30 Aralık 2022 Cuma
DİNLERİN SINIFLANDIRILMASI
Mukayeseli dinler tarihi çalışmaları, batıda eski bir bilim dalı değildir. Değil dinler tarihi, genel tarih çalışmaları bile, objektif olarak, kısa bir zaman öncesine kadar maalesef yazılamadı.
Aslında İslâm tarihçileri bu bakımdan batıda yetişmiş tarihçiler karşısında önemli bir üstünlüğe sahiptir.
Yahudi ve Hıristiyanlar kendi dinlerinin üstünlüğü inancıyla diğer dinleri çarpıtarak göstermek isterlerken, Müslüman tarihçiler diğer kavimler hakkında objektif eserler vücuda getiriyorlardı. İslam Alimleri diğer inançlara taraflı bir gözle bakan eserler yazmaktan kaçınıyorlardı. Çünkü böyle yaptıklarında töhmet altında kalmaktan çekiniyorlardı. Bu durum genel anlayışın ne derece ileri bir durumda olduğunu göstermeye yeter.
Örneğin bu hususta ilk imamlardan sayılan Ebu’l-Hasen El-Eş’arî (Ö.: H.:324/M.: 935), “ Dinler ve mezheplere dair eser yazan kimselerden anlattığını yanlış anlatan, kendisinden başka şekilde düşünen kimsenin sözünü naklederken mugalâta yapan, karşı düşüncede olanları kötülemek için bilerek yalan şeyler anlatan, düşünce ayrılığına düşenlerin durumlarını anlatırken dürüst davranmayarak sözlerine onların delillerini çürütecek şeyler katan kişileri eleştirmektedir.
Bu konuda İslam dinler tarihçileri, “hak dinler” için “Afife”, “Batıl dinler” için de "Nihal' adını alan çalışmalar yapmışlardır.
Bu tür kitapların ilk örnekleri İslamiyet dışındaki dinler (nihai) hakkında, “el-Orak”, “el-makalât” ya da “ed- diyanât' terimlerini kullanıyorlardı. Sonraları “el-Milel ve’n Nihal gibi isimler almaya başladılar. Bunun en güzel örneği de Şehristanî’nin “el-Milel ve’n Nihal adlı eseridir.
Dinleri tasnifte çok çeşitli yöntemler uygulanabilir. Bunların başlıcalarını sıralayalım.
Vahye Dayanan Dinler ve Vahye Dayanmayan Dinler
Vahye dayanan dinler denildiğinde, aslî özelliği bozulmuş olsun ya da olmasın kökeni vahiy olan dinleri ifade için kullanılır. Bu dinler, varoluşları itibarıyla Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’dır. Allah inancı vardır. Peygamberlik, kutsal kitaplar bu dinlerin temel özelliklerindendir.
Vahye dayanmayan dinler de Allah’tan vahiy yoluyla geldiği iddia edilmeyen dinlerdir. Bu dinlerde Tanrı kavramı, Peygamberlik, kutsal kitaplar, ahiret anlayışı gibi unsurların biri veya bir kısmı olmayabilir. İlkel dinlerden sayılan totemizm, eski Çin dinleri, Şamanizm, Japon, eski Amerika, eski Mısır, Ortadoğu, Ön-Asya, ve İran dilleri bu grupta sayılabilir.
Vahyi dinler konusunda burada verilen bilgiler, onların evrensel olma özellikleri dikkate alınırsa çok az görünür.
Tek Tanrıcı Olan ve Olmayan Dinler
Bu, dinlerin diğer bir sınıflamasıdır. Din sosyolojisi ve tarihi üzerinde çalışanlar genellikle dinlerin, çok tanrıcılıktan (politeizm), tek tanrıcılığa (moneteizm) doğru bir seyir takip ettiğini kabul ederler.
Evrensel veya Ulusal Dinler
Vahyi dinlerden bahsederken, dinlerin evrensel olmak iddiasında olduğunu söylemiştik. Aslında Yahudilikten bunu bulmak zordur. Tevrat’ın birçok bölümlerinde Yahudilerin seçilmiş kavim olduğu ve Tanrı’nın onlara özel bir biçimde yardım ettiği veya edeceği yazılıdır.
Hıristiyanlık ve İslâm ise evrensel olmak durumundadır. İlk çağdan günümüze pek çok dinin ulusal bir nitelik taşıdığını görürüz. Örneğin site dinlerinde her bir sitenin tanrısı-tanrıları (putları) söz konusudur. Yine totemizmde her bir kabilenin bir putu bulunmakta ve bunlar her kabilede değişmektedir.
Evrensel dinlerin kimi acımasız da olabilir. Bu olgu kendi inancından olmayanların şeytanlar tarafından yönetildiğini iddia eden Hıristiyanlıkta Haçlı savaşları, Engizisyon Mahkemeleri şeklinde tecelli ettiği gibi, başka ulusların yabanî hayvanlar olduğu, onların ezilmeleri, öldürülmeleri, köleleştirilmeleri gerektiğini ileri süren Yahudilikteki şekliyle de tecelli edebilir. Fakat İslâm’da böyle bir şey vaki değildir. Kişi bu dine göre onu seçip seçmemek hakkına sahiptir. Ve bu kural: “dinde zorlama yoktur” şekliyle sistemleştirilmiştir.
Kurucusu Olan Dinler ve Geleneksel Dinler
Bu sınıflama da soy sop itibarıyla tarih içinde oluşan dinler ile kurucusu olan dinleri ayırt etmede kullanılan ölçüttür. Kurucusu olan dinlere Konfûçyanizm, Budizm ve genel tasnifte hatalı olarak kullanılan örneğin Yahudilikte, Hz. Musa ve Musevilik vb. girdiği gibi kurucusu olmayan dinlere de site dinleri, eski Mısır, Roma vb. dinleri girer.
Dinlerin Coğrafya Bakımından Sınıflandırılması
Yukarıda verilen tasnifler yanında, modern bir yöntem olarak dinler, coğrafi bölgelere göre tasnif edilmektedir. Bu tasnifte dinler Mezopotamya dinleri, Arabistan dinleri, Ön-Asya dinleri, Mısır, Roma, Cermen, Amerika dinleri... şeklinde tasnif edilmekte ve anlatılmaktadır. Bu tasnif belki anlatım kolaylığı sağlayabilir, fakat örneğin göç olgusuyla değişen dinleri izahta zayıf kalır. Yine evrensel dinlerin doğuşunda veya tek tanrıcılığa (monoteizm) yönelişte söz konusu olan etkenleri izahta zayıf kalır.
Bunun yanında misyoner olan ve olmayan dinler şeklinde sınıflandıran veya onları ırklara göre (Sami dinler, Moğol dinleri, Alî dinler gibi) tasnif edenler de vardır.
Hak Dinler Batıl Dinler
Bu son tasnif aslında her din tarafından yapılabilir. O dinin mensupları kendi dinlerini hak din olarak kabul edip diğer dinleri batıl olmakla niteleyebilirler. Bu bir inanç işidir. Yani İslâm’ı tetkik etmiş onun hak din olduğunu kabul ederek, Allah’ın nizamına teslim olmuş kişi Allah indindeki dinin İslâm olduğunu bilir. Bir Hıristiyan buna inanmayabilir. Bu noktada kişi seçim özgürlüğüne sahiptir. Ancak insan, Allah’ın indinde kabul edebilecek dini, seçip seçmediğinden sorulacaktır. Biz hak din olan İslam’a inanıyoruz ve Allah katında onun kabul edilecek yegâne din olduğunu kabul ediyoruz. Bu noktada Kur’an ışığında biraz bilgi verelim. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’den şu ayetleri gösterebilir:
“Allah katında din, şüphesiz İslamiyet'tir.”
“Allah in dininden başka din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O’na teslim olmuştur. O’na döneceklerdir
“Kim İslamiyet’ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O Âhirette de kaybedenlerdendir. ’
“Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslamiyet’e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbine dar ve sıkıntılı kılar.’
“Rabbinin dosdoğruydu işte budur”
“Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.”
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.”
“Puta tapanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah'tır”
“Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi Kur’an ve Hak din ile gönderen O ’dur. Şâhid olarak Allah yeter.”
Ayetlerden anlaşılıyor ki Allah indinde din İslâm’dır. Ve İslam’dan başka bir din kişiden kabul olunmayacaktır.
İslâm insan fıtratı ile uyum halinde olan tek dindir. Varlığa hükmeden evrensel yasalarla insan hayatına hükmeden yasalar uyum sağlamazsa insan, varlığa ters düşer. Dünya hayatını dengeleyemez. Ve ruhsal buhranlara düşer. Bu bakımdan İslâm mütekâmil olan yegane dindir.
“Ey Muhammed, Hakka yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaradılışta verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaradılışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler.”
Aslında İslâm, ilk insan Hz. Adem’e indirilen dindir. Peygamberler silsilesiyle bu din Hz. Muhammed’e kadar gelmiş ve onda mütekamil şeklini bulmuş, tamamlanmış, kıyamete kadar da insanlara din olarak seçilmiştir.
“Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, gerçek dine doğruya yönelen ve puta tapanlardan olmayan İbrahim ’in dinine iletmiştir de.”
“Bugün size dininizi bütünledim, üzerinizde olan nim etim i tamamladım, din olarak sizin için İslamiyet’i seçtim.”
DİNLERİN KÖKENİ
(DİNLER TARİHİNE GİRİŞ)
Dr. Faruk YILMAZ
ATASÖZLERİ
L
- Lafla peynir gemisi yürümez.
- Lafla pilav pişerse deniz kadar yağı benden.
- Laf torbaya girmez.
- Latife latif gerek.
- Lokma çiğnenmeden yutulmaz.
M
- Mahkeme kadıya mülk değildir (olmaz).
- Mal adama hem dost hem düşmandır.
- Maşa varken elini ateşe sokma.
- Merdiven ayak ayak (basamak basamak) çıkılır.
- Mermer iyi taştan, iyilik iki baştan.
- Mezar taşı ile övünülmez.
- Misafir kısmeti ile gelir.
- Misafir umduğunu değil bulduğunu yer.
- Misk yerini belli eder.
- Mürüvvette endaze (ölçü) olmaz.
N
- Ne ekersen onu biçersin.
- Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.
- Nerde birlik, orda dirlik.
- Nerde hareket, orda bereket.
- Ne verirsen elinle o gider seninle.
- Nikahta keramet vardır.
O
- Olacakla öleceğe çare bulunmaz.
- Otuz iki dişten çıkan otuz iki mahalleye yayılır.
Ö
- Öfkeyle kalkan zararla oturur.
- Ölüm ile öç alınmaz.
P
- Pekmezi küpten, kadını kökten al.
R
- Rahat ararsan, mezarda.
S
- Sabreden derviş, muradına ermiş.
- Sabreyle işine, hayır gelsin başına.
- Sabrın sonu selamettir.
- Sadık dost akrabadan yeğdir.
- Sağ elinin verdiğini sol elin görmesin.
- Sağlam baş yastık istemez.
- Sağlık varlıktan yeğdir.
- Sakla samanı gelir zamanı.
- Sanat, altın bileziktir.
- Sanatı ustadan görmeyen öğrenmez.
- Sarmısağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış.
- Sebepsiz ölüm olmaz.
- Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa?
- Sırça evde (köşkte) oturan, komşusuna taş atmamalı.
- Sinek küçüktür ama mide bulandırır.
- Soğanın acısını yiyen bilmez, doğrayan bilir.
- Soran yanılmamış.
- Sora sora Mekke (Kabe) bulunur.
- Söz yaş deriye benzer, nereye çekersen oraya gider.
- Su uyur, düşman uyumaz.
- Sükut ikrardan gelir (sayılır).
- Sürüden ayrılanı kurt kapar.
- Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer.
Ş
- Şeriatın kestiği parmak acımaz.
- Şeytanın dostluğu darağacına kadardır.
T
- Taş düştüğü yerde ağırdır (taş yerinde ağırdır).
- Taşıma su ile değirmen dönmez.
- Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.
- Tatsız aşa tuz neylesin, akılsız başa söz neylesin.
- Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.
- Tek kanatlı kuş uçmaz.
- Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.
- Tembele dediler “kapını ört”; dedi, “yel eser örter.”
- Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin.
- Teyze, ana yarısıdır.
- Tilkinin dönüp geleceği yer kürkçü dükkanıdır.
- Tok acın halinden bilmez (ne bilir).
- Topalla gezen aksamak öğrenir.
U
- Ucuzdur vardır illeti; pahalıdır vardır hikmeti.
- Ummadığın taş baş yarar.
Ü
- Üzüm üzüme baka baka kararır.
V
- Vasiyet ölüm getirmez.
- Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud.
Y
- Yalancının evi yanmış kimse inanmamış.
- Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.
- Yalnız kalanı kurt yer.
- Yalnız taş, duvar olmaz.
- Yanlış hesap Bağdat’tan döner.
- Yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder.
- Yatan ölmez, eceli yeten ölür.
- Yaya gözü ile at, bekar gözü ile avrat alınmaz.
- Yer damar damar, insan soy soy.
- Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadru kıymetten.
- Yılanın başı küçükken ezilir.
- Yiğit meydanda belli olur.
- Yolcu yolunda gerek.
- Yol yürümekle, borç ödemekle tükenir.
- Yularsız ata binilmez.
Z
- Zararın neresinden dönülürse kardır.
- Zorla güzellik olmaz.
Karmati Hareketinin Arka Planı "Felsefi Arka Plan"
Gnostizm
Gnostizm, İslam hakimiyeti öncesinde Ortadoğu'nun birçok bölgesinde hakim olan bir gelenek idi. Gnostizmin tam anlamıyla bir tarifini yapabilmek zordur. Genellikle Gnostikler; gnostizm ile ilgili tanrı, alem, insan, kurtuluş ve bilgi gibi temel konularda kendine has açıklamalar getirmişlerdir. Kavramın vahiy veya sır bağlantısı ile sezilmesi olarak algılandığı kabul edilir. Bu anlayış; bir din çerçevesi içinde, inanç yerine, bilgiyi geçiren öğretidir. İnanç yerine geçen bilgi, araştırmaya dayalı bir bilgelik yerine, hakikate dayalı bir bilgeliktir. Tanrı'nın kişiye Tanrı'yla birleşme ve Tanrı'nın doğasına, özünü kavrama olanağı veren gizemli bir aydınlanmanın ortaya çıkışı olarak kabul edilir. Köken olarak Gnose Yunanca bir kelime olup "bilgi" anlamına gelmektedir. Fakat bu bilgi, daha çok "Marifet"olup, ilmi bilgiden ayrılır. Buna "Arifane" bilgi, "Dini sırların yüce bilgisi" veya "Gizli ve vahy ile ilham edilmiş" bilgi denebilecek karakterdedir. Çünkü bu şahsi ve mistik bir bilgi olup seçkin ve mistik tabiatlı insanlara mahsustur, yahut tabiat-üstüdür. Gnostik de "Arif' kimse demektir. Bu anlamıyla entelektüel seviye bakımından gelişmiş inanç sahiplerinin sahip olduğu yüksek dini ve felsefi gerçeklerin bilgisi anlamında kullanılmıştır. Gnosis dini sırların bilgi ve şuurunun etkin olduğu bir antikite akımını ifade etmek için de kullanılmıştır.
Tarihi geçmişi m.ö. V. ve IV. yy'lardan itibaren çeşitli Ortadoğu toplumlarınca yaygın bir şekilde temsil edilen dini-felsefi bir akımdır. İnanç veya mezhep tarzından ziyade mehdi inanışı gibi birçok dini gelenek içerisinde doğal bir gelişim ya da kültürel etkileşim sonucu oluşan bir temayül olarak düşünülmüştür. "İrf'aniye" mezhebi denen bu yarı felsefi cereyan, II. asırlarda Yunan felsefesinin, bilhassa Eflatun ve Yeni Eflatuncu felsefelerin Hıristiyanlığa uygun ve yardımcı bir anlayış haline getirilmesinden meydana gelmiştir. Bu şekliyle Gnostizm, ya tamamıyla gnostik karakter taşıyan dinler ya da çeşitli dini gelenekler içerisinde yer alan inanç, düşünce ve ritüeller şeklinde milattan önceki dönemlerden itibaren Ortadoğu'da oldukça yaygınlaşan akım, Suriye, Mezopotamya, Mısır, Filistin, Ürdün ve Anadolu'da İslam hakimiyeti öncesi dönemde yaşayan yerli halkın inanç ve düşünce yapısı incelendiğinde bütün bu yörelerde çeşitli gnostik akımların, hakim unsur olduğu anlaşılır. II. yy' dan itibaren Güney Mezopotamya'da varlığını sürdüren ve öneminden dolayı Kur'an'da üç yerde ismi anılan Sabiilik baştan sona gnostizmi temsil eden bir akım olarak kabul edilir. III. yüzyılın sonlarından itibaren güney İran, Mezopotamya, Suriye, Anadolu ve Kuzey Afrika'da oldukça yaygınlaştı. IV. yüzyıldan itibaren birçok yerde Hıristiyanlığın en güçlü rakibi haline geldi. İslam Hakimiyeti öncesi Ortadoğu'da Hıristiyanlık ve Yahudiliğin heretik mezhepleri olarak bilinen Elkesailer, Valentianlar, Setianlar, Mağariler, Quqiler, Esseniler, Simoncular, Bardaysanlar, Edessa (Urfa) okulu ve İskenderiye'deki Grek okulları, Nisibis ve Cundişapur okulu gibi birçok gnostik inanç ve öğretilere ağır bir şekilde yer veren akımlar mevcuttu. Bunlardan başka Hermetikler, çeşitli sır dinleri mensupları, Yahudilik ve Hıristiyanlık içerinde yer alan çeşitli mistik hareketler de gnostik inanç, öğreti ve hayat tarzını yansıtmakta idiler. Bu gruplar bir bakıma Ortadoğu'da yaşayan toplumların ortak paydası haline gelmiştir. Gnostizm yalnızca Ortadoğu'da yer edinmemiş aynı zamanda VIII. yüzyılda Uygurların resmi dini haline gelen Mani inancının yayıldığı bölgelerde de etkisini göstermiştir. Maniheizm inancının gnostik inanç ve öğretileri temsil eden bir geleneği oluşu, bunda etkli olmuştur. Gnostizm öğretisinin arka planında teslis, tecessüm ve insanlığın kurtuluşu gibi meseleler vardır. Bu yapısıyla Hıristiyanlarca sapıklık sayılmıştır. Çünkü gnostikler, sahip oldukları tabiat-üstü bilgiden dolayı, dini nassların gnostik bir tefsiri yapıldıktan sonra inanılmasını ileri sürmüşlerdir. Böylelikle onlar, Hıristiyan kilisesinin aksine, şahsi ve mistik bilgiyi nassdan üstün tutmuşlardır. Saf iman konusu olan nassların, felsefe ile münasebetinden, iman-bilgi ilişkisinden doğan bu cereyan, aslında düalist bir anlayışa sahiptir. Zira ilahi alemle fena kabul ettikleri bu alemi zıt kabul ederler. Gökten düşmüş olan ruhun bedende mahpus kaldığına, ölümün onun kurtuluşu olduğuna ve böylece semavi vatanına döneceğine, yedi kat gök kapısının mevcudiyetine, semavi vatana dönüşün bu kapılardan geçilerek olacağına, ilahi kurtarıcının da insanları kurtarmak için aynı kapılardan geçerek gökten ineceğine inanmışlar.
Gnostikler cismani haşri kabul etmezler. Maddi hayatın, kötülüklerinin devam edip gideceğinden evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı tavsiye etmezler. Sudur nazariyesine inanırlar. İlahi hayatın esrarına, bir süluk ile erişebileceğini, Allah'ın insanlar tarafından görüleceğini kabul ederler. İnsanın kurtuluşunu bir mit olarak görürler. Bu nedenle Zühd hayatını tavsiye ederler. Gnostiklerin öğretileri genel bir çerçeve içersinde ele alacak olursak madde-mana, aydınlık-karanlık, ruh-beden ve dünya-öte dünya gibi değerler arasında var olduğuna inanılan katı bir düalizm vardır. Gnostikler makro planda alemi ikiye ayırmaktadırlar: Işık ve karanlık alemi. Işık veya nur diye isimlendirilen alem; iyiliği, hakikat ve gerçeği temsil ederken karanlık ve zulmet alemi; kötülüğü, yalanı ve gerçek olmayanı temsil ettiğine inanılmakla idi. Işık ve karanlık alemi arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele ve çekişme vardır. Madde ve maddi olan her şey, kötülük alemine ait olandır ve kötüdür. Ruh ve ruhsal olan varlıklar ise ışık alemine aittir ve yapısı itibariyle iyidir. Işık ve zulmet alemi arasındaki mücadeleyi kazanacak olan ışık alemidir. Çünkü iyiliğin üstün gelmesi doğasında vardır. Mikro hayatı temsil eden insan açısından değerlendirirsek, iyilik alemine ait olan ruhsal varlığına değer vermek ve kötülüğe ait olan bedenin istek ve arzuları demek olan maddi unsurlara boyun eğmemektir. Varlık itibariyle kötü olan bu dünya ve dünyevi' şeyleri terk etmek, ışık ve iyiliğin timsali olan ruha ve ruhsal aydınlanmaya kulak vermenin gerekliliğine inanılmıştır.
Geniş bir alanda etkisi olan gnostizm'in Ortadoğu'da ortaya çıkmış birçok hareketi, fikri açıdan etkilemiş hatta bazı fikirleriyle bu hareketlerin doktrinlerinin temelini oluşturmuş olduğu düşünülebilir. Gnostizm'in etkili oldugu bölgelerin, İslam hakimiyetine girmesiyle yöredeki insanların büyük bölümü İslam'ı benimsemişlerdir. İslam'ı benimseyen bu kitleler İslam öncesi kültürleriyle yeni inançları arasında zaman zaman bağlantılar kurmaya çalıştılar. Bu inançları, ritüelleri uzlaştırma çabaları bilinçli veya bilinçsiz bir gayretin sonucu olarak ortaya çıktı. Bizi ilgilendiren bölümü, bu yeni İslam'ı algılama tarzı, toplumun tümünde aynı yankıyı uyandırmamış olmasıdır. Oluşan farklılıklar toplumu meydana getiren sosyal grupları birbirinden uzaklaştırmıştır. Merkezi otoriteye, resmi ideolojiye karşı alternatif hareketlerin oluşmasını sağladı. Oluşan bu hareketler içinde ihtilal karakterine sahip mezhepler de olmuştur.
Ortaçağ İslam dünyasındaki fikir hareketleri Ortadoğu'nun bu alt kültüründen başta astroloji, simya ve tılsım-gizem konulardan etkilenmişlerdir. İslam dünyasını özellikle Abbasi Devletini, Tolunoğullarını, Gaznelileri, Sacoğullarını, Selçukluları başta olmak üzere birçok devleti ve hanedanı uğraştırmış ve saldırılarıyla halkı bezdirmişlerdir.
Yeni Eflatunculuk
Antikçağ sonlarında felsefeye dayanarak dini bir dünya görüşü geliştirme denemelerinden ilki olan Yeni-Platonculuk, kendisinden sonraki gelişmelere de büyük önem veren gruplar da bu kültürel yapıdan etkilendiler. Sudur nazariyesi ve gizemli inançlar mecazi boyutlarda yorumlanarak İslam dünyasındaki hareketleri etkiledi. Özellikle Karmati-İsma'ili hareketi bütün unsurlarıyla bu tür hareketlerden etkilemiştir.
Hermetizim
Eski Mısır'ın dinsel-gizemsel öğretisidir. Eski Mısır'ın üç büyük tanrısından biri olan Toth'un yapıtlarına kadar uzanan dinsel-gizemsel öğretilerinin bütününe Hermesçilik ya da Hermetik felsefe adı verilir. Felsefe, dini inançların entelektüel yorumu olarak görüldü ve doğunun büyük dinleri, sahip olduklan manevi dünya ve aynı derecede görünmez aleme dair güçlü duygu ve tutkularıyla birlikte, kısa zamanda felsefi düşüncelere damgasını vurmuştur. "Hermetik yazılar" olarak bilinen dini felsefi tartışmalar, felsefe ve pagan dinlerinin uzlaştınlmasına dair çabaların bir örneği olarak kabul edilebilir. O halde, düşünce sistemleri ve inançları birbirine karıştırma sanatı, Araplardan önce de bilinmekte idi. Fakat uzlaştırma hareketleri geç dönem Helenistik sürecin egemen özelliği olduğu kesindir. Grek felsefesi Arapça'ya tercüme edildiğinde bu sürece ait eserlerin büyük bölümü, bu eserler arasında bulunmaktaydı. Aristoteles'in Teolojisi (Esulücya Aristoteles), el-İzahfi 'El-hayri 'l-mahz ve Hermetik Yazılar isimli eserler bunların tipik örnekleridir.
İslam felsefesi ve tasavvufu, insanlık düşüncesinin son derece eklektik karakterli bir tarz olarak kabul edilir. Felsefe, kelam ve bunlardan daha az olmamak üzere İbnü'l-Arabi ve Halepli Sühreverdi gibilerin temsil ettiği teosofik sufi literatürdeki bütün İslam düşüncesi, bu eklektiszmi izhar eder. Henüz İslam düşüncesinin ana akımının, neden ve nasıl bu girişik yapıda oluştuğunun açık cevabı verilmiş değildir. Bu yapıda, Eflatun'un, Aristoteles'in, Stoacıların, Yahudi Philon'un, Hıristiyan kilisesinin Katolik düşünürlerinin, Gnostiklerin ve Yeni Eflatuncuların fikirleri bir tek potada toplanmış ve olağandışı bir durumda birbirine katıştırılmıştır. İlk zamanlardan itibaren İslam dünyasında bilinmekte olan bu gibi metinlerden İslam düşüncesinin eklektik karakteri hakkında bir açıklama getirebilir. İslam felsefecileri kendilerini İslam inançlarla Grek felsefesi adı altında kendisine ulaşan rasyonel spekülasyonları uzlaştırma görevi ile mes'ul tutmuştur. Bunlar ister sahih anlamda Grek düşünceleri olsun, ister İran veya Mısır kaynaklı Grek düşünceleri veya bunların hepsinin ve başka unsurların bir karışımı olsun aynıdır. Fakat hiçbir kaynak, Müslüman düşünürün kalbine, Hermetik Yazılar diye bilinen felsefi dini düşüncelerin karışımından daha fazla tesir etmemiştir. Hermetik kültür İslam dünyasına Harraniler ve Sabiiler aracılığıylada girmiştir. Bu açıdan Harraniler' ve Sabiiler ortaçağ İslam düşünce tarihinde apayrı bir öneme haizdir.
Harraniler ve Sabiiler
Sabiilik ve Harran'ın gizemli inançları Ortaçağ İslam düşünce hayatında önemli bir öneme sahiptir. Sabiilik oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Sabii geleneği birbirine zıt gibi görünen pek çok kültürel unsuru bir arada bulundurur. Sabiiliği bu manada bir tasnife tabi tutmak gerekirse 1 -Mandeenler yahut Subbalar 2-Harran Sabiileri. Birincisi Mezopotamya'da Mecusilik ve Hıristiyanlıkla tanışmış bir inanıştır. İkincisi, daha çok eski Babil dininden etkilenmiş olan ay ve yıldızları kutsayan putperestliğe yakın bir inanıştır. Çevre bölgelerdeki felsefi kültürlerden de etkilenmiştir. Başta Hermes Trismegistus'a izafe edilen yazılar gelmektedir. Hermes Trismegistus'a izafe edilen yazılar, bu yazıların ilk olarak yazılmış olduğu İskenderiye'nin dışında skolastik asırlarda olgunlaşmaya devam etmiştir. Bu eserler, altıncı asırdan sonra Helenistik dünyadaki önemlerini yitirince, Harran şehrinin entelektüel hayatının canlı bir kesimini oluşturmaya devam etmişlerdi. Bu şehrin pagan dini, h. II. asra kadar hayatiyetini sürdürmüştür. Grekler Harran'ı "Ellenopolis" diye isimlendirmişlerdi ve Edward Browne, Abbasi halifeliğinin egemenliği altında yaşayan hiçbir millet, Harran paganları kadar Müslümanlara Greklerin bütün bilgi ve hikmetlerini öğretmemiş olduğunu belirtmektedir. Bunların çoğu, fizikçi, astronomi bilgini, matematikçi, geometrici ve filozof olarak önemli mevkiler ve statüler elde ettiklerini belirtir.
Me'mun'un halifeliği süresince Harranlıların gizemli dini hakkında çok az şey bilinmektedir. Bu din, aynı zamanda muasırları tarafından "Sabiilik" olarak isimlendirilmişti. Vasıt ve Basra sınırlarında yaşamış olan Sabiilerle -ki bunlar Mandeanlar- Harranlı Sabiilerle ayrı kabul edilmiştir. Harranlı Sabiiler, Mezopotamya bölgesinin Kadim Suriyeli paganlarının bir kısmından ibaretti. Bu insanların Me'mun ile karşılaşması tarihi, müslüman dünyada Hermetik felsefenin etkilerine bir ölçüde ışık tutar. Aynı zamanda bu tarih, felsefesinin nasıl dine dönüşüp, Arapça konuşan Harranlı ve Bağdatlı bilginler aracılığıyla da bunun İslam düşüncesine sirayet ettiğini gösterir. Ebu Yusuf İşa el-Katii isimli bir Hıristiyan, el-Keşf en mezahibi'l-Harraniyyinel-ma'rufıne fı asrina bi's-sabaiyye diye isimlendirdiği eserinde, Bizans bölgelerine karşı yapılan askeri bir operasyonda kendisine dostluk mesajı getiren bir grup insanı kabul ettiğini aktarmaktadır. Bu insanların arasında, sıkı ve güvenli elbiseler giymiş, saçlarını uzatmış Harranlılar da bulunmaktaydı. Halife Me'mun, onların bu garip görünümlerini yadırgamış ve kendilerine Hıristiyan, Yahudi veya büyücü olup olmadıklarını sormuş, onlar ise, kendilerinin "Harranlı" olduklarını belirtmişlerdir. Bunun ardından, bir Peygamberleri ve okudukları kutsal kitapları olup olmadığını sormuştur. Olumsuz cevap üzerine: Halife Me'mun şöyle demiştir: "O halde siz, sapık ve putperest kimseler olmalısınız; sizin kanınız helaldir. Sizler, İslam' ı veya Allah'ın kitabında bahsettiği herhangi bir dini seçmelisiniz aksi halde öldürülürsünüz" demiş. Bunun üzerine bazı Harranlılar, Müslüman veya Hıristiyan olmuşlar, bir kısım ise atalarından kalan kadim dinlerini terk etmeyi reddedip, kendilerini Kutsal kitaba bağlamak için Kur'an'da zikredilen herhangi bir din adı ve takipçileri olduklarını iddia ettikleri bir peygamber bulmaya çalışmışlardır. Bu insanlar, bir Müslüman fakihin önerisiyle kendilerini "Sabiiler" diye isimlendirmişlerdi. Bu isim, o zamana kadar Harran'da duyulmamış bir isimdi.
Halife Me'mun, sefer esnasında vefat ettiği için geri dönemedi. Fakat Harran müşrikleri, kendilerini "Sabiiler" olarak isimlendirerek, bütün zamanlarda Müslümanlardan güven içinde olmuşlardır. Uzun yıllar süresinde gizlilik içinde kalan dinlerini, artık açıkça ilan etmişlerdi. Harranlılar, bu gizliliğe son vermek istemedikleri fakat kutsal bir kitap ve peygamber ismi bulmanın güçlüğünü düşündükleri görülmektedir. Onlar, dini öğretilerinin Hermetik yazılarda bulunduğunu ve peygamberlerinin de bu eserlerde zikredilen Hermes Trismegistus ve Agathodaimon olduğunu beyan etmişlerdi. Bundan böyle Harran'daki gruplar, Müslüman yazarlar tarafından Hermetikler olarak isimlendirilmeyip, "Sabiiler" olarak isimlendirilmişlerdir. Bununla beraber, bu sapık Sabiiler hakkında Arapça metinlerde bulduğumuz bilgilerin çoğu, bu insanları Hermes ve Hermetik literatür ile ilişkilendirmiştir. Hicri III. asırda Harran dini, bazı Helenist ve Fars kaynaklı unsurlarla karıştı. Bu din, teorik bir doktrinden çok bir kült haline geldi. Hermetik yazıların bu dinin kutsal metinlerinin bir kısmını oluşturup oluşturmadığını tam olarak bilmemekle birlikte bu tarihte Harran'ın "Sabiileri" diye adlandırılan kimseler, Hermetik literatüre oldukça aşina idiler. Gerek Grek asıllarında gerekse de Arapça'ya tercüme edildikleri Süryani çevirileri halindeki bu yazılar, o zaman yazılmış ve İslam dünyasının bu bölümünde büyük ölçüde yayılmışlardı.
Harranlıların etkinliği, dindaşları tarafından dışlanan Sabit b. Kurra (öl.288) öncülüğünde Bağdat'a gidip, Mutasım'ın izniyle orada yeni bir okul kurdurmasıyla en ileri bir noktaya ulaştı. Grek okullarında bütün ilgilerini yitiren Hermetik eserler, bu dönemden hicri 5. asrın sonuna kadar Bağdat'ta yaşamaya devam etmiştir. Sabit b. Kurra ve oğlu Sinan eğitimli bilim adamı ve düşünürleri, Hermetik yazıların Arapça'ya tercüme edilişinde ve bu eserlerdeki temel düşüncelerin yayılmasında görev üstlendiler. Sabit'in eserleri hakkındaki bütün bilgimiz, Geometri üzerindeki kısa denemelerden ibaret çalışmalardır.
Hermetik literatür, Bağdat ve Harran gibi bu iki bilim merkezinden hicri II. asır gibi ilk dönemlerden itibaren İslam dünyasına yayılmıştı. İbn Sina, İbn Tufeyl, Sühreverdi ve İbnü 'l-Arabi gibi düşünürler ortaya çıkınca, Hermetik düşünceler unsurlarını aldıkları kaynaklardan İslam düşüncesi içinde asimile edildiler. İbn Teymiyye, İbn Arabi ve onun önemli bir takipçisi olan Afifeddin et-Tilemsani'yi Karmatiler'e benzediklerini belirtir. Özellikle Onların İttahadiyye (Allah'ın insanla birleşmiş olduğuna inananlar)'den oldukları söylenir. Dolayısıyla onun nazarında her ikisi de Zındıktır. Bu cümleden Hermetikler ile Karmatiler arasındaki bağlantının ilk dönemlerden itibaren var olduğunu anlamaktayız. Hatta ilim adamları ve cemaatler arası çatışmalarda zaman zaman bu tür eleştirilerin de rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz.
ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER
(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)
Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ
Gündelik Hayatımızda Süslenme-1
Eski Mısır’da kadınlar gözlerini yeşil, dudaklarını koyu mavi ve yanaklarını kırmızı boyuyor, el ve ayak parmaklarını kınalıyor, ‘üstsüzdük yaygın olduğunda, göğüslerini mavi, meme uçlarını altın renginde büyüyorlardı. Erkeklerin boyanması da yaygındı. Eski Yunanlılarda kozmetik IO 5. yüzyıldan itibaren Mısır yoluyla zenginleşip gelişti. Roma’da alın ve kollar tebeşir veya üstübeçle beyazlatılıyor, yanak ve dudaklar şarap tortusu ve aşı boyası ile kırmızıya boyanıyor, gözkapağı ve kaşlara kömür ve toz antimon sürülüyordu. Roma kadınlarının bu tarzı ve kullandıkları malzemenin, fazlaca değişmeden Osmanlı dünyasında Cumhuriyet’e kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.
Süslenme, güzel ve değerli görünmek için yapıldığından değer yargıları ile ilgilidir. Erginlenme ritinden geçen bir kabile delikanlısı, törende aldığı yaraları yaşamı boyunca gururla taşır. Afrika, Çin ve Hindistan’da kemik çarpıtmaları yaygındır. Çinli kadınlar demir ayakkabıyla küçük kalmış ayakları, Amazonlular içine tabak sığacak büyüklüğe getirilmiş dudakları, Çinhindi kadınları halkalarla uzatılmış boyunları, Avrupalı kadınlar korsa nedeniyle gelişmemiş kaburgalarıyla ‘kadın’ kabul ediliyorlardı.
218 yılında Roma imparatoru olan Heliogabalos şehre ilk girdiğinde, Suriye tarzı ‘makyaj’ı, ipekli elbiseleri ve süslü şapkası, mücevher kaplı elleri ve sandaletleri, kocaman küpeleri, çevresi daireler halinde mavi ve altın rengi boyalı gözleri, mavi dudakları ve kınalı ayaklarıyla Romalıları hayli şaşırtmıştı. Hıristiyanlığın kurucu babalarının, inancın öteki gereklilikleri yanında, “yüzünü yaratıcının tanıyamayacağı biçimde boyayan” birinin cenneti nasıl umabileceğini sormasında, Roma’da yaşanan bu ortamın da belki etkisi olmuştu.
Müslüman din adamları, kadın erkek kokularını caiz görmüş, kadınların süslenmesine ise, ‘helali’ için olduğu sürece cevaz vermiştir.
Dünyanın bilinen ilk güzellik salonu Güney İspanya’da ‘Karatavuk’ adıyla bilinen ve Bağdat’tan gelen ünlü bir şarkıcı ve müzisyen tarafından 840 yılında açılmıştır.
‘Süslenmede mevcut duruma bir örnek olarak, Trabzon’un Türkiye’nin en fazla burun estetik ameliyatı yapılan yerleri arasına girdiğini yazalım. Doğu Karadenizlilerin Nataşa salgınından etkilenerek başladığı söylenen burun düzeltmeleri, doktorların teşviki ve komşusundan cesaret alma ve taklit yoluyla toplumsal olay haline gelmiştir.
Makyaj
1770’de İngiltere’de kabul edilen bir yasa, koku, boya, takma diş ve saçla baştan çıkartmayla kurulan evliliğin batıl sayılacağı ve büyücülüğe karşı yasalarla cezalandırılacağını bildirir. Avrupa’da 19. yüzyıl sonlarına doğru sahneye çıkanlar dışında makyaj yapan kalmaz. Makyaj tekrar 1880’lerden itibaren, bu kez kimyadaki ilerlemelerle birlikte gelişmiş, bugün sanayi haline gelmiştir. Bu alanda öncülüğü elinde tutan Fransa’da cosmetujue sözcüğünün süslenme anlamını kazanması 1670’lerde, bugünkü anlamını kazanması 1876’dadır, maquillage sözcüğü de aynı evrimi 1860 yılında tamamlar.
Peçenin kaldırılması ve kadının toplumsallaşması ile batılılaşma sürecinin kazandığı resmi sivil ivme, Türkiye’de kadınların Batı tarzı makyajı benimsemesini hızlandırmış, kozmetik ürünlerine, reklamlara ve reklamlarda kadın ve kadın güzelliğinin kullanılmasına rağbet, 1920’li yılların sonunda, birden artmıştı.
Batılı tarzda makyaj ile Yüz Yazmacılığı denen klasik tarzın, malzeme, aletler ve isimler farklılaşsa da, temelde aynı olduğu görülmektedir:
Allık: Yanak, dudak boyalarının genel adıdır. Attarlardan satın alınan boyalar gaz denilen tülbendin boyaya batırılarak sürülmesiyle kullanılır, bu nedenle gaz boyaması adıyla da anılırdı.
Rastık: Kaş boyası, Arapçası vesme. Antimon tozu kına ile karıştırılarak kestane rengi elde edilir.
Sürme: Kirpik ve göz kenarı boyası. Arapça kuhl, Farsça tutiya. Kulıl antimondur; Tutiya adı sürmenin üretilip satıldığı İran’da İsfahan’ın bir köyü olan Tutiya’dan gelir. Abdülaziz Bey Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri kitabında (1912) badem, servi kozalağı, ceviz, fındık, hatmi, kantaron, fare, yasemin, yayınbalığı yağı. kullanıldığını yazar. Miss Pardoe davetli olduğu konakta nasıl sürme çekildiğine tanık olur: “Bütün akşam yaşlı kadın tandırın yanında oturdu. Bir yandan konuştu, bir yandan da bu fındıkların birini yanan mumun alevine tutarak, büyük bir özen ve sabırla siyah ve yağlı duruma getirmekle zaman geçirdi. Sonra, eline küçük, yuvarlak ve simle işli, kadife çerçeveli bir ayna aldı. Bu ayna, minderlerin arasına gizlenmişti. Bu isli fındıkla, kaşlarına, burnunun üstüne yaklaştırarak uzun yıllardan bu yana geliştirdiği ustalıkla biçim verdi ve onları boyadı.” Sürme sünnet sayılmıştır.
Düzgün: Aklık da denir, adını teni düzgün gösterme, çil, leke, benek gibi cilt kusurlarını kapatma amacından alır. Düzgün malzemelerinden biri, kadın adı da olan gülgûn’dur; kırmızı renk verir bir ot cinsidir ve gül renkli, düzgün gül yanaklı anlamına gelir.
Kına: Başka hiç süs kullanmayan kadınların da kullandığı kına bitkisinin kuru yapraklarından elde edilir. Kuzeydoğu Afrika kökenli bitki Kuzey Afrika, Hindistan ve Sri Lanka’da yetiştirilmektedir. Evlilik törenlerinin önemli adımlarından biri kına gecesidir. Kadınların saç ve ellerine kına yakıldığı gibi, yaşlı kadınlar ağaran saçlarını, erkekler sakallarını kınalarlar. Yetişkin erkek ve çocukların sağ elleri de nazara karşı kınalanır. Bugün Pakistan ve Hindistan’dan ithal edilen kına yaprak olarak satılmamakta, genellikle ceviz, sumak, incir vb. bitki yaprakları ve külle karıştırılarak toz halinde satılmaktadır. Eskiden halk el ve ayak parmakları için yalnız kına kullanırken, üst sınıf kadınlar için altın sarısı, zümrüt yeşili, ebrulu parmak boyaları da geliştirilmişti.
Ben: Girit Adası’nda yetişen lâden zamkı ile yapılır, bu otun adıyla da bilinir. Tanzimat’a kadar daha yaygındı: Çiçek hastalığı nedeniyle, Avrupa’da da, Osmanlı üst sınıfları arasında da ihtiyaç olarak görülüyor, yüzdeki düzgün görünmeyen yerleri kapamak için kullanılıyor, bazen çiçek, yıldız şekli veriliyordu.
Makyajda Batı usûlü benimsendikten sonra kullanılan temel malzemeler şunlardır:
Pudra: Fransızca poudre’dan. Yüzü beyazlatmak için Eski Yunanlı ve Romalılar sarı zırnık çiğnerlerdi. 18. yüzyıla kadar Avrupa’da ve Osmanlılarda arsenik kullanımı ve makyajda zehirle haşır neşir olma devam etti; tebeşir, çinko, talk, titan oksit kullanıldı.
Ruj: Fransızca rouge yani kırmızı rengin adından. Ruj da cıvalı zincifre, süleğen gibi zehirli maddelerden yapılıyordu. Bir dönem kullanılan balina yağının yerini bugün sentetik kimyasallar almıştır.
Oje: Fransa’da üretilen bir marka adıdır. Fransızcası tırnak cilası. Uzun tırnaklar çalışma ihtiyacı içinde olunmadığının, yani zenginliğin işaretidir. Özellikle Çin’de erkekler de tırnak uzatırdı. Artık nitroselüloz ve asetil selülozdan üretilmektedir.
Rimel: Fransa’da üretilen bir marka adıdır. Fransızca ve İngilizce mascara, Türkçeye maskara biçiminde girmiş olan göz makyajı adını, maske sözcüğünden gelen İtalyanca maschera’dan alır; kökünde karnaval maskeleri, karnaval için boyanmak ve kılık değiştirmek vardır.
Far: Gözkapağı boyası, Fransızca fard. Farder fiili Fransızca makyaj yapmak demektir.
Fondöten: Fransızca font de teint’den. Düzgünün Fransızcası.
Krem
Yakındoğu’da IO 3000 yılından beri kullanılan deriyi yumuşatıcı otlar, sıvılar pek de değişmeden bugüne gelmiştir. Bal, yumurta, papatya, çay suyu, salatalık kabuğu, süt kullanımı devam etmektedir. Kremin icadı eski çağların ünlü hekimi Galenos’a atfedilmektedir. İS 157 yılında Bergama’dan Roma’ya çağrılan hekim, burada gladyatörlerin yaraları kadar imparator ailesi ve patricilerin güzelliğine de katkıda bulunuyordu. Galenos’un koyun yağı, gülsuyu karışımından hazırladığı krem, yüzyıllarca kullanılan zehirsiz ve basit bir ürün olarak kaldı.
191l’de Alman eczacı Hamburglu H. Beiersdorf deriyi besleyen ve nemlendiren Nivea adlı kremini piyasaya verdi. Bütün dünyada büyük başarı elde eden krem halen aynı formülü ile fazla değişikliğe uğramadan başarısını sürdürüyor.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-4 “Hindistan”
Râmâyana: Sunuş
Tarihsel Arka plan
Rûmayana MÖ 1200-1000 yılları arasında Kuzey Hindistan'da yaşamış Rama ve Sila ailelerince temsil edilen, siyasal olarak güçlü iki aile geleneğini yansıtır. Onlar Hindistan'da o dönemde yaşamış olan pek çok kültürlü insanlar içinde en kültürlü olanlarıdır. Kralları ise, askeri yetenekleri kadar bilgileriyle de ünlüdür. Dini önderleri, öyle yüksek akademik düzeyde üniversiteler kurmuşlardır ki, başka ülkelerden bu üniversitelere öğrenciler gelmişlerdir.
Araştırmacılar Ramayananın MÖ 200 ve MS 200 arasında yazıldığına ve son bölümünün muhtemelen MS 400 yılına değin sarktığına inanmaktadırlar. Bu epik şiiri yazdığına inanılan ozan Valmîki, Homeros kadar karanlıkta kalmış bir kişiliktir. Muhtemelen bir Brahman olarak doğmuştur ve muhtemelen Ayodya krallarıyla yakın ilişkileri vardır. Râma hakkındaki masalları, şarkıları ve söylenceleri toplamış ve bunları kendi bulduğu ölçü ve biçimle düzenleyip şiirsel bir anlatı haline sokmuştur. Destanda Valmiki'nin, Râma'nın bir çağdaşı olduğu söylencesi ve Valmiki'nin Ramayana'yı nasıl yarattığı anlatılır.
Valmîki, uzak geçmişe açılan bir penceredir. Oradan eski Hindu kültürünü görürüz. Onların dini, toplumsal ve siyasal yaşamları hakkında bir şeyler öğrenir, değerleriyle tanışırız. Valmıki, şiirin kapsadığı dönemi Hindistan'ın altın çağı olarak görmektedir. Da-Sa-Ratha ideal kentin ideal kralıdır. Râma ideal prenstir ve Sîtâ ideal eştir.
Ahlaki bir destan olan Râmâyana ile eski Hindu yaşamı ve değerleri arasında doğrudan bir ilişki vardır. Nasıl Râma on dört yılını bir ormanda keşiş olarak geçirdiyse, benzer biçimde, eski zamanlarda dindar bir aileden gelen her Hindu erkek çocuğu da, çok gençken öğretmeniyle beraber yaşamak için ailesini terk eder. On iki, yirmi altı, hatta otuz yıl boyunca genç adam zorlu ve basit bir yaşam sürer. Kaba kumaştan yapılma bir elbise giyer, yiyecek dilenerek kapı kapı dolaşır ve hocasına hizmet eder. Göreve bağlılık, dürüst ve başarılı bir hayatın temeli olduğu için, geleneksel öğreti kadar dayanıklılık ve acı da eğitimin çok önemli bir parçasıdır.
Ramayana'nın şaşırtıcı yanlarından biri, hayvanlarla insanlar arasında yakın bir ilişki kurmasıdır. Maymun Hanuman büyük bir kahramandır ve onun yardımı olmadan Râma başarılı olamamıştır. Bu ortaklık, Rama masal ve söylencelerini oluşturanların, öteki yaşayan varlıklara duydukları çekiciliği ve değeri saygıyı yansıtır.
Çekiciliği ve Değeri
İlyada gibi Râmâyana da, kaçırılan bir kraliçenin kurtarılmasını; Odysseia gibi, bir kahramanın uzun bir gezi boyunca yaşadığı maceraları anlatır. Odysseus'un Troya'dan İthaka'ya yolculuğu sırasında bir ülkeden diğerine savrulduğu gibi, Râma da kuzeyden güneye Hindistan'da seyahat eder ve sonunda Seylan'a gider.
Kuşkusuz Hint olmayan kültürlerde bile Râmâyana'ya duyulan kalıcı ilginin bir nedeni, onun muhteşem bir serüven öyküsü olmasıdır. Odağında iyilik güçleriyle kötülük güçlerinin savaşı vardır. Kahramanlar alçakları alt eder, büyü öyküyü ilginç kılar, insancıl ve akıllı hayvanlar öyküye çok özel bir tat katar.
Ramayana'nın da kendi kültürü üzerinde görüngüsel bir etkisi olmuştur. Her iki destan da kuşaklar boyunca insanlara, kahraman insan davranışının farklı modellerini sunarak toplumlarının değerlerini biçimlendirmiştir. Râmâyana yüzyıllardır bir serüven öyküsü yoluyla ahlaki eğitim sağladığı için her Hint çocuğunun eğitiminin gerekli bir parçası olmuştur.
Yüzyıllar boyunca Râmayana'daki kişilikler Hindulara uygun davranış modelleri sunmuştur. Edimlerini, Râma’nın ya da Sîtâ'nın aynı durumda ne yapacağına dayandıran kişi, doğruyu yaptığından emin olmuştur.
Râmâyana hâlâ yaşayan bir gelenektir ve birçoklan için yaşayan dinsel inancın bir parçasıdır. Hintli çocuklar, birçok Batılı çocuğun masallarla büyütülmesine benzer bir biçimde, destandan alınmış öykülerle büyütülür. Râmâyana'nın tamamı ya da bir parçası, dinsel festivallerde törenlerin bir parçası olarak dramatize edilir, kitapların ve filmlerin konusu olmuştur.
Rama, Sıtâ, Lakşmana ve Bharata ideal kişilikler olmalarına karşın, insan olarak da hâlâ çok çekicidirler. Kâma ve Sîtâ'nın büyük bir erdemlilikle katlandığı fedakârlıklar, sıradan Hindu erkek ve kadının yüz yüze geldiği sıkıntıların abartılı kopyalarıdır. Her biri kendi cinsine model rolünü oynar ve doyumun, kişinin görevine ve doğru davranışa bağlılıklarında aranması gerektiğini Öğretir.
Çağdaş okuyucu (Hindu olmayanlar bile) Sıtâ, Rama ve Râma'nın kardeşleriyle kendilerini özdeşleştirebilir. Hepimiz, insanların çok zor koşullar altında en iyi biçimde davrandıklarını görmekten hoşlanırız. Çünkü dürüst davranış, insanları ve insan ırkını yüceltir. Eski Hindular gibi sevgiyi, arkadaşlığı, sadakati, adanmayı ve azmi severiz. Aynı zamanda kıskançlık, çekememezlik ve açgözlülük hissetmeyi de bilir, üzülür ve acı çekeriz. Uygun olmayan davranışlara zorlandığımız durumlarda en iyi biçimde davranmamız gerekir.
Bununla beraber, çağdaş Batılı davranış biçimleri, yer yer Râmâyanada betimlenenden farklıdır. Râma'nın Sîtâ'yı, Râvana tarafından kaçırılmasından dolayı reddetmesini ve aynı nedenle uzun yıllar sonra onu sürgüne göndermesini anlaşılmaz ve itici bulabiliriz. Yine de, hem Râma hem Sîtâ'nın davranışları anlaşılabilir, çünkü hâlâ toplumlarında örnek davranışlardır.
Rânıâyana, ana baba ilişkilerinin ve toplumun değerlerinin karmaşıklaştırıcı etken olarak işlediği bir karı koca sevgisi üzerinde odaklanır. Her olayın kökeninde iki insan arasında, koca ve karı, ana baba ve çocuk, iki kardeş, iki arkadaş ya da daha geniş bir ölçekte kral ve uyruğa yönelik sevgi ve sorumluluk vardır.
Râmâyana, insanların görevleri ve sınavlarıyla yüz yüze geldiklerinde hissettiklerine dair çok kişisel bir öykü olduğu için evrensel bir ilgi uyandırır. Soylu ya da köylü, eski Hintli ya da modern Amerikalı, hepimizin aynı temel gereksinimleri ve duygusal tepkileri vardır. İnsanlık evrenseldir, aynı temel değerler bütün zamanların ve mekânların halkları için geçerlidir.
Hindu Kahraman
Eski Hindu geleneğine göre her kişi dharma'ya, yani adil davranışa sadık olmalıdır. Yaşamdaki her rol için (kral, kraliçe, baba, anne, oğul, kız, erkek kardeş, kız kardeş, arkadaş) belirlenmiş bir davranış ölçüsü vardır. Bu nedenle herkes olup biten her durumda ne yapması gerektiğini bilir. Her zaman olduğu gibi sadakatlar arasındaki çatışmalar sorun çıkarır. Yine de, acı ve üzüntü dürüst yaşamın parçasıdır ve herkes yaşam ne getirirse buna katlanmak zorundadır.
Eski Hindu toplumunda bir kadının yükümlülüğü, yaşamını kocasına adamaktır. Sevgisi saf ve bağlılığı tam olmalıdır. Tüm sınavlar ve ayartmalara karşın ideal standartlara uyabilirlik, onun kendi değerini ve toplumun ona verdiği değeri belirler. Meydan okuma ne kadar büyükse, başarı da o kadar büyüktür. Eğer olumsuz duruma karşın toplumun standartlarını koruyorsa, o büyük bir kadın kahramandır.
Eski Hindulara göre, bir kadın kendisini ya da işlevini bağımsız bir insan olarak düşünmemelidir. Dolayısıyla kendi geleneği açısından bakıldığında Sîtâ, Hint yazınındaki en büyük kadınlardan biridir. Kadın sevgisinin, bağlılığının ve sadakatinin en yüksek idealini temsil eder ve Hindu toplumu onu tüm çağlar boyunca sevmiştir.
Erkeğin yükümlülüğü daha karmaşıktır. O, işlevini erkek egemen bir toplumda yerine getirir ve bu nedenle hem evde hem toplumda yerine getirmesi gereken pek çok sorumluluğu vardır. Sınavda ve yokluk içinde görevine bağlılığını sürdürmesi beklenir. Lakşmana büyük bir kahramandır. Çünkü sadık bir kardeş ve arkadaş, az bulunur bir savaşçıdır. Rama ile sürgüne gittiğinde karısını yanında götürmez. Bharata babasından, annesinden ya da kendisinden çok erkek kardeşi Râma'ya karşı büyük bir yükümlülük hisseder.
Kral olarak Râma'nın topluma karşı özel bir yükümlülüğü vardır. Krallık, uyruğuna olan sorumluluklarını kendi kişisel yaşamının Önüne koymayı gerektirir. Halk arasında doğru davranış modeli olduğu için, Râma'nın kişisel davranışı eleştirinin dışında tutulmalıdır. Bu nedenle tüm sıkıntısına ve kederine rağmen halkının davranışlarına saygı göstermeli ve onların arzularına haksız olsalar bile uymalıdır.
Rakşaşa'lar düşmandır, fakat kendi toplumları içinde kötü değildirler. Yabancılara şiddet uygulamakta ve onları aldatmakta kendilerini özgür hissederlerken, kendi aralarında Râma'nın halkıyla aynı değerlere sahiptirler. Sevgi ve sadakat gösterirler, savaşta cesur ve beceriklidirler. Râvana, iyi bir kral değildir, çünkü kendi kişisel isteklerini halkının gereksinimlerinden daha çok düşünür. Bununla birlikte büyük bir kahramandır. Erkek kardeşi Vibhişana iyi bir kral olacaktır.
Tanrıların Rolü
Ramayana'daki tanrılar da ölümsüz ve güçlüdürler, fakat her şeye kadir değildirler. Yeterince becerikli mücadele edilirse, Hindu tanrılarıyla baş edilebilir. Böylece Râvana büyük bir güce sahip olabilir.
Yunan ve Sümer tanrıları gibi Hindu tanrıları da dünyaya iner ve kahramanlarla ilişki kurarlar, fakat onların davranışlarını belirlemezler. Odysseia'da Zeus, insanların başlarına gelen felaketin sorumlusunun kendileri olduğunu söyler. Ramayana'da da Sîtâ'nın kaçırılmasını olanaklı kılan kendi tutumudur.
Râmayana'nın kahramanlan da uygun ve uygun olmayan davranış arasında, iyi ve kötü arasında seçim yapmakta özgürdür. İnsani doğaları, onları çoğunlukla serinkanlı olmak yerine duygularının yön verdiği tutkularla tepki vermeye sürükler ve bu, her zaman gereksiz acılar getirir. Rakşasalardan korkulmalıdır, çünkü kötü ve şeytanidirler ve kendilerini az bulunur güzellikte yaratıklara dönüştürebilirler. Böylelikle kandırma ve kışkırtma yoluyla iyi insanları ele geçirirler. Kötülük, çoğunlukla iyilik kılıfıyla gelir ve çekiciliğine, gerisinde Rakşasa olsun olmasın direnmek zordur.
Ramâyana, bir insanın bir yaşamdaki davranışının onun daha sonraki yaşamını belirleyeceği biçimindeki Hindu düşüncesini ifade eder. Böylece Sitâ bu yaşamda acı ve üzüntüsünün nedeni olarak daha Önceki yaşamında ne kötülük işlediğini düşünür. Râma ve erkek kardeşlerinin dünyadaki yaşamı reddedip gökyüzüne yükselmeleri, adil insanların ölümü hakkmdaki Hindu düşüncesini yansıtır.
Başlıca Karakterler
Dasa-Ratha: Kosala kralı, Râma, Bharata, Lakşmana ve Satrughna'nın babası.
Râma: Vişnu'nun dünyevi biçimlerinden biri; Kral Dasa-Ratha'nın en büyük ve gözde oğlu; Bharata, Lakşmana ve Satrughna'mn erkek kardeşi; Sîtâ'nın kocası.
Bharata: Vişnu'nun ikinci dünyevi biçimi; Kral Dasa-Ratha' nın ikinci oğlu; Râma, Lakşmana ve Satrughna'nın kardeşi.
Lakşmana: Vişnu'nun üçüncü dünyevi biçimi; Kral Dasa-Ratha'nın üçüncü oğlu; Râma'nm erkek kardeşi ve arkadaşı; Bharata ve Satrughna'mn erkek kardeşi.
Satrughna: Vişnu'nun dördüncü dünyevi biçimi; Kral Dasa-Ratha'nın en küçük oğlu; Bharata, Râma ve Lakşmana'nm erkek kardeşi.
Canaka: Videha kralı; Toprak Ana'nın kocası; Sîtâ'nın babası.
Sîtâ: Lakşmi'nin dünyevi biçimi; Vişnu'nun karısı; Toprak Ana ve Kral Canaka'nın kızı; Rama'nın karısı.
Ravana: Lanka ve Rakşasaların şeytan kralı; hem tanrıların hem ölümlülerin düşmanı.
Martça: Ravana'nın danışmanı, bir Rakşasa şeytanı.
Kumbha-Karna: Ravana'nın dev erkek kardeşi; en büyük Rakşasa savaşçısı.
Vibhişana: Râvana'nın en genç ve iyi erkek kardeşi; Râvana'nın ölümünden sonra Lanka ve Rakşasaların kralı.
Sugriva: Rama'nın Râvana ile kavgasına yardım eden maymun kral.
Hanuman: Rüzgârın oğlu; Râma'ya yardım eden büyük maymun kahraman.
Narada: Rama'nın yaşam öyküsünü Valmîki'ye anlatan büyük bilge adam.
Valmîki: Münzevi; Ramayana 'yı derleyen ozan; Rama'nın ikiz oğullarının öğretmeni.
Başlıca Tanrılar
İndra: Tanrıların kralı; yağmur tanrısı.
Vişnu: Yeryüzündeki yaşamın koruyucusu.
Brahma: Yeryüzündeki yaşamın yaratıcısı biçimindeki Vişnu.
Şiva: Yeryüzündeki yaşamın yok edicisi biçimindeki Vişnu.
Lakşmi: Güzellik ve şans tanrıçası; Koruyucu Vişnu'nun karısı.
Toprak Ana: Sîtâ'nın annesi.
Yama: Ölüler'in efendisi.
Agni: Ateş tanrsı.
Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...