30 Kasım 2023 Perşembe

RUSYA TARİHİ -15

 




İÇ KARIŞIKLIKLAR DEVRİ (1603 — 1613)


I. Sahte Dimitri (1603 — 1606)


Sahte Dimitrinin  zuhuru (1603)


Boris Godunov hâkimiyeti ele aldıktan sonra,  bir yandan eski asilzâde ailelerin,  diğer yandan,  ağır bir rejim altında yaşamak zorunda bırakılan köylü ve aşağı tabakanın düşmanlığını celbetmişti.  En kibar boyarları ve eski saray erkânını devlet idaresinden uzaklaştırdığı cihetle, Boris Godunov " siyasî bir yalnızlık „ içinde kaldı ve kendine tamamiyle muti bir muhit yaratamadı; bu durum ise onun düşmesine sebeb oldu. Boyarlar ve knezler nazarında, Boris Godunov'u tahtından indirmenin en kolay çaresi ortaya "Sahte bir prens,, çıkarmak olduğu anlaşılıyor. 1600 de dolaşan şayia, nihayet 1603 te bir hakikat olarak meydana çıktı. Halk arasında, " Çareyeviç Dimitri'nin 1591 de Ugliç şehrinde öldürülmediği, hayatta olduğu ve şimdi Boris Godunov'dan tahtını geri almak için harekete geçtiği,, söylenmeğe başlandı. Bu şayia, evvelâ, Lehistan'ın Rusya'ya komşu bölgelerinde yayıldı, ve oradan da Moskova'ya kadar geldi. Hakikaten, bu sıralarda, kendine "Korkunç Ivan'ın oğluyum,, diyen biri Lehistan'da zuhur etmişti; bu zat bir müddet sonra I. Dimitri adiyle Moskova tahtına geçecek olan I. (Sahte) Dimitri'dir.

(Sahte) Dimitri ilk önce, malikâneleri Rusya sınırlarına kadar uzanan ve Kiyef sahasında büyük çiftlikleri olan eski rus knezlerinden Adam Vişnevetski'nin yanında zuhur etti. Knez Vişnevetski onu, en kibar leh asilzadelerinden biri olan, kayınpederi Yuri Mnişek'in yanına gönderdi. Mnişek, " Çareyeviç „i (Çarzade ) Sambor'daki şatosunda alıkoydu ve bir müddet sonra Lehistan kralı III. Sigizmund'a takdim etti. Dimitri, katolikliğe geçmekle, büsbütün Lehlilerin sempatisini kazandı. Kendisine Lehistan'da bir ordu toplamasına izin verildi ve imkânlar yaratıldı. Diğer yandan, "Çareyeviç,, in adamları, Güney Rusya sahasında, Kazaklar arasına giderek, Boris Godunov'a karşı propagandaya başladılar ve hakikî "Çareyeviç,, in harekete geçtiği şayiasını yaydılar.

Bu haber Moskova'ya ulaşınca, hükümet tarafından yapılan araştırmalar neticesinde, "Kendisine Çareyeviç Dimitri adım veren kimsenin hakikatte, Moskova manastırlarından birinden kaçan keşiş Grigori Otrep'yev olduğu „ ilân edildi. Boris Godunov, bunun resmen Lehistan'a bildirilmesini emretti. Fakat Lehliler buna inanmak istemediler; daha doğrusu inanmak işlerine gelmedi. I. (Sahte) Dimitri'nin kim olduğu şimdiye kadar açık olarak bilinmiyor; âlimlerden büyük bir kısmı, onun "kaçkın keşiş Grigori Otrep'yev „ olduğuna inanıyorlarsa da, bazıları bu zatın hakikaten Korkunç İvan'ın oğlu olduğunu kabule taraftardırlar. Sahte Dimitri'nin ise kendisini hakikaten "Çarzade,, zannettiği anlaşılıyor.



(Sahte) Dimitri'nin seferi, (1604 sonbahar)


Dimitri harekete geçmek için Lehistan'da bir ordu topladı. Yuri Mnişek ve bilhassa Adam Vişnevetski kendisine yardım ettiler. Dimitri'nin kuvvetleri, 1604 ekim ayında rus sınırlarını aştılar, ve Moskova istikametinde ilerlemeğe başladılar. Boris Godunov idaresinden memnun olmayanlar Dimitri'yi, hemen Çar olarak tanıdılar ve kitle halinde ona katıldılar. Moskova hükümeti derhal müdafaa tertibatı aldı ve "Düzme„ye karşı kuvvetli bir ordu sevkedildi.

Boris Godunov âni bir hastalık neticesinde, 1605 nisanında ölüvermesiyle, durum bir daha karıştı. Bu defa, tahta, Borisin henüz genç bir yaşta olan oğlu Fedor geçti. Boris Godunovun kuvvetli idaresi ve enerjisi sayesinde, "Düzme„ye karşı dayanmak ve mücadeleyi devam ettirmek mümkün gibi görünüyordu. Halbuki tahta genç bir kimsenin çıkması ve devlet idaresinin, herkesin nefretini mucip olan Malüta Skuratov'un kızı olan (Fedor Borisoviç'in annesi) Maria'ya geçmesi, boyarları Godunov'lar ailesinden uzaklaşmağa şevketti. Boyarlar bütün Moskova kuvvetlerini, Dimitri'yi tanımağa kandırdılar. Paytahtta karışıklıklar son haddini buldu ve ahali ayaklandı. 1 Haziran günü cereyan eden karışıklıklar esnasında Çar Fedor Borisoviç ve annesi öldürüldüler. Moskova'da yaşayan birçok yabancı da (Avrupalı) halk tarafından öldürüldü. Godunovlar ailesi, bu suretle, ya öldürüldü veya darmadağınık edildi, mal ve mülkleri yağmaya uğradı. Moskova'da cereyan eden bu karışıklıklardan yirmi gün sonra, (Sahte) Dimitri büyük bir merasimle Moskova'ya girdi, boyarlar ve halk tarafından eşsiz bir tezahüratla karşılandı.




I. Dimitri'nin hâkimiyeti, Haziran 1605 

   

(Sahte ) Dimitri'nin muvaffakiyetinin başlıca sebebi: onun hem Lehlilerden, hem de Moskova hükümetinin zulmünden kurtulmak isteyen güney eyaletlerindeki köylü ve  kazak  zümrelerinden yardım  görmüş olmasıdır.  Leh kralı, Rusya'da iç harb çıkarmakla bu devleti zayıflatacağını ve "rus tehlikesini,, ortadan kaldıracağını umuyordu. Lehliler Moskova'yı, katolikliğe giren Dimitri vasıtasiyle, Papalığa bağlayacaklarını, dolayısiyle Moskova'yı Lehistan hâkimiyeti altına koyacaklarını ümit ediyorlardı. Leh asilzadelerinden (şlahta) bazıları, Dimitri'yi desteklemekle şahsî menfaat teminini ve yükseliş imkânları bulabileceklerini zannediyorlardı; bunlardan Yuri Mnişek, kızı Marina'yı Çar Dimitri ile evlendirip, Moskova devlet idaresinde mühim bir mevki sahibi olmayı tasarlıyordu.

Dimitri Moskova'ya girince, paytaht ahalisi tarafından hükümdar olarak tanındı. İlk işi, Boris Godunov'un patrikliğe çıkardığı îova'yı azletmek oldu; yerine Ryazan başpiskoposu İgnati'yi getirdi. Bunu müteakip taç giyme merasimi yapıldı. Boris Godunov zamanında sürgüne gönderilen ve Maria adiyle manastıra kapatılan " Çarzade Dimitri'nin annesi „ Maria Nagaya, hemen Moskova'ya getirildi. Rahibe Maria, bu defa tahta çıkan Dimitri'nin " öz oğlu olduğunu „ alenen beyan etti. Bunun üzerine Dimitri'nin mevkii büsbütün kuvvetlendi, kimse de şüphe kalmadı.

Moskovalılar yeni Çar'ın evvelkilerine benzemediğinin çabucak farkına vardılar. Dimitri, evvelki çarlar gibi yaşamıyordu. Öğle yemeğinden sonra uyumuyor, bunu yapacağı yerde, yalnız başına Moskova caddelerinde dolaşıyordu. Üstelik kiliselere de gitmiyor, leh biçimi giyiniyor ve muhafız kıtalarını da leh usulü giyindiriyordu. Hele, Lehlilerle çok düşüp kalkması Rusların gözüne batıyordu. Mamafih, Lehlileri de memnun etmemişti; bir kere lehçe gayet kötü konuştuğu gibi, ince ve tahsil gören leh asilzadelerine nisbeten çok kaba ve cahildi, adabı muaşeret usullerine vakıf değildi. Şahsen de çok çirkin bir adamdı. Bir kolu ötekinden daha uzundu, yüzünde büyük bir beni, çirkin ve büyük bir burunu, dikine saçları, antipatik çehresi, çok fena ve sevimsiz bir intiba bırakıyordu. Lehistan'da kaldığı zaman, Batı Avrupa medeniyetinin bazı dış taraflarını kapmış, bazı şeyler öğrenmiş olmakla beraber, yine yarım yamalak tahsilli bir kimse idi. Mamafih, onun bazı hususta zekâ eseri gösterdiği, devlet işlerinde bazen isabetli kararlar aldığı da biliniyor. Hele müteassıb bir Türk düşmanı oluşu, Osmanlı İmparatorluğunu zaptetmek hülyaları içinde yaşaması, Rusların hoşuna gitmiş olmalıdır.

Dimitri'nin en büyük arzularından biri de, Yuri Mnişek'in güzel kızı Marina ile bir an evvel evlenmekti. Bunun önceden kararlaştırılmış olduğunu söylemiştik. Resmî bir nişan yapılması için 1605 sonbaharında, bir rus elçisi Krakovya'ya gönderildi. Marina ise, ancak 1606 mayısında Moskova'ya gelebildi. Düğün münasebetiyle birçok leh asilzadeleri de rus paytahtına geldiler. 8 mayıs günü nikâh ve düğün merasimi yapıldı. Merasim eski rus adetine uygun olmakla beraber, Çariçanın katolik dininde kalması, Rusları sinirlendirdi. Hele, Kremlin'de katolik papasların bulunması, Lehlilerin kalabalık bir kitle halinde Kremlin'de kalmaları, Rusları büsbütün kızdırdı. Çarlar evlendikleri zaman, düğün münasebetiyle rus ahalisine ziyafet vermek, Kremlin saraylarını açmak adetti; halbuki bu defa ziyafetin yalnız lehli misafirlere verilmesi, halkın Çar'a karşı antipatisini büsbütün arttırdı. Mamafih Dimitri, verdiği söze bakmaksızın, katolik papasların, jezüyitlerin tesirine kapılmış değildi. Rusyayı Papanın hâkimiyeti altına koymakta acele etmiyordu. Leh kralına vâdettiği şehirleri bırakmayı da düşünmüyordu. Bilâkis Türklere ve Kırım'a karşı askerî bir hareket yapmayı tasarlıyordu. Bütün bunlara rağmen Moskova ahalisi, Çar'dan nefretle bahsetmeğe başladı; bu durumdan hâkimiyeti ele geçirmek isteyen boyarlar istifade ederek, harekete geçtiler.



(Sahte) Dimitri'nin ve Kremlin'deki Lehlilerin öldürülmeleri (17 mayıs 1606)


Dimitri'ye karşı harekete geçen zümrenin başında,  yine eskiden olduğu gibi,  knez Vasili Şuyski ve Golitsın bulunuyorlardı. Onlar Moskova dolaylarında duran rus ordusunu kendi taraflarına çekmeğe muvaffak oldular.  16/17 mayıs gecesi, bir miktar asker, gizlice Moskova'ya getirildi. Fakat, paytahtta Dimitri'nin taraftarlarının çokluğu nazarı itibara alınarak, boyarlar, halkı kazanmak maksadiyle hiyleye başvurdular. "Kremlin'deki Lehlilerin, rus boyarlarını kesmekte olduklarını „ ahaliye bildirmek için sokaklarda adamlar dolaştırarak, bağırttılar. Bu şayia üzerine, halk kitlesi, askerler Kremlin'e hücuma başladılar. Kremlin'i muhafaza eden askerler ve Lehliler şiddetle mukavemet ettilerse de, yenildiler; bu çarpışma esnasında 2-3 bin Lehli ve Rus öldü. Dimitri'nin “Sahte „ olduğu ilân edildi. Dimitri kaçmak isterken, iki bina arasındaki yüksek bir duvardan düştü, ve az sonra bulunarak, öldürüldü. " Sahte „ nin sağ kolu olan Peter Basmanov da aynı akibete uğradı. Maria Mnişek ise tevkif edildi. I. Dimitri bu suretle, ancak 11 ay tahtta tutunabilmişti; "Sahte,, nin öldürülmesi üzerine Rusya yeniden Çar'sız kaldı.


Vasili Şuyski'nin Çar seçilmesi (19. V.  1606-16. VII.  1610)


Çar Vasili Şuyski 


 Üç gün süren bu karışıklıklardan  sonra  Moskovada 19 mayısta, " Zemski Sobor,,  (Mümessiller  toplantısı) çağırılmadan,  Kızıl  Meydanda  ve  Kitaygorod'da biriken halk kitlesinin tasvibiyle, son yıllarda mühim siyasî rol oynamış olan knez ve boyar Vasili İvanoviç Şuyski Çar ilân edildi. Şuyski tahta çıkarken "Boyarlarla danışarak mahkeme yapmaksızın,, kimseyi öldürtmeyeceğine, kimseyi takibetmeyeceğine dair, haç öperek and içti. Bununla Vasili Şuyski, adeta Çar'ın hâkimiyet ve salâhiyetlerini tahdit eden bir esas kabul etmiş gibiydi. Korkunç İvan, Boris Godunov ve Sahte Dimitri zamanındaki rejim sona ermiş ve boyarların devlet işlerinde yeniden nüfuz kazanmalarına yol açılmış oluyordu. Mamafih, Çar Vasili Şuyski'nin bu vâdi, ancak sözde kaldı. O yine istediği gibi hareket etti.

Vasili Şuyski gayet müşkül ve karışık şartlar içinde hâkimiyeti ele almış bulunuyordu. Dimitri'nin niçin öldürüldüğünü, meşru esaslara dayanarak, halka bildirmek icabediyordu. Sahte Çar ile birlikte yerinden atılan patriğin makamını işgal edecek yeni bir patrik tayin etmek gerekiyordu. Patrikliğe bu defa Kazan metropoliti Germogen getirildi. Fakat, onun Moskova'ya gelişini beklemeden, 1 haziran (1606) tarihinde Vasili Şuyski'nin taç giyme merasimi yapıldı. Çarzade Dimitri'nin "çürümez,, cesedi Ugliç'ten Moskova'ya nakledildi. Vasili Şuyski'nin, Dimitri'nin annesi Maria'nın ağzından beyannameler dağıtılarak, Sahte Dimitri'nin kim olduğu, Rusları nasıl katolikliğe çevirmek ve Lehlilere teslim etmek istediği birer birer anlatıldı. Çar Vasili Şuyski bu tedbirlerle tahtta tutunabileceğini umuyordu. Fakat Rusya yeniden karıştı. 1606 sonbaharında, birçok yerde isyanlar patlak verdi. Bunlar sosyal bir mahiyet alarak bir zümrenin öbürlerine karşı savaşa girişmesini intaç etti. Karışıklıklar dört cereyan halinde kendini gösterdiler: 1) Bolotnikov hareketi, 2) İkinci Sahte Dimitri hareketi, 3) Rus olmayan kavimlerin ayaklanma teşebbüsleri, 4) Yabancı devletlerin Rusya işlerine karışmaları.


Bolotnikov'un idaresi altında köylülerin ve aşağı tabakanın ayaklanması (1606-l607)


İvan Bolotnikov, knez Telyatevski'nin askerî uşaklarından biri idi. Kırım Tatarlarına esir düşmüş, Türklere satılmış, Osmanlı gemilerinde bir müddet kürek çekmiş, sonra kaçmış, italya ve Lehistan üzerinden Rusya'ya dönmüştü. Sonra putiyl bölgesinin askerî  kumandanı knez Şachovski'nin hizmetine girmiş, cesareti ve becerikliliği sayesinde sivrilmiş, Çar Şuyskı'ye karşı tertip edilen çetecilerin başbuğu sıfatiyle ad kazanmıştı. Bolotnikov, bilhassa aşağı tabakayı etrafına topluyor, "Çar Dimitri„nin haklarını müdafaadan ziyade, köylülerin, çiftlik sahipleri ve "kötü boyarlara,, karşı harekete geçmeleri için propaganda yapıyordu. Bununla, Bolotnikov'un hareketi "sosyal,, bir karakter aldı. Rusya'da köylülerin durumlarını düzeltecek yeni bir nizamın kurulması isteniyordu. Bu sebepten, Bolotnikov'un etrafında gittikçe çok halk kitlesi toplandı, hele Kazaklar büyük bir yekûn tutuyorlardı. Bunlar çiftlikleri zaptetmeğe, zenginlerin mal ve mülklerini yağmağa ve sahiplerini öldürmeğe başladılar. İşte bu sebeptendir ki bunlara, Moskova hükümetince "vorı„ (hırsızlar) dendi. Bolotnikov, çok kalabalık bir kitle ile, 1606 sonunda, Moskova üzerine yürüdü. Ryazan ve Tula dvoryanları da, bu kalabalığın asıl maksatlarını bilmediklerinden, bunlara katıldılar. Asiler, Moskova yakınındaki Kolomensk köyüne kadar geldiler ve paytahtı tehdide başladılar. Dvoryanlar, Bolotnikov adamlarının mahiyetini anlayınca, Çar Vasili Şuyski'nin tarafına geçtiler. 22 aralık 1606 günü, hükümet kuvvetleri, Kotli köyü yanında Bolotnikov'u yendiler ve güneye sürdüler. Bolotnikov, Kaluga şehrinde mukavemete devam etti. Terek ve Don Kazaklarını ayaklandıran Sahte Çarzâde Petr de ( Murom şehrinden İl'ya Gorçakov) 1607 ilkbaharında Bolotnikov'a yardıma yetişti. Kazaklar Tula şehrini ele geçirdiler ve buranın taştan yapılan iç kalesini dayanak yeri yaptılar. Vasili Şuyski'nin kuvvetleri bu "hırsız,, ları Tula'da kuşattılar ve su altında bırakmak suretiyle, kaleyi ele geçirdiler. On binlerce kazak ve âsi köylü esir edildi. Bunlardan büyük bir kısmı nehirde boğuldu, bir kısmı hapise atıldı, kalanlar da köle olarak çiftliklere dağıtıldılar; bir kısmı, aç ve çıplak olarak, serbest bırakıldı. Bolotnikov ise, Kargopol şehrine sürgüne gönderildi ve orada suya atılmak suretiyle öldürüldü. Knez Şachovski de, Bolotnikov ile işbirliği yaptığından ötürü, sürgüne gönderildi. Sosyal bir hareket yapmak, köylüleri, köle haline getiren kanunları kaldırmak ve "boyar» lar ile "kötü tüccar„ların tahakkümünü kırmak maksadiyle yapılmış olan Rusya'daki ilk büyük köylü isyanı, bu suretle, 1607 ekiminde bastırılmış oldu.



İkinci Sahte Dimitri'nin zuhuru ve faaliyeti (1607-1610); İsveç yardımı


Moskova hükümet kuvvetleri Bolotnikov kitlelerini Tula'da kuşatarak, âsi köylüler ve Kazaklarla uğraşmakta iken kendine Çar Dimitri İvanoviç (Korkunç İvan'ın oğlu) adını veren biri daha zuhur etti. Çar Dimitri'nin hayatta olduğu şayiası dolaştığından, halk bu söze inandı. Az sonra Moskova hükümetinden olmayanlar ve bilhassa Kazaklar bu zatın  etrafında  toplanmağa başladılar. "İkinci Sahte Dimitri,, adı ile bilinen bu kimsenin kısa bir zamanda büyük kuvvetler topladığı görüldü. Moskova ahalisi I. Sahte Dimitri'ye "keşişlikten çıkma,, (razstriga) adını vermişti. II. Dimitri'ye ise sadece "hırsız„ veya "cani,, ( vor ) dendi. "Hırsız„ın yanına halk tabakası ve Kazaklardan başka litav ve leh olmak üzere yabancılar da katıldılar. II. Dimitri 1608 yazında Moskova üzerine yürümeğe başladı. Hırsız dayanak yeri olarak, Moskova'dan 11 km. mesafede, tabii durumu bakımından zaptı çok zor bir mevki olan Tuşino köyünü seçti. Moskova her taraftan sarıldı. Ancak Ryazan yolu açık kaldı. Paytahta yalnız bu yolla yiyecek ve asker gelebiliyordu. "Hırsızlar,,, Moskova etrafında harekette bulunurlarken, kalın taş duvarlarla çevrilmiş olan Troitsk - Sergeyevsk manastırını da ele geçirmek istediler; fakat keşişlerin ve manastırda bulunan strelets (atıcı) lerin şiddetli mukavemetiyle karşılaştılar. II. Dimitri adına hareket eden kıtalar Moskova ile Volga arasında, ve Volga'nın kuzey mıntakalarında birçok şehir ele geçirdiler. Rusya'nın mühim bir kısmı Moskova hükümetinin elinden çıktı; Dimitri, Rostov metropoliti Filaret'i (Fedor Nikitiç) Tuşino'ya getirtti ve patrik tayin etti; "Hırsız,, Tuşino'da kurduğu "hükümete,, kendi adamlarını getirdi. Bu suretle, biri Moskova'da, diğeri Tuşino'da olmak üzere, iki "rus hükümeti,, faaliyette bulunuyordu. "Hırsız,,, ne pahasına olursa olsun, Troitsk manastırını almak istiyordu. Bu maksatla leh hetmanı Sapieha ve Lisovski'nin muntazam kuvvetleri manastır üzerine sevkedildiler; manastır toplarla dövülerek, harp usullerine göre, muhasara edildi. Fakat manastır teslim olmadı ve "rus dayanıklılığının,, bir örneğini tekrar vermiş oldu.

Moskova ve Volga bölgelerinin " Hırsız „ ın eline geçmiş olmasıyle, Vasili Şuyski'nin durumu gün geçtikçe fenalaşıyordu. Şuyski'yi bırakıp "Tuşino'daki Hırsız „ yanına gidenler çoğaldı. Bazı kimseler birkaç defa efendi değiştiriyorlardı ve her defasında yeni menfaatler koparmağa bakıyorlardı. Vasili Şuyski, kendi başına isyanı başaramayacağını anlayınca, bu defa yardım isteyerek İsveç hükümetine müracaat etti. isveçliler, Fedor İvanoviç zamanında Ruslara bırakılan şehirlerin (İvangorod, Koporye, Oreşek ve Kolera) isveç'e iadesi şartiyle, Delagardi'nin kumandasında bir ordu gönderdiler. Çar Vasili Şuyski de, henüz genç bir yaşta olan yeğeni Michail Skopin'i, Novgorod ve kuzey rus mıntakalarında asker toplamak için yollamıştı. Skopin, isveç kumandanı ile birleşti ve isveç-rus kuvvetleri Volga'nın kuzey tarafını Düzme Dimitri'nin adamlarından temizlemeğe başladılar. Vologda ve Ustyüg şehirleri "Hırsız„a karşı isyan etmişlerdi. Skopin, ahalinin yardımı ile Kuzey Rusyasını, Tuşino'daki hırsızlar „ dan temizledi. Kuzey bölgelerinde ve Novgorod civarında faaliyette bulunan Moskova hükümet kuvvetleri, Moskova'ya yakın Aleksandrovsk yanında toplanmağa başladılar. Fedor Şeremetev'in, Novgorod'da teşkil ettiği kıtaları da buraya geldiler, bir müddet sonra Vladimir ve Suzdal' şehirleri de " hırsız „ lardan temizlendi.

O sıralarda, Leh kralı III. Sigizmund Rusya'ya karşı bir sefer açmış ve Smolensk'i kuşatmıştı. II. Dimitri yanında bulunan bütün litav ve leh askerlerine, leh kralına katılmaları emredildiğinden, Tuşino'daki " Hırsız „ ın kuvvetleri süratle azaldı. Skopin'in Aleksandrovsk'teki kıtaları ve isveçliler tarafından yardıma gönderilen alman askerleri, Moskova üzerine yürümek için harekete geçtiler. Sahte Dimitri'nin durumu fenalaştı. Bunun üzerine Tuşino'daki âsiler Kaluga'ya çekildiler. 1610 yılı ilkbaharında Moskova, iki yıla yakın bir zaman süren tehlikeden kurtarılmış oldu ve iç karışıklıkların önü alınmış gibiydi. Fakat tam bu sırada Rusya dıştan büyük bir tehlikeye maruz kaldı: Lehliler 1609 sonbaharındanberi Smolensk şehrini kuşatmış, rus arazisinin mühim bir kısmını zaptetmişlerdi.



