26 Ocak 2024 Cuma

GAZNELİLER DEVLETİ-2

 


SULTAN MAHMUD


Mahmud'un Doğumu ve Gençliği


Sebüktegin'in büyük oğlu olan Mahmud 2 Kasım 971 tarihinde doğmuştur. Mahmud'un annesi Zabulietan bölgesinden asil bir adamın kızı idi. Bu sebebten ona Mahmud-ı Zihuli de derlerdi. Mahmud'un çocukluğu hakkında fazla bir bilgi yoktur. Buna rağmen küçük yaştan itibaren bir müslüman şehzadenin öğrenmesi gerekli dini tahsili yaptığı anlaşılıyor. O Kur'an'ı ezbere bilmekte idi. Ayrıca Şeriat ve İslami geleneklere de aşina idi. O daima padişahlara ait haberleri dinlemeyi severdi. Siyasi yönü de ihmal edilmemiş babası Sebüktegin'in Pendname'si ile yetişmişti.

Mahmud daha gençlik yıllarının başında devlet idaresinde görev almaya başlamıştı. Nitekim Sebüktegin Saffariler'den Halef b. Ahmed'den çekindiğinden Sistin bölgesini daha iyi kontrol edebilmek için Büst şehrine çekilmiş ve Gazne'ye genç yaştaki oğlu Mahmud'u vekil olarak bırakmıştı. Mahmud'un Gazne dışında ilk görev aldığı yer Zemindaver vilayeti idi. Bu bakımdan o, bu vilayeti daima sevmiş ve uğurlu saymıştır. Mahmud küçük yaşta babasının yanısıra katıldığı savaşlarda cesaret ve zekasıyla kendisini göstermişti. O savaş alanında bu özelliklerini Gur'a karşı yapılan bir cezalandırma seferinde ortaya koydu. Mahmud daha sonra (986) yılında babasının, Hinduşahi hanedanından Caypal'ın idaresindeki Hind ülkesine yaptığı sefere katılmış ve Lamgan civarında bu hükümdarla yapılan savaşın kazanılmasında, gösterdiği büyük yararlık ile, önemli rol oynamıştı. Bu sırada o tahminen onbeş yaşında idi. Mahmud ile babasının arası (990) yılında bazı dedikodular yüzünden açılmış, hatta onun Gazne kalesinde tutuklanmasına sebeb olmuştu. Ancak bu anlaşmazlık uzun sürmedi, Mahmud birkaç ay sonra hapisten çıkarıldı. Samani Emiri II. Nuh'un yardım istemesi üzerine Mahmud babasıyla beraber, Ebu Ali Simcuri ve Faik'e karşı savaştı. 994 yılındaki bu savaşta Mahmud büyük yararlıklar göstermiş ve zafer, babası ile onun tarafında kalmıştı. Bundan çok memnun kalan Emir II. Nuh, Mahmud'a ve babasına lakablar ve arazi bağışlamıştı. Bu muvaffakiyet Sebüktegin ve Mahmud'un nüfüzlarını artırmış ve ileride gerçekleşecek olan bağımsız Gazneliler Devleti'ne doğru ilk adımı teşkil etmiş idi.



Sultan Mahmud'un Samaniler ile Münasebeti


Sultan Mahmud kardeşi ile taht mücadelesi yaptığı sırada, Samaniler Horasan'ı işgal etmiş, II. Nuh'un ölümü üzerine de yerine oğlu Ebu'l Haris II. Mansur (997-999) geçmişti. Yeni Samani emiri'nin pek uzak görüşlü bir şahıs olmadığı anlaşılıyor. O Mahmud'un ayrılmış olduğu Horasan'a kendi kumandanlarından Begtüzün'ü sipehsalar tayin etti. Begtüzün de bu tayin sonucu Nişabur'a yerleşti. Halbuki o sırada Samani Devleti'nin yaşaması Mahmud'un yardımı ve desteğine bağlıydı.

Sultan Mahmud Gazneliler tahtına çıktıktan sonra Belh şehrine geldi, II. Mansur'a tahttaki değişikliği ve babası gibi tabi olduğu hükümdara hizmet edeceğini bildirmek ve bu sebebten eski ülkesi Horasan'daki haklarının tanınmasını sağlamak için bir adamını elçi olarak Buhara'ya gönderdi. Emir II. Mansur cevabında Mahmud'u tebrik ediyor, Belh, Tırmiz, Herat ve Büst vilayetlerinin Gazne'ye bağlı bulunduğuna dair ferman gönderiyor, ancak Begtüzün'ün idaresine verilmiş bulunan Horasan'ın iadesinin mümkün olmadığını bildiriyordu. Mahmud da elçisiyle gönderdiği cevabda, "Gerek babamın, gerek benim tahtınıza olan hizmetimizin hukuku sabittir. Düşmanların kötülük ve hilesiyle o hukuk kayba uğratılmamalıdır. Ötedenberi Horasan işlerini güzel bir şekilde görmüş ve Horasan sipehsalarlığını hakkıyla yapmış olduğuma güveniniz ortadan kalkmamalıdır." demişti. Ayrıca II. Mansur, Buhara'ya gelen Mahmud'un elçisini kendisine vezir yapmak üzere kandırmış, bu bardağı taşıran son damla olmuştu. Mahmud Horasan'ı barış yoluyla alamayacağını anlayınca kuvvet kullanmaya karar vererek Nişabur'a yürüdü. Begtüzün, Sultan'a karşı koyamayacağını anlayınca Nesi ve Baverd'e çekilerek Buhara'dan yardım istedi. Emir II. Mansur ve Semerkand valisi Faik ona yardıma geldiler ve Serahs civarında ordugah kurdular. Mahmud onların yardıma geldiğini haber alınca II. Mansur ile savaşmadan geri çekildi. Belki de o Samaniler'e son darbeyi vurmak istemiyordu. Ayrıca onun maksadı bu sırada Maveraünnehir'e el atmaya çalışan Karahanlılara fırsat vermemek idi. Bu sebebten Mahmud geri çekilerek durumun gelişmesini bekledi. Begtüzün ise Nişabur'u işgal ettikten sonra öteki kuvvetlerle birleşmek üzere Serahs'a yürüdü. O ve Faik, Emir Il. Mansur'un kendilerinden ziyade Mahmud'a yönelmesinden ve kendilerini ona teslim etmesinden korktular. Bu düşünce sonucu Emir Il. Mansur'u yakalayıp gözlerine mil çektiler (25 Şubat 999). Onun yerine henüz çok küçük yaşta bulunan Il. Abdülmelik b. Nuh'u tahta geçirdiler. Bu durumda Samani Devleti içinde iktidara perde arkasında Türk kumandanlar Faik ve Begtüzün sahib olmuştu.

Artık Mehmud'u savaştan alıkoyacak birşey kalmamıştı. O Faik ve Begtüzün'e karşı, kör edilen emirin intikamcısı olarak, harekete geçti. Faik ve Begtüzün onun yaklaşması üzerine Merv şehrine kaçtılar. Mahmud da onları takip etti ve Merv önünde karargahını kurdu. Burada iki taraf arasında başlayan barış görüşmeleri sonunda eski şartlar üzerine bir anlaşma yapıldı. Mahmud bu anlaşmayla Begtüzün'ün Horasan'da kalmasına razı oluyordu. Belh ve Herat şehirleri de Mahmud'a veriliyordu. Mahmud kan dökülmeden barış yapıldığı için sadaka olarak ikibin dinar para dağıttı. Onun böyle bir barış yapmasında, rakiblerinin Ebu'l-Kasım Simcuri'nin kuvvetleriyle birleşmesinin ve sayıca üstünlüklerinin etkili olduğu anlaşılıyor. Ancak bu anlaşma çok kısa bir süre içinde bozuldu. Mahmud ordusuna hareket emrini verdi, fakat rakiblerinin ordusunda bulunan Ziyariler hanedanından Dara b. Kabus kumandasındaki bir grup askerin bu anlaşmayı kabul etmeyerek Mahmud'un kardeşi Nasr idaresindeki Gazneli ardçı birliklere saldırması savaşın patlamasına sebeb oldu. Mahmud'un ordusunun sağ kanadında onbin atlı ve otuz fil ile kardeşi Nasr bulunmaktaydı. Sol kanatta ise onikibin suvari ve kırk fil vardı. Merkezde ise Sultan Mahmud onbin atlı ve yetmiş fil ile yer almıştı. Gazneli ordusu; Emir Abdülmelik, Begtüzün, Faik ve Ebu'l-Kasım Simcuri'nin birleşik kuvvetlerini 16 Mayıs 999 tarihindeki savaşta mağlup etti. Emir Abdülmelik savaş meydanında ikibin ölü ve ikibinbeşyüz esir bırakarak Buhara'ya çekildi. Begtüzün önce Nişabur'a sonra da Cürcan'a, Ebu'l-Kasım Simcuri ise Kuhistan'a kaçtılar. Sultan Mahmud Tus şehrini kumandanlarından Arslan Cazib'in idaresine bıraktı ve ona Begtüzün'ü takip etmesi için emir verdi. Begtüzün Horasan'da başarısız bir ayaklanmadan sonra bu eyalet hudutları dışına kaçtı. Ebu'l-Kasım Simcuri de Arslan Cazib karşısında tutunamayarak Tabes'e kaçmaya mecbur oldu.

Sultan Mahmud bu suretle Horasan'ı ele geçirdi. O burayı ele geçirmekle zengin ve parlak bir eyaletin sahibi olmuştu, kardeşi Nasr'ı oraya vali tayin etti. Mahmud daha sonra Bağdad'a bir elçi göndererek Abdülmelik'e karşı olan galibiyetini Abbasi Halifesi el-Kadir Billah (991-103l)'a bildirdi . Samaniler tarafından halife olarak tanınmamış bulunan el - Kadir, Mahmud'un elçisini memnuniyetle karşıladı . Halife ayrıca ona hil'at, tac ve bayrak ile birlikte, hakim olduğu ülkelerin fermanını gönderdi . Yine Mahmud 'a "Veli Emir el-Mü'minin" ile "Yemin el-Devle ve Enıln el-Mille" lakablarını verdi (Kasım 999).

Bu sırada Samaniler'in zayıf durumundan yararlanan Karahanlılar'dan Nasr b . Ali, Maveraünnehir bilginlerini kendi tarafına çektikten sonra, mukavemet görmeksizin Buhara'ya girdi (23 Ekim 999). Daha sonra Samani sülalesinin bütün mensuplarını Özkend'e gönderdi. Samani Devleti 'nin ortadan kalkmasıyla Mahmud tam manasıyla bağımsız bir hükümdar niteliğini kazanıyordu. O Halife'nin gönderdiği hil'atleri ve tacı büyük bir merasimle giydi. Bundan sonra da Gazneliler Devleti içinde Halife el-Kadir adına hutbe okundu. Sultan Halife tarafından gönderilen hükümdarlık alametlerini aldıktan sonra "İslam dinine yardım etmek, İslam'ın düşmanlarını söküp atmak amacıyla her yıl gaza için Hindistan'a gitmeyi kendisine farz kıldı."


Sistan Seferi


Saffari hanedanından Halef b. Ahmed, Buğracuk'un idaresi altındaki Puşenc (Buşenc)'i savunmasız bırakarak, İsmail ile mücadelesinde Mahmud'a yardıma gitmesinden yararlanmış ve oğlu Tahir'i göndererek bu vilayeti ve Kuhistan'ı işgal etmişti. Sultan Mahmud tahta çıktığı zaman Buğracuk'a bu şehri geri almak için yardımcı kuvvetler gönderdi . İki taraf arasındaki savaşta Tahir mağlup oldu ve kaçtı. Buğracuk ise zafer kazanmanın yanısıra fazla içkiden de sarhoş olmuştu, buna rağmen ısrarla düşmanı takibe devam etti. Tahir onun bu durumundan yararlanarak geriye dönmüş ve Buğracuk'u tuzağa düşürerek öldürmüştü (998) .

Sultan Mahmud, amcasının ölümüne sebep olmasından dolayı, Halef'i cezalandırmaya karar verdi ve bu maksadla Aralık 999 tarihinde büyük bir ordunun başında Sistan'a yürüdü. Halef, İspehhed kalesine çekilmiş, Mahmud da adı geçen kaleyi kuşatmıştı . Ancak Halef'in yüzbin dinar para ödemeyi ve hutbeyi Mahmud adına okutmayı kabul etmesi üzerine, Sultan barışa razı oldu ve anlaşma yaparak Gazne'ye döndü (1000).


HİND SEFERLERİ


Sultan Mahmud Karahanlılar ile bir anlaşma yapıp kuzey cephesini emniyete aldıktan sonra, tahta çıkarken yaptığı yemine ve söze de sadık kalarak, Hind seferlerine başlamaya karar verdi. O daha önce de babasıyla Hindistan'a gitmiş, bu ülkenin ne kadar zengin olduğunu görmüştü. Bu bakımdan Mahmud'un Hindistan seferlerinin sebeblerinden birinin bu ülkenin zenginliği olduğu ileri sürülüyor. Aslında en önemli sebeb ise, bu ülkede İslam dinini yaymaktı. Ayrıca boş ve hareketsiz duran büyük bir orduyu çıkarabileceği isyan ve kargaşadan uzak tutmak için çarelerden biri de gaza (din uğruna savaş) idi. Bu bakımdan kalabalık Gazneliler ordusunu hareket halinde tutmak ve gaza yapmak da Hind seferlerinin nedenlerinden birisidir. Halk ve gönüllüler de ganimet getirdiği için bu seferleri desteklemekteydi.


Birinci Hind Seferi


Sultan Mahmud takriben Eylül 1000 tarihinde ilk Hind seferine çıktı. O Kabil'in doğusunda Lamgan bölgesinde Hindliler'in elinde bulunan birkaç kaleyi zabt ettikten sonra Gazne'ye döndü. Mahmud'un bu ilk seferinin fazla önemli olmadığı anlaşılıyor.


İkinci Hind Seferi


Mahmud'un ikinci seferi Vayhand (Vayhind) Racası Caypal'a karşı olmuştur. O hazırlıklarını tamamladıktan sonra Eylül 1001 tarihinde beraberinde onbeşbin atlı olduğu halde Gazne'den harekete geçti ve Peşaver yakınında ordugah kurdu. Bütün Pencab bölgesini ele geçirmiş olan Caypal ise onikibin atlı, otuzbin yaya ve fillerden oluşan ordusuyla Mahmud'un üzerine yürüdü. İki tarafın kuvvetleri 27 Kasım 1001 tarihinde Mahmud'un ordugahı civarında karşılaştılar. Gazneli ordusunun süvari hücumlarını önleyemeyen Hindliler bu savaşta mağlup oldular ve savaş meydanında çok sayıda ölü bırakarak kaçtılar. Fakat Caypal onbeş kadar oğlu, torunu ve büyük kumandanlarıyla esir düştü. Sultan Mahmud'un eline bu savaştan sonra muazzam ganimet geçmişti. Ele geçen onbeş kıymetli taşlarla bezenmiş gerdanlıktan sadece birinin değeri seksenbin dinardı. Caypal elli fil ve ikiyüzellibin dinar fidye karşılığında serbest bırakıldı. Onun bir oğlu ve torunu şartlar yerine getirilinceye kadar rehin tutuldular. Sultan Mahmud, Caypal'ı ezik ve alçalmış bir durumda görsünler diye ülkesine göndermişti, böylece İslam'ın büyüklüğü o bölgelerde yükselmiş olacaktı. Bu zaferden sonra Hinduşahi hanedanının merkezi Vayhand (Und) şehrini zabteden ve geri kalan kış aylarını burada geçiren Sultan Mahmud büyük ganimet ve filler ile muzaffer bir şekilde Gazne'ye döndü. Ayrıca "Gazi" lakabını aldı (Nisan 1002). Caypal ise, o sıradaki Hind geleneklerine göre, müslümanlara esirliği dolayısıyla halkının gözünden düşmüş ve bu nedenle kendisini ateşe atarak intihar etmiştir. Yerine oğlu Anandpal geçti (m. 1002 yılı sonu).


Üçüncü Hind Seferi


Sultan Mahmud, Sistan'da Halef ve ayrıca Samani Devleti'ni yeniden canlandırmaya çalışan bu hanedana mensup şehzade İsmail el-Muntasır'ın işleriyle uğraşıp, çözümledikten sonra üçüncü Hind seferine çıkmıştı (m. Ekim 1004). Mahmud'un bu seferi müslümanlar tarafından Bhatiya denilen (Bhatinda, Multan'ın doğusunda bugünkü Uch) bölgenin Racası Beci Ray (Bacra)'a karşı olmuştu. Sultan ikinci Hind seferi sırasında, daha önce Sebüktegin ile dostane münasebetlerde bulunmuş olan, Beci Ray'ın kendisine yardım edeceğini ummuştu. Mahmud bu düşüncesinde hüsrana uğrayınca onu cezalandırmak için Gazne'den ayrıldı. O barış yapmış olduğu Pencab Racası Anandpal'ın ülkesinden geçmek için Belucistun yolunu takip etti. İndus (Sind) ırmağını Multan bölgesinden geçti ve Bhatiya önüne geldi. Beci Ray, Sultan Mahmud'un ordusuna karşı üç gün şiddetle mukavemet etti, hatta dördüncü gün savaş onun lehine sonuçlanacak gibi gözüktü. Ancak Sultan Mahmud'un Gazne ordusunu, bizzat savaşa katılmasıyla, gayrete getirmesi sonucu Hind ordusunun safları çöktü. Raca etrafı geniş ve derin bir hendekle çevrili kaleye kapandı. Sultan Mahmud kaleyi kuşattı ve çevresindeki hendeğin doldurulmasını emretti. Raca kuşatmaya dayanamıyacağı korkusuyla bir ormana kaçtıysa da saklandığı yer bulundu. Bu durumda çaresiz kalan Raca esir düşmektense intihar etti. Onun ölümü kaledekilerin maneviyatını etkileyerek teslim olmalarına yol açtı. Mahmud'un eline bol miktarda ganimetin yanısıra yüzyirmi fil (başka bir rivayete göre ikiyüzseksen fil) geçti. O bir süre daha orada kalarak Bhatiya Racalığı'nın öteki bölgelerini de itaat altına aldı. Bu bölgede mescidler ve minberler yaptırdı. Ayrıca Sultan oraya dinin farzlarını ve İslam'ın esaslarını öğretmek, helal ve haramı açıklamak için hocalar tayin etti. Mahmud daha sonra Gazne'ye dönüş için yürüyüşe geçti. Ancak o Bhatiya'da çok kalmıştı, bu sebebten dönüş yolculuğunda erken başlayan şiddetli yağmurlar yüzünden zorluklarla karşılaştı. Yağmurlardan Pencab nehirleri taşmış, Gazneli askerlerden bazıları ile ordunun ağırlıklarının bir kısmı İndus nehrinin taşan suları arasında kaybolmuştu. Multan hakimi Ebu'l-Futuh Davud'un, ülkesinden geçerken dostça davranmaması Mahmud'un bu dönüşünü güçleştiren sebebler arasında idi. Sultan tahminen Mayıs 1005'de büyük bir zorlukla Gazne'ye dönebildi.



Dördüncü Hind Seferi


Mahmud'un Hindistan'daki askeri seferlerinin bir gayesi, putperestler ile mücadele etmek ve İslamiyeti yaymak şeklinde olduğu gibi, aynı zamanda sünniliği koruma fikri de bu gaye içinde yer alıyordu. Multan o sıralarda Karmati mezhebinde olan Ebu'l-Futuh Davud'un idaresinde idi. Bu şahsın batıni düşünceleri yaymaya gayret etmesi Mahmud'un oraya bir sefer yapmasına sebeb oldu. Multan hakimi Ebu'l-Futuh Davud'a karşı yapılan bu seferin sebeblerden birisi de tabii ki, bu emirin Sultan Mahmud Bhatiya bölgesinden dönerken Gazneli ordusuna karşı kötü davranışı idi. Sultan Gazne'den Mart · Nisan 1006 tarihinde hareket etti. Sular çok taşkın olduğundan İndus nehrini aşağıdan geçmenin tehlikeli olacağı düşüncesiyle Peşaver'den geçerek Multan'a gitmek istedi. Mahmud hu maksadla da Pencab Racası AnandpaI'ın topraklarından geçiş izni istedi. AnandpaI bunu kabul etmediği gibi Sultan'ın nehirden geçmesini önlemek için Peşaver'e doğru ilerledi. Mahmud bu durum karşısında önce onun üzerine yürümeye mecbur oldu. Anandpal Sultan Mahmud ile yaptığı savaşta yenildi ve Keşmir'e kaçarak canını kurtardı. Sultan ise geçtiği yerleri yağmalayarak Multan üzerine yürüdü. Ebu'l-Futuh şehri terkederek İndus nehri üzerindeki bir adaya kaçtı, fakat şehirdeki birlik kendilerini savunmaya karar vermişti. Bir haftalık bir kuşatmadan sonra Sultan Multan'ı zabt etti ve buradaki Karmatileri cezalandırdı. Ayrıca onlarla her yıl yirmimilyon dirhem (veya bir diğer rivayete göre, yirmibin dirhem} almak şartıyla bir anlaşma yaptı. Sultan Mahmud, Caypal'ın esirliği sırasında müslüman olmuş hultwan ve Nevasa-şuh adıyla meşhur torunu Suhpal'i Multan ve cıvarının valiliğine getirdi, sonra da süratle Gazne'ye döndü. Çünkü Horasan'da yeni bir tehlike görünmüş ve Karahanlı Nasr b. Ali, Sultan Mahmud'un Hindistan'da bulunmasından yararlanarak adı geçen bölgeye girmişti.


Beşinci Hind Seferi


Bu kez Sultan'ın kuzeyde Karahanlılar ile olan mücadelesinden istifade eden Multan valisi Suhpal olmuştu. O, Mahmud'a itaati red etmiş ve tekrar Hindu dinine dönmüştü. Sultan Mahmud bu haberi Ocak 1008 tarihinde aldığı zaman, ana siyasetine karşı ve devletinin geleceğini tehlikeye düşürecek nitelikte gördüğü İslam dinini bırakarak başka bir dini kabul etme (irtidad) olayında ihmal gösteremezdi. O kış mevsiminin şiddetine rağmen derhal Multan'a yürüdü. Mahmud bu şehir önünde gözüktüğü zaman, Suhpal mukavemet etmeye çalıştı ise de yenilmekten kurtulamadı ve akrabası olan Anandpal'ın yanına sığınmaya çalıştı. Fakat Suhpal yakalanarak Sultan'ın huzuruna getirildi. Mahmud dörtyüzhin dirhem para karşılığında onun canını bağışladı ise de, serbest bırakmayarak tutukladı. Bu sırada Karmatiler de tekrar cezalandırıldı. Sultan, Multan havalisinin idaresini kumandanlarından Tegin Hazin'e bıraktıktan sonra Gazne'ye döndü.


Altıncı Hind Seferi


Sultan Mahmud'un bu seferi Caypal'ın oğlu Anandpal'a karşı olmuştur. Anandpal, Sultan'ın Karahanlılar ile savaşı sırasında sadakat göstermiş ve hatta ona yardım dahi teklif etmiştir. Fakat Pencab bölgesinin gittikçe artan İslam baskısı altında bulunması, onu Kuzey-batı Hindistan'daki diğer racalardan yardım istemeye sevk etti. Ucceyn, Kalincar, Gvaliyor, Acmer, Kanavc (Kanuc), Delhi'deki racalar yaklaşan İslam tehlikesini hissederek onunla anlaştılar ve ordu gönderdiler. Bu büyük Hind ordusu Anandpal'ın oğlu Brahmanpal'ın idaresinde idi.

Sultan Mahmud Hindlilcr'in bu hareketini kış ortasında haber aldı, hava şartlarının kötülüğüne rağmen 31 Aralık 1008 tarihinde Gazne'den ayrıldı. O İndus nehrini geçtikten sonra Hintliler ile Vayhand (Und) şehrinin karşısındaki ovada karşılaştı. Hind ordusunda özellikle Keşmir dağlarının aşağı kısımlarından olan Hokar (Kaykar) kabilesinden otuzbin kişi savaşcılığıyla dikkati çekmekteydi. Nitekim savaş sırasında bunlar Gazneli ordusunu güç bir duruma düşürdüler. Ancak cesareti nispetinde ihtiyatlı bir kumandan olan Mahmud aldığı gerekli tedbirlerden sonra muhafız kıtasına yaptırdığı bir çevirme hareketi sonucu savaşı kazandı. Gazneliler'in eline değerli ganimetin yanısıra otuz da fil geçmişti. Bu savaşta Kuzey Hindistan'ın başlıca racalarının kuvvetlerinin toptan ezilmesi ve onların bir daha toparlanamamaları Pencab yolunun Müslüman-Türk orduları bakımından güvenini sağlamış ve Sultan Mahmud'un bundan sonra her yerde Hinduları ciddi bir mukavemet görmeden itaat altına almasını temin etmiştir.

Sultan Mahmud savaş alanından kaçanları, içinde meşhur bir tapınağın bulunduğu sarp Nagarkot (Bhim Nagar) kalesine kadar takip etti. Gazneli ordusu üç günlük bir kuşatmadan sonra bu kaleyi de aldı (1009). Buradan ele geçen ganimet son derecede fazla idi. Bunlar arasında yetmişmilyon dirhem para (veya yediyüzbin dinar), yetmişbin men ağırlığında altın ve gümüş külçeler, mücevherat, kumaşlar ve çok süslü bir taht bulunmakta idi. Sultan Mahmud bu kaleyi kendi adamlarının idaresine bıraktıktan sonra Gazne'ye döndü. Başkent Gazne'de ele geçirilen bu hazineler halka gösterildi (m. Ağustos 1009). Bu ganimetleri seyredenler arasında o sırada Gazne'de bulunan Karahanlı elçileri de vardı. Bu seferde sağlanılmış olan başarılar gerek İslam, gerekse Hind dünyasında Sultan Mahmud'un ününü olağan üstü yükseltmişti.


Yedinci Hind Seferi


Sultan Mahmud Nagarkot'dan dönüşünden kısa bir müddet sonra Ekim 1009 tarihinde büyük bir ticaret merkezi olan Narayan (Narayanpfu)'a karşı yürüdü. Buranın Racası mukavemete teşebbüs etti ise de, bunda başarılı olamadı. Gazneliler ordusu şehri ele geçirerek yağmaladı. Sultan Mahmud ise daha sonra Gazne'ye döndü. Narayan Racası Gazneliler ordusuna karşı koyamayacağını anlamış, bir müddet sonra Sultan Mahmud'a elçiler göndererek barış istemişti. Raca bu barış karşılığı; yıllık vergi, elli fil ve her yıl ikibin Hintli askeri hizmete göndermeyi teklif ediyordu. Sultan Mahmud'un da bu teklife evet demesiyle iki taraf anlaştılar. Bu barış Horasan ile Hindistan arasındaki yolların tüccarlar için açılmasına ve ticaretin hız kazanmasına sebeb olmuştu.


Sekizinci Hind Seferi


Sultan Mahmud 1006 yılındaki dördüncü Hind seferinde Multan eyaletinin uzak bölgelerini, Karahanlılar'ın Horasan'a hücum etmeleri sebebiyle, tam olarak itaat altına alamamıştı. O bu yarım kalan fetih hareketini tamamlamak için Ekim 1010 tarihinde sekizinci Hind seferine çıktı Sultan Multan seferinde hiçbir zorlukla karşılaşmayarak bu bölgeyi bütünüyle itaat altına aldı. Buradaki Karmatiler'e ağır bir darbe indirildi, onlardan birçoğu öldürüldü veya tutuklandı. Sultan Mahmud, muhtemelen orada karışıklıklar çıkaran ve bu yüzden hareketlerini daima şüphe ile izlemekte olduğu Ebu'l· Futuh Davud'u yakaladı ve beraberinde Gazne'ye getirdi. Davud daha sonra Gurek kalesine hapsedildi ve orada öldü.


Dokuzuncu Hind Seferi


Sultan Mahmud, Nandana (Naradin, bugünkü Salt Range bölgesinde) 'ya karşı dokuzuncu Hind seferini yaptı. Buranın racası Triloçanpal idi. Fakat esas idareye hakim olan onun oğlu Nidar (Korkusuz) Bhimpal faal bir siyaset ile Sultan Mahmud'a tabi olmayı reddetmişti. Sultan Kasım 1013 tarihinde, Gazne'den bu baba  oğula karşı harekete geçti. Ancak o şiddetli kış yüzünden geri dönmek zorunda kaldı. Mahmud ertesi ilkbaharda (Mart 1014) iyi hazırlanmış bir orduyla tekrar Nandana'ya yürüdü.

Triloçanpal, Sultan Mahmud'un harekete geçtiğini haber aldığı zaman Nandana kalesinin idaresini oğlu Uhimpal'a bırakarak yardım istemek üzere Keşmir Racası'nın yanına gitti. Uhimpal ise Gazneliler ordusuna karşı yüksek ve aşılması zor iki dağ arasındaki bir boğazda mevzilendi. Ayrıca boğazın girişini fillerle kapattı. Sultan bu yere karşı, öncelikle bu şartlara uygun savaşı iyi bilen, Deylemli ve Afganlı dağlıları kullandı. Birkaç gün savaştan sonra Sultan Mahmud, Hindlileri boğazdan dışarıya ovaya çekmeye muvaffak oldu. Uhimpal'ın fillerle desteklenen hücumları Gazneli ordusu karşısında başarısız kaldı. Gazneli ordusu bu fillerin gözlerini ve hortumlarını öldürücü ok yağmuruna tuttular ve onları geri dönmeye zorladılar. Daha sonra Sultan, Uhimpal üzerine şiddetli bir hücum emrini verdi. Bu hücum sonunda bozulan Hind ordusu Nandana kalesi'ne çekildi. Gazneli ordusu bu kaleyi kuşattı, kalenin duvarları altında kazılan lağımlar ve özellikle keskin Türkmen nişancılarının okları karşısında kaledekiler direnmenin faydasızlığını anlayarak kayıtsız şartsız teslim oldular. Sultan Mahmud kaleye girdi ve sayısız ganimet ile birçok fil ele geçirdi.

Sultan daha sonra Triloçanpal'ın çekildiği Keşmir'e doğru ilerledi. Bu sırada Triloçanpal Chelum'un kuzeyindeki vadide ordugah kurmuştu. Keşmir kuvvetleri kumandanı Tunga'nın Gazneli keşif kuvvetlerine karşı kazandığı kolay galibiyetten dolayı sevinci pek kısa sürmüştü. Ertesi gün bizzat Sultan Mahmud'un yönettiği Gazneli ordusu önünden Tunga canını kurtarabilmek için kaçmaktan başka çare bulamamıştı. Triloçanpal ise dağılan kuvvetlerini toplamış ve hiç olmazsa servetini koruyabilmek için bir kere daha talihini denemişse de, Sultan'a yenilmekten kurtulamamıştır. Mahmud'un bu zaferinin Hindistan'daki yankıları büyük oldu ve en uzak yerlere kadar yayıldı. Bu ülkelerin sakinlerinden bir kısmı İslam dinini kabul ettiler. Sultan onlara İslam dininin esaslarını öğretmeleri için hocalar tayin etmiş ve camiler yapılması için de emir vermiştir. Mahmud, kumandanlarından Sarıg'ı Nandana'ya muhafız bırakarak Temmuz · Ağustos 1014 tarihinde Gazne'ye döndü. O Gazne'ye döndüğü zaman Abbasi halifesi el-Kadir tarafından kendisine "Nizameddin" lakabı verildi.


Onuncu Hind Seferi


Sultan Mahmud Hindistan'daki en önemli seferlerinden birisini Delhi'nin 150 km. kadar kuzeyinde bulunan Thanesar şehrine yapmıştır. Hindlilerce mukaddes tanınan hu şehirde birçok tapınak ve putlar vardı. Bu putlar arasında en meşhuru Çakrasvami adında büyük bir put idi. Ayrıca Thanesar Racası da müslümanlara karşı direnmekteydi. Sultan Mahmud hem o putu kırarak Hinduların maneviyatını sarsmak, hem de bu şehirde bulunan hazine ve filleri ele geçirmek için Ekim · Kasım 1014'de Thanesar üzerine yürüdü. Anandpal'ın oğlu Triloçanpal mukaddes putu korumak maksadıyla Sultan'a bu seferden vazgeçmesi için elli fil teklif etti. Ancak hu teklif Mahmud tarafından reddedildi. Öte taraftan Dera hakimi Raca Ram da büyük bir orduyla ilerleyerek, Sultan'ın Sutlec nehrinden geçmesine engel olmak istedi. Raca nehir boyunca ordusunun arkasını bir tepeye vermiş ve önünü bir sıra fil ile koruyarak sağlam bir yer tutmuştu. Ancak Raca Ram, nehir kenarındaki bu sağlam yerine rağmen Mahmud'un şiddetli hücumları karşısında mağlup oldu ve arkasında filler dahil bütün değerli eşyaların bırakarak kaçtı. Sultan bundan sonra Thanesar'a doğru ilerledi. Buranın Racası Sultan'ın yaklaşması üzerine şehri terk etmişti. Sultan herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan Thanesar şehrine girdi, ordusuna yağma için izin verdi. Thanesar'daki putlar kırıldı, ancak en meşhuru olan Çakrasvami Gazne'ye götürülerek halka gösterildi. Sultan Mahmud Gazne'ye Mart 1015 tarihinde döndü.


Onbirinci Hind Seferi


Sultan Mahmud, 1015 tarihinde Gul dağlarına yaptığı bir seferden sonra, aynı yıl sonlarında yine Hindistan'a gitti. O Nandana seferinde Triloçanpal'a yardım etmiş bulunan Keşmir Racası'nı cezalandırmak istiyordu. Mahmud Keşmir yolu üzerinde önce zaptedilmez olarak meşhur Lokhot (bugünkü Loharin) kalesini kuşattı. Ancak Gazneli ordusu şiddetli kış yüzünden bir ay sonra kuşatmayı kaldırmak ve çekilmek zorunda kaldı. Dönüş yolculuğu Sultan için çok yorucu ve zahmetli oldu, ayrıca ordusu da kötü hava şartları nedeniyle ağır kayba uğradı. Mahmud kışın geri kalan kısmını Pencab'da geçirdikten sonra Mart 1016 tarihinde Gazne'ye döndü.


Onikinci Hind Seferi


Sultan Mahmud Harezm işini çözümledikten sonra Karahanlılar'ın da birbirleriyle mücadele etmelerinden yararlanarak yeniden Hindistan üzerine yürüdü. Onun bu seferi zengin ve bayındır bir ülke olan Kanavc'a karşı idi. Sultan bu sefer için 27 Eylül 1018 tarihinde Gazne'den ayrıldı. O Büst'de bulunduğu sırada Türkistan'dan gelen yirmibin kişilik bir gönüllü grubunun katılmasıyla ordusu daha da kalabalıklaştı. Hind dünyası Sultan Mahmud'dan o kadar yılmıştı ki, onun şöhreti kendisinden önce gitmekte ve birçok yerde fetihlerin daha kolay olmasını sağlamaktaydı. Nitekim bu seferinde de ona karşı önemli bir direnme olmamış ve başarılar birbirini takip etmiştir. Keşmir'de Kilincar Racası Mahmud'un hizmetine girmiş ve ona kılavuzluk yapmıştır. Sultan Mahmud Cumne nehrini geçtikten sonra, Agra'nın 170 km. kadar doğusunda bulunan Sirsava kalesini kuşattı. Buranın Racası kaçmayı, şehri savunan birlik ise teslim olmayı tercih etmişti. Burada Gazneli ordusunun eline geçen ganimet otuz fil ile birmilyon dirhem paradan oluşmaktaydı. Sultan Mahmud daha sonra Baran (veya bugünkü Bulendşehr)'a yürüdü. Baran Racası Hardat itaatini bildirdi ve onunla beraber onbin taraftarı İslam dinini kabul ettiler. Cumne nehri kenarındaki Mahaban kalesi Racası Kulçend (Kul Çandra) ise, Gazneli ordusu karşısında çok sık bir ormanda mevkii almıştı. Sultan Mahmud'un öncü kuvvetleri onu mağlup ederek kaçmaya zorladılar. Hind askerlerinden bir kısmı bu kaçış sırasında nehirde boğuldu. Kulçend, esir olmaktansa ölümü seçti, önce karısını öldürdü, sonra da intihar etti. Sultan Mahmud böylece Cumne ile Ganj nehirleri arasındaki memleketleri zabt ettikten sonra, Delhi ile Agra yolunun ortasında bir yerde bulunan Mathura (Muttra) şehri üzerine yürüdü. Burası mukaddes Hind şehirlerinden idi. Delhi Racası Biciyapal'a ait olan bu şehir iyi tahkim edilmiş ve etrafı taş surlarla çevrilmişti. Sultan'ın yaklaşması üzerine Mathura'daki garnizon direnmeden teslim oldu. Şehirdeki tapınaklar, içlerindeki değerli eşyalar alındıktan sonra yakıldı. Ele geçen ganimetlerin içinde beş tane altından ve mücevherler ile süslü put vardı. Sultan Mahmud, ordusunun büyük kısmını Mathura'da bırakarak, asıl hedefi olan Kanavc şehrine yürüdü ve 20 Aralık 1018'de oraya ulaştı. Onun Kanavc'a yaklaştığını duyan Rica Racyapal Ganj nehrini geçerek Bari'ye kaçmıştı. Sultan bir günde Kanavc kalesini aldı. Buradaki hazinelere de el koyuldu.

Sultan Mahmud Kanavc'ı zabt ettikten sonra dönüş için yürüyüşe geçti. Bu dönüş sırasında Gazneli ordusu etrafındaki bazı kaleleri de ele geçirdi. Öte taraftan Şarva Racası Candar Ray mukavemet için hazırlıklara başladı. Fakat Sultan'ın yaklaşması üzerine damadı Bhimpil'in tavsiyesiyle direnmekten vazgeçerek dağlara doğru kaçtı. Sultan onu takip etti ve 6 Ocak 1019 tarihinde yetişti. İki taraf arasında yapılan savaşta Candar Ray cesaretle döğüştü ise de galip gelen yine Sultan Mahmud olmuştu. Candar Ray'ın ordugahı yağmalandı ve Gazne ordusu filler de dahil olmak üzere büyük ganimet ele geçirdi. Sultan Mahmud bu seferden rivayete göre tahminen üçmilyon dirhem para, ellibeşbin esir ve üçyüzelli fil ganimet ile Gazne'ye geri döndü. Bu başarı, onun şöhretini İslam ve Hind dünyasında bir kat daha artırmıştı. Gazne'nin ünlü Ulu Cami Kanavc'dan alınan ganimetler ile yapılmıştır.


Onüçüncü Hind Seferi


Sultan Mahmud Kanavc seferinden döndükten sonra Kalincar Racası Ganda, Kanavc'ı müslümanlara bırakıp kaçtığından dolayı Racyapal'ı ayıplamıştı. Ganda bununla da yetinmemiş, komşu racalar ile birleşerek Racyapal'ı mağlup etmişti. Racyapal savaş meydanında öldü ve yerine oğlu geçti. Bu başarıyla şöhreti artan Ganda, Anandpal'ın oğlu Triloçanpal'a eski ülkesi Pencab'ı geri almak için yardım etmeye söz verdi.

Sultan Mahmud bu olayları haber aldığı zaman, 1019 yılı sonbaharında zorunlu bir yürüyüş ile Hindistan'a girdi. Onun bu onüçüncü Hind seferinde gayesi Ganda ve müttefiklerini itaat altına almaktı. Sultan'ın harekete geçtiğini duyan Triloçanpal güneye doğru yürüyerek Ganda ile birleşmek istedi. Mahmud önce Triloçanpal'ın Ganda kuvvetleriyle birleşmesini önlemeye çalıştı ve bunda da başarılı oldu. Sultan, onu Ramganga (veya Ruhut) ırmağı kıyısında yakaladı. Ancak Triloçanpal'ın gayesi, gündüz Türk ordusunun suyu geçmesini önlemek ve gece de karanlıktan yararlanarak çekilmekti. Bu durumu anlayan Mahmud Saray gulamlarına: Tulumlar üzerinde suyu kim geçer diye sordu. Derhal sekiz gulam ayrıldı, bunlar tulumları şişirdiler, arkalarına bağlayarak kendilerini suya attılar. Triloçanpal kulların suya atıldıklarını görünce onların işini bitirmek için zırhlı beş fil ile birtakım insanları gönderdi. Gulamlar gelen insanları da yere serdi. Böylece sekiz kişinin tulum ile ırmağı geçmesi, karşılarına gelen filleri, insanları okla öldürmeleri mucize kabilindedir. Gulamların halini görünce Sultan'ın ağzından şu söz çıktı: Her kim yüzüp geçebilirse geçsin, bütün ömründe rahat etmek isteyen bu sıkıntıya katlansın. Sultan'ın bu güzel ve tatlı sözünü işitenler hep birden nehri geçmeye başladılar. Kimisi tulum ile, kimisi atının yelesine yapışarak geçti. Geçenler ırmağın öbür kıyısına atladılar "Allahü Ekber" sesini göklere çıkardılar, düşmana daldılar, düşman bozuldu, bir kısmı kılıçtan geçti, bir kısmı tutsak oldu. " Bu savaş sonucu Gazneli kuvvetlerinin eline bol ganimet ve ikiyüz kadar fil geçmişti. Triloçanpal ise savaşta yaralanmış ve kaçmaya çalışırken adamlar tarafından öldürülmüştü (Ekim 1019).

Sultan daha sonra Kanavc ve Bari racası olan Triloçanpal üzerine yürüdü. Bu Raca ve Bari şehri halkı kurtuluşu kaçmakta buldular. Sultan boş bırakılan bu şehrin yerle bir edilmesini emretti. Öte taraftan müttefiklerin reisi Kalincar Racası Ganda rivayete göre; yüzkırkbeşbin yaya, otuzbeş bin atlı ve altıyüzkırk filden oluşan ordusuyla Sultan Mahmud'un kuvvetlerine doğru ilerledi. İki taraf karşılaştığı zaman, Sultan Mahmud önce ordusunu teftiş etmiş ve yeniden düzenledikten sonra da Ganda'ya İslam dinini kabul etmesi için bir elçi göndermişti. Ancak iki ordu tam manasıyla savaşa girmeden önce, gece yapılan bir öncü çatışmasını Gazneli öncülerin kazanması Ganda'nın ürkmesine ve gece karanlığında kaçmasına sebeb oldu. Sultan Mahmud bu durumu bilmediği için ertesi sabah Ganda'ya tekrar bir elçi gönderdi. Bu elçi düşman ordusunun çekilmiş ve ordugahın boş olduğunu görünce durumu Sultan'a bildirdi. Mahmud bunun bir tuzak olmadığını tespit ettirdikten sonra askerlerine düşman ordugahını yağmalamaları için izin verdi, sonra da kaçan düşmanı takip ettirdi. Gazneli ordusu kaçanlardan pek çok kişiyi öldürdü veya esir aldı. Ganda'nın beşyüzseksen fili Gazneliler'in eline geçti. Fakat Ganda kaçmayı başarmıştı. Sultan Mahmud daha sonra Gazne'ye döndü.



Ondördüncü Hind Seferi


Sultan Mahmud ondördüncü Hind seferini daha önce ele geçiremediği Keşmir üzerine yaptı. O Gazne'den Eylül · Ekim 1021 tarihinde ayrıldı. Fakat bundan önceki Keşmir seferinde olduğu gibi Lohkot kalesinin zabtı bu kez de mümkün olmadı. Sultan Mahmud bir aylık bir kuşatmadan sonra kışın şiddetle bastırması sebebiyle bu kaleden kuşatmayı kaldırmak ve çekilmek zorunda kalmıştır. Bu suretle Mahmud'un Keşmir'i zabt etmek fikri başarısızlık ile sona ermiş oluyordu. Sultan kış aylarını Pencab'da geçirerek, bahar başlangıcında Gazne'ye döndü (Mart · Nisan 1022).


Onheşinci Hind Seferi


Onüçüncü Hind seferi sırasında Kalincar Racası Ganda mağlup edilmiş ise de, kesin olarak itaat altına alınamamıştı. Bu sebebten Sultan Mahmud m. 1022 yılında Ganda'ya karşı harekete geçti ve önce ona bağlı olan Gvalior racası Arcan'ın üzerine yürüdü. Gvalior (Gwalior) kayalar üzerine inşa edilmiş, zaptedilmesi güç bir kale idi. Mahmud burayı kuşatmış, fakat Gazneli ordusunun kaleye ilk hücumu hiçbir sonuç vermemişti. Kuşatmanın dördüncü günü direnmenin faydasızlığını anlayan Gvalior Racası, Sultan'a tabi olmak ve otuzbeş fil vermek şartıyla barış teklifinde bulundu. Sultan onun bu teklifini kabuI etti. Böylece iki taraf anlaşmış ve Arcan da Mahmud'a tabi olmuştu.

Sultan, Gvalior'dan sonra Kalincar üzerine yürüdü. Bu şehir de çok sarp kayalar üzerine inşa edilmişti. Rivayete göre; içinde beşyüzbin insan, yirmibin hayvan ve beşyüz fil barınabilmekteydi. Sultan Mahmud bu kaleyi kuşattı ve diğer yerlerle olan bağlantılarını kesti. Gazneli ordusunun şiddetli hücumlarından korkan ve karşı koyamayacağını anlayan Ganda barış teklif etmeye karar verdi. O böylece üç yıl önce hain diyerek savaştığı ve öldürttüğü Kanavc racası Racyapal'ın durumuna düşmüş oluyordu. Neticede yıllık haraç, hediyeler ve üçyüz fil karşılığında barış istedi. Sultan bu şartları kabul ederek kuşatmayı kaldırdı. Takdim edilen hediyelerden biri de Kumru'ya benzer bir kuştu. Kuşun özelliklerinden biri de zehirli bir yemek getirildiğinde gözlerinden yaşlar boşanması ve akan yaşların taş haline gelmesiydi. Bu taşlar büyük yaralara sürülüp üzerine konulduğunda yaranın kaynaması ve iyileşmesini sağlıyordu Ganda ayrıca Mahmud'u öven bir şiir yazarak göndermişti. Sultan bu şiiri çok beğendi ve Ganda'ya onbeş kalenin idaresini kendisinde bırakan bir ferman verdi. Mahmud daha sonra m. Mart · Nisan 1023'de Gazne'ye döndü.


Onaltıncı Hind Seferi


Sultan Mahmud'un Hindistan'a yaptığı en önemli ve meşhur seferlerden birisi, onaltıncısı olan Somnat (Sumnat) seferidir. Somnat, Hindistan'ın batı sahilinde Kathiavar yarımadasında bir şehirdi. Bu şehirde kendisine tapılan Siva'ya ait meşhur ve kutsal bir putla, bir tapınak bulunmakta idi. Bu sebebten Hintliler Somnat şehrine saygı göstermekteydiler. Bu tapınağa onbin köy vakfedilmiş olup, ayrıca bin Brahman, üçyüzelli erkek ilahici ve beşyüz kadın dansçı hizmet etmekteydiler. Orayı ziyarete gelen binlerce insan en kıymetli mücevherlerini bu meşhur puta sunarlardı. Hindlilerin inanışına göre Somnat'daki put Hind ülkelerindeki öteki putların en kudretlisi idi. O ana kadar Sultan Mahmud'un feth ettiği yerdeki putların ve tapınakların karşılaştıkları kötü son, onların Somnat putuna karşı gösterdikleri saygısızlık yüzünden olmuştu.

Sultan Mahmud bunu işittiği zaman, kendisini oraya gitmeye çeken zengin ganimetten başka, bu sahte inançla beraber o meşhur putu da yıkmaya karar verdi. Bu sayede Hindliler arasında İslam dininin yayılması hareketi de çabuklaşmış olacaktı. Sultan Mahmud otuzbin atlı ve yüzlerce gönüllüden oluşan ordusuyla 18 Ekim 1025 tarihinde Gazne'den harekete geçti ve yirmibir gün sonra tahminen 9 Kasım'da Multan'a ulaştı. Burada ordusunun geçeceği Büyük Tar (Thar) çölü için hazırlıklarda bulundu. Gazneli askerlere yol hazırlığı yapmaları için ellibin dinar para dağıttı. Her askere yiyecek ve suyunu taşıması için ikişer deve verildi. Mahmud ayrıca yirmibin deveye bu korkunç çölden rahatlıkla geçebilmek için su yükledi. Bu sebeble Gazneli Mahmud'un bir sefer için ordusunun en büyük ihtiyacı olan ikmale ne kadar önem verdiği hususu da ortaya çıkmaktadır. Sultan Mahmud 26 Kasım'da Multan'dan ayrılarak meçhul ve korkunç çöle girdi. Tar Çölünde önemli ilk durak Lodorva kalesi idi, Gazneli ordusu bu kaleyi aldıktan sonra ilerlemeye devam etti. Bir aylık bir yürüyüşten sonra çöl geçildi. Aralık ayı'nın sonunda Gazneli ordusu Anhalvara şehrine ulaştı. Buranın hakimi şehirden kaçtı. Sultan burada su ve yiyecek ihtiyacını tazeledi, sonra da güneye doğru yürüdü. Hindliler onu durdurmak için Mundher (veya Mudhera)'da yirmibin kişiyle hücum ettilerse de, mağlup olmaktan kurtulamadılar. Una yakınındaki Delvada halkı ise Sultan'a hiçbir direnme göstermeden itaat ettiler. Nihayet 6 Ocak 1026 tarihinde Sultan ve ordusu Somnat'a ulaştılar. Şehrin hakimi karşı koymaktansa bir adaya kaçmayı tercih etti. Somnat şehri Gazneli ordusu tarafından kuşatıldı. Kaledeki garnizon, Brahmanlar ve gönüllüler tarafından takviye edilmişti. Bunlar, Sultan Mahmud'un ordusuna karşı cesaretle direndiler. Gazneli ordusunun 7 Ocak 1026 Cuma gününe rastlayan ilk hücumu sırasında Türkmenler'in ok atmalarındaki ustalık etkisi göstermiş ve şehir duvarları Gazneliler tarafından ele geçirilmişti. Fakat Hindliler meşhur putun bulunduğu tapınağa girip dua ettikten sonra son bir gayretle saldırmışlar ve Gazneli ordusunun ele geçirdiği yerleri tekrar geri almışlardı. Ertesi Cumartesi sabahı (8 Ocak), Gazneli ordusu büyük bir istekle hücumu tazeledi. Hindliler'in onları önlemek için gösterdikleri çaba boşa gitmiş, Gazneli ordusu o gün Somnat kalesini zabt etmişti. Hintliler'in ne bol para va'd ederek Sultan Mahmud'u tahribten vazgeçirmek istemeleri, ne de puta yalvarmaları fayda sağlamadı. Sultan tapınağa girdi ve müezzine tapınağın üzerine çıkmasını ve ezan okumasını emretti. Tapınaktaki putların hepsini kırıp yaktıktan sonra yok ettiler. O taştan büyük putu yerinden sökerek dört parçaya ayırdılar. Bu parçalardan ikisi Gazne'de Ulu Cami ve Sultan sarayının kapıları önüne konulmuş, öteki ikisi de Mekke ve Medine'ye gönderilmişti. Gazneli ordusu tarafından tapınaktaki hazineler de yağmalandı. Bir tarihçiye Sultan Mahmud Somnat'da onbeş günden fazla kalmadı. Gazneli ordusunun dönüşünde rivayete göre; katır, at gibi ikiyüzbin yük hayvanı bu zengin ganimetleri taşımakta idi. Sultan askerleri ise böyle zengin bir kafileye ancak muhafızlık yapacak sayıda idiler. Bu sebebten Mahmud, Hindliler'in yolunu kesmelerini önlemek için dönüşte Mansura Pencab sahil yönünü tercih etti. Nitekim Hindliler kuvvetli bir orduyla Mahmud'u yarımadanın kuzeyinde beklemekte idiler. Ancak Sultan'ın dönüşte başka bir yol izlemesi muhtemel bir çatışmayı önledi. Sultan bu ağır yüklere rağmen yine de fetihlerde bulunmaktan geri kalmadı. Karmad olan Mansura hakimi Hafif, Sultan'ın önünden kaçtı. Gazneli kumandanlar onun ordugahını bastılar ve birçok taraftarını öldürdüler. Sultan, İndus nehri boyunca Multan'a doğru yürüyüşüne devam etti. Fakat bu bölgenin yerli halkı Catlar sürekli saldırılarla Gazneli ordusuna ağır kayıplar verdirdiler. Sultan Mahmud uzun ve yorucu bir yürüyüşten sonra Gazne'ye ulaştı (2 Nisan 1026).

Sultan Mahmud'un Somnat seferi ve zafer kazanması haberi İslam dünyasında büyük sevinç ve heyecan yarattı. Bu başarıyı takdir eden Abbasi halifesi Kadir Billah gönderdiği bir mektup ile Sultan'ı tebrik etmiş ve ona "Kehfü'd · Devle ve'l·İslam" lakabını vermişti. (Kasım · Aralık 1026). Ayrıca Mahmud bu zaferinden dolayı devrin şairleri tarafından hararetle övülmüş ve tebrik edilmiştir. Bundan sonra Mahmud, şöhreti yüzyıllarca devam eden efsanevi bir kahraman olmuş, onun hakkında halk tarafından yaratılan çeşitli hikaye ve destanlar ağızdan ağıza dolaşmıştır.


Onyedinci Hind Seferi


Sultan Mahmud son ve onyedinci Hind seferini Somnat dönüşü sırasında ordusuna saldıran Catlar'ı cezalandırmak ve bu yol üzerinde güvenliği temin etmek için yaptı. Ordusunu hazırladıktan sonra Mart 1027'de Multan'a doğru ilerledi. İndus nehrinin iki yakasına hakim bulunan Catlar gayet savaşçı ve aynı zamanda usta birer gemici idiler. Sultan bunlarla nehirde savaşabilmek için Multan'da bindörtyüz gemiden oluşan bir filo yaptırdı. Bu gemilerin her birinin önünü ve yanlarını, düşman teknelerini parçalamaya mahsus olmak üzere, sivri çubuklarla techiz ettirdi. Her gemiye de mürettebattan başka yirmişer okçu ve neftçi yerleştirdi. Bu durumdan haberdar olan Catlar aile ve servetlerini uzak bir adaya gönderdiler. Onlar sonra da dörtbin gemiden oluştuğu rivayet edilen filolarını savaşmak üzere hazırladılar. Sultan Mahmud nehrin yukarı kısımlarını gemilerle kapattığı gibi, iki kıyısını da filler ve atlar ile tutmuş idi. İndus nehri üzerindeki savaşta Catlar cesur bir şekilde döğüştülerse de, Mahmud'un özel teçhizatlı gemileri karşısında tutunamadılar. Catlar'ın gemileri ya delinerek batırıldı veya yakıldı. Onlardan sahile kaçanlar Türkmen okçularının oklarıyla öldürüldüler. Sultan Mahmud'un Catlar'a karşı intikamı müthiş olmuştu. Gazneli ordusu Catlar'ın ailelerinin ve hazinelerinin bulunduğu adayı da yağmaladı ve oradakileri esir aldı. Cat tehlikesi bu suretle ortadan kalkmış oldu. Sultan Mahmud Hind kuvvetlerinin başına kumandanlarından Ahmed b. Yınal Tegin'i tayin ettikten sonra Gazne'ye döndü (Haziran 1027).

Sultan Mahmud onyedi Hind seferi sonunda önce maddi bakımdan kazançlı çıkmıştı. Onun bu seferinden elde ettiği ganimetlerle Gazneli Devleti devrindeki öteki İslam devletleriyle ölçülemeyecek derecede zenginleşmişti. Ayrıca o meşhur gaza seferleriyle Hind ülkesinde yüzyıllarca sürecek olan Türk hakimiyetinin temelini atmıştı.


SULTAN MAHMUD DEVRİNİN ÖTEKİ OLAYLARI


Sistan 'ın Zaptı


Sultan Mahmud 999 yılında Sistan bölgesine yürümüş ve buranın hakimi Halef yüzbin dinar para karşılığında aman dilemeye mecbur olmuştu. Bundan kısa bir süre sonra Halef, oğlu Tahir ile anlaşmazlığa düştü. Halef'in oğlunu mağlup etmek için giriştiği savaş başarısız bir teşebbüs olarak kaldı. Ancak Halef bu başarısız teşebbüse rağmen oğlunun peşini bırakmamış, onu bir hile ile ele geçirmeye ve öldürmeye muvaffak olmuştu (1002). Halef'in oğluna karşı zalimce davranışı onun etrafındakiler arasında bir korku ve nefret havası estirmişti. Bu sebebten Tahir b. Zeyd başkanlığındaki emirler ve kumandanlar Sultan Mahmud'u kendi hükümdarları olması için Sistan'a davet ettiler.

Sultan Mahmud için bu kaçırılmaz bir fırsattı, nitekim derhal Sistan'a yürüdü (Kasım 1002). Halef onun hareketini haber aldığı zaman, etrafı derin ve geniş bir hendekle çevrili müstahkem Tak kalesine çekildi. Sultan bu kaleyi kuşattı ve çevresindeki hendeğin doldurulmasını emretti. Gazneli ordusu kaleden atılan taşlara ve üzerlerine yağmur gibi yağan oklara rağmen doldurulan hendeği geçtiler ve fillerin şiddetli saldırısına dayanamayıp kırılan kale kapılarına hücum ettiler. Kaleyi savunanlar onlara karşı cesurca savaştılar. Fakat Halef, Gazneli ordusundaki fillerin ayakları altında kendi adamlarının ezilişini gördüğü zaman, bu dehşet verici manzaranın yarattığı korkuyla direnmenin faydasızlığını anladı. O, Sultan'a itaatini bildirerek kaleyi teslim etti (21 Aralık 1002). Halef, Mahmud'un huzuruna getirildiği zaman, onun ayaklarına kapanarak aff diledi, pahalı hediyeler ve değerli inciler takdim etti. Sultan Mahmud onun hayatını bağışladığı gibi, bütün servetini muhafaza etmesine izin verdi ve Halef'i arzusu üzerine Cüzcan'a gönderdi. Sultan Sistan bölgesini kumandanlarından birinin idaresine bırakarak Gazne'ye döndü.

Sultan Mahmud bir süre sonra Sistanlılar'ın Halef'in kız tarafından torunu olan Ebu Bekr Abdullah idaresinde kendisine karşı ayaklandıklarını haber alarak derhal bu bölgeye yürüdü. Sultan'a bu seferinde kardeşi Nasr, Emir Altuntaş ve Ebu Abdullah et'fa'i refakat etmekte idiler. Mahmud Kurban Bayramı (m. 10-11 Ekim 1003)'nda Halefabad'a geldi. Asiler onun geldiğini öğrendikleri zaman müstahkem Erk kalesine kapandılar. Sultan ve ordusu kaleyi kuşattı. Asiler Gazneli ordusu üzerine bir çıkış yaptılarsa da, bu hareket onlar için başarılı olmadı ve tekrar kaleye çekilmek zorunda kaldılar. Sultan Mahmud gece karanlığından yararlanarak ordusunu hücuma geçirdi. Gazneli askerler bu hücum sonunda kalenin istihkamlarını ele geçirmeye muvaffak oldular. Onları istihkamlar üzerinde gören asiler müthiş bir paniğe kapıldılar. Kalenin içine yayılan Gazneli askerler asilerin birçoğunu yakaladılar ve bir kısmını da öldürdüler. Böylece Sistan tekrar Gazneliler tarafından itaat altına alınmış oldu. Sultan bu bölgeyi kardeşi Nasr'ın idaresine bırakarak, Gazne'ye dönmek üzere harekete geçti (24 Ekim 1003).

Sabık Emir Halef b. Ahmed'e gelince, 1007 yılına kadar Cüzcan'da yaşadı. Ancak Sultan Mahmud, bu tarihlerde arasının açık olduğu Karahanlı hükümdarı Nasr b. Ali ile onun mektuplaştığını haber almıştı. Bu sebebten Sultan, Halef'i Gerdiz kalesine yolladı. Halef ölüm tarihi olan Mart 1009'a kadar orada yaşadı. Sultan Mahmud daha sonra onun mirasını oğlu Ebu Hafs'a verdi.


Şehzade İsmail b. Nuh'un Samani Devletini Diriltme Teşebbüsü


Karahanlılar'dan Nasr b. Ali 999 yılında Samaniler'in başkenti Buhara'ya girmiş ve bu hanedanın bütün mensuplarını Özkend'e götürmüştü. Samani hanedanı mensuplarından İsmail b. Nuh bir süre sonra tutuklu olduğu yerden kaçarak atalarının devletini yeniden kurmak için teşebbüse geçti. O "Muntasır" lakabı alarak önce Harezm'e gitti. Burada hala Samaniler'e sadık olarak yaşayan birçok soylular ona katıldılar. İsmail el-Muntasır topladığı ordunun kumandanlığını Hacib Arslan Balu (Yalu)'ya verdi. Arslan Balu, Karahanlılar'ın Buhara valisi Ca'fer Tegin'i şehirden çıkartmaya ve esir almaya muvaffak olmuştu. Buhara'dan kaçanlar yine Karahanlılar'ın Semerkand valisi Tegin Han ile birleştilerse de, bunlar İsmail ile yaptıkları savaşta yenilerek yine kaçmak zorunda kaldılar. İsmail el-Muntasır tekrar Buhara'ya döndü (1000). Ancak Nasr b. Ali idaresindeki Karahanlılar karşısında bu kez kaçmak zorunda kalanlar İsmail ve kumandanı Arslan Balu olmuştu.

 Öte taraftan İsmail'in Sultan Mahmud ve kardeşi Nasr ile mücadelesi önceleri başarılı gibi göründüyse de, çok geçmeden bu cephede de hüsrana uğradı. O önce Nişabur'a yürümüş ve buraya hakim olan Nasr'ı 27 Şubat 1001 tarihinde yenerek Herat'a çekilmeye mecbur etmişti. Fakat Sultan Mahmud hemen takviye kuvvetleriyle yetişti. İsmail, Sultan'ın geldiğini haber aldığı zaman, Cürcan'a kaçmıştı. İsmail bir süre sonra tekrar Horasan'a dönerek Nişabur üzerine yürüdü. Nasr bir kere daha Nişabur'dan çekilmek ve Mahmud'dan yardım istemek zorunda kaldı. Böylece İsmail bir kez daha Nişabur'a girdi (21 Eylül 1001). Sultan Mahmud, kumandanlarından Ebu Sa'id Altuntaş'ı kardeşine yardıma gönderdi. Bu sefer Nasr Nişabur şehri üzerine yürüdü ve İsmail'i mağlup ederek Cürcan'a kaçmaya zorladı. Neticede Nasr bu mücadeleden üstün çıkarak tekrar Nişabur'u ele geçirdi. Şehir halkı bu duruma çok sevinerek şenlikler tertipledi. İsmail ise bu mağlubiyet ve içine düştüğü sıkıntılı durumun sebebini başkumandanı Arslan Balu'ya yüklemiş ve onu öldürtmüştü. Ancak İsmail el Muntasır'ın bütün bu yenilgi ve talihsizliğine rağmen devletini diriltme mücadelesini kolay bırakacak bir şahıs olmadığı anlaşılıyor. Nitekim o Cürcan'dan geri dönerek Serahs'ı ele geçirmişti. Nasr bu şehir cıvarında yapılan savaşta onu tekrar mağlup etti ve aralarında Ebu'l-Kasım Simcuri olmak üzere birçok kumandanlarını esir ederek Gazne'ye gönderdi (Ocak/Şubat 1002). İsmail el· Muntasır bu yenilgiden sonra Oğuzlar'ın yanına sığındı ve onlardan yardım istedi. Onun yanına sığınmış olduğu Oğuzlar artık Selçuklu ailesinin idaresinde idi. Bu sıralarda artık yaşlandığı tahmin edilen aile reisi Selçuk'un yerini "Yabgu" unvanı taşıyan oğlu Arslan İsrail almıştı.

Arslan Yabgu, İsmail el Muntasır'a yardımı kabul etti. Nitekim onun kumandasındaki Oğuzlar İsmail ile birlikte harekete geçerek Semerkand civarında Sübaşı Tegin idaresindeki Karahanlı ordusunu yendi. Bu yenilgiyi haber alan Karahanlı hükümdarı Nasr b. Ali, Oğuzlar ve müttefiki İsmail'in üzerine yürüdü. Oğuzlar bir gece baskınıyla Karahanlılar'ın bu ordusunu da bozguna uğrattılar. Onların eline çok miktarda ganimet geçtiği gibi, Karahanlılar'dan onsekiz kumandanı da esir almışlardı (Ağustos 1003). Ancak İsmail, Oğuzlar'ın Nasr b. Ali'den özür dileyecekleri ve esirleri geri verecekleri haberinin çıkması üzerine, kendi aleyhine Karahanlılar ile anlaşmalarından korkarak onlardan ayrıldı ve buz tutmuş Ceyhun nehrinden geçerek Amul şehrine geldi (1003/.f. yılı kışı). O buradan Sultan Mahmud'a mektup yazarak yardım istedi. Sultan onun bu arzusunu gayet iyi karşıladı ve ona layık olduğu şekilde hediyeler gönderdi. Mahmud ayrıca Merv şehri valisine İsmail'e yardımcı olması için emir verdi. Fakat İsmail muhtemelen Mahmud'dan böyle birşey ümid etmediğinden, yardımı beklemeden Buhara'ya ilerlemişti. Onun Debisiye'de Karahanlılar'ın Buhara valisini yenmesi, etrafına kalabalık bir kuvvetin toplanmasına yol açtı. İsmail'e katılan kuvvetler arasında Oğuzlar'dan da bir grup vardı. Bu Oğuz grubunun Selçuklular olduğunda şüphe yoktur. İsmail'in kuvvetlendiğini gören Nasr b. Ali tekrar onun üzerine yürüdü. İki taraf arasında Semerkand civarındaki savaşta İsmail ve Oğuzlar, Karahanlılar'ı bir kere daha yendiler (Mayıs 1004). Ancak İsmail için bu zaferin sevinci uzun sürmemişti. Oğuzlar elde ettikleri ganimeti yeterli görerek İsmail'den ayrıldılar ve yurdlarına döndüler. Nasr b. Ali ülkesinden tekrar asker toplayarak İsmail'in peşine düştü. Karahanlı kuvvetleriyle İsmail'in kuvvetleri bir kez daha karşı karşıya geldiler. Savaşın başlamasından kısa bir süre önce İsmail'in kuvvetleri arasında bulunan Ebu'l-Hasan adındaki bir kumandan idaresi altındaki beşbin kadar asker ile Karahanlılar tarafına geçti. Bu İsmail'in ordusunun çökmesine ve yapılan savaşta hezimete uğramasına sebeb oldu. İsmail kurtuluşu kaçmakta bulmuş ve Ceyhun nehrini geçerek Horasan'a girmişti.

Sultan Mahmud onun kendi bölgesi içine geri döndüğünü haber aldığı zaman, yarattığı karışıklıkları vaktinde önlemek ve yeniden kuvvet toplamasına fırsat vermemek için acele harekete geçmiş ve Belh şehrine gelmişti. Mahmud, Farigin b. Muhammed idaresinde bir Gazneli ordusunu İsmail'in üzerine gönderdi. İsmail bu kuvvetin takibinden kurtulabilmek için Kuhistan'a gitmişti. Sultan'ın kardeşi Nasr ve Arslan Cazib onu takip ettiler. İsmail de onların korkusundan son olarak Bistam'a kaçmış, daha sonra aldığı bir davet üzerine Buhara tarafına yürümüştü. Fakat sürekli savaşmaktan ve dolaşmaktan usanmış olan askerleri onu terk ettiler. Böylece yanında sadece sekiz kişi kalan İsmail, Karahanlılar'ın takibinden kurtulmak için Merv civarındaki çöle girdi ve Arab İbn Buheyc'in reisi bulunduğu kabileye sığındı. Fakat yanına sığınmış olduğu İbn Buheyc, bu bölgenin amili Ebu Abdullah Mahruy'un teşvikiyle onu haince öldürdü (Ocak 1005). Bu suretle hanedanını diriltmeye çalışan son temsilcisinin ölmesiyle Samani Devleti için tarih sahnesi perdelerini kapamış oluyordu. Sultan Mahmud İsmail'in akıbetini haber aldığı zaman, Arslan Cazib'i göndererek Ebu Abdullah ve İbn Buheyc'i, onun bu kötü sonuna sebep olduklarından dolayı öldürtmüş ve Arablar'ın obasını yağmalamıştı.




Sultan Mahmud ve Karahanlılar


Karahanlı hükümdarı Nasr b. Ali Buhara'yı zabt ettikten sonra Sultan Mahmud ile birbirlerine dostluk mesajları gönderdiler. Daha sonra iki devlet arasında Ceyhun nehrinin hudud olmasını kabul ettiler. Ayrıca aradaki bu dostluğu kuvvetlendirmek için de Sultan Mahmud, Nasr'ın kızı ile evlendi. Mahmud bir elçi heyetini kendi temsilcisi olarak Özkend'e yolladı. Bu elçi heyeti gelini oradan alarak Horasan'a getirdiler. Nasr bu elçileri değerli hediyeler ile geriye göndermişti. Onun verdiği hediyeler arasında; değerli madeni eşyalar, misk, atlar ve develer, her iki cinsden esirler, doğanlar, kürkler ve çeşitli Çin eşyaları bulunmaktaydı (1001).

Ancak Karahanlı Nasr ile Sultan Mahmud arasındaki bu dostluk kısa bir süre sonra sona erdi. Çünkü Nasr b. Ali Samaniler'in bütün mirasına konmak istiyor ve Horasan'ı ele geçirmek için de fırsat bekliyordu. Sultan Mahmud'un Multan üzerine gitmesiyle bu fırsat kendiliğinden ortaya çıkmış oldu (1006). Nasr b. Ali Sultan'ın Hindistan'da bulunmasından yararlanarak iki koldan Horasan'a kuvvet gönderdi. Onun kardeşi Ca'fer-Tegin kumandasındaki bir kol Belh şehrini, Sübaşıtegin idaresindeki öteki kol da Nişabur ve Tus'u zabtedecekti. Nitekim Karahanlı kuvvetleri Belh ve Nişabur'u ele geçirdiler. Gazneliler kumandanı Arslan Cazib bu durumda Karahanlılar önünden çekilmiş ve Gazne'ye giden yollar tahkim edilmişti.

Sultan Mahmud bu durumu öğrendiği zaman Multan'ın uzak bölgelerinin itaat altına alınmasını kumandanlarına bırakarak sür'atle Gazne'ye döndü, ordusunu Halaçlar ve Afganlar ile takviye ettikten sonra da Belh'e doğru yürüdü. Cafer Tegin onun harekete geçtiğini öğrendiği zaman, bu şehri terk ederek Tırmiz'e kaçtı. Mahmud, Arslan Cazib'i ise Sübaşıtegin'e karşı göndermişti. Sübaşıtegin kaçmayı tercih ettiyse de, Gazneliler'in elinden kurtulması oldukça güç oldu. O maceralı bir yolculuktan sonra Buhara'ya gelebildi. Bu sırada Nasr b. Ali, Gazneliler tarafından sıkıştırılan Sübaşıtegin'i kurtarabilmek için, Ca'fer Tegin'i onikibin kişilik bir kuvvetle tekrar Belh üzerine gönderdi. Sultan Mahmud kuvvetlerini ikiye bölmemek için onun Belh'i almasına ses çıkarmadı, fakat Sübaşıtegin'i mağlup ettikten sonra tekrar Belh'e yöneldi. Ca'fer Tegin için Belh'i tahliye edip Buhara 'ya kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Bu suretle Sultan Mahmud Eylül 1006 tarihinde, Karahanlı kuvvetlerini Horasan'dan uzaklaştırmış oluyordu.

Fakat Nasr b. Ali kolay kolay Horasan'dan vazgeçmek niyetinde değildi. Bu sebeble Karahanlılar'dan Hotan hakimi olan Yusuf Kadır Han'dan yardım istedi. Tahminen kırk-ellibin kişi cıvarında bulunan birleşik Karahanlı kuvvetleri, Sultan Mahmud'un "Oğuz Türkleri, Halaçlar, Hind, Afganlı ve Gazne Türkleri'nden" oluşan orduyla Belh'e yirmi km. kadar mesafedeki Katar (Keter) ovasında karşılaştı (5 Ocak 1008). Bu savaşta Nasr b. Ali kahramanca döğüştü ve hatta galibiyet ibresini kendi lehine çevirmek üzereydi. Fakat bizzat Mahmud'un Karahanlı ordusunun merkezine yönelttiği başarılı hücumlar, öteki Gazneli kumandanların da maneviyatını yükseltmişti. Onlar da idareleri altındaki birliklerle şiddetle Karahanlılar üzerine saldırdılar. Bu savaşta Karahanlı ordusunu çökerten sebeblerden birisi de Sultan Mahmud'un ordusunun önünde bulunan beşyüz fil olmuştu. Fillerden birisinin Karahanlı ordusunun bayraktarını hortumuyla yakalayarak iki parçaya ayırması, öteki fillerin de Karahanlı süvarilerini atlarından aşağıya alarak ayakları altında ezişi Karahanlı ordusunun yenilgisini çabuklaştırdı. Maneviyatları bozulan Karahanlılar artık yenilmiş ve kaçmaya başlamışlardı. Gazneli ordusu şiddetli kışa rağmen kaçanları takip etti, onlardan birçoğu esir alındı veya öldürüldü. Gazneliler'in eline büyük ganimet geçti. Hindistan'da Suhpal'in isyanı Sultan Mahmud'un daha ileriye gitmesini engellemişti, bu sebeble acele Gazne'ye döndü. Bu aynı zamanda Karahanlılar'ın Horasan'ı ele geçirmek için yaptıkları son büyük teşebbüs oldu.

İlig Han Nasr h. Ali bu yenilgi üzerine ülkesine çekildi ise de, yine Mahmud ile mücadele için kendisine müttefik arıyordu. Nitekim hu maksadla kardeşi Büyük Kagan Togan Han Ahmed ve Yusuf Kadır Han'a müracaatta bulunmuştu. Ancak öte taraftan o bağımsızlığını ilan etmek istiyordu. Bu sebebten Ahmed, kardeşi Nasr'a karşı, Sultan Mahmud ile bir dostluk anlaşması yaptı. Buna çok kızan Nasr b. Ali'nin kardeşinin ülkesi Kaşgar'a sefer teşebbüsü şiddetli kış yüzünden sonuç vermemişti (m. 1011-1012). Bundan sonra iki kardeş aralarındaki anlaşmazlığı çözümlemesi için Sultan Mahmud'a elçiler gönderdiler. Gazneli Mahmud iki kardeşi arasında aracı olmakla beraber onların elçilerini kabul ettiği sırada kuvvet ve kudretini göstermekten geri kalmadı. Nitekim Sultan sarayının ihtişamıyla Karahanlı elçilerini etkilemeye çalışmış, onları büyük merasimle ve süslü elbiseli muhafızları arasında huzuruna kabul etmişti.

İlig Han Nasr b. Ali 1013 yılında öldü, onun yerine kardeşi Ebu Mansur Arslan Han geçti. O Sultan Mahmud ile iyi komşuluk münasebetlerini devam ettirmek istiyerek bir anlaşma yaptı. Mansur Arslan Han, Sultan Mahmud'a bu maksadla gönderdiği haberde," Senin Hind gazalarıyla, benim de (Müslüman olmayan) Türkler ile meşgul olarak, birbirimizle mücadeleyi bırakmamız hem Müslümanlar'ın hem de İslamiyetin yararınadır." demişti. Böylece her ikisi de 'kafirlere" karşı gazayla meşgul oldular. Öte taraftan Sultan Mahmud Karahanlılar'ın iç mücadelelerinden ve kendisine hakemlik başvurularından yararlanmak istedi. Nitekim o Halife el-Kadir Billah'dan bir Karahanlı şehri olan Semerkand'ın kendisine bağışlanması hususunda bir ferman isteyecek kadar ileri gitmişti. Fakat Halife onun bu arzusunu şiddetle reddetmişti (1013).

Ancak Karahanlılar arasındaki saltanat mücadelesi bitmiyordu. Yusuf Kadır Han, Mansur Arslan "Han'ın büyük kaganlığını tanımayarak taht üzerinde hak iddia etti. O bu maksatla Sultan Mahmud'dan yardım istedi. Sultan Mahmud bundan sonra Yusuf Kadır Han'a yardım etmek için sefere çıktı ve Ceyhun nehrini geçtiyse de daha ileriye gitmeden geri döndü. Bir gösterişten ileriye gitmeyen bu seferden de anlaşıldığına göre, Sultan Hindistan ile meşgul olduğu bir sırada Karahanlılar'ın birbirleri ile uğraşmalarını daha uygun bulmuştu. Yusuf Kadır Han ise, onun bu davranışından dolayı hayal kırıklığına uğramış, bu sebebten Mansur ile müzakerelere girişerek onunla anlaşmıştı. Her iki Karahanlı hükümdarı ordularını birleştirerek Mahmud'a karşı harekete geçtiler ve Horasan'a yürüdüler. Sultan Mahmud bu birleşik Karahanlı ordusunu Belh cıvarında yenerek Maveraünnehir'e geri döndü (m. 1019). Bu durumda Yusuf Kadır Han, Mahmud ile anlaşmayı tercih etti.

Öte taraftan Yusuf'un kardeşi Ali Tegin 1020'de Buhara'yı ele geçirdi. Ali Tegin ölümüne kadar Gazneliler'in Orta Asya'daki isteklerine inatla karşı koymuştu. Ancak Büyük kağan Mansur Arslan Han'ın hükümdarlıktan vazgeçerek yerini Yusuf Kadır Han'a bırakması, yeni olaylara sebep oldu (1025). Yusuf Kadır Han'a, kardeşleri Ali Tegin ve Ahmed karşı çıktılar. Bu durumda Yusuf Kadır Han Sultan Mahmud ile anlaşmak istedi. Sultan Mahmud yeni komşusu Ali Tegin'e güvenemediğinden bu anlaşma kolaylıkla olmuştu. Sultan ikinci kez Ceyhun nehrini geçti ve Semerkand yakınlarına kadar ilerledi. Onun ikinci kez Maveraünnehir'i geçmesinin başka bir sebebi de bu bölge halkının Ali Tegin'in zulmünden kendisine şikayette bulunmaları idi. Sultan Mahmud ve Yusuf Kadır Han Semerkand cıvarında buluştular (Mart/Nisan 1025).

O devrin bir kaynağına göre bu tarihi görüşme şöyle olmuştu," İki hükümdar birkaç süvari ile ortaya geldiler. Birbirlerini görünce ikisi de attan indiler. Emir Mahmud önceden hazinedara, kumaşa sarılı olarak verdiği kıymetli bir mücevheri Kadır Han'a teslimini emretti. Kadır Han da beraberinde bir mücevher getirmişti, fakat heyecan ve telaş içinde vermeyi unuttu. Mahmud'dan ayrılınca mücevheri hatırladı, maiyyetindekilerden biriyle gönderdi, özür diledi ve karargahına döndü. Ertesi gün Emir Mahmud, işlenmiş dibadan bir otag kurdurarak ziyafet için her ne lazımsa hazırlattı; bir elçi vasıtasıyla Kadır Han 'ı davet etti. Kadır Han gelince Mahmud, sofranın mümkün olduğu kadar muhteşem bir şekilde hazırlanmasını emretti. Emir Mahmud ile Han aynı sofraya oturdular. Yemek yendikten sonra eğlence dairesine geçtiler; nadide çiçekler, nefis yemekler, mücevherler, sırma işlemeli kumaşlar, billurlar, muhteşem aynalar ve kıymetli eşyalarla yemek salonu donatılmıştı. Kadır Han bu manzara karşısında hayrette kaldı. Bir müddet oturdular. Kadır Han şarap içmedi, çünkü Maveraünnehir hükümdarları ve özellikle Türk hükümdarları arasında şarap içmek adet değildi. Biraz müzik dinlediler, sonra Kadır Han kalktı, Emir Mahmud ona çok kıymetli hediyeler takdim etti . . . . (Mahmud), Kadır Han'dan büyük bir merasimle ayrıldı, pek çok iltifatlar etti ve özürler diledi. Kadır Han ordugahına dönüp bu kıymetli hediyeleri gözden geçirince hayretler içinde kaldı ve nasıl karşılık vereceğini bilemedi. Haznedarına hazinenin kapılarını açmasını emretti. Oradan çok miktarda para alarak Türkistan mallarıyla gönderdi . . . Her iki hükümdar son derece memnun olarak birbirlerinden ayrıldılar.". Bu iki hükümdarın görüşmesinde önemli kararlar alındı. Bu kararlara göre; Ali Tegin'in hakim olduğu yerler Yusuf Kadır Han'ın ikinci oğlu Yığan (Boğa) Tegin Muhammed'e verilecek, iki hanedan arasında evlenme yoluyla akrabalık tesis edilecekti. Ayrıca Sultan Mahmud, Ali Tegin'in müttefiki olan Arslan Yabgu'yu Mavereünnehir ve Türkistan' dan uzaklaştıracaktı.

Sultan Mahmud önce Arslan Yabgu'ya karşı harekete geçti. Arslan Yabgu, Sultan'ın geldiğini duyunca çöllere kaçmıştı. Sultan Mahmud bir elçiyle ona şu haberi gönderdi," Biz daima Hindistan'a gazaya gidiyoruz. İslam ülkelerinden bir çok insanlar bu gazalara iştirak etmektedirler. Sizden hiç bir kıtanın böyle bir ilahi saadete nail olmaya teşebbüs etmemiş ve benden bu hususta ricada bulunmamış olmasından hayret içindeyim. Bununla beraber bizim sizinle dostluk kurmak arzumuz tamdır. . . ancak şefinizin huzurumuza gelmesi gereklidir, ". Arslan Yabgu bu davet üzere onbin atlı ile yola çıktı ise de, Mahmud tekrar bir elçi göndererek maksadının kendisiyle görüşmek olduğunu bildirdi. Arslan Yabgu bu kez üçyüz kadar maiyyetiyle Mahmud'un Semerkand cıvarındaki ordugahına geldi. Onun küçük, fakat sür'atli bir atı vardı. O bir büyüğün veya düşmanın yanına gittiği zaman, kendisini yakalayacaklarını hisseder etmez bu sür'atli ata binerek kaçmaya muvaffak olmaktaydı. Sultan Mahmud bu durumu bildiği için daha önceden adamlarına emir vermiş, onlar da bir bahaneyle Arslan Yabgu'nun atını götürmüşlerdi. Nihayet ziyafet meclisinde her ikisi arasındaki meşhur mülakattan sonra, Sultan onun önemli bir kuvvete sahih olduğunu anlamıştı. Mahmud kendi ülkesine gelebilecek zararları önlemek için Yabgu'yu hileyle tutuklayarak Hindistan'da, Keşmir'e giden geçitte bulunan, Kalincar kalesinde hapsettirdi. Arslan Yabgu ölüm tarihi olan 1032 yılına kadar o kalede kalmıştı.

Öte taraftan Ali Tegin de Sultan'ın hareketini öğrendiği zaman Semerkand ve Buhara'yı terk ederek çöllere kaçmıştı. Sultan onu takip için kumandanlarından Bilge Tegin'i görevlendirdi. Ali Tegin Gazneli kuvvetlerin takibinden kurtulmasına rağmen karısı, kızları ve ağırlıkları Bilge Tegin'in eline geçti. Bilge Tegin onları Semerkand'a getirdi. Ancak bu başarıya rağmen Sultan Mahmud müttefiki Yusuf Kadır Han'ın çıkarını düşünmeden Belh üzerinden Gazne'ye döndü. Onun yine de Ali Tegin'i bütünüyle ortadan kaldırmayı düşünmediğini ve sürekli bir Karahanlı saltanat mücadelesi tercih ettiği anlaşılıyor. Nitekim Sultan'ın Somnat seferi hazırlıkları için Maveraünnehir'den ayrılmasından hemen sonra, Ali Tegin geri döndü. O Yusuf Kadır Han'ı mağlup ederek tekrar Semerkand ve Buhara'ya hakim oldu. Bu fırsattan yararlanan Mahmud ise, Huttal, Saganiyin, Kubadiyan ve Tırmiz gibi şehirleri Gazneli Devleti'ne daha sıkı olarak bağlamaya çalıştı. Bu suretle Sultan Mahmud, eski Samani Devleti'nin mirasını içine alan topraklara bütünüyle hakim oluyordu.

Öte taraftan Karahanlı Muhammed b. Yusuf (Yığan Tegin), Mahmud'un kızı Zeyneb ile evlenmek ve kendisine va'd edilmiş olan toprakları almak için Sultan'dan yardım sağlamak üzere Belh'e gelmişti. Ancak o burada soğuk bir şekilde karşılandı. Mahmud ona "Sizin şimdilik geri dönmeniz lazım. Çünkü biz şimdi Somnat üzerine yürümek istiyoruz, önce bu işi bitirelim. Siz de Türkistan hanlığını ele geçirin, o zaman bunun tedbirini alırız" demişti. Muhammed b. Yusuf hayal kırıklığına uğramış olarak Belh şehrini terketti. O yardım alamadığı gibi, Zeyneb ile de evlenememişti. Ancak bundan sonra Yusuf Kadır Han ve oğullarının talihleri açılmıştı. Onlar önce Özkend'i, sonra da Balasagun'u ele geçirdiler (1026/1027).

Sultan Mahmud Somnat seferinden döndükten sonra (1026), Yusuf Kadır Han ile görüşmek için Fakih Ebu Bekr Husayri'yi Merv şehrine gönderdi, daha sonra da yardım için o tarafa bir Gazneli ordusu gönderilmiş olmalıdır. Neticede Ali Tegin mağlup edilmiş ve Sultan Mahmud ile bir barış yapmıştır. Bu barışa göre Ali Tegin'in Maveraünnehir'deki hükümdarlığı tanınıyordu. Yusuf Kadır Han ile Sultan Mahmud arasındaki dostane münasebetler ise devam ediyordu.


Harezm'in Zabtı


Öte taraftan Sultan Mahmud her fırsatta Harezm'i itaat altına almaya çalışmaktaydı. Buranın hakimi Me'muniler'den Ebu'l-Abbas Me'mun, Sultan'ın kızkardeşi Hurrey-i Huttali (veya Hurrey-i Kalçı) ile evlenmişse de, Mahmud'dan korkmakta ve bu sebeble Gazneliler'e karşı Karahanlılar ile ittifak yapmak istemekteydi. Fakat Karahanlılar onunla görüşmelerde bulunmakla beraber bir askeri anlaşma yapmaya yanaşmıyorlar, daha çok Gazneliler ile onun arasında aracı olmayı tercih ediyorlardı. Me'mun bu aracılık teklifini kabul etti. Mahmud ise 1016-17 kışında Karahanlılar'a elçi göndererek Harezmşah ile bir anlaşmazlığı olmadığını nazikane bir şekilde bildirmişti. Ancak Sultan, Me'mun'a da bir mektup göndermiş ve Harezmşah'ı tehdit etmişti. O bu mektubunda, "Aramızda ne şartlarla sulh ve ittifak yapıldığı ve Harezmşah'ın bize ne kadar borçlu olduğu bilinmektedir. . . Burada hükumet, icraatında tam manasıyla zaaf ve acz içinde idi. Bu millet beni öfkelendirdiği için hükümdarların iradesine karşı muhalefet gösteren hainleri cezalandırmak ve yol göstermek vazifesini yerine getirmek üzere bir müddet Belh'de kaldım. 100.000 süvari ve piyade ile 500 fil topladım. Aynı zamanda kardeşimizi ve eniştemiz olan Emir'i ikaz edeceğiz ve memleketin nasıl idare edildiğini göstereceğiz. Zayıf bir emir bu vazifeyi yerine getiremez. Ancak bizden özür dilendikten sonra Gazne'ye döneceğiz. Bununla beraber aşağıdaki üç şarttan birini yerine getirmelidir: 1) Vadettiği gibi itaat etsin ve Sultan adına hutbe okutsun, 2) Bize layık olan hediyeler ve para göndersin, 3) Bizden merhamet dilemek üzere memleketinden imamlar, fakihler ve diğer ileri gelenleri göndersin" diyordu. Nihayet Karahanlılar'ın aracılığı ile Sultan Mahmud ile Harezmşah arasında bir barış yapıldı. Bu barışa göre; Harezmşah, Sultan Mahmud'a tabi olacaktı. Ebu'l-Abbas Me'mun Nesa ve Ferave şehirlerinde hutbeyi Sultan adına okuttu. Başkent Gürgenç dışındaki şehirlerde de öyle yapılacaktı. Ayrıca anlaşma gereği; şeyhler, kadılar ve devletin ilerigelenleriyle birlikte Sultan Mahmud'a seksenbin dinar para ve üçbin at gönderildi. Mahmud buna memnun olarak Gazne'ye döndü. Öte taraftan hutbenin Sultan Mahmud adına okunmaya başlaması, Harezm ordusu kumandanları arasında bir anlaşmazlığa yol açmıştı. Hutbenin okunmasını istemeyenler bu durumun ülkenin itibarına gölge düşürdüğünü ileri sürdüler. Bu kumandanlar arasından Buharalı Alptegin ve arkadaşları Me'mun'u öldürerek (17 Mart 1017), yerine onyedi yaşındaki yeğeni Ebu'l·Haris Muhammed b. Ali'yi geçirdiler. Bu sırada Karahanlılar arasında da bir saltanat mücadelesi başgöstermişti. Sultan Mahmud ise Karahanlılar'ın bu iç mücadelesinden ve Yusuf Kadır Han'ın yardım istemesinden yararlanarak görünüşte eniştesi Me'mun'un bir intikamcısı olarak, hakikatte ise Harezm'i zabt etmek için harekete geçmek istiyordu. Nitekim bu maksatla önce Harezm'e bir elçi yollandı. Memun'u öldürmüş olanların gönderilmesi ve hutbenin tekrar Mahmud adına okunması istendi. Harezm'deki isyana önderlik edenler Sultan'ın kızkardeşi Hurreyi Kalçı'yı geri gönderdiler, hatta beş-altı kişiyi Me'mun'un katilleri olarak yakaladılar. Ancak Sultan Mahmud'a itaat ve hutbeyi onun adına okutmak hususunda harekete geçmediler. Mahmud'un Alptekin ve öteki önderleri, öldürmek üzere, kendisine teslimini istemesi, iki taraf arasında bir savaşı kaçınılmaz kılmıştı. İlk öncü savaşında; Harezmliler Gazneli öncülere ağır kayıblar verdirdiler. Fakat Sultan zamanında yetişerek Gazneli öncü birliklerini bütünüyle yok olmaktan kurtardı. Nihayet 3 Temmuz 1017 tarihindeki iki taraf arasındaki savaşta, Sultan Mahmud'un ordusu Alptegin kumandasındaki Harezm ordusunu yenerek bu bölgenin başkenti Gürgenç'e girdi. Mahmud bu suretle Harezm bölgesine hakim oldu ve buradaki Me'muniler hanedanına son verdi. İsyanın üç elebaşısı fillere çiğnetildi. Öteki asiler suçlarının derecesine göre çeşitli cezalara çarptırıldılar. Me'muniler hanedanının bütün mensupları Gazneli ülkesinde muhtelif kalelerde hapsedildi. Karahanlılar kendi iç mücadelelerinden dolayı bu fiili durumu kabul etmek zorunda kaldılar. Sultan Mahmud Harezm'i Hacib Altuntaş'ın idaresine vererek Gazne'ye döndü. Esir edilen Harezmli askerler de zincire vurularak Gazne'ye götürüldüler. Fakat sonra affedilerek Gazneli ordusuna alındılar ve Hindistan seferlerinde görev yaptılar.



Sultan Mahmud ve Oğuzlar 


Arslan Yabgu'nun Sultan Mahmud tarafından tutuklanmasına Selçuklu ailesinin, muhtemelen, bu sırada aralarında bir birlik bulunmaması, başka bir ihtimalle Mahmud'a kafa tutacak kadar kuvvetli olmamalarından tepki gösteremedikleri anlaşılıyor. Buna karşılık Arslan Yabgu'ya bağlı dörtbin çadırlık bir Oğuz grubunun ilerigelenleri Sultan Mahmud'a, Selçuklular'dan zulüm görmekte olduklarını ve Maveraünnehir'de geçim darlığı içinde bulunduklarını bildirerek, Horasan'a geçmelerine müsaade edilmesini rica ettiler. Bir iddiaya göre de, onların Miveraünnehir'den ayrılmasına Selçuklu ailesi içindeki önderlik mücadelesi sebeb olmuştu. Sultan Mahmud onlardan özellikle askeri kuvvet olarak faydalanabileceğini düşünerek, Tus valisi Arslan Cazib'in muhalefetine rağmen, Oğuzlar'ın Ceyhun nehrini geçmelerine müsaade etti. Başlarında Yağmur, Buka, Göktaş ve Kızıl Beyler'in bulunduğu bu Oğuz grubu Serahs, Ebiverd ve Ferive sahralarında yerleştiler. Arslan Cazib, Mahmud'a ok atmamaları için onların baş parmaklarının kesilmesini yahut da Ceyhun nehrine atılmaları tavsiyesinde bulunmuştu. Sultan onun bu sözlerine hayret etmiş ve "Sen merhametsiz, katı yürekli bir adam imişsin" cevabını vermişti.

Ancak olaylar Arslan Cazib'e hak verdirecek şekilde gelişti. Oğuzlar (Türkmenler) yerli halkı sıkıntıya düşürmeye başladılar. Nitekim 1028 yılı başında Nesi, Baverd ve Ferave halkı Türkmenler'den Sultan Mahmud'a şikayette bulundular. Sultan, Arslan Cazib'i Türkmenler üzerine gönderdi. Fakat Arslan Cazib birkaç kez Türkmenler ile karşılaştı ise de, bu mücadelede başarı kazanamadı. Halkın devam eden şikayetleri üzerine Mahmud, Arslan Cazib'i becerisizlikle itham etti. Arslan Cazib bu hakikatı kabul etti ve verdiği cevabda, Türkmenler'in bir eyalet ordusunun yeterli olamayacağı derecede kuvvetlendiğini bildirerek bizzat Sultan'ı mücadeleye çağırdı.

Sultan Mahmud hastalığına rağmen harekete geçti (m. 1028), önce Tus'a yürüdü ve Arslan Cazib'i gerekli yardımcı kuvvetler ile takviye ederek Türkmenler üzerine gönderdi. Ferave kervansarayı (Rıbat-ı Ferave) yakınında iki taraf arasındaki savaşta, Arslan Cazib idaresindeki Gazneli kuvvetleri Türkmenleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Türkmenler'den bu savaşta dörtbin kişi öldürüldü, geri kalanları Balhan Dağları'na, Dihistan'a ve bir kısmı da Kirman'a kaçtılar. Kirman'a kaçanlar orada da çok kalamayarak Isfahan'a geldiler. Isfahan hakimi Kakuyiler hanedanından Alaüddevle Muhammed b. Düşmenziyar (1008-1041) onları kendi ordusuna asker kaydetti. Ancak Türkmenler'in buradaki rahat hayatları çok kısa sürdü. Sultan Mahmud'dan gelen bir emir üzerine Isfahan hakimi Alaüddevle Türkmenler'e bir tuzak kurdu ise de, onun Türk hizmetkarlarından birisi durumu soydaşlarına bildirdi. Bu durumu öğrenen Türkler adı geçen yerden ayrıldılar ve yollarını kesmeye çalışan Alaüddevle'nin bir birliğini yenerek Azerbaycan'a ve Balhan Dağları'na kaçtılar. Sultan Mahmud ölünceye kadar içte ve dışta Türkmenler'i takip ettirerek ülkesini onlardan temizledi. Fakat bu geçici bir süre için olmuş, onun ölümünden sonra yerine geçen oğlu Mes'ud devrinde, Türkmenler tekrar Horasan'a inerek Büyük Selçuklu Devleti'ni kurmuşlardır.


Gur Bölgesinin Zabtı


Afganistan'ın Helmend vadisi ile Herat arasında bulunan dağlık bölgeye Gur veya Guristan denilir. Bu bölgeye bazan Mencliş adı da verilir. Bazı başarısız kalan teşebbüslere rağmen Sebüktegin etki sahasını Gur'un doğusuna kadar uzatmış ve Gur hakimi Muhammed b. Surt ona tabi olmuştu. Sebüktegin'in ölümünden sonra İbn Surt Gazneliler'e karşı düşmanca davranmaya başladı. Onun idaresinde Gurlular yol kesmekte, türlü kötülükler yaparak Sultan Mahmud'un halkını rahatsız etmekte idiler.

Bu eyaletin Gazneli valileri İbn Surt üzerine yürüdükleri zaman, o ulaşılmaz dağlık bölgelere sığınarak kurtulmaya muvaffak oluyordu. Nihayet Sultan Mahmud m. 1011 yılında bizzat harekete geçti. Öncü olarak iki büyük emiri Altuntaş ve Arslan Cazib'i gönderdi. Sultan kendisi de Büst şehrinden bu bölgeye doğru ilerledi. Gazneli ordusunun geldiğini öğrenen Gurlular sür'atle dağlara çekilerek, kendilerini savunmaya çalıştılar ve bunda da başarılı oldular, Altuntaş'ı dar boğazlarda sıkıştırarak yendiler. Sultan Mahmud ordusunun güç duruma düştüğünü öğrenince ağırlıklarını, küçük yaşta olan iki oğlu Mes'ud ve Muhammed ile kardeşi Yusuf'u Zemindaver şehrinde bırakarak sür'atle ilerledi. Gurlular onun karşısında aynı başarıyı gösteremediler. Gazneli ordusu Gur bölgesinin başkenti Ahengerin şehrine yürüdü. Muhammed b. Surt onbin kişilik ordusuyla Sultan'a karşı koymaya çalıştı. İki taraf arasında öğleye kadar devam eden savaş sırasında, Sultan Mahmud sahte bir geri çekilme hareketi yaparak Gurluları dağlık bölgeden ovaya çekmeyi başardı. Burada da devam eden savaşta Gazneli ordusu Gurluları mağlup etti. İbn Surt ve oğlu Şis, Sultan Mahmud'un eline esir düştüler ve Gazne'ye gönderildiler. Ancak İbn Surt esir olmaktansa ölmeyi tercih etti ve yüzüğünde gizlediği zehiri içerek öldü. Sultan Mahmud Gur bölgesini İbn Surt'un, müslüman olan, diğer bir oğlu Ebu Ali'ye bıraktı. Ayrıca bu bölgede İslamiyeti yaymak için din adamları görevlendirildi.

Sonraki yıllarda Gur bölgesine birkaç sefer daha yapıldı. Sultan Mahmud 1015 yılında, muhtemelen Gur bölgesinin güney · batısında bulunan Hvabin'e yürüdü ve bazı kaleleri ele geçirdikten sonra Gazne'ye döndü. Birkaç yıl sonra Sultan Mahmud, oğlu Mes'ud'u Gur'un Teb adı ile meşhur kuzey ·batı bölgesini itaat altına almakla görevlendirdi. Mes'ud 1 Eylül 1020 tarihinde hu bölgeye gitmek için Herat'dan ayrıldı. O Teb bölgesinde birçok kaleleri zabt ettikten sonra buranın hakimi de itaatini bildirdi, ayrıca Garcistan tarafında ele geçirdiği bütün kaleleri teslim etmeye söz verdi. Mes'ud, Tur adındaki başka bir kaleyi de bir hafta süren şiddetli çarpışmalardan sonra zabt ederek Herat'a döndü. Bu suretle bütün Gur bölgesi Sultan Mahmud'un idaresi altına girmiş oldu.


Kusdar Bölgesinin İtaat Altına Alınması


Kabaca bugünkü Belucistan'ın kuzey · doğusuna düşen Kusdar bölgesi hükümdarı Sebüktegin zamanında Gazneliler Devleti'ne bağlanmıştı. Sebüktegin 977 /978 tarihinde Kusdar şehrini zabt etmiş ve buranın hükümdarı yıllık haraç vermek ve hutbeyi kendi adına okutmak şartıyla serbest bırakılmıştı. Ancak bu bölge hükümdarı 1011 yılında ülkesinin dağlık oluşuna güvenerek Sultan Mahmud aleyhine Karahanlılar ile irtibat kurmuş ve yıllık haracı göndermemişti. Mahmud aynı yılın Aralık ayında onun üzerine yürüdü. Sultan önce Herat'a gidiyormuş gibi yaparak aniden Kusdar bölgesine döndü ve bu şehri kuşattı. Buranın hakimi Sultan'a itaati kabul ettiği gibi, yıllık haraca ilave olarak onbeş fil ve yüklü bir tazminat ödemeye söz verdi. Sultan bu şartları ve onun hükümdarlıkta kalmasını kabul ettikten sonra Gazne 'ye döndü.


Garcistan'ın Zabtı


Garcistan, Afgan Türkistanı içinde, Murgab'ın yukarı vadisinde bir ülkedir. Sultan Mahmud 999 yılında bu bölgenin Şir (veya Şar) denilen hakimi Ebu Nasr Muhammed b. Esed'e devrin meşhur tarihçisi Ebu Nasr el Utbi'yi elçi olarak gönderdi ve Şir'den itaat etmesini istedi. Şir de bunu kabul ederek hutbeyi Sultan Mahmud adına okuttu. Ancak bir süre babasının yerine geçen Şir Muhammed, Sultan'ın bir Hind seferine katılmadığı gibi, Horasan'ı zabt için de Karahanlılar'ı gizlice teşvik etmişti. Sultan Mahmud bu durumu haber aldığı zaman, kumandanlarından Altuntaş, Arslan Cazib ve Merv-rud şehri valisi Ebu'l-Hasan el-Meni'i'yi Garcistan üzerine gönderdi. Gazneli kuvvetler yolun bütün güçlüklerine rağmen bölgenin başkentine girmeye muvaffak oldular. Şir Muhammed zaptı güç bir dağ kalesine çekildiyse de, burada tutunamayarak sonuçta Gazneli kuvvetlerin eline esir düştü. O Belucistan'daki Mesteng şehrine gönderildi ve birkaç yıl sonra orada öldü. Bu suretle Garcistan 1012 yılında Gazneli Devleti hudutları içine alınmış oldu. Sultan Mahmud bu bölgeyi Ebu'l-Hasan el-Meni'i'nin idaresine verdi. Yaşlı Şir Ebu Nasr Muhammed ise Gazne'ye getirildi, kendisine büyük hürmet gösterildi ve h. 406 (1015-1016) yılında adı geçen şehirde öldü.


Nişabur Şehri'nde Kıtlık


Sultan Mahmud devrinin önemli olaylarından birisi de 1011 yılında Horasan şehirlerinde ve özellikle Nişabur'da görülen kıtlıkdır. Görülmemiş derecede ağır geçen bir kış mevsiminden sonra mahsul elde edilememiş bu da kıtlığa sebep olmuştu. O devrin tarihçisi Utbi'nin rivayetine göre bu kıtlık sırasında sadece Nişabur'da yüzbin kişi ölmüştü. Halk tarlalardaki otları yemiş, yeni gömülmüş cesetler mezarlardan çıkarılmış ve insan eti açıkça sokaklarda satılmıştı. Kandırılarak uzak bölgelere çekilen insanlar öldürülmekte onların yağları dahi eritilmekte idi. Bu sebeble halk şehir merkezinden uzak yerlere ancak silahlı olarak veya grublar halinde gidebiliyordu. Köpekler ve kediler bütünüyle yok edilmişlerdi. Gazneli görevliler tarafından bu işte suçlu olanlar şiddetle cezalandırıldılar, fakat bu da bir sonuç vermemişti.

Sultan Mahmud bu günlerde şehirdeki görevlilere ve güvenilir kimselere anbardaki hububatın dağıtılması için emirler verdi. Nitekim anbarlardaki hububat fakirler ve ihtiyacı olanlara dağıtıldı. Ancak bu durum 1012 yılında mahsul alıncaya kadar sürmüştü.


Sultan Mahmud ve Ziyariler


Gazneliler'in özellikle Cürcan ve Taberistan'a hakim olan Ziyariler Devleti ile yakın münasebetleri vardı. Bu hanedanın başında bulunan Kabus b. Vuşmgir zalimliği yüzünden ordusunun isyanıyla karşılaşmış ve tahtından uzaklaştırılarak yerine oğlu Felekü'l-Me'ali Menuçehr geçirilmişti (1012).

Sultan Mahmud ise, Kabus'un diğer' bir oğlu Dara'yı desteklemekteydi. Dara daha önce babasıyla anlaşmazlığa düşmüş ve Gazne'ye Sultan'ın yanına sığınmıştı. Mahmud, bu sebeble, onu desteklemeye karar vermiş ve Arslan Cazib kumandasındaki bir orduyu Dara 'yı Ziyariler tahtına çıkarmak için göndermişti. Fakat Menuçehr, Sultan Mahmud'a tabi olmak ve yıllık ellibin dinar harac ödemeyi va'd etmek suretiyle tahtında kalabildi. Bu olaydan kısa bir süre sonra Sultan Mahmud bir kızını Menuçehr ile evlendirdi (1013). Ancak bu evlilik Menuçehr'e bir üstünlük sağlamamış, o da öteki vasallar gibi zaman zaman Mahmud'un seferlerine asker göndermiştir. Bu seferlerden birinde 1013 yılında Sultan Mahmud, Hindistan'da Nandana'ya yürüdüğü sırada, Menuçehr Deylemli askerlerden yardımcı bir birlik yolladı. Sultan Mahmud batıya Rey şehrine doğru yürüdüğü zaman, Menuçehr onu kendi toprakları içinde karşılamış, dörtyüzbin dinar para ödemeye ve Gazneli ordusunun erzak ihtiyacını gidermeye zorlanmıştı.

Öte taraftan Rey şehrinin düşmesinden sonra Menuçehr, Sultan'ın Gazneli ordusunu kendi ülkesini ele geçirmek için kullanabileceğini düşünerek korkmuş ve bu yüzden Mahmud'a karşı düşmanca bir tavır takınmıştı. Ayrıca o kendi ülkesinden Gazne'ye giden yolları kapattı, bütün köprüleri ve çevreyi tahrib etti. Sultan Mahmud onun yaptıklarını öğrendiği zaman çok kızdı ve bütün güçlüklere rağmen Gazne'ye dönmeden Menuçehr'e bir ders vermek istedi. Menuçehr ise Sultan'ın kendi ülkesine doğru ilerlemesinden çok korkmuş, onu önleyebilmek ve yerinde kalabilmek için özür dileyerek beşyüzbin dinar ödemiştir. Mahmud onun itaatini sağladıktan sonra Gazne'ye döndü (1029). Bundan birkaç ay sonra da, 1029 yılı sonunda, Menuçehr öldü. Onun yerine geçen oğlu Anuşirvan da Gazneliler tarafından emirliği tanınabilmesi için beşyüzbin dinar para ödemeye mecbur olmuştu.


 

Sultan Mahmud ve Büveyhiler


Sultan Mahmud'un ilk saltanat yıllarında Kirman bölgesine Büveyhi hanedanından Bahaüd Devle Ebu Nasr Firuz (990-1012) hakimdi. Sultan'ın kudretli şahsiyeti ve faaliyetleri karşısında tutunamayacağını anlayan ve bu sebebten korku içinde yaşayan Bahaüd Devle hediyeler ve elçiler göndererek onunla dostluk kurmuş bir ittifak tesis etmişti. Bu yakınlaşmayı gözönüne alan Sultan Mahmud'un Büveyhiler'e karşı siyaseti bundan sonra tam bir müdahale şeklinde olmadı. Ancak onun Kirman'da hakimiyetini tesis için bir fırsat beklediği görülmektedir. Mahmud'un eline bu fırsat Bahaüd Devle'nin ölümüyle geçti. Bahaüd Devle'nin ölümünden sonra (1012) yerini, Halife el · Kadir Billah tarafından "Sultanüd · Devle" unvanı verilen ve hükümdarlığı tasdik olunan oğlu Ebu Şuca (1012-1021) almıştı. Ancak bir müddet sonra Ebu Şuca'ya Kirman valisi olan kardeşi Ebu'l-Fevaris isyan etti (m. 1016-1017). Şiraz cıvarında iki kardeş arasında yapılan savaşta Ebu'l-Fevaris mağlup olarak önce Kirman'a kaçtı. Fakat o takip edildiğini anladığı zaman yardım istemek için Sultan Mahmud'un yanına gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Bu nedenle Ebu'l-Fevaris önce Büst şehrine gitti.

Sultan Mahmud için Kirman'a müdahale etmek fırsatı doğmuştu. Ebu'l· Fevaris'in geldiğini öğrenince Sistan valisine haber göndererek onun karşılanmasını emretti. Sistan valisi tarafından Ebu'l·Fevaris'e herkesi şaşırtacak derecede ikramlarda bulunuldu. Ebu'l-Fevaris daha sonra Gazne'ye gitti. Sultan Mahmud onu istikbal etti ve ikramlarda bulundu, kendisine hediye olarak altın, gümüş, atlar ve sürüler verdi. Ebu'l-Fevaris, Sultan Mahmud' un huzurunda üç ay kaldı. Burada gördüğü itibar başka emirlerin onu kıskanmalarına dahi sebeb oldu. Nihayet Ebu'l-Fevaris Sultan'dan hükümdarlığı ve Kirman'ı tekrar ele geçirebilmek için yardım istedi. Sultan Mahmud da kumandanlarından ve devletin ileri gelenlerinden Ebu Said b. Muhammed et · Ta'i'yi bir orduyla onun yanına kattığı gibi, para ve silahca da yardımda bulundu.

Ebu'l-Fevaris ve Ebu Said beraberce Kirman üzerine yürüdüler. Sultanüd Devle'nin orada bırakmış olduğu kuvvetler onlara mukavemet edemeyeceklerini anladıkları zaman geri çekildiler. Ebu'l·Fevaris bu suretle yeniden Kirman'a hakim oldu, oradan Fars bölgesine geçerek Şiraz'ı da aldı. Ebu'l-Fevaris bundan sonra Gazneli ordusu dönünceye kadar herhangi bir anlaşmazlığa sebebiyet vermemek ve bunların kendi ülkesini ele geçirmeye çalışmalarını önlemek için Gazneliler'e dürüst davranmaktaydı. Fakat onlara karşı yine de soğukluğunu hissettirmemeye muvaffak olamadığı anlaşılmaktadır. Nitekim, Ebu'l-Fevaris ile Gazneli kumandan Ebu Said'in arasının açıldığı o devrin kaynakları tarafından da belirtilmiştir. Çünkü, Ebu Said onun yanında daha fazla durmayarak geri dönmüş ve Sultan Mahmud'a onu şikayet etmiştir.

Böylece kısa bir süre için Sultan Mahmud'un himayesine girmiş olan Ebu'l-Fevaris, Ebu Said idaresindeki Gazneli kuvvetlerin yanından ayrılmasından sonra, biraz da kendi endişeli davranışı yüzünden Gazneli hükümdarının yardımından uzak kalmış bulunuyordu. Nitekim Ebu'l-Fevaris m. 1017 /1018 tarihinde Sultanüd Devle'ye yenilmiş ve hakim olduğu vilayetleri bırakıp kaçmıştı. Sultan Mahmud ise daha çok Hindistan ile meşgul olduğundan Kirman üzerine bir ordu göndermemişti. Kirman daha sonra oğlu Sultan Mes'ud zamanında Gazneliler tarafından zabt edilecektir.

Öte taraftan Büveyhiler'den Rey hakimi Mecdü'd-Devle b. Fahrü'd Devle ise idareyi annesi Seyyide'ye bırakmak zorunda kalmıştı. Çünkü Mecdü'd-Devle devlet işlerinden daha çok vaktini harem zevkleri ve ilimle uğraşmakla geçirmekteydi. Sultan Mahmud ise hutbe ve sikkenin adına olması ve harac göndermesi için Seyyide'ye haber yollamış, bu istekleri yerine getirilmediği takdirde savaşa hazır olmasını bildirmişti. Seyyide'nin Sultan Mahmud'a cevabı ise ilgi çekicidir: "Eğer eşim hayatta olsaydı, bu hususda Sultan böyle emir buyuruyor diyerek endişe içinde olur ne tedbir almak gerekiyor derdim. Ancak şimdi bu endişeden uzağım. Çünkü Sultan akıllı bir padişahdır ve savaş işinin sonucunun şüpheli olduğunu bilir. Eğer benimle savaşa gelir ve beni mağlup ederse, bir kadını mağlup etmeye muvaffak olduğu için bir şöhret kazanamaz. Eğer ben onu mağlup edersem, bu acı kıyamete kadar onun devleti üstünden yok olmaz". Rivayete göre bu cevabtan sonra Sultan Mahmud Rey vilayetine iltifat etmemiştir. Ancak bu hususta başka bir kaynağın ifadesi daha değişiktir. Mahmud'un hayatının son yıllarında Vezir Meymendi, Cibal bölgesi işlerine niçin daha önceden karışmadığını sormuştu. Sultan "Eğer Rey şehrini bir erkek idare etmiş olsaydı, Nişabur'da devamlı karargah kurmuş bir ordu muhafaza etmek gerekecekti. Ancak Rey'de bir kadın bulunduğu sürece Büveyhiler'den Horasan için gerçek bir tehlike mevcut değildir." demişti.

Seyyide 1028 tarihinde öldüğü zaman oğlu Mecdü'd-Devle idareyi tekrar eline aldı. Ancak o devlet idaresinde tecrübesizdi. Bu bakımdan ordusu kendisinden memnun değildi. Neticede Deylemli askerler hareketleriyle Rey sakinlerini dehşete düşürdüler, hatta Mecdü'd-Devle'yi dahi tehdit ettiler. Bu durumda Mecdü'd-Devle'nin Sultan Mahmud'dan yardım istemekten başka çaresi kalmamıştı. Diğer bir rivayete göre de, bu daveti Mecdü'd Devle'nin ordusu yapmıştı. Hangi taraftan gelirse gelsin Sultan Mahmud böyle bir fırsatı sabırsızlıkla bekliyordu. Nitekim o Hacib Ali Karib idaresinde sekizbin kişilik bir kuvveti derhal Rey üzerine göndermiş ve bu kumandanına Mecdü'd-Devle'yi tutuklamasını emretmişti. Sultan Mahmud gittikçe bozulan sağlığına rağmen kendisi de harekete geçti ve önce Cürcan'a gitti. Belki de o önce buraya gelmekle Mecdü'd-Devle'ye Selçuklular'dan ulaşması mümkün bir yardımı önlemek istiyordu. Hacib Ali Karib Mayıs 1029 tarihinde Rey şehrine geldi. Mecdü'd-Devle yanında yüz kişilik bir kuvvet olduğu halde Gazneli ordusunu karşılamaya çıktı. Hacib Ali onu ve yanındakileri tutuklayıp Gazneli ordugahına gönderdi. Sonra da Gazneli subayları yollayarak Rey şehrinin kapılarını ele geçirdi. Bu muvaffakiyet haberini alan Sultan Cürcan'dan ayrılarak 26 Mayıs 1029 tarihinde hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Rey şehrine girdi. Mecdü'd-Devle'nin Gazneli kuvvetlerini karşılamaya çıkması ve daha sonra Sultan ile arasında geçen konuşmalardan çıkarabileceğimiz sonuç Mahmud'u onun davet etmiş olmasıdır. Sultan'ın eline Rey şehrinde büyük ganimet geçti. Mecdü'd Devle ve oğlu Ebu Dulef ise hapsedilmek üzere Hindistan'a gönderildi. Ele geçen ganimetler arasında bir milyon değerinde mal, beşyüzbin dinar değerinde mücevher, altıbin elbise bulunuyordu.

Sultan Mahmud ayrıca bu bölgede dini yönden karışıklıklara sebeb olan Batınileri cezalandırdı. O Rey'de bulunduğu sırada komşu ülkeler hükümdarları itaatlerini bildirmek için onun huzuruna geldiler. Ancak genellikle .. Sallar" ismi ile meşhur olan Tarum, Zencan, Ebher, Sercihan ve Şehrizur şehirleri hakimi Müsafiri hanedanından Il. İbrahim b. Il. Merzuban bu görevi yapmamıştı. Mahmud, Il. İbrahim'i cezalandırmak için onun eski rakibi Cüstani hanedanından el-Merzuban'ı büyük bir orduyla harekete geçirdi. El-Merzuban, Müsafiriler'e ait Kazvin'i aldı ise de, Sultan Gazne'ye döndüğü zaman Il. İbrahim bu şehre tekrar sahih oldu. Mahmud, Rey ve cıvarındaki bölgenin idaresini oğlu Mes'ud'a bırakarak Nişabur'a döndü.

Mes'ud beraberinde el · Merzuban olduğu halde Il. İbrahim'e karşı harekete geçti. Il. İbrahim önce Sercihan kalesine çekildi ise de, sonra Gazneli kuvvetleri ile savaşı kabul etmek zorunda kaldı. Mes'ud, II. İbrahim'in bazı adamlarını rüşvet ile kandırarak onu esir almaya muvaffak oldu (13 Eylül 1029). II. İbrahim'in oğlu ise Gazneliler'e itaati ve yıllık vergi ödemeyi kabul etti. Mes'ud daha sonra Kakuyi hanedanından Hemedan'ı ve Ocak 1030 tarihinde de lsfahan'ı zaptederek Gazneli toprakları içine kattı. 

Sultan Mahmud bu bölgeleri ele geçirdiği sıralarda bir kervan lrak'dan Hindistan'a gidiyordu. Ancak Nih çölünde hırsızlar bu kervanı vurdular ve halkını öldürerek mallarını aldılar. Ölüler arasında yaşlı bir kadının da oğlu vardı. Yaşlı kadın bu durumdan Sultan'ın huzurunda şikayetçi oldu. Sultan Mahmud, "Bu vilayet başkentten uzaktır, korumak gerekmiyor” dedi. İhtiyar kadın ise," O zaman bakman gereken kadar vilayet zabt et. Kıyamet günü Allah'a hesab vermen gerekecek." dedi. Sultan onun bu sözünden acı duydu ve ihtiyar kadının gönlünü almak istedi. Sultan daha sonra bir tellala emir vererek "Nih çöl'ünden Hindistan'a gitmek isteyen herkesin can ve malına kefilim" diye etrafa haber verdirdi. Büyük bir kervan toplandı. Kervan halkı Sultan'dan muhafız istediler. Sultan yüz süvari ile bir gulamı bunların yanına kattı. Kervan'ın reisi Sultan'a "Eğer bu muhafız kuvveti bin kişi de olsa azdır. Kufs ve Beluc hırsızları bin kişiden fazla olarak hırsızlığa geliyorlar." dedi. Mahmud ona "Rahat ol, ben tedbirde gafil değilim." dedi. Kervan hareket etti. Sultan ise gulam'a ne şekilde bir tedbir alması gerektiğini açıklamıştı. Kervan lsfahan'a ulaştığı zaman, Sultan'ın gulamı birkaç yük meyva satın alarak bunları zehirle karıştırdı. Çölde hırsızların yakınlarda olduğu anlaşıldığı zaman, gulam bir bahaneyle bu meyvaları ortaya çıkardı. Bu sırada hırsızlar kervana yetiştiler. Muhafızlar göstermelik bir savaştan sonra kaçtılar. Bu durumda kervan halkından feryadlar yükseldi. Onlar hırsızların önünde "Mal sizin olsun, canımızı bağışlayın" diye yalvardılar. Hırsızlar onların bu güçsüz durumunu görünce kervan halkının canlarını bağışladılar. Öte taraftan hırsızlar çölde meyvayı görünce, önce bu taze ve güzel meyvaları yemekle meşgul oldular. Ancak meyvayı yemeleriyle ölmeleri bir anda oluyordu. Bir müddet sonra Gazneli muhafızlar da geri döndüler ve sağ kalan hırsızları kılıçtan geçirdiler. Gazneli muhafızlar önceden Kirman valisi Ebu Ali İlyas'a da haber vermişlerdi. O da bir ordu ile ulaştı, daha sonra hırsızların evlerine hücum ettiler ve onlardan küçük büyük herkesi öldürdüler. Böylece o yol yıllarca bu hırsızlardan temizlenmiş oldu.



Sultan Mahmud'un Afganlara Karşı Seferleri


İndus nehri ile Gazne arasındaki dağlık bölgede yaşayan Afganlar, Sultan Mahmud'un ülkesinin hudud bölgelerine zaman zaman yağma akınları yapmakta ve Horasan ile Hindistan arasındaki kervanları vurmaktaydılar. Afganlar ayrıca Kanavc seferi dönüşü (m. 1019), Sultan'ın birliklerine dağ geçitlerinde hücum etmişlerdi. Bu sebebten Sultan aynı yılın sonlarında onlara karşı bir sefer tertipledi. Bu sefer sonucunda Afganlar cezalandırıldı.

Sultan Mahmud'un daha sonra Kabil'in doğusundaki Nur ve Kirat vadilerinin putperest Afganları üzerine hücum ettiğini görüyoruz. Nur ve Kirat Kafiristan (bugünkü Nuristan)'da Lamğan'ın kuzeyindeki iki nehrin ismidir. Sultan Mahmud arslana taptıklarını öğrendiği bu bölge halkı arasında İslam dinini yaymak istiyordu. Nitekim o Mayıs 1020 tarihinde bu bölgeye yürüdü ve sarp dağlardan ordusunu geçirebilmek için yanına zanatkarlar aldı ve yollar yaptırdı. Kirat hakimi Mahmud'a itaat ve taraftarlarından büyük kısmıyla islam dinini kabul etti. Sultan ona hürmetle muamelede bulunmuş ve vassalı olarak yerinde bırakmıştı.

Nur vadisi halkı ise, Kirat vadisindekilerin aksine hareket ederek Sultan'a karşı düşmanca davrandılar. Sultan kumandanlarından Ali Karib'i o bölgeye gönderdi. Ali Karib bu bölgeyi itaat altına alarak bir kale yaptırdı ve bir Gazneli garnizonu bırakarak oradan ayrıldı. Sultan Mahmud da bu bölgenin islamlaşması için hocalar tayin ettikten sonra Gazne'ye döndü.


Sultan Mahmud ve Mekran İlişkileri


Mekran, Uman körfezinin kenarından itibaren Sind, Kirman ve Belucistan'ın bir kısmını içine alan bir ülke olup, buranın emirleri önceleri Büveyhiler'e tabi idiler. Ancak Büveyhiler'in kuvveti çökmeye yüz tuttuğu sırada Mekrin emiri Ma'din önce Sebüktegin'e, onun ölümünden sonra da Mahmud'a itaat etmişti. Ma'din 1025 yılında ölmüş ve iki oğlu İsi ve Ebu'l· Mu'asker taht için mücadeleye girişmişlerdi. Bu mücadeleyi kaybeden Ebu'l· Mu'asker ülkeyi terk ederek Sistan'a kaçmaya muvaffak oldu.

Sultan Mahmud'un Somnit seferinden dönüşünde (1026), Ebu'l·Mu'asker Gazne'ye gitti ve burada iyi karşılandı. İsi ise kardeşine yardım edileceğini anlayınca, Sultan'a bağımlı olmak zorunda kaldı. Fakat bir süre sonra 1029 yılında, Sultan Mahmud'un Selçuklular ile meşgul olduğunu gören İsi, Gazneliler'e karşı düşmanca bir tavır takınarak bağımsızlığını ilan etti. Sultan bu durumu haber aldığı zaman, İsi'nın üzerine yürümek ve tahta Ebu'l-Mu'asker'i yerleştirmek istedi ise de, ecel bunu gerçekleştirmesine müsaade etmedi.


Sultan Mahmud'un Dini Cephesi


Sultan Mahmud Sünni mezhebe bağlı idi. Ayrıca o hadis bilir, huzurunda Şafii ve Hanefi hukukçuları arasında tertip ettirdiği münazaraları dikkatle dinler ve onlara sualler sorardı. Sultan Hindistan'daki putperestlere olduğu kadar İslam ülkelerinde dini yönden kargaşalık çıkaran gruplara karşı da mücadele etmiştir. Sultan Mahmud Batıniliğe göz açtırmamasına rağmen, ülkesi içindeki Kerramiler'e gösterdiği yakınlık ile de dikkati çekmektedir. Kerramiye adını, kurucusu Ebu Abdullah Muhammed b. Kerram (ölümü 869)'dan alan bir mezhebdir. Bu mezheb bilhassa Horasan'da çok taraftar bulmuş, Sebüktegin tarafından da himaye görmüştür. Sultan Mahmud da Kerramiler'e sempati duymaktaydı ve saltanatının ilk yıllarında öteki karışıklık çıkaran grublara karşı onları bir silah olarak kullanmaktaydı. Bu devirde Nişabur'daki Kerramiler'in sayısı yirmibin kadar gösterilmekte ve bunlar Horasan'da mühim bir kuvvet oluşturmaktaydılar. Karahanlılar 1006 tarihinde Nişabur'u işgal ettikleri zaman, Kerramiler'in şehirdeki kuvvetlerinden ve bir olay çıkarmalarından korktuklarından onların reisi Ebu Bekr Muhammed b. İshak'ı gözaltına almışlardı. Fakat Ebu Bekr Muhammed Gazneli orduları yaklaşırken Karahanlılar'ın elinden kurtulmayı bilmiş ve bu sebebten Sultan Mahmud tarafından daha çok himaye görmüştü.

Fatımi halifesi el-Hakim (996-1021) tarafından Sultan'a elçilikle gönderilen Taherti adındaki dili (davet eden)nin yargılanması ve öldürülmesinde Ebu Bekr Muhammed önemli rol oynamıştı. Ayrıca bu olaydan sonra Ebu Bekr Muhammed'e geniş yetkiler verildi. Onun "Mezhebi bozuk" dedikleri idam edildi veya ağır cezalar verildi. Ancak Ebu Bekr Muhammed ve öteki Kerramiler'in bu yetkilerini kötüye kullanmaları birçok şikayetlere sebeb oldu. Öte taraftan 1013 yılı içinde hacca gitmiş ve Abbasi halifesi el · Kadir'in yakınlığını kazanmış olan Kadı Sa'id dönüşünde Gazne'ye Sultan Mahmud'un sarayına gelmişti. Burada yapılan dini bir münazarada Kadı Sa'id, Kerramiye mezhebinin sünnilik dışı fikirleri ihtiva ettiğini ortaya koydu. Bunun üzerine Ebu Bekr Muhammed, Kerrami inançlarını reddetmekle canını kurtarabildi. Bundan sonra Kerramiler Sultan Mahmud'un gözünden düştüler. Nitekim Sultan Horasan'daki valiler ve mahalli yöneticilere bu mezhebin taraflarının araştırılması ve onların cami ve minberlerden uzaklaştırılması için emir verdi. Bu mezhebe açıktan açığa taraftar olanlar cezalandırıldı.


Abbasi Halifeleri ile Münasebetler


Sultan Mahmud başlangıçta Abbasi Devleti ile iyi münasebetler içinde bulunmuş, Samaniler tarafından halife olarak tanınmamış bulunan el-Kadir Billah'ı halife tanımıştı. Kadir Billah Sultan'ın bu davranışından memnun olmuş ve ona hil'at ve hediyeler gönderdi. Yine Halife, İslam dinini yaymak için Mahmud'un putperest Hintliler'e karşı yaptığı gazaları memnunlukla izlemiş ve Mahmud'a bu gayretinden dolayı ünvanlar vermişti. Sultan buna karşılık şii inançlı Fatımi Halifeleri'ne hiç yüz vermedi. Gazneli ülkesinde Fatımi Halifesi ile haberleşen gizli bir teşkilat yakalanmış ve birçok kişi öldürülmüştü. Hatta Sultan Mahmud'a Fatımi elçisi olarak gönderilen Taherti de idam edilmişti. Bu olaydan sonra Abbasi Halifesi, Mahmud'a "Nizamü'd-Din" ve "Nasırü'l-Hakk" lakablarını verdi.

Sultan Mahmud'un Abbasi Halifesi ile arası, Karahanlılar'a ait Semerkand şehrinin fermanının kendisine verilmesini istediği zaman açıldı. Halife cevabında," Bunu yapamam ve eğer bu işi benim fermanım olmadan yapmaya kalkışırsan, bütün dünyayı sana karşı ayaklandırırım." demişti. Sultan Mahmud daimi desteklediği Abbasi Halifesi'nden böyle bir cevab alınca kızmış ve Kadir Billah'ın elçisine "Bin fil ile Bağdad'ı yok etmek isteğinde olduğunu" söylemişti. Ancak bir müddet sonra Halife'den gelen üç harfli bir mektubun tefsir edilmesiyle Mahmud bu davranışından dolayı mahcub oldu (1014). Öte taraftan Halife'den gelen mektup merasimle açıldığı zaman, içinde yalnız dua ve "elif, lam, mim" harflerinin yazılı olduğu görülmüştü. Herkes bu şekildeki bir mektuba şaşırmış ve bunun ne manaya geldiğini anlayamamıştı. Neticede Ebu Bekr Kuhistani adındaki bir bilgin bunun Kur'an'daki "Elemtere Keyfe" suresine işaret olduğunu ileri sürer. Bu surede Habeşistan hakimi Necaşi'nin Yemen valisi olan şahıs tarafından Kabe'yi yıkmak için gönderilen ve önünde "Mahmud" adını taşıyan bir fil bulunan ordunun başına gelen yok olmaya işaret vardır.

Bundan sonra Halife ile Sultan Mahmud'un arasını açacak bir olay daha olmuştu. Mekke'ye 1024 yılında gönderilen Horasan hacılarının başında Hace Emiri olarak, Nişabur'un ileri gelen ailesi Mikail oğulları'ndan Hasenek denilen Ebu Ali Hasan b. Muhammed bulunuyordu . Hasenek dönüşte çöl yolunu tehlikeli bulduğundan Fatımi bölgesi içinde olan Suriye ve Filistin yolunu takip etti. Mısır Fatımi halifesi ez - Zahir onu ve öteki hacıları hararetle karşılamış, onlara hediyeler ve hil'atler vermişti. Abbasi Halifesi, Hasenek'e hediyeler verilmesini hoş karşılamamış,• bunun Sultan Mahmud'un bir tertibi olmasından ve bir Gazneli Fatımi yakınlaşmasından şüphelenmişti. Nitekim Abbasi Halifesi bu sebeble Hasenek'in Karmati olduğunu öne sürerek idamını istedi. Mahmud bu iddiaya son derece kızmış ve saçma bulmuştu. Ancak elçilerin gidip gelmesinden sonra, Abbasi Halifesi'ni tatmin etmek için Fatımi Halifesi'nin Hasenek'e verdiği hediye ve hil'atler Bağdad'a yollandı ve halkın önünde yakıldı (1025). Bu olaya son derece canı sıkılan Sultan Mahmud" ölünceye kadar Halife'ye karşı içinde gizli bir nefret beslemiştir." Sultan belki de nefretin tesiriyle bir müddet sonra Hasanek'i vezir yaptı. Bu olay gizliden gizliye bile olsa, Halife ile Mahmud'un arasını daha da çok açacak nitelikteydi. Bütün bu olaylara rağmen sünniliğin tam bir koruyucusu olan Mahmud, daima Halife'nin ismini paralarının üstüne bastırmaya, seferlerinden sonra elde edilen ganimetten Bağdad'a hediyeler göndermeye ve fetih-namelerinde kendisini bu inancın bir savaşcısı olarak göstermeye dikkat etmişti.


Sultan Mahmud ve Hace


Irak ve Horasan'dan hacca gitmek isteyenler zaman zaman Arap çapulcuların ve Karmatiler'in yol kesmeleri sebebiyle hac görevini yerine getiremiyorlardı. Nitekim m. 1021 tarihinde Horasan ileri gelenlerinden bir grup ve bilginler Sultan Mahmud'a başvurdular ve ona "Sen Müslümanlar'ın en büyük hükümdarısın cihad hususundaki gayret ve faaliyetin herkesce bilinmektedir. Bildiğiniz gibi hac kesintiye uğradı. Bu olay ile ilgilenmek gerekir Lütfedip bu meseleyle biraz ilgilenin." dediler. Sultan Mahmud onların bu isteklerini kabul etti ve ülkesinin başkadısı Ebu Muhammed en-Nasıhi'yi Hace Emiri tayin etti. Sultan, başkadıya sadaka olanların dışında Araplar'a dağıtmak üzere otuzbin dinar verdi. Ayrıca Horasan'dan hacca gitmek isteyenlerin hazırlanmaları için tellal dolaştırdı. Hacca gitmek isteyenlerden büyük bir kalabalık toplanarak yola çıktılar. Horasanlı hacılar Feyd bölgesine ulaştıkları zaman, Araplar tarafından kuşatıldılar. Hace Emiri Ebu Muhammed onlara beşbin dinar para verdi ise de buna razı olmadılar ve hacıları tutuklamaya karar verdiler. Ancak bu sırada Semerkantlı bir gencin ok atarak reislerini öldürmesi üzerine Araplar dağıldılar. Bu suretle kurtulan Horasan hacıları hacca gidip, sağ salim ülkelerine dönmeye muvaffak oldular.


Sultan Mahmud'un Ölümü ve Şahsiyeti


Sultan Mahmud hayatının büyük bir kısmını savaş meydanlarında geçirmiş, özellikle Hindistan'a yaptığı seferler onu çok yormuş ve hastalanmasına sebeb olmuştu. O doktorların bütün tavsiyelerine rağmen bir türlü istirahat etmiyor, bir hükümdarın yapması gerekli bütün vazifeleri yerine getiriyordu. Onun hastalığı hakkında çeşitli rivayetler vardır. Tarihçiler genellikle Sultan Mahmud'un verem hastalığından öldüğünü kabul ederler. Sultan Mahmud dinlenip tedavi olacağı yerde, hareketli hayatına devam etmiş ve bu sebeble sıhhati gün geçtikçe kötüye gitmiştir. Mahmud 1029/1030 kışını Belh'de geçirdi, fakat hu şehrin havası ona hiç iyi gelmedi. O bu nedenle Gazne'ye döndü ise de (tahminen 22 Nisan 1030), iklim değişikliği de iyi bir netice vermedi. Sultan Mahmud 30 Nisan 1030 tarihinde ellidokuz yaşında iken öldü.

Türk - İslam dünyasının müstesna devlet adamlarından biri idi. Mahmud öldüğü zaman Gazneli Devleti; batıda Azerbaycan hududlarından doğuda Hindistan'ın Yukarı Ganj vadisine, Orta - Asya'da Harezm'den Hind Okyanus'u sahillerine kadar uzanan çok geniş bir sahayı kapsıyordu. O Hindistan'a yaptığı gazalar sebebiyle "gazi" lakabıyla ve "putperest Hindular'ın çekici" olarak şöhret kazanmıştı. Sultan Mahmud; Allah'dan korkan, zeki, uzak görüşlü, ihtiyatlı ve adil bir hükümdardı. Nitekim bu özellikleriyle ilgili birçok hikayeler tarih kitablarına geçmişti. Nizamü'l-Mülk'ün Siyaset - Namesi'ndeki bir hikayede geçtiği üzere, o oğlunu dahi yargılamaktan çekinmemişti. Bu hikayeye göre; "Bir tüccar, Sultan Mahmud'un zulme uğrayanlara adalet dağıttığı yere geldi, Sultan'ın oğlu Mes'ud'dan şikayet etti ve yakındı. Ey efendimiz, tüccar bir adamım. Bir müddettir burada kaldım. Kendi şehrime dönmek istediğim halde dönemiyorum. Çünkü senin oğlun Mes'ud benden altmışbin dinarlık eşya ve kumaş satın almıştır. Bu eşyanın parasını bana vermiyor. Emir Mes'ud'u benimle birlikte Kadı'ya göndermeni isterim, dedi.

Sultan Mahmud, bu sözden dolayı kızdı ve üzüldü; bunun üzerine oğlu Mes'ud'a sert bir haber gönderdi ve "Tüccarın hakkını derhal ulaştırmanı isterim; eğer bir sebep göstereceksen, çabuk kalk, kendisiyle birlikte Karar Meclisi'nde hazır ol, şeriatın gerektirdiğini yerine getirsinler" diye emretti. Tüccar, Kadı Sarayı'na gitti. Elçi Mes'ud'un yanına gelerek babasının mesajını verdi.

Mes'ud aciz kaldı, hazinedarına, "Bak bakalım hazinede nakid ne kadar altın toplanmıştır" dedi. Hazinedar gitti ve geri geldiği zaman, "Yirmibin dinardan fazla param yok" dedi. Mes'ud," O parayı alınız, tüccara götürünüz, geri kalan kırkbin dinar için üç gün süre isteyiniz ki, ödeyeyim" dedi. Yine Mes'ud elçiye ''Sultan'ın katına arzet ki, yirmibin dinarı nakid olarak bu saat ödedim, geri kalan kırkbin dinar için üç güne kadar tüccardan aman diledim . . . Sultan ne emreder diye ayakta bekliyorum" dedi. Elçi gidip geldi ve "Sultan, Yargı Meclisi'nde hazır ol veya geri kalan kırkbin dinarın tamamını tüccara teslim et. Şunu gerçekten bil ki, bu parayı tamamıyla tüccara ödemediğin ve ben onun ağzından 'Mes'ud hakkımı bana ödedi' sözünü işitmediğim sürece, benim yüzümü bir daha göremezsin, diyor' dedi. Bu durumda Mes'ud'un söz söylemeye gücü kalmadı; o her tarafa adam gönderdi ve herkesten borç istedi, ikindi namazı vakti olduğu zaman, altmışbin dinarı tüccara ulaştırmıştı. Mes'ud ve tüccar teşekkür etmek için Sultan'ın katına çıktılar. Ancak o zaman Sultan Mahmud, Mes'ud'dan razı oldu.

Bu haber dünyanın her tarafına yayılınca, tüccarlar Hıtay'dan, Çin'den ve Mısır'dan Gazne'ye doğru yola koyuldular ve bütün dünyada ne kadar zarif şeyler varsa bu şehre getirmeye başladılar".

Sultan Mahmud'un acele karar vermediği ve ihtiyatlı davrandığı hususundaki bir hikaye ise Muhammed Avfi'nin Cevamiü'l-Hikayet adlı kitabında geçmektedir. Bu hikayeye göre; "Herat şehrinde o ülkenin meşhurlarından bir bilgin ve onun güzel bir sarayı vardı. Sultan Mahmud'un Herat'a yaptığı gezilerden biri sırasında, Abdurrahman Hak o yaşlı bilginin sarayında konakladı. Abdurrahman, Sulta'ın yakın adamlarından idi. O bir gün eğlence meclisinde Sultan'a şunları söyledi, 'Benim konakladığım saray bir ihtiyarın mülküdür. Bu şahıs halk nazarında kendisini bir bilgin olarak tanıtmıştır. Orada bir halvet-hane (yalnız başına oturulup ibadetle vakit geçirilen yer) var, ihtiyar gece oraya gitmekte ve sabaha kadar dışarı çıkmamaktadır. Onun orada ne yaptığını sordum. Bütün gece namaz kıldığını söylediler. Bir gece ansızın o halvet-haneye gittim. Onu bir şarab testisini ve putu halvet - hanenin önüne koymuş ve putun önüne diz çökmüş ona hizmet ederken gördüm. O putu ve şarab testisini aldım ve karar vermesi için Sultan'ın önüne getirdim' dedi. Sultan Mahmud o anda bu sözlerden acı duydu, sonra 'O ihtiyarı hazır bulundurun, bu işte inceden inceye araştırma hususunu yerine getirelim. Ancak önce sen elini başıma koy, bütün olanları doğru söylediğine benim canım ve başım üzerine yemin et. Ondan sonra o hususta gerekli olanı yerine getirelim' dedi.

Abdurrahman Hak bu sırada söyledikleri için utanç duydu ve 'Senin can ve başın üzerine yalan söyledim' dedi. Sultan Mahmud 'Ey civanmerd Sen niçin bu zavallı hakkında böyle davrandın' dedi. Abdurrahman 'onun güzel bir sarayı vardı, ben orada konakladım. Eğer bu sözleri söylersem, padişahın din hususunda hamiyyeti vardır. Derhal onun öldürülmesini buyurur ve o sarayı bana bağışlar' dedi. Sultan sabretme kuvveti verdiği ve aceleden meydana gelecek dertlerden koruduğu için Allah'a şükürler etti, ayrıca bir daha da Abdurrahman Hak'a itibar etmedi.

Nizimü'l-Mülk'ün Siyasetname'sine göre; Sultan Mahmud güzel yüzlü ve yakışıklı değildi. Çekik yüzlü, kuru (cildli), uzun boylu, kalkık burunlu ve köse idi. Daima toprak yemesi sebebiyle kırmızı yüzlü idi O bir gün sabah erken has odasında namaz seccadesinde oturmuş, namaz kılmış, önüne ayna ve tarak koymuş, ayetler okuyor ve dua ediyordu ki, veziri Ahmed b. Hasan odanın kapısından içeri girdi . . . . (Sultan) aynayı yüzüne tuttu, kendi yüzünü gördü, gülümsedi. Ahmed b. Hasan'a, "bu zaman (da) gönlümden ve hatırımdan ne geçtiğini biliyor musun?" dedi.

Vezir - "Efendimiz daha iyi bilir" dedi.

Sultan · "Yüzümün güzel olmamasından (dolayı) halkın beni sevmemesinden korkuyorum. Halk, padişah adetince, güzel yüzü sever" dedi.

Vezir • "Ey efendimiz, halkın seni sevmesi için bir iş yap . . . " dedi.

Sultan · "Ne yapayım?" diye sordu.

Vezir · "Altunu düşman bil ki, cümle alem seni dost edinsin" dedi. Mahmud'un bu söz hoşuna gitti, "Bu sözün altında bir fayda vardır" dedi. Sonra Mahmud o zaman ata ve ihsan elini açtı. Neticede bütün dünya onu sevdi ve onun övücüsü oldu.

Tarihçi İbnü'l-Esir'e göre, Sultan Mahmud orta boylu, yakışıklı bir insandı. Güzel bir siması vardı, küçük gözlü, kızıl saçlıydı. Halkına çok iyi davranır, onlara şefkatle muamele ederdi. Tenkid edilecek yegane tarafı çeşitli yollarla halkın mallarını almaya kalkışmasıydı.

Sultan Mahmud adam öldürtmekten çekinmiş, esir aldığı birçok hükümdarı hapsetmekle yetinmiştir. O özel hayatında guy (bir çeşit top oyunu) oynamayı sever, sık sık ava gider ve eğlence meclisleri tertip ederdi. Sultan aynı zamanda gösterişe meraklı idi. Nitekim pek debdebeli bir şekilde sürdürdüğü saray hayatının ihtişam ve büyüklüğünü yabancı devlet elçileri geldiği zaman göstermekten geri kalmaz, bu maksadla resmi geçitler ve ziyafetler tertip eder, misafirlere zengin hediyeler verirdi.




GAZNELİLER DEVLETi TARiHi

Prof. Dr. ERDOĞAN MERÇİL

25 Ocak 2024 Perşembe

Kütahya

 


KUZEY VE BATI AVRUPA DİNLERİ

 


Cermenlerin dini - Keltlerin dini




Hristiyanlığın gelişinden önceki Avrupa'da incelenmesi gereken dinler, Kuzey Avrupada bulunanlar ve özellikle Cermenlerin dinidir; Batı Avrupadaki din, Keltlerin ve özellikle Galyalıların dinidir; Kuzey Avrupa'daki dinler ise kavimlerin kimi kez klasik antik çağ Aryaları adı altında gruplandırıldıklarını da görmekteyiz.

Cermen aslından olan kavimler, genel olarak, Kuzey Cermenleri (yani İzlandalılar, Norveçliler, Danimarkalılar), Batı Cermenleri (Anglo-Saksonlar) ve Güney Cermenleri (Saksonlar, Almanlar vd.) diye ayırdedilir.

Bu kavimlerin dinsel inançları arasında ayrıntı sayılabilecek kimi ayrılıklar vardır ki incelemelerimiz sırasında biz, bunlar üzerinde duracak değiliz. 

Bu dinleri tanıma olanağını bize veren belgeler bir ölçüde daha sonraki çağlarda yazılmıştır. Bunlar Caesar (M.Ö. 101-44) ve Tacitus (M.S. 55- 120) un yapıtları; Hristiyanlık çağında yazılmış olmakla birlikte bize eski efsaneler hakkında bilgi veren Saga ve Edda gibi destanlar, din değiştirmek arzusundaki Cermenlere Hristiyan rahiplerinin yöneltmeleri gereken soruları içeren Çile kitapları ve son olarak halk arasında yayılmış olup içlerinde uzak bir geçmişin yaşamakta olduğu efsanelerdir. Özellikle mezarlarda, örneğin Sakson krallarının yatmakta oldukları tümülüs'Ierde yapılan kazı ve araştırmalar da birtakım ilgi çeken adetlerin ortaya çıkarılmasına yardım etmektedir.

Cermenlerin eski dinlerinde kutsal ağaçlar büyük bir rol oynamaktaydılar: Upsala yakınındaki Yggradsill adlı kozmik ağaca dünyanın sütunu denmekteydi; Saksonlardaki İrminsul adlı ağaç da evreni destekler sayılıyordu.

Birtakım kutsal hayvanlar kimi tanrılara, bu arada ala karga Odin'e (Wotan'a) adanmıştı. Falcılıkta kullanılan atlar vardı. Bayrakların Üzerlerinde yabandomuzu, yılan tasvirleri bulunurdu. Erkeklerin ya da kadınların kurt ya da ayı kılığına girip büyücülük yaptıklarına inanılıyordu. Kendi malları, mülkleri olmayan, fakat başkalarının mal -mülküyle karılarını kullanan ve bersekir diye adlandırılan delikanlı grupları yarı-insan, yarı-kurt ya da ayı kılığındaki yabani hayvan-savaşçılar' dı.

Kilise makamları din değiştirip Hristiyanlığa geçenlerin at eti yemek gibi "iğrenç ve tiksindirici bir suç" işlemelerini yasak etmişlerdi: Bu herhalde putataparların Totemik kökten gelme birtakım kurban şölenlerinde dinsel yöntemlere uyarak at eti yemelerinden ileri geliyordu.

Animizm doğayı birtakım ruhlarla doldurmaktaydı ve bunlar, döl bereketini sağlayan erkekli kadınlı Yan'lar, ışıklar içinde danseden, ya da evde erkeğe yardım eden Elfler; Troll diye adlandırılan cüceler; sularda da, bazen ölümlüleri uçurumlara doğru çeken Niksler (su perileri); çoğu zaman aptal olan devler; çoğu zaman açgöz olan cücelerdir. Yggradsill adlı kozmik ağacın altında da, yazgıların bekçisi olan üç Nornlar (bakireler) oturmaktaydılar.

Animizmin karşılığı alışılmış büyücülüktü. İlk yazı harfleri olan nul'lar, başlangıçta, büyücülükte, tılsımların üzerlerinde kullanıldı. Türkü (ned) ise ilkin bir sihirbazlık aracıydı. Kimi kadınlar sihirbazlık, kehanet bakımlarından özel hassalara sahip sayılıyorlardı ve adlarına büyücü, sihirbaz deniyordu.

Salomon Reinach'ın "Orpheus" adlı yapıtında yazdığına göre: "Cermenler Hristiyan dinine girdikten sonra da büyücüleri, sihirbazları dinlemeyi sürdürdüler; fakat Engizisyon kendilerine, büyücüleri yakmayı öğretti. Alman "dominicain" rahipleri büyücüler aleyhinde iğrenç bir kitap yazdılar. Papa VIII. İnnocentus bir buyruk yayınlayarak büyücülerin büyük bir güce sahip olduklarını resmen açıkladı. Bunun üzerine iki yüzyıl boyunca korkunç bir öldürme işi başladı, bu nedenle de yüz bini aşkın suçsuz İnsan diri diri yakıldı."


Cermenler ölülerin ruhlarının yaşadıklarına İnanırlardı: Ölüler ya Hel ülkesinde, ya uzak bir bölgede, ya da havalarda yaşarlardı. Özellikle güz sonunda, fırtınaların rüzgarlarınca sürüklenerek, dünyanın üzerinden geçerlerdi.

Yine Salomon Reinach'a göre: "O zaman bir takım ayinler, törenler yaparak ruhları yatıştırmak gerekiyordu. Kilise de Ölüler Günü 'nü bu tarihe raslatarak bu yöntemleri Hristiyanlaştırdı ... Sonra bu nedenle hayvan postları giyilerek birtakım maskaralıklar yapılmasını yasak etti ki bu da totemizmden kalma bir adetti."

Savaş alanında ölen savaşçılar Walhalla'ya (ya da Walhöll'e) giderlerdi. Orada hiç bitmeyen bir bal şerbeti içerler, bir yabandomuzunun etini yerlerdi. Bu hayvan her gün yenildiği halde her akşam yeniden doğardı. Sonra da savaşçılar sırf keyif için, dövüşmek üzere dışarıya çıkarlardı.

Cermenlerde en eski tanrı, adına bazen Nerthus da denen, Toprak-Ana olmuştur. Tacitus bu tanrıça onuruna kutlanan, toprak bayramının ilgi çeken bir anlatımını yapmaktadır; bu metin, Cermen dünyasında bolluk ve bereket dileğinde bulunmak üzere yapılan ayin ve dualar hakkındaki en eski belge sayılmaktadır.

Kimi yorumculara göre Nerthus ile Freyr (Sevgili) aynı tanrılardır: Freya aşk, güzellik, bolluk ve bereket tanrısıydı. Onun kardeşi ve sevgilisi de Freyr idi. Georges Dumczil'in yazdığına göre: "Freyr'ın çevresinde bir barış mistiği, mitologyası vardır: Eşsiz bir barıştır bu, gerçek bir altın çağdır ve Cermen ruhunun en içten emellerinden birinin ifadesi olduğu kesindir.

Aynı yazar, kimi saga'larla XII. yüzyılın Danimarkalı yazarı Saxo Grammatieus'un Freyr'ı insanlaştırarak onu barışçı bir kral biçimine soktuklarını ileri sürmektedir. Saxo, Freyr'ı büyük Roma barışçısı Augustus'un çağdaşı sanmaktaydı. Roma İmparatorlarının Pax Romana'sına (Roma barışı) koşut olarak, Danimarkalı bilgin de bir Pax Germenica (Cermen barışı) düşlemektedir ki bu, tarihin en heyecan verici düşlerinden biridir.

Yıldızlara, güneşe, aya da tapınılmaktaydı. Ay Holle, ya da Holde, ya da Holda adlı tanrıça idi ve Romalıların Dianası ile eş tutulmaktaydı. İyicil anlamına gelen bu ad ona biraz da kendi asıl kimliğini yumuşatmak, güzelleştirmek için verilmiştir: Çünkü Holle büyücülerin kraliçesi sayılmaktaydı, geceleri kadın iblislerle birlikte ata binip yola çıkar, vaftiz edilmeksizin ölen çocukların ruhlarını da alıp götürürdü.

Tacitus en büyük üç tanrının Roma Tanrıları arasındaki karşılıklarını bulmuştur. Odin (ya da Odhinn, ya da Wotan) ın karşılığı Mercurius; Tiyu (ya da Ty) nun karşılığı Mars; Thor (ya da Thorr, ya da Donnar) un karşılığı Jüpiter'di.

Odin esasında bir rahip-kral, ya da bir büyücü-kraldır; ruh harflerini bulan odur. Aynı zamanda rüzgar (Wind) dolayısıyla ölüler tanrısıdır, savaşta ölen kahramanları Walkyrie'lere teslim edip Walhalla'ya gönderir. Kendisi büyücülüğe başvurmayı yeğlediğinden savaşmaz, ama yine de savaşçıların tanrısıdır. Nitekim VIII. yüzyılda Groenland'ı sömürgeleştiren, Amerika'yı keşfeden, Rus İmparatorluğunu kuran o yiğit Viking'lerin tanrısı da oydu. Onun oğlu Tiyu ise savaş tanrısıdır.

Thor ya da Donnar gökgürültüsü ve yağmur tanrısı dolayısıyla da köylüleri seven bir tanrıdır. Bu tanrıları, ilk üç Hindu kastının karşılığı olan "sınıf tanrıları" saymak olasıdır. Odin büyücü- rahiplerin; Tiyu savaşçılar; Thor rençberlerin tanrısıdır. Bununla birlikte Thor aynı zamanda haşin bir tanrı, korkunç bir savaşçıdır, elindeki taştan yapılmış tanrısal çekici ile canavarları öldürür.

Bu tanrılarla ilgili birçok şiirsel efsaneler vardır. Bunların en ünlüsü, Balder efsanesidir ki bu hem Siegfried'i, hem İsa'yı anımsatan bir kişiliktir. Odin'in oğullarının en güzeli olan Balder, hain Loki'nin kurbanı olarak ölür. Cehenneme iner. Bunun üzerine devler tanrılara saldırıp bunları öldürürler. Ama bu tanrıların akşamı' ndan sonra gizemli bir güç, düzeni yeniden kurar, Balder'le tanrılar dirilirler, Evrensel bir mutluluk çağı başlar ...

Tanrılara kurban kesilerek, bu arada bazen insanlar da kurban edilerek tapınılmaktaydı. Bu işi rahipler yönetiyorlardı. Caesar "Galya Savaşı" adlı yapıtının çok tartışma konusu olmuş bir yerinde Cermenlerin Galyalılar gibi "Druide'lere sahip olmadıklarını", onlardan bu noktada ayrıldıklarını ileri sürmektedir. Dumezil'in yazdığı gibi "Cermen toplumları derin bir bilgiye sahip, karmaşık birtakım ayin ve duaları uygulatan ruhani bir sınıf, bir tarikat tarafından yönetiliyorlardı, böyle bir sınıfın başkanlığı altında değillerdi ...

Toplumun başında kutsal işleri yürüten, karmaşık bir geleneğin sürdürülmesini inancı altına alan özerk ve güçlü bir yönetim yoktu." Zaten bazı kimseler de eski Cermanya'da sonradan "tarihöncesi bir reform'la" yokedilmiş "gözle görülen bir kilise" bulunup bulunmadığını soruşturmaktan kendilerini alamamışlardır.

Başlıca rahip kraldı, egemenliği de kökünü büyücülükten ve dinden almaktaydı; kral büyücülükte yeterlik göstermedi mi öldürülebilirdi. Yine Dumezil'e göre "Cermenler iki ilke, iki tip arasında bocalamaktaydılar: Bir yanda kanın, öbür yanda kol gücünün erdemi, bir yanda kalıtım yoluyla başa geçen önder, öbür yanda kahraman, bir yanda büyücü-yönetici öbür yanda fatih-önder vardı."

İşte, antik çağdaki Cermen dini böyleydi; buna karşı birçok çabalara girişmiş olan Hristiyan Kilisesi sonunda bu dini ezdi, "put" ları kırdı, kutsal ağaçları devirdi, eski tapınakların yerlerine de kiliseler yaptırdı.

Bununla birlikte bu din, çeşitli biçimler altında yine de yaşamaktadır. Haftanın günlerinin İngilizce ve Almanca adları, eski tanrıları anımsatmaktadır. Bazı halk şenliklerinde onlar anılmaktadır. Wagner'in soylu dramları, bu tanrıların yapıp ettikleriyle ilgili öyküleri serbestçe değiştirmekle birlikte, onları yine de göklere çıkarmaktadır. Hatta bir ara birtakım koyu Nasyonal -Sosyalistler (Nazi'ler) çokça uluslararası buldukları Hristiyanlığın yerine eski Cermen dinini diriltip geçirmek istiyorlardı.

Cermenlerin güzel masalları yeniden ve tam anlamıyla birer efsane haline gelmişlerdir. Çünkü bunlar, hepsi de kutsal nitelikte olan kişisel ve ortak davranışları haklı göstermekte, desteklemekte, hatta bu gibi davranışlara neden olmaktadırlar.

Hristiyanlık çağından birkaç yüzyıl önce, belki Danimarka adalarından ve Kuzey Almanya'nın basık ovalarından gelmiş olan Keltler Avrupanın her yanına yayılmışlardı. Bunlar arasında Britanya Adaları ve özellikle İrlanda Keltleriyle Galya Keltlerini sayabiliriz: Keltler buralarda Likürler grubu içindeki daha eski halk topluluklarına egemen olup bunlara karışmışlar ve belki de bunların inançlarından çoğunu benimsemişlerdir.


Keltlerin yazılı olmaktan çok sözlü olan dinsel edebiyatlarından hiçbir şey kalmış değildir. Onların inançlarını Caesar ve Tacitus gibi Latin yazarlarından; en eski elyazmaları XI. yüzyıldan kalma olan, fakat çok daha eski rivayet ve gelenekleri de korumakta bulunan İrlanda edebiyatından; yorumlanması şart olan bir takım halk efsanelerinden tanıyoruz. Ayrıca özellikle Bretanya'da pek bol olan çok eski taş anıtların da neler olduklarını anlamaya çalışmak yerinde olur. Bunlar ham taştan mezarlar (dolmen'ler); ya birbirinden ayrı (mehri'ler) ya da uzun diziler halinde sıralanmış taşlardır.

Bir Yunan yazarı meşe ağacında Galyalıların en büyük tanrısını Galya Zeus'unu görmekteydi. Biraz aşırı olan bu formül, herhalde bu kutsal ağaca gösterilen büyük saygıyı anlatmaktadır. Gallerin rahipleri olan Dmide'ler, beyaz urbalar giymiş oldukları halde, altından yapılmış bir bağ bıçağı ile bodur meşelerin gövdelerinde biten ökse otunu kesip beyaz bir bezin içine sarıyorlardı. Ökse otu "her derde deva bir ilaç" sayılmaktaydı.

Galyalıların "büyülü hayvanlar topluluğu"nda çok sayıda kutsal hayvanlar vardı ki kimi kabileler bunların adlarını taşıyorlardı: Taurisciler boğaya, Brannoviceler kargaya bağlıydılar. Bazı kentler de öyleydi: Lugdunum, söylentiye göre, karga tepesiydi. Bayrakların üzerlerinde bir yaban domuzu tasviri vardı. Paris'teki Notre -Dame kilisesinin yerinde, üzerinde bir boğa ile üç turna kuşunun tasviri görülen bir mihrap bulunmuştur. Tavşan, falda da kullanılan bir hayvandı. Horoz daha o zamandan yıldırımı uzaklaştırmaya yarıyordu, nitekim şimdi de çan kulelerinin tepesinde aynı işi yapmaktadır.

Armasında ayı bulunduğu için Ayı kenti olan Bern'de Hristiyanlık çağının başlangıcından kalma bronzdan bir grup bulunmuştur: Grupta, iri bir ayının yanında Keltçe adı Artio olan bir tanrıça vardır (Bu Keltçe ad, ayının Yunanca adı olan Arktos'a pek yakındır); ayı ile arkadaşlık ettiğine göre bu tanrıça da herhalde ilkin bir ayı-tanrıça, kutsal bir ayıydı. Bern kentinde hala birçok ayı beslenmektedir. Bu olayları özellikle incelemiş olan Salomon Reinach bu adette "Totemizmin Avrupa ülkelerindeki kalıntılarının bir örneğini" görmektedir.


Yiyeceklerle ilgili bir takım tabular da Totemizmden gelmekteydi. Keltler at eti yemezlerdi. Büyük Plinius'a göre ökse otu rahipler tarafından yukarıda anlattığımız gibi toplandıktan sonra iki beyaz boğa kurban edilerek kutsal bir şölen düzenlenirdi. Galya'da ayrıca başka tabulara da saygı gösterilirdi: Düşmandan alınan ganimetlere el sürmek yasaktı. Bir de büyüklük tabu'su vardı ki buna göre bir çocuğun, silahlarını kuşanmış olan babasına yaklaşması yasaktı. Bu konuda Samuel Reinach şöyle diyor:

"Bu yüzden delikanlılar yabancı ailelerin ya da Druide'lerin yanında büyütülüyordu; bu acayip adet İrlanda'da uzun zaman süregelmiştir ve Fransa ve İngiltere'deki yatılı okul yönteminin bu adetten kalma olduğunu sanmak mümkündür."

Likürler zamanından beri kutsal yerler vardı: Pınarlar, dağlar, ormanlar gibi. Görünüşe göre kromlekler ve sırataşlar, dinsel bir takım işlemlerin yapıldıkları yerleri göstermekte ya da sınırlamaktadırlar.

Dolmenler herhalde aristokrasiye özgü mezarlar olsa gerekti. Bunların içinde bulunan lüks ya da her gün kullanılan eşya, ölülerin sonradan da yaşadıklarına inanıldığını gösteriyordu. Mehri'ler ise bir atanın ruhunun ya da tanrısal bir varlığın konutu, bir mezarın taşlarıydı.

Druide'ler ruhun yaşadığına inanıyorlardı: Kimi metinlere göre, bunlar ruhgöçünü kabul etmekteydiler; başka bir takım metinlere göre ise ruhların batıya doğru göçtüklerine, uzak ve mutlu adalarda yaşadıklarına inanmaktadırlar.

Camille Jullian bu konuda diyor ki: "Ölülerin karada çok uzun bir yolculuk yapmalarını önlemek için, belki de dolmenler çağının insanları ölülerini, aşılması gereken bu denizin hemen kıyısına gömmekteydiler. Bugünkü Bretanya'yı oluşturan eski Galya ülkesine "ölüler diyarı" denmesi bu olayla da açıklanabilir."

Gallerin yiğitliklerini, ölümden korkmayışlarını, öte dünyada yaşamayı sürdüreceklerine emin oluşlarıyla açıklayanlar olmuştur.

Keltler Toprak Ana'ya tapınışı herhalde Likürlerden almış olmalıydılar. Adlarına Latincede Matres ya da Matronae denen Ana Tanrı'ları çoğu zaman üçlü gruplar halinde toplanmaktaydılar ve yerli Kara Bakirelerin de bunların kalıntıları olmaları olasıdır. Caesar Gallerin beş büyük tanrısını Roma tanrılarına benzetmektedir. Dumezil'e göre, "kimi Druide'lerin dostu olan" Caesar, onları "çok güzel bir şekilde" tarif etmiştir.

Büyük tanrı, Teutates'tir; Site'nin tanrısı, "kamu tanrısı"dır: Caesar bunu sanatların yaratıcısı, yasaların babası, halkın öğretmeni olan Mercurius'a benzetmektedir. - Ondan sonra bir Jüpiter gelmektedir ki bu, gökgürültüsü tanrısı olan Taranis'tir, göklere o egemendir. Bir de savaşları yöneten Galyalı Marsa vardır. Bir Apollon hastalıkları kovmaktadır. Bir Minerva da insanlara zanaatları öğretmektedir. - Caesar tanrıları böylece sosyal kıstaslarla tarif etmiştir: Mucit'lerin, Druide'lerin, savaşçıların, hekimlerin, işçilerin de birer tanrısı vardı. Dumezil'e göre Mercuris'un en başta gelmesi, "eski Kelt aleminde zanaat ve tekniğin geniş ölçüde gelişmesinden, mükemmel olmasından, büyük saygınlık görmesinden" olsa gerekti.

Galya'da olduğu gibi Britanya adalarında dinin özgün yanı, ulusal bir rahiplik kurumunun bir Dmide'ler (Çok Bilgililer) sınıfının kurulmuş bulunmasıydı. Bunlar toplumun en aydın ve seçkin kişileri arasından toplanıyordu. Geleceğin Druide'i tıpkı Hindistan'daki Brahman, Roma'daki müstakbel Flamine (rahip) gibi, uzun uzun okuyup öğreniyor; bazen bu yirmi yıl kadar sürüyordu. Kutsal ve dinsel öğrenim sözlü olduğundan, bu çömezlik dönemi için çok güçlü bir belleğe gereksinim vardı. Sihirbazlık, büyücülük yöntemlerini, kutsal terim ve deyimleri efsanelerle tapınma yol ve yöntemini, falcılık ve yıldız falcılığını öğrenmek gerekiyordu.

Kurban kesmek ancak Druide'lerin tekelindeydi, bu kurbanlar tanrıların beslenmesine yarıyordu. Druide'lerin insan da kurban ettikleri söylentisi vardır ama bunların adi suçtan ötürü mahkum olmuş kimselerin idamı şeklinde olması da olasıdır. Druide'ler ökse otu toplamaktaydılar. Belki de güçlerin ayrılmasından önce yargıç niteliğiyle özel kişiler ve topluluklar arasındaki davaları yargılıyor, siteleri yönetiyor olmalılardı. Belirli günlerde, galiba Orleans yakınındaki bir ormanda toplanarak başkanlarını seçiyorlar, ne yönde bir politika güdeceklerini saptıyorlardı.

Başlıca görevleri gençliği eğitmekti: Soylu delikanlıların hepsini onlar yetiştiriyorlardı. Ahlak kurallarını şu ilke ile açıkladıkları söylenir: "Tanrılara saygı göster, kötülük etme, yiğit ol."

Yiğitliğin büyük değerine olan inanç ve ruhlarla dolu, şiirsel bir doğa duygusu, Cermen ve Kelt dinlerinin uygarlığa bellibaşlı armağanları sayılabilir.

Katolik kilisesi Keltlerin, hatta Likörlerin eski dinsel yöntem ve  inançlarını tam olarak yoketme işini başaramamıştır. Menhir'leri yıkamadığından, bazen bunların üzerine bir haç dikmiştir.

Camille Jullian'ın dediği gibi: "Ancak köylerle kentler hastalıkları iyileştiren, hasadı koruyan kendi yerli azizlerinin mezarlarına sahip olduktan sonradır ki Hristiyanlık halk yığınlarına yayılabilmiş, halkın tuttuğu bir inanç haline gelmiştir."

Fransa'nın kimi köylük bölgelerinde putataparlık döneminin birçok başka kalıntılarına raslanmaktadır ki bataklıklarda, mezarlıklarda görülen buharlı alevlere, kurt kılığına girmiş büyücülere, bazı pınarlarla meşe gibi bazı ağaçların kutsallıklarına, St. Jean gecesi yakılan ateşlere olan inanç bu aradadır. Samuel Reinach'ın dediği gibi: "Eski Galya'nın çokşeytancılığı Fransız toprağının pek derinlerine kök salmış olduğundan, hala çok canlıdır."




Felicien Challaye dinler tarihi

Çeviren: Samih Tiryakioğlu

24 Ocak 2024 Çarşamba

GAZNELİLER DEVLETİ-1

 GAZNELİLER DEVLETİ'NİN KURULUŞ DEVRİ


XI. yüzyılın ilk yarısının büyük Müslüman - Türk devletlerinden birisi olan Gazneliler'in, kuruluşu sırasında Samaniler (819-1005) ile müşterek bir kaderi mevcuttu ve bu devletin içinden çıkmıştı. Devlete adını vermiş olan Gazne şehri, her ne kadar Samani toprakları içinde değilse de, sonradan geliştikleri saha bu devletin mirası üzerinde bulunmaktaydı. Gazne bugün Afganistan Devleti hududları içinde olup, başkent Kabil'in güney batısındadır. Denizden yüksekliği 2220 metredir ve müstahkem bir şehirdir. Ayrıca Hindistan'a giden tek yol üzerinde olduğu için stratejik bakımından önemi büyüktür. Bu şehre hakim oluş Gazneliler tarihine yön vermiş, Hind topluluklarında İslamı kökleştirmek görevi de bu sülaleye düşmüştür. Bu devlete "Sebükteginliler" denildiği gibi, Sultan Mahmud'un lakabı Yeminü'd - Devle'den dolayı "Yeminiler" adı ile de meşhurdu.

X. yüzyılda Maveraünnehir ve Horasan, merkezi Buhara olan Samani Devleti tarafından idare edilmekteydi. Bu devletin emirleri kendi soylarını Sasani kahramanı Behram Cubin'e kadar çıkaran Soğd menşeli mahalli bir hanedan olup, ailenin kurucusu, Siman - Huda adında Belh bölgesinden bir dihkan (mahalli toprak sahibi) idi. Türkler, Arap istilası sırasında esasen Horasan ve Maveraünnehir'de bulunuyorlardı ve Araplar'ın gelişinden sonra da bu bölgelerde yaşayışlarına devam ettiler. Ayrıca Türkler Abbasi hilafeti zamanından (749-1258) itibaren, bu devlette olduğu gibi, öteki devletlerin ordusunda ve idari kademelerinde görev almışlardı. Nitekim daha kuruluş devresinden itibaren Samaniler'in hüküm sürdüğü bölgelerde Türk şehirleri ve nüfusu bulunmaktaydı. 819 yılında Semerkand valisi olarak tayin edilen Nuh b. Esed'in arazisi içinde Türk şehirleri vardı. Yine Samaniler'den Yahya'ya düşen Şaş şehrinin halkı ise, Oğuzlar ve Halaçlar'a mensup müslüman Türkler idi. Tabiatıyla Samaniler de öteki devletler gibi yaparak Türkleri ordularına aldılar, onlara çeşitli askeri görevler ve devlet hizmetinde yer verdiler. Bu şekilde görev alan Taş, Begtüzün, Fükü'l-Hassa, Horasan valiliği yapan ve Kuhistin'ı elinde bulunduran Simcuriler gibi Türk kumandan ve aileler yavaş yavaş önemli mevkilere yükselerek Samani Devleti'nin kaderine hakim olmuşlardı.


Alptegin ve Gazne Şehrini Ele Geçirmesi


İşte bu Türk kumandanlarından birisi de Gazne Devleti'ni kuracak olan Alptegin'dir. Alptegin tahminen miladi 880-881 yıllarında doğmuştur. O, Samani emiri Ahmed b. İsmail (907-914)'e köle (gulam) olarak satılmış ve onun hassa askerleri arasına dahil edilmiştir. Alptegin," son derece itimada şayan, vefalı, rey ve tedbir sahibi, emri altındaki askerleri seven, civanmerd, tuzu ve ekmeği bol, Allah korkusu olan birisi idi". Netice olarak o Samaniler'in takdir ettikleri bütün vasıflara sahipti. Bu sebeble yavaş yavaş temayüz eden Alptegin'i Emir Nasr b. Ahmed (914-943) azat etti. Daha sonra Samaniler'in başına geçen Nuh b. Nasr (943-954), ona bazı birliklerin kumandasını vermişti. Bundan sonra Alptegin'in mevkiinin hacibü'l-hüccablığa (bütün saray idaresinin başı) yükseldiğini görüyoruz. Nuh'un ölümünden sonra Samani emiri olan genç yaştaki oğlu Abdülmelik (954-961) üzerinde onun büyük nüfuzu vardı. Artık bu devrede Alptegin, Samani siyasetinde aktif bir rol almağa başlamıştı. Öte taraftan Horasan sipehsaları (Horasan ordusu kumandanı) Ebu Sa'id Bekr b. Malik maiyyetindekilere kötü davranmış ve onların ihtiyaçlarını tam olarak karşılamamıştı. Bu sebeble memnun olmayanlar Bekr b. Malik'e kin bağlayarak Buhara'ya döndüler ve Emir Abdülmelik'e bu durumdan şikayetçi oldular. Bekr b. Malik Aralık 956 tarihinde Buhara'ya çağrılarak öldürüldü. Onun öldürülmesinde Alptegin önemli bir rol oynamıştı. Horasan sipehsalarlığına ise Ebu Mansur Muhammed b. Abdürrezak tayin edildi.

Bu olaydan sonra Emir Ahdülmelik'e her istediğini yaptırabilen Alptegin, bu sırada vezir olan Ebu Mansur Yusuf b. İshak'ın devlet işlerini kötü idare ettiğini ileri sürdü. Emir Abdülmelik veziri azletti ve onun yerine Ebu Muhammed el-Bel'ami'yi bu göreve tayin etti. Bel'ami, İslam tarihçisi ve müfessiri Taberi (839-923)'nin meşhur tarihi eseri Tarih el· Vmem ve'l-Müluk'u Farsçaya çeviren zattır. Bu tercüme yeni Farsçanın bilinen en eski tarihi eseridir. Bu sebebten Bel'ami tarihçiler yönünden de meşhur bir şahsiyettir. Ancak vezirliğe Bel'ami'nin tayininden sonra Emir Abdülmelik'in, ilerde Alptegin'den gelebilecek tehlikeleri sezdiği ve ona karşı davranışının değiştiği anlaşılıyor. Alptegin bu durumu hissetmiş ve Emir'in meclislerine az gitmeye başlamıştır. Nitekim Abdülmelik, onu başkentten uzaklaştırmak maksadıyla, Belh eyaleti amilliğine (amil; vergi tahsil eden memur) gitmesini emr etti. Alptegin ise hacibü'l-hüccahlıktan sonra, daha aşağı rütbedeki bir görevi kabul etmeyerek, amil olamayacağını ileri sürdü. Emir Abdülmelik kendi teklifinin red edilmesi karşısında onu devletin en yüksek askeri mevkii olan Horasan sipehsalarlığına tayin etmeye mecbur kaldı. Fakat Alptegin'in yerine hacib olarak yine onun bir kölesi (gulamı) getirilmişti. Böylece onun saraydaki nüfuzu devam ediyordu. Alptegin 10 Şubat 961 tarihinde Nişabur'a gelerek yeni görevine başladı. Alptegin saraydaki nüfuzu sebebiyle devlet merkezinde yapılan işlerden haberdar idi. Ayrıca o, Vezir Bel'ami ile devlet işlerini yürütmede beraberce hareket etmek hususunda anlaşmıştı. Bel'ami vezirliğe Alptegin sayesinde getirilmiş olduğundan bu anlaşmaya tam manasıyla uyduğu anlaşılıyor.

Alptegin yeni görevine başladıktan bir müddet sonra Emir Abdülmelik attan düşerek öldü (Kasım 961). Vezir Bel'ami derhal Alptegin'e bir mektup yazarak durumu bildirdi ve Samani tahtı için en uygun adayın kim olduğunu sordu. Alptegin Abdülmelik"in oğullarından birisinin tahta geçirilmesini tavsiye etti. Bel'ami buna uyarak Abdülmelik'in oğlu Nasr'ı tahta oturttu ise de, o ancak bir gün emir olarak kalabildi. Bu sırada Samint sarayında Alptegin'in hakimiyetinden ve her işe müdahale eden elinden kurtulmaya karar veren yeni bir grup ortaya çıkmıştı. Nitekim Samani hanedan mensupları ve ordu Mansur II. Nuh'a sadakat yemini yaparak tahta geçirdiler. Alptegin ise kendi adayını zorla tahta çıkarmaya karar verdi. Bu maksatla da Ebu Mansur Muhammed b. Abdürrezak'a bir elçi göndererek, onu Horasan'a kendi yerine bırakacağını ve ittifak yapmak istediğini haber verdi. Fakat aradaki fesadcılar da Mansur lI. Nuh'a, "Alptegin'i öldürmedikçe, padişahlıkta müstakil olamazsın, fermanın yürümez: Elli yıldır Horasan'a o padişahlık ediyor, servet ve zenginlik yığıyor; askerler, hep onun sözüne kulak veriyorlar. Onu yakalarsan, senin hazinelerin dolar, gönlün huzura kavuşur" demekteydiler. Bu sözler Emir Mansur b. Nuh'un harekete geçmesine sebep oldu. Nitekim Alptegin'in elçisi Ebu Mansur 1. Abdürrezzak'ın yanında iken Samani başkenti Buhara'dan gelen bir mektup Alptegin'in görevden azlini ve yerine Ebu Mansur'un tayinini bildirmekteydi. Ayrıca bu mektubda Ebu Mansur'a Alptegin'i Ceyhun nehrinden geçirmemesi ve icabında savaşması emrediliyordu. Alptegin Aralık 961 tarihinde Nişabur'dan ayrılarak Buhara üzerine yürüdü. Ebu Mansur b. Abdürrezak, Alptegin'in peşinden kuvvet gönderdi. Alptegin'in Buhara'da kendisine karşı koyabilecek kuvveti hazırlıksız yakalamak için hızlı hareket ettiği anlaşılıyor. O Ceyhun kenarına ulaştığı sırada, Buhara'dan Alptegin'in bir gasıb (bir şeyi zor veya hile ile alan) olduğu hakkında emrindeki bazı subaylarına mektublar geldi. Alptegin bunları görünce, ordusunun içinde de kendisine karşı bir hareket olabileceğini sezdi. Bu sebebten Buhara üzerine yürümekten vazgeçerek kendi has gulamları ile Belh'e çekilerek bu şehri aldı. Alptegin bu sırada emrindekilere, " ... Eğer bundan sonra yiyeceğim bir ekmek varsa, geri kalan ömrümü hoş geçireyim, ahir ömrümde kılıcımı Müslümanlara karşı değil, kafirlere karşı çekeyim ki, ahiret sevabını bulayım. Zira, ben Hindistan'a gidip, gazi ve cihat ile meşgul olacağım; eğer öldürülürsem şehit olurum; eğer İslamı yüceltmeye muvaffak olursam, cenneti, aziz ve celil olan Tanrı'nın hoşnudluğunu umarım" demişti. Nitekim o Belh'e varınca etraf ülkelere haberler göndererek, her kim gaza niyetinde ise toplansınlar diye bir-iki ay orada ikamet etmeye, ondan sonra da Hindistan'a doğru yola çıkmaya karar verdi. Ancak Alptegin'e karşı olanlar Samani emiri Mansur'u onu yakalamaları için bir ordu göndermeye ikna ettiler. Emir Mansur onun ardından Eş'as b. Muhammed kumandasında onaltıbin kişilik bir ordu yolladı. Alptegin bu durumda harekete geçerek, Belh ile Hulm arasındaki, Hulm geçitinde yer tuttu. Onun idaresinde bu sırada ikibinikiyüz Türk gulamı ve gazi için gelen sekizyüz de atlı vardı. Samani ordusu ile Alptegin arasındaki savaşı, beraberinde az bir kuvvet bulunmasına rağmen, Hulm geçitini başarıyla tutan Alptegin kazandı (Nisan 962). Alptegin daha sonra Hindistan'a yapacağı seferler için uygun bir üs olan Gazne şehrine yürüdü. Belki de o, bu hareketiyle Samani Devleti'nin güney hudutlarında hakikatte bağımsız, fakat görünüşte Samaniler'e tabi bir grup Türk gulamı örnek almış olmalıdır. Söz gelişi Türk kumandanlarından Karategin ölüm tarihi 933 yılına kadar Büst ve Ruhhac bölgesinde bu şekilde yaşamış ve ölümünden sonra da kölelerinden bir grup Büst'de vali olarak onun yerine geçmişlerdi.

Alptegin bundan sonra beraberindeki küçük kuvvetiyle yoluna devam etti. Bu yürüyüşü sırasında o, Bamiyin hakimi Şir Birik'i ve Kibil'in Hindu şahi hükümdarını itaat altına alarak Gazne'ye geldi. Alptegin buranın hakimi Ebu Bekr Levik (veya Enük)'i şehrin kalesinde dört aylık bir kuşatmadan sonra mağlub ederek Gazne'yi ele geçirdi (12 Ocak 963). Meşhur Selçuklu veziri Nizamül Mülk'ün eseri Siyasetname'den anlaşıldığına göre Alptegin'in Gazne'yi ele geçirmesinde halka adaletle davranması önemli rol oynamıştı. O kuşatma sırasında dellallar ile askere, halktan birşey aldıkları zaman ancak para ile satın almalarını ve aksine hareket edenlerin asılacağını, ilan ettirmişti. "Birgün Alptegin'in gözü ansızın bir torba saman ile bir tavuğu terkesine asmış olarak gelen, kendisine ait, bir gulama ilişti. 'Şu gulamı benim yanıma getiriniz' dedi. Gulamı önüne getirdikleri zaman, ondan 'bu bir torba saman ile bu tavuğu nereden aldın?.' diye sordu. Gulam 'Köylü bir adamdan aldım' dedi.

Alptegin 'Her ay yirmisi aylık, otuz dinarı ekmek bedeli olmak üzere elli dinar alıyorsun. Niçin para ile satın almıyorsun?' dedi ve derhal cellada gulamın asılmasını emretti. Hemen orada yolun başında gulamı o saman torbası ile birlikte astılar, tavuğu da boynuna bağladılar. Sonra Alptegin emretti dellallar, 'bir kimseden haksız yere bir şey alan herhangi bir kimsenin cezası budur' diye ilan ettiler .. . Ayrıca Alptegin şehirlilere zulüm yapılmasına hiç müsaade etmezdi. Gazne halkı bu emniyet ve adaleti gördükleri zaman, 'ister Türk, ister Tacik olsun, bize adaleti ve insafı olan, canımız, malımız, kadın ve çocuğumuz için kendisinden emin bulunduğumuz bu padişah lazımdır' dediler. O zaman şehrin kapısını açtılar." Alptegin bu şehirde kendi hakimiyetini ilan ettiği gibi Gazneliler Devleti'nin de temelini atmış oldu. Gazne hakimi Ebu Bekr Levik'in Hindu olması muhtemeldir. Ancak bu isim Türkçe "Enük" (hayvan yavrusu, arslan, sırtlan, kurt, köpek yavruları) manasında da okunmuş ve onun Türk olabileceği ihtimali de ileri sürülmüştür. Ebu Bekr Levik, Gazne'yi kaybettikten sonra Kabul Şahları'nın yanına sığındı.

Gazne şehrinin bulunduğu Afganistan'ın güney bölgesinde Türkler'in varlığının, islamiyetin ilk yıllarından daha eski devrelere kadar inmesi mümkündür. Büyük bir ihtimalle Türk oldukları kabul edilen Kuşanlar ve daha sonra Eftalitler (Akhunlar) bu bölgeye hakim olmuşlardı. Kuşanlar m.ö. 1. yüzyılın ortalarından itibaren başladıkları Afganistan'a hakim olma mücadelesini tahminen m.s. 40 yılında kazanmışlardı. Kuşan Devleti topraklarını Hindistan'a kadar genişletti. Onların Afganistan'daki üstünlüğü Akhunlar tarafından sona erdirildi (m.s. V. yüzyılın sonu). İlk islami devre içinde kuzeyde Toharistan ve Bedahşan'dan güneydeki Büst'e kadar olan saha içinde Türk an'anesine uygun olarak konar göçer yaşayışlarını devam ettirmiş bulunan Halaç Türkleri Eftalitler'in torunları olarak Ceyhun'un kuzeyinden gelmiş sonra da Doğu Afganistan'ın bu bölgesinde kalmış Türk topluluklarıdır.

İslam orduları İran ve Kuzey Hindistan'a doğru ilerledikçe daha Emeviler zamanından (661-750) başlayarak Türkler ile karşılaşmışlardı. Emeviler'den Mervan'ın halifeliği zamanında (684-685), Sistan vailiğine tayin edilen Abdülaziz b. Abdullah, Büst ve Kabil'in yerli hükümdarına karşı yaptığı seferde (m. 684), onun ordusunda Türkler'e tesadüf etmişti. Araplar geldiği vakit Afganistan 'ın batısında Hamun gölü etrafında ve Belucistan hududunda da bazı Türk kabileleri yaşamakta idi. Tahminen 850 yılına kadar Kabil'de Türk olan Kabul Şahlar hanedanı hüküm sürmüş ve adı geçen bu hanedan IX. yüzyılın başında Horasan valisi Abdullah b. Tahir'e yıllık harac olarak ikibin kişilik Oğuz esirlerinden bir grup göndermişti. Yine Abbasi halifesi Mansur zamanında (754-775), Zunbulistan hakimi Zunbil, Sistan'ın müslüman valisine yıllık harac olarak develer, Türk çadır ve esirler yollamıştı. Bu örneklerden anlaşılacağı üzere, Gazneliler devrinden önce de Afganistan bölgesinde Türk toplulukları bulunmaktaydı ve Gazneliler Devleti tabii ki, büyük ölçüde bu topluluklara dayanıyordu. Nitekim Halaçlar daha sonra Gazneliler ordusunda önemli bir kuvvet olarak yer almışlardı.

Alptegin'in Gazne'yi ele geçirmesinden hemen sonra Samani emiri Mansur b. Nuh, Ebu Ca'fer kumandasında yirmibeşbin kişilik bir orduyu ona karşı gönderdi. Alptegin bu Samani ordusunu Gazne kapıları önünde mağlub etti, Ebu Ca'fer çekilmeye mecbur kaldı. Emir Mansur bundan sonra Alptegin ile arasını düzeltmek maksadıyla zabt ettiği ülkelerin idaresini ona veren bir ferman gönderdi. Alptegin daha sonra Büst'ü ve Kabul Şahlar'ın ülkesinin bir kısmını zabt etti ve Hindistan'a seferlere başladı. Onun başarıları ve Hindistan'a akınlara başlamasının Horasan ve Miveraünnehir'de duyulmasıyla bu bölgelerden adamlar Alptegin'in yanına gelmeye başladılar. Böylece onun emrindeki askerlerin sayısı süratle arttı, önce altıbine ulaştı, Hindistan'a yaptığı seferler sırasında ise ordunun sayısı onbirbin atlı ve beşbin yayadan oluşuyordu. Ancak Alptegin kendi hükümdarlığında uzun boylu saltanat süremedi. O 13 Eylül 963 tarihinde öldü.



Ebu İshak İbrahim'in hükümdarlığı



Alptekin'in yerine oğlu Ebu İshak İbrahim geçmişti. Ancak İbrahim Gazneliler Devleti'ni idarede babası kadar kudretli ve başarılı olamadı. Ordu onun kontrolundan çıkmış, Sebüktegin onun zamanında Halaçlar'ın bir isyanını bastırmıştır. İbrahim'in bu zayıf durumundan yararlanan sabık Gazne hakimi Ebu Bekr Levik, muhtemelen 964 yılı sonunda, Gazne'ye ilerlemiş ve onu mağlub ederek eski ülkesini tekrar ele geçirmişti. İbrahim Buhara'ya kaçmak ve Samani emiri Mansur b. Nuh'dan yardım istemek zorunda kaldı. İbrahim Samaniler'den istediği yardımı alarak büyük bir kuvvetle geri döndü. Bu kez Gazne'yi terke mecbur kalan Ebu Bekr Levik olmuştu (26 Eylül 965). İbrahim tekrar Gazne'ye girdi. Ancak bu yardım suretiyle Samaniler bu bölge üzerinde, hiç olmazsa ismen, hakimiyet kurmuş oldular. İbrahim de Gazne'de uzun müddet hüküm süremedi ve 12 Kasım 966'da öldü.


Bilgetegin'in Hükümdarlığı


İbrahim'in yerini alacak oğlu yoktu. Türk emir ve kumandanlar Alptegin'in bir kölesi, hacibi ve muhafız kuvvetinin kumandanı olan Bilgetegin'i kendilerine hükümdar olarak seçtiler. O, Samaniler'in merkezi Buhara'ya haber gönderdi ve bağlılığını bildirerek Türkler'in reyi ile seçilmiş olduğunu ifade etti. Ancak Buhara'daki Samani kumandanlarından Faik, Gazne'de bağımsızlık içinde bırakılmış olan Türkler'in bu topluluğuna şiddetle karşı idi. Bu bakımdan doğrudan doğruya kontrolü ele geçirmek için Gazne üzerine bir ordu gönderdi. Bilgetegin bu Samani ordusunu mağlub etti ve bir daha da Buhara'dan Gazne'ye ordu gönderilmedi. Bilgetegin meşhur bir askerdi. O özel hayatının temizliği ve adaleti dolayısıyla halkının saygısını kazanmıştı. On yıllıkbir saltanattan sonra Gerdiz kalesi kuşatmasıyla meşgul bulunduğu bir sırada, kaleden atılan bir okun can alıcı bir noktaya gelmesi, Bilgetegin'in ölümüne sebeb oldu (975).


Böritegin'in Hükümdarlığı


Bilgetegin'in yerine Alptegin'in diğer bir kölesi Böritegin geçti. Ancak çok geçmeden o halkı kendisinden nefret ettirecek bir idare şekli gösterdi. Bu sebepten Gazne halkı Levik'i kendi hükümdarları olmak üzere davet ettiler. Levik, Kabul - Şahlar'dan yardım alarak derhal Gazne üzerine ilerledi. Sebüktegin bu sırada, muhtemelen, Hindukuşlar üzerinde müstahkem bir dağ kalesi olan Pervan'da bulunmaktaydı ve kumandası altındaki beşyüz gulam ile istilacıları karşılayarak mağlub etti. Ebu Bekr Levik esir alınarak öldürüldü. Devleti yönetmekte başarısız kalan Böritegin ise görevinden uzaklaştırıldı. Onun yerine yine Türkler'in seçimiyle Sebüktegin Gazne'de tahta çıkarıldı (20 Nisan 977).


Bu seçim sırasında Türk beyleri, aramızdan birini seçelim ve onu kendi emirimiz yapalım, fikrini öne sürdüler. Toplantıya katılanların hepsi, işin doğrusu budur, diyerek büyük ve önde gelen gulamların adlarını verdiler. Ancak beyler adayların her birine bir kusur buldular. Nihayet Sebüktegin'in adına sıra geldi. O zaman hepsi sustu. Yalnız bir şahıs "Sebüktegin'in bir kusuru vardır, o da ondan daha eski gulamlar vardır. Yoksa onun insanlık, yiğitlik, iyi huyluluk bakımlarından hiç ayakbağı yoktur . . . Onu efendimiz Alptegin yetiştirmiştir. Onun davranışına sahiptir, herbirimizin çapını ve yerini tanır. Şimdi sizler daha iyi bilirsiniz." dedi. Toplantıya katılan beyler Sebüktegin'i emir yapmak işinde birleştiler. Sebüktegin ise "eğer çare yoksa, ben şu şartla bu görevi üzerime alırım: Sizlerden her kim bana muhalefette bulunursa veya bana karşı isyan eder ve benim vereceğim hükümde ihmal gösterirse sizin hepiniz benim ile tek kalp olunuz ve onu öldürünüz" dedi. Bütün beyler bu hususta söz verip yemin ettiler. Daha sonra onlar Sebüktegin'i Alptegin'in minderine oturttular, onu emir olarak selamladılar ve saçı olarak altın ve gümüş saçtılar.


SEBÜKTEGİN'İN HÜKÜMDARLIĞI


Bu ismin Suhek - ordu zabiti olarak okuması gerektiği ileri sürülmekteyse de, ilim dünyasınca genel olarak kabul edilen okunuşu, Sevük Sebük şeklindedir. Bu kelime sev kökünden türemiş olup, sevgili, sevilen manasındadır. Sebüktegin tahminen 943 tarihinde doğdu. Onun oğlu Mahmud'a nasihatlarda bulunduğu Pendname'ye göre, Sebüktegin Türkler'in Barshan boyundan idi. Barshan, Isık-Göl kenarlarında bir yer ismi olarak da görünür. Sebüktegin muhtemelen Karluk Türkleri'nden bir kabiledendir. Onun babası Cud: Kara Beckem b. Kara Arslan bu bölgede bir kabilenin reisi idi. Babası gayet güçlü ve kuvvetli idi. Öyle ki, filin kemiğini eli ile kırardı ve o kabile gençlerinin hepsi ona boyun eğerlerdi, sert yayı çekmek, güreşmek, süvarilik ve bu gibi şeyler dolayısıyla şöhrete sahibdi. Ona kuvvetinden ve bahadırlığından dolayı "Kara Beckem" adı verilmişti. Türk kabileleri arasında bir kabilenin diğer bir kabileye yağma yapması adetti. Nitelkim Sebüktegin komşu kabilelerden Tuhsiler'in bir akını sırasında bu kabilenin eline esir düştü.. Bu sırada tahminen oniki yaşlarında olan Sebüktegin dört yıl esarette kaldıktan sonra Şaş (Çaç) şehrinden bir esir tüccarı olan Nasr'a satıldı. Nasr, onu öteki esirlerle beraber Nahşeb şehrine getirdi. Sebüktegin muhtemelen bu şehirde iken İslam dlnini kabul etti. Burada kendisine binicilik ve askeri sanatlar öğretildi, daha sonra Buhara'da Alptegin tarafından satın alındı (959). Sebüktegin'in Samani sarayında aldığı görevlerin derecesi, Alptegin'in himayesi sayesinde hızla yükseldi. Alptegin'in ölümünden sonra o, Ebu İshak İhrahim'in en güvenilir  adamı olmuştu, aynı zamanda Alptegin'in kızıyla evlenmişti. Bilgetegin ve Böritegin'in hükümdarlıkları devrinde Sebüktegin'in Gazne'deki Türk askerleri arasında prestiji gittikçe arttı. O, ayrıca askeri reisleri kendi tarafına çekmek için haftada iki defa zeagin eğlenceler tertib etmişti. Bütün bunlar meyvesini vermekte gecikmemiş ve Böritegin'in görevden uzaklaştırılması üzerine Sebüktegin Gazneliler tahtına seçilmişti

Sebüktegin Gazneliler tahtına geçtikten hemen sonra da Büst şehri üzerine yürüdü. Bu sırada Büst'e Togan Tegin adında bir Türk hakimdi. Ancak bir diğer Türk gulamı Baytüz onu mağlub ederek bu şehre sahip olmuştu. Bu durumda Togan Tegin, Sebüktegin'den yardım istemek zorunda kaldı . Bu yardım karşılığında Togan Tegin her yıl yüzbin dinar ödeyecek ve bir oğlu rehine olarak Sebüktegin'in yanında kalacaktı . Sebüktegin, Baytüz'ü mağlub ederek bu şehri tekrar Togan Tegin'e verdi. Ancak Togan Büst'e hakim olduktan sonra sözünde durmadı, hatta Sebüktegin'i öldürmeyi dahi planladı . Fakat Sebüktegin onu yenerek Büst'e kendisi sahib oldu (978). O bundan sonra sür'atle Toharistan,ı Zemindaver, Doğu Gur ve Kusdar bölgesine kadar hakimiyet sahasını genişletti .


Sebüktegin'in Hindistan Seferleri


Sebüktegin böylece batıda durumunu sağlamlaştırdıktan sonra Hindistan'a akınlara başladı . Bu sırada merkezleri Kabil vadisi olan kudretli Vayhind Hinduşahi hanedanı, Gazneliler'in Kuzey Hindistan'da genişlemesine ve İslam dininin bu bölgede yayılmasına bir engel teşkil ediyordu. Sebüktegin önce Hinduşahi hükümdarı Çaypal'ı mağlub ve Lamğan bölgesini yağma etti. Daha sonra Caypal, Sebüktegin'den intikam almak ve onun akınlarını durdurmak maksadıyla büyük bir ordu ile Gazne'ye doğru ilerledi. Sebüktegin onun ordusunu, Kabil-Lamğan bölgesinde Gurek denilen bir tepede karşıladı . Hindliler cesaretle döğüştülerse de ani bir kar fırtınasının patlak vermesi, bu iklim şartlarına alışkın olmadıklarından onları korkuya sevketti ve Caypal'ı barış istemeye zorladı . Ortaçağ tarihçilerinden İbn ül-Esir bu olaya masal şeklinde bir açıklama yapıyor. Ona göre "Bu geçitte bulunan bir pınar içine her hangi bir pislik atılmasına kesinlikle tahammül etmezdi. Şayet buraya bir pislik atılacak olursa pınar birden gürler, gök yüzü ani şekilde kararır, dörtbir taraftan rüzgar eser, şimşekler çakıp yıldırımlar düşer ve çok yağmur yağardı. Bu pislik pınarın içinde durduğu müddetçe bu hal devam eder, iyice temizlenince ve içinden atılınca yağmurlar, gök gürültüsü ve şimşekler dururdu. Sebüktegin bu pınara bir pislik atılmasını emretmiş, bunun üzerine birden bulutlar kararmış şimşek çakmış, arkasından gök gürlemiş ve Hindliler üzerine sanki kıyamet kopmuştu . Daha evvel benzerini görmedikleri bu fırtına ile karşılaşmışlar, gök gürültüleri ve şimşekler çakıp durmuş, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmış ve hava bir hayli soğumuştu. Yok olmakla karşı karşıya gelen Hindliler çıkış yollarını göremez duruma gelince, başlarına gelen bu felaketten dolayı hemen teslim olmayı kabullenmişlerdi." Öte taraftan Sebüktegin'in bu savaşta büyük kahramanlıklar gösteren oğlu Mahmud, savaşa devam etmesi için babasını iknaya çalıştı. Sebüktegin mağlup Hindlilerin bir gelenek olarak kendileri ile beraber herşeyi yakmasından ve bu suretle Caypal'ın barış karşısında va'd ettiği zengin hediyelerden yoksun kalmaktan korkarak barışı kabul etti. Caypal bu barışa karşılık;

a) Bir milyon dirhem para ve elli fil verecek,

b) Hudud bölgesindeki bazı kale ve kasabaları Gazneliler'e terk edecekti .

Bu şartlar yerine getirilinceye kadar Caypal kendi akrabalarından bir kısmını Sebüktegin'in yanında bıraktı. Ayrıca Gazneliler'e terk edilen yerleri almak için Sebüktegin'in adamları da onunla beraber olacaktı. Caypal güven içinde ülkesine çekilir çekilmez, bu anlaşmaya uymadığı gibi, yanındaki Gazneli memurları kendi bıraktığı rehinelere karşılık tutukladı. Sebüktegin bu durumu öğrenince Hindular'a karşı yeniden sefer açtı, büyük bir ordunun başında ilerleyerek Lamğan bölgesinde birçok şehirleri ele geçirdi. Caypal ise Kuzey Hindistan'daki öteki Hind Racaları'na başvurarak onlarla bir ittifak kurdu, rivayete göre de; yüzbin kişilik kalabalık bir ordunun başında Gazne'ye doğru yürüdü. Onun ordusunda filler de bulunmaktaydı. Ancak bu kalabalık ve fillerle takviyeli Hind ordusu Türk savaş taktiği karşısında dayanamadı. Gruplar halinde düşmana saldıran ve onları uzaktan attıkları oklarla yıpratan Sebüktegin'in savaşcıları Hind ordusunun düzenini bozmuşlar ve en son toplu olarak hücuma geçerek düşmanlarını mağlub etmişlerdi (takriben 986). Sebüktegin'in bu galibiyetten sonra Lamğan ve Peşaver arasındaki bölgeyi kendi topraklarına katmasıyla, İslam dini de bu bölgeye girmiş oldu. Bu bölgede oturan Halaç Türkleri ve Afganlar da Sebüktegin'in buyruğu altına girdiler. Sebüktegin onlardan asker kaydederek ordusunu kuvvetlendirdi. Özellikle Mahmud'un bu son Hind seferinde cesaretiyle kendini göstermesi, bazı şahısların dedikoduları yüzünden baba ile oğulun arasının açılmasına sebep oldu (990). Mahmud Gazne kalesinde hapsedilmiş, fakat bu anlaşmazlık çok sürmemiş, baba ile oğulun arası düzelerek Mahmud hapisten çıkarılmıştır.



Sebüktegin ve Samani Devleti


Sebüktegin bu derece kuvvetli ve fiilen bağımsız olmasına rağmen Samaniler'e tabi idi. O ülkesini genişletirken Samani Devleti çoktan çökmeye ve dağılmaya yüz tutmuş bulunuyordu. Bu devletin uzak kısımlarındaki valiler sık sık ayaklanmakta, Türk kumandanlar üstünlüğü ele geçirmeye çalışmakta ve merkez onlara söz geçirememekte idi, İşte bu durumdaki Samani Devleti'nin son dayanağı Gazneliler Devleti idi. Nitekim Samaniler onlar sayesinde bir müddet daha ayakta kalmayı başarabilecek ve sonunda bu desteğinden yoksun kalınca da yıkılacaktır. Samaniler bu derecede zayıf olmasına rağmen, Kiş şehri civarındaki görüşmede Sebüktegin Emir II. Nuh (976-997)'a sadakat yemini ve düşmanlarına karşı yardımcı olmayı va'd etmişti. Bu sırada Samani Devleti'nin önde gelen iki şahsiyeti, Türk kumandanlardan Horasan Sipehsaları Ebu Ali Simcuri ve Faik, Emir Nuh'a karşı birleşerek Buhara'ya hakim olmak istediler. Zor durumda kalan Emir II. Nuh, Sebüktegin'i yardıma çağırdı. Sebüktegin ve oğlu Mahmud süratle harekete geçtiler ve asilerin toplandığı Herat'a ilerlediler. Cüzcan ve Garcistan emirleri de Samani ordusu ile birleştiler. Bu birleşik ordu ile başa çıkamayacağını anlayan Ebu Ali Simcuri kendisini Emir II. Nuh ile barıştırması için Sebüktegin'den aracı olmasını istedi. Emir II. Nuh onbeşmilyon dirhem para verilmesi şartıyla Ebu Ali'yi affa ve görevi başında bırakmaya razı oldu. Fakat Ebu Ali'nin adamlarının bu anlaşmayı bozmaları iki taraf arasında savaşa yol açtı. Sebüktegin Herat yakınında Ebu Ali'ye hücum etti. Ebu Ali kahramanca döğüştü ise de, kuvvetleri Mahmud yönetimindeki Gazneli ordusu tarafından mağlub edildi (23 Ekim 994). Ebu Ali ve Faik, Gürgan'a çekildiler ve Büveyhi Devleti'nden Fahrü'd-Devle'ye sığındılar. Galipler ise Herat'a girdiler. Tahtını Sebüktegin ve oğluna borçlu olan Emir II. Nuh onlara lakablar verdi ve arazi bağışladı. Emir II. Nuh, Sebüktegin'e "Nasıreddin ve'd-Dünya" lakabıyla Belh, Toharistan, Bamyan, Gur ve Garcistan'ın idaresini, Mahmud'a ise "Seyfü'd-Devle" lakabıyla Horasan sipehsalarlığını verdi. Mahmud tam teçhizatlı bir ordu ile Nişabur'a yöneldi.

Mahmud Horasan'ın merkezi Nişabur'a girmişse de, adı geçen bölgeye tekrar hakim olmak isteyen Ebu Ali ve Faik'in hücumu karşısında şaşırmış ve Herat'a sığınmaya mecbur olmuştu. Bu Mahmud'un hayatındaki belki de uğradığı tek mağlubiyetti. Ebu Ali ve Faik daha sonra Nişabur, Tus ve bazı kasabaları da ele geçirmeye muvaffak oldular. Mahmud'un bu başarısızlık haberini duyan Sebüktegin Tus'a doğru ilerledi ve bu şehir civarında Ebu Ali ile tekrar karşılaştı (22 Temmuz 995). Ebu Ali bu kez de babasının yanında bu savaşa katılan Mahmud'un hücumları karşısında dayanamadı ve mağlub oldu. Faik ve Ebu Ali bu semeresiz mücadeleden yorgun düşmüşlerdi, Emir II. Nuh ile barışmak için teşebbüslere giriştiler. Her ikisinin elçileri Buhara'ya ulaştığı zaman, Emir II. Nuh onların arasındaki ittifakı bozmak için Faik'in gönderdiği elçiyi tutuklatmış, Ebu Ali'ninkine saygı göstermişti. Faik bu durumda yardım istemek için Karahanlılar'ın yanına kaçtı. Ebu Ali Simcuri ise Buhara'ya geldiği zaman tutuklandı (996). Sebüktegin bu olaylar olurken Merv'de idi, Ebu Ali'nin durumunu öğrendiği zaman Belh'e gitti. Bundan sonra o daima Samaniler'e elçi ve mektublar gönderiyor, "Ebu Ali Buhara'da bulunduğu taktirde düzen sağlanamaz. Onu benim yanıma gönderin." diyordu. Ancak Emir II. Nuh'un yakınları Ebu Ali'nin gönderilmesine gerek olmadığında ısrar ediyorlardı. Belki de bunların başında Vezir Abdullah b. Uzeyr vardı, o Ebu Ali'nin kurtulması için gayret sarfediyordu.

Faik yanına kaçmış olduğu Karahanlı hükümdarlarından Nasr b. Ali'yi Buhara'ya hücuma teşvik etti. Emir II. Nuh bu durumu haber aldığı zaman devleti içinde tek güçlü adam olan Sebüktegin'den yardım istemekten başka çare göremedi. Zaten Ceyhun'un güneyindeki yerler ile Horasan'a gerçekte Sebüktegin hakimdi, Herat kardeşi Buğracuk'un, Horasan ise oğlu Mahmud'un idaresinde idi. Kendisi de genellikle Belh'de oturmaktadır. Bu üstün durumuna rağmen Sebüktegin, Emir I. Nuh'a yardıma karar vererek kalabalık bir orduyla harekete geçti. Karahanlı hükümdarı Nasr b. Ali, Sebüktegin'in Emir II. Nuh'a yardım edeceğini haber aldığı zaman, ona Samani Devleti'ni ortadan kaldırmayı, topraklarını paylaşmayı ve cihadla uğraşmayı teklif etmişti. Fakat Sebüktegin, Emir II. Nuh'u korumak yolunda verdiği sözden dönmeyeceğini bildirdi.

Sebüktegin yardım maksadıyla ordusunu Ceyhun'un kuzeyine geçirdikten sonra II. Nuh'u ordugahına çağırdı. Ancak veziri Abdullah b. Uzeyr'in tavsiyesiyle Emir II. Nuh bu çağrıya uymadı. Vezir, Emir II. Nuh'a Sebüktegin'in yanına giderse küçük düşeceğini söylemişti. Bu olaya kızan Sebüktegin oğlu Mahmud ve kardeşi Buğracuk'u yirmibin atlıyla Buhara'ya yolladı. Emir II. Nuh, Mahmud'un böyle kalabalık bir kuvvetle geldiğini görünce, veziri Abdullah'ı görevinden azletmiş ve onun yerine Sebüktegin'in bir adamını vezir yapmıştı. Daha sonra Sabık vezir ve Sebüktegin 'in istemediği devlet adamları Mahmud'a teslim ve bir kalede hapsedildiler. Bunlar içinde Ebu Ali Simcuri de vardı (996).

Öte taraftan Sebüktegin savaş yapmadan Karahanlılar ile bir anlaşma imzalamaya muvaffak olmuştu. Bu anlaşmaya göre; Samaniler Sir Derya (Seyhun) sahasını Katvan çölüne kadar Karahanlılar'a bırakmaktaydılar. Karahanlı hükümdarı Nasr b. Ali'nin isteği üzerine de Faik, Semerkand valisi oluyordu. Bu olaylar Sebüktegin'in Samani Devleti içinde ne kadar kuvvetli olduğunu açıkça göstermektedir .Adeta Gazneliler Devleti bağımsız, Samaniler ise bu devlete tabidir. Sebüktegin istediğini görevden uzaklaştırmakta veya tayin ettirebilmekte, Samaniler adına anlaşmalar yapabilmektedir.

Samani ailesinden Ebu'l-Kasım ise, Sebüktegin'in huzuruna giderek itaat etti ve yükselme yolları aradı. Sebüktegin onu kabul ederek ikramda bulundu ve Ebu'l-Kasım için Samani Emiri Nuh'a bir mektup yazarak Samaniler'in eski iktaı olan Kuhistan vilayetinin verilmesini istedi. Böylece Ebul-Kasım kendi vilayetinin başına gitti. Sebüktegin Karahanlılar'a karşı hazırlık yaparken onu da yardıma çağırdı. Ebu'l-Kasım bu yardım davetini kabul etmediği gibi, Sebüktegin ve Mahmud'un Horasan'dan uzaklaşarak Karahanlılar yönünde meşgul olmasından faydalanmış ve Nişabur'u ele geçirmişti. Fakat Mahmud ve amcası Buğracuk'un yaklaşması üzerine o bu şehri terk etmek zorunda kaldı.

Sebüktegin Karahanlılar ile anlaştıktan sonra Belh'e dönmüştü. O bu şehirde iken kızkardeşlerinden birinin ve bazı yakın akrabalarının ölümüne çok üzülmüş ve kendisi de hastalanmıştı. Sebüktegin, bundan sonra, Gazne'nin kuvvetli ve sağlam havasında yeniden sağlığına kavuşmak için bu şehre doğru harekete geçti. Ancak o Belh sınırındaki Madru Muy köyünde son nefesini verdi (Ağustos 997). Sebüktegin askerleri tarafından çok sevilmişti. Tarihçilerin birleştikleri üzere onun ismi "Emir-i Adil" lakabıyla ölümsüzleşmiştir. O adaletli, cihada düşkün, mert, inanç ve hayır sahibi, azimkar, merhametli, cömert ve sözüne sadık bir şahısdı. Onun çocuklarından Hasan ve Hüseyin genç yaşta ölmüşlerdi. Hayatta kalan oğulları Mahmud, İsmail, Nasr ve Yusuf idi. O bu çocukların yetişmesi için özel bir dikkat gösterdi, hatta başarılı bir hükümdar olmalarını sağlamak maksadıyla onlara öğütler veren bir Pendname dahi yazmıştır. Nitekim o Pendname'deki öğütlerinden birinde şöyle diyor : " . . . Büyük günah işleme, eğer sen günahkar olursan halkı ahlaksızlık ve günahkarlığı için cezalandıramazsın. Hiçbir zaman zulmü uygun görme. Eğer bir kimse makam elde etmek için bir meblağ getirir ve bunun hazine menfaatine olduğunu söylerse buna asla cevaz verme, çünkü bu mal onun evinden çıkmış değildir. Eğer kendinin olsaydı bu işi yapmazdı. Sonra bil ki, bunu halktan alacaktır, halk fakir olduğu zaman vilayet harab olur ve kötü isim senin üstünde, servet ise gasıbın elinde kalır. Cömert ve merhametli olmalısın ve senin affın öfkenden fazla olmalı ki, insanlar sana rağbet etsinler . . . ". Sebüktegin'in cenazesi Gazne'ye götürüldü ve orada toprağa verildi.


İsmail'in Hükümdarlığı ve Mahmud'un Gazneliler Tahtına Geçmesi


Sebüktegin öldüğü zaman kardeşi Buğracuk, Herat ve Puşenc valisi, oğullarından Mahmud Horasan orduları kumandanı, Ebu'l Muzaffer Nasr Büst valisi ve İsmail ise Gazne ve Belh hakimi bulunuyordu. Yusuf tahminen üç yaşında idi. Sebüktegin ölmeden önce, muhtemelen Alptegin'in kızından doğmuş olan oğlu İsmail'in tahta geçmesini vasiyyet etmişdi. Hatta emirler ve kumandanlardan ona itaat edeceklerine dair sadakat yemini almıştı. Nitekim Sebüktegin'in dediği yapıldı. İsmail babasının ölüm haberini duyar duymaz derhal Belh'e gitti ve kendi hükümdarlığını ilan etti. O daha sonra bu sırada Samani emiri olan II. Mansur b. Nuh (997-999)'a bi'at etti. Ayrıca o ilerde kardeşi Mahmud ile olması muhtemel taht mücadelesinde askerlerinin itaatini sağlamak için de onlara babasının hazinesinden bol miktarda para ve hediyeler dağıttı.

Bu sırada Nişabur'da bulunan kudretli ve tecrübeli Mahmud, zayıf yaratılışlı kardeşi İsmail'in hükümdarlığını tanımadı. O babasının ölümü dolayısıyla matem merasimini yerine getirdikten sonra bir elçisini İsmail'e göndererek, kendisinin yaşça daha büyük olduğunu ve bu hukukunun tanınması icab ettiğini bildirdi. Ayrıca o Gazne şehrinin de kendisine teslimini istiyordu. Mahmud buna karşılık kardeşine Belh ve Horasan eyaletini bırakıyordu. Ancak İsmail bu teklifi ve daha sonra da Mahmud'un kayınpederi Cüzcanın hakimi Ebu'l·Haris'in aracılığını kabul etmedi. Bu sebepten Mahmud işini kuvvetle sonuçlandırmaya karar verdi ve mücadele için hazırlandı. O, kardeşi Nasr ve amcası Buğracuk'u da kendi tarafına çekmesini bildi. Nasr ve Buğracuk ordularıyla Herat'ta onunla birleştiler. Mahmud durumunu kuvvetlendirdikten sonra Gazne üzerine yürüdü. İsmail de bu şehri korumak için Belh'den harekete geçti. Fakat onun yanındaki kumandanların çoğu Mahmud'a taraftar idiler ve mektublar yazarak ona itaat edeceklerini bildiriyorlardı. Mahmud kardeşiyle arasında gerçek bir savaş başlamazdan önce bir kere daha anlaşma teklifinde bulundu ise de, İsmail bu öneriyi, onun zayıf durumda bulunması sebebiyle yaptığını sanarak reddetti. İki kardeşin orduları arasında savaş Mart 998 tarihinde oldu. İsmail, Mahmud'un kuvvetleri karşısında bütün gün savaştı ise de, akşama doğru ordusu dağılarak kaçmaya başladı. Mahmud bu savaşla beraber Gazneliler tahtını da kazanmıştı. İsmail Gazne kalesine sığındı, fakat mukavemetin faydasızlığını anlayarak teslim oldu. Onun saltanatı yedi - sekiz ay kadar sürmüştü. İsmail faziletli ve bilgili bir hükümdardı, şiir ve nesirleri vardır.

Bir gün av yerinde İsmail'in kölesi (gulamı) Nuştegin, Sultan Mahmud'u öldürmek istemişti. Bu köle elini kılıcının kabzasına koymuş, İsmail'in işaretini beklemişti. İsmail başıyla işaret ederek onun bu hareketini engelledi. Mahmud bu durumu anlamıştı, ancak ses çıkarmadı. Geri dönüp saraya geldikten sonra Mahmud, Nuştegin'i yakalatarak öldürttü. Daha sonra o kardeşi İsmail'i de kontrol altında tuttu. Bu olaydan İsmail'in kardeşlik duygularıyla dolu olduğu ve taht için dahi olsa Mahmud'u öldürmek istemediği anlaşılıyor. Sultan Mahmud, savaştan sonra, İsmail'e "Şimdi sana karşı ben muzaffer oldum. Eğer sen bana karşı muzaffer olsaydın, bana ne yapmak isterdin", diye sordu. İsmail ise'' kanım sana bir zarar gelmesini istemez. Seni eş ve çocuklarınla bir kaleye gönderir, gerekli ihtiyaçlarını karşılar ve ömrünün sonuna kadar orada bırakırdım" dedi. Sultan Mahmud da kardeşinin duygularına aynen karşılık vererek onun isteğini yerine getirmiş ve bir kalede hapsetmişti. İsmail burada hareketlerinde serbest bırakıldı ve mevkii ile uygun her türlü davranışı hoşgörüyle karşılandı.



GAZNELİLER DEVLETi TARiHi

Prof. Dr. ERDOĞAN MERÇİL

Şırnak Uludere

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak