6 Ekim 2024 Pazar
5 Ekim 2024 Cumartesi
ESMA-İ HUSNA-9
12- el-CEBBÂR
a-Cebbar isminin lügat anlamı:
1-Cebbar; zayıfı güçlendiren, kırık gönülleri tamir eden, kırığı onararak kırık kemikleri birbirine kaynaştıran, zoru kolaylaştıran, sabır ve metanet veren, sabredenlere büyük mükâfatlar vadeden kendine boyun eğenlere çeşitli kerametler ve ikramlar veren, kullarının bozulan düzenlerini ıslah edendir.
2-Cebbar; her şeye hakim ve galip olandır. Her şey belli bir noktada ona boyun eğer.
3-Cebbar; her şeyden yüce olandır.
4-Cebbar; istediğini zorla yaptıran, yarattıklarını kurallarına uymaya mecbur edendir.
b-Cebbar isminin Kur‟an içerisinde incelenmesi:
1-Cebbar kelimesi Allahın güzel ismi olarak sadece Haşr Suresinde geçer. Özellikle el-Aziz isminin ardından gelir.
Allah; Rahman, Rahîm, Melik, Kuddûs, Selam, Mü‟min, Müheymin ve Aziz isimlerine iman eden mü‟minlerin yaralarını sarar, dertlerine çareler bulur, kırılmış gönüllerini onarır.
2-Cebbar kelimesi Arap literatüründe “Ezdad (iki zıt anlamı birlikte taşıyan) kelimelerdendir. Allah için kullanıldığında; dilediğini zorla yaptıran, yaraları saran, dertlere derman olan, tedavi eden anlamındadır. Kullar için kullanıldığında ise; zorba, anne-babasına asi olan, azgın ve sınır tanımaz anlamlarına gelir.
“Hud kavmine dedi ki: “İnsanları yakaladığınız zaman cebbar ve zorbalar olarak mı yakalıyorsunuz?” (Şuara 130)
c-Cebbar isminin hadislerde incelenmesi:
Rasulullah (s.a.v) iki secde arasında şöyle dua ederdi:
“Allah‟ım beni bağışla, bana merhamet et, bana hidayet et, beni güçlendir, zayıflığımı ortadan kaldır, bana afiyet ver, beni rızıklandır ve beni yücelt.”
d-Cebbar isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:
1-Rabbimizin Cebbar sıfatına hakkıyla iman etmeliyiz. Zayıfları güçlendiren, yaraları saran, kırıkları onaran, dertlere derman olan, şifa olan, her şeye galip ve hakim olan, kullarını ne kadar azgın olurlarsa olsunlar kendisine boyun eğdiren olarak tanımalıyız.
Böylece gücü, şifayı, dermanı Allah‟tan beklemeliyiz. Rasulullah (s.a.v)‟ın ve ashabının duaları gibi biz de Rabbimize dua etmeliyiz. Böylece hayatımızın her alanında Allah bize yetecek, kırılmış taraflarımızı onaracak, eksik ve zayıf taraflarımızı tamamlayacaktır.
Bireysel, ailevi, toplumsal, ekonomik, iktisadi ve siyasi bütün sorunlarımızı Allah‟a arz eder, O‟ndan yardım diler, O‟nun razı olduğu yol ve yöntemleri takip edersek O da bizim her konudaki sıkıntımızı giderecektir.
2-İnsanlar istemeseler de Allah‟ın Cebbar özelliğini kabul etmek zorunda kalırlar. Allah‟ın evren ile ilgili koyduğu yasalara uymak zorundadırlar. Allah‟ın koyduğu tabiat kanunlarına uymama gücüne sahip değillerdir. Fıtratın biyolojik ve fiziki yasalarına her insan uymak zorundadır.
3-Hz. Yahya ve Hz. İsa gibi olmalıyız.
“Tarafımızdan Yahya‟ya bir kalp yumuşaklığı ve temizlik verdik. O Allah‟tan çokça sakınırdı. Anne-babasına iyi davranırdı. O isyankâr bir zorba/cebbar değildi.” (Meryem 13-14)
“İsa dedi ki: Allah beni anneme karşı saygılı kıldı. Beni bedbaht bir zorba/cebbar yapmadı.” (Meryem 32)
Cebbarlığın, zorbalığın Müslümana yakışmayacağını bilmeli, anne-babamıza, çocuklarımıza ve çevremize yumuşaklıkla muamele etmeliyiz.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Kıyamet günü cehennemden gören iki gözü, işiten iki kulağı, konuşan bir dili olan bir grup yaratık çıkar ve şöyle der:
Ben üç kişiye vekil tayin edildim; her inatçı zorbaya, Allah ile birlikte başkalarına ilahlık yakıştırana, resim ve heykel yapana.”
4-Allah‟ın ayetlerini inkar eden, peygamberlerine asi olan inatçı ve zorba kimselerin yollarına uymamalıyız.
“İşte Ad kavmi. Rablerinden gelen ayetleri inkar ettiler. Peygambere isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular. Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete tabi tutuldular. Biliniz ki, Ad kavmi Rablerini inkar ettiler. Yine iyi bilin ki, Ad kavmi Allah‟ın rahmetinden uzak kılındı.” (Hud 59-60)
Rabbimiz zorbaları ve onlara uyanları bir tutar, aralarında ayrım yapmaz. Zorbaların yoluna uyduğumuz takdirde, (Allah korusun) dünya ve ahirette bir lanet bizi takip edecek ve ebedi olarak Allah‟ın rahmeti bizden uzak kılınacaktır.
5-Allah‟ın yeryüzü cebbarlarını kendisine mutlaka boyun eğdireceğini bilmeliyiz.
“Kim inkar ederse onu dünyada az bir süre faydalandırır, sonra da cehennem azabına mecbur kılarım. Orası ne kötü varılacak yerdir!” (Bakara 126)
Rabbimiz gücünü ve otoritesini kabul etmeyen kimseleri, dünyadayken bazı şeylere mecbur kılar. Firavun son nefesinde olsa da Allah‟a iman etmeye mecbur bırakılmıştır. Kureyşli müşrikler Ebrehe‟nin ordusu karşısında, putlarını bırakıp Allah‟a yalvarmaya mecbur kalmışlardır. Denizde ne zaman bir fırtına çıksa insanlar diğer tanrılarını unutarak sadece Allah‟a yalvarırlar. Rabbimiz böylece kullarını kimi zaman daraltır, başlarına felaketler, sıkıntılar verir ki, kendisini hatırlasınlar, Allah‟ın gücünü itiraf etsinler. Allah onları buna mecbur eder. Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller de Allah‟ı anarlar. Allah‟a yalvarmaktan başka çare bulamazlar.
6-Cebbarların kalplerinin mühürleneceğini unutmamalıyız.
“..Allah büyüklük taslayan her zorba/cebbarın kalbini mühürler.” (Mü‟min 35)
Cebbar veya zorba olmak için illa da bir idareci veya devlet başkanı olmak gerekmez. Ailesine karşı cebbar olanlar vardır. Kardeşlerine karşı cebbar olanlar vardır. İşçilerine karşı cebbar olanlar vardır. Öğrencilerine karşı cebbar olanlar vardır.
Unutulmamalı ki her zorbalık, kalpte bir siyah nokta demektir. Kalbe küçük bir kilidin vurulması demektir. Zincirin ucuna bir halka eklenmesi demektir. Her siyah noktada imanın bir kısmı kalbi terk eder. Sonunda kapkara ve kaskatı bir kalp Allah tarafından bir daha açılmamacasına mühürlenir. Artık o kalpte iman yeşermez. Merhamet filizlenmez.
7-İnsanları Müslüman olmaları için zorlayamayız. Peygamber bir zorba değildi.
“Biz o kafirlerin söylediklerini çok iyi biliyoruz. Sen onların üzerinde bir cebbar/zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur‟an‟la öğüt ver.” (Kaf 45)
Rasulullah (s.a.v) zorba ve cebbar değildi. Bizler de tebliğ etme metodunda zorbaca davranamayız. Bize düşen sadece Allah‟ın kitabıyla onlara öğüt vermektir. Kabul etmedikleri takdirde onları zorlamak bizim görevimiz değildir.
8-Allah mü‟minleri birbirlerine sevdirir. Kalplerine ülfet verir. Medine‟de birbirlerine düşman olan Evs ve Hazreç kabilelerinin kalplerine ülfet verdi. Ensar ve Muhaciri birbirlerine sevdirdi. Farklı kavim ve ırklardan olan insanları kardeş ilan ederek aralarına sevgi koydu ve kırgınlıklarını giderdi.
9-Allah Kabe‟yi de bizlere sevdirdi. Hiçbir tarihi, turistik özelliği olmayan Mekke‟ye insanların akın akın gitmesi Cebbar isminin üzerimizdeki bir tecellisidir. Eğer Allah Kabe‟yi bize sevdirmeseydi, hiçbirimiz binlerce kilometre katederek oralara gitmez, birtakım sıkıntılar çekmezdik.
10-Rabbimize Cebbar ismiyle dua etmeliyiz. Rasulullah (s.a.v) iki secde arasında şöyle dua ederdi:
Allah‟ım! Beni bağışla. Bana merhamet et. Beni doğru yola ilet. Benim eksiklerimi tamamla. Bana afiyet ver. Beni rızıklandır. Ve beni yücelt.
Rasulullah (s.a.v) rukuda ve secdede iken şöyle dua ederdi:
Güç, hükümranlık, büyüklük ve yücelik sahibini bütün eksik sıfatlardan uzak tutarım.
Dr. Ramazan SÖNMEZ
30 Eylül 2024 Pazartesi
OSMANLI MEDRESELERİ
17ve 18. yüzyıldaki batı dünyasında meydana gelen bilim sahasındaki gelişme ve değişmelere mukabil Osmanlı ulemasının ilgisi ne seviyedeydi? Aynı yıllarda Medrese; bilimde, sanatta ve eğitim hizmetleri noktasında ne durumdaydı? Acaba dünyadaki bu gelişmeler ne kadar takip ediliyordu? Eğitim sistemimizde bir eksiklik var mıydı? Medreseleri yürüyen hayata etkisi sınırlı bir kurum haline dönüştüren sebepler nelerdi?
Şüphesiz; bu gelişmeleri takip eden gerek ilmiye sınıfından, gerek de yönetici sınıfını teşkil eden ümeradan, süreci endişeyle karşılayan bir kesim bulunmaktaydı. Nitekim çok daha önceden batı dünyasının inkişafını gören Ömer Talib isimli Osmanlı aydını; 1625 yılında, zaman içinde kendisini haklı çıkaracak şu endişeleri ortaya koymaktaydı:
"Şimdi Avrupalılar bütün dünyayı öğrendiler; gemileri her yere gönderiyorlar ve önemli limanları ele geçiriyorlar. Eskiden Hindistan, İndus ve Çin malları Süveyş'e gelir ve Müslümanlar tarafından bütün dünyaya dağıtılırdı. Fakat şimdi bu mallar; Portekiz, Felemenk ve İngiliz gemileriyle Frengistan'a taşınıyor ve oradan bütün dünyaya dağıtılıyor. Kendilerinin ihtiyaç duydukları şeyleri İstanbul’a, diğer İslam ülkelerine getiriyorlar ve fiyatlarının beş katına satıp para kazanıyorlar. Osmanlı Devleti, Yemen kıyılarını ve oradan geçen ticareti ele geçirmelidir; aksi halde çok geçmeden Avrupalılar İslam ülkelerine hükmedecekler."
Osmanlı'nın batıdan geri kalması ve bu medeniyete bağlı toplumlara karşı üstünlüğünü yitirmiş olmasının sebeplerini, öncelikle eğitim alanında gösterdiği zaaflarda aramak gerekir.
İlk Çağ medeniyetleri; geçim ve temel ihtiyaçların giderilmesindeki kolaylık sebebiyle, nehir kenarlarında oluşmuş, eğitim ve öğretim ise, daha çok şehir merkezlerinde sınırlı topluluklara nasip olmuştur. Nitekim biz Türklerin yürekten bağlı olduğu, İslam medeniyetinin doğuşu ve en parlak uygulamaları da şehir merkezlerinde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber'in vefatının ardından İslamiyet, on yıl süren çok kısa bir zamanda Arap Yarımadası'nın dışına taşarak üç kıtaya yayıldı. İnsanlar öbek öbek geniş topluluklar halinde İslamiyet'e girdi. Sasani ve Bizans İmparatorluklarına bağlı İran, Irak, Suriye, Anadolu ve Mısır topraklarında yaşayan halklar; İslam ordularını birer kurtarıcı olarak karşıladı. İslamiyet kısa zamanda; kuzeyde Hazar Gölü, doğuda Orta Asya içlerine kadar yayıldı ve bu bölgede yaşayan kitlelerin yeni dinini teşkil etti. Maalesef, bu hızlı dönüşüm sırasında İslam medeniyetine dahil olan kitleler, yeterince eğitilemedi. Kur'an ve Rasulullah'ın mesajları, etraflıca ve gerçek mahiyetiyle, daha çok şehir merkezlerinde yaşayan sınırlı sayıda insana ulaştırılabildi. Kısacası, kitabi kaynaklara uyumlu Müslümanlık anlayışı, büyük şehirlere yerleşmiş bazı ulema tarafından öğretilmekte ve savunulabilmekteydi. Küçük yerleşim merkezleri, köy ve mezralar; sözlü kültürün ve mahalli etkilerin tesiri altındaydı. Taşra insanları, kıssacı ve hurafe öğelerinden ayıklanmamış bir dini anlayışa terk edilmişti. Bu durum küçük değişikliklerle asırlarca sürdü. Şerif MARDİN'in tanımladığı, kendine mahsus mahalli kültür dinamiklerinden beslenen «Halk İslamı» ortaya çıktı. Bugün de şehir ve taşra Müslümanlığı farkı, İslam dünyasının çok önemli bir problemini teşkil etmektedir.
Selçuklular döneminde; devletine itaatkar, hükümdarına bağlı bir anlayışı yerleştirmek amacıyla açılan «Nizamiye Medreseleri», fen bilimleri ile dini bilimleri birleştiren bir müfredata sahipti. Gazali'nin, Orta Çağ'ın bu muazzam üniversitelerinin öğrenim programları ve uygulamalarına, görüş ve düşünceleriyle doğrudan katkısı vardı. Yaygın ve kaliteli eğitim kurumları olarak; başta Semerkant, Rey ve Bağdat gibi büyük yerleşim birimlerinde önemli vazifeler gördü. Sünni-İslam geleneğine bağlı, uyumlu insan yetiştiren bu müessese; eğitim ve öğretim açısından daha sonraki İslam devletlerine model teşkil etti. Devletle barışık, muti insan yetiştirme hedefi büyük ölçüde gerçekleştirildi.
Başarılı ve örnek eğitim kurumu olma özelliğini, Osmanlı Devleti'nde de sürdüren medreseler; yine de şehirli, zeki ve seçkin az sayıda insana hitap etmekteydi. Tüm imparatorluk topraklarında hizmet veren bir eğitim kurumu haline getirilemedi. Örnek olarak Arnavutluk verilebilir. İslam dinini çok yüce duygularla kabul eden Arnavutlara; onları manevi nüfuz altına alacak yeterli medreseler açılamamış ve o bölgenin insanları Bektaşi babalarına terk edilmişti.
Medrese, halkın genelini eğitemeyeceğini düşünerek; 32 farz, 54 farz ve basit ilmihal bilgileriyle yetineceği bir program yürütmekteydi. Öte yandan başlangıçta medreseler; yürüyen hayata yönelik bilgi birikimiyle, araştırma ve düşünme faaliyetlerinin muhkem merkezleriydi. Nitekim Davud-i Kayseri'nin İznik'te oluşturduğu ilk Osmanlı medresesinden Fatih'in kurduğu Sahn-ı Seman medreseleri ve Osmanlı medrese geleneğinin zirvesi kabul edilen Süleymaniye Medreseleri; bilimi, akideyi, ahlakı, teori ve pratiği birleştiren bir anlayışla öğrencileri donatıyor, bilgi üretme merkezleri olarak faaliyet gösteriyordu.
Katip Çelebi; "Ulu Osmanlı Devleti'nin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek, hikmet ile şeriat ilimlerini birleştiren gerçek alimler meşhurdu. Ebu'l-feth Sultan Mehmed Han «Semaniye Medreseleri»ni yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye, vakfiyesinde yazmış ve Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevakıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler; bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp Hidaye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı ne Hidaye kaldı, ne Ekmel! Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip, bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu:'
Ayrıca Katip Çelebi, Keşfü'z-Zünun’da Osmanlı medreselerinde ilm-i hikmet ve felsefenin 16. asrın sonlarına kadar okutulduğunu ve buna dair; Molla Fenari'nin, Kadızade-i Rumi'nin, Hocazade'nin, Ali Kuşçu'nun, Müeyyedzade Abdurrahman'ın, Mirim Çelebi'nin, İbn-i Kemal'in ve Kınalızade Ali Efendi'nin eserleri bulunduğunu kaydetmektedir. Bazı şeyhülislamların; dini akidelere ters düştüğünü iddia ederek felsefe eğitimini yasakladıklarını, bunun da Osmanlı medreselerinin fikri bakımdan gerilemesine sebep olduğunu yazmaktadır.
Kuruluş dönemine bakıldığı zaman, medreselerde çoğulcu bir yapının mevcut olduğu görülmektedir. Bu dönemde akli ve dini ilimler ve tasavvufi bilgiler bir arada mütalaa edilmekteydi. Nitekim medreselerin Davud-i Kayseri gibi, tasavvuf ile akli ve dini ilimleri şahsında toplamış bir müderris ile başlaması; Kadızade Rumi gibi akli ilimlerde, Hacı Paşa gibi tıpta ve Molla Fenari gibi, dini ilimlerde zirve olmuş öğrenciler yetiştirmesi, bu eklektik yapıyı açıkça göstermektedir.
Fransız Hükümeti'nin İstanbul'daki elçiliğinin isteği üzerine, 1741'de adı bilinmeyen birisi tarafından kaleme alınmış olan, Kevakib-i Seb'a: Yedi Yıldız adlı eserin; medreselerde okutulan dersler, kitaplar ve müderrisler hakkında istenilen ölçüde bilgi verdiği, yani öğretim programını tam olarak sunduğu bilinmektedir. Kevakib-i Seb'a'da bilimler; faydalı bilimler, ne faydası ne zararı olan bilimler ve zararlı bilimler olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Akaid, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı, mantık, matematik, astronomi, anatomi ve tıp faydalı bilimler içerisinde sayılırken; şiir ve edebiyat ne faydalı ne de zararlı bilimlerden addedilmekte; felsefe, sihir ve astrolojiyle birlikte zararlı bilimler arasında gösterilmektedir.
17. asırdan itibaren medreseler düşüşe geçti. Ve yürüyen hayata müdahaleden uzak, kuru bilgilerin verilmeye çalışıldığı, kısır mezhebi tartışmaların yapıldığı yerler haline geldi. Ulemanın makam ve mansıp sahibi olmak için yöneticilere yaklaşması, bilgi ve ehliyet yerine makam ve mansıbın rüşvetle dağıtılıyor olması; Koçi Bey'in meşhur risalesinde açık açık eleştirdiği Medrese yapısının çöküşünü hızlandırdı.
Ayrıca 16. yüzyıldan itibaren Medreselerin çok sayıda öğrenciyle şişirilmesi, hizmet alamayan ve temel ihtiyaçlarını karşılayamayan yeni «serseri bir güruh»un ortaya çıkmasına yol açtı. Uzun süren ve başarısızlıkla sonuçlanan savaşlar, birçok kişinin medreselere sığınarak tufeyli bir hayatı benimsemesine yol açtı. Çünkü Medreseliler ilmiye sınıfından sayılıyor ve askerlik yapmıyordu. Bilhassa 17. asırdan itibaren devlet ricalinin devleti güçlendirme ve kötü gidişi önleme adına yaptıkları tüm girişimler; Medrese uleması ve Yeniçeri ağalarının işbirliğiyle önlenmekteydi. Bu durum Osmanlı Devleti'ni; yönetilemez, sınırlarını koruyamaz, birlik ve beraberliğini sürdüremez hale getirdi.
Tanzimat döneminde de Medrese kendisini yenileme ve dünyanın bilim ile ilgili gelişmelerini anlama yönünde ciddi hiçbir adım atamadı. Ve nihayet hayatın ihtiyaçlarına cevap veremeyen, insanları donanımlı kılamayan, din adamı olmak da dahil hiçbir meslek sahibi yapamayan garip bir kurum haline geldi. Doğrusu devlet erkanı da, bu müesseseyi ıslah etmekte çok gecikti.
Ancak 1910 yıllarında yürürlüğe sokulabilen medrese ıslahı, devletin yıkılışını önleyemedi. Medrese ıslahının etkisi ve kültürel birikimi, Cumhuriyet döneminde öksüz ve mahzun bir müessese olarak varlığını 1950'lerden sonra hissettiren İmam-Hatip Okullarına yansıdı. Modern dünyanın imkanlarıyla İslami değerleri birleştiren çizgisine kaynak teşkil etti.
17. asırda artan askeri yenilgilere çare için Osmanlılara gelen askeri uzmanlar, öncelikle askeri yenileşmeyi tavsiye ettiler. Medreseliler, üst üste yaşanan mağlubiyetlerden dolayı bu alandaki yenileşme faaliyetlerine engel olamadılar. 1734 yılında kısa ömürlü bir askeri teknik okul «Hendesehane» açıldı. 1773 yılında ise, Çeşme deniz bozgununun tesiriyle ihtiyaç duyulan modern donanma için mühendis yetiştirmek amacıyla askeri deniz okulu «Mühendishane-i Bahri-i Hümayun» açıldı. Yenilikler askeri alanda III. Selim ve II. Mahmud döneminde de devam etti. 1796 yılında kara topçu ve istihkam subayları ve askeri mühendisler yetiştirmek amacıyla «Mühendishane-i Berri-i Hümayun» kuruldu.
Batı formatında yeni bir ordu kurulması arayışına girişildi. Yeniçeri ortalarından Nizam-ı Cedid isimli yeni bir ordu oluşturuldu. Medresenin desteğindeki Yeniçeri isyanları; bu önemli girişimi akim bıraktığı gibi, isyanın ardından yenilikçi padişah III. Selim de feci bir şekilde öldürüldü. Nihayet II. Mahmud son derece tehlikeli bir girişimin ardından her türlü yenileşmenin ve değişimin engeli kabul edilen Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırmaya muvaffak oldu. On bine yakın yeniçerinin ortadan kaldırılması, kayıtlara Vaka-yı Hayriyye (Hayırlı Olay) şeklinde geçti. Bu ordunun ortadan kalkmasıyla yerine, batı tarzında bir kurum olarak Asakir-i Mansure-i Muhammediyye kuruldu. Böylece Medrese, çok önemli bir destekçisini kaybetti.
Askeri eğitimdeki bu gelişmelerle birlikte Fransızca ve İngilizce, eğitim programlarına girdi. II. Mahmud döneminde, 1824 yılında, ilköğretim zorunlu hale getirildi. Osmanlı ordusuna nitelikli Müslüman hekim yetiştirmek amacıyla Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Kahire'de kurduğu modern tıp fakültesinin ardından İstanbul'da II. Mahmud tarafından Mekteb-i Tıbbiyye açıldı. Batı ile diplomatik ilişkilerin artması sebebiyle Avrupa'ya öğrenci gönderildi. Mekteb-i Harbiye'nin 1834 yılında kurulmasıyla II. Mahmud, askeri teknik yönden nitelikli subay yetiştirmeyi hedeflemişti. Bu dönemde Paris, Londra, Viyana gibi büyük devletlerin başkentlerinde yöneticiler, örgün eğitimi oturtmuş olmanın, toplumlarının ihtiyaçlarını giderecek insan gücüne ulaşmanın, tarım dahil bütün sektörlerde başarılı organizasyonlar yapmış olmanın avantajını yaşamaktaydı.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
29 Eylül 2024 Pazar
17. ve 18. YÜZYILDA AVRUPA'DAKİ GELİŞME ve DEĞİŞMELER
17 ve 18. yüzyıllar; Batı Avrupa'nın çehresinin her bakımdan değiştiği, bir bakıma dünyanın sosyal, kültürel, ilmi, siyasi ve ekonomik açılardan da seyrinin köklü değişikliklere uğradığı önemli asırlardı. Öte yandan Avrupa'da 1500 yıllarında 80 milyon insan yaşamaktayken, 1700'lü yıllara gelindiğinde nüfus 150 milyonun biraz üzerine çıkmıştı.
Aydınlanma düşünürlerinin en önemlilerinin başında, Rene Descartes ve John Locke yer almaktaydı. Aklın ve müşahedenin insan hayatındaki rolünü ve eğitimin değerini yeniden tanımlayan bu düşünürler, yeni batının zihin sistematiğini inşa etmekteydi. Bu dönemdeki gelişmeler, bilim devrimi ve aydınlanma olarak kabul edilmektedir. Tabii olarak, bu gelişmeler; sanat, edebiyat ve müzik alanlarını da etkiledi. Yeni biçim ve üsluplar ortaya çıktı.
18.yüzyılda; Roma'da, Floransa'da, Paris'te, Londra'da ve birçok Avrupa ülkesinde tabiat ve bilim araştırmacılığı yapmak üzere özel akademiler kuruldu. Bunlardan biri de, Berlin'de 1700 yılında Alman filozof ve matematikçi Wilhelm Leibniz ( 1646- 1716) tarafından kurulan akademidir_ Akademi, astronomi araştırmalarını ve diğer ilmi çalışmaları destekliyordu. Mantar gibi çoğalan bu bilim toplulukları kendi misyonlarını;
«Ziraati, imalatı ve diğer yararlı zanaatları geliştirmek» olarak tarif etmekteydi. Esasen Avrupa'nın bu yeni bilim yolculuğu;
«Tabiatın kitabını okumak, sayfalarını çevirmek, eşyanın künhüne vakıf olmak ve düşünmek ... » olarak ifade edilebilir. Avrupalılar, eşyayı tanıma ve alemin işleyiş kanunlarını yeniden keşfe çıkmaktaydı. Bu dönemde ortaya çıkan dernekler ve açılan kafe türü yerler; yeni bilimle ilgili gelişmelerin tartışıldığı birer fikir kulübü olarak faaliyet göstermekte, yayınlanmaya başlayan kültür ve edebiyat dergileri, buralarda okunarak tartışılmaktaydı.
Polonyalı astronom, rahip, avukat ve ressam (Nicolaus Copernicus) Mikolaj Kopernik'in (1473-1543) alemin merkezinde dünyanın değil, güneşin bulunduğu fikri; Danimarkalı astronom ve simyacı Tycho Brahe'nin de katkılarıyla Johannes Kepler tarafından 1609 yılında güçlü bir nazariye olarak sistemleştirildi. Ünlü astronom Galileo, bu nazariyeye bütün ağırlığıyla destek verdi ve kendi teleskobunu yaparak gökyüzünü inceledi. Astronomi alanında geçmiş kabulleri kökten değiştiren bu yeni anlayışın ortaya çıkmasında İslam astronomlarının birebir katkıları vardır. Bu keşifler, Endülüs ve Akdeniz limanlarındaki kültürel temaslarla ortaya çıkmıştı. Her ne kadar eserleri Latinceye çevrilmemiş olsa da, 13. ve 14. yüzyılın geç dönem İslam astronomlarının başarılı çalışmalarını tanımış olması, Kopernik'i güneş merkezli yeni bir anlayışa götürdü. Kopernik, Batlamyus (Ptolemy) tarafından zedelenen «gezegenlerin tekdüze hareketleri» ilkesini yeniden inşa etme yaklaşımını, bahsi geçen Arap öncülerinden almıştı.
Emmanuel Kant'ın (1724- 1804); «Sapere aude!» yani; «Bilmeye cüret et, kendi anlayışını kullanma cesaretine sahip ol!» diyerek cesaretlendirdiği bilim adamları, gerçekten de önemli ilmi gelişmelerin kıvılcımını ateşlemişti.
Fransız kimyacı Antoine Lavoisier (1743-1794); yaptığı deneyler sonucunda yanmanın, asitlerin davranışının ve canlılarda nefes almayı mümkün kılan maddenin aynı madde olduğunu tespit ederek ona «oksijen» ismini verdi. Temel Kimya Kitabı ( 1789) adlı eseriyle bu alanda nazariyeler geliştirdi. İçme suyunun kalitesi, balonların askeri ve bilimle ilgili alanda kullanımı ve barut üretimi alanlarında deneyler yaptı. Ancak bu büyük bilim adamı; sosyal ve siyasi alandaki teklifleri ve bilhassa vergi toplanması işine karışması gerekçe gösterilerek. Fransız Devrimi sırasında giyotine gönderilerek idam edildi.
Cambridge'de matematik profesörü olarak görev yapan Isaac Newton, mekanik ve kozmoloji alanlarını inceledi ve ilk aynalı teleskopu yapmayı başardı. Kalkülüs adı verilen hesap sistemini geliştirdi. Isaac Newton bir yandan ışığın tabiatı üzerine çalışıyor, öte yandan hıristiyan belgelerini inceliyordu; çünkü o aynı zamanda Anglikan kilisesinde bir rahipti. Üstelik teslis öğretisinin (Baba-Oğul-Kutsal Ruh şeklinde üç başlı tanrı anlayışı) Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde bulunmadığını, 4. yüzyılda icat edildiğini söylemekteydi. Dönemin baskılarından dolayı din alanındaki eserleri yayınlanamadı. Keşiflerinden çoğu ışık ve optik ile ilgilidir.
Büyük bir çoğunluğu dindar kişilikleriyle tanınan bu bilim adamlarının görüşleri, tezleri; Katolik kilisesi tarafından tehlikeli bulunmuş ve çoğu tartışılabilir fakat asla savunulamaz görüşler olarak reddedilmiştir. Yalnız burada hemen belirtmeliyim ki materyalist dünya görüşüne sahip bazı çevrelerce özellikle 19. yüzyılda tartışmasız bir ön kabul şeklinde zihinlere empoze edilen, din-bilim çatışması tezi, bugün yoğun bir eleştiriye tabi tutulmaktadır. Yeni araştırmalar; bütün bilim adamlarının dışlandığı ve amansız takibe uğratıldığı tezinin doğru olmadığını, Kilise'nin büyük yanlışlar içerisinde anlaşılmaz zulümlere imza attığı, bağnazlığı temsil ettiği gerçeği yanında, bilim düşüncesinin gelişmesine yardımcı olan kilise çevrelerinin de olduğunu göstermektedir. Yine araştırmalar; Galileo’dan, Pasteur'a kadar çok sayıda bilim adamının Allah, İncil ve mukaddeslerle mücadeleye girişmediğini, bilakis büyük çoğunluğunun samimi birer hıristiyan olduğunu ortaya koymaktadır. Orta Çağ'da Kilise'nin bilime karşı anlaşılmaz bir tavır almasına rağmen, Hıristiyanlığın bütün kurum ve kuruluşlarıyla bu tavrı sürdürmediği bilinen bir gerçektir. Bilhassa manastırlarda yerleşik merkezi etkiden uzak hıristiyan tarikatları, birçok bilim adamının görüş ve düşüncelerine destek vermiş ve halk arasında bu düşüncelerin yerleşmesine katkı sağlamıştır.
Maalesef günümüzde çoğunluğu ateist ve agnostik olan, daha çok da Marksist kültürden etkilenen bazı yazarlar; din-bilim çatışması tezini tartışmasız bir dogma olarak kabul ederek savunmaya devam etmektedirler. Oysa bu kişilerin gayreti, din ve mukaddeslere karşı kendi soğuk tavırlarını tarihe ve bilim adamlarına mal etmek olarak tanımlanabilecek bir ideolojik gayrettir. Mesela; büyük matematikçi ve düşünür Rene Descartes ( 1596-1650); «Tanrı'nın dünyayı matematik ilkelerine göre yarattığı»nı söylemekteydi. Isaac Newton, John Locke, Galileo dahil 17. ve 18. yüzyılın bilim adamlarının çoğu ya doğrudan doğruya Kilise'ye bağlı kişiler ya da kendi anlayışlarıyla farklı görünseler de inançlı kişilerdi. Bu inancın ne kadar hakka tekabül ettiği ayrı bir konudur.
Montesquieu 1748 yılında yayınladığı; «Kanunların Ruhu» adlı eserinde, kanunlar olmadan ne özgürlük ne de hakların güvencesinden söz edilemeyeceğini, en iyi yönetimin kuvvetler ayrılığına dayalı yönetim biçimi olduğunu ifade etti. Yasama, yürütme ve yargının dengede tutulduğu bu yeni anlayış biçimi; okyanus ötesindeki «Amerika Özgürlük Mücadelesi»ne ilham kaynağı olmuştur. Jefferson'ın ünlü bildirisi ve yeni Amerika Anayasası; «Kanunların Ruhu»ndan büyük izler taşımaktaydı. Montesquieu'nun bir diğer önemli eseri de hicivlerden oluşan; «İran Mektupları»dır (1721). Etkili yazar bu eserinde, hayali olarak kurguladığı Paris'i ziyaret eden İranlı soylu iki kişinin ağzından; toplum hayatı, ibadetler, kültür, edebiyat ve siyasi yapı hakkında hiciv ve yorumlara yer vermekteydi.
İsviçre asıllı Jean-Jacques Rousseau; «Toplum Sözleşmesi» adlı eseriyle, batı tarihinin siyaset felsefesini etkilemekle kalmamış, daha önce kaleme aldığı; «Emile: Veya Terbiyeye Dair» adlı eserinde, şehrin, çocukları yozlaştırıcı etkisi üzerinde durmuş ve kısmen de kadınların eğitilmesi gerektiğini belirtmiştir. Rousseau'ya göre kadın, erkeği mutlu etmek için yaratılmıştır; kadının eğitimi iffet, erdem ve ev işlerine odaklı olmalıdır. Çocuklarına erdem öğretebilmek için eğitim görmelidir.
Siyaset üzerine birçok eser yazan John Milton'un (1608-1674) en büyük eseri olan «Kayıp Cennet», destansı şiirlerden oluşmakta ve bu eserde yaratılış hikayesi ile Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşu anlatılmaktadır. Bu arada Daniel Defoe'nin; «Robinson Crusoe»su, Jonathan Swift'in; «Güliver'in Seyahatleri», Avrupalının deniz aşırı dünyaya ilgisini artıran ilk romanlar olarak yayımlandı.
İskoç filozof ve ahlak felsefesi profesörü Adam Smith (1723· 1790); modern ekonomi bilimini kurduğu söylenebilecek olan «Milletlerin Zenginliği» adlı eseriyle dünyayı etkilemeden önce, ahlak felsefecisi olarak biliniyordu. Smith'e göre her fert kendi menfaati peşinde koşarken, sıklıkla, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden çok daha etkili olarak topluma katkıda bulunur. Ona göre, serbest piyasa her ne kadar karmaşık ve kontrolsüz gözükse de, aslında sözde bir «görünmez el» tarafından doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendirilmektedir. Batı Avrupa'da benimsenen «Özel sektör eliyle kalkınma» ve ekonomik büyümeyi sağlamada devletin rolünü modası geçmiş ve zararlı bulan ekonomik anlayış, bugün dahi etkinliğini korumaya devam etmektedir. Kalkınmanın ve büyümenin ana dinamiği olarak özel girişimi gören bu anlayış, ferdi ve temel özgürlükleri öne çıkaran teorik çerçevesiyle günümüzde demokratik yönetim ilkesine büyük önem vermektedir.
Bütün bu çabalara rağmen 17. ve 18. yüzyılın sonuna dek, bilimin insan hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler üzerinde pek az pratik etkisi oldu.
Batı Avrupa'da meydana gelen ve kısa bir süre sonra; beslenmeden barınmaya, güvenlikten sağlığa, toprağı işlemeden ekonomik hayata yeni bir rota çizecek olan bankacılığa ve şirketlerin oluşumuna kadar muazzam değişiklikler, çok geçmeden dünyevi yönden daha güçlü ve müreffeh bir Avrupayı oluşturdu.
1694 yılında Londra ve Amsterdam bankaları kuruldu ve bu önemli kentler Avrupa'nın en büyük ticaret merkezleri oldu. Ayrıca aynı yıllarda külçe altın ve gümüş yerine kağıt para ve çek, ekonomik hayatı kolaylaştıran enstrümanlar olarak yaygınlık kazandı. Böylece sömürgelerle Avrupa merkezleri arasındaki ticari hayat süratlendi ve sanayi için ekonomik birikim sağlanmış oldu.
Tarım alanında ağır sabanlarla toprak sadece derinlere dek işlenmekle kalmamış, sulama işlemleri de kolaylaşmıştı. Tarım ürünlerinin öğütülmesinde yel değirmenlerinden yararlanma, üçlü ekime geçilmesi ve daha fazla arazinin ekilebilir hale getirilmesi, köylünün yüzünü güldürdü; tarım sektörü yükselen ticaret ve endüstriyel kazançlarla rekabet eder güçlü bir sektör haline geldi.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
27 Eylül 2024 Cuma
25 Eylül 2024 Çarşamba
RUSYA TARİHİ -19
Rus İmparatorluğu (1689 (1721)— 1917)
RUS İMPARATORLUĞUNUN KURULUŞUNA DOĞRU
Aleksey Michayloviç'in Halefleri
Fedor Alekseyeviç (1676-1682)
Aleksey Michayloviç'ten sonra tahta, henüz 14 yaşında olan Fedor Alekseyeviç geçti. Aleksey Michayloviç'in başka oğulları da vardı. İlk karısından, hasta, yarım kör ve aklen zayif olan ivan, ve ikinci karısı Natal'ya Narışkina'dan 1672 de doğan, Petro (Petr). Aleksey Michayloviç'in birkaç kızından, iyi terbiye ve tahsil gören Sofya temayüz etmişti. Fedor Alekseyeviç ancak altı yıl hâkimiyet sürdü ve hastalanarak öldü. Onun zamanındaki en mühim olaylardan biri, 1681 de "orun nizamı,, (mestniçestvo) nın kaldırılmasıdır. Korkunç İvan devrinde resmî bir şekle konan, ve asilzadelerin devlet hizmetlerinde menşelerinin kibarlığını esas tutan bu "orun nizamı,, çığırından çıkmış, birçok kibar olmayan aileler de, Çar ailesiyle akrabalık tesis etmek suretiyle, "asîl,, oluvermişlerdi, Fedor Alekseyeviç'in bir fermanı ile bu nizam kaldırıldı ve devlet idaresinde mühim karışıklıklara sebebiyet veren bu usule son verildi; mamafih, asil aileler için yine "kibarlar şeceresi,, defteri ihdas edildi. "Orun nizamı,, nın ilgası ile "boyar,, lar ve eski kibar ailelerin zararına olarak, asillerin ikinci - üçüncü derecedekileri, "dvoryanlerin nüfuzu artmış oldu. Vergi sistemi de gözden geçirildi, ve çok karışık bir usul yerine, Rusya'nın her tarafında tatbik edilecek tek sistem, "strelets vergisi,, kabul edildi. Rusya ile Kırım Hanlığı ve Osmanlı İmparatorluğu arasında akdedilen "Bahçesaray barışı,, (1681) Rusya'nın Türkiye'ye yenilgisinin bir neticesi idi.
Petro'nun tahta seçilişi
Fedor'un ölümü üzerine, saray erkânı arasında, tahta geçirilecek şahıs yüzünden mücadele patlak verdi. Hastalıklı İvan'ı iltizam edenler, bu prensin annesinin akrabaları Miloslavski'lerdi. Petro'yu isteyenler de - annesinin kardeşleri - Narışkinler ve taraftarları idi. En büyük ve nüfuzlu ailelerden feodalizm devrinin son mümessillerinden biri olan knez Vasili V. Golitsın ise, Miloslavski'leri iltizam ediyor, İvan'ın tahta geçirilmesini istiyordu. Fakat, patrik Yoakim ve saray erkânının büyük bir kısmı Petro'yu tuttular. Petro, patrik tarafından "Kızıl Meydan„da, halk huzurunda, çar ilân edildi. Rus yurdunun "Mümessiller Meclisi „(Sobor) nin kararı alınmaksızın tahta çıkarılan Petro, büyük kardeşi İvan'ın haklarını çiğnemiş oluyordu. Bundan Miloslavski'ler faydalandılar ve hâkimiyeti ellerine almak için harekete geçtiler.
Streletsler isyanı ve halk ayaklanması
Prenses Sofya Miloslavski'lerle birlikte el altından, Moskova'daki "strelets,, (tüfekçiler, veya rus yeniçerileri) kıtalarını tahrik ederek, (1682) bir devlet darbesi hazırladı. Çarzade İvan'ın Narışkin'ler tarafından öldürüldüğü şayiası yayıldı; bunu yapan "hain boyar,, ları tecziye etmek üzere streletsler, 15 mayıs (1682) günü ayaklandılar, ve ellerinde öldürülmeleri lâzım gelen "boyarların,, adları yazılı bir liste ile Kremlin'e hücum ettiler. Petro'nun annesi Natal'ya, her iki Çarzadeyi (İvan ve Petro'yu) de Kremlin merdivenlerine çıkararak streletslere gösterdi ise de, askerler sükûnet bulmadılar, zorla Kremlin'e girdiler ve boyar Matveev'ten başka, Natal'ya Narışkin’nin biraderlerini de öldürdüler. Petro'nun gözü önünde cereyan eden bu vak'alar ona büyük bir tesir yaptı, ve bütün hayatı müddetince devam eden sinir buhranına ve kafasının titremesine sebeb oldu. Strelets'lerin isyanı birkaç gün sürdü. Paytahtın aşağı tabakası da ayaklandı, yağmalar yapıldı, ve bilhassa "Köylü işleri dairesi,, tahrib edilerek, köylü mükellefiyetlerinin kayıtlı olduğu defterler yok edildi. Strelets'ler her iki kardeşin, İvan ve Petro'nun, birlikte hâkimiyet sürmelerini kararlaştırdılar. Bununla, Rusya tahtına, birden iki çar çıkarılmış oldu; prensler küçük yaşta olduklarından, Sofya bunlara nezaret edecekti. Streletsler, 1682 yılı 15 mayıs vak'asını tebcil için, Kızıl Meydanda taştan bir " abide,, dikilmesini taleb ettiler. Ayaklanan askerlerin bütün istekleri yerine getirildi. Strelets'lerin başına da knez İ. A. Chovanski getirildi. Devlet işleri ise prenses Sofya ve Miloslavski'nin eline geçmiş oldu.
Prenses Sofyanın idaresi
Sofya, strelets'lere dayanarak, kardeşleri İvan ve Petro adlarına saltanat sürmeğe başladı. (1682-1689) Batı kültürünü benimsemekle tanınan, knez V. Golitsın, Sofya'nın gözdesi (ve aşıkı) sıfatiyle, devlet idaresinde nüfuz kazandı. Strelets'ler yeniden birtakım taleplerde bulunmağa başladılar: kendilerinin " saray hassa alayı „ derecesine çıkarılmalarını istediler, ve arzularını kabul ettirdiler. Strelets'lerin büyük bir kısmı "eski din,, (raskolnik) taraftarı idi; bunlar, Sofya'dan bir din münazarasının tertibini istediler; "devlet dini,, ve "eski din,, mensupları arasında yapılan münazara ve münakaşa esnasında, strelets'ler Sofya'yı ve patriki tahkir ettiler. Bunun üzerine "eski dinci„lerin başı yakalandı ve idam edildi. Bundan dolayı Sofya ile strelets'lerin arası açıldı. Bu defa Chovanski hâkimiyeti ele geçirmek teşebbüsünde bulundu. Sofya ise, streletslerin eline düşmemek için, 1682 ağustosunda Moskova'dan gitti, bir müddet Kolomenskoye köyünde kaldıktan sonra, kalın surları olan Savvo-Stovojev manastırına kapandı. Sofya, strelets'lere karşı, "dvoryan„ (çiftlik sahipleri) kıtalarına dayanıyordu. Müzakerelerde bulunmak bahanesiyle, Chovanski ve oğlu Sofya'nın yanına çağırıldılar ve her ikisi de yakalanarak, öldürüldüler. Bu durumdan telâşa düşen streletsler Kremlin'e kapandılar. Sofya kendine sadık "dvoryan,, ordusu ile streletslere karşı hücuma geçti; az sonra asî kıtalar teslim oldular, bunların ele başıları idam edildi, askerlerin bir kısmı Moskova'dan uzaklaştırıldı, Kızıl Meydandaki "Streletsler abidesi„de yıkıldı. Bu suretle, Sofya duruma tamamiyle hâkim oldu ve Golitsın ile birlikte devlet idaresini yürütmeğe devam etti.
Sofya zamanının en mühim vakalarından biri de, Rusya ile Lehistan arasında yeni bir "ebedî barışın,, akdidir. Osmanlı imparatorluğuna karşı yapılan "Mukaddes lttifak„a Rusya da katıldı (1686). Bu uzlaşmanın neticesi olarak, Golitsın'ın kumanda ettiği, rus kuvvetleri iki defa Kırım'a sefer açtılar (1687 ve 1689), fakat her iki sefer de Rusların hezimetiyle sona erdi. Bu başarısızlık yüzünden Sofya'nın mevkii epey sarsıldı; "dvoryan„lerden birçoğu kendisini iltizam etmemeğe başladılar; Sofya, bu defa yeniden strelets'lerle anlaşmak istediyse de, buna da muvaffak olamadı. Prenses gittikçe hâkimiyet iddialarını artırmıştı, resmî merasimler esnasında Çar kardeşlerle birlikte görünüyor, Çar'larla aynı derecede olduğunu belli etmek istiyordu; resmî muhaberatta, Sofya kendini "hükümdar,, diye tesmiye etmekten de çekinmiyordu. Fakat Petro'nun büyümüş olması ve taraftarlarının gün geçtikçe kuvvetlenmeleriyle, Sofya'nın mevkii sarsıldı, ve nihayet Petro tarafından hâkimiyetine son verildi.
Petro'nun Çocukluğu, Terbiye ve Tahsili
Sofya'nın nüfuz kazanması üzerine, Petro ve annesi (Natalya Narışkina) Kremlin sarayından uzaklaştırılmış vaziyette idiler. Gayet sağlam bünyeli, canlı ve çok akıllı olan Petro, çocukluğunu ekseriyetle, Moskova yakınındaki Preobrajenskoye köyünde geçirirdi. Kendisinin muntazam tahsil ve terbiye görmesine kimse tarafından itina edilmemişti. Diyak Zotov adlı, cahil biri Çarzadeye okuyup yazmağı öğretmeğe memur edilmişti. Alkole düşkün olan Zotov, Petro'yu yarım yamalak okuttuğundan, Petro doğru dürüst yazı yazmayı bile öğrenemedi, ve bütün hayatı müddetince cahil olarak kaldı. Buna mukabil, çok erkenden askerliğe, marangozluğa, gemiciliğe merak etti. Petro, Preobrajenskoye köyündeki çocuklardan, askerî "eğlence kıtaları,, teşkil ederek zamanını askerî oyunlarla geçirirdi. Bir müddet sonra "Preobrajenski,, ve " Semenovski,, adiyle iki " alay „ teşkil etti, ve eğlence arkadaşlarına askerî talimler yaptırarak, ileride Sofya'ya karşı kullanılacak iki alay hazırlamış oldu. Bu " eğlence alayları „ sonraları, rus muntazam ordusunun nüvesini teşkil ettiler.
Petro, 1687 de, İzmaylov köyündeki bir gölde, bırakılmış bir ingiliz kotrası bulmuştu. Alman mahallesinde yaşayan Hollanda'lı Timmerman ve Brandt, ona bu kotranın nasıl kul-anıldığını öğrettiler. Petro, bu kotra ile önce Yavuza nehrinde gezdi, sonra Preobrajenskoye'daki göle nakledildi. Petro'nun arzusu üzerine Brandt iki küçük firikite ve bir kotra daha yaptırdı, ve genç Çarın gemiciliğe canla başla sarılmasına yol açıldı.
Petro, alman mahallesindeki " Alman „ (Avrupalılar) larla sıkı münasebet tesis ederek, ekseri vaktini onlarla geçirirdi; bu suretle, erkenden Avrupa hayatını tanımak fırsatını bulmuştu.
“Alman „ lardan, Avrupa usulü askerliğin esaslarını, isthkâm ve denizcilik bilgilerini, matematik ve tabiî ilimlerin esaslarını öğrendi, ve bunların ehemmiyetini takdire başladı. Petro'nun çocukluğu, muhiti ve edindiği bilgileri, tamamiyle skolâstik bir zihniyet içinde ve dinî ruhta Kremlin'in havasız sarayları içinde büyütülen kardeşlerinkinden esas ihtibariyle farklı idi. Petro, meslek bakımından askerî teknisyen, matematikçi ve pratik bir adam olarak yetişti. 1689 başında, Petro'yu, Yevdokiya Lopuchina adlı bir boyar kızıyle evlendirdiler. Fakat Petro karısını hiç sevmedi, ve evlendikten sonra da, askerî eğlencelerine, gemiciliğine ve "Almanlarla,, dostluğuna devam etti. Bundan ötürü, yakınları onu muaheze ediyorlar, ahaliye de, Çarzadenin "gariblikleri,, tuhaf geliyordu. Petro 17 yaşını doldurunca, annesi ve akrabaların tazyikıyle Sofya'ya karşı cephe almak ve mücadeleye başlamak zorunda kaldı.
Sofya Hükümetinin Düşmesi, ve Petro'nun Hâkimiyeti Ele Alması (1689)
O sıralarda biri Kremlin'de Sofya'nın, diğeri Preobrajenskoye'da Petro'nun "sarayı,, mevcuttu, ve her iki "saray» arasındaki münasebetler gün geçtikçe gerginleşmişti. Knez Golitsin Sofya'nın gözünden düşünce, iş başına gayet kurnaz bir kimse olan, diyak Şaklovitı adlı biri getirilmişti. Şaklovitı, bu defa, Sofya'yı "taç giymeğe,, teşvike başladı ise de, "strelets„ler buna muvafakat etmediler; fakat Petro'yu hâkimiyetten uzaklaştırmak için hazırlıklar yapılmakta idi. Bu maksatla, 8 ağustos (1689) gecesi Kremlin'deki kıtalara harekete hazır olmaları emri verildi; bunun üzerine, Petro taraftarı iki "strelets,, Moskova'dan kaçarak Preobrajenskoye köyüne geldiler, ve yapılan hazırlıklardan Petro'yu haberdar ettiler. Petro müthiş bir korku içinde, geceliğini bile değiştirmeğe vakit bulamadan, Troitsk manastırına sığınmak için yola çıktı; "eğlence alayları „ da oraya geldiler. Halbuki Moskova'dan alınan haberin aslı çıkmadı; Petro ve taraftarları ise manastırda kaldılar: gün geçtikçe Petro'yu iltizam edenlerin sayısı arttı. Moskova'daki "Sucharev» strelets alayı Sofya'yı bırakıp, Petro tarafına geçti. Sofya adına Petro ile müzakerelerde bulunmak için gelen patrik Yoakim de Moskova'ya dönmedi; Golitsın de Moskova'yı terketti. Bunun üzerine Sofya, Petro ile konuşmak maksadiyle, Troitsk manastırına gelmek istediyse de, Petro'nun talebi üzerine yarı yoldan döndü. Kremlin'deki strelets kıtalarının, Petro tarafına geçmeleri neticesinde Sofya'nın durumu tamamiyle zayıfladı; knez Golitsın tevkif edildi, diyak Şaklovitı ise idam edildi. Petro'nun emriyle, Sofya da bir manastıra kapatıldı. Petro bu suretle vaziyete hâkim oldu ve hasta kardeşi İvan ile birlikte idareyi ele aldı. Fakat asıl hükümdar Petro idi.
Petro'nun saltanatı (1689-1725)
I.-Petro'nun1689 hâkimiyetinin başlangıcı; Azak seferleri, (1695 ve 1696)
Petro 1689 ağustosunda hâkimiyete geçtikten sonrasında "çocukluk eğlencelerini,, bırakmadı, eskisi gibi, askerlik oyunları ve gemicilikle meşgul oluyordu. Devlet işleri, annesi ve patriğrin elinde idi. Bu durum, Petro'nun annesi ölünceye kadar devam etti (1694). Bu müddet içinde Petro, Archangelsk'de bulundu ve hayatında ilk defa denizi gördü. Aynı zamanda "eğlence alaylarının talimiyle ciddî bir şekilde meşgul olmakta ve büyük ölçüde askerî manevralar tertib etmekte idi. Kojuchovo köyü yakınında yapılan böyle bir manevraya hakikî bir savaş süsü verilmişti. 1694 ten sonra devlet işleriyle ve ciddî meselelerle meşgul olmağa başladı. Askerlik hususunda kendisine İskoçyalı Gordon ve İsviçreli Lefort akıl hocalığı yapıyorlar, ve Petro'nun hareketlerine ön ayak oluyorlardı. Petro bunların teşvikiyle, büyük bir teşebbüse karar verdi: Rusya'yı "sıcak,, denizlere çıkarmak için harekete geçmek!. Bu maksatla, Osmanlı devletinden, Don nehri mansabındaki Azak kalesinin zabtı için sefer hazırlığına başlandı.
Moskova hükümeti, daha 1686 da "Mukaddes lttifak„a katılmakla, Türkiye'ye karşı düşmanca bir durum almıştı. Moskova Rusyasında "Türk düşmanlığının uzun zamandanberi mevcut olduğunu da görmüştük. 1687 yıllarında Kırım'a karşı sefer açmakla Rusya, Osmanlı İmparatorluğu ile de fiilen harbe başlamış oluyordu. Petro da Kremlin'deki "Türk düşmanlığı,, telkiniyle büyüdüğünden, Karadenize çıkmak ve Türkleri en nazik yerlerinden vurmak siyasetini benimsemiş, ve bu maksatla Azak kalesini zabtla büyük emellerini gerçekleştirmeğe karar vermişti. 1695 ilkbaharında, kalabalık bir rus ordusu Azak üzerine sevkedildi; Petro, sefere bizzat iştirak etti. Fakat, Türk kalesi, bütün rus hücumlarına muvaffakiyetle karşı koydu. Azak kalesine deniz yolu ile yardım gelmesi, rus başarısızlığının başlıca sebebi idi. Petro, kaleyi alabilmek için, gemilere ihtiyaç olduğunu yerinde gördü. Çar, Azak kalesini ele geçirmeğe kat'î kararını verdiğinden, ilk muvaffakiyetsizlikten yılmadı, Don nehrinin yukarı kısmında bir "donanma,, yaptırmaya karar verdi.
1695-1696 kışı ve ilkbaharında, Don nehrinin baş kısmındaki Voronej şehrinde, Petro'nun emriyle tersaneler kuruldu; Moskova'dan, gemi yapmasını bilen yabancı ustalar çağırıldı. Voronej çevresindeki köylüler, zorla orman kesmeğe sevkedildiler; Petro'nun sonsuz gayreti ve şiddetli emirleri sayesinde, 1696 ilkbaharında 30 harb gemisi hazırdı. Gemiler, karların erimesiyle suları kabaran, Don boyunca yüzdürüldüler. Kara ordusu da Azak kalesine doğru harekete geçirildi. Azak kalesindeki Türk garnizonu, Rusların çabucak geri dönmesini beklemiyordu, evvelki sene muhasara esnasında yapılan tahribat ta tamir edilmemişti. Bu sebepten ötürü Azak kalesindeki Türk kuvvetleri tamamiyle gafil avlandılar. Ruslar, kaleyi nehir üzerinden de tuttular ve denizden Türk gemilerinin geçmesine mâni oldular. Petro, "topçu,, sıfatiyle, kalenin muhasarasına bizzat iştirak etti. Gordon ve Lefort'un idaresindeki rus kuvvetleri ve gemileri, kısa bir zaman sonra, Azak kalesini teslim olmağa mecbur ettiler. Azak paşası "Vere,, ile kaleden çıktı ve Karadenizin "kilidi,, sayılan Azak, 1696 temmuzunda Rusların eline geçti. Petro, bu suretle büyük bir zafer kazanmış ve Karadenize çıkmak için ilk adım atılmıştı. Bu zafer, Moskova'da yapılan ve o zamana kadar misli görülmeyen bir gösteri ile tesit edildi. Rus kuvvetleri aynı zamanda Kırım'a karşı da harekete geçmişlerdi. Dnepr'in aşağı kısmı savaş sahnesi olmuştu.
Petro, Azak'ı almakla iktifa etmek niyetinde değildi. Kerç boğazını da ele geçirip Karadenize çıkmak istiyordu. Buna bir başlangıç olmak üzere, Azak denizi sahilinde, Don mansabındaa 60 km. bir mesafedeki Taygan mahallinde, Taganrog adiyle müstahkem bir deniz üssü ve limanı inşasına başlandı. Denize ulaşınca Rusya için bir donanmaya ihtiyaç vardı. Bundan dolayı, Petro, Azak seferinden dönünce rus donanması inşasını kararlaştırdı, ve bunun ahali tarafından yaptırılmasını emretti. Bu maksatla "kumpanya,, (şirketler) lar kuruldu. Beher 10.000 köylü evi - bir harb gemisi tüccarlar ve şehir ahalisi hepsi birden 12 gemi yapacaklardı. Voronej'de kurulan tersanelerde çalışmak üzere Venedik, Danimarka, İsveç ve Hollanda'dan ustalar çağırıldı, kaba işler için ise binlerce köylü getirildi. Bu gemi inşaatı, rus ahalisi üzerine çok büyük bir mükellefiyet ve angarya idi. Fakat, Petro'nun kesin emirleri ve şiddetli tedbirleri karşısında kimse ses çıkarmadı. Bir taraftan gemi inşaatına başlamışken, aynı zamanda gemi yapmayı ve idare etmeği öğrenmek için, asilzadelerden bazı gençler Avrupa'ya tahsile gönderildiler. Petro Avrupa tekniği yardımiyle, Karadenizi Türklerden almak istiyordu.
«Buyuk elçilik» ve Petro'nun Türklere karşı müttefikler araması. Petro'nun seyahati (1697 -ilk baharı- 1698 ağustos)
Türklere karşı mücadelede yeni müttefikler bulmak ve Nemçe Çarlığını savaşa devama teşvik maksadiyle, Petro, 1697 ilkbaharında Avrupa saraylarına gitmek üzere, Lefoıt'un başkanlığında büyük bir elçi hey'eti göndermeğe karar verdi. Çar kendisi de Preobrajenski alayı yüzbaşısı Petr Michaylov adiyle elçi hey'etine karıştı ve Avrupa seyahatine çıktı. Elçilik hey'eti Prusya üzerinden Hollanda'ya vardı. Petro, Amsterdamm'daki tersanede, bizzat gemi yapı işlerinde çalıştı; bir müddet Amsterdamm'da kaldı ve gemi yapmayı pratik olarak öğrendi. Sonra İngiltere'ye geçti; gemicilikten başka, ingiliz fabrikaları, tophane, müzeler ve laboratuarlarla yakından ilgilendi. Çar, bu seyahati esnasında Avrupa hayatını, teşkilâtını yakından görmek ve öğrenmek fırsatını bulduğundan fevkâlade istifade etti. Fakat Petro, diplomatik sahada umduğunu tahakkuk ettiremedi. İngiltere ve Fransa sarayları Türklere karşı düşmanlık izhar etmediler. Avusturya da Osmanlı İmparatorluğu ile barış akdetmek üzere idi. Tam bu sıralarda, streletslerin isyan ettikleri haber alındığından, Petro, alelâcele Moskova'ya dönmek zorunda kaldı. Lehistan'da kral I. August (Nalkıran) ile yaptığı görüşmeler neticesinde, Çar futuhat sahasını değiştirmeğe, ve bu defa Lehistan'la birlikte, İsveç'e karşı harb açarak, Baltık denizi sahillerini ele geçirmeğe karar verdi.
Petro'nun Avrupa'ya gidişi, rus halkı arasında birçok dedikodulara, şayialara ve nihayet memnuniyetsizliğe yol açmıştı. Bundan, streletsler faydalandılar ve ayaklandılar. İsyan bastırılmış ve birçok strelets idam edilmiş olmasına rağmen, Petro Moskova'ya dönünce, yeniden takibat yaptırdı ve streletsleri idam ettirdi. "Rus yeniçerileri bu suretle ortadan kaldırılmış oldular. Rusya'da artık Petro'ya karşı koyacak hiçbir kuvvet ve zümre kalmamıştı.
Petro, 1698 sonbaharında Rusya'ya dönünce hemen yeniliklere başladı. Yüksek tabakanın Avrupa biçimi giyinmeleri ve sakallarını tıraş etmeleri emredildi. Sakal taşımak hakkı, ancak ruhanilere ve köylülere bırakıldı. O zamana kadar Rusya'da, Bizans'tan gelen " Dünya yaradılışına „ göre yürütülen takvim kullanılır ve 1 eylül sene başı sayılırdı. Bu defa, 1 ocak 1700 den itibaren, milâdî senenin kabulü emredildi. Petro, Rusya'yı "Avrupalılaştırma,, hareketine başlamış bulunuyordu. Bu hususta, Lefort ve Gordon gibi yabancılar kendisine akıl hocalığı yapıyorlar ve Petro'yu yenilikleri tatbik için teşvik ediyorlardı. Petro bir taraftan, Rusya'ya Avrupa tekniği, kıyafeti ve kültürünü sokmaya çalışırken, aynı zamanda Rusya'yı denize ulaştırmak maksadiyle de faaliyete başladı; bu ise ancak harb yolu ile mümkündü.
Rus-Türk Barışı İstanbul (1700)
Petro, 1695 te Azak kalesine karşı harekete geçtiği zaman, Rusya ya Karadeniz yolunu açmak istemişti. Azak kalesinin ele geçirilmesiyle, bu gaye tahakkuk ettirilemedi; çünkü Kerç Boğazı Türklerin elinde bulunuyordu. "Mukaddes İttifak „ devletlerinin (Venedik, Avusturya ve Lehistan) Osmanlı İmparatorluğu ile barış akdi için müzakereye başlamaları, Petro'nun plânlarını bozdu. Çar, uzlaşmaya mani olmak istediyse de muvaffak olamadı; 1699 da Karlofça barışı aktedildi. Karlofça müzakerelerine Ruslar, iştirak ettilerse de, Kerç Boğazını istemeleri yüzünden bir anlaşmaya varılamadı; ancak iki yıllık bir mütareke akdedildi. Petro kendi başına Türkiye'ye karşı harbi devam ettiremeyeceğini ve Karadenize çıkamayacağını anladığından bu defa isveç'ten Fin ve Riga körfezleri sahasını almağa karar verdi. Bundan dolayı, İstanbul'a bir murahhas heyeti göndererek, Babıâli ile barış akdine de acele etti. 1700 de yapılan bu barışa göre, Azak kalesi Rusların elinde kalıyor, Aşağı Özü (Dnepr) boyunda Rusların eline geçen bazı kaleler Türklere iade ediliyor, ve Çar'a İstanbul'da daimî bir elçi bulundurmak hakkı veriliyordu. 1700 yılı İstanbul barışı, Rusya'nın Türkiye'ye karşı ilk zafer barışıdır. Osmanlı devleti, Azak gibi mühim bir kaleyi bırakmakla, Azak denizi çevresindeki hâkimiyetinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Bu barışın icabı olarak, İstanbul'da daimi bir elçilik ihdas edildi ve ilk elçi olarak P. A. Tolstoy İstanbul'a geldi (1702 başı).
Kuzey harbi nin başlangıcı (1700-1721)
Rusya, Lehistan ve Danimarka birden İsveç'e karşı, harekete geçtiler. Leh kralı II. August (Nalkıran) Riga, Petro da Fin körfezindeki Narva üzerine yürüdüler. Müttefikler, İsveç'in başında çok genç bir kralın bulunmasından ve İsveç'te iç meseleler dolayısıyle güçlükler zuhur etmesinden faydalanarak, çok az bir zamanda harbi bitireceklerini ve İsveç'ten istedikleri yerleri alacaklarını umuyorlardı. Fakat durum tamamiyle aksi istikamette gelişti. İsveç kralı XII. Karl (Demirbaş Şarl), genç olmasına rağmen, büyük bir kumandan olduğunu göstermekte gecikmedi. Anî bir hücumla, evvelâ Danimarkalıları yendi ve barışa zorladı; sonra, hiç beklenmediği bir zaman, gayet az kuvvetlerle, Narva'yı kuşatmış olan çar Petro'nun ordusuna saldırdı ve 30 kasım 1700 tarihinde, 40 bin kişilik rus ordusunu imha etti. Bunu müteakib, Lehistan üzerine yürüdü ve birkaç meydan muharebesi kazandıktan sonra Lehistan'ı işgal etti. II. August'u leh tahtından vazgeçmeğe zorladı, ve krallığa Stanislas Leszczynski'yi getirdi. XII. Karl, evvelâ Lehistan meselesini kökünden halletmek, burada rus düşmanı bir hükümet kurmak istemişti : ancak bundan sonra Rusya üzerine bir sefer açarak, Moskova'yı almak, Petro'yu tahtından indirmek ve Rusya'yı "komşularına zararsız,, bir hale getirmek istiyordu. Halbuki Lehistan meselesinin halli uzadı. Bu yüzden XİI. Karl tam altı yıl leh işleriyle meşgul olmak zorunda kaldı. Bu zaman zarfında ise, Petro yeniden kuvvet toplamak, silâh hazırlamak ve karşı taarruza geçmek imkânını buldu.
Fin körfezinin Ruslar eline geçmesi; St. Petersburg'un tesisi (1703)
Pedro, XII. Karl'ın Livonya'da ve Lehistan'da bulunmasından faydalanarak, Narva hezimetinde imha edilen rus ordusu yerine, yeni bir ordu teşkiline girişti. Rusya'da insan çok olduğundan az zamanda asker toplandı; şiddetli ve zecrî tedbirlere başvurularak, 1701 yılı sonuna kadar, 300 top döküldü; askerler, yabancı zabitler tarafından talim ettirildiler. Bunun üzerine Petro, 1702 de Ladoga'dan Neva'nın çıktığı yerde bir isveç kalesi olan Nöteborg'u hücumla aldı ve buraya Schlüsselburg adını verdi; 1703 mayısında da Neva'nın mansabındaki bir isveç karakolu zaptedildi. Bununla Ruslar, Fin körfezine ayak basmış oldular: Petro, en büyük gayelerinden birine kavuşmuştu. 16 mayıs 1703 tarihinde, Neva kıyısında Petropavlovsk kalesinin temeli atıldı, aynı zamanda burada bir şehir kurulması da kararlaştırıldı. Şehire St. Petersburg adı verildi. Buranın müdafaası için de Kotlino adasında, Kronştat (Kronstadt) kalesi inşa edildi. 1703 te, Ruslar Kopor'ye ve Yamburg'u alarak deniz sahili boyunca ilerlediler. 1704 yılında da Narva kalesi Rusların eline geçti, Dorpat (Yur'yev) ta zaptedildi. Bu suretle Neva'nın mansabı ve Fin körfezinin mühim bir kısmı Ruslar tarafından sağlamca tutulmuş oldu. Mamafih, harp sona ermiş değildi. XII. Karl'ın, Ruslara şiddetli bir darbe indirmek için hazırlandığı biliniyordu. Bundan dolayı, Petro, Rusya'daki bütün insan kuvvetlerini ve tabiî kaynaklarını son haddine kadar istismar etmekte ve İsveçlileri karşılamak için bütün gayretini ve tükenmez enerjisini sarfetmekte idi.
Ahaliden gittikçe çok vergi alınmakta ve halka ağır mükellefiyetler yükletilmekte, küçük bir itaatsizlik çok ağır bir şekilde cezalandırılmakta ve harbin masrafları ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere, yeni yeni tedbirlere başvurulmakta idi. Bir taraftan kıtaların yetiştirilmesine azami hız verilmişken, diğer yandan devlet idaresinde de birtakım yenilikler, Avrupa teşkilâtı tatbik edilmekte idi. Vergiler, mükellefiyetler ve askerlik hizmetinin şiddetlenmesi üzerine, ahali arasında memnuniyetsizlik çoğaldı ve yer yer isyanlar başladı. Hele Don Kazakları, Moskova rejiminin şiddetinden bizar olmuşlardı. 1705 de Astrachan'da büyük bir isyan patlak verdi, fakat çok kanlı bir şekilde bastırıldı. 1705 te Başkurtlar ayaklandılar, buna Orta İdil sahasındaki Kazan Türkleri ve gayrı rus kavimleri de katıldılar. Başkurtlar, İstanbul'a elçi göndererek Osmanlı padişahından yardım bile istediler; bu ayaklanma, ancak 1711 de bastırılabildi. 1707 de Don Kazakları "atamanı,, (şefi) Bulavinin idare ettiği bir ayaklanma geniş bir ölçü aldı ve güçlükle bastırılabildi. Kazakların da Osmanlı devletiyle münasebet tesis ettikleri ve yardım istedikleri biliniyor. Fakat, Babıâli, Rusya ile mevcut barış ahkâmına aykırı hareket etmekten çekindiğinden, gerek, başkurt ve gerek kazak müracaatları neticesiz kaldı.
XII. Karl'ın rus seferi ve Poltava hezimeti (8 temmuz 1708)
XII. Karl, 1707 de askerî hazırlıklarını bitirdikten sonra, Rusya yı yola getirmek maksadıyle, büyük ölçüde bir sefer açtı. 1708 kış ve ilkbaharında Lehistan tamamiyle Ruslardan temizlendi. Rus ordusu Dnepr nehrinin doğusuna çekildi. Ruslar bu defa, sınır boyunca 60 km. genişliğindeki sahayı kendileri tahrib ettiler ve isveç ordusuna barınacak hiçbir yer bırakmadılar. Riga'dan, general Levenhaupt tarafından, isveç ordusu için getirilmekte olan cephane ve ağırlık geciktiğinden XII. Karl bu defa hareket plânını değiştirdi ve Moskova üzerine yürümekten vazgeçerek, 1707-1708 yılı kışını Ukrayna'da geçirmeğe karar verdi. Bir müddet önce, Ukrayna hetmanı Mazepa ile XII. Karl arasında gizli bir anlaşma yapılmıştı; hetman, Ukrayna'yı rus tahakkümünden çıkarıp, İsveç himayesinde bir devlet kurmak istiyordu. 1707 sonbaharında isveç kralının Ukrayna'ya yürümesi üzerine, Mazepa, Petro'ya karşı harekete geçtiğini ilân etti. Fakat, rus kuvvetleri âni bir yürüyüşle, Mazepa'nın paytahtı olan Baturin şehrini zapt ve buradaki hububat ve silâh stoklarını imha ettiler. Ukrayna'nın diğer şehirlerindeki stoklar da Rusların eline geçti. Bunun üzerine, Ukrayna ahalisi ve Kazaklarının büyük bir kısmı Mazepa'nın arkasından gitmediler; XII. Karl yardım istemişti. Fakat, III. Ahmet ve sadrâzam Çorlulu Ali paşa, XII. Karl'a yardım göndermek istemediler; Devletgerey hana da, İsveçlilere katılmaması için emir verildi. Buna bakmaksızın, isveç kralı, küçük bir ordusu ile Rusları yenebileceğine inanıyordu. 27 haziran (8 temmuz) 1708 tarihinde, 17.000 kişilik İsveç ordusu, 50.000 kişilik rus ordusu üzerine saldırdı. Meydan muharebesinden üç gün önce XII. Karl yaralanmıştı; bundan ötürü, muharebeyi istediği gibi idare edemedi, isveç generalleri de verilen emirleri vaktinde ifa edemediler ve lüzumsuz bazı hareketlerde bulundular. Bu sebepten, Poltava meydan muharebesini isveçliler kaybettiler.
XII. Karl, Levenhaupt'un kumandasındaki 14.000 kişilik süvari kuvvetlerin Kırım'a çekilmesini emrettikten sonra, kendisi, Mazepa ile birlikte, Osmanlı topraklarına, Bender'e iltica etti; isveç süvari kuvvetleri ise Kırım'a varamadılar ve Perevoloçna mevkiinde Ruslara esir oldular. Bu suretle, Poltava zaferiyle Rusya isveç tehlikesinden kurtulmuş oldu.
Bu zafer, Rusya'nın durumunu birdenbire değiştirdi. Ruslar, müdafaadan taarruza geçtiler. Kısa bir zaman içinde, Lehistan yeniden rus kuvvetlerinin eline geçti; isveç dostu Stanislas Leszczynski Lehistan'ı bıraktı II. August tekrar kral oldu. Petro Estonya ve Livonya'yı zapt için harekete geçti. Çar'ın kuvvetleri, II. August ve Danimarka kıtalariyle işbirliği yapmak ve Kuzey Almanya'daki İsveç'e ait şehirleri almak üzere Almanya'ya girdiler. Poltava zaferi, Ruslara Avrupa yolunu açmış ve Rusya'nın Doğu Avrupa'da yeniden hegemonya kurmasını mümkün kılmıştı; hele St. Petersburg, artık her türlü tehlikeden kurtarılmıştı. Bütün bu sebeblerden ötürü, Poltava zaferi, rus tarihinin en mühim vak'alarından birini teşkil etmektedir. Mamafih, bu zaferin neticeleri az daha hiçe iniyordu. Rusya bu defa Osmanlı İmparatorluğu ile harbe tutuşmuş, Isveçe karşı mücadele devam ederken, ister istemez yeni bir sefer açmak mecburiyeti hasıl olmuştu.
Prut seferi, Petro'nun yenilgisi ve Prut barışı
Temmuz da, Ukrayna'da bulacağını ümit ettiği yardımı ele geçiremedi. 1708 yaz başında, XII. Karl, Poltava şehrini muhasara etti. Rus kuvvetleri de buraya toplanmışlardı. İsveç kralı, Kırım hanı (Devletgerey) ve Bender muhafızı Yusuf paşa ile münasebet tesis etmiş, Ruslara kat'î darbe indirmek için KraI ( Demirbaş Şarl ) Bender'e gelince, rus tehlikesinin mahiyeti üzerinde Babıâli'nin dikkat nazarını çekti ve iki yıl süren gayretten sonra, nihayet Osmanlı Devletini Rusya'ya harp ilânına ikna edebildi. Zaten Demirbaş Şarl'ın, Bender'de fazla kalmasının esas sebebi de bu idi: Rusya ancak, Türk kuvvetleriyle yenilebilirdi. XII. Karl, Lehistan'ı, Ukrayna'yı ve Baltık eyaletlerini rus tahakkümünden kurtarmak, İsveç, Lehistan ve Türkiye arasında Rusya'yı daimî bir kontrol ve baskı altında tutacak bir devletler "blok„unun meydana getirilmesini istiyordu; bu yapılmadığı takdirde, her üç devletin de Ruslar tarafından tehlikeye düşürüleceğini evvelden haber vermişti. 1711 ilkbaharında, 100 bin kişilik bir Türk ordusu, Baltacı Mehmed paşanın kumandasında harekete geçti; Kırım kuvvetleri ise Dnestr boyunda Rusları karşılamağa hazırlandılar. Buğdan beyi Dimitri Kantemir, Türklere ihanet edince Ruslar kolaylıkla Buğdan'a girdiler. Petro, burada bol miktarda yiyecek bulacağını ümit etmişti, fakat umduğunun hilâfına çıktı. Bunun üzerine rus ordusunda müthiş kıtlık başladı; Petro, Tuna üzerindeki ibrail şehrinde bulunan Türk zahire anbarlarını ele geçirmek maksadiyle süvari kuvvetlerini esas ordudan ayırdı ve önden gönderdi. Rus ordugâhında, Türkler hakkında hiç malûmat alınamıyordu; halbuki Baltacı Mehmed paşa, tatar atlıları sayesinde, Çar'ın hareketi hakkında günü gününe haberdar ediliyordu. Petro, Türk ordusunu Tuna boyunda karşılayacağını ve Baltacı Mehmed paşayı yenerek, Türkleri barışa zorlayacağını ummuştu. Rus ordusu, iaşe teminini kolaylaştırmak mülâhazasiyle üçe bölünmüştü. Petro, Yaş şehrinden hareketle, Prut nehrinin sağ sahilini takiben Tuna boyuna inmekte iken, Türk ordusu karşısına çıkıverdi. Bunun üzerine, Ruslar çekilmeğe başladılar. Fakat Devletgerey hanın süratli manevraları neticesinde Rusların ricat yolları kesildi ve Çar, 38.000 kişilik bütün kuvvetiyle Pagunluk mevkiinde, Prut boyundaki bataklık bir sahada kuşatıldı (21 temmuz 1711).
Türkler hem asker, hem toplarının sayısı bakımından, Ruslara nisbeten dört misli fazla idiler. Rus ordusunun yarısından fazlası muharebe kabiliyetini kaybetmiş, yorgun ve açtı. Türk topları rus ordugâhını her taraftan ateş altına almış, Baltacı Mehmed paşa "yürüyüş,, emrini vermek üzere iken, Ruslar barış müzakerelerine başlamak için murahhaslar gönderdiler ; Devletgerey hanın ve İsveç kralının Osmanlı ordusundaki mümessillerinin muhalefetine bakmaksızın, Baltacı Mehmed paşa, kâhya Osman ağanın telkini ve teşvikiyle, Ruslarla barış akdetti (22 temmuz 1711). Çar Petro, böylelikle, esir düşmekten kurtulduğu gibi, rus ordusunu da kurtarabildi. Prut barışının en mühim maddeleri: Azak kalesinin Türklere iadesi, Aşağı Özü (Dnepr) boyundaki rus kalelerinin yıkılması, Rusların Lehistan'dan çekilmeleri, İsveç kralına Lehistan üzerinden serbestçe memleketine dönmek hakkı verilmesi. Prut barışı askerlik bakımından Rusların büyük bir hezimeti neticesi olmakla beraber, diplomasi itibariyle büyük bir rus zaferi idi. Ruslar, ancak, "kâğıt üzerinde,, Türklerin bütün isteklerini yerine getirmişlerdi; Osmanlı ricalinden bir kısmı rüşvet ve vâadlerle elde edilerek, Babıâlinin, İsveç kralını yüz üstü bırakılmasına yol hazırlanmıştı. Baltacı Mehmed paşanın cehaleti ve cesaretsizliği, Petro'nun ve rus ordusunun, dolayısiyle Rusya'nın, muhakkak bir yıkımdan kurtarılmasına imkân verdi. Ruslar, Azak kalesini kaybettilerse de, muhafaza ettikleri orduları ve enerji kaynağı olan Çar Petro sayesinde, Baltık denizi sahillerinde ve Kuzey Almanya'da İsveç'e karşı muvaffakiyetli harblerini devam ettirmek imkânını kazandılar. Prut felâketinden kurtulan Çar, hemen Lehistan üzerinden Almanya'daki harb sahasına gitti.
Rusyada "İmparatorluğun» ilânı (1721)
Kuzey: harbinin sonu Niştat barışı (1721)
Petro ve ordusu Prut'ta imha edilmekten kurtulduktan sonra, Ruslar isveç harbine hız verdiler. Bu defa rus donanması Baltık denizinde harekete geçti, isveç donanmasının büyük bir kısmı, Danimarkalılar tarafından tahrib edilmiş olduğundan, Ruslar hareket serbestisine maliktiler. Gonhud yakınında, rus donanması isveç donanmasını mağlûb etti (1714); Ruslar Aland adalarını ele geçirmekle Baltık denizinde de hâkimiyeti ele aldılar. Pomeranya ve Meklenburg'daki isveç şehirleri, Danimarka, leh ve rus kuvvetleri tarafından zaptedildi. Bu sıralarda Rusya ile ingiltere'nin arası gittikçe açılmağa başladı; buna mukabil Petro Fransa'ya yaklaşmak siyasetini ele aldı ve bu maksadla 1717 de Paris'e gitti; çünkü ingiliz devlet adamları Rusların Almanya'daki fazla ileri giden muvaffakiyetlerinden kuşkulanmışlardı; İngilizler, İsveç'in tamamiyle mahvolmasını istemiyorlardı; bundan ötürü Ruslara karşı düşmanca vaziyet alarak isveç'i desteklemeğe başladılar; hatta 1720 ve 1721 yıllarında ingiliz donanması Baltık denizine girdi ve İsveç'i rus hücumundan koruyacağını ilân etti. İngilizler İsveç'le Rusya arasında bir tavassut teklifinde bulundularsa da Petro bunu kabul etmedi ve İsveç'e karşı harp hareketine devam edildi. Stockholm'e yakın bir yerde rus kuvvetlerinin karaya çıkmaları üzerine İsveçliler barış müzakeresine başlamak zorunda kaldılar. Uzun müzakekerelerden sonra Fransa'nın tavassutu ile Finlandiya'daki Niştat şehrinde Rusya ile İsveç arasında barış aktedildi (1721). Buna göre, Livonya, Estonya, İngriya, Finlandiya'nın bir kısmı (Vıborg şehri dahil) Rusya'nın elinde kaldı. Petro, bu suretle, Moskova hükümetinin Korkunç İvan zamanındanberi ele geçirmek istediği yerleri zaptetmiş, ve Rusya'ya Baltık denizi sahillerini kazandırmış oldu. Bu büyük zafer, Petersburg'da ve Moskova'da yapılan büyük şenliklerle tes'it edildi. 22 kasım 1721 tarihinde, Senato, Petro'ya "Bütün Rusya imparatoru,, "Vatanın babası,, ve "Büyük,, lâkabını verdi. Rusya, Avrupa devletleri arasında kuvvetli bir mevki kazandı ve Doğu Avrupa'nın en kudretli bir devleti oldu.
Petro'nun Şark politikası: Derbend, Bakû Mazenderan'ın Ruslar tarafın zaptı.
Prut hezimetinden sonra, Petro Osmanlı Imparatorluğu ile herhangi bir ihtilâftan çekindi. 1712 de Azak kalesi Türklere iade edildiği gibi, Azak denizi kıyısında rus donamasının dayanak noktası olan Taganrog (Taygan) kalesi yıkıldı, ve rus donanması da lâğvedildi.
Bu suretle, Rusların Karadeniz'e çıkmalarının önü alınmış oldu. Buna mukabil Petro, Hazar denizi sahilleri boyunca rus fütuhatını genişletti. Bu münasebetle, hatta Rusya ile Türkiye İstanbul'daki fransız elçisinin tavassutu ile, İran'a karşı anlaştılar (1721). 1722-1723 te rus ve Türk kuvvetleri İran'a hücüm ettiler. Rusya ile İran arasında, Petersburg'da yapılan barış şartları mucibince, İran hükümeti, Derbend ve Bakû şehirlerinden başka, Hazar denizinin güneyindeki Geylan, Mazenderan ve Astrabad bölgelerini Rusya'ya bırakmak zorunda kaldı. Rusya, bu suretle, Kafkasların güneyine kadar inmiş oldu. Petro, Türkistan Hanlıkları ile de yakından ilgilendi. Doğu Türkistandaki Yarkend şehri civarında çok zengin altın madeni bulunduğunu haber alan Petro, 1715 te buraya askerî bir ekspedisyon gönderdi ise de, bu hareket muvaffakiyetsizlikle bitti. 1717 de Hiva'yı ele geçirmek maksadiyle 3.650 askerden ibaret bir kuvvet yollandı; fakat rus askerlerinin ancak küçük bir kısmı geri dönebildi. Hazar denizinin doğu sahilinde birkaç yerde rus tahkimli karakollarının tesisi, Petro zamanında vukubuldu; bunlardan en mühimi Bolhan körfezi girişindeki Krasnovodsk idi. Petro'nun idaresinde, rus fütuhatı, Baltık denizi ve Hazar denizi istikametinde gelişmiş, Rusya "emperyalist,, bir devlet olmak yolunda sür'atli adımlarla ilerlemeğe başlamıştı.
Rusya'da Petro tarafından yapılan yenilikler
Ordu ve donanma
Petro daha çocukluğunda, Preobrajenskoye köyünde başladığı "askerlik oyunları„ ile, muntazam rus ordusunun nüvesini kurmuş ve asker taliminde, Avrupalı zabitlerden istifade etmeğe başlamış, bu hususta Iskoçyalı Gordon'un Petro'ya hocalık ettiğini söylemiştik. Azak kalesi alınırken, yeni usul talim gören kıtaların muvaffakiyetli hareketleri görülmüştü. Fakat Narva meydan muharebesinde, 40 bin kişilik rus ordusunun 7-8.000 kişilik isveç kuvveti tarafından yenilmesiyle, rus ordusunun askerî kıymeti olmadığı da görüldü. Petro, hezimetten ders alarak yeni bir ordunun tanzimi ve silahlandırılmasına fevkalâde ehemmiyet verdi; bu maksatla Almanya'dan çok miktarda askerî mütehassıslar ve teknisyenler celbedildi. Rusya'da yer yer isyanlar çıkması üzerine bunları bastırmak için çok miktarda askere ihtiyaç olduğu gibi, Kuzey harbi devam ettiğinden büyük bir orduyu ayakta tutmak mecburiyeti vardı. Bu durum karşısında, Petro, 1705 yılındanberi, 20 köylü evinden bir nefer (er) alınmak üzere askerlik mükellefiyeti koydu; 1708 de ise, 40 haneden, sonraları 75 evden bir nefer alınması için ferman çıktı. Kur'a efradının toplanması yerli idare organlarına yükletildi; köylü cemaatleri ise her vasıta ile askerlik mükellefiyetinden kaçınıyor, hükümete doğru malûmat vermiyorlardı; köylülerden, asker olmamak için yerlerini, yurtlarını bırakıp gidenler de çoktu. Bunları önlemek için hükümet tarafından gayet şiddetli tedbirlere başvuruldu. Orduda —neferlere gayet fena bakıldığı ve kötü giyindirildiğinden— asker arasında ölenler pek çoktu. Avrupalı subayların gayretleri sayesinde rus "mujik,, lerinden iyi askerler yetişmeğe başladı; harbin uzun sürmesi rus ordusunun askerlik tecrübesini artırdı. Poltava meydan muharebesinden sonra rus ordusu, Avrupa'nın en kuvvetli orduları sırasına yükselmiş bulunuyordu.
Petro'nun, daha küçük iken, "denizciliğe,, merak ettiğini görmüştük. Çar'ın bu merakı bütün hayatı müddetince devam etti. "Azak,, zaptedilirken, Voronej'de yapılan "harb gemileri„nin en mühim rol oynadığını da söylemiştik. Ruslar Azak denizine ayak basınca, "Azak donanması,, adiyle ilk rus harb flotilası inşa edildi. Bunu meydana getirmek için rus ahalisi ve bilhassa Kazan Türkleri, ağır mükellefiyetlere mecbur tutuldular. Azak denizi sahilinde, Taganrog limanı rus donanmasına üs oldu. Petro, ilk fırsatta rus gemilerini Karadenize çıkarmayı tasarlıyordu; fakat Prut hezimeti neticesinde, Rusların Azak denizi sahilinden koğulmalarıyle ilk rus donanmasının hayatı da sona erdi. 1703 de, Neva'nın mansabı Rusların eline geçmesiyle, Fin körfezinde de donanma inşasına başlandı. İsveç'i yenmek için kuvvetli bir harb filosuna ihtiyaç olduğundan, Petro, bu işe çok ehemmiyet verdi. Petro'nun hâkimiyetinin sonlarında rus Baltık donanması 48 büyük harb gemisi ile 787 galer (kürekle çekilen) den ibaretti. Petro, bütün saltanatı müddetince, rus ordusu ve donanmasını her şeyin üstünde tutmuş ve yaptığı bütün yenilikler esas itibariyle, rus ordusunu kuvvetlendirmek içindi.
Ekonomi sahada yenilikler
Petro'nun 1695 de Osmanlı Devletine karşı başladığı harbi, 1700 de isveç e karşı savaş takib etmişti; isveç harbi 1721 e kadar sürdü, sonra 1722 - 1723 de İran'a karşı bir sefer açıldı. Bu suretle, Petro'nun saltanatı, üç yıl müstesna, hep harblerle geçti. Ordu ve donanmayı teçhiz için, Petro, o zamana kadar misli görülmemiş bir ölçüde, fabrikalar ve imalâthaneler tesis ettirdi. Rusya'nın tabiî ve insan servetlerinden âzami derecede istifadeye çalışıldı. Petro, Batı Avrupa'dan her çeşit mütehassıs celbetmek suretiyle, Rusya'nın ekonomik hayatı ve faaliyetini kökünden değiştirecek tedbirler aldı. Yeni doğmakta olan rus sanayiini himaye ve Batı Avrupa rekabetinden korumak maksadiyle "Merkantilizm,, politikası esas tutuldu; kıymetli madenlerin Rusya'dan ihracı yasak edildi. Çok defa devlet parasiyle fabrikalar açılmakta, veya hususî şahıslara devlet kasasından kredi verilmekte idi. Devlet veya hususî şahıslar tarafından işletilen imalâthanelerde (manufaktura) köylülerin amele sıfatiyle çalışmaları için kanunlar çıkarıldı. Sanayiin tesisi, fabrikaların kurulması, köylü zümreleri için gittikçe ağır bir yük olmağa başladı. Petro idaresinin sonlarına doğru Rusya'da 200 kadar fabrika ve imalâthane açılmış bulunuyordu; bunlardan bazılarında 1.000 den fazla işçi çalıştırılırdı. Fabrikalarda, çuha, keten, yelken imal edilmekte idi. Demir ve silâh işleyen fabrikalar da çoktu. Urallarda kurulan demir madeni işletmelerinde, Rusya'nın ihtiyacından başka, ihracat için de demir hazırlanıyordu. Petro'nun emriyle Rusya'nın her tarafında maden arama işine ayrıca hız verildi, ve bu sahada çok büyük muvaffakiyetler elde edildi. Sanayiin ilerlemesi için» ziraat işlerine de ehemmiyet verilmesi lâzımgeldiğinden, Petro'nun idaresinde bu sahada da büyük terakkiler elde edildi. Aynı veçhile, ticaretin arttırılmasına bilhassa önem verildi; Petro, yabancı gemileri Petersburg limanına celb için, buraya getirilen ticaret eşyasını daha az gümrüğe tabi tuttu. Petersburg'u Rusya'nın iç eyaletleriyle bağlamak maksadiyle bir kanal açıldı.
Petro, malî ve vergi sahasında da büyük değişiklikler yaptı. Çar, harb masrafları için, ahaliden mümkün olduğu kadar çok para çekmek isteğiyle, eski mir(cemaat) sistemi yerine, "kafa vergisi,, usulünü koydu. 1710 da umumî nüfus sayımı yapılarak, vergi ödeyecek kimselerin mikdarı tesbit edildi; 1724 de bu sayı bir daha kontrol edildi ve köylülerle, şehir etrafında yaşayan ve vergiye tabi olanların adedi 5,5 milyon kişi olduğu tesbit edildi; her insan başına yılda 74 köpek vergi kondu; bu suretle toplanan para bütün devlet gelirinin % 54 ünü teşkil ediyordu; "kafa,, vergisinin tatbiki hususunda Petro, fransız sistemini örnek almıştı.
İçtimaî sınıflar» «dvoryan» lar, tüccarlar, köylüler
Petro tarafından alınan tedbirlerle, „dvoryan„ (küçük asilzade, çiftlik sahipleri) sınıfının rus devlet idaresi sisteminde üstün bir durum kazanması temin edilmiş oldu. 1714 de çıkarılan bir fermanla "pomest'ye,, (hizmet devam ettiği müddetçe istifade edilen arazi) ile "votçina,, (verasetle geçen arazi) arasındaki fark kaldırıldı ; her ikisi de bir şekle bağlanarak, veraset tarikiyle babadan ancak bir oğula geçen arazi olarak tesbit edildi. Bununla, "dvoryan,, ailelerinin çiftlikleri parçalanmaktan kurtuldu: toprak (vasiyetnâmede ayrıca tesbit edilmediği halde) büyük oğula geçerdi. Kalan kardeşler ise, ya askerî veya sivil devlet hizmetine girmek zorunda idiler ; devlet ve askerlik hizmetinde "dvoryan,, (kibar, asil) lerle alelâde kimseler arasındaki fark kaldırıldı. 1722 de çıkarılan bir kanunla, bütün askerî ve sivil hizmetler 14 dereceye (rang) ayrıldı; herkes bunun en aşağısından başlamak mecburiyetinde idi. Askerlikte "üstsubay„ ve sivil hizmette 8 nci dereceye kadar yükselen herkes, karısı ve çocuklariyle "dvoryan,, zümresine idhal edilebiliyordu. Bununla, "dvoryan,, sınıfının kapalı bir kast olmasına son verildi, ve Rusya, XVII. yüzyılda "Dvoryan Monarşisi,, iken XVIII. yüzyılda "Memurlar Dvoryan Monarşisi» haline getirildi. Dereceler hakkındaki kanunla, kibar olmayan zümreler için de devlet hizmetine intisap etmek ve yükselmek imkânları yaratılmış oldu. Hele, menşei ile kibirlenen eski "boyar,, aileleri, bu defa, büsbütün gözden düştüler. Tüccarlar zümresinin teşkilâtlandırılması, ve vergi kaçakçılığının önü alınması için de tedbirler alındı. 1720 de bu maksatla "Baş magistrat,, tesis edildi, ve şehir magistrat (Belediye idareleri) ları, tüccarlarda şehirde oturanların vergi ödemelerinden mes'ul tutuldu. Şehir ahalisi "gilda„lara bölündü. Birinci gilda'ya, zengin tüccarlar, iş adamları (fabrikatörler); ikinci gildaya da orta halli tüccarlar ve sanat erbabı idhal edildi. Sanat erbabı için, Batı Avrupa usulü "lonca„lar teşkil edildi ise de, sanat sahasında herhangi bir tahdit konmadı. "Dvoryan,, ve şehir ahalisi korunduğu halde, köylü (mujik) zümresi daha ağır şartlar içine kondu. Büyük çiftlik sahipleri, ziraat faaliyetini genişletmişlerdi. Rusya'dan toprak mahsulü ihracatı başlanmıştı; bundan ötürü, toprak köleliği nizamına bağlı olan köylülerin, çiftlik sahipleri hesabına daha çok çalışmaları icabediyordu. Köylülerden asker alınmakta, fabrikalarda amele olarak çalıştırılmakta idi. Petersburg şehrinin inşasında yüz binlerce köylü zorla çalıştırılmıştı; bunlardan büyük bir kısmı orada ölmüştü. Fakat Petro, "Yeni Rusya'yı,, yaratmak için yüz binlerce "mujik„in feda edilmesini gayet tabiî olarak karşılıyordu.
Devlet mumessilleri, Senato, Kollegium'lar
Petro, eski Moskova devlet sistemi ve teşkilâtında da birçok yenilikler yaptı. Evvelki "Prikaz,, lar (daire'Ier) yerine, bu defa Avrupa devletlerinde tatbik edilen idarî teşkilât alındı; bu hususta, isveç müesseseleri örnek tutuldu. Neticede, devlet makinesi daha çok merkezleştirildi. Yeniliklerden biri de "Senato,, nun tesisi oldu. Petro, 1711 Türk seferine giderken, Çar'dan sonra devlet idaresinde en yüksek makam olan "Senato,, yu kurdu; Çar seferde iken, Senato en yüksek makam sıfatiyle kanun çıkarmak, kanunların icrasına bakmak ve mahkeme işlerine nezaret etmek salâhiyetini haizdi. Senato azaları Çar tarafından tayin edildi. Kuzey Harbi bitince Senato'nun teşrii salâhiyetleri kaldırıldı; ancak idarî bir müessese oldu. Çar tarafından tayin edilen "general prukoror,, Senatonun reisi sayılır ve yalnız lmparator'a karşı sorumlu tutulurdu. Kollegiumlar ihdas edildikten sonra, bunların reisleri Senato'ya aza tayin edilirler ve Senatonun faaliyetine iştirak ederlerdi. 1718-1720 de, isveç teşkilâtı taklid edilerek, Senato'nun kontrolü altında çalışan " Kollegium „ lar teşkil edildi. Kollegium'lar şunlardı: Askerî ( işler ) , Tersane ( donanma ) , Dış işleri ve Malî işlerle uğraşan üç Kollegium: Kamer - Kollegium (vergi ve varidat toplayan ) , Ştats - Kollegium ( devlet masraflarını idare eden), Revision - Kollegium (gelir ve masrafları kontrol eden), sanayi ve ticaret işlerine de üç Koilegiumda bakılırdı: Manufaktur-Kollegium, Berg-Kollegium ve Kommerz-Kollegium. Eyalet idarelerinde birtakım değişiklikler yapıldı. 1708 de bütün Rusya sekiz " gouvernement „ a (guberniya, eyalet) ayrıldı; bunlar: Archangelsk, Moskova, St. Petersburg, Smolensk, Kiyef, Kazan, Azak ve Sibir eyaletleri idi; bilâhara Riga ve Astrachan bölgeleri ihdas edildi. Her bölgenin başında bir " gubernator „ (gouverneur, vali) bulunuyor; malî, adlî ve idarî bütün işlere bakıyordu. Gubernator'ların en mühim vazifelerinden biri de: vergi toplanmasına ve kura efradının tam olarak celbine nezaret etmekti. Mamafih "guberniya,, teşkilâtı, Petro zamanında tam şeklini bulamadı.
Kilise teşkilâtı da, Petro zamanında hususî bir şekil aldı.
1700 de patrik Adrian ölünce, yeni bir patrik seçilmedi. Ryazan metropoliti, Stefan Yavorski geçici bir patrik olarak tayin edildi. Kilise reisleri, Petro'nun yeniliklerine (sakalın tıraş edilmesi, Avrupa biçimi elbise taşımak v. b.) düşmanca bir durum aldıklarından Petro kiliseyi bir zaman için reissiz bırakmağı muvafık buldu. 1721 de Stefan Yavorski'nin ölümü üzerine, kilisenin başına diyanet işleri reisliği "Mukaddes Sinod,, adiyle bir "Kollegium,, tayin edildi; bu şubenin reisliğine ruhanilerden olmayan bir "ober-prukoror,, getirildi. Bununla, Rusya'da 1589 da ihdas edilen Patriklik, ilga edilmiş oldu. Petro, 1724 yılında çıkardığı bir emirle, "keşişlerin,, haklarını tahdit etti. Çar'ın fikrine göre, kilise devlete tabi ve devlet hizmetinde bir müessese olmalıydı. "Sinod,, teşkil edilmekle, rus kilisesi, tamamiyle Petro'ya tabi ve muti bir organ olmuştu.
Kültür sahasında yenilikler
Rusya'nın "avrupalılaştırılması „ için Petro Avrupa ilminin ve "Avrupavari,, mekteplerin Rusya'da tesis edilmesini arzu ediyordu. Mamafih, Petro, Avrupa'nın ancak teknik bilgisine kıymet vermiş, Avrupa kültürü anlamına, fikir hareketine nüfuz edememişti. Kültür sahasında yapılan reformlar, bundan ötürü, ancak pratik mayette kalmış ve rus ordusuna, donanmasına ve sanayiine kadro hazırlamak amacını gütmüştür. 1700 de, Moskova'da bir denizcilik mektebi açılmıştı. Bu mektep 1715 te Petersburg'a nakledildi ve "Denizcilik Akademisi,, adını aldı; aynı yılda, Petersburg'da "Mühendis ve Topçu,, akademileri açıldı. Buralara ancak "dvoryan,, çocukları alınırdı. Taşra şehirlerinde, esas dersleri matematik teşkil eden "rakam mektepleri,, açıldı; köylerde, kiliseler nezdinde "mahalle mektepleri,, tesis edildi. Petro, Avrupa tekniğini öğrenmek için, birçok "dvoryan,, gençlerini Avrupa memleketlerine yolladı, ve bununla Rusların Avrupa ilmini geniş ölçüde öğrenmeleri için yol açıldı. Birçok teknik eser rusçaya çevirildi ve bununla Avrupalıların ilim sahasındaki bilgilerinden istifadeye başlandı. Petro'nun emriyle, Rus alfabesi, eski slavca şeklinden çıkarılarak, bugünkü şekline kondu. Rusçaya tercüme ettirilen eserlerin, sade bir rusça (konuşulan dile yakın) ile yazılması istendi. 1703 te ilk rusca gazete çıkmağa başladı (Moskova Haberleri). Çar, hayatının sonlarına doğru, Almanya'yı taklitle, Rusya'da bir İlimler Akademisi „ tesisini tasarladı, bunun kadrosunu ve masraflarını tesbit etti, Almanya'dan âlimler çağırttı, fakat bu tasarı gerçekleştirilmeden Petro öldü.
Petro, Rusları "avrupalılaştırmak,, için yalnız mektepler ve yeni müesseseler kurmakla iktifa etmedi, rus ahalisinin yüksek tabakasına avrupavarî yaşamayı da öğretmeğe çalıştı. Millî rus elbiselerini atmak, Avrupalılar gibi giyinmek, sakalı tıraş ettirmek bu sahada ilk adımdı. Ruslara, umumî hayatta, sosyetede nasıl hareket etmek, konuşmak, oturup kalkmak, yemek içmek usullerini öğretmek üzere, bir "adâb-ı muaşeret kitabı,, hazırlandı. Avrupa usulü merasimler, eğlenceler tertibedilmekte, kostüm baloları yapılmakta ve bu eğlenceler bazen pek kaba bir şekil almakta idi. Rus erkekleri ve kadınlarını bir arada bulunmalarını temin ve cemiyet hayatına alıştırmak maksadiyle "toplantılar,, (assamble) yapılmakta, Çar bu toplantılara gelerek, beraber eğlenmekte idi. Zengin ve kibar ailelerin bu gibi "toplantılar,, tertip etmeleri adeta bir mecburiyet halini almıştı. Bunlara davet edilmeden, aile reisleri karılarını, oğullarını ve kızlarını getirirlerdi. Çar, başkalarına nümune olmak üzere, pipo çeker, çok miktarda şarap ve bira içer, dans eder ve cemiyet oyunlarına karışırdı. Çarın zoru ile yapılan bu gibi eğlencelerde Ruslar "avrupavarî,, eğlenmeğe, cemiyet hayatına alıştırılıyorlardı.
Petro'nun aile hayatı
Petro'nun ailevî hayatı hiç te düzgün değildi, ve Daha 17 yaşında iken Yevdokiya Fedorovna (Lopuchina) ile evlendirilmişti. Petro, karısını hiç sevmiyor ve gayet az görüşüyordu. Bu karısından 1690 da, Aleksey adlı bir oğlu oldu. Petro, 1698 de karısını boşadı ve onu bir manastıra kapattı; oğlu ise teyzelerinin elinde kaldı ve onlar tarafından, eski usulde ve dinî bir ruhta yetiştirildi. Petro'nun, oğlu ile meşgul olmağa vakti olmadığından, Aleksey, Petro'nun yeniliklerini beğenmeyen bir zümrenin tesiri altında kaldı ve babasına karşı düşmanca hisler beslemeğe başladı. Karakteri bakımından sıkılgan ve korkak bir kimse olan Aleksey, babası ile açıkça konuşmağa cesaret edemiyor, tahsile merak etmiyor ve kendisine verilen vazifeleri yapmak istemiyordu. Petro, önceleri oğlunun bu hareketlerini tembelliğine ve beceriksizliğine atfettiyse de, 1715 te, nihayet Aleksey'in kendisine tamamiyle muhalif olduğuna kanaat getirdi. Petro, bunun üzerine, Aleksey'in taht üzerindeki hakkından vazgeçmesini talebetti; çünkü Petro'dan sonra Aleksey çar olunca, Rusya'da başlanan yenilikleri durduracağı muhakkaktı. Aleksey, babasının arzusunu yerine getirdi, fakat gayet basit bir fin kızıyle birlikte, Alman İmparatoru (VI. Karl) yanına kaçtı ve babasına karşı himaye edilmesini istedi; bunun üzerine Petro tarafından Aleksey yanına gönderilen P. A. Tolstoy, çarzadeyi Rusya'ya dönmeğe kandırdı. Aleksey Moskoya'ya gelince, yakalanarak, Çar'a karşı ihanet etmekle mahkemeye verildi. Mahkeme kendisinin ölümüne karar verdi. Aleksey, tahkikat esnasında yapılan işkencelere dayanamayarak, 1718 de Petropavlovsk kalesinde öldü. Petro’nun, oğlu ile bu vak'ası, Korkunç îvan'ınkini kısmen andırmaktadır.
Karısından hoşlanmayan Petro, birçok kız ve kadınla düşer kalkardı. Moskova'daki "Alman Mahallesinde güzel bir alman kıziyle uzun bir zaman münasebette bulundu. Kuzey harbinin başlangıcında, Livonya'ya Ruslar girdikleri zaman, bir papazın yanında hizmetçilik eden bir alman kızı Rusların eline düşmüştü. Bu kız bir müddet rus zabitlerinin elinde dolaştıktan sonra, Petro'nun yükselttiği ve en mühim vazifelerde kullandığı Menşikov'a geçti ve onun metresi oldu. Petro, Menşikov'un evinde bu kızı görünce, çok beğendi ve kendine aldı. Ortodoksluğa geçirilen ve Katerina (Alekseyevna) adını alan bu kadın Petro'nun metresi ve 1712 den sonra da karısı oldu. Prut seferine iştirakle, Petro'ya, Türklerle barış akdetmesini tavsiye eden ve aslı olmadığı halde "Baltacı Mehmet paşayı kandırdığı,, iddia edilen Katerina işte bu kadındır. Petro'nun ölümünden sonra, Rusya'nın imparatoriçesi olacaktır. Petro, ölümünden az önce (1724 te), Katerina'nın "taç giyme,, merasimini yaptırmıştı. Petro'nun Katerina'dan birçok çocuğu oldu ise de bunlar küçükken öldüler, ancak iki kızı, Anna ve Elizaveta büyüdüler. Anna Petrovna, Holstein dükü ile nişanlı idi.
Petro'nun oğlu 1718 de ölünce, kendisinden sonra ancak kızları kalacaktı. Petro, Aleksey'in hareketlerinden şüphelendiği zaman, yeni bir taht-ı veraset kanunu çıkarmıştı. Buna göre Çar, tahtını muhakkak büyük oğluna değil, hükümdar sülâlesinden olmak üzere, dilediği kimseye bırakabilecekti. Mamafih Petro, kendine varis seçmeğe vakit bulamadan öldü.
Petro'nun ölümü ve rus tarihindeki rolü
Gayet yapılı sağlam bünyeli ve fevkalâde enerjik bir kimse olan Petro, hayatını çok suistimal ettiğinden (kadınlar, alkol ve gayet çok çalışma) , bünyesi zayıf düşmüştü. 1724 sonbaharında, Petersburg'da, batmak tehlikesine maruz kalan birkaç bahriyeliyi kurtarmak için kayığa binmiş ve bu münasebetle kendini üşütmüştü; bütün sonbahar ve 1725 kışı başında hasta olan Petro, nihayet 28 ocak (8 şubat) 1725 tarihinde öldü; bu zaman ancak 53 yaşında idi.
I. Petro'nun rus tarihindeki rolü çok büyüktür. O, rus hükümdarlarının en ehemmiyetlisi sayılır. Petro Rusya'yı, eski Moskova zihniyetinden tamamiyle kurtarıp, yeni bir Rusya yarattı: Rusya'yı "avrupalılaştırdı,,; Avrupa tekniğini ve, zahirî olsa dahi, garp yaşayış tarzını Rusya'ya soktu. Onun bu faaliyeti, gerçi " Türklere karşı savaşın icabı „ olarak başlamış, İsveç'ten Baltık eyaletlerini almak için yaptığı yirmi yıllık bir harbin ihtiyacını karşılamak üzere gelişmişse de, netice itibariyle Rusya'nın Avrupa tekniği ve hayatını benimsemesini sağlamıştır. Petro'nun Rusya'yı "avrupalılaştırması,, yukardan zorla, şiddetle ve yalnız küçük bir zümreye tatbik edilmesine rağmen, Rusya'nın, sonraları bu yolda büyük adımlar atmasına yol açmıştı.
Petro'nun eski rus geleneklerini atarak, Moskova Rusyasının tarihî gelişmesini tabii yolundan, büsbütün başka bir istikamete çevirmesi, birçok tenkitlere yol açmışsa da, esas itibariyle Rusya için hayırlı olmuştur. Bunu gerçekleştirmek için, "rus geriliği ve tembelliği,, ne karşı gayet sert ve "barbarca,, usuller kullandı. Haddi zatında çok kaba ve müstebit bir hükümdar olan Petro, enerjisi, ne yapmak istediklerini açıkça görmesi ve kendisi gibi enerjik kimseleri istihdam etmesi sayesinde muvaffak oldu. Rusya'nın hem insanca, hem tabii servet bakımından çok zengin oluşu, Çar'ın şahsına karşı rus ahalisinde mukavemet hassası olmayışı, Petro'nun istediği gibi hareket etmesine imkân verdi. O sıralarda Avrupa'daki umumî durumun icabı ve bilhassa Lehistan'da ve Türkiye'de Petronun şahsiyeti ve Rusya'nın tatbikine giriştiği yeniliklerden doğacak neticeler lâyıkıyle anlaşılamadığından, Rusların faaliyetine geniş ölçüde mani olunamadı; İsveç kralı XII. Karl'ın, Rusya'yı yıkmak, Petro'yu emellerine ulaştırmamak plânları da, kâfi derece yardım görmediği için, neticesiz kaldı. Kuzey Harbinden Petro tam bir zaferle çıkması sayesinde, rus İmparatorluğunun yalnız Doğu Avrupa'nın değil, umumiyetle Avrupa Devletleri arasında da yüksek bir mevkie çıkmasını temin etmiştir.
Sonraki Rusya tarihi Büyük Petro'nun çizdiği yoldan yürüyerek, büsbütün emperyalist bir çehre aldı. Bundan dolayı tarihî literatürde "Büyük Petro'nun siyasî vasiyetnâmesi,, nden bahsetmek adet olmuştur. Bu "vasiyetnâme,, ye göre: Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu zararına genişlemesi, İstanbul'u ele geçirmesi, Lehistan'ı zaptetmesi gibi, sonraki yüzyıllarda Rusların tahakkuk ettirmek istedikleri maddelerin Büyük Petro tarafından, birer birer tesbit edilmiş ve kendisinden sonraki rus çarlarına bunu gerçekleştirmeleri için temennide bulunduğu iddia edilmiştir. Fakat böyle bir "vasiyetnâme,, nin sıhhati tarihen tevsik edilmiş değildir.
Ruslar tarafından "Büyük,, lâkabiyle tanılan I. Petro, Osmanlı tarih literatüründe " Akbıyık „ ve " Deli Petro „ diye geçmektedir; faaliyetinin hakikî mahiyeti Babıâlice anlaşılmamış, ancak "garib„ hareketleri ve hiddetli oluşu, kendisine "Deli,, lâkabını kazandırmış olmalıdır. İşte bu "Deli Petro,, dur, ki Rusya'yı çok kısa bir zamanda kuvvetli bir devlet haline yükselterek, Türkiye'nin en büyük düşmanı yapmıştı. Sonraki nesiller üzerinde Petro'nun şahsı derin tesirler icrasına devam etmiştir. Petro'nun hayatı ve faaliyeti en mümtaz rus ediblerinin eserlerine mevzu teşkil etmiş ve böylelikle hatırası daima yaşatılmıştır. Büyük Petro, az zamanda çok büyük işler yapan, Rusya gibi geri, geniş ve kalabalık bir memlekete yeni hayat aşılamağa muvaffak olan, tarihte nadir yetişen büyük şahsiyetlerden biridir. Cehalet, hunharlık, ahlâksızlık gibi birçok kusurlarına rağmen, Rusya'yı büyültmek, ilerletmek yolundaki faaliyeti, ona rus tarihinde mümtaz bir mevki kazandırmıştır. Büyük Petro'nun muvaffakiyeti sayesinde Rusya Avrupalı büyük devletler sırasına girmiş ve beynelmilel siyasete faal bir şekilde karışmağa başlamıştır. Büyük Petro, gerek karakteri ve gerek faaliyeti bakımından, biraz Korkunç İvan'ı andırmaktadır; hele "fütuhat siyaseti,, her iki çarı birbirine çok yaklaştırdığı gibi, iç idarede alınan cezrî tedbirler de, esas itibariyle çok farklı olmakla beraber, her ikisinin de Rusya'da bir yenilik yapmak arzusundan doğduğu muhakkaktır.
RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR
Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...