12 Şubat 2025 Çarşamba

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-29

 Ali Kuşçu (d.1474-ö.1525)


İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumi, Gıyâseddin Cemşid ve Muinuddin Kâşi’den matematik ve astronomi dersi aldı.

Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrid adlı eserini yazdı. Ali Kuşçu, Semerkant ve Kirman’da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey’e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu. 1449’da hacca gitmek istedi. Tebriz’de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih’le barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun Hasan’ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih’in davetiyle İstanbul’a geldi. XV. yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi.

Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu. Ali Kuşçu rasathaneye müdür olarak atanmıştı.

Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu. Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti. Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey’in 1449 yılında öldürülmesiydi. Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif’in ihânetine uğramıştı.

Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti. 


Eserleri


Ali Kuşcu’nun özellikle, matematik ve astronomi ile ilgili eserleri, gerçek ilmi kişiliğini ortaya koymaktadır. Bu eserlerinin adları şunlardır;

Risale-i fi’l Hey’e (Astronomi Risalesi) 

Risale-i fi’l Fehiye (Fetih Risalesi) 

Risale-i Hisap (Aritmetik Risalesi) 

Risale-i Muhammediye (Cebir ve Hesap konularından bahseder)

Tecrid’ül Kelam (Sözün Tecridi) 

Risale-i Adudiye Unkud-üz zvehir fi Man-ül Cevahir (Mücevherlerin Dizilmesinde Görülen Salkım) 

Vaaz İstiarad.



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

1 Şubat 2025 Cumartesi

İLMİHAL-24 / ORUÇ-5

 


ORUCUN YASAKLARI


Orucun yasakları, doğrudan söylenirse yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktır; tersinden söylenirse orucun yasakları, orucun bozulmasına sebep olan şeylerdir. Oruç, yeme, içme ve cinsel ilişkiden kaçınmaktır. Dolayısıyla bu üç hususa dikkat edildiği takdirde oruç tutulmuş olur. Bununla birlikte bazı davranışların, sayılan bu üç şeyin kapsamına girip girmediği konusunda gerekli veya gereksiz tereddütler oluşabilmektedir. Yine orucun bozulmasına yol açmamakla birlikte, orucun genel havasına, anlam ve gayesine yakışmayan şeyler konusunda da dikkatli olmak gerektiği için burada günlük hayatta karşılaşılabilecek bazı durumlara kısaca işaret etmek istiyoruz.


A) ORUCUN MEKRUHLARI


Öteden beri fıkıh ve ilmihal kitaplarında mekruh olarak nitelendirilen şeylerin bir kısmı, orucun anlam ve gayesine yakışmayan şeyler, bir kısmı da biraz ileri gidildiği takdirde orucun bozulmasına sebep olabilecek şeylerdir. Meselâ bir şeyi tatmak ve çiğnemek mekruhtur; çünkü ağza alınan bir şeyin yutulma tehlikesi bulunmaktadır. Fakihler yine aynı gerekçeyle, bir insanın eşiyle öpüşmesini, ona sarılmasını mekruh saymışlardır. Çünkü bu davranış, orucu bozacak bir fiili işlemeye götürebilir. Esasen bir insanın eşiyle öpüşmesi oruca zarar vermez. Nitekim Âişe vâlidemiz, Peygamberimiz'in oruçlu iken hanımlarıyla elleşip şakalaştığını ve öpüştüğünü anlatmıştır (İbn Mâce, "Sıyâm", 19; Muvatta, "Sıyâm", 13).

Aşırı titizlikleri gereği misvak kullanmayı dahi mekruh sayanlar bulunmakla birlikte, âlimlerin çoğunluğu bunu mekruh görmemişlerdir. Günümüzde yaygın olduğu şekliyle ağız ve diş temizliğinin diş fırçası ve diş macunu kullanılarak yapılması da oruca zarar vermez; üstelik aksatılmaması gereken yerinde bir davranış da olur. Ağız ve diş temizliğini gündüz yapmamayı tercih edenler, bunu mutlaka sahurdan sonra yapmış olmalıdır. Oruçlunun normal temizlik için veya cünüplükten temizlenmek için yıkanması mekruh olmamakla birlikte, serinlemek maksadıyla yıkanması oruç esprisine aykırılık gerekçesiyle mekruh sayılmıştır.

Oruçlunun güzel koku sürünmesi veya güzel kokan bir şeyi özel olarak koklaması da mekruh sayılmaz.

Ayrıca, esasen orucu bozmamakla birlikte, oruçlunun direncinin kırılmasına ve güçsüz düşmesine yol açan, kan aldırmak vb. şeyler mekruhtur. Konunun başında sahurun geciktirilmesi ve iftarın vakit girer girmez yapılmasının anlamına ilişkin olarak söylediğimiz hususlar burada da geçerlidir.


B) ORUCU BOZAN ŞEYLER


Yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak orucu bozan şeylerdir. Bunların hangi durumda sadece kazâ, hangi durumda kazâ ile birlikte kefâreti gerektirdiğini görelim.


a) Kazâ ve Kefâreti Gerektiren Durumlar


Orucu bozup hem kazâ hem de kefâreti gerektiren durumların başında ramazan günü oruçlu iken yapılan cinsel ilişki gelmektedir. Zaten Peygamberimiz oruç kefâreti hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir. Oruç kefâreti konusunda eldeki tek örnek ve delil de budur. Bu bakımdan bütün fıkıh mezhepleri, ramazan günü oruçlu iken bilerek ve isteyerek normal cinsel ilişkide bulunmanın, hem kazâ ve hem de kefâreti gerektireceği konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bir şey yiyip içmenin kefâreti gerektirip gerektirmediği konusu ise mezhepler arasında tartışmalıdır. Hanefîler, bilerek ve isteyerek bir gıda veya gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu hükme kıyas ederek, bu durumda da hem kazâ hem de kefâret gerekeceğini söylemişlerdir.

Peygamberimiz zamanında cereyan eden ve oruç kefâretinin gerekçesi olan olay şudur:

Bir adam "Mahvoldum" diyerek Peygamberimiz'e gelmiş ve ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiş, bunun üzerine Peygamberimiz;

Köle âzat etme imkânın var mı?

Hayır, yok.

Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?

Hayır. Bu iş de zaten sabredemediğim için başıma geldi.

Altmış fakiri doyuracak malî imkânın var mı ?

Hayır.

Bu sırada Peygamberimiz'e bir sepet hurma getirildi. Peygamber bu hurmayı adama vererek yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam "Bizden daha muhtaç kimse mi var?" deyince Peygamberimiz gülümseyerek "Al git, bunları ailene yedir" diyerek adamı gönderdi (Buhârî, "Savm", 30; Müslim, "Sıyâm", 81; Ebû Dâvûd, "Savm", 37).

Bilerek ve isteyerek kaçınılması gereken üç şey (yeme, içme, cinsel birleşme) dışında bir sebeple orucun bozulması durumunda kefâret gerekmeyip sadece kazâ gerekir.


b) Sadece Kazâyı Gerektiren Durumlar


Oruç yasaklarının başında yeme ve içme geldiğini, oruçlunun kasten yiyip içmesinin kazâ ve kefâreti gerektirdiğini biliyoruz. Buna ilâve olarak Hanefî fakihleri, beslenme amacı ve anlamı taşımayan ve esasen yenilip içilmesi mûtat (normal, alışılmış) olmadığı gibi insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi durumunda da orucun bozulacağını, fakat bunun kefâreti gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Çiğ pirinç, çiğ hamur, un, ham meyve yemek veya fındık, badem ve cevizi kabuğuyla yutmak böyledir. Bunlar yiyecek maddesi olmakla birlikte, bunların bu şekilde yenilmesi normal değildir ve hem de bunlar bu halleriyle insanın iştah duyacağı ve yemek isteyeceği şeyler değildir. Fakihler, şehvetin normal cinsel birleşme dışında tatmin edilmesinin de aynı kapsamda değerlendirileceğini belirtmişlerdir.

Fakihler ağza giren yağmur, kar veya doluyu isteyerek yutmayı, su içme kapsamında değerlendirerek orucu bozacağını; fakat, kişinin kastı olmaksızın boğaza inen yağmur, kar ve dolunun orucu bozmayacağını söylemişlerdir.

Kusma, kasten yapılmadığı durumlarda orucu bozmaz. Kasten yapıldığında ise, sadece ağız dolusu olması halinde bozar.

Baştan beri ortaya koymaya çalışılan oruç tutma esprisi ve orucun anlam ve amacıyla pek bağdaşmayan muhtemel bütün davranışları ve olayları tek tek sıralamak mümkün olmadığı için bu konuda şöyle bir açıklama getirmek doğru olur: Orucun anlamı, Allah rızâsı için, gerek beslenme gerekse tat ve keyif alma kasıt ve arzusu içeren yiyip içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak, özetle nefsi iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmektir. Bu yasağın ihlâli sayılan her davranış orucun mâna ve gayesine aykırıdır. Yeme, içme ve cinsel ilişki sayılan her davranış orucu bozar, kazâ edilmesini gerektirir. Kasıtlı olarak yapılırsa hem kazâ hem kefâret gerekir.

Bayılma ve delirmenin orucu bozan şeylerden sayılması, esasen oruç yasaklarının ihlâli ile ilgili olmayıp, bütün mükellefiyetlerde ön şart olan bilinçlilik halinin geçici veya sürekli olarak yitirilmesi ile ilgilidir. Bu halin kapladığı günlerin kazâ edilmesinin istenmeyişi de aynı sebebe bağlıdır.

Unutarak bir şey yemek ve içmekle oruç bozulmaz. Peygamberimiz oruçlu olduğunu unutarak yiyip içenlerin oruca devam etmelerini, onları Allah'ın yedirip içirdiğini söylemiştir (Buhârî, "Savm", 26; Müslim, "Sıyâm",

Fakat yanlışlıkla (hata) yiyip içmek bundan farklı olup Hanefîler'e göre orucu bozar. Meselâ; bir kimse oruçlu olduğunun farkında olduğu halde kasıtsız olarak yanlışlıkla bir şey yese veya içse, diyelim ki abdest alırken ağzına aldığı sudan yutsa veya denizde yüzerken su yutsa orucu bozulur ve kazâ lâzım gelir.

Şâfiîler orucu bozma kastı bulunmadığı için yanlışlıkla bir şey yiyip içmenin orucu bozmayacağını söylerken, Mâlikîler orucun anlamının (imsak) ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle, ister unutma isterse yanlışlık sonucu olsun, bir şey yiyip içmekle orucun bozulacağını söylemişlerdir.

Sabah vaktinin girip girmediği konusunda şüphesi bulunan kimse yiyip içmeye devam ederken o esnada ikinci fecrin doğmuş olduğu ortaya çıksa oruç bozulur ve kazâ etmesi gerekir, kefâret gerekmez. Aynı şekilde güneşin battığını zannederek iftar ederken güneşin henüz batmadığı anlaşılsa yine kazâ gerekir. Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüş böyledir. Ancak, bu durumda kefaretin gerekeceğini söyleyenler de vardır. Zira kişi, her iki durumda da zannı ile hareket etmiş ve yanıldığı ortaya çıkmış ise de zanların kuvvet derecesi aynı değildir. Birinci durumdaki zan güçlüdür; çünkü aslolan gecenin devam ediyor olmasıdır. İkinci durumdaki zan ise, bunun tersine zayıftır; çünkü aslolan gündüzün devam ediyor olmasıdır. Bu bakımdan güneşin batıp batmadığından şüphe eden kimse hemen iftar etmemeli, durumun netleşmesini beklemelidir. İmsak ve iftar vakitlerini gösteren bir takvim ve saatin bulunmadığı durumlarda kişi, kendi bilgi ve tecrübesiyle ictihad ederek ona göre davranır.

Unutarak yiyip içtikten sonra orucunun bozulmuş olduğu zannıyla veya gece niyetlenemeyip gündüz niyetlendikten sonra, gündüz yapılan bu niyetin niyet sayılmayacağı zannıyla günün geri kalan kısmında bilerek bir şey yiyip içmek veya cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar.

Orucu bozacak fakat kefâreti de gerektirmeyecek bir davranıştan sonra, kişinin yiyip içmeye başlaması halinde, kural olarak kefâretin gerekmeyeceği belirtilmişse de, burada aslolan kişinin oruç tutma veya bozma konusundaki gerçek niyetidir. Amellerin niyetlere göre olduğu şeklindeki genel dinî ilkenin anlamı da budur.

Bir şey yiyor veya içiyorken imsak vaktinin girdiğini anlayan kimse derhal yemeyi ve içmeyi bırakmalıdır. Bile bile yemeye veya içmeye devam etmesi halinde Hanefî imamlara göre bu kişiye kefâret gerekir.


c) İlâç Kullanmanın ve İğne Yaptırmanın Hükmü


Ağızdan alınacak hap, şurup ve pastil gibi şeylerin orucu bozacağında görüş birliği bulunmaktadır. Çünkü bunlar doğrudan mideye inmekte, esasen tedavi amaçlı olsa bile dolaylı olarak beslenme niteliği de taşımaktadır.

Göze, burun veya kulağa damlatılan ilâcın orucu bozup bozmayacağı konusu ise tartışmalıdır. Kimi âlimler, göze damlatılan ilâcın orucu bozmayacağı, kulak ve burna damlatılanın bozacağı görüşünde ise de, bunlardan burun içinin yemek borusuyla ve mideyle doğrudan bağlantısının bulunduğu, gözün dolaylı olarak boğaza açıldığı, kulağın ise mideyle böyle bir bağlantısının bulunmadığı düşünülürse, bunlardan sadece buruna konan ilâçlar hakkında ihtiyatlı olmak gerektiği sonucu çıkar. Böyle olunca, burna enfiye çekmek, boğaza inecek şekilde bol miktarda su çekmek gibi davranışlar orucu bozar. Bu organlara konan ve tamamen tedavi amaçlı ilâç ve damlalar ise orucu bozmaz. Çünkü bu son sayılan davranışın yeme ve içme, yani beslenme ve oruca karşı direnç kazanma faaliyeti sayılması isabetli olmaz.

İğne yaptırma meselesine gelince: Deri altına veya adaleye zerkedilen veya damardan yapılan iğnenin orucu bozup bozmayacağı konusu, ilk fakihlerin, yaralayıp vücuda giren bıçak vb. katı cisimler ile derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozup bozmayacağına ilişkin tartışmalarına göre belirlenmeye çalışılmıştır. Şöyle ki; Ebû Hanîfe'nin "derin yara üzerine sürülen ve karın veya beyne ulaşan ilâcın/merhemin orucu bozacağı" yönündeki görüşünü alanlar, iğneyle vücuda bir şey zerkedilmesi durumunda orucun bozulacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşte hareket noktası, tabii yollar dışından da olsa vücuda bir şeyin girmiş olmasının orucu bozacağı fikridir. İğne veya damar yoluyla alınan ilâç, serum veya aşı vücudun içine akıtılmış olmakta ve bütün vücuda yayılmaktadır. Beslenme sayılıp sayılmayacağı tartışılsa bile, bunların vücudu güçlendirdiği ortadadır. Bu şekilde alınan ilâç, gerek ağızdan alınsın gerekse iğneyle zerkedilmiş olsun, hiçbir şekilde kefâret gerektirmese de orucu bozar ve kazâyı gerektirir. İlâç almak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimselerin ya o gün oruç tutmamaları ya da ilâç almayı ve iğne yaptırmayı sahur ve iftar vakitlerine almaları gerekir.

Buna mukabil Ebû Yûsuf ve Muhammed'in "derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozmayacağı" yönündeki görüşünü esas alanlar ise iğneyle vücuda bir ilâcın zerkedilmesi durumunda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed, oruca "normal yollardan vücuda bir şey almaktan kaçınmak" şeklinde bir anlam yükledikleri için yaraya sürülen merhemin, karna veya beyne ulaşmış olmasının bir önemi olmayacağını, dolayısıyla bu durumda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Eskiden fetvahâne ve daha sonra 1948 yılında Ezher Üniversitesi Fetva Komisyonu tabii delikler dışından vücuda giren bir şeyin orucu bozmayacağı yönünde fetva vermiştir. Çünkü bu tedavi yönteminin, ağız yoluyla ilâcın yutulmasına benzemediği açıktır. Bu noktadan hareketle, astım ve nefes darlığı sebebiyle ağıza sıkılan spreyin zerrecikler halinde içeri gittiği doğru olsa bile bunların akciğerden öteye geçmediği ve mideye ulaşmadığı, gıda ve susuzluk giderme özelliği de taşımadıkları; bu sebeple bunların da orucu bozmayacağı ileri sürülmüştür.

Ayrıca belli hastalıklara karşı korunmak maksadıyla yapılan aşıların hükmünde de tartışma bulunmakla birlikte, bu tür aşılarla vücuda mikrop verilerek bağışıklık kazandırmaya çalışıldığı, dolayısıyla bunların beslenme amaçlı olmadığı söylenerek oruca zarar vermeyeceği görüşü ağırlık kazanmıştır.

Hangi görüş alınırsa alınsın, burada inisiyatif, tercih, karar ve tabii ki sorumluluk mükellefe ait olacaktır. Söz konusu olan şey bir ibadettir ve Allah rızâsı için yapılmaktadır. Bu bakımdan, oruç tutan bu şuurdaki insanların gerekmediği halde, hiç açlık, susuzluk ve sıkıntı hissetmeden oruç tutmak için bu yola tevessül edeceklerini düşünmek son derece anlamsızdır. Çünkü aklı olan herkes gayet iyi bilir ki içeriği boşaltılmış ve anlamı yozlaştırılmış ve göstermelik hale getirilmiş bir ibadetin hiçbir faydası olmadığı gibi, böyle yapan kişi sonuçta sadece kendi kendisini kandırmış olacaktır. Esasen dinimiz hasta olan veya tedavi sürecinde olan kişilerin oruç tutmamasına ruhsat vermektedir. Bu bakımdan ilâç kullanmak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimseler, hem iyi bir tedavi görüp sağlığına kavuşmak, hem de ibadetlerini ileride huzûr-ı kalp ile ve içe sinerek yapabilmek gayesiyle tedavileri tamamlanıncaya kadar oruç tutmayabilirler. Bu tamamıyla kendilerinin karar vereceği bir konudur. Bununla birlikte bu kimseler, ramazan ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi arzu ediyor ve bu ibadet ayının mânevî havasından kopmak istemiyorlarsa, oruç için başka bir engelleri de yoksa, ikinci grup fakihlere ait olan ve ağırlıklı bulunan fetvayı esas alabilir, oruçlu oldukları halde tedavi ve aşı amaçlı iğneleri yaptırabilirler.




Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

31 Ocak 2025 Cuma

Amerika Söylenceleri - Bolivya-Peru

 


Güneşin Çocukları: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Bu bereket söylencesi de, Tiyahuanako/ Ay mara ve İnka yaratılış söylenceleriyle yakından ilişkili olduğu için, bu söylencelerin tarihsel arkaplanları buraya da uyarlanabilir.

İnkalar, İspanyollara, “vahşileri fethedip uygarlık yolunda eğittikleri" yolunda, tarihin revizyonist bir versiyonunu sunarak önceki kültürlerin bütün kazanımlarından yararlanmışlar; buna karşılık kendi davranışlarına, değerlerine ve kültürel geleneklerine uydurmak üzere yerli halkların sözlü geleneklerinin söylencelerini de alıp kabul etmişlerdir.

Francisco Pizarro komutasındaki ispanyollar, 1532'de İnka ülkesini fethedince, dillerini öğrenip onları Hıristiyanlığa döndürmeye başlarlar. Ispanya'ya, fethettikleri ülke insanlarının yapısını, pagan inançları dahil, geniş ayrıntılarla anlatan raporlar gönderirler. Bu raporlar İspanyolların kendi tavır, değer ve inançlarını da yansıtır. 


Aslen İnka olup Hıristiyanlığı kabul etmiş pek az insan vardır. Hıristiyan öğretisinin etkisi onların yazdıklarında da görülür; bir sözlü gelenekte yeni düşüncelerin eskileriyle kaynaşması kolay olmaktadır.

Güneşin Çocukları Efsanesi, Inca Garcilaso de la Vega'nın (1539-1616?) büyük eseri, İnka Krallığı Üzerine Yorumlarının birinci cildiyle kayda geçmiş, eser 1609'da Ispanya'da yayımlanmıştır.

Yazar, Peru'nun Cuzco kentinde bir Ispanyol komutanla bir İnka prensesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Gayrı meşru olduğu için babasının adı yerine kendisine Gomez Suarez de Figueroa adı verilir. Garcilaso Katolik olur ve 1558'de, babasının ölümünden sonra eğitimini tamamlamak için Ispanya'ya gider, babasının mülklerini elde edebilmek için başarısız girişimlerde bulunur. İnkalarla ilgili ciltler dolusu notlarını da yanında götürmüştür.

1590'da Garcilaso, Cordoba'da, annesinin halkının onuruna, başına "Inca" eklediği babasının adıyla yaşamaktaydı. İlk kitabı o yıl yayımlanır. Üçüncü ve son kitabı ise, ölümüne yakın bir tarihte, 1617'de, şaheserinin ikinci cildi olarak yayımlanmıştır.

Garcilaso, uzun süre, Ispanya'nın Altın Çağı'nda yazmış en büyük düzyazı ustası kabul edilmiştir. Bugünse, Güney Amerikalı ilk büyük yazar ve Espano-Amerikan edebiyatının babası olarak değerlendirilmektedir.


Çekiciliği ve Değeri


Trio bereket söylencesi gibi "Güneşin Çocukları" da, insanları daha uygar bir yaşama yönelten doğaüstü bir varlık çevresinde gelişir. İnkaların bu yaygın söylence temasını alıp nasıl kendi amaçlarına uyarladıklarını göstermektedir.

İnkaların amacı, miraslarını ve halklarını yüceltmektir. Kendilerinden önceki insanların vahşi hayvanlar gibi yaşamış olduklarını anlatarak onları aşağılamaktadırlar. Öykü, İnkaları, yerli halkı, fazladan yiyeceği ve boş vakti olmayan göçebe-avcı, yiyecek toplayıcı bir grup insanken yerleşik, çiftçilik yapan ve iş bölümünün nimetlerini toplayan insanlar durumuna getirerek hayatlarını iyileştiren kişiler olarak gösterir (oysa gerçekte, yerli kabileler de en az İnkalar kadar uygardır.) Bu uygarlaşmamış insanları kurtaran ve eğiten İnkalar, güneşin çocuklarıdırlar ve güneş tüm canlıların koruyucusudur. Öyküde, tanrısal yaratıcı Virakoça'dan söz edilmez.

Öyküdeki altın çubuk, Andların dağlık arazisinde iyi tarım alanlarının az olduğunu vurgular ve İnkaların başkenti Cuzco'nun nasıl kurulduğunu açıklar. Söylencenin sonu, İnka İmparatorluğu'nun yaratılışına giden yolu hazırlar.


Güneşin Çocukları


Eski zamanlarda ülkemiz çalılıklar, küçük ağaçlar ve yüksek dağlarla kaplıydı. İnsanlar görgüsüz ve eğitimsizdiler. Vahşi hayvanlar gibi yaşıyorlardı. Ne dokunmuş kumaştan giysileri ne evleri ne de kendi yetiştirdikleri yiyecekleri vardı. Diğer insanlardan ayrı küçük aile toplulukları olarak doğanın sağladığı barınaklarda, dağlardaki mağaralarda ve büyük kayaların altlarındaki boşluklarda yaşıyorlardı. Bedenlerini hayvan derileri, yapraklar ve ağaç kabuklarıyla örtüyorlardı ya da tamamen çıplak dolaşıyorlardı. Ot, yabani yemişler ve bitkilerin kökleri gibi, yiyebilecekleri ne bulurlarsa onları topluyorlar ve zaman zaman İnsan eti yiyorlardı.

Babamız Güneş, göklerden aşağı baktı ve vahşi yaratıklar gibi yaşayan bu insanlara acıdı. Onlara yaşamlarını nasıl iyileştirebileceklerini öğretmeleri için oğullarından Manko Kapak ve kızlarından Mama Oklo Huako'yu Titikaka Gölü'nde yeryüzüne göndermeye karar verdi.

Güneş, çocukları gitmek için hazır olduklarında onlara "Ben kendimi evrenin iyiliğine adıyorum. Her gün gökyüzünde seyahat ediyorum ki, yeryüzüne bakabileyim ve orada yaşayan insanlar için neler yapabileceğimi görebileyim. Isım onlara rahatlık sağlıyor. Işığım onlara görmekle gelen bilgiyi sağlıyor. Çayırlar ve ormanlar onlara benim çabalarımla yiyecek sağlıyor, çünkü günışığı ve yağmuru uygun mevsimde ben getiriyorum."

"Yine de bütün bunlar, ne kadar iyi olursa olsun yeterli değil. İnsanlar vahşi hayvanlar gibi yaşıyorlar. Evlerde yaşamayı, giysi giymeyi ya da yiyecek üretmeyi bilmiyorlar. Köyleri yok, hiçbir kap kacak kullanmıyorlar ve hiç yasaları yok."

"Bu nedenle" diye Güneş Babamız devam etti, "sizleri Titikaka Gölü çevresindeki tüm ırkların yöneticileri yapıyorum. Bu insanları bir babanın çocuklarını yönettiği gibi yönetmenizi istiyorum. Onlara benim size davrandığım gibi yumuşaklık ve sevgiyle, bağlılık ve adaletle davranın. Onlara benim size öğrettiğim gibi öğretin, çünkü insan ırkları da benim çocuklarımdır. Ben onlara ekmek sağlayan ve onları koruyanım. Artık hayvan gibi yaşamayı sona erdirmelerinin zamanı geldi."

"Bu altın çubuğu yanınıza alın" diye sözlerini tamamladı Güneş. "Yalnızca iki parmak kalınlığında ve bir insan kolundan kısa; fakat size toprağın ekin yetiştirmek için uygun olup olmadığını söyleyecek. Yolculuğunuz sırasında yemek ya da uyumak için her duruşunuzda çubuğu toprağa gömüp günlemeyeceğinize bakın. Tek bir hamleyle toprağa saplandığı yere geldiğinizde benim kutsal kentim, güneşin kenti Cuzco'yu kurun. Bu altın çubuğun girebildiği kadar derinlikte yumuşak toprağı olan yer mutlaka verimlidir”

Böylece Manko Kapak ve Mama Oklo, Huako, Titikaka Gölü'ne indiler ve toprağı incelemek için yola koyuldular. Her durdukları yerde altın çubuğu gömmeye çalıştılar, fakat yapamadılar. Toprak çok taşlıydı.

Sonunda bir vadiye indiler. Toprak işlenmemişti ve insanlardan yoksundu, ancak yoğun ve yeşil bir bitki örtüsü vardı. Bir tepenin (Ayar Kaçi ve Ayar Uço'nun taşa dönüştükleri tepe) üstüne çıktılar ve altın çubuğu toprağa bastırdılar. Büyük bir mutlulukla gördüler ki, çubuk toprağa gömüldü ve kayboldu.

Manko Kapak, Mama Oklo Huako'ya gülümsedi ve dedi ki: "Babamız Güneş bizim bu vadiyi yönetmemizi istiyor. Onun kutsal kenti Cuzco'yu burada kuracağız. Şimdi seninle ayrılalım. Sen güneye git, ben de kuzeye gideyim. Bulduğumuz insanları bir araya getirelim ve onları bu verimli vadiye getirelim. Burada onlara insanca yaşamayı öğretelim ve babamızın bize emrettiği gibi onlarla ilgilenelim."

Manko Kapak ve Mama Oklo Huako, ülkenin insanlarını toplamak için yüksek yaylalara yöneldiler. Verimsiz bölgelerde buldukları erkek ve kadınlar, onların giysilerinden ve delinmiş kulaklarından, soylu duruşlarından ve getirdikleri mesajdan çok etkilendiler. "Sizlere nasıl daha iyi bir yaşam sürdüreceğinizi öğretelim" dediler Güneş'in çocukları. "Sizlere evler kurmayı, giysiler yapmayı, hayvan ve ekin yetiştirmeyi öğretelim. Şimdi vahşi hayvanlar gibi yaşıyorsunuz. Sizlere insan gibi yaşamayı öğretelim. Babamız Güneş, bunları bize öğretip size öğretmeye gönderdi."

Ülkenin insanları, Güneş'in çocuklarına güvendiler; yeni ve daha iyi bir yaşama giden yolda onları izlediler. Pek çok insan bir araya geldiğinde, Manco Kapak ve Mama Oklo Huako onları yiyecek toplamaktan sorumlu olanlar ve ev yapmayı öğrenecekler olarak ayırdı. Yeni yaşamları artık başlamıştı.

Manko Kapak, erkeklere besinleri arasında, hem tahıllar hem de sebzeler bulunması için hangi yiyeceklerin besleyici olduğunu, en iyi tohumları nasıl seçeceklerini ve her bir bitkiyi nasıl ekip yetiştireceklerini öğretti. Bu süreç içinde, onlara çiftçilik için gerekli alet ve araç gereçleri yapmayı ve sulama yapmak için vadideki akarsulardan suyu tarlalara yönlendirmeyi de öğretti. Hatta onlara ayakkabı yapmayı bile öğretti. Bu arada, Mama Oklo Huako da kadınlara yün ve pamuklu kumaş dokumayı ve bu kumaşlardan giysiler dikmeyi öğretti.

Böylece, İnkalar eğitimli insanlar durumuna geldiler. Onlara pek çok şey veren ve koruyan Güneş'in onuruna Manko Kapak ve Mama Oklo Huako'nun altın çubuğu toprağa gömdüğü ve İnka halkını bir araya getirip eğitmek için yola çıktıkları tepenin zirvesinde bir tapınak yaptılar. Zenginlikleri, diğer halkları onlara katılmaya ve onlardan öğrenmeye yönlendirdi. Manko Kapak, son olarak erkeklere kendilerini savunabilmeleri ve krallıklarını genişletebilmeleri için ok ve yay, sopa ve mızrak gibi silahlar yapmayı öğretti. İnkalar artık büyük bir ulus olma yolundaydılar. 





Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak