Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden (elif,
vav, yâ) biriyle kendilerinden önceki harfleri çekmek.
Kur'ân-ı kerîm okurken yapılan hatâ
dört şekilde olabilir. Birinci şekil, i'râbda hatâdır. Yâni harekelerde ve sükûnda(cezm,
şedde de) olabilir. Meselâ şeddeyi hafif okur veya medleri kısa okur veya
bunların aksini yapar. İkincisi, harflerde, üçüncüsü kelimelerde ve cümlelerde
olur. Dördüncü olarak vakf ve vasılda yâni durulacak veya geçilecek yerde olur.
İlk üç şekilde mânâ değişip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa, namaz
bozulur. Dördüncüde mânâ değişse de namaz bozulmaz. (Alâüddîn Haskefî)
MEDENÎ:
1. Topluluk hâlinde yardımlaşarak
yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimse.
İnsan medenî olarak yaratılmıştır.
Hayvanlar medenî yaratılmadı. Şehirde birlikte yaşamağa mecbûr değildirler.
İnsan, nâzik zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ elbise ve
binânın hazırlanması lâzımdır. Yâni san'atlara ihtiyâcı vardır. Bunun için de
araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek (incelemek), tecrübe yapmak (denemek) ve
çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa yaratılış îcâbı lâzımdır. (Kınalızâde Ali Efendi)
2. Medîne'de nâzil olan âyet-i
kerîmeler ve sûreler.
Kur'ân-ı
kerîmdeki sûrelerin seksen yedisi Mekkî (Mekke'de nâzil oldu, indi), yirmi
yedisi Medenî'dir. (Übeyd bin Ka'b)
Kur'ân-ı
kerîmdeki hudûd (cezâlar) ve mîrâs paylarını (ferâizi) bildiren sûrelerle,
kafirlerle cihâda izin veren ve cihâd (muhârebe) hükümlerini bildiren ve
münâfıklardan bahseden sûreler Medenî'dir. (Zerkeşî)
MEDENİYYET:
Memleketleri îmâr edip, insanları
râhat ve huzûra kavuşturmak.
Medeniyyet; tâmir-i bilâd ve
terfih-i ibâddır, yâni beldeleri îmâr etmek, binâlar, fabrikalar yaparak,
memleketleri kalkındırmak ve fenni ve her çeşit gelirleri milletlerin
hürriyetleri, râhat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmak demektir. Bütün
insanları rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmaktır. Medeniyet,
yalnız ilim ve fen demek değildir. İlim ve fen, medeniyyet için, ancak bir âlet
bir vasıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne
yolda kullandıklarını incelemeden medenî demek büyük gaflettir. Pek yanlıştır.
Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihazlarının çok olması,
gözleri kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti ve medenî olduklarını
göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmaya benzer.
Mücâhid olmak için en yeni harp vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır, fakat,
bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir. Medenî insan ve medeniyyet sâhibi
toplum olmak için İslâmiyet; îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında
uyulması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri,
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri
ve İslâm âlimlerinin açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin, çözüm ve
çâresi bunların içinde vardır. (İmâm-ı
Rabbânî)
MEDH:
Övme, iyi taraflarını anlatma; bir
kimse hakkında iyi şeyler söyleme.
Medh
olunmağı sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez
olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Şâyet biriniz diğerini mutlaka medh
edecek olursa; "Öyle sanırım ki, o şöyle iyidir, böyle iyidir ..."
desin ve bu sözü de medh ettiği adamda, bu sıfatların bulunduğunu zannederek
söylesin. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Kalb hastalıklarından biri de medh
ve senâ olunmağı sevmektir. Medh olunmağı sevmenin sebebi, insanın kendini
beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Medh olunmak, böyle kimseye tatlı gelir.
Bunun hakîkî üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da geçici olduğunu düşünmelidir.
(Muhammed Hâdimî)
Oğlum!
Kaş göz işâretleri ile, hiç kimseyi küçük düşürecek hareketlerde bulunma!
Başkasının yanında kendini veyâ âileni medhetme! (Lokman Hakîm)
Sizde
olmayan meziyetlerle sizi medheden kimsenin, bir gün, sizde olmayan
kötülüklerle kötüleyeceğini de unutmayınız. (İmâm-ı
Ahmed bin Hanbel)
MEDÎNE-İ
MÜNEVVERE:
Peygamber efendimizin sallallahü
aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremeden hicret ettikten sonra, yerleştiği, ilk
İslâm devletini kurduğu ve kabr-i şerîfinin bulunduğu şehir. Hicretten önceki
adı Yesrib olup, hicretten sonra Medînet-ür-Resûl (Peygamber şehri) veya
Medîne-i münevvere (nurlu şehir) adıyla anılmıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen
buyurdu ki:
Onlar (münâfıklar); "Eğer Medîne'ye dönersek,
andolsun en şerefli ve kuvvetli olanımız oradan en hakir ve zaîf olanı muhakkak
çıkaracaktır" diyorlardı. Hâlbuki şeref, kuvvet ve gâlibiyet Allah'ındır,
Peygamberinindir, mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler. (Münâfikûn sûresi: 8)
Sizden
biriniz Medîne-i münevverede vefât etmeğe gücü yetiyorsa, orada vefât etsin.
Çünkü ben Medîne-i münevverede vefât edenlere şefâat ederim. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Haremeyn)
Medîne-i
münevvereye Mesîh Deccâl'in (değil kendisi) kokusu
bile giremeyecektir. O fitne günlerinde Medîne'nin yedi kapısı olacak ve her
kapıda muhâfız iki melek bulunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Medîne-i münevvere, Mekke-i
mükerremenin batısında ve Kızıldeniz'in doğusunda yer alan kuzeye doğru meyilli
çölün ve güneye doğru uzanan az dalgalı bir ovanın bittiği yerde kurulmuştur.
Çok verimli ve tarıma elverişli topraklarında her çeşit sebze, çeşitli meyveler
ile muz ve hurmanın en iyileri yetişir. Arabistan yarımadasının diğer
bölgelerine göre serin bir iklime sâhibdir. (Eyyûb
Sabri Paşa)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve
sellem Mekke-i mükerremede insanları on üç sene müddetle İslâm dînine dâvet
ettikten sonra Allahü teâlânın emri ile Medîne-i münevvereye 622 senesi
Rebî-ul-evvel'in sekizinci Pazartesi günü hicret etti. Burada İslâmiyet'i her
tarafa yaydı. On sene sonra yâni 632 senesi Haziran'ında, Rebî-ul-evvelin on
ikinci Pazartesi günü Medîne-i münevverede vefât etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamber efendimizin yaptırdığı
Mescid-i Nebî içerisinde yer alan "Kabrim ile minberim arası Cennet
bahçelerinden bir bahçedir" buyurarak medh ettiği Ravza-i mütahhera
(Cennet bahçesi), Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi, Uhûd şehidliği, başta
hazret-i Osman olmak üzere pekçok Sahâbe-i kirâmın (Peygamberimizin
arkadaşları) kabirlerinin bulunduğu Cennet-ül-Bakî' kabristanı gibi mübârek
yerler Medîne-i münevverededir. (Eyyûb
Sabri Paşa)
MEDLÛL:
Delîlin (alâmet ve işâretin) delâlet
ettiği, gösterdiği şey.
Delîl
bulunmayınca, medlûlün de bulunmayacağı söylenemez. Çünkü, Allahü teâlânın
varlığına delîl olan âlem (Allahü teâlâdan başka her şey) yaratılmadan önce,
medlûl olan yaratanın yok olduğu söylenmiş olur ki, bu bâtıldır, hükümsüzdür.
Çünkü, Allahü teâlâ, âlem yaratılmadan önce de vardı. O'nun
başlangıcı ve sonu yoktur. Ezelîdir, ebedîdir. O halde delîl olmadan da medlûl
olabilir. Duman olmadığı hâlde ateşin bulunması gibi. (Fahreddîn Râzî)
MEDRESE:
İslâm medeniyetinde üniversite
seviyesindeki eğitim ve öğretim müesseseleri.
İnsanlığın
bugün sâhib olduğu ilim ve teknik seviyedeki en büyük pay, İslâm
memleketlerinde kurulan medreselerde yetişen müslüman âlimlerindir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Din ilimlerinden başka, hey'et
(astronomi), hesab (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıb gibi ilim
dallarına da mühim yer veren medreseler; din ve dünyâ ilimlerini, birlikte
yürütürdü. İnsanı dünyânın esiri yapmadan, dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak
maksadıyla, devletin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel
şekilde yetiştirmeyi sağlardı. (İslâm
Târihi Ansiklopedisi)
İmâm-ı Rabbânî, zamânının fen
bilgilerinde en mütehassıs idi. Bir mektûbunda; "Oğlum Muhammed, bu
günlerde Şerh-i mevâkıf kitâbını tamamladı. Yunan felsefecilerinin hatâlarını anladı"
buyuruyor. Bu kitab, İslâm medreselerinin yüksek kısmında son zamanlara kadar
okutulan bir fen kitabıdır. (M. Sıddîk
Gümüş)
MEDYÛN:
Borçlu, borçlanmış kimse.
Dâyine
(alacaklıya), medyûnun medyûnu hasm olmaz. Yâni bir kimse ölendeki alacağını,
ölene borçlu olandan isteyemez. (Mecelle)
Medyûna zekât verilir. (İbn-i Âbidîn)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder