22 Eylül 2023 Cuma

Afrika Söylenceleri-Benin

 


Sagbata ve Sogbo Arasındaki Kavga: Sunuş


Aşağıda anlatılacak olan söylence, 1600'lü yılların başlarından beri savaştaki becerileriyle tanınmış olan Fon kabilesine, yani Etenin (eski Dahomey) halkına aittir. Fonlar, 1700'lerde, toplumlarının değişmez öğesi haline gelecek olan bir kadınlar ordusu kurmuştur.


Fonların geleneksel düşmanları, komşuları Yorubalardır. Sık sık patlak veren savaşlar birçok alanda kültürel ilişkilere de yol açmıştır. Bunun sonucunda, iki halk aynı kişilikleri, aynı görevleri, kimi zaman da aynı adları olan tanrılara ve aynı karmaşık kehanet sistemine sahip, birbirine çok benzeyen iki din geliştirmiştir.


Fonlar da diğer halklar gibi, doğa güçlerinin farklı tanrılar tarafından yönetildiğine inanırlar. Yerleşim yerlerinde, güneş günlük yaşamlarının güvenilir bir gücüdür. Yağmura daha az güvenilir, ama yine de, yağmur yeterli yiyeceğe sahip olunması için vazgeçilemez bir güçtür. Aşağıdaki söylencede, geçmişte görülen bir kuraklığın ortaya çıkış nedeni ve bu olaydan sonra, niye bir daha kuraklık olmayacağı anlatılmaktadır.


Bu söylencede, verimlilik söylencelerinde çok kullanılan iki tematik çizgi bir araya getirilmiştir: Hem Yunan, Hitit, Japon söylencelerinde olduğu gibi bir tanrı aşağılanmıştır ve verimliliğin yeniden sağlanması için, öfkesinin yatıştırılması gerekmektedir; hem de Hint, Çin, Zunu söylencelerinde olduğu gibi bir tanrı dünyayı büyük bir tehlikeden kurtarmaktadır.


Fon halkının söylenceleri, Melville ve Frances Herskovits tarafından derlenmiş ve Dahomean Narrative adıyla 1958'de yayımlanmıştır.


Sagbata ve Sogbo Arasındaki Kavga


Yüce Tanrıça Mawu, evreni yarattıktan sonra bir kenara çekildi; oğulları Sagbata ile Sogbo'ya evreni birlikte yönetmelerini söyledi. Ne var ki, Sagbata ile Sogbo birlikte çalışamadılar. Her zaman, bir kardeş diğer kardeşi kızdıracak türden kararlar alıyordu.


Gün geldi, aralarında büyük bir tartışma çıktı. Büyük kardeş Sagbata kardeşine, "Sogbo, sana artık bir an bile dayanamam! Ben senin ağabeyin olduğum halde, sen benim akıllı olmadığımı nasıl düşünürsün, aldığım kararlara nasıl saygı göstermezsin. Bu yüzden, bana ait olan her şeyi toplayıp aşağıdaki yeryüzünde yaşamaya gidiyorum! Annemizin tüm varlığını benim alacağım konusunda seni uyarırım. Büyük oğul olduğuma göre miras benim hakkım" dedi.


Sogbo, "Gitmek istiyorsan, hadi git" diye karşılık verdi. "Seni özlemeyeceğim!"

Mavvu, oğullarının kavga ettiğini duyunca, ikisini de karşısına aldı "Böyle kavga etmenizi hoş karşılamıyorum. Birinize karşı diğerinizin tarafını tutmayacağım" diye konuştu. “Siz ikiniz, kapağı üstünde bir kalabaş gibi birbirinize sıkı sıkıya kenetlenmelisiniz ve bu kalabaşın içindeki evreni birlikte yönetmelisiniz."


Mavvu sözlerini sürdürdü: "Sen Sagbata, büyük oğlum olarak kalabaş'ın alt kısmı gibi olmalısın ve evrenin alt kısmı olan dünyaya hükmetmelisin. Bütün servetim senin olacak. Sen Sogbo; küçük oğlum olarak kalabaş'ın üst kısmı olmalısın ve evrenin üst kısmını yönetmelisin. Gök gürültüsüne ve şimşeğin ateşine hükmedeceğin için, senin de büyük bir gücün olacak. Şimdi ikiniz de gidin, krallıklarınızı barış ve huzur içinde yönetin!"


Sagbata annesinden kalanlarla birlikte tüm eşyalarını topladı. Tüm varlığını büyük bir çuvalın içine yerleştirirken, "Çuvalın içine su koyarsam her şey ıslanır ve su çuvaldan dışarı sızar. Çuvalın içine ateş koyarsam her şey yanar. Suyu ve ateşi burada bırakmaktan başka şansım yok" diye düşündü.


Sagbata eşyalarını topladı ve aşağıdaki yeryüzünde yaşamaya gitti, öyle uzun ve zorlu bir yolculuk yaptı ki, gökyüzündeki evine bir daha dönemeyeceğini anladı.


Sogbo ise gökyüzünde, annesinin yanında kaldı. Zamanla annesinin büyük sevgisini ve sarsılmaz güvenini kazandı. Mawu'nun desteğini elde edince, diğer gökyüzü tanrılarının güvenini de kazanması güç olmadı.


O zaman Sogbo kendi kendisine, "Evet, istediğim sınırsız güce sahip olmuş bulunuyorum. Şimdi, istediğim her şeyi yapabilirim; beni hiçbir tanrı durduramaz! Ağabeyim Sagbataya, onun krallığının üzerinde bile güce sahip olduğumu göstereceğim. Bugünden sonra, yeryüzüne yağmur yağdırmayacağım! Onun bu durumda neler yapmaya çabaladığını görmek keyifli olacak!" dedi. Sogbo bunları düşünürken güçlü olmanın verdiği memnunlukla güldü.


Yağmur hayat bağışlayıcı sularıyla toprağı beslemeyi kesince, halk Sagbata'ya geldi ve "Şimdi bizim aramızda yaşıyorsun ve bizim kralımızsın; yağmur toprağımıza ve köylerimize düşmez oldu. Yiyeceklerimiz kurudu, ziyan oldu. Biz de kuruyup ölmek üzereyiz!" diye feryat etti.

Sagbata soğukkanlılıkla, "Kaygılanmayın" diye karşılık verdi. "Birkaç gün içinde yağmur yağacak!"


Ne var ki, birkaç gün İçinde yağmur yağmadı. Bir yıl geçti ve yağmur yağmadı. İkinci yıl geçti ve yağmur yağmadı. Üçüncü yıl geçti ve yine yağmur yağmadı.


Bu sırada, iki gökyüzü varlığı yeryüzü insanlarına yazgıları hakkında haber vermek için aşağıya indi. Yanlarında kehanet çekirdekleri getirmişlerdi. Bir kişi önemli bir soruya yanıt bulmak durumundaysa, iki gökyüzü varlığı çekirdekleri toprağa saçıyorlardı ve yere düşen tohumların oluşturduğu şekli inceleyerek yanıtı okuyorlardı.

Sagbata yağmurun neden yağmadığını öğrenmek amacıyla gökyüzü varlıklarını çağırttı. Gökyüzü varlıkları huzuruna gelince, Sagbata onların doğruyu söylediklerini anladı. Kehanet çekirdeklerini toprağa nasıl saçtıklarını ve çekirdeklerin oluşturduğu şekli nasıl incelediklerini izledi.


İnceleme bitince, gökyüzü varlıkları Sagbata'ya, "Bu çekirdeklerin sıralanışından anlaşılan o ki, seninle kardeşin arasında bir tartışma çıkmış, çünkü ikiniz de aynı şeyi istemişsiniz ve yine anlaşılan o ki, kardeşinle barış içinde yaşaman için, onun isteklerini yerine getirmek zorunda kalacaksın" dedi.

Sagbata, "Bunun nasıl mümkün olacağını bilemiyorum" diye karşılık verdi. "Gökyüzü yeryüzünden çok çok uzakta; o kadar yükseğe çıkacak kadar güce hiçbir zaman sahip olmadım. Gökyüzünden ayrılmamdan önce annem, onun en büyük oğlu olarak hakkım olan tüm varlığını almama izin verdi. Su ve ateş dışında her şeyi aldım; buraya getirmenin bir yolunu bulamadığım için, su ve ateşi gökyüzünde bıraktım. Yeryüzüne adımımı basar basmaz da, burada suyun çok gerekli olduğunu anladım, fakat suyu sağlamanın bir yolunu bulamadım. Bu konuda sizin bana bir öneriniz var mı?"


"Evet var!" diye yanıt verdi gökyüzü canlıları. "Sana, Sogbo'nun habercisi, kuş Vututu'yu çağırmanı ve Sogbo'ya önemli bir haber iletmek üzere gökyüzüne uçmasını söylemeni öneririz. Vututu'ya, Sogbo'ya iletmesi için, su karşılığında yeryüzündeki zenginliklerin bir kısmını Sogbo'ya sunduğunu söyle. Kuş, Sogbo'nun kalbine girmenin bir yolunu bulacaktır. Bu işi her zaman becermiştir!"


Sagbata, Vututu'yu çağırttı ve onu Sogbo'ya gönderdi. "Kardeşime söyle" dedi, "evrenin benim olan kısmının yönetimini ona bırakıyorum. Bugünden sonra babaları, anaları ve onların çocuklarını ben değil o koruyacak. Bugünden sonra, köylere ve kırlara ben değil o hükmedecek."


Sogbo Vututu'ya emir verdi: "Sagbata'ya şu haberi iletmek için geri dön. Haklı mirası olan annemizin tüm varlığına sahip olduğunda, suyu ve ateşi almamakla akılsızlık ettiğini söyle. Su ve ateş öyle güçlüdür ki, her kim suyu ve ateşi yönetirse, evreni de yönetir. Bu nedenle, Sagbata ve onun tüm zenginliği, o istese de istemese de benim yönetimim altında. Bununla birlikte, Sagbata'ya, teklifini kabul ettiğimi ve yeryüzüne besleyici yağmurları göndereceğimi söyle!"


Vututu gökyüzüyle yeryüzü arasındaki yolun yarısına geldiğinde, bir şimşek evreni aydınlattı, dünyayı gökgürültüsü sardı. Yağmur suları gökyüzünden seller gibi akmaya başladı. Yağmur yağdı, yağdı, yağdı. Vututu yeryüzüne ulaştığında, Sagbata, kardeşinin önerisini kabul ettiğini anlamış ve çok mutlu olmuştu. Halkına, Vututu'nun kutsal bir kuş olduğunu ve hiçbir zaman öldürülmemesi gerektiğini bildirdi.


İşte o günden bugüne, Sagbata ile Sogbo dostturlar ve bereketli fırtınalar yeryüzünü her yıl ziyaret eder. Yağmur çimenlerin üzerine yağarak, onların yeni sürgünler vermesini sağlar. Yağmur insanların üzerine yağarak, onların döl vermesini sağlar. Yağmur fırtınanın tanrısı Sogbo'nun üzerine yağarak onu onurlandırır!



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Edirne Selimiye Camii

 


ESMA-İ HUSNA-5

 



es-SELAM




a-Selâm kelimesinin lügat anlamları:


Selâm kelimesi, Slm kökünden türemiştir. Manası çok kapsamlı ve çok hoş olan bir isimdir. İç huzuru, kararlılık, hem fiziksel hem de ruhsal nitelikteki her türlü kötülükten emin şolmayı ve kurtuluşa ulaşmayı ifade eder. Ruhsal barış ve tatminkârlık fikrini de anlam olarak içerir. Selâm kelimesi; esenlik, itmi‟nân, güçlülük, sağlamlık, korunma, ulaşılmazlık ve güven gibi anlamlara da gelir.


el-Müberred, Selâm kelimesinin Arap dilinde dört anlamının olduğunu belirtir:


1- Allah‟ın ismi


2- Selâmet


3- Vermek, ihsan etmek


4- Kolay kolay kırılmayan iri yapılı ve güçlü bir ağaç cinsi.


Mal ve can selâmeti temin edildiği için sulh ve anlaşmaya da “silm” denir.


Dünyanın her türlü sıkıntılarından uzak olduğu için cennete de “Dâru‟s-Selâm” ismi verilir.


Bütün yaratıkları özellikle de insanları barış ve mutluluğa götürdüğü için Allah‟ın dinine de “İslâm” denir.


Kendini Allah‟a teslim eden, Allah‟ın selamet verip azaptan koruyacağı kimseye de “Müslüman” denir.


İnsanları Allah‟ın dosdoğru yoluna ve cennete götüren selame yollarına da “Sübülü‟s-Selâm” denir.


Mü‟minlerin şiârı ve parolası olan “es-Selâmu aleykum” cümlesi “Allah‟ın selameti üzerinize olsun” demektir. Selâm kelimesi hem bu cümlede olduğu gibi “alâ” harfi ile hem de “li” cer harfi ile kullanılır. 


“Ey Ashab-ı Yemin! Sana selam olsun.” (Vakıa 91)


Ayıp ve kusurdan selamette olduğu için doğru söze de “Selâm” ifadesi kullanılır.


Genel olarak Araplar sözü ve konuşmayı bitirmek veya o ortamı terk etmek, oradan uzaklaşmak için selâm kelimesini kullanıllar. Bu ayetteki selâm kelimesi de aynı anlamdadır. 


“Cahillikte ısrar edenler onlara sataştıkları zaman “Selâm” der geçerler.”  (Furkan 63)


Onlara karşılık vereceğiz diye uğraşmazlar. Onları ve o ortamı hemen terk ederler.


“Slm” kökü Kur‟an‟da insanlar için kullanıldığı zaman “Sözle esenlik, başarı, güven, emniyet ve kurtuluş dilemek”, Allah‟a nisbet edilince ise “Hem her türlü eksiklikten selamette olan hem de esenliği bizzat gerçekleştiren” anlamı taşır.


b- Selâm isminin geçtiği ayet:


Selâm kelimesini elif lâm‟lı (marife) ve Allah‟ın ismi olarak Kur‟an‟da sadece Haşr suresinde Esmâ-i Hüsnâ‟nın bir kısmının sayıldığı ayette görmekteyiz.


“O, kendisinden başka ilah olmayan, hükümran, çok kutsal; esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan, Allah'tır. Allah onların koştukları eşlerden (ortaklardan) münezzehtir.” ( Haşr 23)


Bu ayetlerde, Allah ulûhiyetinin farklı boyut ve yansımalarını anlatır. Allah kendisinin gerçek ilah oluşunu belirttikten sonra öncelikle rahmetinin sınırsızlığını ifade eden Rahmân ve Rahîm isimlerini zikreder. Daha sonra da Melik ismi ile egemenlik ve hükümranlığına dikkat çeker. Dünya meliklerine benzemediğini, her türlü kusur ve ayıptan uzak olduğunu vurgulamak için de Kuddûs ismini belirtir. İlahlığının ve hâkimiyetinin zorbalıkla alakasının olmadığını, yaratıklara barış, esenlik ve huzur veren gerçek kurtuluşun tek kaynağı olduğunu belirtmek için selâm ismini hatırlatır. O, hem dünyada hem de ahirette selâmettedir. O, hem geçmişte kurtuluşun yegâne kaynağıdır hem de gelecekte. Bu ayetteki selâm ismi; felah, fevz ve necât anlamlarına geldiği gibi, dünyevî ve uhrevî başarı, kurtuluşa da delalet eder.


c- Selâm isminin ıstılâh anlamları:


Selâm kelimesi isim olarak Allah için kullanıldığı zaman mahlûkatın maruz kaldığı ölüm, yokluk, eksiklik, kusur, ayıp gibi durumlardan ve afetlerden selâmette olan anlamına gelir.


Selâm ismi, Allah‟ın zâtında, sıfatlarında, yaratmasında, fiillerinde, sözlerinde ve yasalarında mahlûkata ait zaaflardan uzak ve berî olduğunu bildirir.


Ayrıca selâm ismi; mahlûkata selamet yayan, dostlarını her türlü sıkıntıdan ve azaptan uzaklaştıran şeklinde de anlamlandırılır. Hz. Peygamber (s.a.v)‟in namazda selâmdan sonra okuduğu şu dua da bu anlamları teyid eder:


“Allahumme ente‟s-Selâm ve minke‟s-Selâm. (Allah‟ım! Selâm olan Sensin ve esenlik, barış da Sendendir.)”


Kurtardı, selamete ulaştırdı anlamına gelen “selleme” fiili Kur‟an‟da sadece Allah için kullanılır.


Esmâ-i Hüsnâ konusunda çalışma yapan âlimlerimiz Selâm ismine şu anlamları vermişlerdir:


Selâm; her türlü eksiklikten bizzat kendisi salim olandır.


Selâm; gerek dünya, gerekse ahirette tehlikeye düşenleri esenliğe ulaştırandır.


Selâm, yetkinliğiyle çelişen her türlü eylemden uzak olandır.


Selâm; her selametin menbaı (kaynağı) kendisi ayıp, kusur ve tehlikeden salim olduğu gibi, kendisinden selamet umulan ve esenlik arayanları selamete erdirendir.


Selâm; dostlarını ve seçkin kullarına esenlik verendir.


Selâm; Müslüman ve mü‟min kullarını azabından salim kılandır.


Selâm; insanlara sıkıntılara karşı kendini müdafaa edebilecek organlar bahşeden, onları verdiği gıdalarla açlıktan kurtaran, çeşitli tedavi yöntemleriyle hastalıklardan şifaya kavuşturan, ilimle cehaletten kurtaran, akıl vererek delilikten koruyan, tevhid inancı ile küfür ve şirkten koruyan, Kur‟an‟ı indirerek hak yola ulaştıran, iman nimetiyle cehennem azabından kurtaran, önder ve lider olarak Hz. Muhammed‟i göndererek bizleri her türlü tehlikeden selamette kılan, kalplerimizi İslam‟a açan, nuruna ve inayetine hidayet eden, kendisi de selamette olan, selametin tek kaynağı, emniyet ve selamete layık olan kullarını emniyet ve selamette kılandır.


İbnu‟l-Kayyim, Bedâi‟u‟l-Fevâid adlı eserinde selâm ismi hakkında şunları söyler:


“Allah Teâlâ, her türlü ayıp ve noksanlıktan uzak olduğu için, bu isimle isimlendirilen herkesten daha çok “ Selam” ismine layıktır. Her bakımdan gerçek “Selam” O‟dur. Mahlûkat, izafî/ göreceli olarak “Selam”dır. O, zatında akla hayale gelebilecek her türlü ayıptan ve noksandan salimdir. Fiillerinde her türlü ayıptan, noksanlıktan, Şerden, zulümden ve hikmet dışı gerçekleşecek her davranıştan salimdir.. O, arkadaştan, evlattan berîdir, ortaktan berîdir.


Bu sebeple O‟nun sıfatlarını tek tek incelediğin zaman her bir sıfatın kemaline aykırı olan şeylerden salîm olduğunu görürsün. O‟nun hayatı, ölümden, uyku ve uyuklamadan, kendi kendine var oluşu ve kudreti yorgunluktan ve bitkinlikten, ilmi kendisinden bir şeyin gizli kalmasından veya unutkanlık veya düşünme veya hatırlama ihtiyacından; iradesi, hikmet ve maslahat dışına çıkmaktan, sözleri yalan ve haksızlıktan berîdir/uzaktır. Bilakis O‟nun sözleri tamamen doğruluk ve adalettir.


Zenginliği herhangi bir şekilde başkasına muhtaç olmaktan uzaktır. Bilakis O‟nun dışındaki her şey O‟na muhtaçtır ve O hiçbir kimseye muhtaç değildir.


Egemenliğinde çekişecek birisinden, ortaklıktan, yardımcıdan, destekçiden veya O‟nun katında O‟ndan izinsiz şefaate yeltenecek şefaatçiden beridir. İlahlığında ortaktan beridir. Bilakis O öyle bir Allah‟tır ki kendisinden başka hiçbir ilah yoktur.


Allah‟ın hilmi, affı, müsamahası, mağfireti ve cezası herhangi bir ihtiyaçtan, zilletten veya başkalarından olduğu gibi her hangi bir yapmacıklıktan uzaktır. Bilakis bunların hepsi O‟nun keremi ve ihsanıdır.


Aynı şekilde Allah‟ın azabı, intikamı, şiddetle yakalayışı, süratle cezalandırması, zulümden, kinden, düşmanlıktan ve kabalıktan uzaktır. Bilakis tamamen hikmet ve adaletten dolayıdır. O‟nun ihsanı, sevabı ve nimeti övülmeye layık olduğu gibi azabı ve cezası da övülmeye layıktır. Eğer sevabı ve mükâfatı azabın ve cezanın yerine koymuş olsaydı bu O‟nun hikmetine ve izzetine aykırı olurdu. Cezayı yerinde uygulamış olması O‟nun adaleti, hikmeti ve izzetindendir. O, kendisini tanımayan düşmanlarının zannettikleri hikmetine muhalif şeylerden uzaktır.


Allah‟ın kazası ve kaderi abesten, zulümden, haksızlıktan ve sonsuz hikmetine aykırı bir Şekilde vuku bulma vehminden uzaktır.


Allah‟ın Şeriatı ve dini çelişkiden, farklılıktan, bozukluktan, kulların maslahatına aykırılıktan, Allah‟ın kullarına rahmetine ve ihsanına aykırılıktan ve hikmetine aykırılıktan uzaktır. Bilakis O‟nun şeriatının tamamı hikmet, rahmet, maslahat ve adalettir.


Allah‟ın verdiği nimetler herhangi bir karşılıktan veya nimet verdiği kimselere muhtaç olmaktan beridir. O‟nun nimeti vermemesi ve kısması da cimrilikten veya fakirlik korkusundan dolayı değildir. Bilakis O‟nun vermesi bir karşılık ve ihtiyaç sebebiyle değil, sırf ihsanındandır. Vermemesi de acizliği veya cimriliğinden değil sırf hikmet ve adaletindendir.


Allah‟ın arşını istiva etmesi, kendisini taşıyacak veya üzerinde yükseleceği herhangi bir şeye muhtaç olmaktan berîdir. Bilakis arş da O‟na muhtaçtır, arşı taşıyan meleklerden de ve başka şeylerden de müstağnidir. Bu istiva, herhangi bir sınırlamadan, arşa veya başka bir şeye ihtiyaç veya Hakk Teâlâ‟yı bir şeyin kuşatması şaibesinden uzaktır. Bilakis Allah var iken arş mevcut değildi ve ona muhtaç da değildi. O, her şeyden müstağnidir ve övülmüştür. O‟nun egemenliğinin ve galibiyetinin bir gereğidir.


Allah‟ın her gece rahmetiyle dünya göğüne inmesi, O‟nun ululuğuna ve her şeyden müstağni oluşuna zıt gelecek durumlardan münezzehtir. Rabbimiz, kemaline zıt gelen her şeyden yücedir ve uzaktır.


Allah‟ın işitmesi, görmesi ve zenginliği de her türlü kusurdan selamettedir. Dostlarıyla dostluğu, mahlûkatın birbiriyle dostluğunda olduğu gibi herhangi bir mecburiyetten dolayı değil rahmetinden, lütuf ve ihsanından dolayıdır. Nitekim Allah şöyle buyurur:


“Çocuk edinmeyen hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta ihtiyacı olmayan Allah‟a hamdederim, de..” (İsra 111)


Allah dost edinmeyi mutlak manada reddetmiyor, bilakis acizlik sebebiyle dost edinmeyi reddediyor.


Aynı şekilde Allah‟ın dostlarına ve sevdiklerine olan sevgisi, mahlûkatın aralarındaki sevgilerde olduğu gibi ihtiyaçtan, yapmacılıktan ve menfaatten uzaktır.


Allah, kimi ayetlerinde kendisine nispet ettiği el ve yüz gibi şeylerde de yaratıklara benzemekten uzaktır.


d-Selam isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:


1-Öncelikle Allah‟ı Selam ismiyle beraber tanımamız gerekir. Müşriklerle mü‟minler arasındaki fark bu noktada ortaya çıkar. Müşrikler Allah‟a bazı eksiklikler isnat ederler. O‟nu hayatlarının bir bölümünde kabul ederken birçok bölümlerin de kabul etmezler. O‟nun yerine başka egemen ve hükümran güçler kabul ederler. Kitabının bir kısmını kabul edip diğer bölümlerini kabul etmezler. Yemin ederken, Kâbe‟yi tavaf ederken, sıkıntı ve zorluk anlarında Allah‟ın adını anarlar. Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel hayatlarında Allah‟tan başkalarına söz hakkı verirler. Allah‟ı sever gibi bazı kişileri ve güçleri severler. Allah‟tan korkar gibi zalimlerden korkarlar. Bütün bunlar Allah‟ın Selam ismi ile çelişen durumlardır.


Mü‟minler ise Allah‟ı her türlü eksiklikten uzak tanırlar. Allah‟ın hâkimiyetini hayatın her bölümünde kabul ederler. Allah‟tan başka hayata karışacak, hayatı düzenleyecek hâkim ve egemen güçleri kabul etmezler. Bireysel, ailevi, toplumsal, ekonomik ve siyasi hayatlarında Allah‟ı tek hâkim ve hükümran güç olarak kabul ederler. Kitabının ve yasalarının tamamını hayat programı olarak kabul ederler. Allah‟a olan sevgileri çok şiddetlidir.


2-Selameti, barış ve mutluluğu Allah‟tan isteyeceğiz. Gerek dünya gerekse ahiret tehlikelerinden sakınmak ve kurtulmak için O‟na müracaat edeceğiz. Allah ile irtibatını kesen insanlar, aileler ve toplumlar kesinlikle mutluluğa ulaşamazlar. Allah, fıtrat kanunları denen bazı kurallar koymuştur. Bu kurallara uymayanlar fıtratlarını bozarlar, insani özelliklerini yitirirler. Mutluluğu para, mal, makam, mevki gibi başka kaynaklarda ararlar. Bu geçici nimetler insanı asla mutlu kılamaz.


3-İslam dini Allah‟ın selam isminin bize yönelik bir yansımasıdır. İslam, kişinin benliğini, hayatını, enerjilerini ve kabiliyetlerini Allah‟a teslim etmesidir. Allah İslam‟dan başka bir din indirmemiştir. Bizlerden ancak din olarak İslam‟ı kabul edecektir. İslam dışı batıl din ve ideolojileri benimseyenlerin dinlerini Allah kabul etmeyecektir.


“Kim Allah‟a teslimiyetten başka bir din ararsa bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Ali İmran 85)


Allah, hoşnut olduğu dini “Sübülü‟s-Selam” diye adlandırmıştır. Çünkü İslam dini insanları esenlik, barış ve mutluluk yollarına götürür.


“Allah, Kur‟an‟la, kendi rızasını arayan herkese kurtuluşa götüren yolları gösterir. Rahmetiyle onları karanlığın derinliklerinden aydınlığa çıkarır ve dosdoğru bir yola yöneltir.” (Maide 16)


4-Müslüman Allah‟ın isteklerine teslim olan kişidir. Bu da Selam isminin kökünden türeyen bir kelimedir. Allah kendine teslim olan kullarını Müslüman olarak isimlendirmiştir. Bu isimden hoşnut olmuştur. Bu ismi bırakıp başka isimler aramak inananlara yakışmaz. Müslüman ismi, önüne ve sonuna ek ve ilave kabul etmez. Müslüman Allah‟ı Selam olarak tanır ve O‟na teslim olur. Allah da ona selamet verir. Kitap ve elçi göndererek dünya ve ahiret tehlikelerinden onu korur.


“Müslüman elinden ve dilinden diğer insanların emin ve güvencede olduğu kimsedir.”


Müslüman kısmen de olsa esenlik ve mutluluğun kaynağıdır. Kendisiyle barışık olduğu gibi diğer insanlarla da barışıktır. Onlara ne eliyle ne de diliyle eziyet eder. “Ben Müslümanım” demek “Benden hiçbir kimseye zarar ve sıkıntı gelmez.” demektir. Müslüman insanları diliyle kötü yollara, İslam dışı ideolojilere çağırmaz. Diliyle onların kalplerini incitmez. Zan, iftira ve gıybet gibi insanları eziyet veren kötülüklerden uzak durur.


Müslüman eliyle de diliyle de kimseye sıkıntı vermez. Zulmetmez, zulme de rıza göstermez. Eli zalimin başına inen bir balyoz gibidir. Zalimin yakasından tutarak zulmüne engel olur. Mazlumun da yanında yer alır. Yetimlerin başını okşar. Asla haksızlık yapmaz. Kul hakkına tecavüz etmez.


5-Dünyada gerçek selamet yoktur. Gerçek selamet ahiret yurdundadır. Dünyanın sıkıntılarından fesat ve bozgunculuktan uzak olduğu için cennet hayatına “Darü‟s-Selam” denir.


“Rableri katında barış ve esenlik yurdu onların olacak ve yapmakta olduklarından dolayı Allah onlara dost ve yakın olacaktır.” (En‟am 127)


Dünyada güzel bir hayat yaşayan, Rabbine kulluk edip salih ameller işleyen mü‟minler ahirette Allah onlardan razı, onlar da Allah‟tan razı olarak cennete gireceklerdir. Allah samimi kullarının cennette karşılaşacakları ortamı Kur‟an‟da şöyle haber verir:


“Cennet, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yaklaştırılır, zaten uzakta değildir. Onlara: "İşte bu cennet, Allah'a yönelen, O'nun buyruklarına riayet eden; görmediği Rahman'dan korkan, Allah'a yönelmiş bir kalple gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur." denir. Orada dilediklerini bulurlar. Katımızda fazlası da vardır.” (Kaf 31-35)


“Çok esirgeyen Rabb‟dan onlara sözlü selam vardır.”(Yasin 58)


“İşte onlar güçlüklere göğüs germelerinden ötürü cennette üstün bir makamla mükâfatlandırılıp orada dirlik ve esenlik nidalarıyla karşılanacak olan kimselerdir. Onlar orada sonsuza kadar yaşayıp gideceklerdir; bu ne güzel bir varış yeri bu ne güzel bir makamdır.” (Furkan 75-76)


“Ama imana erişip doğru ve yararlı işler yapanlar, içinde akarsuların çağıldadığı has bahçelere sokulacaklar ve orada Rablerinin izniyle “Selam” ile karşılanıp yaşayacaklar.” (İbrahim 23)


“Dürüst ve erdemli olanlar cennette “Sana selam olsun” sözüyle karşılanacaklardır.” (Vakıa 91)


Gerçek mutluluğun ve selametin cennette olduğunu öğrendik. Öyleyse dünyayı gözümüzde büyütmeyeceğiz. Hesaplarımızı ve planlarımızı cennete göre ayarlamalıyız. Dünya hayatını ve geçici nimetlerini büyükleyenlerden Allah, İslam‟ın izzet ve heybetini kaldırır. Vahyin bereketi onlara haram kılınır. Maddenin ve eşyanın kölesi olarak dünyada zillet içinde yaşarlar. Hedefi dünya ve içindekiler olanlar ancak Allah‟ın kendileri için takdir ettiği zenginliğe kavuşabilirler. Ama onların işleri ve hayatları darmadağınıktır. Hayattan zevk almazlar. Sürekli kendilerini fakir görürler. Gözleri hep zenginlikte ve zenginlerdedir. Allah onlara yaşama sevinci vermez.


Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:


“Ümmetim dünyaya fazlasıyla değer verirse İslam‟ın heybeti onlardan çekilip alınır. İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini ümmetim terk ederlerse vahyin bereketinden mahrum bırakılır. Birbirlerine dil uzatınca da Allah katındaki değerleri düşer.”


Yegâne hedefi ahiret olanların kalplerine Allah zenginlik duygusunu koyar. Dünya işlerini ayarlar. Onları Bâsit ve değersiz şeylerin kulu-kölesi olmaktan korur. Dünyalarını da ma‟mur eder, ahiretlerini de.


Biz de insanları selamet yollarına çağıracağız. İnsanları Kur‟an‟la tanıştıracağız. Kurtuluşun ancak Kur‟an‟ın yoluna uymakta olduğunu ilan edeceğiz. Dalalet yollarına tabi olanları uyaracağız. Yollarının yanlış olduğunu güzel bir yöntemle anlatmaya çalışacağız. İslam dışı batıl din ve ideolojilerin insanları selamete çıkarmadığını içinde yaşadığımız toplumdan örneklerle izah edeceğiz. Kur‟an‟ı yaşayarak mutluluğa ve erdeme ulaşan insanlardan ve toplumlardan örnekler vereceğiz.


Herkesin insanları dünya nimetlerine çağırdığı şu ortamda biz insanları selamet yurdu olan cennete çağıracağız. Gerçek kurtuluşun cennette olduğunu, dünyadaki kurtuluşların geçiciliğini izah edeceğiz.


6-Cahillikte direnen insanlar bize sataştıkları zaman onlara “Selam” deyip geçeceğiz. Onları muhatap olarak kabul etmeyeceğiz. Cahillikte ısrar eden kulağını, gözünü ve kalbini doğrulara kapamış olan kimseleri muhatap almak onlara değer vermek demektir. Gerçekleri anlamak istemeyen önyargılı ve peşin fikirli kimselerin sataşmalarına itibar etmeden onlara esenlik, barış ve mutluluk dolu sözler söyleyerek çekip gitmeliyiz. Söyleyecek sözü olmayan kapasitesiz insanlar başkalarına sataşırlar, söverler. Onlara sataşmak onların seviyesine düşmek demektir.


7-Müslümanların parolası olan selamı aramızda yaygınlaştırmaya çalışacağız. “Selamun Aleyküm” demek “Benden size zarar gelmez. Ancak barış ve mutluluk gelir.” demektir.


İslam toplumu içinde selâmı yaymak hem Allah'ın emri ve hem de Hz. Peygamberin sünnetidir. Bir âyette yüce Rabbimiz şöyle buyurur:


"Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir" (Nûr 27)


Bir başka âyette de yüce Rabbimiz şöyle buyurur:


"Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık verin..." (Nisa 86)


Bu âyetlerden selâmı yaymanın bir Allah emri olduğu açıkça anlaşılmaktadır.


 Hz. Peygamber (s.a.v) de, birçok hadislerinde selamın önemi ve yaygınlaştırılmasının gereği üzerinde durmuştur.


Bir sahabi Hz. Peygamber (s.a.v)'e: "İslamın hangi işi daha hayırlıdır" diye sorduğunda, Rasulullah şöyle buyurmuştur:


"Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selam vermendir"


Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurur:


“Üç şey imandandır: Darlık anında infak etmek, herkese selâmı yaymak, insanın kendisine karşı ölçülü olması.”


Yine Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır:


"İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe olgun bir îmana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!" 


"Şüphesiz ki Allah katında insanların en iyisi, önce selâm verendir.”


Gerek âyetlerden ve gerekse hadîslerden anlaşıldığına göre selâmı yaymak, insanlar arasında dostluk, sevgi ve barışın yaygınlaştırılması, Müslümanların kalplerinin birbirlerine ısındırılması bakımından son derece önemlidir. O halde, İslâm toplumunda dost, arkadaş, tanıdık kısaca bütün Müslümanlarla sevgi, saygı ve samimiyet duygularının geliştirilebilmesi için, karşılıklı olarak selâm verip almak gereklidir. Selâm, yalnızca dışarıda, sokakta, iş yerlerinde verilip-alınmaz; evde de selâm verilip alınmalıdır. Rasulullah (s.a.v) bu konuda da, yanında büyüttüğü Enes (r.a)'e şöyle buyurmuştur:


"Oğlum! Ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun."


O halde, kendi evimize geldiğimizde, kendimize ve evdekilere selâm vermemiz gerekiyor.


Akşam yatıp sabahleyin kalkıldığında da, evde bulunan herkese karşılıklı selâm verip almak gerekmektedir. Böyle davranmakla, karşılıklı olarak Müslümanların birbirlerine sağlık, huzur, barış ve esenlik dilemesi gerçekleşmiş olur. Bir aile ve toplum fertlerinin, birbirlerine bundan daha iyi bir dilekte bulunmaları düşünülemez.



Dr. Ramazan SÖNMEZ

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak