4 Nisan 2024 Perşembe

SURİYE SELÇUKLULARI-4

 




DIMAŞK ATABEGLİĞİ (TUĞTEKİNLİLER)



I -- KURULUŞ VE HÜKÜMDARLAR DEVRİ


-   ZAHİREDDİN TUĞTEKİN


Merkez Dımaşk (Şam) olmak üzere bugünkü Suriye sınırları içinde bulunan Hama, Hıms, Baalbek ve Tedmür gibi şehirlere sahip olmuş ve 1104-1154 yılları arasında hüküm sürmüş olan bu Türk sülalenin kurucusu Emir Zahireddin Tugtekin'dir. Tugtekin'in ailesinin menşei hakkında kaynaklarda hiç bir malumat yoktur. Onun ile ilgili ilk kayıtlar, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah'ın kardeşi Suriye meliki Tutuş'un hizmetinde bir komutan olarak bulunduğu ve onun tarafından oğlu Dukak'a atabeg tayin edildiğinden ibarettir; Sultan Melikşah 1092 yılında ölünce, oğulları Berkyaruk ile Mahmud arasındaki saltanat mücadelesine Tacüddevle Tutuş da katılmış ve bu maksatla Berkyaruk ile Rey şehri civarında girişmiş olduğu muharebeyi ve hayatını kaybetmiş idi. Bu savaşta yanında bulunan Emir Tugtekin esir düştü, oğlu Dukak ise bir müfreze askerin yardımı ile kaçarak Haleb'e geldi. Ancak Halep'te bulunan ağabeyi Rıdvan, diğer kardeşleri gibi Dukak'ı da hapsetti. 

Tutuş'un ölümünden sonra Halep merkez olmak üzere, yeni bir Selçuklu melikliği ortaya çıktı ise de bu pek fazla uzun sürmedi. Çünkü Tutuş'un Dımaşk naibi Emir Savtekin el-Hadim, Dukak'a bir haber göndererek, Dımaşk'a geldiği takdirde kendisini melik ilan edeceğini bildirdi. Melik Rıdvan'ın Diyarbekir seferinde bulunmasından faydalanan Dukak, Haleb'i gizlice terkederek Dımaşk'a geldi ve burada melik ilan edildi (1095). Böylece Suriye Selçuklu Devleti'nin toprakları üzerinde; biri merkez Halep, diğeri merkez Dımaşk olmak üzere iki meliklik kuruldu.

Bu sıralarda esir mübadelesi neticesinde serbest bırakılan Emir Tugtekin, atabegi bulunduğu Melik Dukak'ın yanına geldi. Dukak tarafından çok iyi karşılanan Tugtekin bir süre sonra kendisini. kıskanan Savtekin'i bertaraf ederek Dımaşk melikliğinin en gözde adamı oldu. Hele Dukak'ın annesi Safvetü'l-Mülk Hatun ile evlendikten ve Melik Rıdvan'a Dımaşk melikliğini mücadele ile kabul ettirdikten sonra Melik Dukak dahi atabegi Tugtekin'in sözünden çıkamaz oldu.

20 Ekim 1097 tarihinde I. Haçlı ordusu Antakya'yı kuşattı. Şehir valisi Yağısıyan'ın yardım talebi üzerine Selçuklu Sultanı Berkyaruk, Musul emiri Kürboga'yı vazifelendirerek el··Cezire kuvvetleri ile birlikte Suriye'ye hareket etmesini emretti. Melik Dukak, atabegi Tugtekin ile birlikte emir Kürboga'ya katıldı, ancak Kürboga'nın yanlış ve ağır harekatı, Selçuklu ordusunun yenilmesine ve Antakya'nın haçlıların eline geçmesine sebep oldu (Haziran 1098). Bu mağlubiyet üzerine yardıma gelen birlikler merkezlerine döndüler.

I. Haçlı ordusu, Antakya'yı zaptettikten sonra Doğu Akdeniz sahilini takip ederek ana hedefleri olan Kudüs'e doğru harekete geçti.

Aralık 1098 de Maarratü'n-Numan, 28 Ocak 1099 da Hısnu'l-Elkrad, Mart 1102'de Antartus (Tortosa), 15 Temmuz 1099'da Kudüs Haçlıların eline geçti. Böylece haçlılar, Dımaşk melikliğinin güney ve güneybatı sınırını ihata ettiler.

Melik Dukak, 8 Haziran 1104 yılında öldü. Atabeg Tugtekin, Dukak'ın henüz birbuçuk yaşındaki oğlu Tutuş'u melik ilan etti ve atabegliğin bütün idaresini ele geçirdi. Bununla da iktifa etmeyen atabeg, Dukak'ın Baalbek'de göz altında tutulan kardeşi Ertaş'ı Dımaşk'a getirterek Tutuş'un yerine onu melik yaptı (17 Eylül 1104). Böylece Dımaşk melikliği üzerinde hak iddia edecek hanedandan bir şehzadeyi de kendi kontrolü altına almış oldu. Genç yaşta Dımaşk melikliği tahtına oturan Ertaş, biraz da annesinin tesiri ile Atabeg Tugtekin'in gücünü kırmak için Busra valisi Aytekin el-Halebi ile anlaştı. Her ikisi birlikte yeni kuvvetler bulmak için Baalbek'e doğru yola çıktılar. Ancak istedikleri kuvveti toplayamadıkları gibi Dımaşk'a da dönemediler. Böylece Tugtekin kendi aleyhine davranışlara girişen Melik Ertaş ve taraftarlarının şehirden ayrılması ile huzura kavuştu.

Hele Ertaş'dan önce üç ay melik ilan edilen Tutuş'un ölümü, Tugtekin'in atabegliğini ihya etmesinde büyük kolaylık sağladı.

Atabeg Tugtekin'in karşılaştığı en büyük güçlük, bölgeye gelip yerleşen haçlılara karşı sürdürülmesi gereken mücadele idi. Nitekim Mısır Fatımi Devleti, kaybetmiş olduğu toprakları tekrar ele geçirmek için harekete geçmiş, bölgedeki müslürnan hükümdarlardan yardım istemişti. Tugtekin de emir Sabar komutasında binüçyüz kişilik bir kuvveti yardıma gönderdi. Fakat 29 Ağustos 1104 de Yafa-Askalan arasındaki Remle'de yapılan muharebeyi haçlılar kazandı.

Bu sırada haçlılar, Filistin ve Suriye'de hakimiyetlerini sağlamlaştırmak için yeni kaleler inşa etmeye başladılar. Bunlardan biri olan Al'al (veya Alili) kalesi, Taberiyye'nin doğusunu tesir sahası içine alıyor ve Dımaşk Atabegliği'nin hububat temin ettiği sahaları tehdit ediyordu. Bu kalenin yarattığı zararı gören Atabeg Tugtekin, kale üzerine bir sefere karar verdi. Kale Kudüs kralı Baudouin'in komutanlarından Hugues Saint d'Omer'in idaresinde idi. Kendisine fazla güvenen bu kişi, Tugtekin ile başa çıkabileceğini zannederek kralın yardım teklifini dahi reddetti. Neticede kale dışına çıkıp muharebeyi kabul eden Hugues Saint d'Omer, ağır bir mağlubiyete uğradı, kendisi de ağır yaralanıp bir kısım askeriyle birlikte kaleye sığındı. Atabeglik kuvvetleri, kaleyi şiddetli bir hücum ile ele geçirdi, ikiyüz kadar haçlı askeri esir edildi. Kale ise tamamen yıkıldı, hatta kale harabesinden arta kalan taşlar dahi uzak mesafelere taşındı (Aralık 1105). Al'al kalesinin yıkılmasından sonra haçlılar ile olan çatışmalar devam etmekte ve bilhassa atabegliğin güney hududundaki Sevad, Havran, Cebel Avf bölgeleri sık sık yağma akınlarına maruz kalmaktaydı. Atabeg Tugtekin, 1107 yılında ordusuna ilaveten yanına aldığı Türkmenler ile birlikte Sevad'a geldi. Bu sırada Sur valisi Emir İzzülmülk, haçlılar tarafından inşa edilen ilk kale olan Toran (Tibnin) üzerine yürümüş ve kale civarında epey tahribatta bulunmuştu. Emir İzzülmülk'ün bu akınına cevap vermek için Kral Baudouin de harekete geçmişti. Kral Baudouin, Atabeg Tugtekin'in Sevad'a geldiğini öğrenince, İzzülmülk'ü bırakıp onun üzerine yürüdü. Zurra bölgesinde iki ordunun öncüleri karşılaştı. Tugtekin, ana kuvvetlerini ertesi gün savaşa sokmaya karar vermişti. Ancak Kudüs kralı Taberiyye'ye çekildi. Atabeg ise onu takip etmeyip Dımaşk'a döndü. 

Atabegin Taberiyye'ye bu ilk seferi, ülkesinin güney sınırlarının enmiyetini sağlamaya yetmemişti. Bu bakımdan Tugtekin, 1108 baharında Kudüs krallığına bağlı Taberiyye'ye ikinci bir seferde bulundu. Buranın idaresi kral tarafından Fransız asıllı bir şövalye olan Gervaise'ye verilmişti. Gervaise, Tugtekin ile Taberiyye şehri yakınında giriştiği muharebeyi kaybetti., kendisi de esir edildi.

Bu hadiseden kısa bir süre sonra Kudüs kralı, Atabeg Tugtekin'e elçiler yollayarak bir barış antlaşması teklifinde bulundu. Bir haçlı tarihi yazarı olan S. Runciman, yapılan barışın ticari olabileceğini eserinde belirtmektedir. Gerçekten de Taberiyye bölgesi, hem haçlı hem de İslam birliklerinin hareket sahası halinde idi. İki taraftan herhangi biri bölgede kesin bir hakimiyet sağlayamamıştı. Bu bakımdan yolların emniyeti yoktu. Nitekim Filistin'e yeni Haçlı kafilesi ile gelmiş olan Robert de la Normandie'nin oğlu Guillaume'nin düzenlediği akınlarda, Arabistan içlerinden ve Mısır'dan Dımaşk'a gelen zengin tüccar kervanları soyulmuş, kervancılar öldürülmüştü. Bu kervanların soyulması ve ticaret yolunun daimi bir tehlikeye maruz kalması, Dımaşk'ın ticari hayatını tehdit edecek boyutlara ulaşmaktaydı. Barış, bu yönden Dımaşk Atabegliği'nin ticari hayatını müspet yönde etkiledi. Ayrıca bu antlaşmada Taberiyye bölgesindeki es-Sevad ve Cebel Avf kalelerinin mahsulü ile ilgili bir madde de vardı. Buna göre mahsul, üç eşit kısma bölünecek; Dımaşk, Kudüs ve bölge çiftçileri arasında paylaştırılacaktı.

Dımaşk Atabegliği ile yapılan barıştan sonra Haçlılar, dikkatlerini sahildeki Arap emirlikleri üzerine çevirdiler ve bir süre önce İbn Ammar'ın hakimiyetinde olan fakat daha sonra bağımsızlığını ilan eden Arka kalesini kuşattılar. Arka kalesi naibi, Atabeg Tugtekin'e müracaat ederek geldiği takdirde kaleyi kendisine teslim edeceğini bildirdi. Bunun üzerine yola çıkan Tugtekin Arka muhasarasını yürüten Guillaume Jordan tarafından baskına uğradı ve ağır zayiat vererek Hıms'a çekilmek zorunda kaldı. Yardım alamayan Arka kalesi de eman ile teslim oldu. Arka'dan sonra haçlılar, 12 Temmuz 1109 da Fatımilerin elinde bulunan Trablus'u, 23 Temmuz 1109'da da Cebele'yi zaptettiler.

Yalnız başlarına haçlılara karşı mücadelede başarılı olmanın mümkün olmadığını gören Suriye'deki emirlikler, Selçuklu sultanından yardım istemek zorunda kaldılar. Nitekim Tugtekin gibi haçlılardan şikayet edip yardım isteyen Trablus emiri İbn Ammar da Selçuklu sultanının himayesine sığınmıştı. 1107 yılında gerek Atabeg Tugtekin'in ve gerekse İbn Ammar'ın yardım taleplerine karşı Selçuklu sultanı Tapar, komutanlarından Çavlı Sakava'yı vazifelendirdi ve bu iş dolayısıyla ona er-Rahba ile civarını ıkta etti. Ayrıca yazılan emirnamelerle de Emir Seyfüddevle Sadaka b. Mezyed ile Musul Emiri Çökürmüş'den Çavlı'ya yardım etmeleri istendi. Fakat bu iki emir, Çavlı'nın kuvvetlenmesini istemediklerinden, yardım emrine ilgi göstermediler. Emir Çökürmüş'ün bu itaatsizliği sultan tarafından cezalandırıldı ve üzerine Emir Çavlı gönderildi. Ancak Çökürmüş'ün oğlu ve adamları, Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan'dan yardım istediler. Kılıç Arslan'ın yardıma gelmesi ve Çavlı ile mücadeleye girişmesi, Suriye'de haçlılara karşı beklenen yardımın gelmesini engelledi.

İbn Ammar, bilhassa Antakya prinkepsliği tarafından düzenlenen akınlar sonucu müşkül durumlara düşmüş ve Selçuklu sultanına yazmış olduğu mektuplardan da bir netice çıkmadığını görünce, bizzat sultanın huzuruna çıkmayı kararlaştırmıştı. Bu ziyaret ile ilgili olarak Tugtekin'e başvuran İbn Ammar Dımaşk'a geldi. Sultana takdim edilmek üzere, çok kıymetli hediyeler ile birlikte yanına muhafız olarak beşyüz kişilik bir kuvvet de almıştı. Atabeg Tugtekin'in yanında herhangi bir hanedan mensubu melik kalmamıştı, ayrıca kendisine sultan tarafından herhangi bir tayin belgesi de verilmemişti. Selçuklu devlet hukuku yönünden Atabeg Tugtekin'in hakimiyeti Melik Ertaş'ın Dımaşk'dan ayrılması ile, meşruluğunu kaybetmişti. üstelik bazı kişilerin sultana kendi aleyhinde bulunduklarını duymuş olduğundan hem hukuki durumunu meşrulaştırmak, hem de haçlılara karşı kuvvet kazanmak için oğlu Böri'yi İbn Ammar ile birlikte Bağdat'ta bulunan sultana göndermeye karar verdi. Ayrıca Böri'nin yanına vezir olarak, sefaret işlerinde tecrübe sahibi olan Ebu Necm Hibetullah b. Muhammed'i tayin etti. İbn Ammar ve Böri ile 21 Nisan 1108'de yola çıkan kafile Bağdat'ta merasim ile karşılandı. Büyük Selçuklu Sultanı Tapar, hem İbn Ammar'a ve hem de Böri'ye beklenmedik bir ilgi gösterdi. Böri, babasının sultana olan bağlılığını arzettikten sonra ziyaretini tamamlayıp, sultan ve halifenin verdikleri hil'atları alarak Bağdat'tan ayrıldı. Ancak, Atabeg Tugtekin, sultandan Suriye bölgesinin ıktasmın kendisine verilmesini. beklediğinden, oğlunun bu ziyaretinden istediği neticeyi alamadı. Buna rağmen, 1109 yılı sonbaharında Bağdat'a yeniden gelen Sultan Tapar, Suriye'ye haçlılara karşı bir ordu göndermeye karar vermiş ve Suriye'deki diğer beyler gibi Tugtekin'den de bu orduya katılmasını istemişti. Bu duruma memnun olan atabeg, ordu Suriye'ye bazı engeller yüzünden gelemeyince, bizzat Bağdat'a gidip sultana ve halifeye haçlı tehlikesinin ehemmiyetini anlatmayı, müslüman halkın içinde bulunduğu müşkül durumu dile getirmeyi ve bu arada bağlılığını yeniden arzetmeyi uygun gördü.

Kararını gerçekleştirmek üzere yanına sultanın sevdiği eski Trablus sahibi İbn Ammar'ı da alan Atabeg Tugtekin, safkan Arap atları ve Mısır kumaşları gibi kıymetli hediyelerle yola çıktı. Bağdat'a doğru ilerleyen kafile Vadiyü'l··Miyah'a gelince, Sultan Tapar'ın Suriye bölgesini yanındaki komutanlardan birine ıkta edeceği haberi geldi. Asılsız olan bu haber, bütün iyi niyetleri ile sultanına giden Tugtekin'i endişeye düşürdü. Tedbiri elden bırakmak istemeyen Tugtekin, Bağdat'a adamlarından birini hediyeler ile birlikte yollayıp kendisi Dımaşk'a döndü. İbnü'l- Kalanisi, sultanın bu durumu öğrendiği zaman atabegin yarı yoldan dönmesini esefle karşıladığını, haberlerin asılsız olduğunu yazıyor.

Büyük Selçuklu Sultanı Tapar, son yıllardaki gelişmelerle önemini artıran Haçlı hareketini durdurmanın zamanı gelmiş olmasını anlamasına rağmen, 1109 yılında hazırlanan seferi iç istikrarsızlıklar sebebiyle tatbike koyamamıştı. Fakat ertesi yıl (1110), müslüman halk tarafından da desteklenmesiyle kaçınılmaz bir hal alan cihadı yeniden ilan etti. Bu vesile ile de Ermenşahlardan Emir Sökmen el-Kutbi, Musul'dan Emir Şerefeddin Mevdud ve Artuklulardan Necmeddin İlgazi'nin hazırlıklarını tamamlayıp sefere çıkmalarını emretti. Selçuklu ordusu, Ceziret-u Beni Numeyr'de bir araya geldi. Sökmen, Mevdud ve İlgazi gibi kuvvetli emirler, ilk hedef olarak Urfa'yı seçtiler. Urfa. Mayıs ayının başlarında kuşatıldı.

Böyle bir durumda, Urfa Kontu Baudouin de Bourg (1110-1118) , Joscelin de Courtena'yı Kral I. Baudouin'e göndererek acele yardım talebinde bulundu. Kral bu sıralarda Beyrut kuşatması ile meşguldü ve zaptedinceye kadar da buradan ayrılmadı. Bundan sonra kral, Müslümanlarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle pek güvenmediği Antakya'daki Tankred'e uğramayarak Haziran sonlarında Urfa önlerine ulaştı. Bu sırada Urfa'ya Kohg Vasil'e ait bir Ermeni birliği ile Birecik'den de bir kısım kuvvetler yardıma gelmişti. Kudüs kralının Urfa'ya gelmesiyle, Tankred hakkında şikayetçi olanlar artmıştı. Fakat ne olursa olsun, o da Antakya kuvvetleriyle Haçlı birliğine katılmak zorunda idi. Nitekim Tankred de gelince, Urfa Kontu Baudouin de Bourg'u anlaşmazlığın sebebi olarak suçladı. Esasında bu sürtüşmelere sebep, Urfa yakınlarında bulunan küçük bir bölgenin Antakya'ya mı, yoksa Urfa'ya mı ait olması idi. Kralın araya girmesi bu sürtüşmeyi sona erdirdi.

Atabeg Tugtekin'e gelince, Emir Mevdud'dan gelen istek üzerine bu sefere iştirak etti. Dımaşk Atabegliği birlikleri ilk önce Hıms'ın kuzeydoğusundaki Selemiye'ye geldi. Burada birçok Suriyeli gönüllü, atabeglik ordusuna katıldı. Atabeg Tugtekin, Urfa'ya gitmekte olan I. Baudouin'in emrindeki haçlı ordusunun Fırat nehrini geçtiği haberini alması üzerine, er-Rakka bölgesindeki Caber kalesi yakınlarına gelerek, nehri buradan geçti. Fakat Urfa'ya fazla sokulmayarak yeni gelişmeleri beklemeye başladı.

Haçlı ordusu Urfa'ya vardığı sıralarda, Selçuklu birlikleri kuşatmakta oldukları Urfa önlerinden Harran'a doğru çekilmişlerdi. Kral Baudouin, el-Cezire bölgesinde bir harekata girişmek istemişse de, Antakya'ya Melik Rıdvan'ın, Kudüs'e ise bir Fatımi birliğinin taarruz için hazırlandıkları haberinin gelmesi üzerine bu projesinden vazgeçti. Haçlılar kuvvetlerini Urfa ve Seruc gibi kalelerde topladılar ve bunun haricindeki bölgelerin savunmasına girmemeyi kararlaştırdılar. Buraları iyice tahkim edip, bol miktarda yiyecek ile takviye ettikten sonra Kral Baudouin, Urfa'dan ayrılıp güneye doğru inmeye başladı. Fırat'ı geçerken Selçuklu birlikleri, haçlıların çekildiğini öğrenmiş ve ancak nehri geçiş esnasında bir kısım haçlıyı telef etmiş ve bir miktar savaş malzemesi ele geçirmişti.

Urfa bir süre daha kuşatıldı, fakat bir netice elde edilemeyeceği anlaşıldığından muhasara kaldırıldı. er- Rakka'da konaklayıp durumu dışardan takip eden Tugtekin ise, haçlı ordusunun güneye inmesi ve Tankred'in Halep civarında taarruza geçmiş olması sebebiyle bir miktar askerini Urfa'ya yardımcı olarak gönderip kendisi Dımaşk'a döndü. Böylece Selçuklu ordusunun 1110 tarihindeki Urfa kuşatmasından da kati bir netice elde edilemeyince Sultan Tapar, ertesi yıl yeni bir ordu gönderilmesini emretti. Musul emiri Şerefeddin Mevdud, Meraga emiri Ahmedili, Erbil emiri Ebu'l-Heyca, Artuklulardan Emir İlgazi'nin oğlu Ayaz ve Ermenşahlardan emir Sökmen el-Kutbi gibi kuvvetli emirler, 1111 yılında yapılan bu sefere katıldılar. Atabeg Tugtekin de diğerleri gibi sultandan bu sefere katılması için emir alınca, merkez askerinin yanısıra Hınıs, Hama ve Rafeniyye gibi şehirlerdeki askerleri de yanına alarak Halep önlerine geldi. Talihsizlik, bu sefer esnasında da Selçuklu. ordusunu gelip buldu. Emir Sökmen, ciddi bir şekilde hastalandı ve ordudan ayrılıp memleketine dönmek üzere iken Balis'de öldü. Onun memleketinde gözü olan Emir Ahmedili'de de seferden vazgeçme arzusu belirdi. Bu sefere ağır hasta olarak katılan Hemedan emiri Porsuk'un da durumu gittikçe fenalaşıyordu. Neticede gerek hastalıklar; gerekse emirler arasındaki anlaşmazlıklar, ordunun dağılmasına sebep oldu. Emir Mevdud Musul'a, Atabeg Tugtekin ise Dımaşk'a geri döndüler.

Emir Mevdud'un bu başarısızlığı, sultanın ona olan itimadını sarstı. Üstelik bir kısım kişiler, onun Tugtekin ile anlaşıp isyan dahi edebileceğini söylemeye başladılar. Bu asılsız haberleri ortadan kaldırmak için Mevdud, karısını ve çocuklarını Sultan Tapar'a yolladı. Kendisi de bu sıralarda Tugtekin'den gelen yardım isteğine çevap olarak haçlılara karşı yeni bir sefere çıktı. Tugtekin; Musul, Sincar ve Artuklu askerinden mürekkep Selçuklu ordusunu Hıms şehrinin kuzeyinde bulunan Merc Selemiyye'de karşıladı ve burada yapılan görüşmelerden sonra Kudüs krallığı üzerine yürünmesine karar verildi. Türk birlikleri, 28 Mayıs 1113'de Kadas'a geldi ve Vadiü't-Teym yolu ile Banyas'a ulaştı. Kudüs kralı Baudouin, tek başına Türklere karşı duramayacağını anladığından Antakya ve Trablus'dan yardım istedi. Tankred ve Roger krala yardıma koştular. es-Sennebre'de toplanan haçlı kuvvetleri, buradan el-Kuhvane'ye geldikleri zaman (28 Haziran 1113) Türk kuvvetlerinin ani bir baskını ile karşılaştılar. Üst üste yapılan taarruzlar sonunda haçlılar ağır bir yenilgiye uğradılar, hatta Kral Baudouin esir dahi düştü. Fakat kimliği anlaşılmadığından gerekli ihtimam gösterilmedi ve o da bundan istifade ederek kaçmaya muvaffak oldu. Bu muharebede büyük zayiat veren haçlı ordusundan kalanlar, bütün savaş ağırlıklarını bırakarak Taberiyye'ye çekildiler. Ele geçen ganimetin bir kısmı, bir elçi heyetiyle İsfehan'da bulunan Sultan Tapar'a zaferin armağanı olarak gönderildi. Emir Mevdud bu sefer sonrası Musul'a dönmek yerine kışı, Suriye'de geçirmek ve ilkbaharda vakit kaybetmeden yeniden haçlılar üzerine sefere çıkmak için Tugtekin ile beraber Dımaşk'a geldi.

Dımaşk şehri dışında Babü'l-Hadid önündeki ovada karargahını kuran Mevdud, cuma namazlarını şehirdeki camide kılardı. Bir seferinde cami avlusunda halkın arasından sıyrılan bir kişi Emir Mevdud'u hançerledi. Muhafızlar, kim olduğu tesbit edilemeyen bu saldırganı hemen orada öldürdüler. Emir Mevdud ise bütün ihtimama rağmen aldığı yaradan kurtulamayarak öldü. Ortaya çıkan rivayetler arasında bu suikastin tertipçisinin Atabeg Tugtekin olduğunun söylenmesi, atabeg ile sultan arasında bir gerginliğe sebep oldu.

Mevdud'un öldürülmesinden sonra Musul'a Aksungur Porsuki tayin edildi ve sultan tarafından 1114 yılında haçlılara karşı sefere çıkması emredildi. Aksungur, çevredeki Türk beylerinden asker göndermelerini istedi. Emir İlgazi biraz isteksiz olarak oğlu Ayaz'ın komutasında üçyüz atlı yolladı ki buna kızan Aksungur, Ayaz'ı hapsetti. Ayrıca Aksungur, İlgazi'nin hakimiyeti altındaki Mardin civarını yağmalattı. Musul emirinin bu davranışına hem cevap vermek, hem de oğlu Ayaz'ı kurtarmak maksadı ile İlgazi, Hısn-ı Keyfa'ya geldi. Buranın emiri ve aynı zamanda yeğeni olan Rükneddin Davud b. Sökmen ve diğer yeğeni Belek'i yanına alan İlgazi, Dara civarında konaklamış olan Aksungur'un üzerine yürüdü. Gafil avlanan Aksungur, mağlup olarak geri çekildi, Ayaz ise esaretten kurtuldu (1115) .

İlgazi, bu cüretkar hareketinin Sultan Tapar tarafından cezasız bırakılmayacağını bildiğinden ve üstelik sultan tarafından bir mektupla tehdit edildiğinden Atabeg Tugtekin'e yanaşmak zorunda kaldı. Emir Mevdud'un öldürülmesinden mesul tutulan Tugtekin, İlgazi ile anlaşma yolunu seçti. Beraberce üzerlerine gönderilebilecek bir Selçuklu ordusuna karşı Antakya prinkepsi Hoger ile geçici bir antlaşma yaptılar. İlgazi, Türkmenler'den yeni kuvvetler toplamak için Mardin'e doğru ilerlerken Hıms hakimi Kırhan b. Karaca'nın hücumuna uğradı ve yakalanarak hapsedildi. Bu haberi alan Tugtekin, müttefiki İlgazi'yi kurtarmak maksadı ile Hıms şehrinin surları önüne gelip Kırhan'dan İlgazi'yi serbest bırakmasını istedi. Ancak surlar önünden çekilmediği takdirde İlgazi'nin öldürüleceği tehdidi karşısında Dımaşk'a dönmek zorunda kaldı.

Sultan Tapar'ın İlgazi'yi almak üzere göndereceği birliğin gecikmesi üzerine Kırhan, İlgazi ile anlaşma yoluna gitti. Yapılan antlaşma gereğince İlgazi, oğlu Ayaz'ı rehin bırakmak ve Tugtekin'in Hıms üzerine tekrar gelmesini önlemek şartı ile serbest bırakıldı. Fakat İlgazi, Türkmenler'den topladığı kuvvetler ile oğlunu kurtarmak üzere vakit geçirmeden Hıms önlerine geldi. Ancak Sultan Tapar'ın Emir Porsuk · komutasında gönderdiği ordunun yaklaşmakta olduğunu duyunca muhasarayı kaldırmak zorunda kaldı.

Sultan Tapar'ın Emir Mevdud'un öldürülmesinden Atabeg Tugtekin'i mesul tutması ve Aksungur Porsuki'yi İlgazi'ye tercih edip onu Musul'a tayin ettikten sonra haçlılarla savaşa vazifelendirmesi, bu iki emirin merkezi hükümete karşı tavır almasına sebep oldu. Böyle bir hal muhakkak ki, Sultan Tapar tarafından hoş görülemezdi. Nitekim bunların cezalandırılmasına ve haçlılara karşı yeni bir sefere Hemedan emiri Porsuk b. Porsuk vazifelendirildi. Emir Porsuk, yanında Emir Cuyuş, Emir Kün-Togdi gibi beyler olduğu halde Mayıs 1115'de Fırat nehrini geçerek Haleb'e gitmesinin sebebi, Melik Rıdvan'dan sonra melik olan oğlu Sultanşah zamanında idari işleri eline geçiren Lü'lü el-Hadim'in sultana mektup yazarak şehri kendisine teslim edeceğini bildirmesiydi. Bu haber üzerine sultan, Porsuk komutasındaki ordunun ilk önce Haleb'i Lü'lü'den teslim almasını uygun gördü. Selçuklu ordusu Balis'e geldiği sırada Lü'lü sultana verdiği sözden dönerek, Atabeg Tugtekin ve İlgazi'den yardım istedi ve şehri geldiği takdirde Tugtekin'e teslim edeceğini, karşılığında kendisine bir yerin ıkta edilmesini istediğini bildirdi. Teklifi uygun gören Atabeg Tugtekin ile İlgazi, ikibin atlıyı hemen Haleb'e gönderip, şehrin Emir Porsuk'a karşı savunmasını kuvvetlendirdiler. Emir Porsuk, bu haberi Maarra'ya ulaştığı bir sırada aldı ve Tugtekin'i cezalandırmak üzere Dımaşk atabegliğine bağlı Hama üzerine yürüdü. Selçuklu ordusunun gücüne dayanamayan şehir teslim oldu. Buranın valiliğine sultanın emri ile Kırhan b. Karaca tayin edildi. Selçuklu ordusu, Hama'dan güneye doğru ilerleyerek Rafeniyye'yi kısa bir muhasaradan sonra teslim aldı.

Emir Porsuk komutasındaki Selçuklu ordusunun Dımaşk Atabegliği toprakları üzerindeki bu icraatı Tugtekin'i endişelendirdi. Nitekim Tugtekin, İlgazi ve Haleb'in komutanlarından olan Şemsü'l-Havas, Antakya hakimi Roger ve Salerne'ye giderek yardım istediler. Suriye'ye gönderilen Selçuklu ordusunun bir vazifesinin de haçlılara karşı mücadele olduğunu bilen Roger, bu Türk beyleri ile anlaşmada tereddüt etmedi. Ayrıca durumu Kudüs'e bildirerek Selçuklu tehlikesine karşı Kral I. Boudouin'in desteğini talep etti. Antakya'da toplanan haçlı ordusuna Tugtekin ve İlgazi kuvvetleri ile katıldılar ise de Selçuklu ordusuna karşı taarruza geçmeyi göze alamadılar. Esasında ne Atabeg Tugtekin ne de İlgazi, sultanın kuvvetlerine karşı savaşmaya isteksiz olup bulaştıkları bu beladan en hafif bir ziyanla kurtulmanın yollarını aramaktaydılar. Efamiye civarında iki ordu karşı karşıya geldi ise de biri diğerine taarruz edecek gücü kendisinde göremedi. Bu şekilde iki ay beklendi. Neticede Emir Porsuk kuzeye doğru çekildi. Bu durumu fırsat bilen Atabeg Tugtekin ile İlgazi, sultanın ordusuna karşı bir muharebeye girmek zorunda kalmadıklarına memnun olarak üsslerine döndüler. Ancak her ikisi de sultanın peşlerini bırakmayacağını bildiklerinden buna bir çözüm aramak zorunda kaldılar.

Atabeg Tugtekin, 1115 yılının sonbaharında Bağdat'a gelen sultanı ziyarete karar verdi. Bu maksatla da sultana armağan olarak verilmek üzere mücevherler, kumaşlar, atlar alarak 9 Nisan 1116'da Dımaşk'dan yola çıktı. Bağdat'tan gelen haberler; sultanın, atabegin aleyhinde olduğu yolundaydı. Hatta atabegin bir kısım dostları onun Bağdat'a gitmesinin hata olduğu kanaatindeydiler. Bütün bunlara rağmen atabeg kararından dönmedi. Bağdat'a yaklaştığı bir sırada sultanın adamları tarafından karşılandı. Huzura alındığında da sultana bağlılığını arzederek hakkında söylenenlerin doğru olmadığını ispatladı. Sultan, atabegin özrünü kabul etti ve ona hi'latler vererek Suriye bölgesinin valiliğine tayin etti. Ayrıca atabege bölgede askeri ve mali haklar tanıdı. Böylece Şam'ın valisi olan atabeg gerek kendisinin ve gerekse kendinden sonra gelen oğullarının Suriye'deki hakimiyetini meşrulaştırdı.

Sultan Tapar'ın iltifatına mazhar olan Tugtekin, Bağdat'tan büyük bir memnuniyet içerisinde ayrıldı. Dımaşk'a geldikten kısa bir süre sonra da Musul Selçuklu emiri Aksungur Porsuki, haçlılar üzerine tertip ettiği sefere Tugtekin'in de yardımcı olması için Dımaşk'a geldi ve atabeg tarafından hürmetle karşılandı. Bu sırada Trablus kontu Pons, el-Bika kasabasına hücum etmiş, ayrıca çevre mıntıkalarda yağma ve tahribatta bulunmuştu. Bu hadise üzerine Aksungur ile Tugtekin, Bika'ya geldiler ve vakit geçirmeden haçlı karargahına taarruz ederek, birçok haçlı askerini kılıçtan geçirdiler. Trablus kontu Pons, yanındaki az sayıda adamları ile kaçarak kurtuldu. İbnü'l-Kalanisi'nin kaydına göre, üçbin civarında zayiat veren haçlıların bir kısmı da esir edildi (1116).

Kudüs kralı I. Baudouin, 1118 yılında Mısır seferine çıktı. Ancak bu sefer esnasında hastalandı, geri dönerken yolda öldü (7 Nisan 1118) . Kralın ölümü, Kudüs'de büyük bir infial uyandırdı. Toplanan yüksek seviyedeki bir meclis, yeni bir kral seçme işine giriştiği sırada Urfa kontu Baudouin de Bourg Kudüs'e geldi. Onun krallığını destekleyenler arasında Urfa kontluğunu elde edebileceğini düşünen Joscelin de Courtena da bulunmaktaydı. Neticede kilisenin de tasdiki alındıktan sonra, I. Baudouin'in yerine aynı adı taşıyan Baudouin de Bourg kral oldu. Joscelin ise kısa bir süre sonra Urfa kontluğuna getirildi.

Atabeg Tugtekin, I. Baudouin'in ölüm haberini iki hafta kadar sonra Deyr civarındaki karargahında bulunduğu sırada aldı. Tugtekin'in, bu durumu değerlendirip taarruz hazırlığına başladığını duyan Baudouin, Dımaşk atabegine barış teklifinde bulundu. Haçlıların zamana ihtiyacı olduğunu anlayan atabeg, daha önce yapılan ancak haçlılar tarafından ihlal edilen I. Barış Antlaşmasının bir maddesiyle aralarında paylaştıkları Cebel Avf, el-Hannana, es-Salt ve el-Gavr bölgesi mahsülünün tamamını istedi. Tugtekin'in bu isteği kabul edilmedi. Bunun üzerine o da Taberiyye üzerine taarruza geçti. Burada birçok yeri yağmaladıktan sonra Askalan'a, oradan da Dımaşk'a geldi.

Tugtekin'in bu harekatına cevap olarak haçlılar, Habis (Celdeli) kalesini içindeki emirlerle anlaşarak ele geçirdiler. Bununla da iktifa etmeyerek etrafı yağmalamaya ve tahrip etmeye başladılar. Küçük bir gurup olan bu haçlı birliğinin cezalandırılması vazifesini Tugtekin, oğlu Böri'ye verdi. Henüz tecrübe kazanmakta olan Böri, haçlılara mağlup oldu ve Dımaşk'a çekildi. Atabeg, oğlunun yenilmesi ve haçlıların yeni taarruz hazırlıklarına başlamaları karşısında Halep'te bulunan Necmeddin İlgazi'den yardım istedi. İlgazi, bizzat Dımaşk'a geldi ve yapılan görüşmelerden sonra beraberce Mardin'e gittiler. Buradan Türkmen reislerine haberler göndererek ve bir kısmı ile görüşerek açılacak cihada katılmaya ikna ettiler. İlgazi, bir kısım Türkmen beyleri ile beraber Haziran 1119'da Kinnesrin'e gelerek Tugtekin'i beklemeye başladı. Ancak Antakya hakimi Hoger, Kral II Baudouin'in gelmesini beklemeden şehirden çıkıp küçük bir kale olan Tell-Afrin önünde karargahını kurdu. İlgazi, Roger'in bu hatalı hareketini öğrenince vakit kaybetmeden hatta Tugtekin'i dahi beklemeden taarruza geçti. Yediyüz atlı ve dörtbin piyadeden oluşan haçlı birliği her taraftan sarıldı. Roger'in bu çemberi yarmak için giriştiği bütün çabalar netice vermedi ve haçlı ordusu kısa bir süre içerisinde imha edildi. Kılıçtan kurtulanlar ise esir alındı. Antakya hakimi Roger de ölenler arasında idi. İslam kaynakları, bu savaşı o ana kadar haçlılara karşı kazanılan en büyük zafer olarak gösterirlerken, Latin kaynakları bu muharebeye, «Kanlı Meydan» (Ager Sanguinis) adını vermektedirler. Kazanılan bu muharebeden sonra İlgazi, harekatına devamla önce Artak kalesini kuşattı. Ancak kale muhafızına acıyarak muhasarayı bıraktı. Bu sıralarda biraz gecikme ile gelen Atabeg Tugtekin, İlgazi'ye katıldı ve beraberce Aşarib'i kısa bir zaman içinde ele geçirdiler. Buradan Zerdana'yı kuşatan Türk kuvvetleri kaleyi eman ile teslim aldılar.

Kudüs kralı II. Baudouin'e gelince, Antakya birliğinin yenildiğini, Roger'in öldüğü haberini Latakiyye'de iken aldı ve hiç vakit kaybetmeden Antakya'ya geldi (1 Ağustos 1119) . Roger'den boşalan yere I. Bohemund'un oğlu II. Bohemund'u tayin etti. Ancak on-onbir yaşlarında olan II. Bohemund'u kızı ile evlendirip Antakya naipliğini kendi uhdesine aldı. Antakya'da idari işleri bu şekilde yoluna koyan II. Bagdouin, yanına aldığı yediyüz kadar atlı ve bir kaç bin piyade ile intikam seferine çıktı.

Atabeg Tugtekin ile İlgazi de bu sıralarda Asi ırmağının doğu kısmında kalan ve haçlıların elinde bulunan kaleleri. fethe uğraşıyorlardı. Bunlardan el-Aşarib ile Zerdana kaleleri ele geçirilmişti. II. Baudouin bu kalelerin yardımına gelemeyince, Türklerin Maarratü'n--Numan ile Efamiyye kalelerine taarruz edebileceklerini düşünerek, 13 Ağustos'da Tell-Danis'e geldi ve karargahını kurdu. Burada son hazırlıklarını yapan Kral II. Baudouin, nihayet Türkler ile muharebeyi kabul etti. Tugtekin, haçlı ordusunun sağ kanadındaki Trablus kuvvetlerini geriletti. Hıms kuvvetleri ise Zerdana kalesini yeniden eıe geçirmeyi planlayan Robert komutasındaki bir haçlı birliğini pusuya düşürerek yendi ve komutanını esir aldı. Bunlara rağmen merkezdeki Baudouin ve haçlı ordusunun sol kanadı yerlerini muhafaza ettiler. Kralın son olarak giriştiği taarruzdan da bir netice çıkmadı. Latin kaynaklarına göre Türk kuvvetleri; muntazam bir şekilde Haleb'e, İslam kaynaklarına göre haçlı kuvvetleri Hab kalesine çekildi. Her iki tarafın da kendisinin kazandığını iddia ettiği bu muharebe büyük bir ihtimalle ortada kaldı. Haleb'e çekilen Türk kuvvetleri, çok sayıda esir getirdiler ki bunların arasında Zerdana senyörü Robert de vardı.

Haçlılar, 1124 yılı Şubat ayı ortalarında sahilde müstahkem bir şehir olan Sur'u Venedik donanmasının da yardımı ile denizden ve karadan kuşattılar. Sur halkı, Atabeg Tugtekin ile Fatımi halifesine müracaat ederek yardım istediler. Fatımi halifesi, şehrin valilik menşurunu atabege göndererek Sur'un savunma işini kendi üstünden atmaya çalıştı. Bu durumda atabeg, bir yandan ordusunu hazırlarken diğer taraftan da Sur'a yeni idareciler tayin ederek Banyas'a kadar geldi. Mısır'dan beklenen yardım gelmeyince, kendi kuvvetleri ile haçlılarla baş edemeyeceğini anlayan Tugtekin şehrin taş bombardımanı ve Rum ateşi altında daha fazla zayiat vermemesi için, Sur'un teslim şartlarını görüşmek zorunda kaldı. Buna göre isteyenler başka yerlere göç edebileceklerdi. Antlaşma hükmünün emniyeti ve Sur halkının bir ihanete kurban gitmemesi için atabeg, Sur kalesi önüne gelip haçlı kuvvetlerinin karşısında karargahını kurdu. Şehrin kapıları açıldı ve haçlılar Sur'u teslim aldılar (7 Temmuz 1124). Antlaşma hükümüne göre yağma yapılmadı. Şehirden göçmek isteyenler haçlı ordugahı içinden geçerek şehri terkettiler.

Sur şehrinin zaptını gerçekleştiren haçlı ordusu, Patrik Gormund tarafından idare edilmiş, Trablus kontu ise her hususta ona yardımcı olmuştu. Haber Şeyzer'de bulunan Kudüs kralına büyük bir sevinçle ulaştırıldı. Venedikliler ise daha önce yaptıkları pazarlık sonucu şehrin üçtebirini aldılar. Sur'un düşmesiyle Askalan'ın kuzeyindeki bütün limanlar haçlıların eline geçti.

Sur'un zaptından sonra haçlıların baskısı, hele İlgazi ve bunu takiben de bir İslam mücahidi olarak ün salmış Belek'in ölümleri Kuzey Suriye'de bir kuvvet boşluğu yaratmıştı. İlgazi'nin oğlu Timurtaş ise bu boşluğu doldurabilecek güçte değildi. Ancak Selçukluların Musul valisi Aksungur Porsuki'nin Haleb'i ele geçirmesi Dımaşk atabegliğini az da olsa rahatlattı. Çünkü Aksungur gibi bir Selçuklu komutanının Haleb'i elde ederek kendisini Tugtekin gibi haçlıların arasında bulması onu haçlı meselesine daha fazla önem vermek zorunda bıraktı.

Aksungur'un haçlılara karşı en büyük iki müttefiki Tugtekin ile Hıms Emiri Kır-Han idi. Sur şehrinin Haçlılar tarafından zaptı sırasında Şeyzer taraflarında bulunan Kudüs Kralı II. Baudouin ise, 1125 yılı kışında Kudüs'e dönmemişti. Aksungur Porsuki'nin bu yılın bahar ayında girişmiş olduğu faaliyetten de haberdardı. Aksungur, Tugtekin'den yardım istemiş, kendisi de Tellu's-Sultan ve Şeyzer'e uğradıktan sonra Hama'ya gelmişti. Tugtekin kuvvetleri ile burada kendisine katıldı ve bu birleşik ordu, Kefertab üzerine yürüyerek burayı 9 Mayıs 1125'te teslim aldı. Kalenin idaresi, bu sefere katılmış olan Hınıs emiri Kır-Han'a verildi. Selçuklu ordusu harekatına devamla kuzeye doğru yola çıktı ve bir zamanlar İlgaz.i tarafından tahrip edilen fakat sonra haçlıların eline geçen Zerdana'ya vardı. Fakat buranın fethi için vakit harcanmayarak Halep civarındaki el-Azaz'a gidildi.

Selçuklu ordusunun bütün faaliyetlerini takip eden II. Baudouin, Trablus, Antakya ve Urfa'dan yardım istemiş, kendisini yeterince kuvvetli hissedince de el-Azaz kuşatmasındaki Türk kuvvetlerinin önüne çıkmıştı.

İki ordu karşılıklı olarak üç gün birbirlerinin hücuma geçmesini beklediler. Gerçi ufak çapta çatışmalar oluyor, bilhassa Türk süvarileri haçlı ordusunun yan kısımlarını vuruyorsa da ana kuvvetler Çatışmadan çekiniyorlardı. II. Baudouin, bir savaş taktiği düzenlemiş ve buna göre de geri çekilmeye başlamıştı. Böyle bir durumda Selçuklu ordusunun atlıları düşman peşine düştüler. Türklerin savaş düzeni bu yüzden bozuldu. Haçlılar aniden geri dönerek önce peşlerindeki kuvvetleri püskürttüler, sonra da ana kuvvetler ile çetin bir muharebeye girdiler. Savaş neticesinde her iki taraf da çok zayiat verdi, fakat Selçuklu ordusunun zayiatı daha fazla idi. Esasında haçlıların da yeniden bir muharebeye girmeye takatları kalmamıştı. İki ordu arasında bir antlaşma yapıldı. Bu sefer esnasında Selçuklu ordusunun Kefertab hariç, fethetmiş olduğu yerler geri verildi. Haçlı esirler iade edildi. Cebel Summak ve diğer bazı yerlerin mahsulü eşit olarak iki taraf arasında pay edildi. Ayrıca bu bölge verginin haçlı vergi memurlarınca toplanmasına karar verildi. Böylece 1125 seferi neticelendi ve kuvvetler üsslerine döndüler.

Kral II. Baudouin, el-Azaz önünde kazandığı zaferden sonra hemen Kudüs'e dönmemiş, Eylül ayma kadar Kuzey Suriye'de kalmayı tercih etmiştir. Ekim ayı içinde de Beyrut civarındaki tepeler üzerine bir kale inşa ettirmek işine girmiştir. Bu işleri tamamlayan Kudüs kralı, her savaşta Selçuklu ordusu ile karşısına çıkan Atabeg Tugtekin'i cezalandırmak gayesiyle olacak ki, Dımaşk topraklarına yağma ve tahrip akınlarında bulunmuştur. Bu akınlarla yetinmeyen II. Baudouin, 13 Ocak 1126'da yeniden atabeglik ülkesine bu sefer kuzey kısmından girmiştir. Böylece ciddi bir durum ile karşılaşan Tugtekin, bir yandan kendi askerini hazırlarken bir yandan da büyük vaatler karşılığı civar meliklerden ve Türkmen beylerinden yardım istemiştir. Bu yardım talebi üzerine, Türkmenlerden ikibin atlı ile civar köy ve kasabalardan eli silah tutan bir çok kişi geldiler. Dımaşk'da hazırlıklar tamamlandı. Böri, naib olarak şehirde bırakıldı ve gelecek yardım kuvvetlerini Tugtekin'e göndermekle vazifelendirildi. Yola çıkan Dımaşk ordusu, Mercü's-Suffar'da 25 Ocak 1126 Pazartesi günü Haçlılarla savaşa tutuştu. Haçlı atlıları, kısa zamanda Dımaşk süvarilerini bozguna uğrattı. Buna ilk anda başarı elde eden Türkmen birliklerinin intizamsız hareket etmeleri sebep olmuştu. Haçlı atlıları ise onları takibe devam etti. Haçlı süvari birliği yayalarına nispetle daha fazlaydı. Dımaşk kuvvetlerinin ağırlığını ise yayalar meydana getiriyordu. Muharebe meydanından atlılar çekilince iş yayalara kaldı. Dımaşk yaya birlikleri, sayılan pek fazla olmayan Haçlı kuvvetlerini silip- süpürdüler. Tugtekin çekilen atlı birliklerinin başında Dımaşk'a salimen döndü. Yeniden toparlanıp, haçlılar üzerine hücuma geçmeye hazırlanırken, Dımaşk yaya birlikleri büyük bir zafer kazanmış ve ganimetlerle yüklü olarak Dımaşk'a dönmüşlerdi.

Savaşı kazandım derken kaybeden II. Baudouin, Dımaşk civarından hemen çekilmişti. Fakat bu savaştan kısa bir süre sonra Mart 1126'da Trablus Kontu Pons Rafeniyye'yi kuşattı. Yirmi yıldan beri Atabeg Tugtekin'in elinde olan bu kale onsekiz günlük bir kuşatmadan sonra Pons'a teslim oldu. Tugtekin ise, birkaç ay evvel Mercü's Suffar'da o tuhaf muharebeyi kazanmış olmasına rağmen, kendini toparlayamamış ve Rafeniyye'nin yardımına gidememişti.

Kudüs Kralı II. Baudouin ise ancak ertesi yıl Dımaşk toprakları içindeki Vadi-i Musa'ya bir akın düzenlemiş, burayı yağmalamış ve bir kısım halkı esir alarak dönmüştür.




-·  TACÜ'L-MÜLÜK BÖRİ  (1128··1132)


Atabeg Tugtekin, oğlu Böri'ye gençliğinden itibaren atabegliğin çeşitli merkezlerinde değişik vazifeler vererek onun idari ve askeri işlerde tecrübe kazanmasına çalışmıştı. Böri, ilk olarak 1101 yılında Cebele'nin Dımaşk melikliğine bağlanmasıyla Melik Dukak tarafından buranın muhafızlığına tayin edildi. Fakat Cebele halkının bazı şikayetleri buranın eski sahibi ve Trablus hakimi İbn Ammar'ın gönderdiği kuvvetlere yenildi ve esir düştü. Buna rağmen Trablus'a getirilen Böri'ye İbn Ammar, çok iyi davrandığı gibi onu Dımaşk'a iade etti. Ayrıca Cebele'nin haçlılar eline düşme tehlikesine karşı buraya müdahale etmek zorunda kaldığını bir mektupla Tugtekin'e bildiren İbn Ammar, bu davranışıyla atabegden özür diliyordu. Dımaşk'da bilhassa babası Tugtekin'in sefere çıktığı sıralarda şehrin naiplik vazifesi Böri'ye verilmekteydi. 1108 yılında ise Dımaşk atabegliği'ni temsilen elçi olarak Bağdat'a gitti ve Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar'ın huzuruna çıktı. Bu ziyaret esnasında ona sefaret işlerinde tecrübeli bir kişi olan vezir Ebu Necm Hibetullah b. Muhammed b. Bedi yol gösterdi. 1110 yılında Atabeg Tugtekin Emir Gümüştegin'in itaatsiz davranışları sonunda idaresini onun elinden aldığı Baalbek'i oğlu Böri'ye ıkta etti. Baalbek gibi ehemmiyetli bir şehrin idari, askeri ve mali işlerini yürüten Böri, haçlılara karşı da bir iki sefere çıktı. el Habis (Celdeli) kalesi içindeki bazı kişilerle anlaşarak burayı ele geçiren küçük bir gurup haçlıya yenilmesi ve Cebele'nin idaresinde gösterdiği başarısızlık, onun tecrübe sahibi olmasında belki de faydalı oldu. Çünkü Tugtekin'in ölümüyle atabegliği dört yıl kadar iyi bir şekilde idare eden Böri, babasının Sultan Tapar'dan aldığı bir menşur ile kendi soyunda sağladığı hakimiyette tek varis idi. Kendisinden sonra Böriler de denilen Dımaşk atabegliği onun zamanında bilhassa Batınilerin tenkili ile siyasi ve içtimai huzura kavuştu.

Böri'nin başa geçtiği ilk yıllarda Suriye'de siyasi durum yeni gelişmeler göstermekteydi. 1127'de İmadeddin Zengi'nin Irak Selçuklu Sultanı Mahmud'un oğlu Alparslan'a atabeg tayin edilip Musul'a ve daha sonra da Haleb'e hakim olmasıyla Dımaşk atabegliği kuzeyde yeni bir rakip ile karşılaştı. Bu sırada ise haçlılar, Suriye'de bütün Akdeniz sahilini ve limanları kendi denetimleri altına almışlardı. Böylece haçlılar, Akdeniz yoluyla takviye aldıkları gibi, müslümanların deniz yoluyla ticaretini de önlemekte idiler. Halep, Hama, Hıms ve Dımaşk biraz iç kısımlarda kaldıklarından henüz müslümanların elinde idi. Dımaşk'dan Rahbe ve Rakka'ya uzanan iki yolun dışında bütün ticaret yolları kesilmişti. Bu iki yolun güvenliği de Bedevilerce sık sık ortadan kaldırılmaktaydı. Hıms, Musul atabegliğinin olduğu kadar Antakya prinkepsliği'nin de hücumları altında bulunmaktaydı. Arada Musul atabegliğinin bulunması Urfa kontluğunun atabegliğe direkt tesirini önlemesine rağmen, Urfa'dan Rakka ve hatta Habur'da Ra'sü'l-Ayn'e gönderilen birlikler Dımaşk'ın ticaret hayatını büyük ölçüde etkilemekteydi. Atabegliği güneyde çepe-çevre sarmış olan Kudüs krallığının gözü ise merkez Dımaşk üzerine dikilmişti. Ayrıca İmadeddin Zengi de Suriye'de İslam birliğini kendi hakimiyeti altına almak arzusunda idi. Böylece merkez Dımaşk iki ateş arasında kaldı. Müslümanların gönlü Kudüs'ün fethine, Kudüs' deki haçlılar ise Dımaşk'ın bir an evvel zaptedilrnesini arzu ediyorlardı. Tugtekin'in ölümü ve yerine Böri'nin geçişi haçlılara bir harekat imkanı hazırladı. Fakat Dımaşk'dan önce ilk hedef civar yerler oldu. 1128 yılının Nisan ayında Baudouin, Askalan civarındaki müslümanlara ait bölgeyi tahrip etti. Yine aynı yıl Sayda civarında bir kale patrik tarafından kuşatıldı.

Haçlılar Dımaşk çevresinde faaliyetlerini sürdürürlerken Böri, bilhassa babası zamanında Dımaşk'a yerleşmiş Batınilerle uğraşmak zorunda kaldı. Çünkü Batıniler, haçlılar ile işbirliği yapmakta olup onların Dımaşk'ı kuşatmaları esnasında kapıları açacaklardı. Batınilerin bu hizmetine karşılık haçlılar da onlara Sur şehrini vereceklerdi. Bu iki gurup arasında antlaşma tamamlanmış ve hatta 30 Ramazan (13 Eylül 1129) Cuma günü harekete geçilmesi kararlaştırılmıştı. Dımaşk şahnesi Yusuf b. Firuz ve şehir reisi Muferrec İbnü'I-Hasan İbnü's-Sufi'nin destek olmasıyla Böri, büyük bir güç kazanmış ve Batınilerin haçlılarla yaptığı işbirliği ortaya çıkarılmıştı. Böyle bir durum karşısında hiç vakit kaybetmeyen Böri 4 Eylül Çarşamba günü iç kalede yaptığı toplantıda huzura çıkan Batıni taraftarı vezir el- Mezdegani'yi emirlerin ve ileri gelen saray erkanının gözleri önünde öldürttü. Gövdesinden ayrılan vezirin başı, iç kaledeki Babü'l-Hadid'e asıldı. Vezirin öldürüldüğü haberi Dımaşk içinde süratle yayıldı. Bu sırada ele geçen bütün Batıniler öldürüldü. Bu tenkil hareketi akşama kadar sürdü. Ertesi gün başta karargahları olmak üzere Dımaşk sokakları bu sapıklardan temizlendi. Bazı kaynaklar, öldürülen Batınilerin sayısını altıbin ile yirmibin arasında vermektedirler. Dımaşk'da cereyan eden Batıni tenkilinin haberi Banyas'a ulaşınca, buradaki Batıni lideri İsmail, kendi durumunu tehlikede görmeye başladı ve sıranın Banyas'a gelme ihtimalini düşünerek, Banyas kalesini · haçlılara terketti. Kendisi de birkaç adamıyla onlara sığındı.

Haçlılar, Batıni tenkiline rağmen Dımaşk'ı zaptetme fikrinden vazgeçmediler. Kudüs kralı, Trablus'dan Pons'un, Antakya'dan Bohemund'un ve Urfadan Joscelin'in yardımlarını da aldıktan sonra Banyas'dan Dımaşk'a doğru harekete geçti. Böri ise bir yandan teçhizat ve yiyecek toplarken bir yandan da Türkmen emirlerden yardım istedi. Her taraftan gelen yardımcı kuvvetler, Dımaşk civarındaki kamplarda toplandılar. İbnü'l-Kalanisi, bu kuvvetlerin guruplara ayrılarak haçlılar üzerine gittiğini, onları hücuma teşvik ettiklerini, buna rağmen haçlılardan hiçbir karşı hareket görmeyince bunun sebebini araştırdıklarını ve neticede haçlı kuvvetlerinin büyük bir kısmının uzun bir kuşatmaya girişebilmeleri için yiyecek tedarik etmeye Havran'a gittiklerinin öğrenildiğini ve Tacü'l-Müluk Böri'nin Dımaşk içinde beklenmedik bir tehlikeye karşı bıraktığı Türk asıllı askerlerini dahi vakit kaybetmeden haçlılar üzerine yolladığını belirtmekte, ayrıca Hama askerini de Emir Seyfüddevle Savar komutasında bu ana birliğe kattığını ilave etmektedir.

Büyük bir çoğunluğu Türk asıllı olan İslam ordusu, Havran'dan dönmekte olan Guillaume de Bures komutasındaki bir haçlı kuvvetini kıstırmış ve ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Epey zayiat veren haçlılardan bir kısmı kaçarak canlarını zor kurtarabilmişlerdir. Bunların arasında Guillaume de bulunmaktaydı.

Bu galibiyet Dımaşk'da büyük sevinç yarattı ve çok miktarda savaş ağırlığı da ele geçti. Haçlı tarihçisi Villermus Tyrensis, haçlı kuvvetlerinin bir kolunun yenildiğini, geri kalan kuvvetlerin kış mevsiminin gelmesi dolayısıyla Dımaşk'ı kuşatmadan vazgeçtiklerini yazmaktadır.

Dımaşk atabegliğinin kuzey komşusu olan Musul atabegi Zengi jde Antakya'daki haçlılar üzerine açtığı cihada Böri'nin yardım etmesini istedi. Bu şekilde çevre hakimiyetlerden yardım istemek elbette yeni değildi. Fakat Atabeg Zengi'nin bundaki maksadı, Dımaşk atabegliğini hile ile zayıf düşürmek sonra da hücuma geçmekti. Böri, başlangıçta Zengi'nin yardım isteğini endişe ile karşıladı. Fakat ondan kendi ülkesine ve askerlerine zarar gelmeyeceği üzerine yeminle garanti aldıktan sonra yardım göndermeye karar verdi. Emirlerinden Şem sü'l-Ümera el-Havas komutasında beşyüz atlı ile birçok komutanlarını Dımaşk'dan yollayan Böri, aynı zamanda Hama'ya henüz yerleşmiş ve şehrin idaresi ile vazifelendirilmiş olan oğlu Bahaeddin Sevinç'e de haber yollayarak birlikleriyle Haleb'e gidip oradaki kuvvetlere katılmasını emretti. Atabeg Zengi, Haleb'e gelen Sevinç'i iyi bir şekilde karşıladı. Fakat üç gün sonra Zengi, hem Sevinç'i, hem de Dımaşk atabegliğinin göndermiş olduğu emir ve askerleri tutuklayıp Halep kalesine hapsetti. Bu şekilde bir hile ile Böri'yi zayıf düşüren Atabeg Zengi, vakit kaybetmeden Dımaşk atabegliği ülkesine girdi ve hiçbir güçlükle karşılaşmadan askersiz bulunan Hama'yı 24 Eylül 1130'da zaptetti.

Hama'nın zaptında askeri ile birlikte Zengi'ye yardım eden Hıms emiri Kırhan b. Karaca, Böri'ye ihanet etmiş ve Zengi'nin hizmetine girerek Hama'nın kendisine verilmesini istemişti. Zengi, Kırhan'ın bu isteğini kabul etti, hatta öğle namazında onun adını Hama emiri olarak ilan ettirdi. Fakat aynı günün akşamı Kırhan hapsedildi, yerine Zengi'nin hizmetine girmeyi kabul eden ve Dımaşk atabegliği emirlerinden olan Şemsü'l-Ümera el-Havas tayin edildi. Kırhan sadece hapsedilmekle kalmayıp Zengi tarafından Hıms şehrini teslim etmeye de zorlandı. Askeri ile süratle Hınıs önüne gelen Atabeg Zengi, buradan Kırhan'ın şehir içindeki oğlu ve komutanlarına bir mektup yazmasını istemişti. Mamafih mektubun baskı altında yazdırılmış olduğu anlaşılınca kapılar açılmamış, şehir içinde savunma hazırlıkları başlamıştır. Musul atabegi, Hıms'ı kırk gün kadar kuşattı. Şehre gelen her türlü yardım yolları kesildi. Fakat kış mevsiminin gelip çatması, muhasaranın kaldırılmasına sebep oldu. Zengi, Kasım 1130'da Haleb'e döndü. Haçlılar ile meşgul olduğundan Hıms'ın yardımına gelemeyen Böri, Musul atabegine müracaat ederek, oğlu Sevinç ile diğer esirleri serbest bırakmasını istedi. Zengi, kendisine ellibin dinar ödenirse, esirleri Dımaşk'a göndereceğini bildirdi.

İşte bu sıralarda Böri, Batınilerin saldırısına uğradı. Onların kendisinden intikam alacağını bilen Böri, bir sürü tedbirler almış, zırh giymiş etrafında devamlı en güvendiği adamları toplamıştı. Fakat Alamut'tan gönderilen iki İranlı Batıni fedaisi, Türk kıyafetinde asker olarak atabeglik ordusuna yazılmayı başarmışlardı. Uzun süre sabırla bekleyip, sonunda Böri'nin Horasanlı askerlerden kurduğu muhafız birliğine girmeye muvaffak olan bu iki Batıni, 7 Mayıs 1131 Perşembe günü bir fırsatını bularak Böri'yi hançerlediler. Batıni fedaileri hemen orada muhafızlar tarafından öldürüldüler. Böri ise boynundan ve kaburgasından aldığı ciddi yaralara rağmen ölmemiş, bir yıl kadar yaşamıştır.

Böri'nin bu rahatsızlığı sürerken, Irak'da Abbasi halifesi el-Müsterşid Billah ile Hille'nin Arap emiri Dübeys b. Sadaka arasındaki anlaşmazlık, bütün şiddeti ile devam etmekte idi. Bu sırada Böri'nin azatlı kölesi Serhad valisi Fahrüddevle Gümüştegin öldü. Onun dul karısı Dübeys'e haber göndererek evlenme teklif etti. Dübeys, Irak yerine Suriye'de faaliyette bulunması ve kendisini sıkı bir şekilde takip eden halifeden böylece uzaklaşması sebebiyle evlenme teklifini memnuniyetle karşıladı. Ne var ki, Dübeys'e doğan şans fazla uzun sürmedi. Onun Suriye'de Serhad'a kadar uzanan yolları ve su kuyularını bilen bir rehberinin olmayışı, adamlarının yollarını şaşırmalarına sebep oldu. Dübeys'in susuzluktan perişan olan adamları sağa sola dağıldı. Kendisi ise Guta'nın doğusundaki Benu Kılat'da bir Bedevi kampına sığındı. İbnü'l- Kalanisi'ye göre; Böri, Dübeys'in Maktum köyü civarında olduğuna dair haber almıştır. Böri, almış olduğu bu haber üzerine Dübeys'i yakalamak üzere Dımaşk'dan bir süvari mufrezesi yolladı. Bu kuvvetler, Dübeys'i 6 Temmuz 1131 Pazartesi günü yakalayarak Böri'nin huzuruna getirdiler. Böri, Dübeys'e iyi davrandı ise de iç kaleye hapsetmeyi de ihmal etmedi. Ayrıca halife el-Müsterşid'e haber göndererek, yakalamış olduğu Dübeys'i ne yapması gerektiğini sordu. Halife, yollayacağı adamlara Dübeys'i teslim etmesini ve adamları gelinceye kadar onun kaçmasına imkan vermemesini bildirdi.

Musul atabegi İmadeddin Zengi; Dübeys'in, Böri'nin elinde esir olduğunu ve onu halifeye teslim edeceğini öğrenince, Böri'ye yollayıp, Dübeys'i kendisine teslim ettiği takdirde oğlu Sevinç ile diğer komutanları serbest bırakmayı, ayrıca ellibin dinar ödemeyi teklif etti. Daha önce halifeye söz vermiş olmasına rağmen, Zengi'nin reddedilemeyecek kadar cazip tekliflerle gelmesi, Böri'nin halifeye verdiği sözden dönmesine sebep oldu.

Atabeg Zengi ile arasındaki bu anlaşmada çok dikkatli davranan Böri, onun oğlu Sevinç ile diğer esirleri Kara'ya göndermesini ve Dımaşk askerine teslim ettikten sonra Dübeys'in teslim edileceğini bildirdi. Zengi, Böri'nin teklifini kabul edince esirler yapılan anlaşma uyarınca değiştirildiler. Büyük bir korku içinde başına gelecekleri düşünen Dübeys'e Atabeg Zengi, (Selçuklu Sultanı Sencer'in emri ile olsa gerek) çok iyi davrandı, ona para ve silah vererek serbest bıraktı.

Bu arada halifelik katiplerinden Sedidüddevle İbnü'l-Anbari ile Ebu Bişr el-Cezeri, halife el-Müsterşid Billah'ın elçileri olarak yanlarında bir miktar askerle birlikte Dımaşk'a doğru yola çıkmışlardı. Bu kafile yolda Böri'nin, Dübeys'i Zengi'ye teslim etmiş olduğu haberini almışlarsa da yollarına devamla Dımaşk'a geldiler.

Böri, Bağdat'tan gelen heyeti çok iyi karşıladı ve özürünü beyan etti. Heyet üyelerine çok miktarda hediyeler vererek tekrar Bağdat'a uğurladı. Heyet, er-Rahba yakınlarında Fırat nehrini geçerken Zengi'nin adamlarının hücumuna uğradı ve malları müsadere edilip kendileri bir müddet hapsedildikten sonra serbest bırakıldı.

Batınilerin suikastinde ağır yaralar alan Böri, aldığı bu yaralardan kurtulamayacağını anlayınca, babası Tugtekin'in kendisini atabegliğe aday olarak gösterdiği zaman yapmış olduğu merasimin hemen hemen aynısını oğlu İsmail için 28 Mayıs 1131'de yaparak onu halefi ilan etti. Ancak bu hadiseden sonra bir yıl kadar yaşayıp 6 Haziran 1132'de öldü.




3 -  ŞEMSÜ'L-MÜLÜK İSMAİL ( 1132-1135)


Böri'nin yerine geçen oğlu İsmail, hakimiyetinin ilk aylarında kardeşi Şemsüddevle Muhammed ile uğraşmak zorunda kaldı. Baalbek'in idaresi ile vazifelendirilmiş olan Muhammed, el-Lavba ve er Ras kalelerine müdahale ederek bu iki kaleyi kan dökmeksizin ele geçirmişti. İsmail kardeşinin bu davranışını kendi hakimiyetine karşı gelme olduğunu bir mektupla bildirmiş ve kalelerin iadesini istemişti. Muhammed kardeşinin bu teklifini reddedince İsmail, Eylül 1132'de harekete geçerek her iki kaleye de yeniden hakim oldu. Bununla da iktifa etmeyen İsmail, kardeşi Muhammed'i cezalandırmak maksadı ile Baalbek üzerine yürüdü. Muhammed'in kuvvetleri, İsmail'i Baalbek dışında karşıladılarsa da yapılan muharebeyi kaybettiler. Bir kısım askeri ile iç kaleye çekilen Muhammed fazla dayanamayıp eman ile teslim oldu. İsmail"e daima bağlı kalacağına dair söz verdikten sonra ağabeyi tarafından affedilerek yine Baalbek'te vali olarak bırakıldı.

İsmail'in hakimiyetinin ilk yıllarından itibaren haçlılar, siyasi bir bunalım içine düştüler. Bunun sebebi ise haçlı liderlerinin peşpeşe ölümleriydi. Kudüs kralı II. Baudouin, II. Bohemund'un ölümünden sonra Antakya'da çıkan karşıklıkları düzeltip Kudüs'e döndükten kısa bir süre sonra öldü, yerine onun isteği üzerine damadı Fulk getirildi. Baudouin'in ölümünü, Urfa kontu I. Joscelin'in (1131) ölümü takip etti. Onun yerine de II. Joscelin tayin olundu. Bu ölümlerin yanısıra Antakya'da yeniden çıkan anlaşmazlıklar, Dımaşk hakimi İsmail için değerlendirilmesi gereken iyi bir fırsat oldu. Muharrem ayının sonlarından Dımaşk'dan ordusu ile ayrılan İsmail 1 Safer 527 (11 Aralık 1132) pazar günü Banyas önüne geldi. Banyas, Ürdün vadisinin baş kısmında kurulmuş ve haçlılarca iyi tahkim edilmiş önemli bir kale idi. Kale Dımaşk atabegliği askerinin hücumuna ancak üıç gün dayanabildi. İç kaleye çekilen bir kısım haçlı kuvvetleri ise çok geçmeden teslim olmak zorunda kaldılar, İsmail, kaleyi tahkim edip şehir valiliğine İbrahim b. Turgut'u tayin ettikten sonra Dımaşk'a döndü.

Şemsü'l-Müluk İsmail, Banyas'ı haçlıların elinden aldıktan sonra bir süre önce Dımaşk atabegliğine bağlı olan ancak Musul atabegi Zengi tarafından hile ile zaptedilen Hama üzerine gitmeye karar verdi. Hazırlıklarını çok gizli tutan İsmail, Atabeg Zengi'nin o sıralarda Abbasi halifesi el-Müsterşid Billah ile savaş halinde olmasından istifade ederek Ağustos 1133'de Hama'yı kuşattı. Ramazan bayramının birinci günü başlayan hücuma dayanan Hama kuvvetleri, ikinci günkü hücuma dayanamamış ve İsmail'in canlarını bağışlanması kaydıyla teslim olacaklarını bildirmişlerdi. İstekleri kabul olununca, Hama yeniden Dımaşk atabegliğine geçmiştir.

Gerek Banyas'ı gerekse Hama'yı geri alan İsmail'in hakimiyeti pek uzun sürmedi. 1134 yılının Ocak ayı sonlarında çıktığı av esnasında adamlarından İlba adlı bir Türk muhafızın saldırısına uğradı. İlba'nın salladığı kılıç darbelerinden atı yaralanan İsmail, her nasılsa kaçıp kurtulmayı başardı. Peşine adamlar salınan İlba, çok geçmeden yakalanarak İsmail'in huzuruna getirildi. İsmail, İlba'ya neden kendisini öldürmek istediğini sorunca; “Senin zulmünden halkı kurtarmak istedim” demiş ve ayrıca bu suikastin tertiplenmesinde yalnız olmadığını belirterek bazı kişilerin adlarını da vermişti. Bunun üzerine İsmail, gerek İlba'yı ve gerekse İlba'nın adını verdiği kişileri hemen öldürttü. Halk hiç bir araştırma yapmadan, sadece bir suikastçının lafı ile suçsuz olduklarına inandıkları kişilerin öldürülmesini hiç hoş karşılamadı. İsmail bununla da iktifa etmeyerek şüphelendiği kardeşi Sevinç'i kapattığı hücrede aç bırakarak ölümüne sebeb oldu. İsmail'in bu tür tutarsız hareketlerinden çekinen Dımaşk şahnesi Yusuf b. Firuz, ıkta bölgesi olan Tedmur'a kaçtı. Yusuf'un Tedmur'a gitmesi İsmail'i daha da endişelendirdi. Her an öldürüleceği korkusunu yaşamaya başlayan İsmail, Musul atabegi Zengi'ye gizlice bir mektup yazarak Dımaşk'ı ufak bir kale karşılığında ona teslim edeceğini bildirdi. İsmail'in bu gizli planı duyuldu. Bütün saray erkanı ve komutanlar arasında huzursuzluk arttı. Neticede durumun vehameti İsmail'in annesi Safvetülmülk Hatun'a anlatıldı. Akıllı ve yerinde kararlar almasını iyi bilen bu hatun, zaten oğlu İsmail'in diğer oğlu Sevinç'i öldürmesini unutmamış, ayrıca İsmail'in herkes tarafından terkedilmiş olduğunu, sonunda nasıl olsa emirlerin İsmail'i bertaraf edeceğini, böyle bir yolun hanedanın diğer mensuplarına da sirayet edeceğini düşünerek, oğlunun öldürülmesine karar verdi. Bunun üzerine Şemsü'l-Müluk İsmail, annesinin muhafızları tarafından 14 Rebiülahir 529 (30 Ocak 1135) 'da öldürüldü ve yerine kardeşi Şihabeddin Mahmud getirildi.




-   ŞİHABEDDİN MAHMUD  ( 1135-1139)


Şemsü'l-Müluk İsmail'in öldürülmesinden sonra başa geçen Mahmud, ilk iş olarak Musul Atabegi Zengi ile temaslara geçti ve ona bir mektup yolladı. İsmail'in mektubunu alan Zengi, kargaşa içinde bulunan Dımaşk'ı bir an önce atabegliğine katmak üzere yola dahi çıkmış idi. Zengi, öncü olarak Şihabeddin Mahmud'a elçiler yolllayarak Dımaşk'ı kendisine teslim etmesini istedi. Mahmud, gelen elçileri çok iyi karşıladı. Onlara, bütün bu olanlardan kardeşi İsmail'in sorumlu olduğunu belirterek, Atabeg Zengi'nin planından vazgeçmesinin doğru olacağını söyledi. Buna rağmen Atabeg Zengi yoluna devamla 1135 yılının Şubat ayı ortalarında Dımaşk önlerine gelip önce Azra ile Kusayr arasında, daha sonra da el-Akaba el-Kıbliye'de karargahını kurdu. Atabeg Zengi'nin gelişi Dımaşk halkını büyük bir telaşa düşürdü. Şihabeddin Mahmud şehrin müdafaası vazifesini emir Şucaüddevle Bazvaç ile emir Muinüddevle üner'e verdi. Dımaşk kuvvetleri ile Musul askeri arasında şehir surları önünde çatışmalar oldu. Fakat bu tip küçük çatışmalardan bir netice alınması imkansızdı.

Atabeg Zengi, belki de şehir içinde beliren korku ve Dımaşk askeri arasında çıkacak anlaşmazlıklar neticesinde, şehrin düşmesini beklemekteydi. Ancak Mahmud'un duruma kısa süre içinde hakim olması, Zengi'ye beklediği fırsatı vermedi ve neticede Zengi, Mahmud'un bizzat karargahına gelerek atabegi bulunduğu Melik Alparslan b. Mahmud'a bağlılığını arzetmesini istedi. Zengi'nin bu teklifi Dımaşk devlet erkanınca tartışıldı ve sonunda Mahmud'un gitmesinin mahzurlu olabileceği düşüncesine varılarak yerine kardeşi Behramşah'ın gönderilmesi kararlaştırıldı. Behramşah Atabeg Zengi'nin karargahına hediyeler ile birlikte geldi. Melik Alparslan'a Dımaşk atabegliğinin bağlılığını arzetti. Bu sıralarda Abbasi halifesi el-Müsterşid Billah'ın elçisi olarak gelen Bişr b. Kerim, halifenin atabegden Irak Selçuklu Sultanı Mesud'a karşı yardımını istedi. Zengi, yanındaki Melik Alparslan'ı Mesud'un yerine sultan yapmak istediğinden halifenin istediğini kabul etti ve halifenin elçisi Bişr ile kendi elçisi Bahaeddin Şehrizori'yi Dımaşk'a yollayarak Melik Alparslan'ın adının hutbede okunmasını istedi. Neticede Alparslan'ın adı, 28 Cemaziyelevvel 529 (15 Mart 1131 Cuma) günü hutbede okundu. Ancak Atabeg Zengi'nin Dımaşk önlerinden ayrılmasıyla Alparslan'ın adı bir daha hutbede okunmadı.

Musul atabegi Zengi'nin Dımaşk önünden çekilip gitmesinden dokuz ay kadar sonra Hıms'ı Kırhan b. Karaca'nın oğulları adına müstakil olarak idare eden Humartaş, şehri Şihabeddin Mahmud'a teslim etmek istedi. Buna sebep de Atabeg Zengi'nin Hıms'ı zaptetmek istemesi ve şehrin Zengi'ye karşı savunma kuvvetinden mahrum olmasıydı. Bu maksatla Hıms'dan Dımaşk'a gelen elçiler, Mahmud'un Hıms şehrini teslim almasına karşılık kendilerine neresi uygun görülürse oranın verilmesini istediler. Yapılan görüşmeler sonunda, Hıms şehrine karşılık Tedmur'un Humartaş'a verilmesi kararlaştırıldı. Tedmur'un ıktasına sahip olan Yusuf b. Firuz, Hıms'ın idaresine Emir Üner ise naipliğine getirildi.

Musul atabegi Zengi'nin bütün Suriye'yi kendi hükmü altına alma düşüncesi ve bunun için de daimi bir faaliyet içerisinde olması Dımaşk atabegliğini haklı olarak endişeye sevketmekteydi. Bu bakımdan Atabeg Zengi ile dostane ilişkiler kurmak niyetinde olan Mahmud, Zengi'nin annesi Safvetülmülk Zümürrüd Hatun ile evlenme isteğini, şartlarıyla kabul etmek zorunda kaldı. Zengi, teklifinde gelinin çeyizi olarak Hıms şehrini istemekte, karşılığında kızıyla evlendireceği Mahmud'a ise Barin'i vermekteydi. Teklifi kabul edilince de Hıms surları önünde karargahını kuran Zengi, gelini burada karşıladı. Bağdat ve Mısır halifelerinin elçilerinin yanısıra Suriye seferine çıkmış olan Bizans imparatorunun bir elçisi de düğün tebrikleri için Zengi'nin kampına geldiler. Uzun zaman ele geçiremediği Hıms'a kolay bir yoldan sahip olan Atabeg Zengi, Zümürrüd hatun vasıtasıyla Dımaşk'ı da elde edeceğini hesaplamaktaydı. Fakat bu düşünce ile Dımaşk'da giriştiği propaganda aleyhine dönüştü ve Zengi yeniden Dımaşk'ı teslime zorlamak için hazırlıklara girişti. Ancak Bizans İmparatorunun Suriye'ye gelmesi onu bu planını tatbikten bir süre alıkoydu. 1138 yılının Mart ayı sonlarında ordusu ile Antakya'ya gelen İmparator II. Juhannes, yanındaki haçlı ordusu ile birlikte ilk olarak Haleb'in 35 km. kadar kuzey doğusundaki Buzaa üzerine yürüdü. Altı günlük bir kuşatmadan sonra düşen (9 Nisan 1138) Buzaa'nın halkı kılıçtan geçirildi.

Hayatta kalan dörtyüz kadar Buzaalı hristiyan olmaya zorlandı. İmparatorun haçlılar ile birlikte harekete geçmiş olması Atabeg Zengi'yi epey endişelendirdi. Zengi pek yakın münasebetler içinde olmamasına rağmen, Irak Selçuklu Sultanı Mesud'dan yardım istemek zorunda kaldı. Kendisi ise Haleb'e gelerek şehri muhtemel bir muhasaraya karşı hazırladı. Nitekim Zengi'nin şehre gelişinden altı gün sonra Halep, Bizans ve Haçlı kuvvetlerince kuşatıldı. Fakat Atabeg Zengi'nin Haleb'e geldiğini öğrenen imparator, üç gün evvel başlattığı kuşatmayı zaman kaybetmemek için kaldırmak zorunda kaldı. Halep'ten · ayrılan imparator II. Juhannes 9 Şaban (21 Nisan) 'da el-Aşarib'i, takiben de Maarra ve Kefertab'ı aldı. Güç durumda kalan Atabeg Zengi'nin yardımına Artuklu emiri Davud komutasında Türkmenlerden oluşan büyük bir kuvvet geldi. Ayrıca Zengi'nin Dımaşk atabegliği üzerindeki emellerini bilmesine rağmen, Şihabeddin Mahmud da bir miktar askerini atabege yardıma yolladı. İmparator II. Juhannes, Kefertab'dan sonra Şeyzer'e geldi. Şeyzer bir şehir devleti halinde bağımsız olarak Ebu'l-Asakir Sultan İbn Ali adlı bir Arap emirinin hakimiyeti altında idi. Şehrin iç kalesi dik kayalar üzerine kurulmuş olduğundan varoşların düşmesine rağmen Şeyzer, 24 gün Bizans-Haçlı ordusunun yoğun taarruzlarına dayandı. Nihayet Şeyzer Kalesi önünde daha fazla zaman kaybetmek istemeyen imparator, muhasarayı kaldırarak Antakya'ya oradan da Çukurova'ya döndü. Zaptettiği yerleri ise beş-altı ay kadar sonra (Buzaa 27 Eylül, el-Aşarib 10 Ekim'de) Atabeg Zengi tarafından geri alındı. Böylece Bizans İmparatoru II. Juhannes, Suriye seferinden bir netice elde edemedi.

Bizans ordusunun Suriye'den çekilmesinden kısa bir süre sonra Dımaşk atabegliği kuvvetleri emir Bazvac'ın komutasında 1138 yılının Ocak ayının sonlarında haçlılar üzerine bir sefere çıktı. Kaynaklarda bu sefer hakkında malumat olmamasına rağmen İbnü'l-Kalanisi, Emir Bazvac'ın sefer dönüşü Dımaşk şehrine Şihabeddin Mahmud'un izniyle girdiğini kaydetmektedir. Bu kayıttan anlaşılan, bir zamanlar yaptığı büyük hizmetlerle Şihabeddin Mahmud'un itimadını kazanan Emir Bazvac'ın gözden düşmüş olmasıdır. Ayrıca emirin gururlanarak kendi başına buyruk olması Mahmud'u endişelendirmiş, neticede Emir Bazvaç, 18 Nisan 1138 günü huzura alındığında muhafızlar tarafından öldürülmüştür. Onun yerine sipehsalarlığa Muineddin Üner getirilmiştir.

Şihabeddin Mahmud, 23 Haziran 1139 günü kendi hizmetkarlarından Alpkuş, Yusuf ve Harkavi adlarındaki kişiler tarafından gece uyurken öldürüldü. Kaynakların bu ölüm hadisesini, hiçbir sebep göstermeden vermesine rağmen, Mahmud'un öldürülmesinin bir tertip olduğu kuvvetle muhtemeldir. Daha sonra gelişen hadiselere bakıldığında ölümü en çok kardeşi Muhammed ile Üner'e yaramıştır. Üner vezirlik makamına getirildiği gibi hakimiyeti ele geçiren Muhammed'in annesi ile de evlenmiştir. 




--   CEMALEDDİN MUHAMMED  (1139- 1140)



Şihabeddin Mahmud'un öldürülmesi ile atabegliğin kuvvetli emiri Muineddin Üner, Mahmud'un yerine geçmesi için Baalbek'deki kardeşi Cemaleddin Muhammed'e mektup yazarak acele Dımaşk'a gelmesini bildirdi.. Mektubu alan Muhammed Dımaşk'a geldi ve iç kaledeki saraya gidip kardeşinden boşalan tahta oturdu.

Oğlu Mahmud'un öldürülmesine ve yerine üvey oğlu Muhammed'in geçmesine çok üzülen Safvetülmülk Zümürrüd Hatun, Musul atabegi Zengi'ye mektup yazarak bir an önce Dımaşk'a gelip şehri almasını istedi. Bu durumu değerlendiren Atabeg Zengi, Ağustos 1139'da harekete geçerek önce Baalbek'i kuşattı. Baalbek uzun bir kuşatmaya dayanabilecek bir şekilde techiz edilmişti. Fakat Musul ordusunun gece gündüz mancınıklarla şehri dövmesi müdafilerin mukavemetini kırdı ve şehir kapısı 10 Ekim 1139'da Musul atabegine açıldı. Buna rağmen iç kale teslim olmadı. İbnü'l-Kalanisi iç kaleyi savunanların çok cesaretli Türkler olduğunu yazmaktadır. Kırk kişi kadar olan bu birlik, gelebilecek bir yardım ümidi olmayınca, hayatlarının bağışlanması kaydıyla, on gün kadar direndikten sonra teslim olmayı kabul ettiler. Zengi, ancak bunlara söz verdikten sonra 20 Ekim 1139'da iç kaleyi teslim aldı. Fakat verdiği sözü tutmadı ve kaçmayı başaran bir, Iki kişi dışında bütün bu muhafızları öldürttü.

Baalbek'in zaptından sonra Musul atabegi Zengi, Dımaşk önlerine geldi. Kasım 1139'da Bika bölgesine gelen Zengi, elçisi Kadı Kemaleddin Şehrizori'yi Cemaleddin Muhammed'e göndererek Dımaşk'ın kendisine teslimi halinde bölgesinde istediği yeri vereceğini ve her türlü şartlarını kabul edeceğini bildirdi. Teklifinin reddedilmesi üzerine Zengi, Bika'dan hareketle Harrnan'ın kuzeyindeki dağları geçerek, Dımaşk'ın 7-9 km. güneybatısındaki Dara'ya gelerek karargahını kurdu.

İki taraf arasında 21 Aralık'ta Musalla yakınlarında şiddetli bir muharebe oldu. Mağlup olan Dımaşk atabegliği askerleri güçlükle Dımaşk surları içine kaçabildiler. Atabeg Zengi bu galibiyetten sonra Dımaşk surları içine sığınıp müdafaaya hazırlanan Muhammed'e teklifini tekrarladı. Hatta Zengi; Hıms, Baalbek veya istediği başka bir yeri daha verebileceğini bildirdi. Muhammed'in şartları görüşmeye taraftar olmasına rağmen komutanlar teslim olmayı kabul etmediler ve  Muhammed savunmaya devam etmeye mecbur kaldı. Bu arada Zengi, Kadı Kemaleddin Şehrizori aracılığıyla şehir içine yolladığı casuslar vasıtası ile bir çok taraftar temin etti. Bunlar önceden tesbit edilecek bir zamanda kale kapılarını açacaklar, Musul askeri de böylece şehre girecekti. Bu anlaşmadan habersiz olan emirler, bütün güçleri ile savunma tedbirlerini alırken halk da askere yardımcı olmaya çalışıyordu. Dımaşk içindeki her şeyden haberi olan Musul atabeginin şehir kapısı içeriden açılıp askerler şehre girse dahi, Dımaşk'ın dar sokaklarında çarpışmaların devam edeceğini, bu hususun ise kendi aleyhine olacağını düşünen Zengi, kuşatmayı kaldırmayı uygun buldu.

Atabeg Zengi'nin Dımaşk önlerinden çekilmesinden hemen sonra Cemaleddin Muhammed bir hastalığa yakalanmış ve 8 Şaban 534 (29 Mart 1140) Cuma günü ölmüştür.




-   MÜCİRÜDDİN ABAK (1140-1154)


Cemaleddin Muhammed'in ölümü üzerine yerine oğlu Abak geçti. Bu sırada vezir olan Muineddin Üner, atabegliğin bütün gücünü elinde toplamıştı. Abak'ın, kendi başına yapacağı bir iş ve alabileceği herhangi bir karar hemen hemen yoktu. Üstelik onun hakimiyeti sırasında da gerek Musul atabegliği ve gerekse haçlılar ile olan siyasi münasebetler yeni gelişmeler göstermekteydi. Esasında Vezir Üner, devlet işlerinde tecrübe sahibi, akıllı ve aynı zamanda iyi bir komutandı. Nitekim onun bu vasıfları sayesinde Abak'ın hakimiyeti uzun süreli oldu. 

Abak'ın başa geçmesi Musul Atabegi Zengi'ye yeni ümitler verdi. Zengi, emirler arasında bir ihtilafın olabilme ihtimali ile bir kere daha Dımaşk önlerine geldi. Zengi'nin Dımaşk'ı ele geçirme kararlılığı karşısında güç durumda kalan Abak, Vezir Üner'in teklifi ile haçlılarla anlaşmak zorunda kaldı. Bu maksatla da Üsame b. Munkız'ı, Kudüs kralı Fulk'a elçi olarak göndererek, Dımaşk'ı korumaları halinde her ay yirmibin dinar ödemeyi ve Zengi'nin valisi İbrahim b. Turgut'un elinden Banyas'ı alırsa burayı da kendisine vereceğini vaat etti. Atabeg Zengi'nin Dımaşk'ı ele geçirmesi, Kudüs krallığı için de bir tehlike arz ettiğinden Kral Fulk, Abak'ın bu teklifini kabul ederek sözkonusu paranın hemen gönderilmesini ve bir kısım rehinelerin herhangi bir ihaneti önlemek üzere Kudüs'e teslimini istedi. Kral Fulk, isteği yerine getirilince ordusundan bir birliği Dımaşk'a yolladı ve diğer Haçlı liderlerine de haber göndererek Musul atabegliğine karşı taarruza geçmelerini istedi. Abak'ın, Kral Fulk ile bir anlaşmaya vardığını öğrenen Zengi, Dımaşk yakınındaki Dara'da kurmuş olduğu karargahını Havran'a nakletti ve burada haçlıları muharebeye davet eder haliyle bir ay kadar bekledi.

Haçlılardan bir tepki görmeyen Zengi, Dımaşk'ın kuzeyindeki Azra'ya geldi. Bölgedeki çiftliklerde epey hasar yapan Musul askeri üzerine, ne haçlılar ne de Dımaşk atabegliği kuvvetleri gelebildi. Atabeg Zengi, Dımaşk üzerine taarruzdan ziyade muharebeyi açık bir arazide yapmak niyetindeydi. Buna, karşı tarafın yanaşmaması üzerine Atabeg Zengi, beklemekten usanarak Hama'ya döndü. Zengi'nin bölgeden çekilmesi ile harekete geçen müttefik kuvvetler, Musul atabegliğine bağlı Banyas kalesini muhasara altına aldılar. Atabeg Zengi'den yardım alamayan şehir teslim olmak zorunda kaldl. Abak, Kral Fulk ile daha önce yapmış olduğu antlaşmaya uyarak Banyas'ı haçlılara terketti. Kral Fulk, buranın idaresini Rainer'e verdi.

Banyas'ın Abak ile Kral Fulk tarafından zaptedilmesine büyük bir tepki gösteren Zengi, bir kısım Türkmenleri Baalbek'e yerleştirdikten ve buranın idaresini Necmeddin Eyyub'a vermesinden sonra bütün kızgınlığı ile yeniden Dımaşk önlerine geldi. 22 Haziran 1140 Cumartesi günü sabahın erken saatlerinden itibaren taarruza geçen Musul Atabegliği ordusu, şehir içinde büyük panik yarattı. Bu ani taarruza hazırlıklı olmadıkları görülen Dımaşk atabegliği ordusu, bir yandan müdafaa tedbirleri alırken bir yandan da yiyecek ikmali yapmak üzere huruc hareketinde bulundular. Surlar dışına çıkan Dımaşk askeri ile Musul askeri arasında küçük çapta da olsa birkaç çatışma çıktı. Erzaksız bir şekilde savunmalarının imkansız olduğunu gören Abak, İbnü'l-Adim'e göre, Musul Atabegi Zengi'nin yüksek hakimiyetini tanımak zorunda kaldı ve adına Dımaşk'da hutbede okutmayı kabul etti. Ancak bundan sonra Atabeg Zengi, Dımaşk muhasarasını kaldırdı.

Musul'a dönen Atabeg Zengi, 1140 yılından itibaren Yukarı Fırat bölgesine dikkatini çevirmiş, bilhassa Artukoğulları ile meşgul olmuştu. Mardin civarında hakimiyetini genişleten Zengi, Urfa'yı Irak Selçuklu Sultanı Mesud'un görüşünü de aldıktan sonra kuşattı ve elli yıla yakın bir zaman haçlıların hakimiyetinde kalmış olan bu şehri Joscelin'in elinden alarak buradaki haçlı kontluğuna son verdi. Urfa'ya komutanlarından Ali Küçük b. Begtekin'i vali olarak tayin eden Atabeg Zengi, Seruc'u da fethettikten sonra Joscelin'in elinde kalan son yer olan el-Bira'yı kuşattı. Fakat, Musul'da çıkan bir isyan sonunda Haleb'e dönmek zorunda kaldı. İsyanı bastıran Zengi, Fırat nehrinin sol kıyısında Şıffin'in karşısında ehemmiyetli bir mevki olan Caber kalesini kuşattı. Burası, Ukayliler'den İzzeddin Ali b. Salim'in elindeydi ve bu kişi Musul atabeginin hakimiyetini tanımak istemiyordu. Kalenin, karadan tamamen kuşatılmış, ikmal yolları kesilmiş bir halde teslim olması beklenirken, Zengi kendi hizmetkarları tarafından 14 Eylül 1146 gecesi uykuda iken öldürüldü. Katillerin elebaşılarından olan Frank asıllı Yarınkuş adlı köle, Caber kalesine kaçmayı başardı ve atabegin öldürüldüğü haberini kaledekilere ulaştırdı. Bu durumda muhasaranın devamına imkan kalmadığından Musul ordusu kendi üslerine çekildi. Atabeg Zengi'nin oğullarından Seyfeddin Gazi, merkez Musul olmak üzere Fırat nehrinin doğu kısmına, Nureddin Mahmud ise merkez Halep olmak üzere nehrin batı kısmına hakim oldular.

Atabeg İmadeddin Zengi'nin öldürüldüğü haberi Dımaşk'a ulaşınca Vezir Üner, fırsattan istifade ile Baalbek'i ele geçirmek için yola çıktı. Zengi'nin emirlerinden olan Necmeddin Eyyub, birkaç günlük kuşatmadan sonra su azlığını bahane ederek şehri Üner'e teslim etti (Ekim 1146). Atabeg Zengi'nin ölümünden sonra endişeye düşen Hıms ve Hama emirleri, Üner ile dostça geçinmeyi tercih ettiler. Hatta Haleb'in yeni hakimi Nureddin Mahmud dahi Dımaşk atabegliği ile ittifak yapmayı ve Üner'in kızı ile evlenmeyi siyasetine uygun buldu.

Nureddin Mahmud'dan bir tehlike gelmeyeceğini anlayan Üner, Havran'a gelerek buradaki Serhad kalesini muhasara etti. Serhad, Eminüddevle Gümüş Tegin el-Atabeki'nin memluklarından Altuntaş'ın hakimiyeti altında idi. Altuntaş, İbnü'l-Kalanisi'ye göre, Dımaşk'ı dostu olan haçlıların yardımı ile zaptedeceğini düşünmekteydi. Haçlılar, Serhad'ın yardımına gelmemekle birlikte, Üner'e bir mektup yollayarak ondan muhasarayı kaldırmasını istediler. Üner durumu Kral Fulk'a bildirdi. Fakat ondan müspet bir cevap alamadı. Böylece, Dımaşk atabegliği ile haçlılar arasındaki ittifak bozuldu. Haçlıların müdahale edebileceğini düşünen Üner, damadı Nureddin'den yardım istedi. Nureddin vakit kaybetmeden ordusu ile Serhad'a geldi. Serhad emiri Altuntaş, birkaç gün müsade isteyerek şehri teslim edeceğini bildirdi. Esasında Altuntaş, vakit kazanmak istiyor ve haçlıların yardıma gelmesini bekliyordu. Nitekim bu günlerde haçlı ordusunun Busra'ya doğru ilerlediği haberi geldi. Serhad kuşatmasını bırakarak Busra'ya hareket eden birleşik kuvvetler, buraya haçlılardan önce vardılar. Haçlıların ilerleyecekleri yollara çeşitli engeller koyarak onları iyice yıprattıktan sonra geri püskürttüler. Busra, haçlı ordusunun mağlubiyeti üzerine teslim oldu. Dımaşk-Halep kuvvetleri, Busra'dan tekrar Serhad'a geldiler. Serhad emiri Altuntaş direnmenin imkansızlığı karşısında ve kendisine bir ıkta verilmesi üzerine teslim oldu (Haziran 1147) .

Urfa'nın Türkler'in eline geçmesi, Avrupa'da büyük akislere sebep oldu. Papa III. Eugenius, Fransız kralı VII. Louis'ye ve şövalyelere haberler göndererek onları yeni bir haçlı seferine teşvik etti. 1146 yılının ilkbaharında Saint-Bernad de Clairvaux, papa tarafından vaazlar yoluyla ikinci haçlı seferine taraftar bulmakla vazifelendirildi. Bu din adamlarının araya girmesi ile Kral VII. Louis ile İmparator III. Conrad, yeni bir haçlı seferine katılmayı kabul ettiler.

Fransız ve Alman haçlı orduları, Bizans İmparatorluğu içinden geçen eski kara yolunu tercih ettiler. İlk harekete geçen ve İstanbul'a varan Almanlar oldu. Alman ordusu Türkiye Selçuklu ordusunun muhtelif yerlerde taarruzuna uğrayarak epey yıprandılar. Arkadan gelen Fransız ordusu Almanlara nazaran daha şanslı idiler. Neticede Antalya'ya güçlükle ulaşan haçlılar, buradan kiraladıkları gemiler ile Doğu Akdeniz kıyısına vardılar.

1148 yılının Nisan ayı ortalarında İmparator III. Conrad, Akka limanına vardı. Yine deniz yolu ile gelen diğer haçlı birlikleri de Kudüs krallığı topraklarından karaya çıktılar. Haçlıları düşündüren iki ana husus vardı: Bunlardan biri, Kuzey Suriye'de hakimiyetini artıran Nureddin Mahmud üzerine yürümek, diğeri ise Dımaşk'ı zaptetmekti. Birinci fikri Antakya Prinkepsi Raimond destekliyordu. Ona göre, zaten Urfa'nın Türklerin eline geçmesi ile Kuzey Suriye'de haçlı gücü kırılmıştı. Urfa'nın geri alınması ise Nureddin Mahmud'un ağır bir yenilgiye uğratılması ile mümkündü. İkinci fikir ise Kudüs krallığı tarafından destekleniyordu. Buna göre, eğer Dımaşk alınırsa Kudüs krallığı önemli bir merkez elde etmiş olacak ve krallığın gücü artacaktı. Gerek Antakya Prinkepsi Raimond ve gerekse Kudüs krallığının idaresini elinde bulunduran Kraliçe Melisende kendi menfaatleri peşinde idiler. Esasında haçlılarla sulh içinde bulunmak gayretinde olan Dımaşk atabegliğine yapılacak bir sefer halinde Muinüddin Abak'ın Nureddin'den yardım istemesi gayet tabii idi. Böyle bir durumda ise Suriye'de haçlılara karşı bir İslam birliği meydana getirilmiş olacaktı. Meseleye hangi yönüyle bakılırsa bakılsın, Nureddin Mahmud ile savaş kaçınılmazdı. Bu bakımdan bir taraftan Nureddin Mahmud üzerine yürünürken, diğer taraftan da Dımaşk'a hücum edilmesine karar verildi.

Harekete geçen haçlılara karşı Muineddin Üner, şehir surlarının zayıf olan yerlerini takvjye ettiriyor, haçlıların geliş yolları üzerindeki kuyuları kapatıyor ve yiyecek ikmali yapabilecek yolları kestiriyordu. İbnü'l -Kalanisi; haçlı ordusunun ellibin kişi olduğunu ve yanlarında çok miktarda yük ve hayvan getirdiklerini yazmaktadır. Haçlı ordusu önce Menazilü'l-Asakir denen yere geldilerse de buradaki su kuyularının kapatılmış olması sebebiyle Mizza'ya geçtiler. Burada Dımaşk atabegliğine ait bazı birlikler üzerinde üstünlük sağlayan haçlılar, bölgedeki su kuyularını da elde ederek Dımaşk şehrini güneybatı istikametinden kuşatmaya başladılar.

Dımaşk atabegi Abak ve onun adına her işi düzenleyen Vezir Üner, başta Nureddin Mahmud ve kardeşi Musul atabegi Seyfeddin Gazi olmak üzere bölgedeki bütün emirlerden yardım istedi. Seyfeddin Gazi, Nureddin Mahmud ile birlikte Abak'a yardıma geleceğini, ancak Dımaşk civarında uğranabilecek bir mağlubiyet karşısında, kalan askeriyle Dımaşk'a çekilebilmek için şehrin geçici olarak kendi adamlarına terk edilmesini istedi. Abak'ın Seyfeddin Gazi'ye bu kadar güvenmesi beklenmezdi. Fakat vezir Üner bu durumu, koz olarak kullanarak haçlılara, eğer çekilip gitmezlerse şehri Seyfeddin Gazi'ye teslim edeceklerini, bu durumun ise haçlılar aleyhine olacağını bildirdi.

Latin tarihçilerden Villermus Tyrensis, Muinüddin Üner'in bazı haçlı liderlerine büyük miktarda rüşvet verdiğini, buna karşılık da onların haçlı karargahının yerini değiştirerek kuşatmayı çıkmaza soktuklarını yazmaktadır. İbnü'l- Kalanisi'nin hiç bahsetmediği bu husus, K.V. Zettersteen'in belirttiği üzere, verilen rüşvet doğulu haçlı liderleri üzerinde tesirini göstermiş ve bunlar 26-27 Temmuz gecesi toplanan harp meclisinde karargahın Dımaşk'ın doğusunda kurulmasını sağlamışlardır. Dımaşk'ın doğu kısmı bir bakıma hücuma elverişli gibi görünüyor ise de burasının ormanla kaplı olması taarruz gücünü çok azaltmış idi. İmparator Conrad aldatıldığını anlamış, ancak yeniden karargahının yerini değiştirmek için vakit kaybetmek istemediğinden muhasarayı kaldırmayı tercih etmiştir.

Dımaşk kuşatmasını kaldıran haçlılar, büyük bir hayal kırıklığı içinde dönüş hazırlıklarına giriştiler. Hele Suriye ve Filistin'de yerleşmiş şövalyelerin kendilerini desteklemedikleri, hatta yanıltmaları onları hayli üzdü. Esasında uzun zaman doğuda mücadele ederek kendilerine hakimiyetler tesis etmiş olan bir kısım haçlı liderleri, bütün güçlerini İmparator Conrad ile Kral Louis'nin muzafferiyeti için harcamaktan çekinmişler, hatta aralarında doğan kıskançlık, İslama karşı onların bir araya gelmelerini engellemişti. İmparator Conrad, 1148 yılının Eylül ayından evvel yurduna döndü. Fransa kralı Louis ise Noel'i Kudüs'te geçirmek üzere Filistin'de kaldı. Böylece yeni gelen haçlı ordusunun Suriye İslam toprakları üzerindeki tehlikesi ortadan kalktığı gibi müslümanlara güven ve yeni ümitler geldi.

Dımaşk kuşatmasının kaldırılmasından hemen sonra Nureddin Mahmud ve Muineddin Üner, Baalbek'de buluştular ve beraberce haçlılara karşı harekete geçmeye karar verdiler. Nureddin Mahmud ve Üner'in, İmparator Conrad ile Kral Louis'nin dönüş hazırlıkları ile uğraştıklarından (böylece II. haçlı seferinin fiyasko ile sona ermiş olduğundan) belki de henüz haberleri yoktu. Baalbek'deki bu görüşme sonunda, Trablus kontu II. Raimond, Muineddin Üner'in yanına geldi ve ondan yardım istedi. Bunun sebebi Toulouse kontu Alfonse öldükten sonra, oğlu Bertrand'ın el-Arima kalesini ele geçirip, Trablus kontluğunu tehdid etmesiydi. Ellerine yeterince fırsat geçmiş olan Nureddin Mahmud ile Üner, Seyfeddin Gazi'nin yolladığı bin atlı ile kuvvetlerini birleştirerek el-Arima üzerine yürüdüler. Kuvvetli bir hücumla kale fethedildi ve birçok esir alındı. Bu esirler arasında Bertrand ve annesi de bulunmaktaydı. Kaledeki işe yarayacak malzeme alındıktan sonra el-Arima kalesi yıktırıldı, arazisi ise Trablus kontu Raimond'a bırakıldı. Seyfeddin Gazi'nin birliği, Hıms'a dönerken, Üner Dımaşk'ın yolunu tutmuş ve Nureddin Mahmud ile Bertrand ve annesi yanında olduğu halde Haleb'e gitmiştir.

Haleb'e dönen Nureddin Mahmud, kuzeyde haçlılar ile yeniden mücadeleye girişti. Antakya'ya hücum ederek Basuta ve Hab'ı ele geçirdi (Kasım-Aralık 1148). İşte bu sıralarda Kudüs krallığına ait birliklerin Havran'da tahribat yaptığı haberi Dımaşk'a ulaştı. Abak, Vezir Üner'in komutasında bir birliği haçlılar üzerine yolladı. Üner bir taraftan askeri harekatına devam ederken diğer taraftan da Kudüs kralı III. Baudouin'e müracaat ederek sulh yapılma yollarını aradı. Karşılıklı gidip-gelen elçilik heyetleri, neticede iki yıllık bir barış antlaşmasının yapılmasını sağladı (Mayıs 1149). Yeminle garanti edilen antlaşma şartları arasında Dımaşk atabegliğinin Kudüs krallığına yıllık para ödemesi de vardı.

Muineddin Üner henüz Havran'da iken Nureddin Mahmud, kendisinden kuzeydeki haçlılara karşı ondan askeri yardım istedi. Daha önce Nureddin Mahmud'dan sağladığı desteği unutmayan Üner, emirlerinden Bozan'ı bir miktar asker ile Nureddin'e gönderdi. Nureddin, Dımaşk Atabegliğinden sağladığı kuvvetler ile birlikte İnnib kalesini kuşattı. Kaleye yardıma gelen Antakya hakimi Raimond, İnnib önlerinde 29 Haziran 1149 Çarşamba günü müthiş bir bozguna uğradı. Haçlı kuvvetlerinin büyük bir kısmı telef oldu ve çok sayıda esir ele geçti. Raimond da bu savaşta hayatını kaybetti.

Raimond'un İnnib'de yenilmesi ve ölmesi, Müslüman Suriye'de Antakya'nın tekrar müslümanların eline geçebileceği ümidini doğurdu. Nureddin Mahmud, İnnib zaferinden hemen sonra, yanında Emir Mücahidüddin Bozan komutasındaki Dımaşk askeri olduğu halde, Antakya önünde karargahını kurdu. Nureddin, Antakya'ya haber göndererek can ve mal emniyetleri sağlanmak üzere şehri kendisine teslim etmelerini istedi. Fakat henüz tüm ümitlerini kaybetmemiş olan Antakya içindeki söz sahibi kişiler, bu isteği değişik bahanelerle reddettiler. Bunun yanı sıra Halep emirine çok miktarda para ve kıymetli hediyeler getirerek, fikrinden caydırmaya çalıştılar. Nureddin Mahmud, Antakya önünde fazla vakit kaybetmek istemiyordu. Şehrin bütün ikmal ve haberleşme yollarını buraya bıraktığı bir birlik ile kesen Nureddin Mahmud, bölgede diğer fetihlere girişti ve emirlerinden Selahaddin Yağısıyan'ı yine bir kuvvetin başında Hama yakınlarındaki Famiye kalesinin muhasarasına girişmek üzere önden yolladı. Bu kale haçlıların elinde bulunuyor ve kuvvetiyle zaptedilmez görülüyordu. Nureddin Mahmud'un kale önlerine gelmesiyle, zaten hiçbir ümitleri kalmamış olan Famiye kalesi muhafızları, canlarının bağışlanması şartıyla kapıları Halep emirine açtılar. Nureddin, verdiği sözü tuttu ve kale içindekilerin hayatları güvenlik altına alındı. Kaleye yeterince asker bırakan Nureddin 18 Rebiülevvel (26 Temmuz) tekrar Antakya'ya döndü. Antakya'nın düşmesinin pek kolay olmayacağını, anlayan Nureddin Mahmud onlarla bir antlaşma yaparak, Halep toprakları yakınında bulunan her yeri kendi ülkesine kattı. Emir Bozan ise kuvvetleriyle Dımaşk'a döndü.

Emir Bozan'dan kuzeydeki harekat hakkında geniş bilgi alan Vezir Üner, onun şerefine tertiplediği bir ziyafette bol miktarda yediği bir etten dizanteriye yakalandı ve bir süre sonra da öldü (28 Ağustos 1149). O, Dımaşk atabegliğine büyük hizmet etmiş, halk tarafından sayılmış ve sevilmiş bir kişi idi. Üner'in ölümüyle Abak, bütün yetkileri kendisinin aldığını, topladığı divanda açıkça belirtti. Ancak çok geçmeden şehir reisi Müeyyedüddin isyan etti. Kardeşi Zeynüddevle Haydara da onu destekledi. Bu iki kardeş Dımaşk içinde adamları vasıtasıyla bir miktar taraftar da buldular. Bunlar döğüşmeye her zaman hazır bir gurup olan şehir milis kuvvetleri (el-Ahdas) ile bir takım işsiz güçsüzlerden oluşan halktan kişilerdi. İsyan kısa zamanda genişleme tehlikesi gösterince, iç kaledeki muhafızlar harekete geçirildi ve isyanın kısa sürede önü alındı. Fakat temin edilen sükunet çok kısa sürdü. Yeniden patlak veren isyanda bu sefer daha çok ölen ve yaralanan oldu. Gizliden gizliye reis Müeyyedüddin'i desteklediği anlaşılan Dımaşk şahnesi Baalbek'e kaçtı. Şahneye ait mallara el konuldu. Reis Müeyyedüddin, reislik vazifesine yeniden getirilerek şehirde nizam temin edildi.

Öte yandan Nureddin Mahmud, Dımaşk'da olanları yakından takip etmekte ve bir fırsatını bulup Abak'ın hakimiyetine son vermek niyetinde idi. Bu maksatla, Havran'da haçlıların yaratmış olduğu biriki küçük hadiseyi mesele yaparak cihad ilan etti ve Abak'a haber yollayarak ondan bin atlı ile cihada katılmasını istedi. Kendisi de Halep'ten güney istikametine doğru yola çıktı. Nureddin'in bu isteği karşısında Abak, çok müşkül bir durumda kaldı. Nureddin'e istediği yardımı yollarsa, Kudüs krallığı ile bir süre önce yapmış olduğu barış antlaşmasını bozmuş olacaktı. Cihada katılmaması halinde de İslama karşı haçlılar ile işbirliği yapma durumuna düşecekti ki, bu husus da Nureddin Mahmud'un Dımaşk'a müdahalesi için yeterli bir sebep teşkil edecekti. Abak, Nureddin Mahmud'un niyetinin Dımaşk'ı ele geçirmek olduğunu bildiğinden cihada katılmayı çok yumuşak bir dille reddetti. Nureddin Mahmud, yürüyüşüne devamla 4 Nisan 1150'de Baalbek'e geldi. Bu sırada bir hafta boyunca yağan yağmur uzun süredir devam etmekte olan kuraklık devrine son vermişti. Bika, Merc, Gota ve Havran yeniden canlılığa kavuşmuştu. Bölge halkı, bu yağmurla gelen bereketi Nureddin Mahmud'un hayırlı bir kişi olmasıyla yorumladı. Baalbek'den güneye yönelen Nureddin Mahmud'un Anti-Lübnanları batı ucundan geçip Merc Yabus'da konaklaması ve bir kısım birliklerini Ya'fur'a göndermesi, Dımaşk atabegliğinin Kudüs'ten yardım istemesini gerekli kıldı. Gazze'de bulunan Kudüs Kralı III. Baudouin, Dımaşk'ın yardım isteğine hemen cevap vererek öncü birliklerini Banyas'a gönderdi. Nureddin Mahmud, III. Baudouin'in Banyas'a gönderdiği birlikten hiç etkilenmeyerek Dımaşk üzerindeki baskısını devam ettirdi ve Merc Yabus'dan hareketle Hermon Dağı'ndan doğan Avac nehrine kadar gelip Menazilü'l-Asakir de denilen Cisrü'l-Hüşşab'da 25 Nisan 1150'de ordugahını kurdu. Buradan Nureddin Mahmud'un, Abak'a mektup yolladığını kaydeden İbnü'l-Kalanisi, Nureddin'in mektubunda; gayesinin ne bir savaş ne de bir kuşatma olduğunu, sadece sık sık hakları ihlal edilen Havran halkının çektiği çileye son vermek istediğini, Abak'ın hakimiyetini korumak için haçlılarla anlaşma durumuna girdiğini, fakat açılan cihada katılmalarının gerekli bulunduğunu, halktan vergi ile toplanan paranın haçlılara anlaşma için ödenmesinin Allah katındaki günahını düşünmelerini, kendisinin güvendiği bir emir komutasında istediği kuvveti göndermekten başka bir yolun bulunmadığını ve birlikte girişilecek fetihler sonunda Askalan limanı ile diğer bazı yerlerin Dımaşk'a verileceğini, yazdığını belirtmektedir. Dımaşk'dan Abak'ın gönderdiği cevapta ise; «meseleyi kılıç kuvvetinin çözeceği, haçlı birliklerinin yardıma gelmek üzere yolda oldukları, isterse Nureddin'in gelip kendilerini kuşatmayı denemesi» bildirildi. Beklemediği böyle bir cevap üzerine Nureddin, mektubu aldığı günün ertesi, yani 26 Nisan Çarşamba günü, Dımaşk'a hücuma geçti. Fakat şiddetli bir şekilde yağan yağmur, Halep askerinin belki de gerçekleştirmek üzere olduğu zapta imkan vermedi. Üstelik haçlılardan gelecek yardım, Nureddin için ayrıca bir endişe kaynağı teşkil ediyordu.

Bütün bu aleyhde işleyen şartlar altında, Nureddin Mahmud herhangi bir şekilde merkezinin düşmesinden çekinen Abak'la bir antlaşma yapmaya muvaffak oldu. Buna göre, Nureddin Mahmud'un hakimiyeti kabul edilecek, adı halife ve sultanın adlarından sonra hutbede okunacak ve kesilecek paralarda da bu husus yerine getirilecekti. Yeminle garanti edilen bu antlaşma üzerine, Mücirüddin Abak, Nureddin Mahmud'un ordugahına geldi, hil'atle taltif edildi ve bir Halep muhafız birliği şehir kapısına kadar Abak'a refakat etti. 12 Mayıs Cuma günü, Nureddin Mahmud'un adı hutbede okundu. Abak'ın şehre dönmesinden sonra Dımaşk reisi de Nureddin'i ziyaret etti ve kendisinden büyük iltifat gördü. Bunu, bir gurup asker ve sivil hükümet memurlarının ziyaretleri takip etti. Ayrıca Nureddin, huzuruna bir kısım halk ile isteklerde bulunan fakir kişileri de aldı ve hiç birini elleri boş döndürmedi. Daha sonra da 14 Mayıs Pazar günü Nureddin Mahmud, Dımaşk'dan ayrılarak Halep'e doğru yola çıktı.

Her ne kadar hakimiyeti tanınmış ve adı hutbeye konmuş ise de Nureddin Mahmud I. Dımaşk kuşatmasından istediği neticeyi elde edememişti. Bu bakımdan Halep civarında bir süre haçlılarla meşgul olduktan sonra yeniden Dımaşk önlerine geldi ve Arra ile Duma arasındaki Uyun Fasariya'da ordugahını kurdu.

Nureddin Mahmud, Dımaşk'ın Kudüs ile arasındaki bütün irtibatını kesebilmek için, 5 Mayıs 1151 Cumartesi günü ordusunu şehrin doğusundan güneyine doğru kaydırdı. Yeni ordugah yeri olarak Hacira ve Raviya civarında bulunan Meydanü'l-Hassa çevresini seçti. İbnü'l-Kalanisi, Dımaşk ordusu içinde disipline uymayan bir kısım asker ile şehrin ayak takımının bağ, bahçe ve tarlaları yağmaladıklarını yazmakta ve bunun neticesinde fiatların çok arttığını kaydetmektedir.

Nureddin Mahmud, ordugahından Abak'a elçiler vasıtasıyla yolladığı mektupta; «Tek isteğim müslümanların iyiliği için haçlılara karşı savaşmak ve onların elinde esir olanları kurtarmaktır. Eğer beni Dımaşk askeri ile desteklerseniz, açtığımız cihadda birbirimize yardım edersek bütün meseleler halledilmiş olur ve benim arzum ve gayem de tam olarak gerçekleşir», diyor ve Abak'ı cihada davet ediyordu. Fakat Nureddin Mahmud'a Dımaşk'dan gelen cevap müspet olmadı. Bunun üzerine 12 Mayıs Cuma günü Nureddin Dımaşk'a iyice yaklaşarak Meşhedü'l-Kadem civarında çadırlarını kurdurdu. Dımaşklılar ise Muineddin Üner zamanında Kudüs kralı III. Baudouin ile yapılan antlaşma hükümlerine dayanarak Kudüs'ten yardım istediler. Şehre iyice yaklaşmış olan Nureddin Mahmud, kuvvetlerine hücum emri vermeyerek, Dımaşk'ın kan dökülmeden teslim olmasını beklemeye başladı. Genel hücum olmamasına rağmen, Halep ve Dımaşk kuvvetleri arasında çarpışmalar oluyordu.

öte yandan Kudüs krallığının, Dımaşk'a yardıma gelmek üzere olduğu haberi Nureddin Mahmud'a ulaşınca, Halep kuvvetleri 31 Mayıs Perşembe günü yer değişikliği yaparak, o ana kadar Dımaşk'ı kuşatmaya gelen orduların hiçbirinin ordugah olarak seçmediği Yahudi mezarlığının güneyindeki Fadaya, Halfabata ve Hamisin'e yerleşti. Burada bir müddet kalan Nureddin, Kudüs kralının Dımaşk'a iyice yaklaştığı haberini alınca Dara'ya çekildi ve haçlı birliklerinin Dımaşk kuvvetleri ile ortak harekata geçme ihtimalini takip edebilmesi için ordusunun bir kısmını el-Avac nehri civarına yolladı. Dımaşk kuşatmasının başladığı günden itibaren her taraftan gelen Türkmen kuvvetleri ile takviye alan Nureddin Mahmud, bu Türkmenleri Kudüs kralını yolda durdurmak için Havran'a yolladı. Kendisi ise düşmanı dağlık bölgeye çekmek için Zebedani'ye doğru çekildi. Avac nehri kıyısını terk eden Halep ordusunun yerini, Havran'da Türkmen birliklerinin durduramadığı haçlı kuvvetleri aldı (20 Haziran). Fakat Kudüs birlikleri, Nureddin Mahmud'un çekildiği dağlarda kendisini takip etmediler ve doğrudan doğruya Dımaşk önlerine geldiler. Kudüs kralı III. Baudouin'in Dımaşk'a gelmesiyle haçlı askerlerinin bir kısmı yiyecek temini için şehir içine girdi. Dımaşk hakimi Abak ile, Reis Müeyyedüddin b. es-Sufi, Kral III. Baudouin'i karargahında ziyaret ettiler. Bu ziyarete Dımaşk'dan bir kısım kişiler de katıldılar.

Abak ve Reis es-Sufi'nin Kudüs kralı III. Baudouin'in karargahına gittikleri zaman, Busra kalesi üzerine beraberce bir harekat yapılması kararlaştırılmıştı. Bu anlaşmayı yerine getirmek üzere Kudüs birliği Ra'sü'l-Ma'ya girdi. Fakat Dımaşk birlikleri, haçlılarla ortak bir sefer düzenleyecek durumda değillerdi. Zaten Nureddin Mahmud, henüz bölgeden çekilmiş de değildi. Halep kuvvetlerine ait birlikler hala Havran'da dolaşmakta, rastladıkları haçlıları perişan etmekteydi. üstelik Bika bölgesindeki Aynü'l -Carr'da Nureddin'in karargahını kurmuş olduğu ve Dımaşk'a yeniden yürüyeceği haberi de alınmıştı. Bütün bunlara rağmen, bir kısım Dımaşk kuvveti haçlılarla beraber Busra'yı kuşatmaya gitti. Emir Sirhal idaresindeki Busra bir müddet evvel, Dımaşk-Halep işbirliği ile fethedildi ve Dımaşk atabegliğine bağlandı. Fakat Emir Sirhal, Dımaşk'ın baskısından kurtulmak için, Haleb'e bağlı Türkmenler'in desteğini kabul ederek Kudüs ve Dımaşk birliklerine karşı bir muharebeye girişme cesaretini de gösterdi. Neticede Busra'nın zaptı fikri suya düştü. Haçlılar Kudüs'e diğerleri de Dımaşk'a döndüler (Hazıran 1151). III. Baudouin birliğinin geri dönmesiyle, Abak ve Reis İbn es -Sufi'ye mektuplar gönderip, Nureddin Mahmud'un Dımaşk'ı tehdidini önlemek için yardıma çağırılırken kendilerine vaat etmiş oldukları tazminatı ödemelerini istedi. Bu tazminatın ne kadar olduğu veya ödenip ödenmediği hakkında kaynaklarda bir kayda rastlanamamaktadır.

Nureddin Mahmud, Kudüs kralı III. Baudouin'in Dımaşk'a yardıma gelmesiyle kaldırdığı Dımaşk kuşatmasından sonra Güney Suriye'den ayrılmamış, kralla bir savaşı kabul etmek için onları kendisine uygun bir araziye çekmek istemişti. Fakat Kudüs kralı, Nureddin Mahmud üzerine gitmekten çekinmiş, ancak iki taraf arasında bazı ufak çarpışmalar olmuştu. Bu sıralarda Nureddin Mahmud, Bika'daki ed-Dalhamiye'de konaklamaktaydı. Buradan Dımaşk'a doğru 8 Temmuz 1151 de harekete geçen Nureddin Dara'nın batısındaki Kavkaba'da karargahını kurdu ve buradan Havran bölgesine müfrezeler çıkartıp bu yerlerdeki sığır, deve, at gibi hayvanları toplatmaya başladı. Bu müfrezeler, akın sahalarını Gota ve Merc'e kadar genişlettiler. Dımaşk içinde heyecan yeniden belirdi. Halkın ve şehir milis kuvvetlerinin tekrar Nureddin Mahmud'a karşı harekete geçmesi istenmişse de, kimsede bir kıpırdanma olmamıştı. Nureddin ilerlemeye devam ederek, 11 Temmuz Çarşamba günü el- Katia'ya geldi. Burada Dımaşk kuvvetleri kendisine biraz mukavemet göstermişlerse de bunlar tekrar şehre döndüler. Şehirden ancak bir-iki km. güneyde kalan el-Katia'da çadırlar kuruldu ve Halep askeri buraya yerleşti.

İşte bu sıralarda kuzeyden gelen bir haberci, Halep emirlerinden Hasan el-Menbici'nin Tell-Başir'i fethettiğini Nureddin'e bildirdi (12 Temmuz). Bu sevindirici haber üzerine, Halep ordusunun ordugahında borazanlar çalındı ve büyük şenlikler tertip edildi. Nureddin ayrıca Dımaşk'a bir mektup yollayarak kan dökülmeden teslim olmalarını istedi. Bu mektup üzerine, durumu inceleyen divan, Nureddin Mahmud ile görüşmelerin başlatılmasını uygun gördü. Bu görüşmelere her iki taraftan da katılanlar arasında, ünlü fakihlerden Burhaneddin Ali el-Belhi, Emir Esedüddin Şirkuh ve kardeşi Necmeddin Eyyub da bulunmaktaydı. Görüşmeler, fikir ayrılıklarının giderilmesi ile bir sonuca bağlandı ve bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmanın hükümleri kaynaklarda verilmemektedir. Fakat anlaşıldığına göre Nureddin Mahmud bu sefer, adının Dımaşk'da hutbede okunmasıyla iktifa etmemiş; her istediği zaman şehre girme, Abak ve Dımaşk atabegliği ordusuna emredebilme hakkına da sahip olmuştur. 26 Temmuz günü yeminle garanti edilen bu antlaşma imzalanmış ve ertesi Cuma günü ise Nureddin Mahmud, isyan etmiş olan Busra valisi Sirhal üzerine gitmek için Dımaşk'dan, harp malzemesi ve mancınıklar istemiştir.

Ayrıca yılın 25 Ekim tarihinde, Mücirüddin Abak Haleb'e gitti ve Nureddin Mahmud tarafından karşılandı. Bu husus yapılan antlaşmanın bir kısmı olarak görülmektedir. İbnü'l-Kalanisi, bu ziyaret hakkında sadece, Mücirüddin Abak, Nureddin Mahmud'un Dımaşk'daki bir naibi olarak bazı hususları arzetmeye gittiğini kaydetmektedir. Abak, 20 Kasım'da Dımaşk'a döndü.

Dımaşk atabegliği ile yaptığı antlaşmadan sonra Busra valisi Sirhal'in itaatsizliğini cezalandırmak isteyen Nureddin Mahmud, Dımaşk'dan muhasara için gerekli malzemeyi aldıktan sonra Busra'yı kuşattı. Fakat kısa zamanda bir netice alamayacağını anlayan Nureddin Mahmud, bu kuşatmayı Abak'a devretti. Abak bir taraftan Busra kalesini kuşatırken diğer taraftan da Serhad valisi Bozanın itaatini anlamak üzere Serhad'a gitti. Bu sırada Serhad dışında bulunan vali Bozan, Abak'a elçi vasıtası ile bağlılığını arzederken, Serhad içindeki oğlu Seyfeddin Muhammed'e de haber göndererek Abak'ı karşılamasını bildirdi. Babasından aldığı emir üzerine Seyfeddin Muhammed büyük bir merasim düzenleyerek Abak'ı Serhad'de hürmetle karşıladı. Kalenin anahtarı Abak'a teslim edildi. İtimadından endişe duyduğu vali Bozan'ın adamları ise kaleden dışarı çıktılar. Bu son husustan çok memnun kalan Abak, vali Bozan'a ihsanlarda bulundu. Serhad kalesi üzerinde herhangi bir endişesi kalmayan Abak, kuşatması devam etmekte olan Busra'ya geri geldi. Busra valisi fazla direnmesinin kendi aleyhine olacağını anladığından uzlaşma yoluna gitti. Abak kendisine tam itaat edeceğine dair Sirhal'den söz aldıktan sonra Dımaşk'a döndü.

Halep hakimi Nureddin Mahmud, Mısır'a bağlı da olsa müslümanların Filistin'deki tek limanı Askalan'ın haçlılar tarafından kuşatılmasına karşı harekete geçerek buraya yardıma gitmek istedi. Halep birlikleri henüz Aflis kalesinin fethinden dönmüşlerdi. Abak ise askeriyle, Nureddin Mahmud'un Askalan'a yardımını desteklemek için 11 Nisan'da Halep birliklerine katılmak üzere Dımaşk'dan yola çıktı. Birleşik kuvvetler, Filistin'e inmeden önce haçlıların elinde bir sınır kalesi durumunda olan Banyas önlerine geldiler (Mayıs) . Abak, Askalan yerine Banyas'ın fethedilmesinin daha uygun olacağını belirtiyor, Askalan'a gitmekten çekiniyordu. Askalan ise sekiz ay gibi uzun bir süre her taraftan gelmiş haçlıların muhasarası altında güç günler yaşıyordu. Sur, Akka, Nezaret'den gelenler Kudüs kralı III. Baudouin'in Askalan'ı kuşatmasına yardımcı oluyorlardı. Mısır donanması Askalan limanına girince, haçlı donanma komutanı Sidonlu Gerard, küçük çaptaki gemileriyle Mısır donanmasına karşı koyamadı. Mısır'ın bu yardımı ile şehir, bir miktar malzeme ve yiyeceğe kavuştu ise de gemilerin dönmesiyle kısa bir süre sonra yine sıkıntı içine düştü. Abak ise kararsız bir tutum içinde olup, haçlılara karşı ciddi bir teşebbüste bulunmaktan kaçınıyordu. Bunun üzerine her iki ordu da, hiçbir netice alamadan Banyas önlerinden ayrılıp, merkezlerine döndüler. Askalan ise haçlılar tarafından zaptedildi.

Askalan'ın haçlılar tarafından zaptı, Abak'ı endişelendirdi ve kuvvetli olarak görmeye başladığı Kudüs krallığı ile yeniden ilişkiler kurma yolunu aramaya zorladı. Tabi olduğu Nureddin Mahmud ile Banyas önlerinde düştüğü ihtilaf onu ayrıca ürkütüyordu. Abak, III. Baudouin'e haber yollayıp dostluklarının devam etmesini istedi ve eski antlaşmayı yürütebilmek için yıllık vergisini ödemeye hazır olduğunu da bildirdi. Bu hususu memnuniyetle kabul eden III. Baudouin elçilerini vaadedilen parayı almak üzere Dımaşk'a yolladı. Askalan'ın zaptından sonra, Kudüs krallığının zapt için ilk hedefi durumuna düşen Dımaşk halkı, durumdan son derece müteessir oldu, hatta Halep hakimiyetini ister hale geldi. Şehir içinde fiatlar arttı. Hele bir çuval buğdayın yirmibeş (belki daha fazla) dinara satılması, halkın bir kısmının şehri terketmesine sebep oldu. Necmeddin Eyyub'un Nureddin lehine çalışmasıyla Dımaşklı emirlerle de arası açılan Abak, iyiden iyiye yalnız kalmaya başladı. İşte bu sıralarda (Mart 1154) Halep'ten İsfahsalar Esedüddin Şirkuh, bin kişilik bir birlikle Nureddin Mahmud'un elçisi olarak Dımaşk'a geldi ve Merc bölgesindeki el-·Kasab'da çadırlarını kurdu. Abak, tabi olduğu Nureddin Mahmud'un elçisi Şirkuh'u karşılaması gerekirken, bunu yapmadığı gibi onunla görüşmeyi de reddetti. Karşılıklı gönderilen mektuplar, gergin havayı sakinleştiremedi. Esasında Abak, gelen Halep birliklerinin niyetinin dostça olmadığını anlamıştı. Fakat bu davranışı, tabilik hükümlerine aykırı düşüyordu. Nitekim Halep ordusu, Nureddin Mahmud'un emri altında 18 Nisan Pazar günü, Merc bölgesine gelip, Şirkuh kuvvetleri ile birleşti ve Pazartest günü Uyunu'l-Fasariye'de, Salı günü Gota'daki Beytü'l-Abar'da konakladı. Nureddin Mahmud Dımaşk'a, doğu istikametinden büyük bir ordu ile yaklaşıyordu. Bu orduyu yıpratmak maksadı ile Dımaşk askeri hergün birtakım vuruşmalara giriyordu. İşte böyle bir vuruşma esnasında, Nureddin Mahmud'un bir kısım kuvvetleri şehre hücuma başladı (25 Nisan 1154) . Küçük bir kuvvet tarafından savunulan Dımaşk surları fazla dayanamadı. Doğu kapısı parçalandı. Halep askeri şehre girdi. Dımaşk hakimi Abak ise, bir kısım adam ve muhafızlarıyla iç kaleye çekildi. Abak'ın haçlılardan istediği yardım zamanında gelemedi. Nureddin, Abak'a haber yollayarak, hayatını ve şahsi varlığını emniyete alacağını bildirmesi üzerine iç kaleden çıkan Abak, kaderine razı oldu. İç kaledeki, Atabeg sarayı Tugtekin'e ait idi, tamamen boşaltıldı. Nureddin Mahmud, bütün para ve eşyasını almasını ve yakın adamlarıyla Hıms'a gitmesini istedi. Halep kuvvetleri, Dımaşk'a girdiklerinin ikinci gününde şehirde asayişi temin etti. Aynı gün bir kısım tüccar ve ulema, Nureddin'in ziyaretine geldi. Pazarlar huzura kavuşup malları ziyan görenler tazminat aldılar.

Nureddin Mahmud'un Dımaşk'a hakim olması, haçlıları endişeye düşürdü. Nureddin ise yeni ele geçirdiği şehrin tahkim edilmesi, kuvvetlerin yerleştirilmesi için zamana ihtiyacı olduğundan Kudüs kralı Baudouin ile geçici bir antlaşmaya vardı. Tugtekin'in kurmuş olduğu Dımaşk atabegliği, merkez Dımaşk'ın düşmesiyle sona ermiş ve atabegliğin direnen son şehri Baalbek ise 9 Haziran 1155'de Nureddin Mahmud'a teslim olmuştur.

Mücirüddin Abak'ın, idaresi kendine yeni teklif edilen Hıms'a gitmeden, Nureddin Mahmud aleyhinde bulunması, Dımaşk'ın yeni hakiminin bu fikrinden dönmesine sebep olmuştur. Abak'a Hıms yerine, bu sefer Balis verilmiştir. Bundan hoşnut olmayan Abak, Bağdat'a giderek halife el-Muktefi'nin himayesine girmiştir. Bağdat'ta Dımaşk'dan götürdüğü hazine sayesinde rahat bir hayat sürdüğü anlaşılan Abak, Kanber Ali mahallesinde bir medrese inşa ettirmiştir. Ayrıca bir zamanların Selçuklu-Bağdat şahnesi olan, sonradan Sultan Mahmud tarafından haçlılarla savaşmak üzere Musul'a gönderilen Aksungur Porsuki'nin konağını satın almış ve buraya yerleşmiştir. Bu konak ondan sonra Abak Konağı olarak ün salmıştır. Tugtekinoğullarının son Meliki Mücirüddin Abak, Bağdat'ta 1169'da ölmüştür.



II -   DEVLET TEŞKİLATI


-   Atabeg :


Dımaşk atabegliği devlet teşkilatı hakkında kaynaklardaki bilgiler az olup ancak hadiselerin anlatımı sırasında yer yer bu hususla ilgili bazı kayıtlara rastlanmaktadır. Bu kaynaklardan Dımaşk atabegliği devlet teşkilatının, Selçuklu devlet teşkilatının küçük çapta bir numunesi olduğu anlaşılmaktadır. Devletin başından hükümdar yerine Atabeg ünvanı taşıyan, sultanın itimadını kazanmış kudretli bir emir ve onun yanında Selçuklu hanedanı azasından bir melik bulunmakta idi. Ülkeyi melik adına idare eden Atabeg, kendi hakimiyet sahasının; idari, mali ve askeri sahada mutlak hakimi idi. Atabeglik arazisi, babadan oğula geçebilirdi. Atabeg kendi adına para bastırır ve hutbe okutabilirdi. Hükümdarın hakimiyet sembolleri arasındaki ünvan ve lakaplar Dımaşk atabegleri tarafından da kullanılmıştır. Tugtekin, tesbit edilen bir parasında Atabeg ünvanını kullanırken, bunun yanısıra Zahirüddin lakabını da taşımaktadır. Ayrıca sülalenin diğer üyelerinden Böri, Tacü'l-Mülük; İsmail Şemsü'l-Mülük; Mahmud Şihabeddin; Muhammed Cemaleddin; Abak ise Mücirüddin lakaplarını kullanmışlardır.

Diğer atabegliklerde olduğu gibi, Dımaşk iç kalesindeki Atabeglik Sarayı önünde nevbet çalındığı ve yine hakimiyet sembollerinden olan çetrin de Dımaşk atabegliğinde mevcudiyeti kabul edilmektedir. İbnü'l-Kalanisi, Dımaşk atabegliğinin kudretli emirlerinden Bazvac'ın öldürülmesi hadisesini yazarken, Şihabeddin Mahmud'un bu emiri, iç kaledeki sarayda bir divan toplantısı esnasında, Şemsiyye'ye mensup kişiler tarafından Mahmud'un emri ile öldürüldüğünü kaydetmektedir. Hükümdarların savaşa veya alayla bir yere hareketlerinde başları üzerinde tutulan ve hakimiyet sembolü olan Şemsiye (çetr)'nin Dımaşk atabegliğindeki mevcudiyetini bu vesile ile anlıyoruz.

Dımaşk atabegleri, haftanın belli günlerinde devlet erkanını ve komutanları huzura kabul eder, müşaverelerde bulunur ve aynı zamanda halkın şikayetlerini dinlerdi. İktaların tevzil, yüksek memuriyetlere tayinler ve dış münasebetlerle ilgili kararlar yine bu toplantılarda alınırdı.



2 -·   Saray Teşkilatı :



Dımaşk atabegliği tarihi hakkında bilgi veren kaynaklar, bu atabegliğin saray mensuplarından bahsederken onların, memuriyetlerini de vermektedirler. Tesbit edebildiğimiz saray memuriyetleri arasında, hacipleri, silahdarları, haznedarları, hadim, nedim ve ferraşları görmekteyiz. Ancak bunların yanısıra daha fazla saray memuriyetlerinin olduğu muhakkaktır.

Bu kişilerin yüklendikleri vazifeler, Selçuklu sarayındaki gibi olmalıdır. Dımaşk şehri iç kalesi içinde bulunan atabeglik sarayının, Sultan Melikşah'ın kardeşi Tutuş'un ve onun oğlu Melik Dukak zamanında tesis edilmiş ve Tugtekin'in bir Selçuklu atabegi olduğu göz önüne alınırsa, atabegliğin devlet teşkilatında olduğu gibi saray teşkilatında da Selçuklular'ın Dımaşk'daki bir şubesi olduğu açıkça görülür. Atabeg Tugtekin zamanında Ali. b. Hamid haciplik mevkiinde bulunmuş hatta Ramazan 517 (Ekim-Kasım 1123) yılında Mısır'a elçi olarak gönderilmişti. Böri'nin hakimiyetinin ilk zamanlarında Yusuf b. Firuz bu vazifede idi. 532(1138) yılında ise Emir Esedüddin Akız, Şihabeddin Mahmud tarafından hacipliğe tayin edildi.

İbnü'l-Kalanisi, Şihabeddin Mahmud'un öldürülmesi hadisesini yazarken; onun yatağında uyurken güvendiği üç kişi tarafından öldürüldüğünü ve bunlardan birinin Ermeni asıllı Alpkuş, ikincisinin Hadim Yusuf, diğerinin ise Ferraş el-Harkavi olduğunu kaydetmektedir. İbnü'l-Kalanisi'nin bu kaydıyla, saray memuriyetlerinden hadim ve ferraşların mevcudiyetinden de malumat sahibi olmaktayız.


a) Büyük Divan:


Divan-ı Atabegi adı da verilen büyük divanı, Tugtekin'in atabegliğini tesis ettiği zamandan itibaren görmekteyiz. Melik Dukak'ın son zamanlarında Zeynüddevle Muhammed vezir idi. Tugtekin, 501 (1107-1108) yılında önce oğlu Böri'ye, sonra 502 (1108-1109) de kendisine Ebu'n-Necm Hibetullah b. Muhammed b. Bedi'yi vezir tayin etmişti. 520 (1126) yılında Ebu Ali Tahir b. Sa'd el-Mezdegani bu mevkiye geldi. Onun öldürülmesinden sonra el -Muferric b. el-Hasan es-Sufi vezir oldu. Abak devrinin veziri Üner ise atabegliğin en şöhretli veziri idi. Vezirler gördükleri vazifelere karşı devlet gelirinin % 10'unu alırlardı. Vezaret divanı, yine bu vezirlerin başkanlığı altında çalışırdı. Selçuklularda gördüğümüz ve bütün mali işlerden mesul olan Divan-ı İstifa yerine Dımaşk atabegliğinde, biraz daha alt seviyede Divan-ı Resail'i görmekteyiz. Atabegliğin değişik bölgeleri arasındaki idari münasebetleri, şer'i ve örfi vergileri, bölge mahsulünün durumu ve fiatların kontrol vazifelerini üstlenmiş olan bu divanın; tüccar, seyyah ve sufi kılığına girmiş casusları da bulunmakta, böylece bu divana bağlı teftiş müessesesi içinde kontroller yapılmakta idi.

Dımaşk atabegliğinde Divanü'r-Resail Reisliği (Amid), mülki idareden mes'ul yüksek bir memurluktu. Zeyl Tarih-i Dımaşk'ın yazarı İbnü'l-Kalanisi, Divanü'r-Resail Reisliği'ne iki defa getirilmiştir. Bundan başka Divan-ı Arzu'l-Ceyş'i görmekteyiz. Ordunun kayıtlarını tutan, maaş ve levazımın tedariki ile uğraşan bu divandan, ordu teşkilatı içinde bahsedilecektir.




Şahne:


Selçuklu askeri ve idari teşkilatı içinde yer alan bu müessese Dımaşk atabegliğinde de görülmektedir. Irak Selçuklu sultanı Mahmud zamanında Abbasi halifeliğinin merkezi Bağdat içinde kışlası da bulunan bir Şahne komutasında Selçuklu birlikleri vardı. Aksungur Porsuki, İmadeddin Zengi, Barankuş Zekevi gibi Selçuklu emirleri bu şehirde şahnelik vazifesini yürütmüşlerdir. Anlaşıldığına göre askeri bir birliğe sahip olan şahne, şehrin savunmasından, yolların emniyetinden, mahkeme kararlarının infazından, şehir hapishanesinin idaresi gibi işlerden sorumlu bulunmaktaydı. Sadece Bağdat gibi halifelik merkezindeki bir şahnenin bunlardan ayrı, kontrol ve istihbarat vazifeleri de vardı.


Reis:


IV-VII. (X -XII.) yüzyıllarda Suriye ve Yukarı Mezopotamya'da, bilhassa Halep ve Dımaşk'da önemli rol oynamış el-Ahdas adı verilen, şehir gençlerinden kurulu milis kuvvetlerinin başkanlarına Reis denilmekteydi. Suriye'nin eski Arap şehir devletlerinde varlığını sürdüren bu teşkilat, Selçukluların ilk zamanlarında da mevcudiyetini korumuştur.

Şehir halkının meseleleri ile meşgul olan Reis, bazı aileler arasından seçimle bu vazifeye gelir ve devlet yetkilileri bu kişiyi Rezsü'l Beled olarak tanırlardı. Reis'in yanında vazife alan el-Ahdas, yangınların söndürülmesi, ihtiyaç halinde şehrin savunmasına yardım ve bir nevi zabıta vazifesini yüklenmişti. Bu hizmetleri karşılığında, toplanan vergilerden bir pay alırlardı. Selçuklu hakimiyetinin yerleşmesi neticesinde bu müessese birçok yerden kalkmış, yerine şahnelik ihdas edilmiştir.

Eminüddevle Ebu Muhammed b. es-·Sufi, Melik Dukak zamanında Dımaşk Reisliğinde bulunmuştu. Fakat Dukak onunla geçinememiş ve onu hapsetmiştir. Bir müddet hapiste kalan es-Sufi, Melik Dukak'a muayyen bir para ödedikten sonra hapisten çıkarılmış ve reisliğine devam etmiştir. Fakat bu hadiseden sonra çok yaşamayan es-Sufi'nin yerine oğulları Ebu'l-Mecali Seyf ile Ebu'z-Zeval el-Müferric geçti. Bunların tayinini emreden menşur iki kardeş adına yazılmıştır. Melik Dukak'ın ölümünden sonra, bu iki kardeşi huzuruna çağıran Atabeg Tugtekin onların gönüllerini almış, onlar da bağlılıklarını arzetmişlerdir. Bunlardan Ebu'l-Mecali Seyf bir müddet sonra ölünce, Ebu'z Zeval el-Müferric tek başına bu vazifeyi uzun süre devam ettirmiştir.




d) Naipler ve Valiler:


Dımaşk atabegliğine bağlı büyük yerleşme merkezleri, ya atabegin naipleri ya da atabeg tarafından tayin edilen valiler tarafından idare edilmiştir. Naiplik vazifesini daha çok oğlu Böri ve torunu Mahmud'a bırakan Tugtekin'den sonra, bilhassa Abak zamanında, Muineddin Üner bu vazifeye sahip olmuştur. Atabeg Tugtekin'in kendisi daha Tutuş'un hizmetinde iken, onun Dımaşk naipliğini kısa bir süre ifa etmişti. Dımaşk atabegliğinin kurulmasından sonra 503 (1110) de Tugtekin, Bağdat'a gelmiş olan Böri'yi kendi naibi olarak Dımaşk'da bırakmıştır. Tugtekin Bağdat'a gitmekten, Baalbek valisi Gümüştegin'in aleyhinde çalışması yüzünden vazgeçmiş ve yarı yoldan dönerek Baalbek'i kuşatmıştı. Anlaşmaya razı olan Gümüştegin'e Serhad valiliği verilirken Baalbek Böri'ye bırakılmıştır. Hıms şehri valisi ise Emir Karaca idi, onun 505 (1112) de ölmesi üzerine yerine oğlu Kırhan b. Karaca tayin edildi. 520 (1126) de Tedmur valiliğine Şihabeddin Mahmud, 542 (1147) de Serhad valiliğine Emir Mücahidüddin Bozan getirildi. Bunlar gibi Yusuf b. Firuz, Muineddin Üner de valiliklerde bulundular.

Bu valiler ve naipler, bulundukları merkezlerde sivil ve askeri idareyi temsil ederlerdi. Askeri birliklere de sahip olan bu kişiler, şehrin savunmasından, intizamından mesul oldukları gibi ücretlerin verilmesini, masrafların görülmesini ve vergilerin toplanmasını denetleme vazifesini de görürlerdi. Bunların tayini, resmi olarak yapılan bir merasimle olurdu. Vazifelerine karşılık belli bir ücret ve mahsulden pay alırlardı. 




3 --   Adliye Teşkilatı:


Dımaşk şehri içinde hususi bir binası (Darü'l-Adl) olan adliye teşkilatının baş kadısına Kadı'l-Kudat denirdi. Buna bağlı diğer kadılar hukuki ve şeri işlere bakmakla görevli idiler. Değişik mezheplerin şeri işlerine bakan kadılar da mevcuttu. Bunlar mahkemeler dışında vakıfların, darbhanelerin kontrollerini yaptıkları gibi, Cuma camilerinde cemaate imamlık eder, hutbeyi okurlardı. Ordu içinde vazife alan kadılar, orduya mensup kişiler ile alakalı şeri davalara baktıkları gibi, sefer sonunda elde edilen ganimetin paylaşılmasına da nezaret ederlerdi. 506 (1113) yılında ölen Abdullah Muhammed b. el-Balasaguni et Türk'i, Tugtekin devrinin meşhur kadılarındandır.

İslam dininin vecibelerinin yerine getirilmesine nezaret eden muhtesibler umumiyetle Üzerlerinde kadılık vazifesi bulunan fakihler arasından seçilirdi. Muhtesiblerin karara bağladıkları işler, daha çok ticari muamelelere, ölçülerin kontrolüne ve ticarette hile yapanlar ile borçlarını ödemeyenleri cezalandırmaya inhisar etmekte idi. Muhtesiblik VI. (XII.) yüzyılda Dımaşk'da önemli bir mevki olarak yer almıştır.


Ordu:


Dımaşk atabegliği ordusu; ata binmede ve ok atmada maharetli, cesur Türkler'den teşekkül etmişti. Bunlar içinden çok dikkatli bir şekilde seçilen bir kısım asker, atabegin muhafız birliği de diyebileceğimiz, Gulam'larını teşkil etmekte idi. Bir de bilhassa büyük seferler esnasında yardıma çağırılan ihtiyat kuvvetler bulunmaktaydı. Buna göre Dımaşk atabegliği ordusunu üç ana gurupta toplamak mümkün olmaktadır:



Gulamlar:


Yukarıda belirttiğimiz gibi gulamlar, sadece Türkler'in arasından seçilirdi. Bunlar, ordu içinden cesaret ve maharet yönünden sivrilmiş kişilerdi. Bu muhafız birliğine seçilen kişilerin sadakatinden şüphe edilmezdi. Tacü'l-Mülük Böri'nin, Dımaşk içindeki Batıni tenkili sonunda bir suikaste kurban gitmesiyle ilgili olarak İbnü'l -Kalanisi'nin verdiği kayıtta, katillerin Türk kıyafeti içinde Horasanlı askerler denen birliğe girdiklerini, aslen Farslı olmalarına rağmen herkesin onları Türk zannettiklerini ve üstün bir çalışma sonunda da Böri'yi, sabırla uzun süre bekledikten sonra, öldürebilmeyi başardıklarını yazmaktadır.




b) Atabeglik Ordusu:


Dımaşk atabegliği ordusunun bu ana bölümünü yine Türkler teşkil etmekteydi. Bunlar büyük bir titizlikle seçilir ve savaş kabiliyetlerinin yanı sıra Türk asıllı olmalarına itina gösterilirdi. Bu ordu iki esas kısma ayrılırdı. Birinci kısım atlılardan teşekkül etmişti. Manevra kabiliyeti yüksek, süratli ve vurucu güce sahip bu atlılar, Haçlılar üzerine yapılan akınlarda büyük muvaffakiyetler sağlamıştır. Bilhassa muhasaralarda varlığına lüzum hissedilen ikinci kısım ise piyade kuvvetleri idi. Bunlar da kendi içinde bazı sınıflara ayrılmıştı. Mancınıkları kullanan Heccarun, bugünkü istihkam birliğine benzetebileceğimiz Nakkabun, Horasanlı ve Haleplilerden teşkil edilmiş lağımcılar, neftçiler (Neffatun) ve Sunna adı verilen usta başları bulunmaktaydı.

Orduda ayrıca doktorlar, cerrahlar ve imamlar bulunmakta idi. Bütün bunlar atabeglikten ücret almakta ve Dımaşk içinde ikamet etmekteydiler. Dımaşk'daki atlı birliklerin talim sahaları Dımaşk şehri batı varoşunda Barada suyunun kenarında, Meydan- ı Ahdar adı verilen yeşil bir hipodrum idi. Dımaşk'ın güneyindeki Meydanü'l-Hasa denilen ikinci bir hipodrum daha vardı. Burada cirit oynandığı da kayıtlar arasındadır.

Dımaşk dışında ikamet eden atlı birliklere gelince, bunlar hakkındaki malumat da fazla değildir. Sadece Musul atabegi Zengi'nin tatbik sahasına koymuş olduğu usuller Dımaşk atabegliği için de geçerli olmaktadır. Bunlar Tavaşiye adı verilen kişilerin yanlarında besledikleri atlı kuvvetlerdi. Barak adı verilen on baş attan teşekkül eden ekipler Zengi zamanında, masraflarına karşılık 700-1200 dinar ücret alırlardı. Ayrıca ordu adına binek atı, nakliyatta kullanılmak için katır ve deve beslenirdi.




Yardımcı Kuvvetler:


Dımaşk atabegliği ordusuna en büyük yardımcı kuvvet, ya muayyen bir ücret karşılığında ya da ganimetten pay almak suretiyle sefere katılan Türkmen kuvvetleriydi. Bunlar mühim seferlerde yardıma çağırılır ve sefer sonunda ücretleri ile ganimet paylarını alır giderlerdi. Bazı zamanlarda bunların cihad adına yardıma geldikleri de görülmektedir. Akıncı Türkmenlerin yanı sıra Dımaşk'da el-Ahdas adı verilen şehir milis kuvvetleri bulunmaktaydı. Şehrin gençlerinden teşekkül eden bu birlik askeri intizama bağlı olmaksızın, bilhassa şehrin düşman tarafından muhasaraya alınması esnasında yardımcı olurlardı. Bunların dışında yardımcı kuvvetler arasında Bedeviler de bulunmaktaydı.

Arap tarihçilerin de belirttiği gibi bunlar, ekseri kendilerini yağmaya verirler ve halk tarafından da bunlara itibarsız asker gözü ile bakılırdı. Zaman zaman bunların haçlılarla beraber olup buğday kaçakçılığı dahi yaptıkları görülmektedir. Bu tip yardımcı kuvvetlere, mutavviun (gönüllüler gurubu), guzat (gaziler gurubu) ve battalun denirdi ki, bunların ordu içinde belirli bir vazifeleri yoktu. Sadece savaşa katılan her kişi, hizmetine mukabil ücret veya pay (ata) alırdı. Bu ücret veya payın verilmesi işi Divanü'l-Ceyş'in vazifesi idi. Divanü'l-Ceyş ödemeyi yaparken tuttuğu defterleri kontrol eder ve ödediği miktarı yine kaydederdi. Ordunun ihtiyacı olan hayvanlar da ayrıca kaydedilir ve damgalanırdı. Her asker atı için ayrıca bir pay alırdı.






IH -   İMAR FAALİYETLERİ


Dımaşk atabegliği zamanında (1104-1154) bilhassa merkez Dımaşk'ta mescitler, medreseler, hamamlar ve bunların yanısıra kurulan yeni mahalleler, sanayi bölgeleri imar faaliyetleri yönünden atabegliğin yüksek bir seviyeye ulaşmış olduğunun delilleridir. Fakat ne yazık ki, bu eserlerin hemen hemen tamamı bakımsızlık ve geçen sekiz yüzyıldan fazla bir zaman içinde yıkılıp kaybolmuşlardır. Bunların birçoğunun varlığını ancak o devirlerde yazılmış bir kısım eserlerden öğrenmekteyiz.

Dımaşk'ın ilk hastahanesi olan Darü'ş-Şifa Melik Dukak zamanında yapılmıştır. Dukak'ın kısa süren melikliği devresinde Dımaşk'ın ilk hastahanesini yaptırması, onun önemini bir kat daha artırmaktadır. Bu hastahane, Büyük Cami'in batısında, Berid kapısı yanında idi.

Atabeg Tugtekin zamanında Dımaşk şehrinin imarına büyük önem verilmiş ve yeni mahalleler inşa edilmiştir. Bunlardan el-Ukeybe mahallesi şehrin kuzey kesiminde, Şasur mahallesi güneyde, Kasrü'l Haccac mahallesi ise güneybatısında kurulmuştur. Yine Tugtekin zamanmda gelişen dericilikle ilgili tezgahlar ve binalar bilhassa Barada suyu kenarına inşa edilmiştir. İki kağıt imalathanesinin inşası endrüstri sahasında olduğu gibi imar yönünden de şehre yeni bir canlılık kazandırmıştır.

Bu devirde inşa edilen mescitlerden bahseden kaynaklar, onların büyüklüklerine göre imamı, müezzini ve vakfını kaydetmektedirler. Ayrıca mescitler arasında minareli olanlar bilhassa belirtilmektedir. Bu hususlar bize mescitlerin önemi ve büyüklükleri hakkında da fikir vermektedir.

Safvetülmülk Hatun, iki mescit inşa ettirmişti. Melik Dukak'ın türbesinin bulunduğu mescit, «Kubbetil't-'Pavavis» olarak tanınmakta olup, bir de kubbesi vardı. Safvetülmülk Hatun'un yaptırmış olduğu ikinci mescit ise, Mescid-i Hatun Zümürrüd olarak bilinmekte idi. İmamı, müezzini ve vakfı olan bu mescit, su kanallarının güzelliği ile meşhur idi.

Atabeg Tugtekin zamanındaki vezirliğini Böri zamanında da bir süre sürdüren el-Mezdegani iki kapılı, minareli büyük bir mescit inşa ettirmiş idi. Bu vezirin yaptırdığı diğer bir mescit ise, Darü'l-Vezir el-Mezdeganı olarak tanınan sarayın içinde idi. el-Mezdegani'nin yaptırdığı üçüncü bir mescit daha vardı ki, bu diğerlerinden daha büyük olup minaresi ve şadırvanı da mevcuttu.

Dımaşk atabegliği haciplerinden Firuz da bir mescit inşa ettirmişti. İbn Asakir'e göre bu mescit daha ziyade minaresine izafeten Minaret Firuz olarak biliniyordu. Firuz'un inşa ettirdiği ikinci mescit ise Hamam İbnü't-Tayyib civarında bulunmaktaydı. Firuz, yanında bir kabristan bulunan eski bir mescidi de tamir ettirerek, buraya minare, su kanalları ve şadırvan ilave ettirmiştir.

Atabegliğin kudretli emirlerinden olan ve Gümüştegin'den sonra Serhad valiliği yapan Bozan, Babü'l-Feradis'in dış kısmında, minareli, şadırvanlı ve suyunu nehirden alan büyük bir mescit inşa ettirdi. İmamı ve vakıfları bulunan bu mescit, Mescidü'n-Nakkaş olarak tanınmakta idi.

Bunlardan başka atabegliğin haciplerinden Emir Akız, Bab Darü'ş-Şarik yakınında; İsfahsalar Bazvac; Emir Gümüştegin ve Vezir Muineddin Üner b. Abdullah et-Türki de birer mescit inşa ettirmişlerdir.

Kaynaklardan Dımaşk atabegliğine ait ancak dört hamam tesbit edebilmekteyiz. Bunlardan birincisi Hammamü'ş-Şerif, Darü'l- İbn Böri Han'ın yakınında bulunmaktaydı. Bu hamamın büyük bir havuzu vardı. İkincisi, vezir el-Mezdegani tarafından Darü'l-Vezir el-Mezdegani içinde inşa edilmiş olup oldukça küçük idi. Üçüncü ve dördüncü hamamların kimler tarafından yaptırıldığı bilinmemekle beraber, Babü's-Selame'nin dışında bulundukları, eserlerde kaydedilmiştir.

Dımaşk, civarındaki nehirler sayesinde su sıkıntısı çekmemekte idi. Nehirlerden temin edilen sular, kanallar vasıtasıyla şehre tevzi ediliyordu. Kaynaklar, Dımaşk atabegliği zamanında inşa edilen bir çok mescit, medrese, hamam ve şehrin muhtelif yerlerindeki çeşmelerin sularının bu kanallar ile beslendiğini kaydetmektedirler. Bu kanallardan biri Darü'l-Atabeg Tugtekin'in hemen yakınında bulunmakta idi ve iç kaledeki bu atabeglik sarayının su ihtiyacını temin etmekteydi. Kanal Bozan adı verilen bir diğer kapalı su yolu ise, el Medresetü'l-Eminiyye yanında olup Emir Bozan tarafından yaptırılmıştır.

Darü'l-Vezir el-Mezdegani yanında da bir kanal mevcuttu. Bu kanal ise vezir tarafından tesis edilmiştir. Firuz tarafından yaptırılan bir kanal da aynı kişinin inşa ettirdiği mescidin suyunu temin etmekte idi. Fakat bir çok mimari eser gibi bu kanallar da zamanla tahrip olmuşlardır.




IV -  KÜLTÜR FAALİYETLERİ


EĞİTİM MÜESSESELERİ


İslam dünyasında ilmi ve dini bilgilerin düzenli bir şekilde verilmesinde Selçuklular'ın büyük tesiri olmuştur. Gerçekten de VI. (XII.) yüzyılda din eğitimi, Selçuklular'ın kurdukları medreselerle bir esasa bağlanmıştır. Bu medreseler genellikle devlet ricali, komutanlar ve hatunlar tarafından kurulmuş ve her birine ayrı vakıflar bağlanmıştır. Medreselerin müderrisleri ile öğrencilerinin aylık ve erzak ihtiyaçları bu vakıflardan sağlanmıştır.

Dımaşk'taki medreselerde dini bakımdan Hanefi, Şafii ve Hanbeli fıkıhları tedris edilirken, bu dini bilgilerin yanısıra müspet ilimler de okutulmakta idi.

Dımaşk atabegliği zamanında faaliyetlerini sürdüren medreselere birçok yeni medrese ilave edilmiştir. Bunlar bazı hallerde mescitler içinde faaliyetlerini sürdürürlerken yeniden inşa edilmiş olanları da vardı.

491 (1098) yılında Dımaşk'ta, Tugtekin'in, Melik Dukak'ın atabegi olarak bulunduğu sırada, Emir Şücaüddevle Sadir b. Abdullah tarafından bir medrese inşa edilmiştir. Bu Hanefi medresesi Sadıriye olarak tanınmakta idi.

Bir Şafii medresesi olan Eminiye, İsfehsalar Eminüddevle Rebiü'l-• İslam Gümüştegin b. Abdullah (öl. 541/1146) tarafından 514(1120) yılında inşa ettirilmişti. Cemaleddin b. Müslim ve Ebu Bekr bu medresede müderrislik yapmışlardır.

Muineddin Üner et-Türki tarafından 524(1130) yılında inşa edilen el-Medresetü'l-Muiniye, bir Hanefi medresesidir. Sonradan Dımaşk atabegliği vezirliğine kadar yükselen Üner, bu medreseyi Tugtekin emrinde bir komutan iken inşa ettirmiştir. Bu medresenin ilk müderrisi ise, Cemaleddin İbnü'l-Müslim es-Sulemi ed-Dımaşki (öl. 533/1139) idi.


Tarhaniye Hanefi Medresesi, 525(1131) yılında el·-Hac Nasırüddevle Tarhan tarafından, Şihabeddin Mahmud zamanında inşa edilmiştir. Dımaşk'ın Ceyrun semtindeki bu Hanefi medresesinin ilk müderrisi, Şeyh Burhaneddin Ebu'l-Hasan Ali el-Belhi idi. Reşideddin el Havari de bu medresede müderrislik yapmıştır. Reşideddin'den sonra onun oğlu, daha sonraları ise Bahaeddin Abbas İbnü'l-Musuli, Şeyhü'l İmam Cemaleddin'in yakın dostu Zeyneddin el-Fattali, bu medresenin müderrislerindendir.

Atabeg Tugtekin'in eşi ve Melik Dukak'ın annesi Safvetü'l-Mülk Zümürrüd Hatun 526(1132) yılında bir Hanefi medresesi inşa ettirmiş ve buna vakıflar bağlamıştır. el··Medresetü'l-Hatuniye adı verilen bu medresenin ilk müderrisi, Burhaneddin Ebu'l-Hasan Ali el-Belhi idi.

 İbn Şeddad eserini yazdığı sıralarda, medrese eğitimine devam etmekte olup müderrisi Fahreddin Musa b. Hilal b. Musa idi.

Dımaşk atalbegliğinin kudretli emirlerinden biri olan Mücahideddin Bozan b. Marnin b. Ali, 529(1135) yılında bir medrese inşa ettirmiştir. Babü'l-Havasin yakınındaki bu Şafii usulde tedrisat yapan Mücahidiye Medresesi'nin ilk müderrisi Kadı'l-Kudat Muntehibeddin Ebu'l-Meali Muhammed'dir (öl. 537/1142) . Bu müderristen sonra 540 (1146) yılına kadar Kutbeddin Mesud en-Nisaburi, ondan sonra da Ebu'l-Feth Nasrullah el-Messisi, tedrisatı yürütmüşlerdir. Bu medrese de 669(1271) 'da faaliyetini Dımaşk'da sürdürmekteydi.

536(1141) yılında kurulan bu Hanbeli medresesini, Dımaşk'ın Benu eş-Şirazı diye tanınan meşhur ailesinden Şeyh Şerefü'l-İslam Abdulvahid b. Muhammed el-Ensari eş-Şirazi inşa ettirmiştir. Şerefiye olarak tanınan bu medrese, Dımaşk'ın Ceyrun semtindedir.

Dımaşk'daki Hanbelilerin lideri olan Şeyh Şerefü'l-İslam Abdulvahid, 536(1141) yılında ölünce, yerine oğullarından Bahaeddin eş- Şirazi geçti. Onun 545 (1150) yılında ölümünden sonra ise kardeşi Necmeddin eş-Şirazi müderris oldu (öl. 586/1190).

Dımaşk atabegliği emirlerinden Esedüddin Akız ed-Dukaki, Akıziye (sonradan Belhiye) olarak adlandırılan medresenin inşasını (1141-1142) yılında başlatmıştır. Eski bir kilisenin yeri üzerine kurulan Dar Ebi'd-Derda'nın yıkılması ile aynı yere inşa edilen bu medrese, ancak Selahaddin zamanında bitirilmiştir. 536 (1141-1142) yılında bu Hanefi medresesine vakıflar bağlanmıştır. 538 (1143) yılında hacibin gözden düşmesi, inşaatın bitimini geciktirmiş olmalıdır. Dımaşk atabegliği zamanında tedrisata geçemeyen bu medresenin ilk müderrisi Selahaddin zamanında fıkıh sahasındaki geniş bilgisi ile ün kazanmış olan Burhaneddin Ebu'l-Hasan el-Belhi'dir.

Mücahideddin Bozan tarafından 539 (1145) yılında ikinci bir Şafii medresesi inşa edilmiştir. Şehir suyunun dışında, Barada suyunun kenarında ve Babü'l-Feradis kapıları arasında inşa edilen bu medresenin ilk müderrisleri; Şemsüddin Abdulkafi ve Taceddin Ebu Bekr idi.

Seyfeddin Caruh et-Türkmani tarafından, 546 (1152) yılında inşa ettirilen Caruhiye Medresesi, Büyük Cami ve Zahiriye medresesinin kuzeyinde Babu'l-Ferec ile Babü'l-Feradis'in arasında bulunmaktadır. Bu Şafii medresesinin ilk müderrisi Ebu'l-Kasım Mahmud b. Mübarek b. Ali b. Mübarek el-Mucir el-Vasıti el-Bağdadi eş-Şafii idi.

Mismariye Hanbeli Medresesi, 546(1152) yılında Şeyh Mismar el Hilali el-Havranı tarafından inşa ettirilmiştir. Minaretü'l-Firuz diye adlandırılan mescidin yanında bulunmaktaydı. İlk müderrisi, Ebu'l-Meali Veciheddin Esad İbnü'l-Münecce'dir. Bu kişi, Benil Münecce olarak tanınan bir aileden olup Havran kadılığı yapmıştır (519-606/1125-1209).

Dımaşk şehri dışında Basra'da 530 (1135-1136) yılında Ebu Mansur Gümüştegin tarafından inşa ettirilen medresenin kalıntıları, son zamanlara kadar gelmiştir.

Böri hanedanının son mümessili olan Abak, Dımaşk'ı Nureddin Mahmud'a teslim etmek zorunda kaldıktan sonra Bağdat'a yerleşmiştir. Bir zamanlar Bağdat şahnesi olan Aksungur b. Porsuki'nin evini satın alıp buraya yerleşen Abak, Bağdat'ta bir de medrese inşa ettirmiştir.




V - TİCARET VE ENDÜSTRİ



Suriye'nin en ehemmiyetli ve en büyük yerleşme merkezi olan Dımaşk, Suriye içinden geçen Kuzey-Güney yolu üzerindedir. Bunun yanısıra çevresinin aşırı zenginliği sayesinde Kuzey Suriye, el-Cezire, Arabistan ile Akdeniz ve Mısır arasındaki ticari taşımacılığı hem kuzey ve hem de güneyde bulunan asıl yolların birleştiği yerden çekip, kendinde birleştirmiştir. Dımaşk'ın Suriye'den geçen ticaret yolları üzerindeki bu hakimiyeti, ticaret ve endüstrisinin gelişmesine sebep olduğu gibi, nüfusunun artmasını da sağlamıştır.

Yerleşme sahası yüzyirmi hektar kadar olan Dımaşk'ın, VI. (XII.) yüzyılda nüfusu hakkında değişik kayıtlar mevcuttur. J.C. Russell, şehrin müslüman nüfusunu onbeşbin olarak verirken, 1173 yılında Suriye'den geçen Benjamin de Tudele, Dımaşk'da sadece yahudilerin sayısını üçbin olarak vermektedir. Bu rakam şehrin müslüman nüfusu ile karşılaştırılırsa, ya müslüman sayısının fazla ya da yahudi sayısının az olması gerekir. Aynı kişi, 552(1157) yılında Hama'daki zelzelede yirmibeşbin kişinin öldüğünü de kaydediyor ki, bu rakamların abartılmış olarak verildiğine delalet etmektedir. Selahaddin'in hakimiyeti esnasında, 1175- 1187 yılları arasında Dımaşk'tan geçen Pethachia, Dımaşk'ta onbin yahudinin bulunduğunu kaydediyor. Bu değişik rakamlar arasında en doğrusu, 1520 yılına kadar inen Osmanlı tapu defterlerindeki kayıtlardır. Bu kayıtlara göre, 1520-1530 yıllarında Dımaşk'ın nüfusu elliyedibin üçyüzyirmialtı'dır. Bu rakam 1535 yılında kırkikibin yediyüzyetmişdokuz'a düşmektedir. Şehir içindeki bu nüfusun büyük bir kısmı, tüccar ve sanatkar idi. Çiftçilik ve sebzecilikle uğraşanlar, genellikle Dımaşk haricinde yaşıyorlardı.

Şehir halkından ticaret ile ilgilenenlerin bir kısmı da kumaş satıcıları idi. Dımaşk içindeki iş yerlerinde bulunan tezgahların yanı sıra kumaş evlerde de dokunurdu. Dımaşk'daki kumaşcılar, genellikle ümeyye Camii'nin doğusuna yerleşmişlerdi. Rahbetü'l-Halid ile Ceyrün arasında ise halıcılar ve kürkçüler bulunmaktaydı. Bu semtin Suku'l-Lubbadin denilen büyük bir pazarı 562(1167) yılında yanmıştı. Murabbaatü'l-Kazz denilen pazarda ise, ipek, pamuk ve iplik ticareti yapılırdı. Dımaşklı kadınlar, tüccardan aldıkları, pamuk ve ipeği evlerine götürerek ücret karşılığı bükerlerdi. Dımaşk'da ipekli kumaşlar da dokunmakta, bilhassa el işlemeleri ünlü İsfehan ve Nişapur işlemeleriyle boy ölçüşebilecek kalitede idi. Şehrin yine aynı semtinde, Ceyrun civarında Akabetü's Silf'da yün tüccarları bulunurdu. Nadide işlemeler ,kıymetli kumaşlar ve pahalı eşyalar Silku'l-Kanttdil'de satılmaktaydı. Bu çarşı kandillerle aydınlatıldığından oraya bu ad verilmişti.

Tahıl ticareti, silku'l-Kamh denilen ve şehrin ortasında bulunan pazarda toplanmıştı. Burada bütün tahıl cinsleri, baharatlar bulunmaktaydı. Kuru meyveler ve bir kısım zahire buraya Gota'dan gelirdi. Kuru üzümün geldiği yer ise bağları bol olan Hıms şehri idi. Yine kuzeyden gelen diğer bir kuru yemiş de çam fıstığı idi. Suku'l-Buziriyin'in etrafında çok sayıda depo bulunmakta ve bu pazarda buğday, arpa, pirinç ve susam ticareti yapılmakta idi. Suku'l-Buziriyin'in güneyinde Suku'd -Dakik denen un pazarı vardı. Bu pazarın hemen yakınında, Kuleyt nehri suyu ile çalışan bir değirmen de mevcuttu.

İbnü'l-Kalanisi'nin birçok vesile ile bilhassa Kudüs krallığı ile yapılan antlaşmalar esnasında belirttiği gibi, Dımaşk'a buğday kuzeyden gelmekte idi. Dımaşk'ın en büyük yiyecek anbarı Havran idi. Dımaşk atabegliğinin yıkılışından sonra da Havran bu özelliğini korudu.. Havran'dan başka Hıms ve Bika bölgesinin hububatı da Dımaşk'da pazarlanırdı. Dımaşk'a yiyecek-giyecek umumiyetle altı bölgeden gelirdi. Bunlar :

Gota,

Baalbek ve Bika,

Hulle ve Banyas,

Havran,

Cevlan,

Busra ve Serhad bölgeleriydi.

Bu yerler arasında sebze ve meyve bahçeleriylıe donanmış Gota, Dımaşk'ın bugün bile taze sebze ve meyvesini temin eden bölge durumundadır. Bu devirde temel gıda maddelerinin fiyatlarını tesbit çok güç olmakla beraber, hububat ile ilgli tesbit edilenler şöyle idi:

Dımaşk'ta kumaşçılar, kürkçüler ve tahıl pazarlarının yanı sıra günlük gıda ihtiyaçlarının temini için daha birçok çarşılar bulunmaktaydı. Bunlar iki ana merkezde toplanmış durumdaydılar. Darü'l Bıttıh diye adlandırılan resmi bir binanın etrafına yayılmış olan birinci pazar, Babü'l-Cabiye'yi Babü'ş-Şarki'ye birleştiren yolun orta kısmında bulunuyordu. Darü'l-Bıttıh'ın yanında Suku't-Tüffahil'le (meyveciler) , Silku'l-Bakl (sebzeciler) pazarı ayrıca yine aynı semtte, Suku't··Tayr (tavukçular) ile Darbu'l-Cubn (peynirciler) sokakları bulunuyordu. Darü'l-Bıttıh'ın batısında, tahıl pazarının bitişiğinde, sarraflar çarşısı yer almıştı. Sarraflar çarşısının bitiminde taze hurma satıcıları (Rattabin) bulunmakta idiler.

Umm Hakim sokağının çevresinde ise ikinci bir gıda pazarı bulunmaktaydı. Burada bir başka tavukçular pazarı, ayrıca kasaplar yer almakta ve yine burada bir de soğancılar meydanı (Rahbetü'l-Basal) vardı. Bu her iki pazarı dolduran mal Dımaşk çevresinden, bilhassa Gota'dan gelmekte idi. Bu pazarlara Halep'ten de mal geldiği olurdu.

Ziraat ve hayvancılığa değer veren Dımaşk atabegliği, tarla ve bahçelerin sulanmasında nehirlerden su çeken ve menşei çok eski devirlere kadar varan su dolaplarını kullanmış olmalıdırlar. Ayrıca toprağın ekimine, her karışın değerlendirilmesine ehemmiyet veren Atabeg Tugtekin hakkında İbnü'l-Kalanisi; «Bir kısım halka şehrin kenar semtlerinde terkedilmiş toprakları dağıtmıştır. Bu topraklar daha önceleri adaletsiz kişilerin, gaddar valilerin zamanında zorla alınmıştı.

Zahireddin, “(vergilerin ödenmemesiyle) cezalı durumları toprak sahipleri üzerinden kaldırmıştır” demekte ve devamla, ((Halife el-Müsterşid Billah'a ziyarete gittiği zaman terkedilmiş arazinin durumunu açıklamış, ekim dışı bırakılmış arazinin sahipsiz olduğunu ve bu araziden ne sarayın ne de şehirlilerin bir karı olmadığını, iş imkanlarının kaybolmasının bir fayda temin etmediğini söylemiş ve halifeden bu arazilerin her kim isterse, ona satılmasına müsaade etmesini rica etmiştir. Bu arazinin ayrıca satın alanlar tarafından ekileceğini, bundan kar temin edileceğini böylece istihsalin artacağını, satılan araziden temin edilecek gelirin cihat için ordu gelirine kaydedileceğini belirttiğini» kaydetmektedir.

Dımaşk, VI. (XII.) yüzyılda ticari hayatının canlılığının yanısıra endüstride de Suriye şehirleri arasında ileri bir seviyede bulunmakta idi. Nureddin Mahmud, Dımaşk'ı ele geçirdikten sonra bu şehrin Dımaşk atabegliğinden kalan endüstri hayatını daha da genişletmiştir. Türkler'in Dımaşk'a yerleşmelerinden sonra, Melik Dukak ve Tugtekin devirlerinden itibaren şehir civarında bilhassa deri imalathanelerinin kurulduğu görülmektedir. İbn Asakir, Madbaga denilen bu deri işleme atölyelerinin Barada suyu ve onun kolu üzerinde bulunduğunu kaydetmektedir. Ayrıca Dımaşk'ta iki demir ve bir de cam eritme fırını (Mesbekü'z-Züccac) mevcuttu. Zeytin ve susamdan yağ çıkaran değirmenlerin yanı sıra, yine şehrin dışında Barada suyu kenarında hızarhaneler bulunmaktaydı.

VI. (XII.) yüzyılda Suriye'de kağıt imali, endüstride büyük bir gelişme olarak görülmektedir. Dımaşk atabegliği zamanında Dımaşk'ta, iki kağıt imalathanesinin bulunduğunu belirten Nimisseeff, kağıdın yapımı için buğday samanının kullanıldığını ilave etmektedir. Bu imalathanelerin hepsi şehir dışında Barada suyu kenarında bulunmaktaydı.

Sarmin'de sabun, Cebelü's-Summah'ta mutfak malzemesi imalathaneleri gelişmişti.

Bunların yanı sıra, Dımaşk içinde kurulmuş dokuma tezgahları, deri ve demir işleyen birçok atölye ve işyeri mevcuttu.



Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi

İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR

Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ

3 Nisan 2024 Çarşamba

Kırmızı Medrese Cizre/Şırnak

 


İLMİHAL-17 / NAMAZ-12

 



NAMAZLARIN KAZÂSI


Bir namazı vaktinde kılmaya eda, vaktinden sonra kılmaya kazâ denir. Vaktinde kılınamayan namaza fâite çoğulu fevâit denir ki, vakti içinde yakalanamamış namaz anlamındadır. Vaktinde kılınamamış namazı ifade için "kaçmış" anlamındaki fâite kelimesinin kullanılmış olması, bir müslümanın namazı kasten terketmeyeceğini, vakti içinde eda edeceğini, ancak uyuma ve unutma gibi elde olmayan nedenlerle namazın "kaçmış" olabileceğini hissettirmesi bakımından manidar bir seçimdir.


A) Sebepler


Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir mazeret olmaksızın tembellik ve ihmal yüzünden bile bile namazı vaktinde kılmayan kimse günahkâr olur. Hz. Peygamber, uyuyakalma ve unutmayı bir mazeret kabul etmiş ve bu iki sebepten biriyle bir namazın vaktinde kılınamaması durumunda, hatırlanıldığı vakit kılınmasını söylemiştir. Hz. Peygamber'in bu husustaki ifadesi şöyledir: "Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamaz ise, hatırladığı vakit o namazı kılsın; o vakit, kaçırdığı namazın vaktidir" (Buhârî, "Mevâkýt", 37; Müslim, "Mesâcid", 314-316).

Hadîs-i şeriflerde genel olarak namazın sadece uyku ve unutma durumunda, vaktinin haricinde kılınabileceği üzerinde durulmuştur. Bazı bilginler bu iki mazeretin sınırlayıcı olduğunu düşünerek, tembellik ve ihmal yüzünden bilerek ve farkında olarak namazın kılınmaması durumunda, bu namazı kazâ etmenin gerekmediği kanaatine varmışlar ve namazı farkında olarak vaktinde kılmayanların, o namazı kazâ etme haklarının olmadığını, tövbe ve istiğfar etmeleri gerektiğini öne sürmüşlerdir. Zâhirîler'den İbn Hazm ve daha birkaç bilgin bu görüştedir. Bu görüş sahipleri, namazın kendi vaktinde kılınmasının önemini, bu hususa titizlik göstermek gerektiğini ve namazı ihmal ve tembellik sebebiyle bilerek vaktinde kılmamanın içten yapılacak tövbe dışında, telâfi edilemez bir günah olduğunu vurgulamışlardır.

Ancak Hanefîler'in de içinde bulunduğu büyük çoğunluğu oluşturan fakihlere göre; uyku veya unutma gibi insanın iradesini elinden alan bir özür nedeniyle bir namazı kazâ etmek gerekince, bilerek kılmama halinde haydi haydi kazâ gerekir. Bu görüş sahipleri de, namazı kazâya bırakmanın büyük bir günah olduğunu, bundan dolayı tövbe etmek gerektiğini söylemişler, fakat namaz müslümanın Allah'a karşı olan bir borcu olduğu için, bunu gecikmeli de olsa ödemek durumunda olduğunu dikkate almışlar ve kazâyı bir telâfi yolu olarak görmüşlerdir. Bu durumda kişi, namazı vaktinde kılmadığı için günahkâr olmuştur, fakat daha sonra kazâ ettiği için, namazı terketme günahından kurtulmuş veya bu günahının affedilmesi yönünde önemli bir adım atmıştır.

Vaktinde kılınamamış olan beş vakit farz namazın kazâsı farz, vitir namazının kazâsı ise vâcip olur. Sünnet namazlar, kural olarak, kazâ edilmez. Bununla birlikte bazı durumlarda, başka bir namazın vakti girmediği sürece kazâ edilebilir. Meselâ sabah namazının farzı ile birlikte sünneti de vaktinde kılınmamışsa, o günün öğle namazı vaktinden önce farz ile birlikte kazâ edilir. Yine, öğle namazının ilk sünneti cemaatle farza yetişmek için terkedilecek olsa, farzdan sonra kazâ edilebilir. Kazâya kalan ilk sünnetin, farzdan hemen sonra, son sünnetten önce kazâ edileceği görüşü fetvaya esas olmuştur. Bununla birlikte son sünnetten sonra kazâ edilebileceği görüşü de vardır. Böylece hem bir sünnet vakti içinde iki defa geri bırakılmamış hem de son sünnetin yeri değişmemiş olur. Namazın tertibinin iki defa değişmemesi için bunu uygun görenler de vardır. Cuma namazının ilk dört rek`at sünneti hakkında da bu öne alma veya geriye bırakma uygulaması geçerlidir. Terkedilen diğer sünnetler kazâ edilmez. Başlandıktan sonra her nasılsa tamamlanmadan yarıda kesilen veya bozulan herhangi bir nâfile namazın kazâsı gereklidir ve bu konu sünnetlerin kazâsı konusuyla ilgili değildir. Meselâ öğle namazının son sünnetine başlamış olan kimse cenaze namazını kaçırmamak için bu sünneti yarıda bıraksa, başlanmış bir nâfile ibadetin tamamlanması gerektiği için, bu iki rek`at sünneti kılması sünnet olmaktan çıkar, vâcip haline gelir.

Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir özür olmaksızın namazın vaktinde kılınmayıp kazâya bırakılması büyük günahtır ve namazı kazâ etmek bu günahı kaldırmaz. Kaçırılan namazı kazâ etmek, namazı terketme günahını kaldırır, fakat vaktinden sonraya bırakma günahını kaldırmaz. Bunun için ayrıca tövbe ve istiğfar etmek gerekir.

Meşrû bir mazeret sebebiyle namazın kazâya kalması veya bırakılması günah olmaz. Düşman korkusu veya bir ebenin doğum yapacak kadının başından ayrılması halinde çocuğun veya annesinin zarar göreceğinden korkması meşrû birer mazerettir. Nitekim Hz. Peygamber Hendek Savaşı'nda namazlarını tehir etmiştir. Abdullah b. Mes`ûd'un bu olaya ilişkin anlatımı şöyledir: "Müşrikler, Hendek Savaşı'nda Resûlullah'ı dört vakit namaz kılmaktan alıkoydular. Nihayet, gecenin Allah'ın bildiği kadar bir kısmı geçtikten sonra Bilâl ezan okudu ve kamet getirdi; Hz. Peygamber ikindiyi kıldırdı; sonra Bilâl kamet getirdi, Hz. Peygamber akşam namazını kıldırdı; sonra kamet getirdi, Hz. Peygamber yatsı namazını kıldırdı" (Buhârî, "Mevâkýt", 36, 38; Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 535).

Bunu mazeret sebebiyle ikiden fazla namazın cem`i olarak da değerlendirmek mümkündür ve bu örnek saatlerce süren ameliyatlarda doktorlar için bir ruhsat kapısı oluşturmaktadır.

Uyku ve unutma gibi bir özür sebebiyle namazı geçen kimse günahkâr olmaz. Çünkü Hz. Peygamber, uyku sebebiyle namazı kılamadıklarından şikâyet edenlere şöyle demiştir: "Uyku ihmal değildir. İhmal ancak uyanıklık halinde olandır. Sizden biri namazını unutur veya uyku yüzünden kılamazsa, hatırladığı zaman onu kılsın" (Müslim, "Mesâcid", 311; Ebû Dâvûd, "Salât", 11).

Ancak namazı kaçırmamak için vaktinde uyanmak üzere tedbir almak elbetteki uygun olur.

Hayız ve nifas hallerinde kadınlardan namaz borcu düşer. Yani kadınlardan bu hallerinde namaz kılmaları istenmediği gibi, bu halde iken kılmadıkları namazları daha sonra kazâ etmeleri de istenmemiştir.

Beş vakit namaz süresince ve daha fazla devam eden akıl hastalığı veya bayılma yahut koma halinde namaz borcu düşer. Ancak bu durumlar beş vakit ve daha az bir müddet devam ederse bakılır: Ayıldığı zaman abdest alıp, iftitah tekbiri alacak kadar bir zaman kalmışsa o vaktin namazını kazâ etmesi gerekir.

Dinden dönmüş (mürted) kişinin, irtidat süresince veya daha önce kılmadığı namazları kazâ etmesi gerekmez. Daha önce hac yapmışsa, yeniden bu görevi eda etmesi gerekir. Müslüman toplumların dışında başka bir toplumda İslâm'a giren, yani yabancı bir ülkede müslüman olan kimse namazın farz olduğunu ve nasıl kılındığını öğreninceye kadar mâzur sayılır. Çünkü böylesi bir durumda bazı emir ve yasakların ayrıntılarını bilmemek mazeret kabul edilir.


B) İfa Şekli


Hanefîler'e göre kazâya kalmış bir namaz, vakti içinde nasıl eda edilecek idiyse daha sonra kazâ edilirken o şekilde kılınır. Meselâ seferde iken dört rek`atlı bir namazı kaçıran kimse bunu ister seferde isterse aslî vatanına döndükten sonra kazâ etsin, iki rek`at olarak kılar. Aynı mantığın gereği olarak, normal zamanda kazâya kalmış olan dört rek`atlı bir namazı sefer esnasında kazâ edecek olan kişi de sefer haline bakılmaksızın bu namazı dört rek`at olarak kaza edecektir.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre kazâ namazı kılınırken, kazânın yapılacağı yer ve zaman dikkate alınır. Seferî olan kimse kazâya kalmış dört rek`atlı namazı iki rek`at olarak kazâ eder. Bu namazın seferde veya ikamet halinde iken kazâya kalmış olması, hükmü değiştirmez. Seferde kazâya kalan namaz da, ikamet halinde kazâ edilince dört rek`at olarak kılınır. Çünkü kısaltmanın sebebi olan yolculuk kalkmıştır.

Namazlar kazâ edilirken gizli okunacak namazda kıraat gizli yapılır. Açıktan okunacak namazı imam kıldırırsa açıktan okur; tek başına kılınırsa açık veya gizli okumak tercihe kalmıştır.

Namazı kazâ edecek kişi tertip sahibi ise, yani o zamana kadar altı vakit veya daha fazla namazı kazâya kalmamış bir kimse ise, kazâ namazı ile vakit namazı arasında sıraya uyması gerekir. Tertip sahibi değilse bu namazı kazâ etmeden diğerlerini kılabilir.

Tertip sahibi olan bir kimsenin bir farz namazını veya Ebû Hanîfe'ye göre vâcip olan vitir namazını özürsüz yere veya hayız, nifas gibi namazı düşüren nitelikte olmayan bir özür sebebiyle vaktinde kılmamış olması halinde bu namazı ilk vakit namazından önce kazâ etmesi gerekir. Meselâ tertip sahibi kimse sabah namazı vaktinde uyuyup kalsa bu namazı öğle namazından önce kazâ etmesi gerekir. Eğer öğle namazını önce kılarsa sıra gözetilmediği için bu namaz İmam Muhammed'e göre fâsid olur. Ebû Yûsuf'a göre ise namaz fâsid olmaz, fakat farzlıktan çıkıp nâfileye dönüşmüş olur. Ebû Hanîfe'ye göre ise bu namazın sıhhati askıdadır. Şöyle ki, kişi bundan sonra o sabah namazını kazâ etmeden beş vakit namazını daha eda edecek olursa bu altı vaktin hepsi de sahihe dönüşür. Fakat böyle beş vakit namazını kılmadan kılamadığı o sabah namazını kaza ederse arada kılmış olduğu vakit namazları fâsid olup yeniden kılınmaları gerekir.

Tertip sahibinin sıra gözetmesinin delili, Resûlullah'ın Hendek Savaşı'nda dört vakit namazı kılamayınca bunları sıraya koyarak ve vakit namazından önce kılmasıdır. İbn Ömer'in "Sizden her kim bir namazı kılamaz da, ancak imamla birlikte namaz kılarken hatırlarsa namazını tamamlasın. Bundan sonra unuttuğu namazı kılsın. Sonra da imamla birlikte kıldığı namazı iade etsin" (Zeylaî, Nasbü'r-râye, II, 62) şeklindeki ifadesi de bu konudaki dayanaklardan biridir.

Tertip, üç durumda düşer: 1. Kazâya kalan namazların sayısının vitir dışında altı vakit ve daha fazla olması. 2. Vaktin hem kazâ hem de vakit namazı kılmaya yetmeyecek kadar sıkışık ve dar olması. 3. Vakit namazının kılınışı sırasında kazâya kalmış namazı olduğunun hatırlanmaması.

Tertip düştükten sonra, kazâ için belirli bir vakit kalmaz; mekruh vakitler dışında istediği zamanda kazâ namazı kılınabilir. Mekruh vakitlere girmemesi şartıyla, sabah namazından ve ikindi namazından sonra da kazâ kılınabilir.

Kazâya kalmış namazları kazâ ile meşgul olmak, nâfile namaz kılmaktan önemli ve önceliklidir. Hanefî mezhebinde tasvip edilen görüşe göre, vakit namazlarıyla birlikte kılınan düzenli nâfileler (revâtib sünnetler) bunun dışındadır. Yani revâtib sünnetlere de riayet gösterilmeli ve bu sünnetler, kazâ namazı kılmak gerekçesiyle terkedilmemelidir. Fakat üzerinde kazâ namazı bulunan kimselerin bunlar dışında teheccüt, tesbih gibi diğer nâfile namazları kılması uygun değildir.

Üzerinde çok sayıda kazâ namazı bulunan, meselâ namaza geç yaşlarda başlamış olan kişi, geçmiş namazları kazâ ederken "Vaktine yetişip de kılamadığım ilk sabah /ilk öğle /ilk ikindi /ilk akşam /ilk yatsı namazını kılmaya" şeklinde niyet edebileceği gibi, "Vaktine yetişip de kılamadığım son sabah namazını kılmaya" şeklinde de niyet edebilir. Böylece hangi namazı kazâ ettiği bir ölçüde belirli (muayyen) hale gelmiş olur.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

1 Nisan 2024 Pazartesi

İslam Uygarlığı ve Pozitif Bilimlere Katkısı-4

 


İslam Dünyasında Medreseler


Eğitim ve Öğretim


Daha önce verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı üzere Kur'an-ı Kerim, tüm İslami bilgilerin kaynağı, özü ve esasıdır. Bu nedenle Kur'an'ın öğrenilmesi için İslami eğitim ve öğretimin temeline el atmak gerekir. Bunun da ilk adımı öncelikle onun doğru düzgün ve anlaşılır bir biçimde okunmasıdır. İslam'ın ilk öğretmeni ve rehberi Hz. Muhammed'dir (s.a.v.). O Kur'an'ı önce kendi "okuyup" sonra da sahabeye öğreten kişiydi. Sahabe de Hz. Muhammed'den (s.a.v.) aldıkları metot ve talime göre kitabı -Kur'an ayetleri ve hadisler temeli üzerine bina olunan, Kur'an'dan doğan, sonra dallara ayrılan diğer dini ilimlerle beraber- halka öğretmişlerdir. İslam'dan önce Hıristiyan dünyasında okulların manastırlar bünyesinde yer alıp faaliyet göstermesi gibi, İslam dünyasında da düzenli eğitim ve öğretim ilk kez camilerde başlamıştır. İlim öğrenmek için bir camide bir alimin çevresinde toplanan öğrencilere "halka" adı verilirdi. Zamanla bilimsel konuları daha da gelişip yeni dallara ayrılınca bir ilim dalının da alt halkaları oluşmuştur. Bu öğrenci halkaları çoğunlukla ders veren öğretmenin adıyla adlandırıldı. Örneğin "Mansur'un camisinde Ebu İshak Şirazi'nin halkası" denirdi. Bilimsel çalışmalar yapmak, kitap yazıp çoğaltmak için de her camide bir kütüphane kuruyorlardı.

Bununla birlikte, eğitim ve öğretim mekanları kuşkusuz sadece camilerle sınırlı değildi. Hastanelerde, kervansaraylarda, tekke ve zaviyelerde, imaretlerde, evlerde ve benzeri uygun mekan ve makamlarda da eğitim halkaları oluşturuluyordu. Maddi durumları iyi olan varlıklı aileler, kendi çocuklarını eğitip yetiştirmek, terbiye etmek için özel öğretmenler tutar, öğretmenleri kendi ev ve konaklarına davet ederlerdi. Halifeler, valiler ve diğer yöneticiler arasında çocukları için özel öğretmen görevlendirmek bir gelenek halini almıştı. Bu eğitim metodu zengin aileler arasında günümüze kadar devam eden bir uygulama olmuştur.

Eğitim ve öğretim yönünden kuşkusuz camilerin en ünlüsü Kahire'de bulunan Ezher Camisi'dir. Söz konusu cami Kahire şehri ile beraber miladi 10. yüzyıl ortalarında inşa edilmiş, diğer camiler gibi burası da Kur'an-ı Kerim ve fıkıh eğitimine tahsis olunmuştu. Talebelerin bir kısmı camiinin içinde ikamet ettikleri için kendilerine "mücavirin" adı verilirdi. Türkistan, Hindistan gibi uzak bölgeler de dahil olmak üzere lslam ülkesinin en uzak köşelerinden buraya öğrenciler gelirdi. Mısır öğrencilerine ayrılan revakların dışında Şam revakı, Mağripliler revakı, Yemeniye, Hindiye revakları adı altında her memleketin öğrencileri için ayrılmış özel revaklar bulunurdu. H. 9. yüzyılın başlarında Ezher Camii'nde eğitim gören öğrencilerin sayısı çeşitli memleketlere mensup olmak üzere 750'ye ulaşmıştı. Bu öğrencilerin tamamı sandıkları ve özel eşyalarıyla birlikte caminin içinde kendilerine ayrılmış yerlerde otururlar ve fıkıh, hadis, tefsir, nahiv ve mantık öğrenirler, vaaz meclisleri ve zikir halkalarıyla meşgul olurlardı. Bazı öğrenciler ve ilim meraklısı halktan kişiler de daha fazla feyiz ve bereket almak amacıyla caminin bir köşesini ikamet yeri olarak kullanırlar, camide gecelerlerdi. Ezher Camisi'nin ayrıntılı ve uzun bir tarihi geçmişi vardır ki bunu Hıtat-ı Makrizi ve Hıtat-ı Tevfikiyye'de görebilirsiniz. Bununla birlikte, zaman içerisinde bu caminin içerisinde devam eden eğitim faaliyetlerinde bir hayli değişiklikler olmuş, Mısır'a hakim olan hükümdarların mezhebine göre çeşitli şekiller almıştır. Hidiv hanedanı zamanında Ezher Camisi'nin öğrencilerinin sayısı 15.000'e ulaşmıştır. Günümüzde caminin eğitim ve öğretim programına değişik bilimler de eklenmeye çalışılmaktadır.


Medreseler


lslam uygarlığı döneminde eğitim ve öğretim konusunda en dikkat çekici nokta şudur: Çeşitli bilim dallarının büyük gelişme gösterdiği o çağda, çok sayıda alim, lslam hukukçusu, tabip ve filozof yetişmiş olmasına rağmen günümüzün eğitim kurumları gibi her dalda ayrı okullar olmamıştır. lslam dünyasında ilk medreseleri kuran kişinin H. 5. yüzyıl ortalarında lran Selçuklu hükümdarı (Büyük Selçuklu) Melikşah'ın veziri Nizamülmülk Tusi olduğu neredeyse bütün lslam tarihçilerince kabul edilen bir husustur. Bu devre kadar çok sayıda kitap tercüme edilmiş, her bilim alanında önemli ilerlemeler sağlanmış olmasına rağmen Selçuklulara kadar hiçbir medrese kurulmaksızın Abbasi devrinin tamamlanmış olması gerçekten akıl ve mantığa aykırı görülür. Bununla birlikte Avrupalı bazı tarihçilerin verdikleri bilgilerden Halife Me'mün'un Horasan'da valilik yaptığı yıllarda orada bir medrese kurdurduğu anlaşılıyor. Avrupalı tarihçilerin söz konusu malumatı nereden aldıkları merak konusudur. Biz incelediğimiz Arapça kaynaklarda bu konuda hiçbir bilgiye ulaşamadık. Bununla birlikte Horasan vilayetinin yönetim merkezi olan Nişabur'da sözünü ettiğimiz Selçuklu veziri Nizamülmülk'ten önce çeşitli medreseler inşa edildiği ve 406 yılında vefat eden ünlü alimlerden lbn Fevrek'in medresesiyle, H. 450 yılında ölen ünlü hadisçi ve Şafi fıkıhçılarından Ebubekir Beyhaki'nin adına nispetle Medrese-i Beyhakiyye, Gazneli sultanı Mahmud'un kardeşi Nasır bin Sebüktekin tarafından inşa olunan Medrese -i Saidiyye, yine ünlü mutasavvıflardan İsmail Esterabadi'nin kurduğu medreseyle Şafi mezhebinin büyük fıkıhçılarından Ebu lshak Esferani (Ô. 418) için kurulan ünlü medresenin diğer örnekler olduğu lslam tarihçilerinin verdiği bilgilerden anlaşılmaktadır. Bu medreselerin tamamı Nizamülmülk'ün Bağdat'ta kurduğu Nizamiye Medresesi'nden önce kurulmuştur. Öyle ki bizzat Nizamülmülk de Bağdat'taki bu medresesinden önce Melikşah'ın babası Alparslan zamanından Şafi imamlarının büyüklerinden "lmamü'l- Haremeyn" Ebu'l-Maali, Abdülmelik, Melik Cüveyni adına yine Nizamiye Medresesi adıyla Nişabur'da bir medrese kurmuştur. Büyük ihtimalle Nizamülmülk'ün ilk medreseleri kurması, eğitim ve öğretimi ücretsiz yapmasının yanında öğrencilere burs ve yiyecek sağlamasının kazandırdığı şöhret, Bağdat'ta da ilk büyük medreseyi kurmasına neden olmuştur. Ancak açık ve kesin olan husus lslam dünyasında ilk medreseleri kuranların Araplar dışındaki yöneticiler olduğudur. Me'mün'un Horasan veya Nişabur'da bir medrese kurdurduğu yönündeki bilgilerin doğruluğu anlaşılırsa, bu medresenin Arapların olmadığı bir bölgede, Araplarla ilgili olmayan bir amaçla kurulmuş olduğu ortaya çıkmış olur. Me'mün hilafet makamı döneminde yoğun bilimsel faaliyetlere bağlı olarak yapılan bunca tercüme ve başka dillerden Arap diline sayısız eser kazandırılırken niçin Bağdat'ta bir medrese kurdurmamıştır? Ayrıca ilk medreselerin halifeler dışında bazı kişiler tarafından kurulmuş olmasının sebebi nedir?

Buraya kadar verdiğimiz malumattan anlaşılacağı üzere İslamlar arasında siyasi işlerin dini inançlara bağlı bulunması ve ulemanın bilimlerin koruyucusu ve önderi sayılması nedeniyle halifeler katındaki mevkileri oldukça yüksekti. Bundan öte lslam'ın ilk dönemlerinde, ulema halk arasında sahip olduğu güçlü konumun etkisiyle ülkenin yönetiminde halifelerin neredeyse yardımcısı ve maiyeti gibiydiler. Daha sonraki dönemlerde hilafet işleri eski gücünü ve parlak dönemini kaybedip kontrol hanlı, Türk, Deylemli, Kürt ve diğer soylardan olan sultan ve valilerin eline geçince, bunlar halifeler gibi halkın sevgi ve saygısını kazanmak için fakirlere yardım ve iyilikte bulunmak, ulema ve fukahaya saygı ve ikramda bulunmaktan daha kolay bir vesile ve araç bulamazlardı.. Bu nedenle zeki ve ileri görüşlü bir sultan, vali veya idareci bir şehri ele geçirdiğinde, her şeyden önce oranın alim ve fakihlerini yaklaştırmaya, cami, kervansaray, tekke, imaret, hastane vb yapılar kurmaya, bu yolla başta alimler olmak üzere ileri gelen kişilere, fakir ve muhtaç durumda olan insanlara maaş bağlayarak yardımlarda bulunmaları ve Allah'ın rızasını bu yollarla kazanmanın yanı sıra, özellikle her tabakadan halkın sevgi ve saygısını kazanmaya çalışırlardı. Ahmet bin Tolun, Addüddevle Bağdat'ta, Nurettin Zengi Şam'da, Selahaddin Eyyübi Mısır'da bu yol ve yöntemi uygulayan büyük hükümdarlardan bazılarıdır. Aynı metodu son dönemde takip eden kişilerden biri de Mısır'daki Hidiv ailesinin başı olan Mehmed Ali Paşa'dır ki bu konuda sarf ettiği çaba ve gayret, Mısır ve Suriye bölgelerinde bilimsel bir uyanış devrinin başlamasını netice vermiştir.

Nizamülmülk de medreseleri aynı sebeple kurmuştu. Kendisi Sultan Alparslan'ın neredeyse babası yerinde, saltanatın tüm gücünü kullanır bir makamda ve on sene vezirlik yaptıktan sonra Alparslan'ın vefatından sonra oğlu Melikşah'ı saltanat makamına oturtmuş, yirmi yıl boyunca devletin tüm gücünü elinde tutmuştu. Sultan Melikşah saltanat tahtına oturmanın dışında av vs işlerle meşgul olur, tüm devlet işlerini Nizamülmülk'e bırakırdı. Söz konusu devirde "Batıniyye" (Haşhaşiler) adı verilen gizli bir örgüt de oldukça güçlenmiş, tehlikeli bir şebeke haline gelmişti. Nizamülmülk ileri görüşlü ve tedbirli bir devlet adamı olarak, düşmanlarının dostluğunu, dostlarının bağlılığını kazanmaya büyük önem verir, dost -düşman ayırmaksızın herkese cömertlikte bulunur, hediyelere ve bağışlara boğardı. Bu amaçla fakihler için bilim evleri (darü'l-ilim), alimler için medreseler, abidler, zahidler, dindar ve dürüst insanlar ve de fakirler için de tekkeler, zaviyeler ve imaretler inşa ettirmiş; öğrenciler ve diğer ihtiyaç sahipleri için nafakalar ayırtmıştı. Nizamülmülk, bu hayırlı yönetimini Şam, Diyarbekir, lrakeyn, Horasan ve Semerkant'a kadar yaymıştı. Onun bu lütuf ve cömertliğinden yararlanmayan bir alim, bir öğrenci, bir derviş veya zahid kalmamıştı. Kendisi bu yardımlar kapsamında yılda altı yüz bin dinar harcıyordu. Vezirin yakınlarından bazıları bu fazla harcamayı dillerine dolayarak Nizamülmülk'ü Melikşah'ın gözünden düşürmek için şikayette bulunuyorlar ve "Nizamülmülk hayır hasenat ve yardım için harcadığı bu paraları bir ordunun donanımına sarf etseydi zafer bayrağını lstanbul'un surları üzerine dikebilirdi," diyorlardı. Bu şikayetler üzerine Melikşah vezirine olayın aslını sorup çıkışınca, Nizamülmülk şu ibret dolu cevabı vermişti: "Oğlum ben İranlı bir ihtiyarım, satılığa çıkarılsam beş dinardan fazla para verecek bir müşteri çıkmaz. Sen de bir Türk oğlusun ki satılığa çıkarılsan otuz dinardan fazla etmezsin. Sen gece gündüz zevk ve safa ile meşgulsün. Allah'a yaptığın şey itaatten çok günahlardan oluşuyor. Ortaya çıkacak tehlikelere karşı hazırladığın ordular seni ancak iki arşın uzunluğunda kılıçlar ve üç yüz arşından fazla ileriye gidemeyen oklarla koruyup savunabilirler. Bununla birlikte bu ordu günahlar içindedir. Zevk ve eğlence içine dalmış. Oysa ben senin için öyle bir gece ordusu oluşturdum ki, senin ordun gece uyuduğunda bu gece orduları ayakta, Allah'ın huzurunda, saf saf durarak itaat ve bağlılık gözyaşları dökerler. Samimi bir kullukla senin ömür, güç ve şanının artması, ordularının galip gelmesi için dua ile meşgul olurlar. İşte bu yüzden sen ve orduların bunların hayır duasıyla yaşıyorsunuz. Bereket ve uğurlarıyla Allah'ın lütuf ve bağışına layık oluyorsunuz." Melikşah bu ibret dolu cevaba itiraz etmenin mümkün olmadığını görmüş ve sessiz kalmayı yeğlemiştir. Bu büyük vezir ne yazık ki birilerinin düşmanlık, kin, kıskançlık ve ihanetlerinden kurtulamamış, 1092 yılında, bir Batini (İsmaili) fedaisinin suikastı sonucunda öldürülmüştür.

Arap olmayan vali ve diğer idarecilerin medrese ve cami gibi hayır kurumları inşa etmelerini, -ecr ve sevaba kavuşmanın dışında- motive eden sebeplerden biri de sultanın sarayında yetişmeleri, çoğunlukla onun ihsan ve nimeti ile beslenmiş veya sultanın velayetini kabul eden kişilerden olmalarıydı. Bunlardan biri vefat ettiğinde bıraktıkları mal ve mülke sultan arzu ederse el koyabilir, çocuklarını mirastan mahrum edebilirdi. Bu yüzden bir güvence olarak medrese, han ve benzeri vakıflar kurarak emlak ve arazilerini vakfiyelerinde belirtilen şartlar doğrultusunda kayıt altına alırlar, vakfın idaresini çocuklarına bırakırlar ve gelirlerin bir kısmını onlara tahsis etmek suretiyle sefalet ve yoksulluğa düşmelerini önlemiş olurlardı. Sultan veya diğer idarecilerin mensubu olduğu mezhebin güçlendirilme ve desteklenmesi düşüncesi de medreselerin açılmasının başta gelen nedenlerinden biriydi. Örneğin, Kahire kuruluşundan beri Şia mezhebine mensup bir kentti. Ünlü medrese Ezher Üniversitesi'nde verilen dersler de, Şii mezhebi öğretileri çerçevesinde veriliyordu. Eyyübi hükümdarı Selahaddin Eyyübi Mısır'da iktidarı ele geçirince, Şia mezhebinin eğitim ve öğretim modelini ortadan kaldırmış, onun yerine Maliki ve Şafi mezheplerin yerleştirilmesi ve yaygınlaşması için çaba sarf etmiştir. Bu nedenle Maliki ve Şafi mezheplerinin öğrenilmesi ve öğretilmesi amacıyla medreseler açtırmıştır. H. 566 yılında Şafi mezhebi için kurdurduğu Nasıriyye Medresesi bunun ilk örneğidir. Mısır bölgesinde hadis öğretimi için kurulan ilk medrese de budur. Kendisinden sonra gelen tüm Türk ve Kürt kökenli idareciler Selahaddin'nin yolunu takip etmişlerdir.

İslam dünyasında medreselerin açılma nedeni ne olursa olsun Nizamülmülk'ün H. 5. yüzyılda medreseler konusunda İslam aleminde şöhret bulan ilk kişi olduğu kesindir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Nizamülmülk Bağdat, Nişabur, İsfahan ve Herat gibi önemli kentlerde kendi adına nispetle "Nizamiye" adı verilen medreseleri kurmuştu. Bunların en ünlüsü de Bağdat'ta kurulan Nizamiye Medresesi idi. Söz konusu medrese Ebu Said Sufi'nin destek ve gözetimi altında H. 457 yılında Dicle Nehri'nin kıyısında inşa edilmiş ve yüksekçe bir yerine Nizamülmülk'ün adı yazılmış, çevresine gelirleri medreseye ait olan bazı dükkan ve çarşılar bina edildiği gibi yine Ebu Said Sufi'nin bakım ve denetimi altında çeşitli çiftlikler, hanlar, hamamlar satın alınarak medreseye vakfolunmuştu. Nizamiye Medresesi'nin inşaat masrafı 60.000 dinara ulaşmıştı.

Nizamiye Medresesi'nin lslam kültür tarihinde ayrı bir yeri vardır. Şöhretli birçok büyük alim bu medreseden yetişmiştir. Nizamiye Medresesi'nin ilk müderrisi ünlü Şafi hukukçusu Ebu lshak Şirazi idi. Ondan sonra Şamil kitabının yazarı, yine ünlü Şafi hukukçularından Ebu Nasr bin es-Sabbağ, Ebu'l Kasım Debusi, Ebu Hamid Gazali, Fahrü'l-lslam, Sühreverdi, Kemaleddin Anbari gibi ilim ve irfan kutupları sırasıyla bu medresede hocalık yapmışlardır. Bu derece önemli büyük üstatların hocalık yapmaları Nizamiye Medresesi'nin oldukça parlak devirler yaşamasını sağlamıştır. Söz konusu medresede din bilimleri, lslam hukuku ve dil bilimleri öğretiliyordu.

Nizamülmülk'ten sonra gelen sultanlar ve valiler lslam ülkesinin her tarafında Nizamiye'ye benzer, öğrencilerinden herhangi bir ücret istemeyen medreseler kurarak, eğitim ve öğretim faaliyetlerinde ünlü vezirin başlattığı eğitim hamlesini daha da ilerletmişlerdir. Bunlar arasında en önde gelenlerden biri H. 577 yılında vefat eden Şam Atabeyi Nurettin Zengi'dir. Bu büyük şahsiyet Şam, Halep, Hama, Hıms, Baalbek, Münbiç kentleri gibi Şam bölgesinin hemen her köşesinde bina ettirdiği hastaneler, camiler, hadis okulları ve imaretlerin dışında, medreseler de kurdurmuştu. Selahaddin Eyyubi de medreselere büyük önem vermiş bir hükümdardır. Büyük sultan Selahaddin Eyyubi Kahire, lskenderiye, Kudüs gibi önemli yerleşim merkezlerinde medreseler yaptırmıştır. Bir başka hükümdar Erbil Atabeyi Meliku'l-Muazzam Muzafferüddin'dir (öl. H. 639). Bu zat da medreselerin yanı sıra öksüz, yetim ve kimsesiz çocuklar ve dul kadınlar için bakımevleri ve hastaneler inşa etmiştir. Selahaddin'den sonra Eyyubi tahtına geçen diğer hükümdarlar da söz konusu hayır ve eğitim faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Eyyübi hakimiyetinin sona erdiği yıllarda Mısır'da kurulmuş olan medreselerin sayısı yirmi beşe yükselmiştir. Onlardan sonra Mısır'ı idare eden Memlukler bu eğitim ve öğretimi devam ettirmişlerdir. idarecilerin dışında, ülkenin zenginleri de benzer uygulamalarda bulunarak medreseler ve hayır kurumları konusunda birbirleriyle yarışmışlardır. Memlukler devrinde Makrizi'nin yaşadığı H. 9. yüzyılın ortalarına kadar Mısır'da kırk beş medrese açılmış, Eyyübilerin yaptırdığı medreselerle birlikte Mısır medreselerinin sayısı yetmişe yükselmişti. Diğer lslam memleketlerinde de medreselerin açılması, eğitim faaliyetlerinin gelişerek sürdürülmesinden kaynaklanmıştı. Osmanlı Devleti'nde de ilk medreseyi kuran Sultan Orhan'dır (öl. H. 761). Sonraki hükümdarlar onun yolunu takip etmişlerdir. Bu medreselerin en ünlüleri Sultan Süleyman'ın yaptırdığı sekiz medresedir.

H. 6. yüzyılda lslam memleketlerini dolaşan ünlü Endülüs ediplerinden lbn Cübeyr seyahatnamesinde Şam'da yirmi, Bağdat'ta otuz adet medrese gördüğünü kaydetmiştir. Endülüs'te ise Hintli yazar Emir Ali'nin orijinali İngilizce olan lslam tarihi kitabında Arapların Kurtuba, lşbiliye, Tuleytula, Gırnata, Malaka ve diğer önemli kentlerde medreseler açtıklarını, sadece Gırnata'da bulunan medreselerin on yedisi büyük, yüz yirmisi küçük olmak üzere toplam yüz otuz yediye ulaştığını yazmaktadır. Bu bilgiye göre Endülüs medreselerinin Bağdat'taki nizamiye medreselerinden farklı bir tarz ve yapıda kurulmuş olduğu anlaşılıyor. Çünkü ünlü Nejhu't-Tib kitabının yazarı Ahmet Makkari, "Endülüslülerin ilim öğrenmek için ayrıca bağımsız medreseleri yoktu. Halk camilerde ücretsiz olarak ders alırdı. Bunlar rızık ve geçim amaçlı olarak değil yalnızca ilim tahsili için camilere devam ediyorlardı," diyor. Makkari'nin bu sözleri Endülüs'te camilerden ayrı olarak medreseler kurulmadığını göstermektedir. Büyük olasılıkla Emir Ali'nin yukarıda verdiği bilgiler Avrupa kaynaklarına dayanmaktadır. Sözü edilen medreselerin Makkari'nin naklettiği "cami medreseler"inden ibaret olması gerekir.

lslam dünyasında medreseler alimlerin kendi evlerinde kurdukları eğitim meclislerinin dışında bir kısmı camiler, kervansaraylar, tekkeler ve imaretlerde teşkil olunan ders halkaları, bir kısmı da lslami bilimlerin öğrenimi için açılan ücretsiz büyük medreseler, bazıları da hastaneler bünyesinde açılan tıp ve felsefe okulları olmak üzere çok çeşitliydi. Derse devam eden öğrencilerin sayısı ders veren hocanın ününe bağlı olarak değişiyordu. Büyük filozof Farabi'nin on binlerce öğrencisi vardı. Bazen öğrencilerin öğrencileri de derslere devam ediyordu. Örneğin ünlü tabip Ebubekir Razi, ders vermek için oturduğu zaman çevresinde önce kendi öğrencileri, onların çevresinde de öğrencilerinin öğrencileri, onların çevresinde de üçüncü derecede olan öğrenciler yerlerini alırlardı. Biri bir şey soracak olsa önce ona yakın olandan, eğer cevap veremezse daha yükseğinden sorardı. Bunlar da meseleyi çözemezlerse Ebubekir Razi müdahalede bulunur ve çözerdi. Bir hocanın öğrencilerinin sayısı arttıkça ona paralel olarak ünü de artardı. Hoca yürüdüğünde öğrencileri de yanında yürürler, binitli olduğunda bu kez öğrencileri çevrisinde yaya olarak giderlerdi. Büyük lslam alim ve filozoflarının üstatlarından sayılan Fahreddin Razi evinden çıkıp medreseye ders vermeye giderken her zaman bineğinin çevresinde üç yüzden fazla öğrenci yürürdü. Herhangi bir öğrenci böyle bir üstat müderristen ders aldığında onun önünde okuduğu kitabın üzerine ders veren müderris tarafından özel bir işaret konulur ve böylece kitabı kendisinin okuttuğunu delillendirmiş olurdu. Şirazi, Farabi, Razi, lbn Hatib, lbn Sina ve Gazali, lslam aleminde en fazla öğrencisi olan büyük üstat müderrisler idiler. Eğitim ve öğretim köleler, cariyeler, köleler ve muhannesler de olmak üzere, ırk, dil ve din ayırımı olmaksızın her çeşit insana açıktı.


Kütüphaneler


İnsanlar kendi eylemlerini, tarih ve bilgilerini kaydedip toplamaya başladıkları zamandan beri, bunların korunması gereğini de anlamışlardır. Zaten bu bilgilerin muhafaza edilme nedeni de onların kalıcılığını sağlamaktır. Bu amaçla ilim ve irfanın öne çıktığı devirlerden itibaren kütüphaneler kurmuşlar, birikimlerinin eseri olan kitapları korumaya çalışmışlardır. Eldeki bilgilerimize göre, tarihte ilk kütüphane kuran toplum MÖ 1700 yıllarında Babillilerdir. Geçen yüzyılda araştırmalar sırasında Babil ve Asurlulara ait kalıntılar arasında bir de kütüphane bulunmuştur. Bu kütüphanede yer alan kitaplar bir tür çivi yazısı ile yazılmış, kiremitlerden oluşmuştur. Babillilerden sonra kütüphane kurma konusunda ikinci sırayı eski Mısırlılar alır. Eski Yunan'ın ünlü tarihçilerinden Diodores (Diodore de Sicile) Mısır hükümdarlarından Osimindias'ın inşa ettiği bir kütüphaneden söz etmektedir. Asur, Babil ve Eski Mısırlılardan sonra kütüphanelere önem veren bir başka toplum Eski Yunanlılardır. Tüm halkın yararlanması amacıyla herkese açık genel kütüphaneleri ilk kez açanlar da yine bunlardır. Bu bağlamda ilk genel kütüphaneyi kuran kişi milattan önce 6. yüzyıl ortalarında Pisis Tiratüs'tür. Vaktiyle Bergama kentinde 200.000 cilt kitabı barındıran zengin bir kütüphanenin bulunduğunu Pülütaris'in verdiği bilgilerden anlamaktayız. Betalise (Ptolemaios Hanedanı) de daha önce üzerinde durduğumuz, Mısır'daki ünlü lskenderiye Kütüphanesi'ni kurmuşlardır. Daha sonraki dönemde Romalıların kurduğu kütüphaneler karşımıza çıkmaktadır. Bunların kurdukları ilk kütüphane ise MÖ 167 yılında Makedonya'dan Roma'ya naklettikleri kütüphanedir. Romalılar yine MÖ 133 yılında yukarıda sözünü ettiğimiz Bergama kütüphanesini de ele geçirmişler, MÖ 86 yılında da Atina kütüphanelerini Roma şehrine nakletmişlerdir. Daha sonraki yıllarda Konstantin, Konstantiniyye'de M. 355 yılında bir kütüphane kurdurmuştur. Mağara ve benzeri yerlerde gömülü şekilde önceden sözü edilen kütüphaneleri ise İranlılar kurmuşlardı. Daha sonraki yüzyıllarda - Müslümanların hakimiyet yıllarına kadar - kütüphane kurma ve yaşatma düşüncesinin asırlar boyunca akamete uğradığını, ihmal edildiğini görüyoruz.


İslam Kütüphaneleri


lslamiyet'in doğuşu ile birlikte başlayan fetihler çerçevesinde Müslümanlar ele geçirdikleri şehirlerdeki kitapları daha önce belirttiğimiz nedenlerden dolayı yakmışlardı. Ancak çok zaman geçmeden kendileri de uygarlık yoluna girmişler, ilim ve irfanın tadını alınca kitap edinmek ve muhafaza etmek konusunda dünyanın en gayretli milletlerinden biri olmuşlardı. lslam dünyasında H. 2. yüzyılın yarısına kadar olan dönemde ilim ve kültür alanı lslami bilimlerle sınırlıydı. Söz konusu bu bilimleri de 2. yüzyılın son çeyreğinde tedvin etmişlerdi. lslamların düzenledikleri bu ilk kitaplarda topladıkları malumat şiirler, tarihi olaylar, atasözleri ve vecizelerden ibaretti. Bu bilgileri ceylan derisi veya adi deriler veya kumaş ve benzeri maddeler üzerine yazıyorlardı. Rivayete göre meşhur yedi Kur'an üstadından biri olan dil bilgini Ebu Amr bin el- Ala'nın kitapları tavana kadar evini dolduruyordu. Yine ünlü alim ve ediplerden Esmai, Hammat ve Ebu Ubeyde'nin evleri de yerden tavana kadar kitaplarla doluydu.

Bununla birlikte bu özel evler hükümdarlar, valiler ve diğer zenginler tarafından kurulan herkese açık genel kütüphaneler gibi kabul edilemez. lslam dünyasında halka açık genel kütüphaneleri ilk kuran idareciler Abbasilerin uyanış devri halifeleridir. Her ne kadar daha önceki tarihlerde Ömer bin Abdülaziz'in Şam kütüphanelerinden tıpla ilgili bazı kitapları çıkartıp neşretmesi gibi kütüphanelerle ilgili bazı faaliyetleri görülüyorsa da bunlar bizim konumuz olan genel kütüphaneler gibi değildir. Bu kütüphaneler Emevi Devleti'nin hizmetinde bulunan tabipler, filozoflar vb görevlilerin kendileri veya çocukları için kurdurdukları özel kütüphanelerden sayılır.


Bağdat Kütüphaneleri


Abbasi Devleti'nin güçlenme ve yükselme sebeplerinden biri de, halka açık genel kütüphaneler kurmalarıdır. Bu bağlamda Bağdat'ta bir kütüphane ve ilim merkezi kurmuşlar ve buna "Beytü'l-Hikme" (hikmet evi) adını vermişlerdir. Yaygın kanaate göre bu kütüphaneyi Harun Reşid kurmuş ve içine o devre kadar tıp da dahil çeşitli ilimlerle ilgili Arap diline tercüme olunan kitaplarla birlikte lslami ilimlerle alakalı eserleri, Yahya bin Halid Bermeki'nin aslı Hintçe olarak topladığı kitapları ve bizzat Anadolu'daki lslam fetihleri sırasında kendisinin Ankara ve benzeri şehirlerde ele geçirdiği Rum kitaplarını koydurmuştur. Kendisinden sonra Me'mün'un halifeliği döneminde söz konusu eserlerin çevirisi için komisyonlar kurulmuş, çok sayıda Arapça kitabın dışında Yunanca, Süryanice, Farsça, Hintçe ve Kıpti dillerinde yazılan eserler de dahil olmak üzere yabancı dillerde yazılmış bilimsel yazmaları toplamaya gayret sarf edilmiştir. Halife Me'mün'un hemen her çeşit kitabı toplama arzu ve projesi halk arasında yayılınca herkes kendisine -içinde Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib'in el yazısıyla yazılı bir alacak senedi gibi bilimsel değeri olmayan evrakı da kapsayacak biçimde- çeşitli konularda yazılmış tüm eserleri ulaştırmak için yarışa girmişlerdi. Halife Me'mün'un kütüphanesine ulaştırılan ve ünlü tarihçi lbn Nedim tarafından kaydedilen söz konusu borç senedi "San'a halkından filan oğlu filan Mekke halkından Haşim'in oğlu Abdülmuttalib'e tam ölçü ile bin dirhem gümüş borçludur. Talep edildiğinde hemen borcunu ödemek zorundadır. Buna Allah ve iki melek şahit olsun," anlamına geliyordu.

Beytü'l-hikme, büyük bir çeviri, istinsah, eğitim-öğretim ve kitap yazım merkeziydi. Kitap çoğaltanlar (müstensihler), çevirmenler ve yazarların kendilerine ait bağımsız yerleri vardı. Bunlar buralarda belli bir ücret karşılığı başkaları için veya kendi ihtiyaçları için ya çeviri yaparlar ya da kopya veya kitap yazımı ile uğraşırlardı. Okuyucular için de özel yerler ayrılmıştı. Abbasilerin uyanma ve kalkınma devrinin ortaya çıkardığı düşünce ve ifade özgürlüğünden yararlanarak neredeyse bütün eserlerini Arapların kusurlarını ortaya çıkarma amacına odaklayan Allan bin eş- Şuübi, sözünü ettiğimiz Beytülhikme'de kitap çoğaltma ve kopyalama işiyle meşgul olanlardan biriydi. Soy bakımından İranlıydı. Mezhepler ve mezhepler arası rekabetler konusunda geniş bir bilgiye sahipti. Halife Harun Reşid, Me'mün ve vezir Bermeki ailesi için kitaplar kopya ediyordu. Kendi yazdığı eserlerinde Araplara yöneltmediği suçlama ve ayıp bırakmamıştır. Ünlü müneccimlerden Muhammed bin Musa el Harezmi ile Me'mün devrinde gözlemler yapan astronomi bilginlerinden Yahya bin Ebu Mansur Musüli, yine ünlü müneccimlerden Fadıl bin Nevbaht, Şakir veya Musaoğulları denilen üç kardeş ve başkaları da Beytül-hikme'nin müdavimleri olan ilim meraklılarından bazılarıydılar. Söz konusu kütüphanenin "Sahib-i Beytü'l-hikme" denilen bir müdürü vardı. lran asıllı olup Araplara karşı olan düşmanlığını açıkça gösteren Şuübilerden Sebil bin Harun bu kütüphanenin en ünlü müdürlerindendi. Kendisi de Arapların eleştirildiği birçok kitap yazmıştı. Tüm bunlardan anlaşılıyor ki söz konusu kitabevi İranlıların bilgisi dahilinde, onların çabasıyla kurulduğu gibi, çoğunluğu Araplardan nefret eden Şuübiyye grubuna mensup görevlilerin yönetimi ve denetimi altında olup, kütüphaneden yararlananlar da ekseriya İranlılardan oluşuyordu. Kitabımızın daha önceki cildinde sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı Horasanlıların Emin'in aleyhine olmaları ve Me'mün'a destek vermelerine de, bu nefret önemli bir sebep oluşturmuştur diyebiliriz.

Takip eden yıllarda Bağdatlılar da Beytü'l-hikme tarzında birtakım kütüphaneler kurmuşlardı. Bunların en ünlüsü Buveyhı hükümdarlarından Bahaüddevle'nin veziri Sahur bin Erdeşir tarafından H. 381 tarihinde Bağdat'ta Kerh mahallesinde iki sur arasında kurulup vakfedilen kütüphanedir. Bu kütüphanede önde gelen imamların ve bilginlerin kendi el yazılarıyla oluşturduğu on bin ciltlik bir koleksiyon vardı. Yazarlar buraya yazdıkları kitapların bazılarını vakfediyorlardı. Söz konusu kütüphane Selçuklu hükümdarlarından Tuğrul Bey'in H. 447 yılında Bağdat'a girdiği günlerde, Kerh mahallesinde yakılan mekanlar arasında yanmıştı. H. 405 yılında vefat etmiş olan ünlü dil bilginlerinden Ebu Ahmet Abdüsselam Basri, bu kütüphanenin müdürlüğünü yapan kişilerden biriydi. H. 622'de vefat eden Halife Nasır da çeşitli ülkelerden kitap toplama işine meraklı olup, öncülük eden meşhur Abbasi halifelerinden biriydi.


Endülüs Kütüphaneleri


Halife Me'mun, Bağdat'ta bir ilim ve kültür hamlesi başlatarak, lslam ülkelerinde bilimsel bir uyanışın veya reformun oluşmasına önderlik ettiği gibi, kütüphaneler konusunda da başı çekmiş, kendisinden sonrakilere güzel bir örnek olmuştur.

350-366'da Endülüs Emevi hükümdarlarından Hakem bin Nasır, Abbasi halifesi Me'mün'un eğitim ve kültür alanındaki hamlelerini ve düşkünlüğünü kendisine örnek almıştır. İlim ve irfan konusundaki sevgi ve merakı, alimler ve faziletli şahsiyetlere ikram ve iltifatı, kitap biriktirme konusundaki hırsı ve titizliği lslam dünyasının dört bir tarafına yayılmıştır. Yeni kitaplar yazdırma ve bilimsel faaliyetleri destekleme konusunda Abbasilerle yarışıyor, bu amaçla önemli bilim ve kültür merkezlerine, yanlarında bol para taşıyan özel görevliler göndererek kitap toplatıyor, büyük masraflar yapıyordu. Elli senelik emek sonucunda yazıldığı söylenen, Arapça'da bir benzerinin yazılmadığı tüm bilginlerce kabul olunan Eguni adlı kitabın yazarı Ebu'l-Ferec lsfehani, söz konusu Endülüs hükümdarı ile çağdaştır. O da Emevi ailesinden geliyordu. Hakem, söz konusu bilgin ve müellife özel haberci göndererek, adı geçen kitabını Abbasilere göstermeden önce kendisine gönderilmesini istemiş ve bunun için de bin dinar ödül vermiştir. Aynı şekilde lbn Abdülhakim'in Muhtasar adlı kitabına şerh yazan, Maliki mezhebi hukukçularından Kadı Ebubekir ile diğer alimlere karşı da samimi ve yakın alaka gösterdiğinden İslam tarihinde benzeri görülmeyen sayıda kitaplar toplamıştır. Bu kitaplar Kurtuba sarayında özel salonlara konulup, kitapların muhafaza ve idaresine bakmak üzere bir idareci ve bir nazır tayin edildiği gibi, kitapların tasnifleri yapılmış, içerdikleri bilim ve konulara göre ayrı ayrı fihristler ve kataloglar düzenlenmiştir. Tarihi kaynaklardan edinilen bilgilere göre adı geçen kütüphanede toplanan koleksiyonlar arasında yalnızca şiir divanlarının fihristleri her biri yirmi yapraktan oluşmak üzere 44'e ulaşıyordu. Her sayfada yirmi beş kitap ismi bulunduğunu kabul edersek toplanan divanların kırk dört bin kadar olduğu ortaya çıkar. Yalnızca divanlar bu sayıda olursa diğer kitap koleksiyonlarının ne kadar fazla olduğu bununla karşılaştırılabilir. Şu halde söz konusu kütüphanenin dört yüz bin cilt kitabı içinde bulundurduğuna dair lbn Haldun ve Makkari tarafından verilen malumata abartılı denilemez.

Endülüs Emevilerinin bu büyük hükümdarının dışında, devrinin devlet adamları ve halk önderleri de hükümdarlarının bilimsel alandaki bu büyük hamlesinden etkilenmişler, onun açtığı yolda birbirleriyle yarışmışlardır. Bu amaçla Endülüs kıtasının birçok şehrinde kütüphaneler kurmuşlardır. Bu tatlı rekabet ve yarış sonucunda yalnızca Gırnata şehrinde 70 kadar genel kütüphane açılmıştır. Kitaplara gösterilen bu meyil ve sevgi, Endülüslüler arasında bir ayrıcalık ve itibar vesilesiydi. Öyle ki kendisi ciddi bir eğitim görmemiş olmakla birlikte idarecilik konumunda olan nice kişiler vardı ki, yalnızca "filanın şöyle bir kütüphanesi vardır. Falan kitap falan kimsededir ... O kitap başka hiçbir yerde bulunmaz. Falan zat filan alimin el yazısıyla yazdığı kitabı elde etmeyi başarmıştır ..." denilsin diye kendi evlerinde özel kütüphaneler kuruyorlardı. Hadrami bu durumla ilgili başından geçen bir olayı anlatır: "Bir keresinde Kurtuba'da ikamet ediyordum. Benim için gerekli olan bir kitabı elde etmek için bir süre kitapçılar çarşısına sürekli devam etmiştim. Sonunda bir gün aradığım kitabın açık ve okunaklı bir yazıyla yazılmış, güzel bir şerh ile süslenmiş bir şekilde satılığa çıkarıldığını görmüş ve sevinmiştim. Bu nedenle kitabın müzayedesine ben de katıldım. Ancak ben fiyatı artırdıkça bir başkası da artırıyordu. Fiyat kitabın gerçek değerinin birkaç kat fazlasına yükselmişti. Fiyatı bu derece yükselten kişinin kim olduğunu müzayedeyi yönetenden sorunca, yöneticilere ait özel bir kaftan giymiş bir adamı gösterdi. Yanına yaklaştım ve kendisini lslam hukukçularından birisi zannederek, 'Üstat! Bu kitaba gerçekten ihtiyacınız var ise artırmaktan vazgeçeyim. Çünkü fiyatı çok fazla yükselttik' dedim. Karşımdaki şahıs, 'Ben hukukçu değilim. Fıkıhtan da anlamam. Fakat ülkenin önde gelenlerinden geri kalmamak için evimde bir kütüphane kurarak daha da mükemmel olması için büyük çaba harcadım. Kütüphanede yalnız bu kitabın sığabileceği kadar boş bir yer kaldı. Kitabı güzel bir yazıyla yazılmış, güzel bir ciltle ciltlenmiş görünce çok beğendim. Kıymeti kaça çıkarsa çıksın hiç umurumda değil, Allah'a şükür büyük bir servetim var,' cevabını verdi. Bunun üzerine artık dayanamadım, 'Evet büyük servet sizin gibi adamlarda bulunur. Zaten ceviz dişsizlere nasip olur. Ben ise o kitabın içeriğini bildiğim, ondan yararlanmak istediğim halde paramın azlığı kitabı almama engel oluyor. Bu insafa sığar mı?' demekten kendimi alamadım. "

lşbiliye (Sevila) halkının Endülüs bölgesinin zevk ve eğlenceye en düşkün halkı olarak şöhret bulması gibi, Kurtuba halkı da kitap ve kütüphane merakı bakımından şöhret kazanmıştı. lşbiliye'de bir alim vefat edince kitapları satışa çıkarılmak için Kurtuba'ya getirilirdi. Aynı şekilde Kurtuba'da bir zengin vefat edince de bıraktığı mal ve mülküne müşteri bulabilmek için lşbiliye'ye götürülürdü. Kurtuba sarayındaki kütüphanede bulunan kitapların çoğu Afrika'dan Endülüs'e saldıran Berberilerin şehri kuşatmaları sırasında satılmış, geri kalanlar da İspanyolların eline geçmiştir.


Mısır Kütüphaneleri


Mısır bölgesinde hüküm süren Fatımi hükümdarları da Bağdat ve Endülüs halifelerinden geri kalmamışlardı. Fatimi hükümdarlarının ikincisi olan Azizbillah bilimsel ve kültürel çalışmaları başlatan ilk hükümdardı. H. 365 yılında, genç bir yaşta devletin başına geçer geçmez güç ve dirayet sahibi olmanın yanı sıra, bilimi ve bilim adamlarını çok seven Yakup ibn Killis'i kendisine vezir yaptı. Yakup hükümet divanlarını kurmanın yanı sıra her sahanın alim ve fazıllarıyla yakın ilişkiler kurdu. Her birine maaşlar tahsis etti. Kütüphaneler kurmak ve kitaplar toplamak konusunda hükümdarı teşvik etti. Azizbillah kısa sürede çok zengin bir koleksiyon oluşturdu. Bu kitapları sarayının salonlarına taşıtarak bu bölüme "Hazinetü'l- kütüp"  adını verdi. Çeşitli bilim dallarına ait önemli eserleri elde etmek için servetler harcadı. Aynı kitaptan on, yüz veya bin kopya bile toplanmış olsa da yeni kopyaya para harcamaktan çekinmezdi. Kaynakların verdiği bilgilere göre, adı geçen kütüphanede gramer bilginlerinden olup aruz bilimini icat eden Halil bin Ahmed'in Kitabü'l-Ayn isimli eserinden otuz kopyadan fazla toplanmıştı. Bu nüshalardan biri müellifin el yazısıyla yazılmıştı. Taberi tarihinden de yirmi kopya vardı. Her kopya yüz dinara satın alınmıştı. Ünlü edebiyatçılardan lbn Düreyd'in lügat ve edebiyat konusuyla ilgili olan Cemhere adlı kitabından da yüz kopya toplanmıştı. Selahaddin Eyyübi'nin Mısır'da hakimiyeti ele geçirdiği zaman sözü edilen kütüphanede Taberi tarihinden 2.200 mükerrer nüsha ve tezhibli müellif yazması, 3.400 Hatm-i Şerif bulunmaktaydı. Bütün bu bilgiler göz önüne alındığında bu kütüphanede fıkıh, gramer, lügat, hadis, tarih, astronomi, astroloji, psikoloji ve kimyaya ait olmak üzere 1.600.000 cilt kitabın bulunduğuna dair tarihçilerin verdiği bilgiler abartılı sayılmamalıdır. Bu kitapların 18.000 -6.000 astronomi, geometri ve özellikle felsefeye dahil olmak üzere- eski bilimlerden söz ediyordu.  Kütüphanede ayrıca birçok geometri ve gözlem aletleri de bulunuyordu.

Bununla birlikte biz bu kitap sayısının abartılı olduğuna inanıyoruz. Zaten bazı kaynaklar kitap sayısını 200.000 veya 120.000 olarak belirtmişlerdir. Bizce bu tespitlerde kütüphane ve kütüphaneciler açısından bir ayrımcılık söz konusudur. Çünkü Halife Azizbillah kendi sarayındaki kütüphaneyi kurdurduktan sonra yakınlarından bazıları onun yolunda yürüyerek kendi saray ve konaklarında da kütüphaneler açmışlardı. Buradan anlaşılıyor ki kitaplar için belirtilen 120.000 sayısı özellikle Azizbillah'ın kütüphanesinin kitap sayısını, 200.000 rakamı ise tüm saraylarda yer alan kütüphaneleri kapsamaktadır. Buna göre bu saraylarda bulunan kitapların tamamı 1.000.000 cilt veya kitaptan aşağı olmamalıdır.

Azizbillah kendi kütüphanesine aşırı özen gösterir, zaman zaman bizzat denetlemelerde bulunurdu. Kütüphaneye bir müdür tayin etmişti. Bu müdür bizzat Azizbillah'a kitap okur, onunla sohbet ederdi. lskenderiye Kütüphanesi'nin Romalılar devrinde yakılıp yıkılması gibi bu kütüphane de anarşi ve karışıklık sırasında felaketlere uğramıştır. Kitapların bir kısmı Nil Nehri'ne atılarak, diğer bir kısmı ise çöllere saçılarak yok edilmiştir. Öyle ki rüzgarlar bu kitap kümeleri üzerinde kum tepecikleri oluşturduğu için bu tepelere, "kitap tepeleri" adı verilmiştir. Köleler kitapların deri ciltlerini sökerek kendilerine ayakkabı yapıyorlardı. Ayrıca Eyyübiler, H. 6. yüzyılın ortasında Mısır'a hakim oldukları zaman söz konusu kütüphanelerde her ne kalmış ise satılığa çıkarmışlardır. Saraylardan toplanan kitapların sayısı 120.000'e ulaşmıştı. Selahaddin Eyyübi bu kitapları büyük vezir Kadı Fazıl Ebu Ali Abdurrahim'e teslim etmişti.

Mısır'da ayrıca "Darü'l hikme" adıyla bir kütüphane daha kurulmuştu. Bu Azizbillah'ın ve yakınlarının kurduğu kütüphanelerin dışındaydı. Burası Hakim Biemrillah tarafından H. 23 yılında Kahire'de "Kasr-ı Arabi" civarında kurulmuş, saray kütüphanelerinden buraya kitaplar nakledilmiş, bazı mekanlar vakfedilerek geliri bu kütüphaneye ayrılmıştı. Söz konusu bilim ve kültür merkezi oldukça güzel döşenmiş, süslenmiş, kapı ve koridorlara değerli ve pahalı perdeler asılmıştı. Özel kütüphane memurları da görevlendirilmişti. Abbasilerin "Beytü'l hikme"de yaptıkları uygulama gibi, burası da genel kullanıma açık bir biçimde düzenlenmişti. Anlattığımız bu tarz halka açık genel kütüphaneler kurmak, eskilerin eğitim ve öğretimi kolaylaştırmak için seçtikleri araçlardan birisiydi. Bunun en önemli nedenlerinden biri o dönemde kitapların çok pahalı olmasaydı. Muayyen bir maddi gücü olmayanların kitap almaları ve toplamaları zordu. Bu yüzden Abbasilerin Bağdat'ta Beytü'l-hikme'yi ve Betalise'nin lskenderiye Kütüphanesi'ni kurma amaçları gibi, bir hükümdar halk arasında kültürel seviyeyi yükseltmeyi arzu ettiğinde, halka açık bir kütüphane kurar ve onların hizmetine sunardı. Hakim Biemrillah, kurdurduğu Darü'l-hikme'ye Kur'an hafızları, astronomlar, din bilginleri ve hekimler tayin edip maaşlar bağladığı, bütün okuyuculara, yazarlara ve müstensihlere açık bir biçimde gerekli kağıt, kalem, mürekkep vb araç ve gereçleri de parasız olarak sunduğu için bazı yazarlar bu kütüphaneyi aynı zamanda bir medrese olarak kabul etmişlerdir.

Halife Me'mün'un Bağdat'ta bilimsel tartışmalar için kurdurduğu meclisler gibi Hakim Biemrillah da "Darü'l-kütüb"de görevli bilginleri huzuruna çağırır, aynı amaçla meclisler kurdurur, bilimsel tartışmalar yaptırırdı. Aynca kütüphanede görevli alimlerin kütüphane bünyesinde bilimsel toplantılar düzenlemelerine de izin verilmişti. Bu bilimsel toplantıların bazılarında ciddi tartışmalar yapılır, bazen işin boyutu düşmanlıklara kadar giderdi. Bazı bidatçılar bu bilimsel toplantıları kendi düşünce ve mezheplerini yaymak için bir fırsat olarak kabul ettiklerinden, Vezir Emiru'l-Cüyuş, H. 6. yüzyılın başında bu olumsuzluğu engellemek amacıyla bu tür toplantıları yasaklamak zorunda kalmıştır. Oğlu Efdal vefat edince Amir Biahkamillah bilimsel tartışma meclislerinin tekrar düzenlenmesini vezirine emretmiş, o da H. 517 yılında, şer'i hükümlere uygun olup, yönetimi ve sorumluluğu dindar bir adamın kontrolünde olması şartıyla bu işe yeniden başlatmıştı. Bu kütüphanede yer alan kitapların sayısının 100.000'den az olduğunu sanmıyoruz. Mısır bölgesinin idaresi Selahaddin Eyyübi'nin eline geçtiğinde bu kütüphaneyi yıktırmış ve onun yerine Şafiler için yeni bir medrese kurdurmuştur.


Şam Kütüphaneleri


Emevi idarecileri bilimsel çalışmalara Abbasiler derecesinde özen gösterip önem vermediklerinden, yönetimde kaldıkları sürece, idare merkezleri olan Şam bölgesinde herhangi bir bilim merkezi kurulmamıştır. Hilafet Abbasilerin eline geçtiğinde, bunlar da Şam yerine Bağdat'ı merkez edindikleri için tüm ilgi ve alakalarını bu şehir üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Ancak Fatımiler devrinde Şam bölgesi Trablus Şam'ında açılan bir kütüphane ile buraya bir canlılık kazandırılmaya çalışılmıştır. Haçlılar, 502 yılında bu şehri ele geçirdiklerinde kütüphaneyi de yağmalamışlardır. Gibbon burada 3.000 cilt kitap bulunduğunu ve haçlılar tarafından yakıldığını bildirmektedir. Musul hükümdarı Nurettin Zengi, Şam bölgesinin hakimiyetini ele geçirince medreselerle birlikte birçok kütüphane de açtırmıştır. Çağının en önemli ilim ve irfan yuvalarından olan bu kütüphanelere "Hazain-i Nuriyye" (nur hazineleri) adı veriliyordu. Eyyübi hükümdarı Selahaddin Eyyübi, Nureddin Zengi'nin başlattığı bu kültür faaliyetlerini hızlandırarak devam ettirmiştir.

İran bölgesinde kütüphanelerin vaziyetine gelince, lslam'dan önce deri ve benzeri maddeler üzerine Pehlevi dili ile yazılmış olup mağara, bodrum vb yerlerde saklı olan kütüphanelerden daha önce söz etmiştik. lslam uygarlığı Bağdat merkez olmak üzere her geçen gün dallanıp budaklanırken İranlılar da bu medeniyetin temel unsurları arasında yer almıştır. Daha önce de birkaç kez işaret ettiğimiz gibi, onların bu alanda yaptıkları çalışmalar ve verdikleri destek sayesinde Beytü'l-hikme ve diğer kütüphaneler kurulmuştur.

Diğer lslam beldelerinden önce Horasan bölgesinde de medreseler açıldığı için bu bölge de bir ilim ve edebiyat merkezi haline gelmişti. Söz konusu havalide açılan medreseler hakkında bir hayli malumat mevcut ise de kütüphanelerle ilgili çok sınırlı bilgiye sahibiz. Yakut el Hamevi "Horasan bölgesinin o dönemde en ünlü şehri olan Merv'den hicri 616'da ayrıldığında söz konusu şehirde halka açık olarak vakfedilmiş 10 adet kütüphane bulunduğunu" Mu'cemü'l-Büldan adındaki eserinde zikrettikten sonra, dünyanın hiçbir yerinde bu kadar seçilmiş ve çok sayıda kitabı olan kütüphane bulunmadığını, vakfedenlerin ayrıntılı bir biçimde biyografilerini, bunların birinde 12 bin cilt kitap bulunduğunu, bizzat bu kütüphaneden yararlandığını belirtmektedir.

Maveraünnehir bölgesinde de ünlü hekim ve filozof lbn Sina'nın yetişmesinde büyük rolü olan ünlü bir kütüphaneden söz edilmektedir. Bunu Buhara sultanı Nuh bin Mansur kurmuştur. Bizzat lbn Sina bu kütüphaneyi anlatırken, "Bu kütüphanede isimlerini daha önce görmediğim, başkalarının da, görmediğini tahmin ettiğim eserlere de rastladım," der. Tatarların Bağdat, Şam ve Cezire'deki kütüphanelerden yağmaladığı eserlerden oluşan bir kütüphaneyi bu sultan, Nasrettin Tusi için Merag şehrinde kurmuştur.

Medrese, hastane ve camilerin bünyesinde yer alan kütüphanelerin dışında halife ve sultanlar tarafından halka açık olmak üzere kurulan kütüphaneler konusunda topladığımız bilgiler bu kadardır. Medrese, hastane ve camiler bünyesinde yer alan kütüphanelerin sayısı da çoktu. Bunların bir kısmı genel kütüphaneler kadar çok sayıda kitaba sahipti. Bu kitaplar içeriklerine göre bölümlere ayrılıp, özel görevlilerin denetiminde okuyucuya sunulurdu. İlim adamlarının özel amaçla oluşturdukları kütüphanelerin sayısı da hayli kabarıktı. Örneğin Sahih bin Ubad'ın ancak 400 devenin taşıyabildiği zengin bir kütüphanesi vardı. Mısırlı hekim Efrayim bin el Zülfan vefat ettiğinde arkasında 20 bin ciltten oluşan bir kütüphane bırakmıştı. Muvaffakuddin bin el Matran vefat ettiğinde çoğalttığı eserlerin dışında kütüphanesinde 10 bin cilt kitap bulunuyordu. Bu şahsın kitap çoğaltma veya kopyalama ile meşgul üç elemanı vardı. Emin Ed-devle'nin yanında da 20 bin ciltten oluşan özel bir kütüphane bulunuyordu. Fetih bin Hakan, lbn Kıfti vb birçok alimin özel kütüphanelerini de yukarıdakilerle karşılaştırabilirsiniz.



CORCİ ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİREN Nejdet Gök

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak