17ve 18. yüzyıldaki batı dünyasında meydana gelen bilim sahasındaki gelişme ve değişmelere mukabil Osmanlı ulemasının ilgisi ne seviyedeydi? Aynı yıllarda Medrese; bilimde, sanatta ve eğitim hizmetleri noktasında ne durumdaydı? Acaba dünyadaki bu gelişmeler ne kadar takip ediliyordu? Eğitim sistemimizde bir eksiklik var mıydı? Medreseleri yürüyen hayata etkisi sınırlı bir kurum haline dönüştüren sebepler nelerdi?
Şüphesiz; bu gelişmeleri takip eden gerek ilmiye sınıfından, gerek de yönetici sınıfını teşkil eden ümeradan, süreci endişeyle karşılayan bir kesim bulunmaktaydı. Nitekim çok daha önceden batı dünyasının inkişafını gören Ömer Talib isimli Osmanlı aydını; 1625 yılında, zaman içinde kendisini haklı çıkaracak şu endişeleri ortaya koymaktaydı:
"Şimdi Avrupalılar bütün dünyayı öğrendiler; gemileri her yere gönderiyorlar ve önemli limanları ele geçiriyorlar. Eskiden Hindistan, İndus ve Çin malları Süveyş'e gelir ve Müslümanlar tarafından bütün dünyaya dağıtılırdı. Fakat şimdi bu mallar; Portekiz, Felemenk ve İngiliz gemileriyle Frengistan'a taşınıyor ve oradan bütün dünyaya dağıtılıyor. Kendilerinin ihtiyaç duydukları şeyleri İstanbul’a, diğer İslam ülkelerine getiriyorlar ve fiyatlarının beş katına satıp para kazanıyorlar. Osmanlı Devleti, Yemen kıyılarını ve oradan geçen ticareti ele geçirmelidir; aksi halde çok geçmeden Avrupalılar İslam ülkelerine hükmedecekler."
Osmanlı'nın batıdan geri kalması ve bu medeniyete bağlı toplumlara karşı üstünlüğünü yitirmiş olmasının sebeplerini, öncelikle eğitim alanında gösterdiği zaaflarda aramak gerekir.
İlk Çağ medeniyetleri; geçim ve temel ihtiyaçların giderilmesindeki kolaylık sebebiyle, nehir kenarlarında oluşmuş, eğitim ve öğretim ise, daha çok şehir merkezlerinde sınırlı topluluklara nasip olmuştur. Nitekim biz Türklerin yürekten bağlı olduğu, İslam medeniyetinin doğuşu ve en parlak uygulamaları da şehir merkezlerinde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber'in vefatının ardından İslamiyet, on yıl süren çok kısa bir zamanda Arap Yarımadası'nın dışına taşarak üç kıtaya yayıldı. İnsanlar öbek öbek geniş topluluklar halinde İslamiyet'e girdi. Sasani ve Bizans İmparatorluklarına bağlı İran, Irak, Suriye, Anadolu ve Mısır topraklarında yaşayan halklar; İslam ordularını birer kurtarıcı olarak karşıladı. İslamiyet kısa zamanda; kuzeyde Hazar Gölü, doğuda Orta Asya içlerine kadar yayıldı ve bu bölgede yaşayan kitlelerin yeni dinini teşkil etti. Maalesef, bu hızlı dönüşüm sırasında İslam medeniyetine dahil olan kitleler, yeterince eğitilemedi. Kur'an ve Rasulullah'ın mesajları, etraflıca ve gerçek mahiyetiyle, daha çok şehir merkezlerinde yaşayan sınırlı sayıda insana ulaştırılabildi. Kısacası, kitabi kaynaklara uyumlu Müslümanlık anlayışı, büyük şehirlere yerleşmiş bazı ulema tarafından öğretilmekte ve savunulabilmekteydi. Küçük yerleşim merkezleri, köy ve mezralar; sözlü kültürün ve mahalli etkilerin tesiri altındaydı. Taşra insanları, kıssacı ve hurafe öğelerinden ayıklanmamış bir dini anlayışa terk edilmişti. Bu durum küçük değişikliklerle asırlarca sürdü. Şerif MARDİN'in tanımladığı, kendine mahsus mahalli kültür dinamiklerinden beslenen «Halk İslamı» ortaya çıktı. Bugün de şehir ve taşra Müslümanlığı farkı, İslam dünyasının çok önemli bir problemini teşkil etmektedir.
Selçuklular döneminde; devletine itaatkar, hükümdarına bağlı bir anlayışı yerleştirmek amacıyla açılan «Nizamiye Medreseleri», fen bilimleri ile dini bilimleri birleştiren bir müfredata sahipti. Gazali'nin, Orta Çağ'ın bu muazzam üniversitelerinin öğrenim programları ve uygulamalarına, görüş ve düşünceleriyle doğrudan katkısı vardı. Yaygın ve kaliteli eğitim kurumları olarak; başta Semerkant, Rey ve Bağdat gibi büyük yerleşim birimlerinde önemli vazifeler gördü. Sünni-İslam geleneğine bağlı, uyumlu insan yetiştiren bu müessese; eğitim ve öğretim açısından daha sonraki İslam devletlerine model teşkil etti. Devletle barışık, muti insan yetiştirme hedefi büyük ölçüde gerçekleştirildi.
Başarılı ve örnek eğitim kurumu olma özelliğini, Osmanlı Devleti'nde de sürdüren medreseler; yine de şehirli, zeki ve seçkin az sayıda insana hitap etmekteydi. Tüm imparatorluk topraklarında hizmet veren bir eğitim kurumu haline getirilemedi. Örnek olarak Arnavutluk verilebilir. İslam dinini çok yüce duygularla kabul eden Arnavutlara; onları manevi nüfuz altına alacak yeterli medreseler açılamamış ve o bölgenin insanları Bektaşi babalarına terk edilmişti.
Medrese, halkın genelini eğitemeyeceğini düşünerek; 32 farz, 54 farz ve basit ilmihal bilgileriyle yetineceği bir program yürütmekteydi. Öte yandan başlangıçta medreseler; yürüyen hayata yönelik bilgi birikimiyle, araştırma ve düşünme faaliyetlerinin muhkem merkezleriydi. Nitekim Davud-i Kayseri'nin İznik'te oluşturduğu ilk Osmanlı medresesinden Fatih'in kurduğu Sahn-ı Seman medreseleri ve Osmanlı medrese geleneğinin zirvesi kabul edilen Süleymaniye Medreseleri; bilimi, akideyi, ahlakı, teori ve pratiği birleştiren bir anlayışla öğrencileri donatıyor, bilgi üretme merkezleri olarak faaliyet gösteriyordu.
Katip Çelebi; "Ulu Osmanlı Devleti'nin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek, hikmet ile şeriat ilimlerini birleştiren gerçek alimler meşhurdu. Ebu'l-feth Sultan Mehmed Han «Semaniye Medreseleri»ni yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye, vakfiyesinde yazmış ve Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevakıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler; bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp Hidaye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı ne Hidaye kaldı, ne Ekmel! Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip, bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu:'
Ayrıca Katip Çelebi, Keşfü'z-Zünun’da Osmanlı medreselerinde ilm-i hikmet ve felsefenin 16. asrın sonlarına kadar okutulduğunu ve buna dair; Molla Fenari'nin, Kadızade-i Rumi'nin, Hocazade'nin, Ali Kuşçu'nun, Müeyyedzade Abdurrahman'ın, Mirim Çelebi'nin, İbn-i Kemal'in ve Kınalızade Ali Efendi'nin eserleri bulunduğunu kaydetmektedir. Bazı şeyhülislamların; dini akidelere ters düştüğünü iddia ederek felsefe eğitimini yasakladıklarını, bunun da Osmanlı medreselerinin fikri bakımdan gerilemesine sebep olduğunu yazmaktadır.
Kuruluş dönemine bakıldığı zaman, medreselerde çoğulcu bir yapının mevcut olduğu görülmektedir. Bu dönemde akli ve dini ilimler ve tasavvufi bilgiler bir arada mütalaa edilmekteydi. Nitekim medreselerin Davud-i Kayseri gibi, tasavvuf ile akli ve dini ilimleri şahsında toplamış bir müderris ile başlaması; Kadızade Rumi gibi akli ilimlerde, Hacı Paşa gibi tıpta ve Molla Fenari gibi, dini ilimlerde zirve olmuş öğrenciler yetiştirmesi, bu eklektik yapıyı açıkça göstermektedir.
Fransız Hükümeti'nin İstanbul'daki elçiliğinin isteği üzerine, 1741'de adı bilinmeyen birisi tarafından kaleme alınmış olan, Kevakib-i Seb'a: Yedi Yıldız adlı eserin; medreselerde okutulan dersler, kitaplar ve müderrisler hakkında istenilen ölçüde bilgi verdiği, yani öğretim programını tam olarak sunduğu bilinmektedir. Kevakib-i Seb'a'da bilimler; faydalı bilimler, ne faydası ne zararı olan bilimler ve zararlı bilimler olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Akaid, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı, mantık, matematik, astronomi, anatomi ve tıp faydalı bilimler içerisinde sayılırken; şiir ve edebiyat ne faydalı ne de zararlı bilimlerden addedilmekte; felsefe, sihir ve astrolojiyle birlikte zararlı bilimler arasında gösterilmektedir.
17. asırdan itibaren medreseler düşüşe geçti. Ve yürüyen hayata müdahaleden uzak, kuru bilgilerin verilmeye çalışıldığı, kısır mezhebi tartışmaların yapıldığı yerler haline geldi. Ulemanın makam ve mansıp sahibi olmak için yöneticilere yaklaşması, bilgi ve ehliyet yerine makam ve mansıbın rüşvetle dağıtılıyor olması; Koçi Bey'in meşhur risalesinde açık açık eleştirdiği Medrese yapısının çöküşünü hızlandırdı.
Ayrıca 16. yüzyıldan itibaren Medreselerin çok sayıda öğrenciyle şişirilmesi, hizmet alamayan ve temel ihtiyaçlarını karşılayamayan yeni «serseri bir güruh»un ortaya çıkmasına yol açtı. Uzun süren ve başarısızlıkla sonuçlanan savaşlar, birçok kişinin medreselere sığınarak tufeyli bir hayatı benimsemesine yol açtı. Çünkü Medreseliler ilmiye sınıfından sayılıyor ve askerlik yapmıyordu. Bilhassa 17. asırdan itibaren devlet ricalinin devleti güçlendirme ve kötü gidişi önleme adına yaptıkları tüm girişimler; Medrese uleması ve Yeniçeri ağalarının işbirliğiyle önlenmekteydi. Bu durum Osmanlı Devleti'ni; yönetilemez, sınırlarını koruyamaz, birlik ve beraberliğini sürdüremez hale getirdi.
Tanzimat döneminde de Medrese kendisini yenileme ve dünyanın bilim ile ilgili gelişmelerini anlama yönünde ciddi hiçbir adım atamadı. Ve nihayet hayatın ihtiyaçlarına cevap veremeyen, insanları donanımlı kılamayan, din adamı olmak da dahil hiçbir meslek sahibi yapamayan garip bir kurum haline geldi. Doğrusu devlet erkanı da, bu müesseseyi ıslah etmekte çok gecikti.
Ancak 1910 yıllarında yürürlüğe sokulabilen medrese ıslahı, devletin yıkılışını önleyemedi. Medrese ıslahının etkisi ve kültürel birikimi, Cumhuriyet döneminde öksüz ve mahzun bir müessese olarak varlığını 1950'lerden sonra hissettiren İmam-Hatip Okullarına yansıdı. Modern dünyanın imkanlarıyla İslami değerleri birleştiren çizgisine kaynak teşkil etti.
17. asırda artan askeri yenilgilere çare için Osmanlılara gelen askeri uzmanlar, öncelikle askeri yenileşmeyi tavsiye ettiler. Medreseliler, üst üste yaşanan mağlubiyetlerden dolayı bu alandaki yenileşme faaliyetlerine engel olamadılar. 1734 yılında kısa ömürlü bir askeri teknik okul «Hendesehane» açıldı. 1773 yılında ise, Çeşme deniz bozgununun tesiriyle ihtiyaç duyulan modern donanma için mühendis yetiştirmek amacıyla askeri deniz okulu «Mühendishane-i Bahri-i Hümayun» açıldı. Yenilikler askeri alanda III. Selim ve II. Mahmud döneminde de devam etti. 1796 yılında kara topçu ve istihkam subayları ve askeri mühendisler yetiştirmek amacıyla «Mühendishane-i Berri-i Hümayun» kuruldu.
Batı formatında yeni bir ordu kurulması arayışına girişildi. Yeniçeri ortalarından Nizam-ı Cedid isimli yeni bir ordu oluşturuldu. Medresenin desteğindeki Yeniçeri isyanları; bu önemli girişimi akim bıraktığı gibi, isyanın ardından yenilikçi padişah III. Selim de feci bir şekilde öldürüldü. Nihayet II. Mahmud son derece tehlikeli bir girişimin ardından her türlü yenileşmenin ve değişimin engeli kabul edilen Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırmaya muvaffak oldu. On bine yakın yeniçerinin ortadan kaldırılması, kayıtlara Vaka-yı Hayriyye (Hayırlı Olay) şeklinde geçti. Bu ordunun ortadan kalkmasıyla yerine, batı tarzında bir kurum olarak Asakir-i Mansure-i Muhammediyye kuruldu. Böylece Medrese, çok önemli bir destekçisini kaybetti.
Askeri eğitimdeki bu gelişmelerle birlikte Fransızca ve İngilizce, eğitim programlarına girdi. II. Mahmud döneminde, 1824 yılında, ilköğretim zorunlu hale getirildi. Osmanlı ordusuna nitelikli Müslüman hekim yetiştirmek amacıyla Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Kahire'de kurduğu modern tıp fakültesinin ardından İstanbul'da II. Mahmud tarafından Mekteb-i Tıbbiyye açıldı. Batı ile diplomatik ilişkilerin artması sebebiyle Avrupa'ya öğrenci gönderildi. Mekteb-i Harbiye'nin 1834 yılında kurulmasıyla II. Mahmud, askeri teknik yönden nitelikli subay yetiştirmeyi hedeflemişti. Bu dönemde Paris, Londra, Viyana gibi büyük devletlerin başkentlerinde yöneticiler, örgün eğitimi oturtmuş olmanın, toplumlarının ihtiyaçlarını giderecek insan gücüne ulaşmanın, tarım dahil bütün sektörlerde başarılı organizasyonlar yapmış olmanın avantajını yaşamaktaydı.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder