18 Mayıs 2025 Pazar

Gündelik Hayatımızda –Mahallede - 3

 



Otomobil


“Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,/ Bir dakika araba yerinde durakladı.” 1970’li yıllarda Timur Selçuk’un ve pop şarkıcılarının şiirlerine besteler yaptığı Faruk Nafiz Çamlıbel’in (1898-1973) Han Duvarları şiiri, seyahat edenin çok az, şehirlerarası konaklama olanaklarının hanlardan ibaret olduğu yaylı araba döneminin hatırasıdır. Anadolu’da her şehrin bir otobüs şirketleri rekabet tarihi, otobüs garajı öyküsü vardır ve şehirleri kendi şirketleri olanlar ve şirketlerin hatları ve kalitesine göre de sınıflandırmak mümkündür.

Oysa Tanzimat’a kadar arabaya padişah dışında yalnızca şeyhülislam ve kazaskerler binebilirdi. Devlet ricali rütbesine göre atla yolculuk yapardı, halk yayaydı. II. Mahmud öteki devlet büyüklerine de izin verdi. Tanzimat’tan sonra özel ya da kiralık arabalar çıktı. Kağnı, talika, yaylı, payton, kupa, hinto, kâtip odası, lando, koçu, yük arabası, sepetli binek arabası gibi modeller ayrı sınıf ve hizmetlere göre kullanılmaya başladılar. Paris’ten önce paytonlar, sonra landonlar getirtilerek İstanbul’da yaygınlaştı. Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası (1896) romanında yeni ilişki biçimleri ve toplumsal tiplerin ortaya çıkışıyla arabaların yüklendiği işlev ölümsüzleşti. Birçok yazarın dile getirdiği Kâğıthane eğlenceleri döneminde arabada kadın olduğunda sürücü arabayı yerden yönettiği gibi, evliler dahi aynı arabaya binemezdi.

Ahmet Vefik Paşa’nın 1860’da Paris elçiliği sırasında bindiği muhteşem arabayla III. Napoleon’u kıskandırmasının gösterdiği gibi, bu dönem de araba aristokrasi için önemli statü simgelerinden biriydi ve Avrupa ile Osmanlı zenginleri arasında pek fark bulunmuyordu. Arabaların şehir içinde taksi olarak kullanımı maddi güç gerektirirken, şehirlerarası yolcu taşımacılığı II. Mahmud’un Kartal’da yapılan posta yolunun açılışına katılmak için faytona binmesiyle başladı. Yol ve ulaşım, kamu hizmeti olarak gündeme alınmayı gerektiren bir ihtiyaç olarak gittikçe kendisini hissettirdi ve her kesimden halka mal olmaya başladı.

İstanbul’a gelen ilk motorlu araba 1902’de bir at cambazı kumpanyası tarafından getirilmişti. Fakat bu dönemde halen atlı arabalar revaçtaydı, örneğin 1905 Rus-Japon savaşında Japonya’nın kazandığı itibardan sonra geliştirilen Türk-Japon ilişkilerinin bir sonucu da Japonya’dan atlı araba getirtmek olmuştu. Ancak bu arabalardan çift atlıları durumu idare ederken, tek atlıların yokuşlarda yük çekemediği, devrildikleri ve urgan ve at koşumlarının koptuğu görülmüştü. Ordunun elinde bu Japon arabalarından çok miktarda olduğu gibi Almanya’dan beş bin adet araba getirtilmesi için de ihale açılmıştı. İkinci Meşrutiyet’ten itibaren otomobile yöneliş başladı. Trabzon, Amasya gibi şehirlerde kasabalar arası motorlu taşıtlarla ulaşım bu dönemde başlamış, otomobilinde öldürülecek olan Mahmut Şevket Paşa 1910’da ufak kulelerinde mitralyöz bulunan, sonranın tanklarının ilk örneklerini oluşturan dört otomobil getirtmişti.

Birinci Dünya Savaşı otomobilin yaygınlaşması açısından bir ara dönem oluştursa da, savaştan sonra otomobil sayısı hızla arttı. 1927’de İstanbul’dan başlayarak Ankara, Trabzon, Adana, Zonguldak, Diyarbakır’a kadar motorlu taşıt ticareti, bayiliği ve lastik acentalığı yayılmıştı. 1929’da Ford’un İstanbul’da serbest bölge çerçevesi içinde başlattığı montaj üretimi 1930’lu yılların ekonomik krizi nedeniyle gelişemedi. Ama Reşat Nuri Güntekin, “Aşık Garib’in, Kerem’in hasret ve hicranlarını dolaştırdıkları ıssız Anadolu yollarının her birinden şimdi bir günde geçen otomobil, kamyon, kaptıkaçtı adedi Çanakkale ve Karadeniz boğazlarından geçen ticaret vapurlarından herhalde daha çoktur,” diyerek “Bes belli bu kamyonların yalnız makineleri Avrupa’dan getiriliyor da karoseri kısımları yerli arabacılara yaptırılıyor,” gözlemiyle (Anadolu Notları, 1936) Anadolu’daki hızlı motorlu taşıma girişimciliğine tanıklık eder.

1937 yılında bir devlet kurumu olarak Devlet Otobüs Kamyon Servisleri Trabzon-Erzurum-İran Transiti İşletmesi, TCDD ve Limanları işletmesine bağlı olarak kurulmuş ve 23 kamyon, 8 otobüsle bu hatta hizmete başlamıştı. Yurdun çelik ağlarla örülmeye çalışıldığı bu dönemde devlet, tarihi transit yolunu işletebilmek için bu çareyi bulmuştu, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra ulaşım siyaseti tamamıyla değişecek, kırk yıl içinde Türkiye Avrupa’nın en büyük tır filosuna sahip olacak, elli yılda şehirler trafik sıkışıklığı içinde kalırken, yalnızca geçiş üstünlüğü konusunda her şey aynı kalacaktır: Güçlü olan geçer.

1946’da Koç Ticaret A .Ş., Ford’un Türkiye genel mümessilliğini aldı. Türkiye ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra Marshall yardımı çerçevesinde ziraat makineleri ve traktör alımını genişletti. 1954’de Türk Willys Over-land askeri cip ve kamyonet yapımına başladı. 1955’de ticari kamyon, 1963’de Otobüs Karoseri A .Ş. tarafından Magirus montajı gerçekleştirildi.

Tek parti döneminde yerli uçak yapıp uçurma heyecanına benzer biçimde, 27 Mayıs’tan sonra da yerli otomobil heyecanı yöneticileri sarmıştı. 16 Haziran 1961 ’de TCDD mühendislerine 29 Ekim’e kadar ilk Türk otomobilini yapma görevi verildi. Görev yerine getirildi ve Devrim adı verilen yerli üretim otomobil bayrama yetiştirildi. Dört adet üretilen ve 10 metre giden Devrimle binek arabasında yerli üretim yapılabileceği kanıtlanmış sayıldı. Kanıtlanan, özel otomobil sahibi olmanın zamanının geldiğiydi. 1966’da % 53 yerli seri Anadol üretimi başladı. Üç yıl içinde İtalyan Fiat lisansı ile Tofaş, Fransız Renault lisansı ile Oyak seri otomobil montajına başladı ve Murat 124 ile Renault-12TL piyasaya çıktı. Koltuk, döşeme, lastik, kauçuk parçalar ve akü üretilebilirken, artık motor aksamı, piston, segman, subab, dişli üretimi başladı. MAN, Otoyol, Karsan, Otomarsan, Otosan, Genoto, BMC, Chrysler faaliyete geçti.

1977-81 arasında yaşanan döviz darboğazı otomotiv sektörünü de etkiledi. 1981’den sonra tekrar canlanan sektörde 1985’de Taunus, 1987’de Anadol pikaba takılan ilk dizel motor, 1990’da Opel üretildi. 1997’de Honda ve Hyundai piyasaya girdi. Bugün 21 üretici firma sektörde faaliyet gösteriyor.

Mercedes sahibi olmanın anlamını Adalet Ağaoğlu Fikrimin İnce Gülü (1976) adlı kitabında yazdı.




Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

17 Mayıs 2025 Cumartesi

Frig Vadisi / Kütahya

 


DÎNİ SÖZLÜK “M”

 

 

 

MED:

Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden (elif, vav, yâ) biriyle kendilerinden önceki harfleri çekmek.

 

Kur'ân-ı kerîm okurken yapılan hatâ dört şekilde olabilir. Birinci şekil, i'râbda hatâdır. Yâni harekelerde ve sükûnda(cezm, şedde de) olabilir. Meselâ şeddeyi hafif okur veya medleri kısa okur veya bunların aksini yapar. İkincisi, harflerde, üçüncüsü kelimelerde ve cümlelerde olur. Dördüncü olarak vakf ve vasılda yâni durulacak veya geçilecek yerde olur. İlk üç şekilde mânâ değişip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa, namaz bozulur. Dördüncüde mânâ değişse de namaz bozulmaz. (Alâüddîn Haskefî)

 

MEDENÎ:

 

1. Topluluk hâlinde yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimse.

 

İnsan medenî olarak yaratılmıştır. Hayvanlar medenî yaratılmadı. Şehirde birlikte yaşamağa mecbûr değildirler. İnsan, nâzik zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ elbise ve binânın hazırlanması lâzımdır. Yâni san'atlara ihtiyâcı vardır. Bunun için de araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek (incelemek), tecrübe yapmak (denemek) ve çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa yaratılış îcâbı lâzımdır. (Kınalızâde Ali Efendi)

 

2. Medîne'de nâzil olan âyet-i kerîmeler ve sûreler.

 

Kur'ân-ı kerîmdeki sûrelerin seksen yedisi Mekkî (Mekke'de nâzil oldu, indi), yirmi yedisi Medenî'dir. (Übeyd bin Ka'b)

 

Kur'ân-ı kerîmdeki hudûd (cezâlar) ve mîrâs paylarını (ferâizi) bildiren sûrelerle, kafirlerle cihâda izin veren ve cihâd (muhârebe) hükümlerini bildiren ve münâfıklardan bahseden sûreler Medenî'dir. (Zerkeşî)

 

MEDENİYYET:

 

Memleketleri îmâr edip, insanları râhat ve huzûra kavuşturmak.

 

Medeniyyet; tâmir-i bilâd ve terfih-i ibâddır, yâni beldeleri îmâr etmek, binâlar, fabrikalar yaparak, memleketleri kalkındırmak ve fenni ve her çeşit gelirleri milletlerin hürriyetleri, râhat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmak demektir. Bütün insanları rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmaktır. Medeniyet, yalnız ilim ve fen demek değildir. İlim ve fen, medeniyyet için, ancak bir âlet bir vasıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden medenî demek büyük gaflettir. Pek yanlıştır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihazlarının çok olması, gözleri kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti ve medenî olduklarını göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmaya benzer. Mücâhid olmak için en yeni harp vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır, fakat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir. Medenî insan ve medeniyyet sâhibi toplum olmak için İslâmiyet; îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin, çözüm ve çâresi bunların içinde vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

MEDH:

 

Övme, iyi taraflarını anlatma; bir kimse hakkında iyi şeyler söyleme.

 

Medh olunmağı sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Şâyet biriniz diğerini mutlaka medh edecek olursa; "Öyle sanırım ki, o şöyle iyidir, böyle iyidir ..." desin ve bu sözü de medh ettiği adamda, bu sıfatların bulunduğunu zannederek söylesin. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)

Kalb hastalıklarından biri de medh ve senâ olunmağı sevmektir. Medh olunmağı sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Medh olunmak, böyle kimseye tatlı gelir. Bunun hakîkî üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da geçici olduğunu düşünmelidir. (Muhammed Hâdimî)

 

Oğlum! Kaş göz işâretleri ile, hiç kimseyi küçük düşürecek hareketlerde bulunma! Başkasının yanında kendini veyâ âileni medhetme! (Lokman Hakîm)

 

Sizde olmayan meziyetlerle sizi medheden kimsenin, bir gün, sizde olmayan kötülüklerle kötüleyeceğini de unutmayınız. (İmâm-ı Ahmed bin Hanbel)

 

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE:

 

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremeden hicret ettikten sonra, yerleştiği, ilk İslâm devletini kurduğu ve kabr-i şerîfinin bulunduğu şehir. Hicretten önceki adı Yesrib olup, hicretten sonra Medînet-ür-Resûl (Peygamber şehri) veya Medîne-i münevvere (nurlu şehir) adıyla anılmıştır.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Onlar (münâfıklar); "Eğer Medîne'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olanımız oradan en hakir ve zaîf olanı muhakkak çıkaracaktır" diyorlardı. Hâlbuki şeref, kuvvet ve gâlibiyet Allah'ındır, Peygamberinindir, mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler. (Münâfikûn sûresi: 8)

 

Sizden biriniz Medîne-i münevverede vefât etmeğe gücü yetiyorsa, orada vefât etsin. Çünkü ben Medîne-i münevverede vefât edenlere şefâat ederim. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Haremeyn)

 

Medîne-i münevvereye Mesîh Deccâl'in (değil kendisi) kokusu bile giremeyecektir. O fitne günlerinde Medîne'nin yedi kapısı olacak ve her kapıda muhâfız iki melek bulunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)

 

Medîne-i münevvere, Mekke-i mükerremenin batısında ve Kızıldeniz'in doğusunda yer alan kuzeye doğru meyilli çölün ve güneye doğru uzanan az dalgalı bir ovanın bittiği yerde kurulmuştur. Çok verimli ve tarıma elverişli topraklarında her çeşit sebze, çeşitli meyveler ile muz ve hurmanın en iyileri yetişir. Arabistan yarımadasının diğer bölgelerine göre serin bir iklime sâhibdir. (Eyyûb Sabri Paşa)

 

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremede insanları on üç sene müddetle İslâm dînine dâvet ettikten sonra Allahü teâlânın emri ile Medîne-i münevvereye 622 senesi Rebî-ul-evvel'in sekizinci Pazartesi günü hicret etti. Burada İslâmiyet'i her tarafa yaydı. On sene sonra yâni 632 senesi Haziran'ında, Rebî-ul-evvelin on ikinci Pazartesi günü Medîne-i münevverede vefât etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Peygamber efendimizin yaptırdığı Mescid-i Nebî içerisinde yer alan "Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurarak medh ettiği Ravza-i mütahhera (Cennet bahçesi), Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi, Uhûd şehidliği, başta hazret-i Osman olmak üzere pekçok Sahâbe-i kirâmın (Peygamberimizin arkadaşları) kabirlerinin bulunduğu Cennet-ül-Bakî' kabristanı gibi mübârek yerler Medîne-i münevverededir. (Eyyûb Sabri Paşa)

 

MEDLÛL:

 

Delîlin (alâmet ve işâretin) delâlet ettiği, gösterdiği şey.

 

Delîl bulunmayınca, medlûlün de bulunmayacağı söylenemez. Çünkü, Allahü teâlânın varlığına delîl olan âlem (Allahü teâlâdan başka her şey) yaratılmadan önce, medlûl olan yaratanın yok olduğu söylenmiş olur ki, bu bâtıldır, hükümsüzdür. Çünkü, Allahü teâlâ, âlem yaratılmadan önce de vardı. O'nun başlangıcı ve sonu yoktur. Ezelîdir, ebedîdir. O halde delîl olmadan da medlûl olabilir. Duman olmadığı hâlde ateşin bulunması gibi. (Fahreddîn Râzî)

 

MEDRESE:

 

İslâm medeniyetinde üniversite seviyesindeki eğitim ve öğretim müesseseleri.

 

İnsanlığın bugün sâhib olduğu ilim ve teknik seviyedeki en büyük pay, İslâm memleketlerinde kurulan medreselerde yetişen müslüman âlimlerindir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

 

Din ilimlerinden başka, hey'et (astronomi), hesab (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıb gibi ilim dallarına da mühim yer veren medreseler; din ve dünyâ ilimlerini, birlikte yürütürdü. İnsanı dünyânın esiri yapmadan, dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak maksadıyla, devletin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlardı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

 

İmâm-ı Rabbânî, zamânının fen bilgilerinde en mütehassıs idi. Bir mektûbunda; "Oğlum Muhammed, bu günlerde Şerh-i mevâkıf kitâbını tamamladı. Yunan felsefecilerinin hatâlarını anladı" buyuruyor. Bu kitab, İslâm medreselerinin yüksek kısmında son zamanlara kadar okutulan bir fen kitabıdır. (M. Sıddîk Gümüş)

 

MEDYÛN:

 

Borçlu, borçlanmış kimse.

 

Dâyine (alacaklıya), medyûnun medyûnu hasm olmaz. Yâni bir kimse ölendeki alacağını, ölene borçlu olandan isteyemez. (Mecelle)

 

Medyûna zekât verilir. (İbn-i Âbidîn)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak