'da öldürülmesinin sorumluluğu (kesin olmasa bile) Tuğtegin'in üzerinde kalmıştı. Atabeg bu bakımdan sultandan çekiniyordu. Dımaşk'a gelen İlgazi, kendisi gibi sultanın hışmından korkan Tuğtegin ile anlaşmakta güçlük çekmedi. Her ikisi, Selçuklu kuvvetlerine karşı koyamayacaklarını bildiklerinden, Haçlılarla ittifak etmek zorunda kaldılar.
Villermus Tyrensis; Tuğtegin'in, Kudüs krallığı ile Antakya prinkepsliğine kıymetli hediyeler ve rehineler göndererek geçici bir andlaşmanın yapılmasını istediğini belirtmekte, Antakya hakimi Roger'in Selçuklu tehlikesine karşı Kral I. Baudouin'den yardım istediğini, ayrıca Tuğtegin'e haber göndererek ittifakın yapılması için kendi yanına çağırdığını yazmaktadır. Antakya prinkepsliği ile Burlaretü'l Kades'de yapılan ittifaktan sonra İlgazi, Türkmenlerden yeni kuvvetler toplamak üzere Mardin'e doğru yola çıktı. Fakat Rusten'de Hıms hakimi Kırhan b. Karaca'nın hücumuna uğradı ve yakalanarak hapsedildi.
Kırhan b. Karaca, Sultan Tapar'a haber göndererek esirini teslim etmek üzere göndereceği adamları beklediğini bildirdi. İlgazi'nin yakalandığı haberini alan ve henüz Dımaşk'a dönmüş olan Tuğtegin ise süratle Hınıs önüne gelip Kırhan'dan Emir İlgazi'nin serbest bırakılmasını istedi. Sultandan gelecek askeri güce güvenen Kırhan, İlgazi'nin serbest bırakılması isteğini reddettiği gibi, Tuğtegin'in çekilmemesi halinde İlgazi'yi öldüreceğini bildirdi. Tuğtegin, fazla ısrar etmenin hem kendisi hem de İlgazi için iyi olmayacağını düşünerek Hınıs önünden ayrıldı.
Fakat Sultan Tapar'dan beklenen birliğin gecikmesi ve Hınıs içindeki bazı kişilerin şehri atabege teslim etme tehlikesinin başgöstermesi üzerine Kırhan, İlgazi ile anlaşma yoluna gitti. Buna göre; İlgazi'nin serbest bırakılmasına karşılık, oğlu Ayaz rehin olarak Kırhan'ın yanında kalacak, ayrıca İlgazi, Tuğtegin'in Hınıs'a taarruzuna engel olacaktı. Serbest bırakılan İlgazi, ilk fırsatta kuzeyden topladığı Türkmenler'le birlikte oğlu Ayaz'ı kurtarmak üzere Hınıs'a geri döndü ve şehri kuşattı. Hınıs kuşatmasını sürdürdüğü bir sırada Sultan Tapar'ın, Emir Porsuk komutasında gönderdiği ordunun yaklaşmakta olduğu haberini alan İlgazi, muhasarayı kaldırarak Hınıs'tan ayrıldı.
Sultan Tapar'ın, Emir Mevdud'un öldürülmesinden Atabeg Tuğtegin'i sorumlu tutması ve Aksungur Porsuki'yi İlgazi'ye tercih edip onu Musul'a tayin ettikten sonra Haçlılara karşı vazifelendirmesi, bu iki emirin Selçuklu hakimiyetine karşı açıktan açığa tavır almasına sebep oldu. Böyle bir hal muhakkak ki Sultan Tapar tarafından hoş görülemezdi. Nitekim bunların tedip edilmelerine ve Haçlılara karşı yeni bir sefere Hemedan emiri Porsuk b. Porsuk vazifelendirildi. Porsuk b. Porsuk, Şubat 1115' de hazırlıklara girişmiş ve kendisine Emir Cuyuş ve Emir Kün-Togdı beyler katılmışlardır.
Selçuklu ordusu, 1115 yılı Mayıs ayı sonlarında Fırat nehrini geçerek Haleb'e yöneldi. Ordunun Haleb'e gitmesine sebep, Melik Rıdvan'dan sonra oğlu Sultanşah zamanında idari işleri eline geçiren Lü'lü el-Hadim'in sultana mektup yazarak şehri kendisine teslim edeceğini bildirmesiydi. Lü'lü'den bu şekilde haber alan Sultan Tapar da Porsuk b. Porsuk komutasındaki ordunun ilk önce Haleb'i teslim almasını istemiş ve bu hususu bir mektupla bildirmişti. Selçuklu ordusu Balis'de iken Lü'lü'ye ve Halep ordusu komutanı Şemsü'l-Havas'a, sultanın mektubunu gönderen Porsuk b. Porsuk, şehrin kendisine teslimini istedi. Fakat Lü'lü ve Şemsü'l-Havas, sultana verdikleri sözden dönerek Atabeg Tuğtegin ve Emir İlgazi'den yardım istediler. Tuğtegin'e şehri teslim edeceğini bildiren bu kişiler, karşılığında Dımaşk ülkesinden herhangi bir yerin kendilerine ıkta edilmesini istediler. Teklifi uygun gören Tuğtegin ile İlgazi, ikibin atlıyı hemen Haleb'e gönderip şehrin Porsuk b. Porsuk'a karşı savunmasını sağladılar.
Emir Porsuk, Maarra'ya ulaştığı zaman Haleb'e yardımcı kuvvetlerin gönderilmiş olduğu haberini aldı. Tuğtegin'i cezalandırmak üzere Dımaşk atabegliğine bağlı Hama üzerine yürüdü. Zaptedilen şehir, üç gün yağma edilerek idaresi sultanın emriyle Kırhan b. Karaca'ya verildi. Hama'yı elde eden Kırhan, bir süre önce rehin olarak aldığı İlgazi'nin oğlu Ayaz'ı, Emir Porsuk'a teslim etti. Selçuklu ordusu Hama'dan güneye geçerek Rafeniyye'yi kuşattı. Burayı da teslim alan Porsuk yanındaki bazı emirlerin huzursuzluklarına rağmen, bu kalenin idaresini yine Kırhan'a verdi.
Emir Porsuk komutasındaki Selçuklu ordusunun Dımaşk atabegliği toprakları üzerindeki bu icraatı, Tuğtegin'i endişelendirmişti.
Nitekim çok geçmeden Atabeg Tuğtegin, Emir İlgazi ve Halepli komutan Şemsü'l-Havas ile birlikte Antakya prinkepsi Roger de Salerne'ye giderek yardım istediler. Sultan Tapar tarafından Suriye'ye gönderilen Selçuklu ordusunun bir vazifesinin de Haçlılara karşı mücadele olduğunu bilen Roger, bu iki büyük Türk emiriyle antlaşma yoluna gitmekte tereddüt etmedi. Ayrıca durumu Kudüs'e bildirerek Selçuklu tehlikesine karşı Kral I. Baudouin'den de yardım istedi. Bu yardım talebi üzerine Kudüs kralı, yanına vassalı Trablus kontu Pons'u da alarak Antakya'ya geldi.
Antakya'da toplanan Haçlı ordusu ile Atabeg Tuğtegin ve Emir İlgazi kuvvetleri, Selçuklu ordusuna karşı taarruza geçmeyi göze alamadı. Esasında hem Atabeg Tuğtegin hem de İlgazi, sultanın kuvvetlerine karşı savaşmaya isteksiz olup bulaştıkları bu beladan en hafif bir şekilde kurtulmanın yollarını aramaktaydılar. Bu birleşik ordu, Emir Porsuk'un herhangi bir taarruzuna karşı tedbir olarak Efamiye kalesi önüne gelip karargah kurdu. İki ordu karşı karşıya gelmişti. Fakat biri diğerine taarruz edecek gücü kendinde göremedi. Bu şekilde iki ay beklendi. Sonunda Selçuklu ordusu kuzeye doğru harekete geçti. Birleşik kuvvetler ise Emir Porsuk'un Suriye'den çekilip gideceğini düşünerek hemen dağıldılar. Sultanın kuvvetlerine karşı bir savaşa girmek zorunda kalmadıklarına memnun olan Emir İlgazi, Mardin'e; Atabeg Tuğtegin ise Dımaşk'a döndü.
Efamiye önlerinden çekilen Selçuklu ordusu Suriye'den hemen ayrılmadı. Müttefiklerin merkezlerine çekildiği haberini alan Emir Porsuk, ilk iş olarak Kefertab'ı kuşattı. Oldukça şiddetli taarruzlar sonunda burayı fethetti; kale içindeki Haçlıları öldürttü. Daha sonra Efamiye önüne gelen Emir Porsuk, iyi tahkim edilmiş olan bu kaleyi ele geçiremedi ve Maarratü'n-Numan'a gitti. Selçuklu ordusunun harekatı günü gününe Halep emiri Lü'lü tarafından Antakya prinkepsi Roger'e iletiliyordu. Roger, tehlikenin henüz geçmemiş olduğu Efamiye'den ayrılmış olan krala durumu bildirdi. Kral, bunun üzerine bir Kudüs birliğini acele Roger'a yolladı.
Selçuklu ordusu ise Maarratü'n-Numan'dan Haleb'e doğru yola çıkmıştı. Önden giden ordu ağırlıkları Cebelü's-Semak'a geldiğinde Roger hücuma geçti. Selçuklu ordusunun savaş ağırlıklarını yağmaladı, ordu hizmetkarlarının bir kısmını öldürdü, bir kısmını da esir aldı. Guruplar halinde ilerleyen asıl Selçuklu kuvvetleri, aynı yerde Roger tarafından pusuya düşürüldü. Emir Porsuk arazi durumunu gayet iyi kullanan Antakya prinkepsine karşı hücuma geçmek istediyse de bunun doğru olmayacağı adamları tarafından kendisine ikaz edildi. Nihayet hayli yıpratılmış olan Selçuklu kuvvetleri en-Nakra'ya çekildi. Yeni bir Haçlı takibine uğrayacağından korkan Emir Porsuk, elindeki esirleri öldürttü. Bu esirler arasında İlgazi'nin oğlu Ayaz da vardı.
7 - Tuğtegin'in Sultan Tapar'ı Ziyareti:
Sultan Tapar'ın Emir İlgazi ve Tuğtegin'in tedip edilmeleri için, Emir Porsuk komutasında göndermiş olduğu Selçuklu ordusu, Tuğtegin'in elindeki Hama'yı ve birkaç Haçlı kalesini ele geçirdikten sonra dönmüştü. Emir Porsuk, Emir İlgazi ve Tuğtegin'in Haçlılara katılması sonunda karşı karşıya gelememiş, hatta dönerken Antakya prinkepsi Roger'in hücumuna uğrayarak hayli zayiat vermişti. Bu durum karşısında Büyük Selçuklu sultanının bu asi emirlerini cezalandırması ve Suriye bölgesi hakkında yeni kararlar alması oldukça tabii idi. İstemeyerek içine girmiş olduğu hadiselerden pişmanlık duyan Tuğtegin, sultanın Suriye'ye yeni bir ordu göndermesinden önce onu ziyarete karar verdi.
Sultan Tapar 1115 yılı sonbaharında Bağdat'a gelmiş, burada etrafına toplanan emirlerle görüşmüş ve Suriye'de iktidarı ele geçirmeye çalışan bazı kişilerin tesirinde kalarak Tuğtegin aleyhine dönmüştü. Atabegin Bağdat'taki dostları durumu Dımaşk'a bildirdiler.
Bağdat'a gelen bu haberler, atabegin yakın dostları tarafından endişe ile karşılanıyor, Bağdat'ta tevkif edilir düşüncesiyle, Tuğtegin'i caydırmaya çalışıyorlardı. Fakat Tuğtegin, hakkında çıkarılan rivayetleri sultan huzurunda açıklamaya imkan bulacağı, sultana bağlılığını arzedip özür dileyebileceği düşüncesiyle dostlarının sözlerini dinlemedi. Bağdat'a gidecek kafile hazırlandı; mücevherler, Mısır kumaşları ve seçme safkan Arap atları sultana hediye olarak alındı. Kafile, 9 Nisan 1116'da bir muhafız birliği refakatinde Dımaşk'tan ayrıldı. Bağdat'a yaklaşan Tuğtegin'i, sultanın adamları ve ileri gelen kişiler karşılamaya çıktılar. Atabeg Tuğtegin, Bağdat'ta Selçuklu sultanına olan bağlılığını, hakkında çıkarılan söylentilerin doğru olmadığını ispatlamak imkanını buldu. Bağdat'ta yeni dostlar edinen Tuğtegin, sultanın teveccühünü de kazandı.
Atabeg Tuğtegin Bağdat'ta kaldığı süre içinde sultanın yakın adamları ve ileri gelen kişilerle temaslarda bulundu. Sonra Dımaşk'a dönmek üzere sultandan izin istedi.
Sultan Tapar, Atabeg Tuğtegin'in özrünü kabul etmiş, onun Haçlılarla yaptığı mücadeleden memnun kalmıştı. Atabege hil'at ve hediyeler veren sultan, Suriye bölgesi valiliğini de ona verdi. Ayrıca atabege bölgede askeri ve mali haklar tanıdı. Tuğtegin'in Suriye valiliğini belirten menşur, devrin münşeatta en ünlü hattadı olan Tuğrai Ebu İsmail el-Hüseyin el-İsfehani tarafından kaleme alınmıştır.
İbnü'l-Kalanisi tarafından metni verilen bu menşur şöyledir:
«Bu menşur Sultanu'l-Muazzam Gıyasüddünya veddin'in emri ile, Emir Sipehsalar el-Ecel el-Kebir Zahireddin Atabeg'e yazılmıştır. Onun sadakati, ehliyeti ve İslamı müdafaa kabiliyeti açıkça görüldüğünden ve sultanın işlerini yapmaya ehil olduğundan onu bu makama, bu ikrama ve işlerin idaresine layık gördük. Şam'ın emirliğini ve Şam'a bağlı bütün yerlerin, kalelerin idaresini de ona verdik. Ayrıca askeri, mali ve hukuki işleri, valilere müteallik diğer bütün vazifeleri ona tevdi ettik. Bunlar onun dostluğuna ve samimiyetine inandığımız içindir. Allah bizi bu kararlarımızda isabet edenlerden kılsın.»
Menşurun devamında, atabege mutad nasihatlar verilmekte, İslam dinine, halka ve adalete bağlılığı istenmektedir. Para basmada ve hutbede adet olan yolda devam etmesi tavsiye edilmekte ve Kur'an'dan bazı ayetler örnek olarak zikredilmektedir. Menşur, «14 Haziran 1116'da yazıldı» kaydı ile son bulmaktadır.
Bu menşuru alan Atabeg Tuğtegin, 29 Temmuz 1116 Pazartesi günü Dımaşk'a geldi. Bundan böyle sultanın Şam valisi olan Atabeg Tuğtegin bu menşur ile gerek kendisinin gerekse kendisinden sonra gelecek oğullarının Suriye'deki hakimiyetini meşrulaştırmıştır.
Sultan Tapar'ın Ölümü :
Sultan Muhammed Tapar, 1118 yılının Şubat ayında hastalanmış ve bir türlü şifa bulamamıştı. Hatta halk arasında onun öldüğüne dair asılsız haberler de yayılmıştı. Sultan, bu tür asılsız haberleri önlemek maksadı ile kurban bayramına rastlayan 4 Nisan 1118'de sarayında büyük bir şölen tertip etti. Bu şölen sonrası halka görünüp asılsız haberleri yalanladı. Lakin hayatından ümidini kestiği için 9 Nisan günü oğlunu yanına çağırtıp hüzün dolu bir törenden sonra onu veliaht tayin etti. Kendisi de 18 Nisan Perşembe günü öldü. Henüz otuzyedi yaşında bulunan Sultan Tapar, güzel ahlaklı, cesur bir hükümdardı. Kardeşi Berkyaruk ile giriştiği mücadeleler sırasında biraz, daha zayıflayan bir devlete hükümdar olan Tapar, gücü yettiği kadarıyla da Haçlılar, Batıniler ve Gürcüler meselelerine ehemmiyet vermiş, onlarla mücadeleyi en azından dengeli bir şekilde sürdürmeye muvaffak olmuştur.
6 - SULTAN MAHMUD (1118-1119)
Büyük Selçuklu sultanı Tapar ölünce; Mahmud, Mesud, Tuğrul, Süleymanşah ve Selçukşah adlarındaki beş oğlundan en büyüğü olan Mahmud hükümdar oldu. Abbasi halifesi el-Mustazhir Billah, 6 Ekim 1118'de onun adına Bağdat'ta hutbe okuttu. Ondört yaşında tahta geçen Mahmud, bir kayda göre, babası zamanından itibaren başhacip (Hacibü'l-Hüccab) olan Ali Bar ile onun katibi Ebu'l-Kasım Dergezini tarafından eğlencelerle meşgul edilip devlet işlerinden uzak tutuldu. Bu sayede Ali Bar, idareyi ele geçirme imkanı buldu. Nitekim Sultan Tapar zamanında büyük bir nüfuza sahip olan ve uzun süre Bağdat şahneliği makamını işgal etmiş bulunan Mücahideddin Bihruz, Sultan Mahmud'un gözünden düşürülüp azledildi. Yerine Aksungur Porsuki tayin edildi ise de şahneliği pek uzun sürmedi; onun da yerine Mengüpars getirildi.
Mahmud'un devlet işleri ile gereğince ilgilenmemesi tabii ki bazı karışıklıklara sebep olmaktaydı. Bundan faydalanan kardeşi Melik Mesud atabegi Cüyuş Bey ile Irak'a yürüdü. Bağdat şahneliğinden azledilmesi sebebi ile Sultan Mahmud'a kırgın olan Aksungur Porsuki, Melik Mesud ile birleşti. Bunlar Irak'da bir takım yağma hareketlerinde de bulundular. Bunlara engel olmak için Bağdat şahnesi Mengüpars, Hille emiri Dübeys'i yanına alarak Melik Mesud'un üzerine yürüdü. Başarıya ulaşamayacağını anlayan Melik Mesud, Sultan Mahmud'a bir elçi göndererek ıktalarının arttırılmasını istedi. Mahmud kardeşi Mesud'un teklifini kabul edip ona ek olarak Azerbaycan'ı ıkta olarak verdi.
Melik Mesud'dan sonra Melik Tuğrul da ağabeyine isyan etti. Tuğrul'un atabegi Emir Gündoğdu, onu sultana karşı kışkırtmaktaydı. Mahmud, kardeşi Tuğrul'a engel olmak maksadıyla Enuşirvan b. Halid'i hediyeler ve otuzbin altın ile ona yolladı. Lakin Tuğrul'u ikna edemedi. Bunun üzerine Ağustos 1119'da, onbin kişilik bir süvari kuvvetini Tuğrul'a karşı sevketti. Tuğrul ve atabegi Gündoğdu kaçarak Gence'ye gittilerse de Semiran'daki karargahları yağmalandı.
Save Savaşı:
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun doğu kısmına sahip olan Sencer, kardeşi Sultan Tapar'ın ölümünden sonra kendisini sultan ilan etmiş ve yeğeni Mahmud'un devlet işlerine hakim olamadığını görerek yolladığı bir elçi vasıtasıyla halifenin kendisini desteklemesini istemişti. Halife, Sencer'e doğu bölgesinin menşuru ile hil'atler yollayarak onun kendi bölgesinde sultanlığını tasdik etti. Halifenin desteğini alan Sencer, büyük bir ordu ile harekete geçerek kendisine karşı çıkan Mahmud ile 1119 yılında Save'de karşılaştı. Yapılan muharebede mağlup olan Mahmud, İsfehan'a kaçtı. Sencer, Mahmud'a haber yollayıp huzuruna gelmesini istedi. Mahmud, amcasının isteğine boyun eğip huzuruna geldi. Sencer, Mahmud'a çok iyi davrandı. Onu kızlarından Mehmelek Hatun ile evlendirdi. Sencer'in erkek evladı olmadığından, Mahmud'u veliaht ilan etti. Sultanü'l-A'zam ünvanını alan Sencer, Mahmud'a da Sultanü'l-Muazzam ünvanını vererek onu kendisine bağlı kalmak şartı ile Irak'a sultan tayin etti. Böylece Irak Selçuklu Devleti kurulmuş oldu.
Mahmud öldüğü 1131 yılına kadar amcasının hakimiyetini tanıyarak Irak'da sultanlık yaptı.
7- SULTAN SENCER (1119-1157)
Sultan Melikşah'ın oğlu olan Sencer, 5 Aralık 1086'da babasının bir seferi esnasında Sincar'da doğmuş olduğundan Türkçe saplamak, sançmak manasına gelen Sancar adı verilmiş, daha sonra bu ad Sencer şeklini almıştır.
Sencer, çok küçük yaşlardan itibaren askeri ve idari işlerle meşgul oldu. Ağabeyi Sultan Berkyaruk, Horasan'da istiklalini ilan eden amcası Arslan Argun'a karşı Sencer'i vazifelendirdi. Ancak Arslan Argun, kendi kölelerinden biri tarafından öldürülünce Damgan'a kadar gelmiş olan Sencer geri gönderildi. Sultan Berkyaruk, kardeşi Sencer'in sadakatinden emin olunca da onu Horasan Meliki ilan etti. Ancak özkardeşi Muhammed Tapar'ı Berkyaruk'a karşı taht mücadelesinde destekleyerek, onun kısa bir süre için de olsa üstün duruma geçmesine sebep oldu.
Sencer, meliklik devrinde Selçuklu hanedanı üyelerinin saltanat mücadelesinden de istifade ile ülkeyi istilaya kalkışan Karahanlılar ile mücadele etti. Doğu Karahanlı hükümdarı Kadir Han'ı yenerek (Haziran 1102) bertaraf eden Sencer, Kadir Han'ın yerine hanedandan başka birini hükümdar yapmak suretiyle, Karahanlı Devleti'ni kendi melikliğine tabi hale getirdi. Karahanlılar bir kaç kere bu bağlılığı bozmak için uğraştılarsa da her defasında Sencer'in müdahalesi ile karşılaştılar. Karahanlılardan sonra Gur hakimiyet altına alındı. Bunu da Gaznelilerin tabi duruma sokulması takip etti Yapılan andlaşma gereğince Gazne'de hutbe; halife, Sultan Tapar, Melik Sencer ve nihayet Gazne hükümdarı adına okunmaya başladı.
Berkyaruk'un ölümünden sonra sultan olan öz kardeşi Tapar zamanında da imparatorluğun doğu hududu Sencer sayesinde intizam içinde kaldı. Sultan Tapar ise bundan istifade ederek batı cephesine daha fazla zaman ayırma fırsatı buldu.
al Sultan Olması:
Sultan Tapar ölünce yerine küçük yaştaki oğlu Mahmud, devlet erkanı tarafından tahta çıkarıldı. Mahmud'un tecrübesizliğinden faydalanan Sencer, doğuda kendisini sultan ilan ettikten sonra, Save'de 1119'da yeğeni Mahmud'u yenerek imparatorluğun tamamına hakim oldu. Ayrıca, Mahmud'a kendisine bağlı olmak üzere sultan ünvanı ile Irak'ı vererek, yeni bir Selçuklu devletinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Sencer'in sultan olması ile imparatorluk merkezi Irak-ı Acem'den Horasan'a nakledildi.
Sultan Sencer, Rey, Mazenderan ve Kumis gibi şehir ve eyaletleri doğrudan doğruya kendi idaresi altına alırken Irak-ı Acem eyaletinin doğu yarısı ile Gilan bölgesini Mahmud'un kardeşi Tuğrul'a, İsfehan ve Huzistan'ın yarısını da Mahmud'un diğer kardeşi Selçukşah'a verdi.
Mahmud'un Irak'taki hakimiyetine ilk itiraz kardeşi Mesud'dan geldi. Mesud'u bir kısım Türkmenler ile Hille'nin Arap emiri Dübeys b. Sadaka desteklemekteydi. Aksungur Porsuki'nin komutasındaki Sultan Mahmud'un kuvvetleri, Haziran 1120'de Esedabad'da Mesud'u yendi. Ağabeyi Mesud'u affettiyse de Dübeys, kayınpederi İlgazi b. Artuk'a sığındı.
Halife el-Müsterşid Billah, sürekli olarak kendisini rahatsız eden Dübeys'e yakınlık göstermemesini İlgazi'den istemesine rağmen o, halifeye hediyeler göndererek Dübeys'i serbest bıraktı. Dübeys ıkta merkezi Hille'ye dönünce buradaki şahne ile Selçuklu kuvvetlerini şehirden çıkardı. Bunun üzerine Irak şahnesi Aksungur Porsuki ile halifenin yeni yeni teşkil etmeye çalıştığı askeri birlikler, Dübeys üzerine yürüdüler. Ancak mağlup oldular ve halife, Dübeys ile anlaşmak zorunda kaldı. Halifenin Sencer'e haber vermeden Dübeys ile anlaşması, Selçukluların Tuğrul Bey zamanından beri halifeliğe karşı takip ettikleri siyasete ters düşmekteydi. Ülkenin batısında cereyan eden bu olayları yakından takip eden Sultan Sencer, Kadı Herevi'yi elçi olarak Mahmud'a gönderip Nizamü'l-Mülk'ün oğlu Ahmed'i halifenin veziri tayin etmesini istedi. Bunun üzerine Ahmed, halifenin vezirliğine getirildi.
Böylece Sultan Sencer, Irak'daki işleri kendi denetimi altına aldı. Bu durum hakimiyetini genişletmek isteyen Halife el-Müsterşid'i rahatsız etmeye başladı ve kendi ordusunu kurmaya sevketti. Halbuki, Bağdat'ın emniyeti Selçuklu kuvvetlerince sağlanacak; halife asker beslemeyecekti. Halifenin bu tutumu karşısında Sultan Sencer, Mahmud'a Bağdat'a gitmesini emretti. Mahmud, durumu halifeye bildirince halife, o yılki kıtlığı bahane ederek Mahmud'dan ertesi yıl gelmesini istedi. Esasında halife zaman kazanıp ordusunu kuvvetlendirmek istemekteydi. Buna rağmen Irak Selçuklu kuvvetleri, kılıç zoru ile Bağdat'a girdiler. Sultan Mahmud, halifeye gereken hürmeti gösterip onu yeniden hilafet makamına iade etti (Nisan 1126).
Sencer'in Rey'e Gelişi:
Sultan Mahmud'un kardeşi Tuğrul Dübeys'in tahriklerine kapılarak Irak'da kendi hükümdarlığını kurmak maksadıyla Mahmud'a karşı cephe aldı. Lakin Mahmud'un gücüne dayanamayıp Dübeys ile birlikte amcası Sencer'e sığındı ve Mahmud'u halife ile işbirliği yapmakla suçladı. Sultan Sencer, Irak'daki olayları yakından takip etmek için Rey'e geldi. Bu sıralarda Hemedan'da bulunan Mahmud'u yanına çağırttı. Mahmud, Sultan Sencer'in emrine uyarak Rey'e geldi. Mahmud'un emrine uyup hemen yanına gelmesi, Sencer'i rahatlatmış ve Tuğrul ile Dübeys'in söylediklerinin aslı olmadığı ortaya çıkmıştı. Sultan Sencer, Mahmud'a itibar edip yanında tahta oturttu. 10 Aralık 1128 tarihine kadar Rey'de kalan Mahmud, Sultan Sencer'in emriyle iyi davranacağına dair söz verdiği Dübeys'i yanına alarak Irak'a döndü. Sultan Sencer'in her dediğini yapan Sultan Mahmud, ölümüne kadar amcasına tabi kalmıştır.
Sultan Mahmud'un ölümü üzerine yerine oğlu Davud, Irak Selçuklu sultanı oldu. Ancak amcası Mesud, Davud'un sultanlığını kabul etmedi ve Tebriz şehrini ele geçirdi. Bunu duyan Davud, Tebriz'e gelerek şehir içinde bulunan amcasını muhasara altına aldı. 22 Aralık 1131 tarihine kadar süren muhasaradan kesin bir netice alınamayınca Mesud'un Tebriz'i terketmesi şartı ile bir antlaşma yapıldı. Hemedan'a çekilen Mesud, halifeye haber göndererek adının Irak Selçuklu Sultanı olarak hutbede okutulmasını istedi. Zor durumda kalan halife, Sultan Sencer'in emri doğrultusunda hareket edeceğini taraflara bildirirken; Sultan Sencer'e de ayrıca haber yollayıp kendi adından başka kimsenin adının hutbeye konulmamasını istedi.
Halife, etraf beylere de haber yollayıp Bağdat'a gelmelerini ve Mesud'a karşı cephe almalarını bildirdi. Bunun üzerine Davud'un diğer amcası Melik Selçukşah ve atabegi Karaca es-Saki Bağdat'a geldiler. Halife, Karaca es-Saki'den kendisine bağlı kalacağına dair yeminle söz aldı.
Musul atabegi İmadeddin Zengi de Bağdat'a gelmek üzere harekete geçmişti. Gerek Atabeg Karaca es-Saki, gerekse Atabeg Zengi, kendi yanındaki meliklerin sultan olması için uğraşmaktaydılar. Bu bakımdan Zengi'nin Bağdat'a gelmesinden endişelenen Karaca es Saki, düzenlediği bir baskınla Musul askerini bozup Zengi'nin Bağdat'a gelmesini önledi. Lakin Mesud, Bağdat yakınlarına kadar gelip Abbasiyetü'l-Halis denen yerde konakladı. Mesud ile Selçukşah'ın kuvvetleri arasında iki gün süren çarpışmadan sonra, Zengi'nin de mağlubiyetini duyan Mesud, halifeye haber gönderip Sultan Sencer'in Rey'de olduğunu ve onun halife ile diğer bazı şahısların üzerine yürümeye kararlı olduğunu, eğer uygun görürse onunla kuvvetlerini birleştirebileceğini bildirdi. Halife el-Müsterşid, Mesud'un teklifini uygun bulup onun Bağdat'a girmesine müsaade etti. Ayrıca onu sultan, kardeşi Selçukşah'ı da veliaht ilan etti. Sultan Sencer'in adını da Irak'da okunan bütün hutbelerden kaldırdı.
Irak'daki bu gelişmelerden haberdar olan Sultan Sencer, içinde fillerin de yer aldığı büyük bir ordu ile gelerek Dinever yakınlarındaki Ulan'da Mesud ile Selçukşah'ı bozguna uğrattı. Mesud kaçtı ise de Selçukşah'ın atabegi Karaca es-Saki yakalandı. Halife el- Müsterşid ise muharebeden evvel Bağdat'ın, Musul atabegi tarafından işgal edileceğini bahane ederek hilafet merkezine dönmüştü. Sultan Sencer, bütün bu olanlardan Karaca es-Saki'yi mesul tutup onu öldürttü, yeğenlerini, ise affetti. Uzun bir, süreden beri yanında bulunan diğer yeğeni Tuğrul'u da Irak sultanı ilan etti. Ebu'l -Kasım el-Enesabadi'yi de vezir tayin ederek Horasan'a döndü (1132) .
Sencer'in Irak'dan çekilmesi üzerine önce Davud, sonra da Mesud, Tuğrul'un sultanlığına itiraz ettiler ve ikisi birleşip Tuğrul'u yendiler. Haziran 1133'de Mesud Hemedan'a girip Rey ve İsfehan gibi önemli merkezleri ele geçirdi. Mağlup olmasına rağmen yeniden asker toplayan Tuğrul, Mesud'u Temmuz 1134'te mağlup ederek Irak'daki saltanatını korumayı başardı. Ancak hakimiyeti Ekim-Kasım 1134'teki ölümüyle sona erdi ve yerine kardeşi Mesud, amcası Sencer' in rızasıyla sultan oldu.
Mesud, saltanatının daha ilk yıllarında Halife el-Müsterşid ile ihtilafa düştü. Bunun esas sebebi, Selçukluların Tuğrul Bey zamanından beri halifeliğe karşı takip ettikleri siyasetin aksine halifenin asker toplaması ve dünyevi hakimiyet peşinde koşması idi. Halife, bir taraftan kendi ordusunu kurarken bir taraftan da Irak'daki saltanat mücadelelerinde Sultan Mesud'a karşı olan komutanları kendi yanına toplamaktaydı. Bu husus Sultan Sencer tarafından takip edilmekte ve zaman zaman Irak sultanları ikaz dahi edilmekteydiler. Halifenin Selçuklulara karşı takınmış olduğu bu tavır, Selçuklu-Halifelik münasebetleri açısından gerginliğe sebep olmuştu. Nitekim Sultan Mesud ile savaşmaya karar veren Halife el-Müsterşid, mağlup olup esir düştü. Daha sonra da Sultan Sencer'in, Mesud'a yolladığı yüzelli kişilik elçilik heyeti içine sızan Batıniler tarafından öldürüldü. el-Müsterşid'in yerine halife seçilen Raşid'in halifeliğini kabul etmeyen Mesud, onun yerine Abdullah'ı, el- Muktefi ünvanı ile halife seçtirdi. Böylece halifelik üzerinde eskiden beri takip edilen siyaset, yeniden düzene girdi.
el Devrindeki Olaylar:
1 - Sencer'in Doğu Siyaseti ve Selçuklu-Gazneli Münasebetleri:
Büyük Selçuklu devletinin hakimiyetini tanımış olan Gazneliler, Behramşah zamanında, Sultan Sencer'in ülkenin batısındaki meseleler ile uğraştığı bir sırada, itaatten çıkmış ve Selçuklu sultanına karşı vermiş olduğu taahhüdleri yerine getirmemeye başlamıştı. Ülkesinin batıdaki işlerini yoluna koyan Sultan Sencer, Behramşah'ı cezalandırmak üzere Gazne üzerine sefere çıktı. Mevsimin kış, havanın soğuk ve karlı olmasına rağmen Selçuklu ordusu, güç de olsa Gazne önlerine geldi. Sultan Sencer, şehir dışındaki karargahından Behramşah'a bir elçi yollayarak huzuruna gelmesini ve itaatını arzetmesini bildirdi. Behramşah, Sultan Sencer'e bağlı olduğunu, yıllık vergilerini muntazaman ödeyeceğini bildirdiyse de, sultanın kendisini öldüreceğinden korkarak Gazne'den kaçtı.
Bunun üzerine Sultan Sencer, Gazneye girdi ve Behramşah'a bir mektup yazarak kaçmasından dolayı onu kınadı. Behramşah ise cevabi mektubunda özür diliyor, bağlılığını yeniden arzedip öldürülmekten korktuğunu yazıyordu. Bunun üzerine Sultan Sencer, ülkesini ona iade etmeyi kabul etti ve Horasan'a dönmek üzere Gazne'den ayrıldı. 1135 yılının Kasım ayı sonunda Belh'e geldi.
2 - Sultan Sencer'in I. Harezm Seferi:
Selçuklular Harezm'i ele geçirdikleri zaman, buraya Sultan Melikşah'ın Türk asıllı bir gulamı olan Taşidar Anuştigin Garçai vali olarak tayin edilmişti. Onun halefleri olan Ekinci b. Koçkar ile Kutbeddin Muhammed bütün valilikleri boyunca Selçuklu sultanlarına bağlı kalmışlar ve yıllık vergilerini muntazaman ödemişlerdir. Bunlardan Kutbeddin Muhammed zamanında (1097- 1127) Harezmşahlar olarak tarihe geçecek olan sülale kurulmuş olup bu şahıs, Sencer'in gerek meliklik, gerekse sultanlık zamanında bağlılıktan ayrılmamıştır. Hatta Sencer'e yıllık vergi ve hediyelerini takdim etmek üzere bir yıl kendisi gelir, ertesi yıl da oğlu Atsız'ı göndererek sadakatini gösterirdi.
Kutbeddin Muhammed ölünce, Sultan Sencer onun yerine oğlu Atsız'ı tayin etti. Kültürlü ve akıllı bir şahıs olan Atsız'a sultan büyük önem verirdi. Bundan istifade eden Atsız'ın gün geçtikçe nüfuzu artmış, bu da diğer komutanların onu kıskanmasına sebep olmuştu.. Bunun neticesi olarak da bu komutanlar, Atsız'a karşı cephe aldılar. Onun nüfuzunu kırmak için bir takım entrikalar çevirip Sencer'in nezdindeki itibarını sarsmaya çalıştılar. Sultan Sencer'in Gazne seferine katılmış olan Atsız, ordu sefer dönüşü Belh'e geldiği zaman, sultandan izin istemiş ve Harezm'e dönmüştü. Bir çok kişinin kendi aleyhinde olduğunu bilen Atsız, neticede sultanın bundan etkileneceğini düşünerek sultana cephe almak zorunda kaldı ve Cend ile Mankışlak'ı ele geçirip müstakil olmaya çalıştı. Bu sırada Sultan Sencer, Harezm seferine çıktı. Atsız, sultana karşı koymak istediyse de ağır bir hezimete uğradı. Atsız kaçtı, esir düşen oğlu Atlı ise öldürüldü (Kasım 1138). Harezm'i yeğeni Gıyaseddin Süleymanşah'a ıkta eden sultan, Şubat 1139'da Merv'e döndü.
Sultan Sencer'in Harezm seferinden dönüşünden kısa bir süre sonra Atsız, halkın da kendisini desteklemesi neticesinde Süleymanşah'ın elinden Harezm'i aldı ve sultana yeniden bağlılığını arzetti. Ancak: Oğullarını öldüren Sencer'e karşı kinini devam ettirdi.
3 - Sultan Sencer'in Karahıtaylılar ile Mücadelesi ve Katvan Savaşı:
Kuzey Çin'de Liao sülalesi adı altında iki asra yakın (937-1125) bir süre hüküm sürdükten sonra, Cücenler tarafından devletlerine son verilen Karahıtaylılar, batıya doğru çekilmeye mecbur kalmışlardı. 1141 yılının ilkbaharında Karluklar, Semerkand hanına karşı isyan ettiler. Karahıtaylılardan yardım alan Karluklar, Han Mahmud b. Arslan'ı Hocend civarında mağlup ettiler. Bu mağlubiyetten sonra bütün Maveraünnehr halkı Karahıtaylıların istila tehdidi altında kaldı.
Bu durumda Selçuklulara bağlı olan Karahanlı hükümdarı, Sultan Sencer'den yardım istedi. Son on yıl içinde Karahıtaylıların batıya doğru yayılma siyasetlerini dikkatle takip eden Sultan Sencer, bu istilaya mani olmak maksadıyla sefer hazırlıklarına girişti. Sistan, Gur, Gazne ve Mazenderan gibi tabi hükümdarlıklara haber gönderip asker istedi. Neticede yüzbin süvari toplayan Sultan Sencer, Temmuz 1140'da Maveraünnehr'e doğru yola çıktı. Selçuklu ordusu, Semerkand'a varınca Semerkand hanı Mahmud, Sultan Sencer'in emrindeki Karluklardan şikayette bulundu. Başlarına gelebileceklerden korkan Karluklar, Sultan Sencer'e karşı savaşma cesaretini gösteremediler ve Karahıtaylılara iltica ettiler.
Karahıtay hükümdarı Gürhan, kendisine iltica eden Karlukların suçsuz olduklarını, bu bakımdan affedilip memleketlerine dönmelerine izin verilmesini Sultan Sencer'e bir mektup yazarak rica etti. Sultan Sencer ise verdiği cevapta Gürhan'ın ricasını kabul etmediği gibi, onu müslüman olmaya davet etti. Hatta müslümanlığı kabul etmediği takdirde sonunun kötü olacağını bildirdi. Gürhan, Sencer'in bu tehdidi karşısında savaş hazırlıklarına başladı ve yüzbin kişilik bir orduyu kısa zamanda savaşacak duruma getirdi.
Sayıca denk olan iki ordu, Semerkand yakınlarında bulunan Katvan (Katavan) sahrasında 9 Eylül 1141'de karşılaştı. Selçuklu ordusunun sağ kanadına Kamac, sol kanadına ise Sistan meliki Nasr komuta etmekteydi. Muharebe başlar başlamaz Karahıtaylılar. Selçuklu ordusunu muhasaraya almaya çalıştılar. Bu muhasaradan kurtulmak için geriye doğru çekilen Sencer'in ordusu çok zayiat verdi. Askerin bir kısmı civardan geçen nehirde boğuldu. Sistan meliki Nasr'ın kahramanca gayreti de bir sonuç vermeyince, Sencer yanında bulunan üçyüz zırhlı süvari ile çemberden kurtulmak üzere harekete geçti. Çemberi yarıp sultana yol açan bu muhafız birliğinden geriye sadece onbeş kişi kaldı. Sencer takipten kurtulmak için çöle çekildi. Bir Türkmen kılavuzu sayesinde de Belh tarafına doğru yola koyularak Tirmiz'e geldi. Muharebeyi kazanan Gürhan'ın eline, başta sultanın karısı Türkan Hatun, Kamac, Nasr ve oğulları olmak üzere bir çok esir geçti.
İslam aleminde büyük akisler yapan bu savaş, şimdiye kadar hiç mağlubiyete uğramamış olan Sultan Sencer'in prestijini çok sarstı. Bundan istifade eden Harezmşah Atsız, Ekim 1141'de Serahs'ı istila etti. Bunu 21 Ekim 1141'de Büyük Selçuklu imparatorluğunun başşehri Merv'in istilası takip etti. Sencer'e bağlı kalarak direnen Merv halkından pek çoğunu öldüren Atsız, hazineyi de ele geçirdi. Atsız ertesi yıl yeniden Horasan'a girdi. Bu sefer Nişapur'u aldı ve Sultan Sencer'in adını hutbeden çıkarıp kendi adını koydurdu (29 Mayıs 1142). Ancak Nişapur halkı buna itiraz etti. Şehirde yeni bir isyan çıkmak üzereyken, Atsız'ın adı hutbeden çıkarılıp, yeniden Sencer'in adı kondu (31 Temmuz 1142).
4 -- Sultan Sencer'in II. ve III. Harezm Seferi:
Sultan Sencer, Katvan mağlubiyetinden bir yıl kadar sonra, büyük zorluklar içinde yeni bir ordu kurmaya muvaffak oldu. Merv'e gelerek şehri tekrar hakimiyeti altına aldı. Bundan sonra da Harezmşah Atsız üzerine yürüdü. Ancak Atsız, sultanla muharebeyi göze alamayarak, surları kuvvetli bir şehrin içine kapanıp müdafaaya çekildi. Sultan Sencer bir süre şehri kuşattı, fakat kesin bir netice alamayacağını anlayınca Atsız'ın Merv'den aldığı Selçuklu hazinesini iade etmesi ve bağlılığını arzetmesiyle iktifa ederek Merv'e döndü. Zaten sultanı dönmeye zorlayan sebeplerden biri de Herat'ı zaptetmiş olan Gurlulara karşı gönderilen Kamac'ın mağlup olmasıydı.
Sultan Sencer II. Harezm seferinden kesin bir netice alamadı. Adeti gereği iki de bir isyan eden Atsız'ın yeniden muhalefete geçtiğini öğrenince meşhur şair ve edip Sabir'i Atsız'a elçi olarak gönderdi. Sabir, uzun bir süre Atsız'ın yanında kaldı Bu arada onun Sultan Sencer'i öldürmek üzere iki Batınıyi Horasan'a gönderdiğini öğrenen Sabir, iki Batıninin eşkalini belirten bir mektubu sultana ulaştırdı. Batıniler, Merv'de yakalanıp öldürüldüler. Bunu duyan Atsız, haberin Sabir tarafından gönderildiğini anlayınca bu kıymetli edibi Ceyhun nehrine attırmak suretiyle cezalandırdı.
Elçisinin öldürülmesine kızan ve bunu Atsız'ın yeni bir isyanı olarak kabul eden Sencer, Kasım 1147'de III. Harezm seferine çıktı ve Hazaresb kalesini muhasara altına aldı. İki ay süren muhasara sonunda Hezaresb'i ele geçiren Sultan Sencer, Atsız'ın başşehrine yürüyüp burayı da dört bir taraftan kuşattı. Kurtuluş ümidi kalmayan Atsız, aracılar göndererek üçüncü defa sultanın affına nail oldu.
Sultan Sencer'in Harezm'e yaptığı seferlerin tek müspet yanı, girişeceği her yeni isyan hareketinde Selçuklu ordusunu karşısında bulacağını Atsız'a anlatmak oldu. Nitekim Atsız, bundan sonra doğrudan doğruya Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na yönelik bir harekete teşebbüs etmedi.
5 --- Büyük Selçukluların Gurlular İle Münasebeti:
Gurlular, Afganistan'ın Gur diye adlandırılan, ulaşılması güç dağlık bir bölgesinde yaşadıklarından, bu bölgeye atfen Gurlular veya Guriler olarak adlandırılmışlardır. İran asıllı olduğu da söylenen Gurlular, putperest iken XI. yüzyılda İslamiyeti kabul ederek ilk defa XII. yüzyılın ortalarında devletlerarası siyasi hayata karıştılar. Gazneliler, yaptıkları seferler sonunda Gurluları kendilerine tabi hale getirdiler. Fakat XII. yüzyılın başlarında Gazneliler zayıfladı ve Gur, Selçuklu nüfuzu altına girdi. Gur hükümdarlarından Kutbeddin Mehmed, Katvan bozgunundan istifade ederek Herat'ı ele geçirdi. Onun haleflerinden Suri b. el-Hüseyin ise, Gazne hükümdarı Behramşah'ı yenerek Gazne'yi zaptetti (Eylül-Ekim 1148) . Hindistan'a çekilip asker toplayan Behramşah, Suri'yi yenip Gazne'ye yeniden sahip oldu ve yakalanan Gur hükümdarı Suri öldürüldü (Mayıs-Haziran 1149).
Gurluların Katvan mağlubiyetinden sonra Herat'ı ele geçirmeleri ve Üzerlerine gönderilen Kamac komutasındaki Selçuklu ordusunu yenmeleri, Sistan meliki Tacüddin Nasr'ı etkilediği gibi, Sultan Sencer'i de endişeye sevketmiştir. Böyle bir durumda Gurlular üzerine bir seferin gerekli olduğunu gören Sencer, savaş hazırlıklarına başladı. Bu sırada Gazne hükümdarı Behramşah'ın öldürttüğü Seyfeddin Suri'den sonra yerine geçen I. Bahaeddin Sam'ın hükümdarlığı pek kısa sürmüş, ondan sonra da tahta Alaeddin Hüseyin Cihansuz geçmişti. Sultan Sencer, Herat'ın doğusunda dört günlük mesafede bulunan Marabad'a geldiği zaman Gurlular, Sencer'in ordusu ile birlikte kendi üzerlerine geldiğini haber aldılar.
Gurlu hükümdarı Alaeddin Cihansuz, Herat ile Firuzkuh arasındaki bir vadide muharebe nizamına geçti. Kendi ordusunun arka tarafına düşen araziyi de sular altında bıraktı. Bununla Cihansuz, ordusunun geri çekilmesinin sözkonusu olmadığını, ya öleceklerini ya da galip geleceklerini askerine ima etmekteydi. İki ordu, Haziran 1152'de çok şiddetli bir muharebeye tutuştular. Cihansuz'un ordusu içinde bulunan birkısım Oğuz askeri, Sencer tarafını tuttu. Sevk ve idare yönünden fevkalade önemli olan bu muharebeyi Selçuklular kazandılar. Bir çok Gurlu hayatını kaybetti, bir kısmı ise esir edildi.
Katvan savaşından bu yana Sultan Sencer'in kazandığı ilk muharebe olması bakımından ehemmiyeti haiz olan bu sefer sonunda kaybolan Selçuklu itibarı yeniden kazanılmaya başlandı. Gurlu hükümdarı Cihansuz, mağlup ve esir edilmiş, ülkesi Selçuklu İmparatorluğu'na ilhak olmuştu.
BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU'NUN YIKILIŞI
Oğuzlar:
Türkiye, Azerbaycan, İran, Irak ve Türkmenistan Türkleri'nin ataları olan Oğuzlar, çok eski bir tarihe sahip olup onların bir kolu, XI. yüzyılda Selçuklu İmparatorluğu'nu kurmuşlardı. Kurulan bu imparatorluğun hudutları, kısa zamanda Ceyhun'dan Akdeniz kıyılarına dayanmış ve Anadolu'nun mühim bir kısmı Türklerin eline geçmişti. Selçuklu Devleti'nin kuruluş yıllarından itibaren kendi soyundan bir gurubun devlet kurduğunu gören Oğuzlar (Türkmenler), büyük kitleler halinde batıya göç ederek bu yeni devletin himayesinde daha rahat bir hayat yaşamak istemişlerdir. Oğuzların Selçuklu hakimiyeti altındaki topraklar ile komşu ve tabi müslüman ülkelere girmeleri bazı şikayetlere sebep olmuşsa da onlar, Anadolu'nun Türkleşmesinde en büyük amil olmuşlardır. Tuğrul Bey zamanından itibaren Selçuklu sultanları, bu Türkmenleri Anadolu'ya sevketme siyaseti gütmüşlerdir.
Sultan Melikşah zamanında (1072-1092) İran' da ve bu ülkenin doğu taraflarında imparatorluğun yerleşik tebaası yanında Oğuz kitlelerinin bulunduğu ve bunların devlete bağlılıklarını kuvvetlendirmek için çocuklarının saraya alınarak memluk sistemine göre eğitildikleri bilinmektedir. Sultan Sencer zamanında Maveraünnehr'de Karahanlı Devleti'nin himayesinde mühim bir Oğuz Kitlesi mevcuttu. Bunlar, Kıpçakların ya da Karahıtaylıların baskısı ile güneye doğru indiler. Karahıtaylıların hizmetinde bulunan bu Oğuzlar, Sultan Sencer'in Katvan'da mağlup olmasından sonra, Maveraünnehr'in hakimiyetini ellerine geçiren Karahıtaylıların himaye ve yardım ettikleri Karluklar tarafından bu ülkeden çıkarıldılar. Horasan'a gelen bu Oğuzlar, Belh civarında yurt tutup Sultan Sencer'e tabi oldular. Yıllık vergi olarak da yirmidörtbin koyun vermeyi kabul ettiler.
Üçok ve Bozok olmak üzere iki kola ayrılmış olan Uçok Oğuzlar'dan Üçokların başında Dad Bey ünvanlı İshakoğlu Tüti Bey, Bozokların başında da Abdülhamid oğlu Korkut Bey bulunuyordu. Bunlar, hayvancılıkla uğraşıyor ve yarı müstakil bir halde yaşıyorlardı. Oğuzlar ile bir Selçuklu vergi memuru arasında çıkan küçük bir anlaşmazlık, Belh valisi Kamac'ın bu Türkmenleri sultana şikayet etmesi üzerine büyüdü. Vergi memurunun öldürülmesini bahane eden Kamac, valiliğine ilave olarak onlar üzerindeki şahnelik vazifesinin de kendi uhdesine verilmesi, karşılığında da yılda otuzbin koyun vergi vermeyi Sultan Sencer'e teklif etti. Bu basit meseleyi, devletin prestiji olarak gören sultan, Kamac'ın teklifini uygun buldu. Belh'e dönen Kamac, Oğuzlara bir şahne göndererek öldürdükleri tahsildarın diyetini istedi. Oğuzlar, Kamac'ın bu isteğini reddettiler ve kendilerinin sultana bağlı olduklarını bildirerek şahneyi kovdular.
Bunun üzerine Kamac, Oğuzları cezalandırmak üzere bir ordu ile harekete geçti. Fakat hem kendisi, hem de oğlu Alaeddin Ebu Bekr yapılan savaşta Oğuzlar tarafından öldürüldü. Bu ölüm hadisesi, Selçuklu ümerası ile Oğuzlar arasındaki gerginliği artırdı. Bilhassa öldürülen Emir Kamac'ın torunu Müeyyed Ayaba başta olmak üzere Selçuklu emirleri Oğuzlar üzerine şiddetle gidilmesi gerektiğini sultana bildirerek onu savaşa ikna ettiler. Selçuklu ordusu Belh civarına yaklaşınca Oğuzlar, kadın ve çocukları önde olmak üzere Sultan Sencer'den bağışlanmalarını istediler. Sultan, kendi soydaşlarını affetmeye hazırdı. Lakin Müeyyed-i Buzurg, Barankuş ve Ömer Asami gibi emirler, geri dönmenin çok yanlış bir hareket olacağında ısrar ettiler. Neticede yüzbin civarındaki Selçuklu ordusu, 1153 yılının ilkbaharında en az kırkbin çadırlık Oğuzlar üzerine taarruza geçti. Belh civarında yapılan muharebeyi Oğuzlar kazandılar ve Büyük Selçuklu sultanı Sencer'i esir ettiler. Beklemedikleri bir zafere ulaşan Oğuzlar, Sencer'e hürmet edip ona yine bir sultanmış gibi davrandılarsa da devletin bütün idaresini ele geçirdiler. Onlara göre sultan, Selçuklu komutanlarının yerine kendi nüfuz ve tesirlerine girmişti. Ancak bu yeni durumu, ne Selçuklu devlet ve askeri yetkilileri, ne de tabi devletler kabul ettiler.
Sultan Sencer ise başlangıçta, esaretin manasını ve içinde bulunduğu gerçek durumu, belki de ihtiyarlığından dolayı pek anlayamamıştı. Oğuz reislerinden olan Bahtiyar, Merv şehri yakınlarındaki arazinin ıktasının kendisine verilmesini talep edince sultan bu arazinin hazine-i hassaya ait olduğunu, bundan dolayı ıkta olarak verilemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Oğuz reisleri onunla alay ettiler. Böylece acı gerçeği gören Sencer, Merv'deki hankaha kapanarak zahiri hükümdarlıktan vazgeçti.
Geceleri demir bir kafese konan Sencer'in esareti üç yıl sürdü. Nihayet Müeyyed Ayaba, muhafızlarına büyük ihsanlar vaat etmek suretiyle Sencer'i kaçırmayı başardı (Nisan 1156) . Sultanın esaretten kurtulduğunu duyan tabi devletlerden bazıları, Sencer'e bağlılıklarını bildirdiler. Ancak etrafında toplanan komutanlar arasındaki rekabet, ihtiyar hükümdarın dağılan imparatorluğu yeniden toparlamasına imkan vermedi. Nisan 1157'de Sultan Sencer'in ölümüyle Büyük Selçuklu İmparatorluğu tarihe karıştı. Naaşı kendisinin inşa ettirmiş olduğu Daru'l-Ahire veya Devlet-hane adlı türbeye defnedildi.
Sultan Sencer edebiyata, sanata ve ilme çok değer veren bir hükümdardı. Onun kırk yıl süren saltanatı esnasında, Sultan Melikşah'ın ölümüyle ortaya çıkan saltanat mücadeleleri yüzünden zayıflayan Selçuklu Devleti, yeniden itibarını kazanıp ikinci imparatorluk devrini yaşamıştır.
BÜYÜK SELÇUKLULARDA DEVLET VE SARAY TEŞKİLATI
A ----- DEVLET TEŞKİLATI
Selçuklular, devletlerini kurdukları ilk zamanlarda kendi ulus riyasetine oldukça bağlı kalmışlar, ancak Karahanlı, Gazneli ve Samani devletlerinin teşkilatlarından büyük ölçüde faydalanmışlardır. Kısa zamanda hükümranlık sahalarını genişleten Selçuklu sultanları, devletin idaresinde görülen ihtiyaçlara göre teşkilatlarını genişletmişler ve zaman zaman da yenileme yoluna gitmişlerdir.
İslamiyeti kabul etmiş olan Selçuklular, kendi teşkilatlarını genişletir ve yenilerken İslami esaslara riayet etmişler ve bu esasları kendi teşkilat bünyelerinde mükemmel bir şekilde uygulamışlardır. Bunu yaparken de Abbasi devlet teşkilatından faydalanma yoluna gitmişlerdir.
Sultan Alparslan ile Sultan Melikşah'a vezirlik yapan Nizamü'l Mülk, bir kısım İran teşkilat ve teşrifat kaidelerini, gelişmekte olan Selçuklu teşkilatı bünyesine adapte etmiştir. Ancak bütün bu faaliyetler, Türk devlet teşkilatının ana yapısını bozacak mahiyet arzetmemiştir. Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na tabi atabeglikler hakim oldukları bölgenin örf ve adetlerinden faydalanmışlar, ancak Büyük Selçuklu teşkilatını sıkı bir şekilde takip ile onun küçük birer örneği olmuşlardır.
Hükümdar:
Selçuklularda devlet, daha önce kurulmuş olan Türk hakimiyetlerinde olduğu gibi hanedanın müşterek mesuliyeti altında idi. Devleti idare eden hükümdarın, hanedan mensubu olması şarttı. Hükümdarın aile efradı ise devlete iştirak hakları dolayısıyla ülkenin muhtelif yerlerinde geniş arazi ve malikanelere sahip olur ve buraların idare işine katılırlardı. Tuğrul Bey ve Sultan Alparslan'ın Oğuz aşireti an'anelerine, kurultaylarına ve diğer merasimlere bağlı kaldıklarını görüyoruz. Fakat Sultan Melikşah devrinde bu hususlar büyük ölçüde terkedilmiş, yerine bir kısım eski İran teşkilat ve teşrifat kaideleri yerleşmiştir. Buna rağmen Sultan Sencer, Tuğrul Bey ve Alparslan'dan sonra, kendinden önceki Selçuklu sultanlarına nazaran Oğuz töresine en çok sadık kalan hükümdarlardan biriydi.
Türklerin aşiret hayatında ulus riyaseti, esas itibariyle ailenin, sonra da bütün aşiret beylerinin uygun görmeleriyle tevcih edilirdi. Tuğrul Bey de böyle bir yolla liderliğe getirilmişti. Kendisi sultan ilan edildiği zaman, an'aneye göre devletin, ailenin müşterek mesuliyeti altında addedilmesi kaidesine göre hükümdar; devletin en büyük lideri olup onun yakınları devlete ait toprakların bir bölümünde, hüküm sürer ve sultan seçtikleri kimsenin hakimiyetini tanırlardı.
Bu riyaset meseleleri, aile içinde ve adaylar arasında birçok ihtilaflara yol açmış ve çok kan dökülmesine sebep olmuşsa da; herhangi bir veraset kanunu düzenlenmemişti. Her ne kadar sultan, kendinden sonra bir veliaht göstermekteyse de bu hususta ümera denilen komutanların büyük tesirleri olduğu görülmekteydi. Sultan devletin temsilcisi olup adına hutbe okunur ve para basılırdı. Selçuklu sultanları adına basılan paralar ayrıca müslümanların imamı olarak halifenin adı da bulunmaktaydı. Fermanlara, divanın kararlarına imza atarak tuğra çekilir, tevki yazılır ve emir bundan sonra yürürlüğe girerdi.
Tahta yeni çıkan sultanlar, halife tarafından tasdik edilerek kendilerine verilen ünvanları kullanırlardı. Türkçe adlarının yamsıra bir de İslami adları olurdu (Tuğrul Bey, Muhammed; Çağrı Bey, Davud; Alparslan Muhammed; Sencer, Ahmed vb.). Selçuklu sultanlarının muharebelerde veya herhangi bir gezide hakimiyet alameti olarak başlarının üstünde atlastan veya altın işlemeli kadifeden yapılmış bir Çetr (şemsiye) tutulur, daima yanında hazır bulunan askeri mızıka takımı (nevbet), günde beş defa, namaz vakitlerinde nevbet çalarlardı. Bu husus, devletin değişik eyaletlerindeki melikler için günde üç vakit idi. Sultanlar, haftanın belirli günlerinde devlet erkanı ve emirleri huzuruna kabul eder, onların görüşlerini alırlardı. Aynı şekilde halk da sultan huzuruna alınır, şikayet ve istekleri dinlenirdi. Sultan, ıktaları tevzi, kadıları tayin ve kendisine tabi hükümdarların hükümdarlıklarını da tasdik ederdi. Aynı zamanda hükümete karşı işlenen cürümlerle de meşgul olup yüksek mahkemeye başkanlık ederdi. Devletin mutlak surette idaresi, birinci derecede hükümdara ait olmakla beraber, hükümdar da mevcut kanunlara uyardı. Selçuklu sultanlarının kişi hak ve hürriyetlerine saygılı olması, yasalara riayetleri, alçak gönüllülükleri devletin kısa zamanda inkişafına sebep olmuştur.
Hükümdar genellikle merkezde oturur; oğulları, kardeşleri, yakınları veya ümeradan muhtelif kişiler, imparatorluğun bir kısım eyaletlerinde müstakil olarak valilik yaparlar ve Sultan-ı Azam denilen büyük hükümdarın hakimiyetini tanırlardı. İmparatorluğun genişlemesi neticesinde, eyaletlere gönderilen ve hükümdarın itimadına mazhar olmuş emirlerin yanına meliklerden biri verilir ve o eyalet, emir tarafından hanedan mensubu melik adına idare edilirdi. Böylece İmparatorluk içerisinde birçok atabeglikler kuruldu.
2 - Hükümdarlık Alametleri:
a-) Hutbe:
Başlıca hükümranlık alametlerinden biri olan hutbe, Cuma namazı kılınan camilerde hatip tarafından okunurdu. Hutbede, halifenin adından sonra hükümdarın adı zikredilirdi. Ancak tamamen müstakil olmayan veya bir hükümdara tabi hükümdarların adları, tabi olduğu hükümdarın adından sonra anılırdı.
Selçuklu hükümdarlarının adları da hakim oldukları bölgelerde hutbelerde okunur, ayrıca bu hususun, halifenin muvafakatı ile Bağdat'ta da okunması istenirdi. Selçuklu saltanatı için çıkan mücadelelerde, hükümdar adayları halifeye müracaat ederek kendi adlarının hutbede okunmasını isterlerdi. Bu husus, onların saltanatlarının İslam alemi içinde ilanı sayılırdı. Adını Bağdat'ta hutbede okutan bir kişi, İslam hukukuna göre de meşru bir hükümdar sayılıp müslüman halk arasında sultan olarak itibar görürdü.
Devlete bağlı bütün bölgelerde Cuma namazı kılınan camilerde daima halifenin adından sonra sultanın adı zikredilirdi ki, eğer bu hususta bir duraklama olursa o bölge komutan veya valisinin isyan etmiş olduğu anlaşılırdı. Halifelerin, saltanat mücadelesine girmiş Selçuklu meliklerine karşı zaman zaman adlarının hutbeye konulması hususunu koz olarak kullandıkları da olmuş, fakat askeri zaferle saltanatını kesin olarak ilan eden Selçuklu melikinin adı hutbeye alınmıştı. Bazı istisnai durumlar hariç bırakılırsa halifeler, genellikle melikler arasındaki mücadeleleri sonuna kadar beklemekte, hakimiyeti kesin olarak elde eden meliki sultan ilan etmekteydiler. Bu hususa bir örnek vermek gerekirse; Sultan Melikşah'ın ölümüyle Suriye'de sultanlığını ilan eden Tutuş, Halife Muktedir Biemrillah'a elçiler göndererek Bağdat'ta kendi adına hutbe okunmasını istemişti. Fakat halife, Tutuş adına hutbe okunması için bazı şartlar ileri sürmüş, ancak bundan sonra hutbenin okunabileceğini bildirmişti. Buna göre:
1 - Horasan ve Maşrık'ta hükümran olarak İslam dünyasına hakim olması,
2 - Kardeş çocuklarından hiç birinin tahta talip olarak ortaya çıkıp kendisine muhalefet etmemesi,
3 - İsfehan'daki mali kaynakları kontrolü altına alması.
Bu maddeler, bir saltanat iddiacısının hutbeye adını koydurabilmesi için halifeliğin normal isteklerini ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır.
b-) Sikke:
Kendi adına para kesmek, hutbeden sonra bariz bir hükümranlık alameti addedilmekteydi. Tabi hükümdarlardan ancak imtiyazlı olanlar sikke kestirebilirlerdi. Onlar da önce tabi oldukları hükümdarın, sonra kendilerinin adlarını paraya yazdırabilirlerdi. Yine bazı istisnai durumlar dışında paraya bağlı olduğu sultanın adını yazdırmayanlar, bağımsızlıklarını ilan ederek isyan etmiş sayılmaktaydılar.
Sikke de hutbe gibi hükümdarlar tarafından bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Basılan altın ve gümüş paralar, birçok kereler sultanın adıyla da zikredilmişlerdir. Paralar üzerinde bulunan damgalar, künye ve lakaplar bu sultanların adlarını ölümsüzleştirmiştir.
Selçuklularda ilk para, ilk Selçuklu sultanından itibaren kesilmiştir. Tuğrul Bey'in tespit edilebilen elli değişik altın sikkesi vardır. 13-25 mm. çapında 4- 5 gram gelen bu dinarlar, Nişapur, Rey, Medinetü's-Selam (Bağdat), isfehan, Berdesir, Ahvaz, Basra, Karmisin gibi değişik merkezlerde darpedilmişlerdir.
Tuğrul Bey'in sağlığında yeğeni Alparslan kendi adına para kestirmiş, kendi ünvanını el-Emiru'l-Ecel olarak zikrederken, bağlı bulunduğu Tuğrul Bey'i es-Sultanü'l-Muazzam olarak belirtmiştir.
(1053-1054) yılında Merv'de Çağrı Bey adına kesilmiş dinarlardan biri ve bunun alçı kalıbı bugün British Museum'da mevcuttur.
Alparslan'a ait otuzbir adet değişik para tespit edilmiş olup bunlar; Herat, Merv, Rey, Kaşan, Nişapur, İsfehan ve Medinetü's-Selam gibi yerlerde darpedilmiştir. Üçü gümüş, diğerleri altın olan bu paralar; Tuğrul Bey'in paralarıyla hemen hemen aynı ayar ve ağırlıkta olmalarına rağmen çapları daha geniştir.
Sultan Melikşah'a ait paralar ise, Nişapur, Dara, Rey, İsfehan, Serahs, Merv, Medinetü's- Selam gibi yerlerde darpedilmişlerdir. İlk defa Alparslan zamanında kesilen gümüş paralar, Melikşah zamanında çoğaltılmıştır. Melikşah zamanında kesilen bu paralar, yine tespitlere göre otuz üç adettir ki bu azlık, Tuğrul Bey ve Alparslan zamanında kesilmiş olan paraların tedavülde olması ile açıklanabilir.
Melikşah'ın ölümüyle sultan ilan edilen Mahmud'a ait 486 (1093) tarihli biri İsfehan'da, diğeri ise aynı yıl Medinetü's-Selam'da kesilmiş iki para mevcuttur.
Sultan Berkyaruk'a ait otuza yakın para ise altın ve gümüş olup Ahvaz, Rey, İsfehan, Medinetü's-Selam, Nisapur, Kaşan ve Zencan gibi merkezlerde kesilmişlerdir.
Sultan Muhammed Tapar'a ait onbeş kadar altın paranın ise gramları daha düşüktür. Üç gram civarında olan bu dinarlar; Ave, Zencan, Loridcan, Rey, Medinetü's-Selam ve İsfehan gibi merkezlerde darpedilmişlerdir.
Son Büyük Selçuklu sultanı olan Sencer, meliklik devrinde paralar kestirmiş ve bu paralarda el-Melikü'l-Muzaffer, el·Melikü'l-Maşrık Adududdevle gibi ünvanlar kullanmıştır. Altın paralarının ağırlıkları ortalama dört gram olup ayarları biraz düşüktür. Yirmibir adet olan bu paralar Nişapur, Merv, Belh, Rey gibi merkezlerde basılınışlardır.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na bağlı diğer Selçuklu devletleri hükümdarlarına ait paraların adetleri de oldukça fazladır. İmparatorluğa bağlı atabegler de yine bağlı oldukları sultanların ve yanlarındaki meliklerin adlarını zikrederek paralar kestirmişlerdir.
Hakimiyetlerin ve iktisadi güçlerin bir sembolü olarak gördüğümüz madeni paralar, bazı hallerde sadece hükümranlık alameti olarak veya propaganda gayesiyle kullanıldıklarında madeni değerleri arttırılmakta idi. Tedavüle az miktar da bu sikkelerden sürülmekte ve bunlarda az miktarda, değerli maden kullanılmakta idi. Mesela Sultan Melikşah'ın devletin her köşesinde tedavülde olan ve tonlarca altın veya gümüş kullanılarak basılan paralarına karşılık küçük hatta tabi bir hükümdarın iki teneke altın kullanarak adına ayarı ve gramı yüksek paralar kestirdiği de görülmektedir.
c) Tevki ve Tuğra:
Aslında Arapça olan «tevki» kelimesi, bir şeyi vaki ettirme, tesir, icra etme gibi manalara gelmekteyse de İslam devletlerinde bir resmi yazışma (diplomatik) ıstılahı olarak zaman zaman birbirlerinden farklı şekillerde hükümdarın kararı, bunun yazılı sureti, tayin beratı, hükümdarlara mahsus alamet, tuğra, ferman manalarında ve nihayet mühür müteradifi olarak da kullanılmıştır.
Tevki'in başlangıçta vesikalara divanda ilave edilen ve hükümdarın imzası olarak telakki olunan bir mahiyeti haiz bulunduğu, böylelikle bizzat hükümdar tarafından kendi eliyle yazılan alametten ayrıldığı kabul edilmektedir. Emevilerin ilk devirlerinden itibaren halifeler, Sasanilerden intikal ettiği tahmin edilen eski bir an'aneye uyarak divanlarda kendilerine takdim olunan arzları (kisas) katiplere okutturmuşlar ve verdikleri veciz kararlar (tevkiat) sonradan usulüne uygun olarak yazılmış ve bu muameleye de Tevki ale'l-Kisas (arzlar hakkında karar verme) denilmiştir. IX. yüzyılda ise müstakil bir Divanü't-Tevki vücuda getirilmiştir. Tolunoğulları devrinde terkedilen bu adet, Fatımiler devrinde yeniden canlanmış, divanda bulunan beş katipten biri, bu arzlar hakkındaki kararları yazmakla mükellef tutulmuştur. Lakin bu devirde tevkiat ayrıca, hüküm ve hükümdarın yazılı kararı manasını da kazanmıştır.
Türkçe bir kelime olan Tuğra ise, Oğuz hakanlarının, Selçuklu ve Osmanlı hükümdarlarının İşaret ve Yazılı azametleri olarak görülmektedir. Hükümdar adına vesikanın üst tarafına, besmele üzerine kalın uçlu kalem ile yazılan isim, elkap (lakaplar) ve dua cümlesinden ibaret olan Tuğra, el-Bundari'ye göre; Büyük Selçuklu Devleti'nin kurucusu Tuğrul Bey zamanında da mevcuttu. Tuğrul Bey'in tuğrası, Selçukluların mensup olduğu Kınık boyunun damgasından alınmıştır. Ok ve yaydan ibaret olan Kınık boyunun damgası, bu devre ait sikkelerde de görüldüğü üzere Tuğrul Bey'in tuğrası olarak kullanılmıştır. Kirman Selçuklularının kurucusu Kavurd Bey'in tuğrasının bu hükümdarın isim ve elkabı üzerine konan ok ve yaydan ibaret olması, kavisli tuğranın Selçuklularda kullanıldığına delalet etmekte ise de, tuğra ile damga arasındaki münasebeti açıklıkla tayin edecek orijinal vesikalara sahip değiliz. İbn Mühenna, tevki tuğranın; mühür ve alamet de damganın mukabili; Kaşgarlı Mahmud ise, tuğrayı hükümdarın damgası ve tevkii olarak göstermektedir.
Tuğrul Bey'den sonra Selçuklu hükümdarları İslami an'aneye uyarak birer dua cümlesinden ibaret olan tevki'i kullanmışlardır. Yine el-Bundari'nin verdiği bilgiye göre, Sultan Sencer'in alameti, altta tuğra kavsi, üstte “Bismillah tevekkeltü alallah” dua cümlesinden ibaretti. Böylece Selçuklu tuğrasının; damga, hükümdarın tevkii ile isim ve elkabından terekküp ettiği söylenebilir.
Makrizi ise Selçuklu tuğrasının, besmelenin üstünde kalın kalemle hükümdar elkabının (Sahib-i Tuğra) tarafından yazılmasıyla vücuda geldiğini ve bu kalın yazının sultanın kendi eliyle yazılmış hat yerine kullanıldığını beyan etmektedir. Makrızi ayrıca Selçuklularda Divan-ı İnşa'ya, Divan-ı Tuğra denildiğini de eserinde belirtmektedir.
Anadolu Selçuklularının son dönemlerinde, XIII. yüzyıl ortalarına ait üç fermanda, tuğra yerine sadece kalın kalemle ve itina ile yazılmış sultan kelimesi bulunmaktadır ki bu, belki de Selçuklu tuğrasının sadeleşmesinin son safhasını teşkil etmektedir. İlk Osmanlı tuğrasının da bu modelden çıkmış olması muhtemeldir.
Selçuklularda tuğra ile alamet (tevki) ayrı ayrı olmasına rağmen, Osmanlılarda aynı şeydi. Bilinen ilk Osmanlı tuğrası Orhan Bey'e aittir. Farsça bir vakfiyenin üstünde bulunan bu tuğra, sadelikle yazılmış «Orhan b. Osman» ibaresinden ibarettir.
Tuğrul Bey'in alameti, çomak şeklinde olup Kınık boyunun damgasına benzemektedir. Ravendi ile Mahmud Kaşgari bu hususu teyid ederlerken Yazıcızade, bu alamet şeklini biraz daha değişik şekilde vermektedir.
Alparslan'ın tevkii Binasrillah idi. Ayrıca bazı eserlerde Binasrillahi ve's-Seltim olarak geçtiği de görülmektedir.
Melikşah'ın tevkii ise İtimadı alallah idi.
Berkyaruk'un, İtimadı altillahi vahdehu olup bazı kaynaklarda vahdehu kelimesi yazılmamıştır.
Sultan Sencer'in, Tevekkeltü alallah olup İmadeddin İsfehani'de Bismillah tevekkeltü alallah olarak ifade edilmektedir.
Selçuklularda tevkilerin bu şekilde olmasına rağmen tuğranın, bazen bir işaret, bazen de tevkilere sultan isim ve elkabının ilavesi ile meydana geldiğini kabul etmekteyiz.
d) Ünvan ve Lakaplar:
Bir hükümdarın, hükümdarlık alametlerinden biri de ünvan ve lakapları idi. Bir kısım ünvan ve lakaplar sadece sultanlara verilirdi. Hanedana mensup kişiler, melikler, diğer askeri ve sivil erkana da ünvarı verilirse de bunlar sultanların kullandıkları ünvanlar olmazdı. Hatta bir çok sultanın, meliklik devrinde kullandığı ünvanlar ile sultan olduktan sonra kullandığı ünvanlar, birbirlerinden farklı idiler. Bu ünvanlardan bazıları şunlardı:
Büyük Selçuklu sultanlarından Tuğrul Bey; Sultanü'l-Muazzam Şahanşah el·-Ecel Rükneddin, Melikü'l-Maşrik ve'l-Mağrip Şahanşah.
Sultan Alparslan; meliklik devrinde, Emirü'l-Ecel, sultanlık devrinde; Sultanü'l-Muazzam Şahanşah Melikü'l-İslam, Sultanü'l-Muazzam Şahanşah, Rükneddin.
Sultan Melikşah; Sultanü'l-Muazzam Rüknü'l-İslam Ebu'l-Feth, Sultanü'l-Muazzam Muizzüddin Rüknü'l-islam, Şahanşah, Celalüddevle ve Cemalü'l-Mille, Muizzüddünya ve'ddin.
Sultan Mahmud; Sultanu'l-Muazzam.
Sultan Berkyaruk; Sultanü'l-Muazzam Rüknüddünya veddin, Melikü'l-islam ve'l-Müsliman Ebu'l-Muzaffer, Muizzüddevle, Şahanşah, Adududdevle.
Sultan Mehmet Tapar, Sultanü'l-Azam Gıyasüddün Alaveddin Ebu Şüca.
Sultan Sencer, meliklik devri; Melikü'l-Maşrık Adududdevle, Melik-ü'l-Muzaffer. Sultanlık devri: Sultanü'l-Azam Mugisüddünya veddin E'tu'l-Haris, Şahanşah.
Sencer'e tabi Irak Selçuklu sultanı Mahmud ise; Sultanü'l- Muazzam Mugisüddünya veddin ünvanını kullanırken darpettirdiği para da Sencer, Sultanü'l-Azam olarak kaydedilmiştir. Bu husus diğer Irak Selçuklu sultanlarının paralarında da görülmektedir.
Kısaca kullanılan ünvanlar, sultanların tabi olup olmamalarına göre de bir değer ifade etmekte idiler.
e) Arma, Çetr, Nevbet ve Sancak:
Selçuklu sultanları saltanat alameti olarak arma, çetr ve nevbet (bando-mızıka) 'i de kullanmışlardır.
Büyük Selçukluların ok ve yayı arma olarak, çetr ve paraların üzerinde de kullandıklarını görmekteyiz.
Çetr; “Bir mızrak üzerinde havada küçük bir kubbe şeklinde açılan saltanat şemsiyesidir”. İslamiyet öncesi İran'da görülen çetr, atlas veya altın sırmalı kadifeden yapılırdı. Hükümdarlar, harbe veya alayla bir yere giderken at üzerindeki çetrci biraz geriden gelerek şemsiyeyi sultanın başı üzerinde tutardı. Çetrin muhtelif renklerde yapıldığı yine kaynaklardan anlaşılmaktadır.
Nevbet (bando) , bir mızıka takımı idi. Bu takım, sultan kapısında beş namaz vakti nöbet çalardı. Eyaletlere gönderilmiş melikler ise kapılarında üç vakit nöbet çaldırabilirlerdi. Nöbet sayısını beşe çıkaran melikler, isyan etmiş sayılırlardı.
Nevbet takımı, sultan ile beraber sefere giderdi.
Selçuklu sultanları, değişik renklerde sancaklar da kullanmışlardır. Rayat-ı Saltanat, Sancağı Saltanat vb. adlarla zikredilen sancağa büyük saygı gösterilirdi.
f) Saray ve Saltanat Çadırları:
Hükümranlık alametleri arasında saray ve saltanat çadırları (süradik) da vardır. Bilhassa payitahtlarda inşa edilen sarayların haşmet ve güzelliği, hükümdarlar için ayrı bir propaganda vasıtası olmuştur. Tuğrul Bey Bağdat'a geldiği zaman bu şehrin güzelliğine güzellik katan Tuğrul Bey şehri (Medinetü't-Tuğrul Bey) 'ni inşa ettirmişti. Tuğrul Bey'den sonraki Selçuklu sultanları da Bağdat'a geldikleri zaman bu sarayda kalmışlardı. Ayrıca, Sünni İslamın merkezi olan bu şehirde, Selçuklu devletinin vezirleri için de bir saray yaptırılmıştır.
Yeni fethedilen merkezlerde bulunan saraylar, o hakimiyetin bir sembolü olarak görüldüğünden genellikle yıktırılmakta idi. Bunlar arasında geniş çapta tamir ve değişikliğe uğrayanlar da vardı.
Saraylar gibi saltanat çadırları da hükümdarlık alametleri arasında sayılmaktaydı. Saltanat çadırlarının hazine dairesinde saklanmaları onlara verilen maddi ve manevi değerin büyüklüğüne örnektir. Saltanat çadırının kurulması, sefere çıkma işareti sayılırdı. Çadırının kurulması, sefere çıkma işareti sayılırdı. Çadırın kurulduğu yer ise seferin yönünü belirtirdi. Bu çadırlar, bazı merasimler ve sevinçli anları kutlamak için de kurulurdu.
B -- SARAY TEŞKİLATI
Hükümdarın kendisi, ailesi ve maiyetini ihtiva eden saray ve teşkilatı, bilhassa Melikşah ve Sencer zamanlarında en ihtişamlı devirlerini yaşamıştır.
Saray yaşayış tarzı ve idari teşkilatı, Melikşah zamanından itibaren kısmen eski İran hükümdarlarının teşrifat ve usulleri ile değişmiş ise de Büyük Selçuklu sarayında Oğuz an'anesi tamamen terk edilmemişti. Bilhassa Sultan Sencer'in Oğuz töresine bağlılığı bütün kaynaklarda açıkça zikredilmektedir.
Eski Türk devletleriyle Karahanhlar"da hükümdarın teb'ası üzerinde pederane velayeti olması sebebiyle onları iaşe edip toylar ve şölenler tertip etmesi adet ve hatta kanundu. Büyük Selçuklu hükümdarları, her gün saraylarında yemek yedirirlerdi. Şayet hükümdar, sarayının haricinde ise, yine bulunduğu yerde yemek tertip etmek usuldendi. İranlıların Han-ı yağma dedikleri bu ziyafetleri tertip etmemek hoşnutsuzluğa ve hatta isyanlara bile sebep olabilirdi.
Tuğrul Bey, her sabah yemeğinde sofrasını halka açık bulundururdu. Eğer avda ise, yine sofrayı kırda kurdururdu.
Sultan Alparslan'm mutfağında hergün elli koyun kesilir, yemek pişirilir ve muhtaçlara dağıtılırdı.
Sultan Melikşah zamanında tertip edilen şölenler, adet olduğu üzere Cuma sabahları olurdu. Bu ziyafetler esnasında şeri meseleler tartışılırdı. Aksarayi'ye göre bu usül Türkiye Selçuklularında da görülmektedir.
Oğuzlar, Sultan Sencer ve evvelki sultanların mutfakları için her yıl vergi olarak yirmidörtbin koyun vermekteydiler.
Selçuklu sultanlarının saraylarında (enderun) hükümdar hizmetinde kullanılmak üzere satın alınıp yetiştirilen ve saray hizmetlerine tayin edilen birçok vazifeli bulunmaktaydı. Sarayda terbiye gören bu memluklerin çoğunluğu Türk asıllı idi. Bu hizmetliler içinde en yüksek mertebeye Hacibü'l-Hüccab'lar sahipti.
a-) Hacibü'l - Hüccab:
Hükümdarla hükümet arasında irtibat temin eden haciplik veya mabeynciliğe Türkçe olarak Agaci de denilmekteydi. Abbasilerde gördüğümüz haciplik müessesesi, Selçuklularda tesis edildiği gibi, daha önce bu müessese Gazneliler'de de mevcuttu.
Haciplik saray içinde büyük vazifelerden biri olup, buraya getirilenler hükümdarın güvenini kazanmış itimat edilir kişilerdi.
Hükümdarla devlet işleri ve hükümet adamları arasında vasıta olan haciplik, daha sonraları bir rütbe olarak bazı hizmet sahiplerine de verilmiştir. Bazı hallerde hacipler, ordu komutanlıklarına dahi tayin edilmişler ve hacip ünvanını yine kullanmışlardır.
Büyük Selçuklularda, haciplerin reisine; Ravendi'nin Rahatü's Sudur'daki kayıtlarında da görüldüğü üzere, Hacib-i Büzürg, Hacibü'l-Hüccab, Emir Hacib veya Hacib-i Kebir denilirdi.
Hacipler, saraydaki bütün vazifelileri kontrol ederler, onların liyakatla çalışmalarını temine uğraşırlardı.
Hacibü'l-Hüccab'ın emrinde, yine hacip olarak adlandırılan birçok kişi vazife yapardı. Bunlar saray ile ilgili yazışmaların gidip-gelmesine de nezaret ederlerdi. Ravendi, Hacibü'l -Hüccab'ın Emir-i Dad (Adliye vekili) vazifesini de yerine getirdiğini belirtmektedir.
Büyük Selçuklularda bu müessesenin, devletin kuruluşunu müteakiben tesis edildiği anlaşılmaktadır.
Bir Selçukname'den nakil yapan Ravendi, Abdurrahman Albzen adında birinin Tuğrul Bey zamanında- Hacib-i Kebir olduğunu kaydetmektedir.
b-) Yasacılık:
Siyasetname'ye göre sarayda Hacibü'l-Hüccablık'tan sonra en büyük vazife Yasacılık idi. Yasacı olan kişinin yirmisi altın yirmisi gümüş asalı hademelerinin olması Siyasetname'ye göre gerekiyorsa da bu vazifenin Sultan Melikşah zamanında dahi ehemmiyetinin olmadığı görülmektedir.
c-) Emir Candar:
Candarlar, hükümdarın saray muhafazasına memur ettiği kişiler olup, amirlerine Emir Candar denilirdi. Candarlar arasında Atabeg Gümüştegin Candar gibi, atabeg derecesine kadar yükselenler vardı.
d) Emir-i Silah:
Merasimlerde hükümdarın silahını taşıyan ve aynı zamanda zeradhane veya Zırhhane denilen silahhaneyi muhafaza eden silahdarların amiridir.
Emir-i Silah makamına gelmiş bir kişi Siyaset-name'ye göre, merasimler esnasında, hükümdar tahtının yanı başında dururdu. Emir-i Silah'ların komutanlık mevkiine çıktıkları görülmektedir. Silahdarlara bazen Silahi denilirse de Siyaset-name'de silahdar tabiri kullanılmaktadır.
e) Emir-i Alem:
Rayet-i Devlet denilen hükümdarın bayrağını taşıyan ve onu muhafaza eden alemdarların reisi idi.
f) Camedar:
Osmanlı İmparatorluğunda Çuhadar ve daha sonraki devirlerde Esvapçıbaşıya eş vazife gören Camedar, hükümdarın elbiselerini muhafaza ederdi. Bu tabir Türkiye Selçukluları ile Memluklerde de görülmektedir.
g) Şarabdar-ı Has:
Hükümdarın meşrubatını hazırlayan ve her hafta, vakit ve günü muayyen Meclis-i Has'da ve yemeklerde hizmetle mükellef olan Şarabdar- ı Has'ın emri altında şarabhane denilen yerde çalışan hizmetliler de vardı. Ayrıca şarabhaneye bağlı bir de kiler mevcuttu.
Meclis-i Haslarda hükümdara ve davetlilere (şarap) içecek sunan kölelere Saki denilirdi. Bu Meclis-i Haslara devlet adamlarından çok mahdut kişiler katılırlardı. Siyasetname'ye göre, bu gelen kişilerin maiyetinde sadece bir köle bulunurdu.
h) Taştdar veya Abdar:
Leğen anlamına gelmekte olan taşt, sonraları umumileşerek İbrikdar'a alem olmuştur. İbrikdar, hükümdar elini yıkadığı zaman ona leğen ve ibrik tutardı. Harezmşahlar devletinin kurucusu olan Anuştegin, Sultan Melikşah'ın kölelerinden olup onun taştdarı idi.
i) Emir-i Ahur:
Sarayın ve hükümdarın hayvanlarına bakan has ahurun hademe, seyis ve diğer vazifeli kişilerin emiri olan kişiye Emir-i Ahur denilirdi.
j) Serhenk veya Çavuş:
Sultan alaylarının önünde yer alan ve yol açan kişilerdi. Selçuknamelerde Serhenk ve Çavuş tabirlerinin her ikisi de geçmektedir. Ayrıca bunlara bir diğer ad olarak Durbaş da denilmekteydi. Bu kişiler, posta ulaklığı ile muhabere hizmetlerinde de kullanılmaktaydı.
Selçuklu sarayında bu saydıklarımızdan başka Hasekiler, Hadimler ve Vuşak denilen saray hademeleri de bulunmaktaydı. Bütün bu vazifeliler, sultanın memluklerinden idiler.
c - HÜKÜMET İŞLERİ
a) Büyük Divan:
Büyük Selçuklu İmparatorluğunda Divan-ı Sultan adı verilen ve umumi devlet işlerini yürütmek için, hükümdarın da zaman zaman iştirak ettiği büyük bir divan vardı.
Bu divanın reisi Sahib-i Divan-ı Devlet denilen vezirdi. Hükümdarın re'sen verdiği emirler dahi divanda müzakere edilebilirdi. Bu divanın kimlerden teşekkül ettiğine dair elimizde yeterince bilgi yoksa da, Rahatü's- Sudur'a göre vezirden başka Müstevfi ve Arızu'l Ceyş büyük divanın azalarındandı. Ayrıca diğer divan başkanları yanısıra Tuğrai ile Müşrif'in de bu divana katıldıkları yine kaynaklardan anlaşılmaktadır.
İlk Büyük Selçuklu divanı, 1036 yılında Nişapur'da Tuğrul Bey'in riyasetinde toplanmıştır. Tuğrul Bey'in, Horasan valilerinin toplantılarını göz önüne alarak, haftada iki defa Büyük Divanı topladığını ve toplantılara bizzat riyaset ettiğini görmekteyiz.
Türkiye Selçuklu sultanlarından Süleymanşah'ın da riyasetinde Büyük Divanın toplandığı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Buna göre Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na bağlı, diğer Selçuklu hakimiyet bölgelerinde de bu tip divanlar vazife ifa etmekteydiler.
b) Müstevfi Divanı:
Bu divana Mansıb-ı İstifa veya İstifa Divanı da denilirdi. Bu divanın sahibine de Müstevfi veya Sahib-i Divan-ı istifa denilirdi. Bu divan, devletin bütün mali işlerinden mesuldü. Amid adı verilen ve ülkenin muhtelif yerlerinde vergi toplayan tahsildarlar, Müstevfi'ye bağlı idiler. Her vilayette bir Amid bulunurdu. Amid-i Horasan, Amid-i Bağdat vb. gibi.
Ayrıca Müstevfi'lerin naip olarak adlandırılan yardımcıları vardı. Herhangi bir şekilde Müstevfi'lik inhilal ederse naip onun yerine Müstevfi olurdu.
Büyük Selçuklularda devlet hazinesi iki tane olup bunlardan biri masraf, diğeri asıl hazine idi. Asıl hazine bir yerde ihtiyat vazifesi görmekte olup masraf hazinesinde paraya ihtiyaç hasıl olursa bu fazla para geçici olarak oraya aktarılmaktaydı.
Her vilayetin gelir ve giderleri, Siyasetname'ye göre, Müstevfi Divanı tarafından tespit edilirdi.
c) Tuğra veya İnşa Divanı:
Tuğra veya İnşa Divanı hükümdarların kendi ülkelerindeki eyaletler ve dış devletlerle olan haberleşmeyi bu divan yapar, berat, nişan, menşur ve tayinlere ait vesikaları verirdi. Divanın reisine Sahib-i Tuğra ve İnşa veya sadece Tuğrai denilirdi.
Selçuklular'ın ilk zamanlarından beri mevcut olan Tuğra ve İnşa Divanı iki ayrı daireden müteşekkildi. Bunlardan biri Tuğra, diğeri Divanü'r-Resail ve'l-İnşa idi ki sonuncusunun amirine Münşi denilirdi.
Sultan ava çıktığı zaman Tuğrai, onun yanında bulunur ve vezir gibi vazife görürdü. Hatta Tuğrailerin hükümdar eşine de vezirlik ettiği görülmektedir.
Ebu İsmail Hüseyni el-İsfehani, Melikşah ve oğlu Muhammed Tapar zamanlarında Tuğrai olup bu lakapla şöhret bulmuştu. Tuğrailer arasında Amidi Tuğrai, yine Sultan Muhammed Tapar'ın karısı Gevher Hatun'a vezirlik de yapmaktaydı.
d) Müşrif Divanı (Divanü'l-İşraf):
Devletin mali ve idari işlerinin yolunda gidip gitmediğini teftiş vazifesiyle mükellef olan divana; Divan-ı Müşrif veya Divtinü'l-İşraf, amirlerine ise İşraf-ı Memalik veya Sahib-i Divan-ı İşraf-ı Memalik denilirdi. Bu divanın amiri icap ederse şehir ve nahiyelere kendi naiplerini göndererek işleri tetkik ettirirdi.
Müşrifler son derece itimada layık, işten anlayan kişiler arasından dikkatle seçilirlerdi. Onların naip olarak şehirlere yolladıkları kişiler de mutemet adamlar olup, bunların maaşları devlet hazinesinden temin edilirdi.
e) Divan-ı Arız:
Divan-ı Arız veya Divan-ı Arz denilen ve ordunun ihtiyaçları ile ilgilenen bu divanın amirine Arız-ı Ceyş veya Arız yahut Arız-ı Sultan denilmekteydi.
Divan-ı Arız, sadece askerlerin maaş ve levazımatı ile meşgul olurdu. Ordu komutanlığı ile bir ilgisi yoktu.
Diğer Divanlar:
Yukarıda bahsedilen divanlardan başka amirleri Büyük Divan'a dahil olmayan divanlar da vardı. Bunlardan biri şeri işlere bakan Divan-ı Mezalim olup amirine Emir-i Dad denilirdi. Bir diğeri ise, reisine Sahib-i Berid denilen posta divanı idi. Bu divana bağlı olup ülkenin vilayetlerinde bulunan ve Sahib-i Haber olarak adlandırılan memurlar vardı. Başlangıçta Selçuklularda görülmeyen bu divan zamanla bir gelişme göstermiştir.
D -·- DEVLET RİCALİ
Vezir:
Hükümdardan sonra devletin en yetkili kişisi vezir idi. Selçuklularda vezire Hace de denildiği olmuştur. Mesela Nizamü'l-Mülk'e böyle denildiği gibi, Türkiye Selçuklularından vezir Sahip Ata Fahreddin Ali'ye de bu lakap verilmiştir. Bu kelime, muhterem, muazzez, zengin anlamına gelmektedir.
Vezir, devletin bütün işlerinden mesuldü. Menşur-u Vezaret denilen bir fermanla tayin edilen vezirlerin vezaret alametleri, altın divit ile taç veya külahtı. Ayrıca tayin edilmiş olan vezire hil'at giydirilirdi.
Devat-ı Vezaret denilen vezirlik alametini divan günlerinde vezirin önüne koyan ve onu muhafaza eden memura Devatdar denilirdi. Devatdar, vezirin mahremlerinden olup, gizli yazıları kaleme alırdı.
H. Uzunçarşılı, Nücumü'z-Zahire adlı eseri kaynak göstererek devatdarlığın ilk defa Selçuklular tarafından ihdas edilmiş olduğunu kaydetmektedir.
Atabeg:
Ata ve Beg kelimelerinden meydana gelen bu tabirin Selçuklularda ilk defa vezir Nizamü'l-Mülk'e ünvan olarak verildiğini görmekteyiz. Daha sonraları ise, sultan çocuklarının terbiyesi ile uğraşan ve gönderildikleri eyaletleri onların adına idare eden kişilere Atabeg ünvanı verilmiştir. Atabegler, genellikle sultanların memlukları arasından titizlikle seçilmiş, itimada layık askeri ve idari kabiliyeti haiz olan seçkin kişilerdi. Her atabeg, yanındaki Selçuklu hanedanına mensup şehzadeyi, fırsat bulduğu zamanlar sultan ilan edebilmek için uğraşmışlar ve şehzadeler arasındaki saltanat mücadelelerinde mühim bir rol oynamışlardır. Bazen kendi kudret ve hakimiyetlerini oğullarına bırakarak sülalelerinin hakimiyetini de sağlamışlardır. Bunlar arasında Melikşah'ın ibrikdarı, dolayısıyla memluk'u bulunan Anuştegin, Hive valiliğine, yine Şemseddin İldeniz Sultan Gıyaseddin Mesud tarafından Azerbaycan valiliğine gönderilmişti. Tuğtegin, Tutuş tarafından oğlu Dukak'ın atabegliğine tayin edilip Dımaşk atabegliğinin; Sultan Mahmud, İmadeddin Zengi'yi oğlu Alparslan'm atabegliğine tayin ederek Musul atabegliğinin kurulmasına sebep olmuşlardı. el-Cezire ve Erbil atabegliklerinin ortaya çıkışı da aynı şekilde olmuştur.
Büyük Selçuklu siyasi tarihinde önemli rol oynayan Atabeglerden Emir sipehsalar Gümüştegin Candar, Emir Atabeg Kara Sungur, Atabeg İmadeddin Zengi, Atabeg İldeniz ve Atabeg Zahireddin Tuğtegin bu tip Türk vali ve komutanlarından idiler.
Atabeg tabiri, Memlükler'de Atabekü'l-Asakir ünvaniyle Memluk kuvvetleri komutanına ve Türkiye Selçuklularında ise, hükümdar mutemedi ve şehzadelerin mürebbisi olanlara verilen bir ünvan olmuştu. Türkiye Selçuklu Devleti'nde, hükümdar atabegliğine tayin olunan kişi, Büyük Divan'a katılırdı.
Osmanlılarda ise atabeglere Lala denilmekte olup lalalar, şehzadenin sadece yetiştirilmesiyle vazifeli idi. Lala tabirini Türkiye Selçuklularında da görmekteyiz.
Devlet ricali arasında; vezir ve atabeglerden başka, Müstevfi, Tuğrai, Müşrif ve Arızu'l-Ceyş gibi diğer vazife sahipleri de bulunmaktadır.
E --· İDARİ TEŞKİLAT
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü toprakların çok geniş bir bölgeye yayılmış olması, idari bakımdan imparatorluğun bir takım eyaletler ile kendisine tabi hakimiyetlere ayrılmasına sebep olmuştu.
Devletin ilk başkenti Nişapur idi. Daha sonra başkent İsfehan oldu. Sultan Sencer zamanında ise Merv'e nakledildi. Sultan merkezde oturur, ülkenin muhtelif bölgelerine de; ya hükümdar ailesinden birini, (küçük ise bir atabegin nezaretinde tayin eder) ya da itimada layık memluk asıllı bir komutanı vali olarak gönderirdi. Gönderilen melik veya valiye o bölgenin hasılatı (öşüriye veya resmiyesi) ıkta olarak verilirdi.
Ayrıca hükümdarın emrindeki herhangi, bir komutan, yeni bir bölgeyi fethederse oranın o komutana ıkta olarak verilmesi, alışılagelmiş bir usüldü. Bu şekilde, Oğuz beylerinden Emir Danişmend, Emir Mengücek ve Emir Saltuk'a fethettikleri bölgeler ıkta olarak verilmişti. Keza, Suriye Tutuş'a; Kirman Kara Arslan Kavurd'a ve Horasan, meliklik zamanında Sencer'e tahsis edilmişti.
Melikşah zamanında, memluk asıllı emirlerden Kasimüddevle Aksungur Haleb'e, İmadüddevle Bozan Ruha'ya (Urfa), Çökürmüş ise Musul'a tayin edilen valiler arasında bulunuyordu.
Sultan Melikşah zamanında, Anadolu'da Danişmendliler, Mengücekler ve Saltuklular, el-Cezire'de (Hısn-ı Keyfü, Mardin ve Amid'de), Artuklular, Suriye'de Tutuş'un hakimiyeti altındaki Suriye Selçuklu Melikliği, Ahlat ve civarında Mervanoğulları, sonraları ise Ermenşahlar, yine Doğu Anadolu'da Şeddadoğulları, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na tabi devletler olarak hüküm sürmüşlerdir. Sultan Sencer zamanında, Irak Selçuklu Devleti de Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na bağlı idi.
Hanedana mensup eyaletlerin idaresine tayin edilen melikler ve valiler, bölge arazinin resim ve öşürlerini maaş mukabili alırlardı. Her yıl ıkta harici olan mahalli varidattan hazineye muayyen bir para gönderilirdi.
Valiler ve diğer devlet ricali hakkında müsadere usülü de tatbik edilir ve bu şekilde alınan mal, devlet hazinesine ilave edilirdi. Bu uygulama, emirlere itaat etmeyen valilere veya meliklere tatbik edilirdi. Valilerin vasi selahiyetıeri vardı. Fakat bu hususla ilgili işler, Büyük Divan tarafından murakabe edilirdi.
Eyaletlere tayin edilen melikler ise, bir hükümdar gibi hareket ederler, yanlarında vezir, atabeg, hacibü'l-hüccab, tuğrai gibi vazifeliler de bulunurdu. Bu meliklerin yaşça küçük olanlarına sultan tarafından tayin edilen atabegler, eyaleti melik adına idare ederlerdi. İmparatorluğun bu şekilde idare edilen bölgelerinde hutbe, büyük sultanın adının zikrinden sonra melikin adını okumak suretiyle icra edilirdi. Kesilen paralarda da aynı yol takip edilir, ayrıca atabegin adı da paraya hak edilebilirdi. Melik kendi adıyla tevki çekebilir, kapısında günde üç defa nevbet çaldırabilirdi.
Selçukname'lerde, eyaletlerdeki memluk asıllı valiler, umumiyetle idaresi altındaki bölgeye göre lakaplandırılmaktaydılar. Mesela: Sahib-i Bilad-ı Fars, Sahib-i Musul, Sahib-i Zencan gibi.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun zayıf anlarında, merkezi idareye bağlı bulunan eyalet idarecileri, zaman zaman kendi başlarına buyruk olmaya da başlamışlardır. Bunlar arasında, yanlarındaki melikleri hal'edip, hakimiyeti kendi soyuna geçiren veya yanındaki meliki sultan ilan edebilmek için saltanat mücadelelerine girişen atabegler de zaman zaman ortaya çıkmaktaydılar.
Bütün bu hususlara rağmen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, idari teşkilatı merkeziyetçi bir bünyeye sahipti. Merkez, kendisine bağlı eyaletlere ayrılmakta, bu eyaletler ise yine kendilerine bağlı olmak üzere vilayetlere, vilayetler Kutval veya Dizdar adı verilen kale muhafızlarının idaresi altındaki küçük kazalara ayrılmakta idiler.
Bunların yanısıra, bu tip küçük kazalara, Şahne adı verilen ve emrinde bir garnizon bulunan emirler de tayin edilirdi ki, bazı eyalet merkezlerinde bile bu kişiler vazife alırlardı.
Şahneler tayin edildikleri kazaların ayrıca bir valisi yoksa, bu vazifeyi de yüklenirlerdi. Kazanın savunması, yollarının emniyetinin temini, kadı hükümlerinin icrası, asayişin korunması, vergi memurlarınca tahsil edilemeyen vergilerin toplanması gibi işler şahnenin vazifeleri arasında idi.
Ayrıca hükümdara bağlı bir şahnenin, halifelik merkezi Bağdat'ta bulunması, Selçuklu İmparatorluğu'nun halifeliği denetimi altında bulundurmasını da sağlıyordu.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na tabi devletler ile eyaletlerdeki atabegler, iç işlerinde hemen hemen serbest idiler. Selçuklularda tabilik anlayışı; vergilerin ödenmesi, hutbe ve paralarda Selçuklu hükümdarının adının zikri, bir sefer esnasında askeri yardımda bulunulması esaslarına dayanmakta idi. Bu ana hususları yerine getiren hükümetler, tabilik şartlarına uymuş kabul edilmekteydiler.
F - ASKERİ TEŞKİLAT
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nda devletin esasını, ordu teşkil etmekteydi. İlk zamanlarda Gazne ordusunda takip eden nizama göre düzenlenen Selçuklu ordusu, devletin genişlemesi neticesinde zamanın icaplarına göre tekamül ettirilmişti. Selçuklularda, gerek hükümdarın, gerekse melik ve ümeranın maiyetlerinde muntazam askeri kuvvetler mevcuttu. Kuruluş dönemindeki aşiret kuvvetleri, daha sonra yerini maaşlı ve topraklı muntazam askeri birliklere terketti. İmparatorluk içindeki arazi, ölçümleri yapılarak yıllık gelirleri itibarı ile büyük, orta ve küçük olmak üzere ayrılmıştı. Bu arazinin öşür ve resimleri, hizmet mukabilinde ümera ve askerlere verilirdi. 'Makrızi, imar işlerinin dikkate alınarak yapılan bu askeri ıkta usulünün ilk defa Nizamü'l-Mülk tarafından ihdas edildiğini yazmaktadır. Bu ıktalar; melik, vali ve diğer ümeraya derecelerine göre verilmekteydi. Ikta sahibi ölürse, ıktaı normal olarak oğluna aktarılırdı. Ikta sahipleri, ıkta sahalarına göre, maiyetlerinde asker yetiştirmeye mecburdular.
Büyük Selçuklu ordusunu üç ana gurup içinde mütalaa etmek mümkündür.
1 -- Gulaman-ı Saray:
Çeşitli kavimlerden seçilerek, törenler için özel saray terbiyesine tabi tutulmuş ve doğrudan doğruya sultana bağlı olan bu birlikteki askerler, divan defterinde kayıtlı idiler. Yılda dört defa maaş (Bistganz) alırlardı.
2 - Hassa Ordusu:
Bu ordu merkezde veya merkeze çok yakın bir yerde bulunur ve sultanın emrinde her an hazır beklerdi. Kapukulu tabiri, henüz bu devrede kullanılmadığından bu birliğe Hassa ordusu denilmektedir. Sultan Melikşah zamanında bu birliğin mevcudunun yirmibin, ıkta bölgelerindeki askerin ise dörtyüzbin olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
3- Sipahiyan:
İmparatorluğun her tarafına dağılmış, kendilerine ayrılan ıkta araziden geçimini sağlayan fakat her an sefere hazır vaziyette bulunan süvari kuvvetlerine Sipahiyan denilmektedir. Askeri teşkilatta Selçuklu İmparatorluğu'nda yapılan en büyük yeniliklerden biri şüphesiz askeri ıkta sistemi idi. Bir yandan kalabalık orduların devletin hazinesine yük olmadan beslenmesi sağlanırken, diğer yandan da memleketin mamur bir hale gelmesine yardım edilmiş oluyordu. Ikta sahibi olan kişiler yanlarında asker beslemekle, ayrıca bölge halkına iyi davranıp, imar faaliyetlerine katkıda bulunmakla mükelleftiler. Bu hususları noksan olarak yapanların ellerinden ıktaları alınırdı.
Ikta usulü, İmparatorluğun askeri olduğu kadar idari ve hukuki en sağlam temellerinden birini teşkil etmekteydi. Türkiye Selçuklu devletinde Moğol istilası neticesinde nizam bozulunca, verimli ıkta arazisinin yurtluk (Mülk) haline getirilmesi, böylece miri toprak usulünün soysuzlaşması, Selçuklu ordusunun dağılmasına sebep olmuş ve devletin yıkılmasında başlıca amil olmuştur.
Gulaman-ı Saray, Hassa ordusu ve Sipahiyan'ın dışında Selçuklu İmparatorluğu'nda gerektiğinde halktan da ücretli asker toplanırdı. Bunlara Başer denilirdi. Orduda birliklerin kendilerine ait değişik tipte bayrakları vardı. Ordu içinde birçok sınıflar mevcut olup tabipler ve kadılar da bulunurdu. Selçuklu ordusunda seyyar hastahaneler ve Anadolu ordularında seyyar hamamlar (Çerge) mevcuttu. Büyük Selçuklu ordusunun bilhassa uç boylarında, o bölgenin komutanı emrindeki hassa ve süvari birliklerinin yanısıra, sadece savaşlara katılıp ganimetten paylarını alan, bazı hallerde ise sadece gaza için savaşan akıncı Türkmen birliklerini de unutmamak gerekir. Ayrıca Gaziyan adı verilen bir sınıf gönüllü asker gurubu da bulunmakta idi. Savaş anlarında bütün bu askerler toplanır, devlet merkezinden tayin edilen üst seviyedeki komutanların emrinde vazife görürlerdi.
G -- ADLİYE TEŞKİLATI
Selçuklu Adliyesi Şeri Yargı ve Örfi Yargı olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Şeri davalara kadılar bakarlardı. Bu kadıların başında merkezde bulunan bir Başkadı (Kadı'l Kudat) bulunurdu. Tereke, hayrat işleri ve vakıfların idaresi de kadılara aitti. Kadıların verdikleri hükme müdahale edilemezdi. Ancak bir kadı'nın bile bile yanlış verdiği bir hüküm, diğer kadılar tarafından altı imzalanarak sultana arzedilebilinirdi. Müslümanların canı ve malı ile adaletlerine sığındıkları bu Şeri mahkemelerin yanısıra Selçuklularda, Örfi davalara bakan mahkemeler de bulunurdu. Bu mahkemeler, asayiş, devlet emirlerine itaatsizlik ve siyasi suçlar gibi davalara bakarlardı. Bu örf mahkemelerin başında Emir-i Dad bulunur ve onun memleket içindeki memurları, aynı hususları bulundukları bölgelerde takip ederlerdi.
Orduya mensup kişilerin şeri meselelerdeki davalarına Kazaskerler bakarlardı. Adliye teşkilatındaki sorumlu kişiler, hükümet içinde başka hiçbir vazife almazlar, daha adaletli bir hükme varmak için hükümet işleriyle ilgilenmezlerdi.
H - İSTİHBARAT VE POSTA TEŞKİLATI
Selçuklularda Posta teşkilatına (Berid) da çok ehemmiyet verilmekteydi. öteden beri kervancılar vasıtasıyla alınan haberlerin Selçuklular zamanında bizzat devlet eliyle yürütüldüğü görülmektedir. Bu kuvvetli haber alma teşkilatı, Peykler ve Perendeler'den kurulu idi. Haberler, birçok değişik şekilde gerekli yerlere aktarılırdı. Bunun için at, güvercin, bilhassa Suriye ve Irak bölgelerinde deve gibi hayvanlar da kullanılır, bunlar devlet kayıtlarına geçerdi. İstihbaratla görevli kişilere «Münhi» denilirdi.
Haberleşme teşkilatının düzenli ve hızlı yapılabilmesi için, yollar üzerinde karakollar ve daimi kontrolü gerektiren yerlerde ribatlar kurulurdu.
Arapça yazılan kaynaklarda, haberleşmede kullanılan güvercinlere «el-Menasib», bunların kayıtlı olduğu defterlere de Defterü'l-Ensab denilmektedir. Gönderilen haber, Varakü't-Tayr adı verilen hususi bir kağıda yazılır ve kuşun teleklerine konurdu. Bölgelerdeki büyük kalelerde burc denilen güvercinlikler bulunurdu. Bunlara «Burcü'l-Hamam» adı da verilirdi.
I--· TOPRAK VE HALK
Büyük Selçuklular'ın kuruluş yıllarında ülke toprağı, Türk örf adetlerine göre tevzi ve idare edilmekteydi. Tuğrul Bey zamanından itibaren, hükümdar ailesinin ortak mesuliyeti altında sayılan ülke, yerini merkeziyetçi bir sisteme terkediyordu. Buna göre hükümdar olan kişiye, mutlak itaat ve bağlılığı temin için, hükümdar ailesine mensup meliklere verilen toprak ve üzerindeki idare hakkı, yeni bir statüye bağlanmaktaydı. Daha sonraları ise bu değişiklik, Nizamü'l Mülk tarafından Siyaset-name'de yeniden ifade edilmiştir.
Buna göre, Selçukluların hüküm sürdüğü yerlerde toprak; haracı, Öşri ve Emiri olmak üzere kısımlara ayrılmıştı. Hazineye ait olan ve büyük ıktalar halinde idare edilen emiri arazi, Nizamü'l-Mülk zamanında parçalanarak topraklı süvari dirlikleri haline getirildi. Siyaset-name'ye göre, bu sistemde de evvelki idare tarzı gibi toprak ve üzerinde çalışan halk devletin denetimindeydi. Toprağı işleyen halk (veya köylü), o toprağa muvakkat tapu ile ve ekip biçmek şartıyla sahipti. Toprağı ekipbiçen reaya ölecek olursa, toprak erkek evladına intikal etmekteydi.
Köylü topraktan aldığı mahsulün öşür ve resmini doğrudan doğruya devlet hazinesine vermeyerek, devletin bir hizmet mukabilinde bölgenin öşür ve resmini terkettiği ıkta sahibine öderdi. Eğer arazi vakfedilmişse, vergiler ilgili vakfa ödenirdi.
Ümera ve ileri gelenlere ait ıktalar hizmet karşılığı verilirdi. Ikta sahibi, devlete hizmetinden azledilirse, ıktası da elinden alınırdı. Eğer hükümdar ölür veya değişirse, bütün ıktaların beratları yenilenir ve yeni hükümdar adıyla berat verilirdi.
Hükümdar ıktasına Has adı verilir ve bu bölgenin gelirini Ôşür Divanı tahsil ederek elde edilen para hazineye yatırılırdı.
Her ne şekilde olursa olsun, ıkta usulü ile sipahi veya dirlik sahibi tespit edilmiş muayyen miktardaki öşür ve resimden fazlasını halktan talep edemezdi. Böylece halkın ezilmemesi sağlanmaktaydı. Hatta bu durumun bozulması hallerinde halkın şikayet hakkı her zaman mahfuzdu. Siyasetname'de de belirtildiği üzere ahali, her zaman dergaha yani sultana ve Büyük Divan'a müracaat edebilir, haklı olduğu takdirde ıkta sahibinin kanunlara riayet etmediği için tımarı elinden alınırdı.
Toprağa bağlı halk:, hukuki yönden şehir ahalisi gibi hürdü. Ellerindeki toprakları işleyebildikleri müddetçe topraklarının işleme hakkı evlatlarına veraset yoluyla intikal ederdi.
Şehirlerde idari vazifelerin veya iktisadi zenginliğin sağladığı imkanlarla ortaya çıkmış zengin aileler mevcuttu. Bunlar çevrelerinde nüfuz sahibi idiler. Köylerdeki dihkanlar da bu neviden idi. Halk üzerinde nüfuzlu diğer bir zümre de din adamları idi.
Yerleşme merkezlerinde orta ve küçük esnaf ve ticaret erbabı ile sanatkarlar, ayrı ayrı loncalar kurmuşlardı.
İşleri güçleri olmayan ve sufiyane bir hayat yaşayan, rind, ayyar, settar gibi adlarla anılan bir kısım zümreler de toplum hayatı içinde yerlerini almışlardı.
Gerek köylerde, gerek şehirlerde yaşayan bütün halk, devletin himayesi altında olup geçimlerini sağlamakta idiler.
J -- İKTİSADI VE İÇTİMAİ HAYAT
Selçuklularda iktisadi hayat, kervan yolları sayesinde parlak bir seviyeye erişmişti. Ticaret kervanları; Türkistan, Harezm, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu istikametinde emniyetle sefer yapıyorlardı. Gazneliler devlet teşkilatından bir çok şekilde faydalanan Selçuklular, ticaret yolları ile ilgili hususları da onlardan almışlardır. Mesela Gazneliler gibi Selçuklular da, ticari kervanlara askeri muhafızlar koyarak, kervanın emniyetini sağlarlardı. Hatta zarara uğrayan bir kervancının zararı, devlet hazinesinden mevcut hukuka göre tazmin edilirdi.
Selçukluların kervan yollarına vermiş olduğu ehemmiyet, bilhassa Anadolu'da ileri bir seviyeye varmalarına sebep olmuş ve bir çok ülke ile mübadelenin artmasını da sağlamıştı. Kervan yollarının kesilmesi ve kervan kafilelerinin soyulması, Selçuklu sultanlarının askeri seferlerine dahi sebep olmaktaydı. Devletin bu siyasi görüşü icabı bilhassa Melikşah zamanında yeni ticari vergilerin konması neticesini doğurdu. Melikşah zamanında alınan ticari vergiler ve gümrüklerin (Mukus) yekunu altıyüzbin dinara varmaktaydı.
Vergi sisteminin esasını, zırai gelir teşkil etmekteydi. Böylece ticaretle uğraşanlar, mevcut vergi sistemleri dışında kalmakta, devlete vergi ödemeyerek, kısa zamanda zengin ve içtimai adaletsizliğe sebep olmakta idiler. Halbuki ticaret erbabına konan yeni vergiler ve gümrükler ile hem devlet yeni bir kazanç sağlamış, hem de tüccar sınıfının aşırı zenginliği biraz da olsa önlenmeye çalışılmıştı.
Selçuklular, ticarete ve ticaret yollarına büyük bir önem verdikleri gibi, ziraata da değer vermişlerdir. Sultan Melikşah ve Sultan Sencer tarafından Irak, Horasan ve Harezm'de açılan veya imar edilen sulama kanalları sayesinde zirai üretim çok artmıştı. Üretimin artması, imparatorluğa bağlı şehirlerin büyümesine ve bu şehirlerde ticari hayatın gelişmesine sebep olmuştur.
Sanayi şehir hayatı içinde önemli bir yer tutmaktaydı. Kumaş dokuma tezgahları, demir fırınları, deri işleme atölyeleri, zamana göre en ileri sanayi olan kağıt imalatı; yine çini, cam gibi maddeler üreten fırınlar ve imalathaneler ülkenin her tarafına yayılmıştı.
Devlet, sanayi kesiminden de vergisini almaktaydı. Sultan Melikşah zamanında eyaletlerin merkeze ödedikleri vergi, Hamdullah Kazvini'nin Risale-i Melikşahi'de naklettiğine göre, ikiyüzonmilyon dinara varmıştı. Gaffari'ye göre, Melikşah'ın saray bütçesi, yirmimilyon dinar idi. Devlet bütçesine ve saray hazinesine giren bu vergiler ile ülke imar edilmekte ve bir çok hayratlar kurulmaktaydı.
Sultan Sencer zamanı da iktisadi kalkınma bakımından büyük önem taşımaktadır. Onun zamanında Murgab kanalının suladığı Merv ovalarından alınan ürün, bölgenin iskanına büyük ölçüde tesir etmişti. Burada yapılan pamuk ziraati, bölge şehirlerinde dokuma sanayiinin gelişmesini sağladı.
Selçuklular zamanında Türkistan şehirlerinin pamuklu ve yünlü dokumaları pek meşhur olmuş, bunlar Bağdat'a kadar sevk olunmaya başlamıştı.
Ticaret sahasında olduğu gibi, zirai sahada da yeni tesislerin kurulması ve bunların işletilmesi, yeni hukukun doğmasına sebep oldu. Horasan ve Irak'taki alimler toplanarak mahalli örfleri ve gelişen zirai meseleleri, İslam hukuku esaslarına göre tedvin ettiler. Böylece zirai sahada, yeni bir sulama hukuku meydana geldi.
Selçuklular zamanında içtimai hayatı etkileyen büyük yardım müesseseleri, hastahaneler, zaviyeler çok yaygın bir halde idi. İslamda ilk hastahane Harun er-Reşid zamanında, Cündişapur'da Sasanilere ait Bimaristan'ın tabipleri ile Bağdat'a nakledilmesiyle başlamaktadır. Selçuklulardan önce de Rey şehrinde bir Bimaristan mevcuttu. Fakat bu müessese, Selçuklular sayesinde bütün İslam dünyasına yayıldı. İlk Selçuklu hastahanesi, Nizamü'l-Mülk zamanında Nişapur'da yapıldı. Bunu bir çokları takip etti. Sultanlar, hatunlar, vezirler bir çok hastahane inşa ettirdiler. Sultan Sencer'in vezirlerinden olan Ahmed Kaşi, Kaşan, Ebher, Zencan, Gence ve Arran'da darü'şşifa ve medreseler inşa ettirdi. Selçuklu ordusunun bünyesinde de seyyar hastahaneler kuruldu. İmadeddin İsfehani, böyle bir hastahanenin ikiyüz deve ile taşındığını kaydetmektedir.
Büyük Selçuklulara bağlı eyalet valileri ve atabegler de kendi bölgelerinde bimaristanlar tesis ettiler. Şam'daki ilk hastahaneyi Melikşah'ın yeğeni Dukak kurdu. İkinci hastahane Nureddin Mahmud b. Zengi tarafından yine Şam'da, bunu takiben bir diğeri ise Nusaybin'de açıldı. Bu hastahanelerin ihtiyacı olan tabip ve vazifelilere ait maaşlar ile hastahane giderleri vakıflar tarafından karşılanırdı.
Anadolu'da Türkiye Selçukluları tarafından da çok mükemmel ve bol sayıda bimaristan, darüşşifa, darussıhha ve darülafiye adları altında hastahaneler açıldı. İbnü'l-Cübeyr'e göre deliler için de bir hastahane mevcuttu.
Yine büyük Selçuklular ve onlara bağlı eyaletlerde yetim mektepleri ve acizler yurdu bulunmaktaydı. Bu kurumların giderleri de buralara tahsis edilen vakıflar tarafından karşılanmaktaydı.
K -- İLMİ HAYAT
Selçuklu İmparatorluğu, eğitim ve öğretim bakımından İslam dünyasında çağının bir dönüm noktasını teşkil etmiştir. Bu dönem, eğitim-öğretim faaliyetlerinin belli bir sisteme bağlanması ve devletin himayesine alınması açısından ayrıca önem arzetmektedir. Bu dönemde, Şii ve Rafızi fikir akımlarına karşı etkili ve ilmi mücadele yapılabilmesi için, devrin Sünni fakihlerine geniş imkanlar tahsis edilerek devlete bağlı bir manevi kuvvet cephesi teşkil edilmiştir. Böylece İslam dünyasında ilk defa müderrisleri maaşlı ve erzaklı, ders programları tespit edilmiş, zengin kütüphane ile donatılmış, parasız öğrenim yapılabilen bir medrese kurulmuştur.
Sultan Alparslan tarafından kurulan bu medrese, cephesine Nizamü'l-Mülk yazıldığı için Nizamiye adıyla şöhret olmuştur. 1066 yılında Bağdat'ta Dicle kenarına kurulan Nizamiye'ye çarşı, han ve hamamlar vakfedilmişti. Devrin ilim ve fikir hayatında önemli rolü olan bu medrese, İslam dünyasına yayılan pek çok şöhretli alim yetiştirmiştir. Öyle ki, Nizamiye mezunu gençler, her yerde itibar görmüş ve memleketin en selahiyetli kimseleri olarak önemli makamları işgal etmişlerdir. Öte yandan Nişapur, Belh, Herat, Basra, Tus ve Amul gibi merkezlerde Nizamiye ekolünde medreseler kurulmuş, Bağdat Nizamiyesi'nin ders konuları ve programları esas alınarak başta Osmanlılar olmak üzere bütün İslam dünyasında yüzyıllarca takip ve tatbik edilmiştir.
İslami ilimlerin yanısıra filoloji, matematik, astronomi gibi müspet ilimlerin de tahsil edildiği Bağdat Nizamiyesi, yeryüzünün ilk üniversitesi sayılmaktadır. Sonraları; devlet adamları tarafından Nizamiye ekolünde bir çok medrese kurulmuştur.
Selçuklu devrinde matematik ilmi yüksek seviyelere ulaşmış, Melikşah zamanında daha çok edebi yönü ile tanınan Ömer Hayyam (öl. 1131) ve Muhammed Beyhaki gibi güçlü temsilciler bulmuştur. Bunlar cebir, mahrutat geometri ve zic konularında önemli eserler kaleme almışlardır.
(1074-1075) yılında bir rasathane kurularak Ömer Hayyam, Ebu'l-Muzaffer İsfizari, Meymun b. Necib el-Vasıti gibi astronomlardan kurulu heyet, Tarih-i Meliki, Tarih-i Celali veya Takvim-i Melikşahi diye meşhur olan yeni bir takvim tanzim etmiştir. Yüksek fizik ve ışık bilgisine dayanılarak; tanzim edilen bu takvim, miladi (Gregorien) takvimden daha doğru hesaplara dayanmaktadır. el-Hazin tarafından da Sultan Sencer adına bir zic tanzim edilmiştir. Bu arada boya sanayii gelişmiş, kağıt imalatında ilerleme kaydedilmiş, tabipler ve dilciler yetişmiştir. Anadolu'da gelişen tıp ve sağlık işleri için yeni sağlık tesisleri inşa edilmiş, buralarda ustalık-çıraklık tarzında hekimler yetişmiştir.
Selçuklu devrinde tarihçilikte de önemli gelişmeler kaydedilmiş ve tarihçiler Selçuklu sultanlarının himayesini görmüşlerdir. Selçukluların menşeinden bahseden Melikname (1058), İbnü'l-Hassı'.H'un Risale-i Melikşahiye, şair Ebu Tahir-i Hatuni'nin Tarih-i Al-i Selçuk'u, şair Muizzi'nin Siyer-i Fütuh-i Sultan Sencer'i, Hemedani'nin Unvanü's-Siyer'i İbn Funduk Beyhaki'nin Meşaribü't-Tecarib'i, aynı yazarın Zinetü'l-Küttab'ı, Sultan Sencer adına Ali Kaaini tarafından yazılan Mefahiru'l-Etrak gibi eserler; ayrıca İsfehani, İbnü'l·Cevzi, Sıbt ve Ravendi'nin eserleri bu çağın ürünleridir. Ne yazık ki, bu eserlerin çoğu Moğol istilası sırasında kaybolmuştur.
Irak sultanı Tuğrul zamanında Ahmed Tüsi tarafından Acaibü'l-Mahlukat adlı bir coğrafya kitabı yazılmış, Kaşgarlı Mahmud tarafından bir dünya haritası çizilmiş, Ravendi Rahatü's-Sudur adlı meşhur Selçuklu tarihini Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev'e ithaf etmiş (1207), İzzeddin Keykavus adına Anevi tarafından Enisu'l- Kulub adlı eser yazılmış, Alaaddin Keykubat tarihi başta olmak üzere 1192-1280 yılları arasına ait İbn Bibi tarafından el-Evamiru'l-Allliye adlı Selçuklu tarihi hazırlanmış ve daha sonra Selçuklu tarihinin mühim kaynaklarından olan Müsameretü'l-Ahbar ( 1323), Kerimüddin Aksarayi tarafından kaleme alınmıştır. Bunlardan başka, manzum olarak şair Ahmed Kanii'nin Büyük Selçuklu Şehnamesi, ayrıca Horasanlı Türk şairi Hace Dehhani'nin yazdığı yirmibin beyitlik Selçuklular Şehnamesi ve daha pek çok eser elimize geçmemiştir.
Selçuklular zamanında edebiyat sahasında önemli gelişmeler olmuş, bilhassa imparatorluk devrinde Fars edebiyatından istifade edilmiş, Türk sultanlarının himayesi sayesinde İran edebiyatının pek çok seçkin simaları yetişmiştir. Lami, Curcani, Ebu'l-Meali, Nahhas, Ebu Tahir-i Hatuni, Ebiverdi, meşhur hiciv şairi İbnü'l-Habbariye'den başka, bilhassa Emir Muizzi, Ömer Hayyam, ünlü kaside şairi Enveri, Melik Toganşah'ın himaye ettiği Ezraki ve Selçuklu geleneğini devam ettiren İldeniz Atabegleri'nde Nizami, Sadi Şirazi bunlardan bazılarıdır.
Selçuklular devrinde üstün bir seviyeye ulaşan Farsça, edebiyat dili olarak rağbet görmüş, bir çok edebi eser bu dilde yazılmıştır. Arapça ilmi dil olarak kalırken 1277 yılında Karamanoğlu Mehmed Bey'in; “Bugünden sonra divanda, dergahta, bargahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşulmayacaktır” şeklindeki fermanı ile Türkçe de konuşma dili olma özelliğini yaygınlaştırmıştır.
Ancak bu dönemde Anadolu'da Türk edebiyatının hissedilir derecede temsilcileri bulunuyordu. Eski Oğuz menkıbeleri, konularını XII. -XIII. yüzyıl Anadolu'sunun gaza psikolojisine uygun Horasanlı Ebu Müslim menkıbeleri, Hz. Hamza ve Hz. Ali etrafında gelişen cenk hikayeleri, salname, Ahmed Harrami destanı, Battal Gazi menkıbeleri gibi coşku verici Türkçe manzum hikayeler ve daha pek çok menkıbe, yüzyıllarca halk tarafından büyük ilgi ile okunmuştur.
Anadolu'da Türk edebiyatının diğer yönünü teşkil eden tasavvufi Türk şiiri ise daha önceki tarihlerde başlamıştı. Ahmed Yesevi, Ahmed Fakih ile takipçisi Şeyyad Hamza bu tarzın öncüleri olmuşlardır. Mevlana'nın eserlerinde pek az rastlanan Türkçe söz ve ibareler bir yana, hatta Türkçeyi yetersiz bulduğunu söylemesine rağmen, Sultan Veled'in yazdığı Türkçe şiirler, Anadolu tasavvuf edebiyatının ilk örneklerindendir. Sultan Veled'in, aynı zamanda Gülşehri ve Aşık Paşa gibi klasik Türk şiirinin temsilcilerini hazırladığını söylemek mümkündür. Fakat bu sahada Türkmen şairi Yunus Emre (öl. 1320) zirveye ulaşmıştır denilebilir. Türkçeyi kolaylığı ve sadeliği içinde, tarih boyunca hiç kimseyle mukayese edilemeyecek derecede bir kabiliyetle söylemeye ve yazmaya muvaffak olan Yunus; samimiyet, vecd ve cezbe içerisinde bir derya gibi yüzyıllarca akmış, tasavvuf edebiyatını erişilmesi imkansız bir seviyeye ulaştırmıştır. Şiirleri bir yandan aşık edebiyatına, diğer yandan da divan edebiyatına kaynak teşkil etmiştir. Türk edebiyatının bu iki yönüne Yunus'un bariz tesiri görülmektedir.
L --- DİNİ HAYAT
Dini hayat, Selçuklularda içtimai bir düzen idi. Bu devirde Türkler arasında Hanefi ve kısmen de Şafii mezhepleri hakim idi. Bu iki mezhebin dışında Maliki ve Hanbeli mezheplerine mensup olanlar da vardı. Selçuklu hanedanının ve ahalinin büyük çoğunluğunun Sünni olması, Selçuklu devleti ile Abbasi halifeleri arasındaki irtibatı kuvvetlendirmişti.
Selçuklu İmparatorluğu'nun idaresi altında gayr-i müslim ahali de rahatça yaşamaktaydı. Sultan Alparslan, hakimiyeti altına almış olduğu hristiyan ülkelerde adalet ve merhameti ile tanınırdı. Sultan Melikşah'ın «kalbi hristiyanlara karşı da şefkatle dolu idi».
İslam dininin bayraktarlığını uzun süre yapmış olan Selçuklular, Haçlıları durdurmuş, Sünni Abbasi hilafetinin gücünü Şii Fatımiler'e karşı korumuşlardır.
Ülkenin her köşesini mimari tarzı yüksek camilerle donatan Selçuklular, İslami eğitime de önem vermişlerdir. Açmış oldukları medreselerde yapılan öğretimde, fenni ilimleri ihmal etmeden, dini bilginlere de geniş yer ayırmışlardır.
İslam dünyasının büyük fıkıh, kelam, tefsir ve hadisçilerinden çoğu Selçuklu İmparatorluğu döneminde yetişmiştir. Ebu'l-Kasım Kureyşi (öl. 1072),, Ebu İshak Şirazi (öl. 1083), Gazzali (öl. 1111), el Hatibi (öl. 1079), eI-Ensari (öl. 1108) gibi kişiler, Selçuklular devrinde yaşamış meşhur alimlerden bazılarıdır. Halk, bu alimlere büyük hürmet göstermekteydi. Bu bakımdan ictimai hayatta bu kişiler mümtaz bir yer işgal ederlerdi.
Selçuklu döneminde pek çok fakih, müfessir, muhaddis ve mütekellim temayüz etmiş, eserler telif etmişlerdir. et-Teysir adlı tefsirin müellifi Ebu Nasr Abdurrahim, Şafii fakihlerinden ve Bağdat Nizamiyesi hocalarından Ebu İshak Şirazi, Ebu'l-Meali ve İslam dünyasının en büyük mütefekkirlerinden biri olarak kabul uzun süre Bağdat Nizamiyesinin rektörlüğünü yapmış olan Ebu Hamid Muhammed el-Gazzali bunlardan bazılarıdır. Ayrıca Amul Nizamiyesi hocalarından Fahru'l-İslam Abdulvahid, Hanefi fakihi Kadı'l-Kudat el-Hatibi, Pezdevi, el-Mebsut adlı eseriyle büyük şöhret kazanmış es Serahsi, Mesabihu's-Sünne müellifi Begavi ve el-Milel ve'n-Nihal müellifi eş-Şehristani hem kendi zamanlarında hem de kendilerinden sonra İslam dünyasının ilim ve fikir hayatında büyük tesir icra etmiş simalardır.
Öte yandan Haçlı seferleri ve Moğol istilası ilim ve fikir dünyasında bir durgunluğa yol açmış ancak XIII. yüzyılın sonlarında yine kıymetli eserler telif edilebilmiştir. Envaru't-Tenzil müellifi Kadı Beydavi ve Mettiliü'l-Envar adlı eserin müellifi Siracüddin Urmeri bu dönem müellifleridir.
Sünni akidenin hamiliğini yapmış olan Selçuklular, azınlılklara karşı oldukça müsamahalı davranmışlardır. Özellikle Sultan Alparslan ve Melikşah'ın gayr-ı müslimlere karşı müsamahalı tutumları malumdur. Sultan Sencer'in huzurunda dini, felsefi sohbetlerin yapıldığı, I. Kılıç Arslan'ın ise Malatya'nın Süryani patriği ile Kitab-ı Mukaddes hakkında tartıştığı bilinmektedir. Düşünce hürriyetine önem verilen Selçuklu döneminde sarayların İslamın müsade etmediği şekilde resim ve heykellerle süslenmesi ise dikkat çekicidir.
Selçuklu devletinin kurulduğu yer olan Horasan; Basra, Küfe ve Bağdat bölgelerinin aşina olduğu eski Grek felsefesinin tesirinden uzak kalamazdı. Hindistan'dan gelen fikir cereyanlarının birleşme merkezi olan bu bölgede bazı İslam düşünürleri tarafından, kendi dünya görüşleri ve bölgenin adetleri doğrultusunda kaynaştırılması neticesinde doğan, Türkler geldiği zaman canlı bir devresini yaşayan tasavvuf, bu müsait ortamda daha bir canlı hale geldi. XI. yüzyılda bu tür fikirlerin kaynaştığı Horasan'da bir çok tasavvufi ekol yaygın hale gelmiştir. Öyle ki; zaviyelerde hankahlarda müridleri ve dervişleri ile yaşayan ve his yolu ile idrakin mümkün olduğunu iddia eden, bu sebeple de medreseye cephe alan, dinin hoş görmediği raks ve musikiyi ön planda tutan şeyhler; kuzey bozkırlarından gelen Şamani inançlarla beslenmiş, İslami esaslara pek uymayan Türkmen kitleleri üzerinde fazla etkili olacakları şüphesizdir. Nitekim kısa zamanda çığ gibi büyüyen tarikatlar, Anadolu'nun her tarafına yayılmıştır.
Öte yandan XI. yüzyıldan itibaren belirmeye başlayan halk velileri ve Türkmen babaları, eski Türk Kam-Ozan (Efsuncu-Halk Şairi) tavırlarıyla birtakım düşüncelerini halk arasında ustalıkla yaygınlaştırarak yalnız geniş halk kitlelerini değil, bazı Selçuklu sultanlarını bile etkilemişlerdir. Bunlardan Baba Tahir Uryan, Ebu Said Ebu'l-Hayr gibi kimseler, Tuğrul Bey ve Alparslan zamanlarında itibar görmüş olmalarına rağmen, iki cepheli sufilik hareketinin gelişmesine yardımcı olmuşlardır.
BÜYÜK SELÇUKLU SANATI
Büyük Selçuklu dönemi sanatı, Türk sanat kronolojisinde önemli bir devredir. İslamiyetin Türkler tarafından kabulü, her alanda olduğu gibi, bu toplumun sanatında da geniş yankılar yapmış; mimari, tezyinat ve el sanatları yeni bir yön kazanmıştır. Karahanlı ve Gazneli sanatlarıyla başlayan gelişme, Selçuklu hakimiyet sahasında daha geniş çaplı denemelerle kendini göstermiştir.
İran, Maveraünnehr ve Horasan'a yayılan Büyük Selçuklu sanatı, birkaç bakımdan önemlidir. Öncelikle, Abbasi hilafeti zamanında henüz silinemeyen Sasani gelenekleri ve bölgesel sanatlar ancak bu dönemde topluca değerlendirilmiş, ortak çizgiler gösteren bir üslup belirmiştir. Bu dönemin bir başka özelliği de Anadolu Selçuklu sanatının önemli bir kaynağı olmasıdır. Böylece Orta Asya ve Horasan'daki mimari ve buna bağlı gelenekler, Azerbaycan ve Doğu Anadolu yoluyla Küçük Asya'ya kadar ulaşmıştır.
Selçukluların başarıyla ve büyük ölçüler çerçevesinde uyguladıkları cami, medrese ve kümbet gibi yapı tipleri, kendi devresi için klasik diyebileceğimiz biçimler kazanmış, süsleme ve el sanatları bu devrede belirli ölçü ve esaslara kavuşmuştur. Moğol ve Timur istilalarının getirdiği yıkım ve Safevi devrinin yoğun yapı faaliyeti, Büyük Selçuklu eserlerini silememiştir. Bunda, seçilen malzemenin ve uygulanan sağlam tekniğin rolü büyüktür. Aşağıda ele alacağımız Selçuklu eserleri, bu karakteristiklerle belirmiş, yüzlerce eserden seçilmiş tipik örneklerdir.
Medreseler, bina tipi olarak İslamın doğuşundan birkaç yüzyıl sonra şekil kazanan bir kurumdur. Başlangıçta, Hz. Peygamber, halifeler ve din alimlerinin eğitici konuşmaları mescid içinde yapılırken, hoca etrafında toplanan ve adına halka denilen bu cami okulları daha sonra bağımsız binalara dönüşür.
Medreseler, “ders okunan veya çalışılan yer” anlamında, çeşitli derecelerde eğitim veren kuruluşlardır. Dini ilimler yanında bir çeşit mesleki eğitim de yapıldığından devlet memuru, elçi ve hakimler de burada yetiştirilmekteydi.
İlk devlet medreselerinin XI. yüzyılda organize edildiğine dair kayıt ve kaynaklar vardır. Büyük Selçuklu veziri Nizamü'l-Mülk, aşırı boyutlara varan Şii propagandalarına karşı ilk medreseleri geliştiren kişi olarak tanınır. Yaygın adıyla Nizamiye olarak bilinen bu medreselerin Türkler arasında hızla yayılmasının sebeplerinden biri olarak, daha önceki Budist manastırlarının mimarisi gösterilir.
Tuğrul Bey 1066 yılında Nişapur'da bir medrese kurmuştur. Bu medresenin teşkilatlanmasında önemli roller oynayan Nizamü'l-Mülk, ünlü fıkıh alimi Ebu İshak Şirazi'yi medresenin ilk müderrisi olarak tayin ettirmiştir. Diğer Nizamiyeler Basra, Musul, Rey, İsfehan, Merv, Herat, Tus, Belh ve Hargird şehirlerinde bulunuyordu. Bunların pek çoğu, başta Moğol istilası olmak üzere, değişik sebeplerle zaman aşımına uğramıştır. Ancak Hargird ve Rey medreseleri hakkında fikir verebilecek izler vardır.
Kazı ve araştırmalardan anlaşıldığı kadarıyla 1057 tarihli Hargird Medresesi, kare biçimli bir avluya açılan dört eyvanlı bir yapıydı. İhtimal eyvanlar arasında daha küçük ölçülü olmak üzere ders odaları mevcuttu. Daha sonraki yıllardaki örneklerde, özellikle 1303 tarihli Kahire Nasıriye Medresesi'nde görülen dört eyvan şemasının, mezheplerle ilgili bir biçimlenme olduğu görüşü yaygındır. Her eyvanın ayrı bir mezhebe verildiği örnekler yanında, eyvanların darülhadis, darülkurra veya dershane olarak kullanıldığı örneklerin de mevcut olması, bazı durumlarda ise sadece iki eyvanlı plan şemasının kullanılmakta oluşu, bu hususta kesin bir kararın olmadığı düşüncesini kuvvetlendirmektedir. öte yandan, Hanefi medreseleri olarak kurulan Anadolu Selçuklu Medreselerinde de dört eyvanın bulunuşu, ayrıca cami ve kervansaraylarda da dört eyvan şemasının benimsenmekte oluşu, eyvan sayısının mezheplerle ilgili bir fonksiyondan çok mimari gelenekle ilgili bir düzenleme olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir.
Selçuklu Atabegleri zamanında, Irak, Suriye, Mısır ve Anadolu'ya kadar yayılan medreseler farklı bölge üsluplarına göre biçim kazanmış, özellikle kapalı avlulu (kubbeli) medrese tipinin ortaya çıkışı önemli bir gelenek olarak kendini belli etmiştir.
Tarihi kaynaklara göre (İbn Şıhna), Mardin Artuklularından Süleyman'ın Halep'te Ziyaciye adıyla bir medrese kurdurduğunu (1122), fakat şiddetli Şii saldırıları sonucunda, yapının tahrip edildiği anlaşılmaktadır. Suriye'deki en eski tarihli medrese olarak, Şam Atabeglerinden Basra valisi Gümüştekin'in inşa ettirdiği (1136) Hanefi medresesi bilinmektedir. Kare avlusu 6 m. çapındaki kubbeyle örtülü olan bu orijinal yapı, XIX. yüzyılda Vahhabilerin saldırısına uğramış ve kubbesi yıkılmıştır. Dört eyvanlı şema esasına kurulmuş olup, mihraplı kıble eyvanı mescid fonksiyonu görmekteydi. Eyvanlar arasındaki daha küçük mekanlar ise ders ve öğrenci odaları olarak değerlendirilmekteydi. Büyük Selçuklu medreselerine göre daha farklı olan bu kubbeli medresenin benzerleri Anadolu Türkmen Beylikleri özellikle Danişmendliler tarafından tekrar ele alınacak, Selçuklu denemeleriyle başlıbaşına bir mimari tip olarak Anadolu'daki gelişmesini tamamlayacaktır.
Halep'te 1168 tarihli Han el -Tutun medresesi Hanefiler için yapılmış ve günümüze kadar harap olarak ulaşabilmiş bir yapıdır. Halep valisi Şadbaht'ın yaptırdığı (1193) Bahtiye Medresesi yine Hanefiler için inşa edilmiş olup, özellikle taçkapı dekorasyonu bakımından Zengi sanatının tipik özelliklerine sahiptir.
Nureddin Zengi'nin Şam'da yaptırdığı (1172) Nuriye Medresesi, girişin sol tarafındaki mukarnaslı kubbesiyle, kendisinin türbesini de bünyesine almaktadır. Bu medresede yer alan selsebil, havuz ve kanallar mimari bakımdan bir yenilik olup, selsebilli eyvan düzeni Artuklu saraylarında da tekrarlanacaktır. Nureddin Zengi'nin yine Şam'da yaptırdığı Adliye medresesi, Eyyubiler zamanında tamamlanmıştır. Bu şehirde yaptırdığı Darülhadisden yalnızca kuzey kanat ve cami kısmı ayakta kalabilmiştir. Maristan (Şifahane) dört eyvanlı avlu şemasına sahip, havuz ve yıkanma yerleri olan bir yapıya sahiptir. Bu hastahane zengin vakıflarla desteklenmiş, uzun süre yaşaması sağlanmıştır.
Mısır'da Eyyubilerle başlayan kısa Sünni hakimiyeti sırasında yapılan otuz kadar medrese ve hankahın sade ve mütevazi mimari eserler olduğu söylenebilir.
Büyük Selçuklu ve bağlı beyliklerin medrese mimarisi, geniş bölgelerdeki yerli gelenekler ve şekillenmiştir. Gerek ölçü ve plan tipi gerekse süsleme ve kullanılan inşa malzemesi bakımından İslam dünyasındaki asıl orijinal denemeler Anadolu Selçukluları döneminde yapılmış; standart eğitim ve mimari esaslar ise Osmanlı döneminde belirginlik kazanmıştır.
İran Selçuklu sanatının pek çok bir araya getiren, erken tarihli iki kümbet, son zamanlarda fazlasıyla dikkat çeker hale gelmiştir. Aslında birbirinden 29 m. uzakta inşa edilen bu iki kümbet, yöre halkı tarafından İmam (Çifte İmam) adıyla bilinen Harrekan kümbetleridir. Bu sanat tarihi literatüründe I. ve II. Harrekan Kümbetleri adıyla bilinmektedir.
Kazvin-Hemedan arasında, mevkiinde bulunan mezar anıtlarında ilki Harrekan; tamamen tuğladan sekizgen planlı olarak inşa edilmiştir. Silindirik payelerle desteklenen bu kütlenin üstünü örten külah bugün yok olduğundan, sadece içteki kubbeye ait tuğla örtü giriş kısmının üstünde yer alan kitabeye göre eser Alparslan zamanında, Malazgirt savaşından önce yapılmıştır (460/1067-1068). Tarih kitabesinde okunan:
“Bitarihi seneyi sittin ve erbea mia Amill-i Muhammed b. Mekki ez-Zincani Ebu Said Seher b. Sa'd”ı ibaresine göre; eseri yaptıran kişi, Ebu Said Bicar İbn Sa'd olarak kabul edilmektedir. Mimar, Zincanlı Muhammed b. Mekki olarak gözükmektedir.
Her cephede silindirik payelerle sınırlanan yüzeyler, sivri kemerli yüzeysel niş, yatay bordürler ve daha küçük elemanlara bölünerek uyumlu bir düzenlemeyle sunulmuştur. Tuğlaların farklı şekillerde dizilmesiyle elde edilen örgü biçimleri, her elemanda ayrı bir motif düzenini tekrarladığından eser, gücünü zengin tezyinat programına borçludur diyebiliriz. Birbirinin aynı gibi görünen cepheler yakından incelendiğinde, her cephede değişen örneklerle yüzlerce motifin sergilendiği görülür.
Bu kümbetin yedinci cephesinde görülen sivri kemerli büyük sağır niş, bütünüyle tuğlalardan geometrik bir örgü motifiyle kaplanmıştır. Makara biçimli formların birbirine bağlanmasıyla yayılan kompozisyon, toprak zemininden kemerin tepesine kadar yükselir. İki yandaki silindirik destekler, büyük zikzaklar ve baklava motifleriyle sade bir şekilde örülmüştür. Sivri kemerin iki yanındaki üçgen köşelikler düz derzli yatay örgülerden sonra, üstte küfi kitabe kuşağının bir kesimi yer alır. Bunun üstünde zeminde altı köşeli yıldızlar veren geometrik bir örgü bulunur. Bu örgünün çok yakın benzerlerine Anadolu'daki eserlerde sık sık rastlanır.
Harrekan Kümbeti, ilkinden yirmialtı yıl sonra; kapısı üzerindeki kitabeye göre 483 (1093) yılında yapılmıştır. Mimarı, Zincanlı Meali b. Mekki'dir. Her iki kümbetin mimarlarının isim benzerliği akraba olabileceklerini akla getirmektedir. Tamamen çıplak tuğla tekniğine dayanan zengin kompozisyonlar, Anadolu'daki Selçuklu yapılarında tekrarlanan motif programının en önemli kaynaklarından birini teşkil eder. Her cephede benzer bir bölümlemeyle; kubbe başlangıcına kadar, içi bir yatay panoyla ikiye ayrılmış sivri kemerli yüzeysel niş, kitabe şeridi ve bunun da üstünde yer alan dekoratif bir panoyla zengin bir düzenleme gösterir. Bu cephenin en kesimini kaplayan pano, birbirine bağlanan gamalı haçlarla bunlar arasında kalan boşluğun küçük rozet formlarla dolgulanmasından ibarettir. Bir yıldız rozet etrafına toplanan altı adet gamalı haç, özellikle Anadolu Selçuklularının çini tezyinatında tekrar kullanılacaktır. Aynı şekilde, sağdaki silindirik desteğin yüzeyindeki örnek de Anadolu taş süslemelerinde tekrar karşımıza çıkacaktır. Bu panonun üstündeki yatay dikdörtgen pano, her birinin içi farklı örneklerle dolgulanmış üç mihrabiye motifinden oluşur. Daha üstteki sivri kemerli panonun içi; diğerleri gibi sonsuz karakterli bir kompozisyonla dolgulanmıştır. Birbirine bağlanan gamalı haçlarla, bunlar arasında kalan boşluğun küçük kare formlarla dolgulanmasından ibaret olan geometrik örgü, hassas bir tuğla işçiliği ile uygulanmıştır. Kufi kitabenin üstüne oturtulan yatay pano, üç kollu fırıldak motifleriyle Anadolu'ya kadar uzanır.
Her iki Harrekan kümbeti de, XI. yüzyılın ortaları gibi çok erken bir tarihte yapılmış olmasına rağmen, şaşırtıcı bir anıtsallık ve zenginlik sergiler. Özellikle geometrik kompozisyonlardaki çeşitlilik ve işleniş ustalığı bu üslubun Karahanlı ve Gazneli mimarisine dayanan köklü bir geleneğin sonucu olarak ortaya çıktığını gösterir.
Adını firuze renkli çinilerinden alan Kümbed-i Kebud, Meraga şehrinin en dikkat çekici anıtlarından biridir. Kesme taş kaide üzerine oturtulan çokgen yapı kütlesi, tuğla ve yarım tuğlaların farklı dizilmeleriyle, kitabeye göre 593 (1196) 'de tamamlanmıştır. Bugün külah kısmı yıkılmış olan kümbetin saçaklık kısmındaki zengin mukarnaslı korniş, kendi türleri arasında çok seçkindir. Bunun altında, bütün cepheleri kesintisiz kuşatan çiçekli kufi kitabe görüntüyü büsbütün renklendirir. Cephelerin birleştiği köşeler, silindirik payelerle yumuşatılmış, kabartma şeritler halinde yükseltilen geometrik örgü, cephelerin alt yarısında ustaca dolaştırılmıştır. Bu sistem bütünüyle kırık çizgilerin kesiştirilmesiyle elde edilmiş, ayrıca alçak bırakılan zemin üzerinde yine geometrik şeritlerle yeni bir kompozisyon uygulanmıştır. Gerek cephelerdeki plastik hareket, gerekse renk unsurunun devreye girişi, Kümbed-i Kebud'u yeni ve parlak bir üslubun habercisi haline getirmektedir.
XII. yüzyılda en parlak dönemini yaşayan Selçuklu mimarisinin çok değişik bir kümbet uygulamasını Hemedan şehrinde görüyoruz. Kare plan üzerine inşa edilen Kümbet-i Aleviyan, özellikle cephe mimarisindeki güçlü ifadesiyle dikkatleri çekmektedir. Bir hayli yıpranmış olmasına rağmen, taçkapıyı iki yandan destekleyen yivli kuleler orijinal bir uygulamadır. Sivri kemerli boy nişleri en tepedeki kufi kitabeye kadar çıkar ve düşey hareket etkisini güçlendirir. Üst kısmı yıkılmış olan sivri kemerli taçkapı, çoğu geometrik kompozisyonlarla dolgulanmış çeşitli kalınlıkta bordürlerle çerçevelenmiştir. Hafifçe içerlek tutulan sivri kemer aynalığı, zeminde on kollu yıldızlardan gelişen güçlü bir geometrik kompozisyon sergiler. Bunun altındaki kitabe frizi, asıl girişle çerçeve arasındaki alt aynalığı kuşatır. Alt aynalığın zengin bitkisel dekorasyonlu alçı kabartmaları, genelde görülen geometrik örneklerle tezat teşkil eder. Yüksek kabartma tekniği ile işlenen büyük yapraklar ve rumilerin etkileri Divriği Külliyesi'nin taçkapıları ve öteki ayrıntılarında tekrar yankılanır. XII. yüzyıldan kaldığı kabul edilen Kümbet-i Aleviyan, Karahanlı, Gazneli ve Büyük Selçuklu üsluplarını bünyesinde toplayan orijinal bir uygulamadır.
Büyük Selçuklu döneminden günümüze kalan minareler, çıplak tuğla tekniğinde ulaşılan seviyeyi yansıtan yapı tipleri olarak dikkati çeker. Gülpayegan şehrinde, hangi camiye ait olduğu tespit edilemeyen bir minare (anonim minare) üslüp özelliklerine dayanılarak XII. yüzyıla tarihlenmektedir. Sekizgen kaide üzerine oturan silindirik kütle tamamen tuğla kaplamalarla zengin bir görünüş içindedir. Sekizgen kaide, tıpkı kümbetlerde olduğu gibi, köşelerde ince sütüncelerle sınırlanan sivri kemerli cephe panolarına ayrılmıştır. Panoların aynalık yüzeyleri, geometrik şekiller halinde kalıplanmış tuğlalarla elde edilen desenlerle dolgulanmış, alttaki büyük dikdörtgen yüzeyler, tuğlaların dik ve yatay sıralanmasıyla kilim desenlerini hatırlatan bir dekorasyonla kaplanmıştır. üstte basit formlardan oluşan ince bir şeritten sonra oldukça enli bir kitabe frizine geçilir. Kitabe orta kısımda dörtlü düğümlere bağlanan harflerle başarılı bir uygulamadır. Bu çeşit, kufi harflerle geometrik düğümlerin kaynaştırıldığı yazı kompozisyonlarına özellikle XIII. yüzyıl Konya eserlerinde rastlanmaktadır.
Yine XII. yüzyıla ait bir başka örnekte, sadece kalıplanmış tuğlalar kullanılarak hangi dekorasyonlara ulaşılabileceği görülmektedir. İsfehan'da Cihil Duhteran (Kırk Kızlar) minaresi adıyla bilinen eser, değişik dizilen tuğlalarla, birbirinden farklı dekoratif kuşaklar sergilemektedir. En altta tam ve yarım tuğlalarla bir eşkenar dörtgen motifi tekrarlanırken, bunun üstünde sade şeritlerle ayrılan enli bir bordürle karşılaşırız. Bu bordür, üç kollu fırıldak motiflerinin üçgenler yapacak şekilde birbirine bağlanmasıyla tamamlanır. Daha üstteki en geniş bordür, zeminde yatay sıralanan tuğlalara göre çıkıntılı olarak yerleştirilmiş tuğlalarla işlenmiştir. Birbirine bitişik sıralanan düzgün sekizgenler, aralarında üç ve altı köşeli yıldızlar bırakarak ilerlerler. Aynı bordür üzerinde kendisi için ayrılan panoya beş satırlık kitabe yerleştirilmiştir. Kitabe harflerinin her biri özel olarak yapılmış kalıplara dökülen tuğla hamuruyla imal edilmiştir. Bunun üstünde yine ince bir frizle, bir tuğlanın farklı ölçülere göre kesilmesiyle elde edilen parçalarla yapılmış yeni bir dekorasyon alanına geçilir. Daha üstte, minare gövdesini geniş bir alan halinde kaplayan yatay tuğla sıralarıyla sade bir örgü gelir.
Yine İsfehan'da bulunan Minar-ı Ali, XII. yüzyıldaki tuğla uygulamaların değişik örneklerini sunar. İki ayrı kuşak halinde görülen kompozisyonlar, zemindeki harç yüzeyine göre çıkıntılı dizilen tuğlaların yaptığı gölge ışık etkisiyle belirginlik kazanır. Alttaki örnek, büyük sekizgen yıldızlar, haç ve kelebek motifleriyle rahat bir yayılma gösterir. Aralarda altı köşeli yıldız, altıgen ve beşgenler kompozisyonu büsbütün canlandırmaktadır. Üst kesimdeki örnek, çapraz doğrultuda gelişen çizgilerle zeminde eşkenar dörtgen bölmeleri ayırır. Her iki örneğin de halı, kilim ahşap ve maden sanatlarında tekrarlandığını sık sık görürüz.
Mimari eserler ve dekorasyonları ağırlıkta olmak üzere ele aldığımız Büyük Selçuklu eserleri sayısı yüzleri bulan anıtlardan sadece birkaçıdır. Moğol ve Timur istilalarına rağmen, yanlızca İran'da yirmibeş kadar kümbet günümüze kadar ulaşabilmiştir. Diğer eserler; Afganistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Irak ve hatta Anadolu'ya kadar uzanan topraklar üzerine yayılmıştır. Eserlerin inşaatında tuğla malzemelerin kullanılmış olması bölgedeki hammadde imkanlarıyla açıklanabilir. Anadolu Selçukluları ise elverişli taş imkanlarına sahip olduklarından bu malzemeyi tercih etmişler, ancak atalarının tuğla tekniğinde alışkın oldukları motifleri bazen olduğu gibi, bazen de değiştirerek taşa geçirmişlerdir. Anadolu Selçuklularına ait bir kısım kümbet ve minarede yoğun biçimde tuğlanın kullanılmaya devam edilmesi, bu sanatın İran geleneğine bağlı olarak bir süre daha yaşadığını gösterir.
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi
İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR
Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...