Lehlilerin hücumları ve Rusların yenilgisi (1610 haziran)


Rus Çar Vasili Şuyski'nin İsveçlilerden yardım görmesi, leh kralı III. Sigizmund'u fena halde kuşkulandırmıştı. Leh kralı, İsveç tahtında tutunamayınca, isveç'in amansız düşmanı olmUş, bu devletle dost geçinen her devleti, Lehistan'ın düşmanı saymağa başlamıştı. Diğer taraftan, Rusya'da başgösteren iç mücadeleden faydalanarak uzun zamandanberi ihtilâf mevzuu teşkil eden Smolensk şehrini almak fırsatı çıkmıştı. Leh kuvvetleri Smolensk üzerine yürüdüler; burası, 1600 de Boris Godunov tarafından büyük bir kale haline getirildiğinden, rus garnizonu dayanabildi. Tuşino Hırsızından kurtulan Vasili Şuyski, bu defa, yeğeni Skopin'i, Smolensk'i kurtarmak için göndermek niyetinde idi. Fakat, bu devrin rus kahramanı olarak tanınan Skopin, henüz 23 yaşında olduğu halde öldü. Vasili Şuyski, bunun üzerine, biraderi Dimitri Şuyski'yi başkumandan tayin etti ve sefere çıkardı. Leh kuvvetlerinin başındaki Jolkiewski, Rusların harekete geçtiklerini öğrenince, Smolensk yanından kalktı ve Kluşin köyü yanında âni bir hücumla Rusları ağır bir yenilgiye uğrattı. Leh kumandanı, Delagardi'nin İsveçli kıtalarına çekiliş yolunu açık bırakmakla, bunların Ruslardan ayrılıp gitmelerini de temin etmiş oldu. İsveçliler Fin körfezi sahillerine çekildiler ve Rusların kendilerine bıraktıkları şehirleri işgal etmekle kalmadılar, Novgorod şehrine de girdiler. Jolkiewski, bu sırada kuvvetlerini Moskova üzerine yürüttü. Aynı zamanda II. Dimitri (Hırsız) de Kalugadan harekete geçti ve Moskova kapılarına kadar ilerledi. Rus paytahtı yeniden her taraftan kuşatıldı. Moskova'da açlık ve kargaşalık başgösterdi. Bunun neticesinde, Vasili Şuyski, 17 temmuz (1610) günü tahtından indirildi ve zorla manastıra kapatıldı. Moskova'da hâkimiyet yedi boyardan teşekkül eden bir hey'etin eline geçti.


Leh kralının oğlu Vladislav'ın Moskova tahtına seçilişi ve bunun neticeleri


Tuşino'daki  hükümetin  durumu   fenalaşınca, Dimitri'nin Kaluga'ya  gittiğini  söylemiştik, Halbuki,  Dimitri'ye   taraftar   görünen   rus büyüklerinden birçoğu  ne Kaluga'ya  gitmek ve ne de Moskova'ya dönerek Şuyski'yi  tanımak istediler. Bunlar arasında, "Hırsız,, tarafından patrik tayin edilen Filaret (sabık boyar Fedor Romanov) ve boyarlardan Saltıkov da vardı. Bunlar ve kendilerine uyanlar büsbütün yeni bir politika takibine başladılar. Çar Vasili Şuyski, leh kralı Sigizmund'a müracaat ederek, "Boyarlar meclisi,, nin ve "Zemski Sobor„un devlet idaresine karışmaları şartiyle, Sigizmund'un oğlu Vladislav'ı Moskova tahtına davet ettiler. Bu münasebetle leh kralı ile rus mümessilleri arasında müzakereler yapıldı ve 4 şubat 1610 tarihinde bir uzlaşmaya varıldı.

Vladislav'a kabul ettirilen "maddeler,, sayesinde, boyarların devlet işlerinde nüfuz sahibi olmaları sağlandığından, bu namzed üstün geldi. Boyarlar, Mojaysk şehrinde bulunan leh kumandanı Jolkiewski'ye haber gönderip, bir an evvel Moskova'ya gelmesini istediler. Jolkiewski de, bu davet üzerine "Moskova'yı Hırsızdan kurtarmak,, maksadiyle harekete geçti; lehli kıtalar rus paytahtına yaklaşınca Vladislav'ın Çar'lığa seçimi keyfiyetinin resmen tanınması istendi; bunun üzerine, rus boyarları, askerleri ve Moskova ahalisi, 27 ağustos 1610 tarihinde, Vladislav'a biat ettiler. III. Sigizmund'un oğlu Vladislav, bu suretle Moskova tahtına seçilmiş, Rusya'nın Çarı ilân edilmiş oldu. Leh kuvvetleri, "Hırsız,, ı Moskova yanından koğdular ve rus paytahtını "cani„ler tehlikesinden kurtardılar. Jolkievvski'nin kıtaları, boyarların isteği üzerine, Moskova'ya girdiler ve Kremlin'i işgal ettiler. Rus tarihinde, ilk defa olmak üzere, lehli kuvvetler rus paytahtını ele geçirmiş oldular. Bununla Moskova'da ve Moskova ile Litvanya arasındaki sahada leh nüfuzu kaim oldu.

Vladislav'ın Çar'lığa seçimini bildirmek ve uzlaşma maddelerini tasdik ettirmek maksadiyle bir rus elçi hey'etinin III. Sigizmund'a gönderilmesi kararlaştırıldı. Vladislav'a rakib olabilecek rus boyar ve knezlerinin Moskova'dan uzaklaştırılmaları gerekiyordu. Bunun içindir ki III. Sigizmund'a gönderilecek elçi hey'etinin çok kalabalık ve en mümtaz kimselerden teşkil edilmesi yolu tutuldu. Bin kişiden fazla bir hey'et halinde yola çıkarılan bu "Büyük elçilik„e metropolit Filaret ve knez V. V. Golitsın başkanlık ediyorlardı. Jolkiewski, kendisi, Moskova'da kalmak istemedi. Kremlin'deki leh garnizonunu Gosniewski'ye teslim ettikten sonra rus paytahtından ayrıldı ve Litvanya'ya döndü; leh başbuğu, Smolensk'i kuşatan III. Sigizmund'un buyruğu üzere Moskova'dan hareket ederken, sabık Çar Vasili Şuyski'yi de beraberinde alıp götürdü. Bu tedbirler neticesinde rus asılzâdelerinden taht üzerinde hak iddiasında bulunacak kimse bırakılmamış gibi idi.

Rus " Büyükelçi hey'eti „ Smolensk yanında leh kralı ile buluşunca, rus tahtına Vladislav'ın değil, Sigizmund'un çıkacağı şayiaları Moskova'da yayıldı; elçiler de kralın bu arzusunu öğrenmiş oldular, fakat Ruslar bunu kat'iyyen kabul etmek niyetinde değillerdi. Sigizmund ve leh senatörleri ise, Vladislav'a teklif edilecek maddeleri beğenmemişlerdi. Leh kralı, Smolensk şehrinin hemen teslim edilmesini istiyordu; Sigizmund, elçi hey'eti azalarından bir kısmını kendine biat etmeğe kandırabildi. Bu durum karşısında Ruslarla Lehliler arasında müzakereler uzadı. Sigizmund, oğlunun küçük bir yaşta olmasını bahane ederek Moskova'ya gönderemeyeceğini bildirdi. Rus paytahtında prense biat yapılmış olması gözönünde tutularak oğlu namına hâkimiyet sürmek iddiasında bulundu. Rusya'daki leh kıt'alarının Sigizmund adına, yani meşru bir Çarın emriyle, hareket ettikleri ileri sürülmekte idi.

Jolkiewski'nin Moskova'dan ayrılması üzerine leh askerlerinin disiplinleri azaldığı ve Rusları incitecek hareketlerde bulundukları anlaşılıyor. Bu yüzden Lehlilere karşı rus paytahtında önce hoşnutsuzluk, sonra düşmanlık başgösterdiği biliniyor. Mamafih, Lehliler dürüst hareket etseler dahi Moskovalılar ile bunlar arasında, hem dil, hem de din ve yaşayış tarzı bakımından büyük ayrılık olmakla her iki zümre arasında düşmanlığın başgöstermesi pek tabii idi. Hele, Germogen gibi müteassıp bir patriğin ve rus papaslarının propagandaları, rus halkının Lehlilere karşı düşmanca vaziyet almasını mucip oluyordu. III. Sigizmund'un Moskova tahtını elde etmek isteyişi, Lehlilerin Moskova'ya ve Rusya'ya tamamiyle hâkim olmak arzuları şeklinde yorumlanmağa başlandı. Kremlin'de leh garnizonunun bulunması, Smolensk'in Lehliler tarafından zorlanması, bütün bunlar Rusya'da leh tehlikesinin ve katolik hâkimiyetinin derecesini göstermeğe yetişiyordu. Bütün yabancılara, hele " lâtin „ lere, karşı Rusların besledikleri düşmanca hisler gittikçe şuurlu bir rus-milliyetperverliği cereyanı haline gelmek istidadını gösterdi. Bu defa, çar seçilen ve adına biat edilen Vladislav'a karşı da bir hareket belirdi. Tam bu sıralarda, Kaluga'da bulunan ve mühim bir tehlike teşkiline devam eden "Tuşino Hırsızı,, nın, maiyetindeki tatar muhafızları tarafından öldürülmesi (11 aralık 1610), Moskova'da yeni bir hareketin meydana gelmesini kolaylaştırdı. Rus paytahtındaki yüksek, orta ve aşağı zümreler bu defa hep birden Lehlilerin tahakkümüne karşı birleştiler.

Kaluga'daki "Hırsız,, ın öldürülmesinden sonra, adamlarından bir kısmı gene kendi başlarına harekete devam ettiler. Bunlar, Marina Mnişek ile "Tuşino hırsızı,, ndan doğan İvan'ı Çar ilân ettiler. Mamafih bu hareket artık tavsamış ve büyük bir tehlike olmaktan çıkmıştı. Ruslar için asıl tehlike, Moskova'da bulunan Lehliler idi.



Leh tahakkümüne karşı Rusların ayaklanması



Lehlilere karşı ilk ayaklanma ve bunun başarısızlığı

 

Rusya'nın iç durumu çok karışık bir manzara arzediyordu. Eski Mosova devlet  nizamını  muhafazaya  çalışan  zümreler  nazarında en tehlikeli bir hareket olan "Tuşino "Hırzısı,, ortadan  kaldırılmış olmakla beraber, Hırsızın oğlu  İvan'ın  etrafında  toplanan Kazaklar hâlâ büyük bir tehlike teşkil ediyorlardı. Bunlar Moskova çevresinde ve Rusya'nın güney bölgelerinde faaliyetlerini devam ettiriyorlardı. Bazı kazak kitleleri, rus şehirleri ve köylerini yağma etmekte idiler Orta idil sahasında, Vyakta ve Perm taraflarında "rus olmayan,, kavimlerin de "hırsız,, lara katılarak Moskova'ya karşı düşmanca vaziyet aldıklarını görüyoruz.

Sigismund'un İsveç tahtına hak iddiası üzerine, Lehistan ile İsveç arasında uzun süren ve her iki devlet için zararlı olan çetin bir mücadele başlamıştı. Moskova tahtına bir Lehli prensin geçirilmesi, İsveçlileri haklı olarak kuşkulandırmıştı. Bunun üzerine İsveçliler, Rusya'ya karşı düşmanca bir durum aldılar ve harekete geçmeğe hazırlandılar. Moskova ahalisinin Lehlileri sevmedikleri belli olduktan sonra da Sigizmund, Rusya'daki taleplerinden vazgeçmedi. Kral, kendi haklarını ya askeri kuvvetle veya diplomatik yollarla gerçekleştirmek istiyordu. Bu maksatla, Smolensk şehrini muhasaraya devam etti. Bu zaman içinde Moskova'da durum gün geçtikçe Lehliler aleyhine dönmekte ve leh düşmanlığı büyük bir siyasî cereyan haline gelmekte idi. Bu cereyanın başı sayılan patrik Germogen, Kremlin'de bulunduğu halde beyannâmeler göndererek rus halkını, Moskova'yı işgal altında tutan, Smolenk'i muhasara eden ve birçok rus arazisini ele geçiren Lehlilere karşı, silâhla mücadeleye davet etti. Patrik Germogen, bu suretle, millî rus hareketinin önderliği vazifesini üzerine almış bulunuyordu. Rus kilisesi başının yazıları etraftaki rus şehirlerine ulaşınca, tesiri görülmeğe başladı. Şehirlerin voyvodaları ve yüksek zümreler, Moskova'yı Lehlilerden kurtarmak için harekete geçmeğe karar verdiler. Moskova'ya yakın bazı şehirlerde askeri kıtalar teşkil edildi. Vaktiyle "Tuşino Hırsızı,, hizmetinde olan kazak birlikleri de, bu defa Lehlilere karşı savaşmak arzusunu izhar ettiler.

Moskova'nın kuzeyindeki bölgelerden de, paytahtı kurtarmak maksadiyle, bazı kuvvetler ilerlemeğe başladılar. Bu suretle 1611 kışının sonu ve ilkbaharında kalabalık bir rus kuvveti, Moskova'yı leh tahakkümünden kurtarmak maksadiyle, harekete geçmiş bulunuyordu.


Kremlin'deki leh garnizonunun, Rusların hazırlıklarından ve Moskova şehrini Lehlilerden temizlemek maksadiyle bir ayaklanma olacağından haberleri vardı. Lehliler ancak birkaç bin kişiden ibaret olduklarından, bütün şehri itaat altında tutmaları imkânsızdı. Kremlin'de dayanabilmek için, şehrin kaleye bitişik mahallerin yıkılmasına karar verildi. Ayaklanan rus ahalisi Moskova'nın iç semtlerinden koğuldular, bu münasebetle Ruslardan ölenler pek çok oldu ve Moskova'nın büyük bir kısmı yandı. Moskova sokaklarında çarpışmalar devam ederken, Zaraysk şehri voyvodası knez Dimitri Pojarski'nin kumanda ettiği eyalet kıtası, Moskova'daki Rusların yardımına yetişti. Bunun üzerine, Lehliler, Kremlin'e ve Kitay - Gorod'a çekildiler. Çarpışma esnasında knez Dm. Pojarski ağır surette yaralandı. Moskova yakınında toplanan şehirli kuvvetler ve Kazaklar arasında başgösteren geçimsizlikler neticesinde, Kremlin'deki Lehliler dayanabildiler.


Smolensk'in Lehliler tarafından zaptı Novgorod'un İsveçlilerin eline geçmesi   


Leh kralı III. Sigizmund 1609 eylülündenberi, Smolensk kalesini kuşatmıştı. Leh kralı bütün askerî kudretini burayı almak için kullandığından, Rusya işleriyle gereği gibi meşgul olamıyordu.  Nihayet 3 haziran 1611 tarihinde Smolensk kalesi Lehlilerin hücumu ile zaptedildi. III. Sigizmund, bu şehrin ötesinde  fazla  bir yer  almayı düşünmüyordu.  Bundan ötürü, Smolensk muhasarasından sonra boş kalan mühim kuvvetlerini hareketsiz bıraktı.  Kral,  Moskova'da Kremlin'deki leh garnizonunun fena bir durumda olduğunu bildiği halde,  bunların vaziyetini iyileştirmek için esaslı bir tedbir almadı.  Rus paytahtındaki leh garnizonuna yardım için Chodkiewiç kumandasında,  küçük bir kuvvet yola çıkarılmakla iktifa edildi.

Smolensk'in Lehliler eline düşmesiyle, leh tehlikesi büsbütün arttığından, bu durum rus vatanseverlerinin gayretlerini yeniden kamçıladı. Yalnız Smolensk değil, ikinci büyük bir rus şehri de yabancıların eline düşmüştü. İsveç kuvvetleri, 16 temmuz 1611 tarihinde Novgorod şehrini işgal ettiler. Buranın metropoliti İsidor ve voyvoda knez Odoewski, Novgorod ahalisinin mümessilleri sıfatiyle, İsveçlilerle bir uzlaşma yaptılar; Novgorod şehrinin ve bölgesinin ilelebet Moskova Rusyası'ndan ayrı bir devlet olacağını ve İsveç hanedanı sülâlesinden bir prensin burada hâkimiyet sürmesini kabul ettiler. Bu sırada Pskov şehrinde de karışıklıklar başladı. Kendine "Çarzade Dimitri,, (III. Sahte Dimitri) diyen biri çıktı, Sidorka ve Pskov'un idaresini ele geçirdi. 1611 sonbaharında bu suretle Rusya'nın batı kısmı tamamiyle Moskova'nın kontrolünden çıkmış, yabancıların eline düşmüştü.

Rus ahalisini birliğe, Kremlin'deki Lehlileri kovarak bir rus hükümeti kurmağa davet eden sesler ilk defa ruhaniler arasından yükseldi. Vaktiyle "Tuşino Hırsızı,, ve lehli kuvvetlerin hücumlarına dayanan Troitsk-Sergeyevsk manastırı başrahibi 'Dionisi, birliğe davet ederek her tarafa mektuplar göndermeğe başladı. Dionisi, "bütün rus halkının, sınıf farkı gözetmeksizin, rus yurdu ve rus dini (Ortodoksluk) namına silâha sarılmağa ve düşmanları Moskova'dan, rus yurdundan kovmağa,, davet ediyordu. Gerek Troitsk-Sergeyevsk manastırı başrahibinin ve gerek patrik Germogen'in ateşli mektupları rus ahalisi üzerinde büyük tesirler yaptı ve taşra rus halkını "vatanı kurtarma uğrunda,, umumî bir ayaklanmalarını sağladı.



Minin ve Pojarski

      

1610 sonbaharında bazı taşra şehirlerinde hareket başgösterir gibi oldu.  Şehrin idaresini elde tutan zümreler, Moskova'nın Lehlilerden nasıl kurtarılması mümkün olacağını düşünmeğe ve bu hususta  şehirler birbirleriyle danışmağa başladılar. Nihayet geniş ölçüde bir hareket Nijni - Novgorod şehrinde belirdi. Şehir idaresi, birçok azadan mürekkep "muhtarlar hey'eti,, tarafından görülmekte idi. Nijni-Novgorod'daki (bugünkü Gorki) azalar arasında, eski kasap başı, tüccar Kozma Minin-Suchoruk adlı biri de vardı. Patrik Germogen'den gelen bir mektubun tesiriyle, Minin, Nijni-Novgorod ahalisini, Moskova ve Rusya'nın kurtarılması için yapılacak harekete ön ayak olmağa davete başladı. Bunun için şehir ahalisinden para toplanmasını ve bununla bir ordu teşkilini de teklif etti. Büyük kilisede yapılan bir toplantıda, Minin ve başpapasın heyecanlı sözlerinin tesiriyle, Nijni-Novgorod ahalisi hep birden harekete katılmağa ve lâzım gelen parayı toplamağa karar verdiler. Bunun üzerine herkes servetinin üçte birini umumî hazineye yatırmağa mecbur tutuldu. Para işlerine bakmak için Kozma Minin seçildi. Kısa bir zamanda mühim bir yekûn tutan para toplandı. Kendiliklerinden para yardımında bulunanlar da çoktu. Elhasıl, Nijni-Novgorod ahalisi arasında şuurlu bir millî gayret ve fedakârlık hisleri almış yürümüş, Rusya'nın kurtarılması için büyük bir hareket başlamıştı. Tanzim edilecek yeni ordunun kumandanı olarak, 1611 de Moskova'daki sokak muharebeleri esnasında yaralanan ve o sıralarda Nijni-Novgorod'a yakın çiftliğinde yarasını tedavi eden knez Dimitri Pojarski seçildi. Pojarski, 1611 yılı ekiminde Nijni-Novgorod'a gelerek ordunun teşkil ve tanzimi işine başladı. Askerî kıtaların teşkili ve askerlerin talimi, silahlandırılmasına Pojarski, para ve iaşe işlerine Minin bakıyordu. 1611 - 12 kışında etraftaki birçok şehir Nijni - Novgorod'lulara katıldılar, öyle ki 1612 ilkbaharına doğru Pojarski'nin kumandasında mühimce bir kuvvet toplanmış oldu.

Moskova yanında faaliyette bulunan ve Trubetskoy ile Zarutski adlı başbuğlardan teşekkül eden hey'eti " resmî bir hükümet „ saymakta devam eden Kazaklar ve taraftarları, Nijni - Novgorod'da başlayan hareketi yolsuz ve kanunsuz buldular, bunu kendilerine karşı yönetilen bir isyan telâkki ettiler. Kazaklar, Pojarski'nin ilerlemesine mani olmak için, Moskova ile Volga arasındaki şehirleri ele geçirdiler. İşte bunun içindir ki Pojarski, 1612 ilkbaharında harekete geçince, Moskova üzerine yürümeden önce, Volga boyunu temizlemek ve buralardan temin ettiği yardımla, Kazaklara ve sonra Kremlin'deki Lehlilere karşı savaşmak plânını kurdu.

Yukarı Volga sahasının en mühim şehri olan Yaroslavl, Nijni-Novgorod'dan hareket eden kıtalar tarafından kolayca ele geçirildi.. Komşu şehirler de Pojarski'ye itaat ettiler. Bu suretle yaz geçti. Bu zaman zarfında Moskova yakınındaki Kazaklar, Moskova içindeki Lehlilerle çarpışıyorlardı. Pojarski, askerî teşkilâtını tamamladıktan sonra, devlet idaresini ele alacak bir hey'etin seçilmesi için Yaroslavl' şehrinde, "Yurt Mümessillerinin „ bir toplantısı yapıldı. Bu toplantıda, ruhanîler namına metropolit Kirili ( Patrik Germogen 1612 başında Kremlin'de ölmüştü ) ve Lehlilerden kaçıp kurtulmağa muvaffak olan birkaç boyar ve asker mümessilleri hazırdılar. Bazı şehirler de kendi murahhaslarını yolladılar. Bu toplantının ne gibi kararlar aldığı lâyıkıyle bilinmiyor; fakat, Nijni - Novgorod'da, Minin ve Pojarski tarafından takibine başlanan hareketin tamamiyle tasvib edilmiş olduğuna şüphe yoktur.

Pojarski'nin ordusu, Moskova üzerine leh başbuğu Chod-kiewiç kıtalarının harekete geçtikleri haberini alınca, 28 ağustos 1612 tarihinde Yaroslavl'dan çıkarak, Moskova'ya doğru ilerlemeğe başladı. Pojarski'nin gelmekte olduğu haberi ise, Kazakların bir kısmı arasında telâşın başgöstermesini mucip oldu. Kazaklar Pojarski'yi sevmiyorlardı. Hatta onu öldürmek teşebbüsünde bile bulundular. Pojarski'nin, intikam hisleriyle hareket edeceğinden korkan ataman Zarutski, Marina Mnişek'i ve oğlunu alarak, Ejderhan'a (Astrahana) gitti, ve orada, İran şahının himayesi altında bir "Kazak Devleti» kurmak teşebbüsünde bulundu. Moskova yanında ise Trubetskoy'un Kazakları kaldılar ve Pojarski'yle işbirliğine karar verdiler.

Kremlin'deki 3.000 kişilik leh garnizonunun durumu gün geçtikçe fenalaştı. Müthiş bir açlık başgösterdi. Lehliler buna bakmaksızın şiddetle karşı durdular, fakat nisbet kabul etmez düşman karşısında dayanamadılar. Evvelâ, 22 ekim 1612 de Kitay-Gorod, bir ay sonra da Kremlin teslim oldu. Bu suretle Moskova, leh işgalinden kurtarılmış oldu. Moskova'nın zaptı münasebetiyle dinî bir merasim yapılarak, paytahtın kurtarılışı kutlandı; bir müddet sonra III. Sigizmund'un Rusya'dan çekilip gittiği haberi alındı. Bu haber büsbütün sevinci mucib oldu. Rusya düşman işgali ve hâkimiyetinden kurtulmuş bulunuyordu.


Michail Fedoroviç Romanovun Çarlığa seçilişi  (Şubat 1613)


 Moskova'nın Lehlilerden temizlenmesi üzerine rus kurtuluş hareketini idare eden "Zemşçina» - (mal ve mülk sahipleri) zümreleri hemen yeni çarın seçilmesi lâzım geldiği kanaatinde idiler. Rus yurdu ancak herkes tarafında tanınacak ve meşru bir şekilde seçilecek bir çar etrafında toplanıp birleşebilecekti. Çarın seçimi için bütün yurt mümessillerinin toplanması, yani "Zemski Sobor,, un çağırılması icap ediyordu. Pojarski, 15 kasım 1612 tarihli yazılarla eyalet şehirlerinden çar seçimine iştirak edecek 10 ar murahhasın gönderilmesini istedi. 50 rus şehri ve mıntaka murahhasları, 1613 yılı başında Moskova'ya geldiler. Bu toplantıya çağırılanlar yalnız " Çar seçimi „ ile kalmayacaklar, çarın seçilmesine kadar, devlet işlerinin nasıl düzene konması üzerinde de konuşacaklardı. Moskova'daki ordu ve yüksek tabaka ile ruhanî mümessilleriyle birlikte, taşradan gelen murahhaslar hepsi 700 kişiyi bulduğu anlaşılıyor. Uzun ve hararetli münakaşalar, rüşvetler ve entrikalar neticesinde, nihayet 7 şubat 1613 tarihinde kimsenin gözüne batmayacak ve bütün partileri memnun edecek bir namzet üzerinde karar kılındı, o da: Michail Fedoroviç Romanov idi.

Çar seçilen Michail, o sıralarda Moskova'da bulunmuyordu. 1612 de Lehliler Kremlin'de kapandıklarında, Michail de annesi Maria (rahibe) ve diğer boyarlar ile Kremlin'de kalmıştı. Lehliler teslim olunca, Michail, annesiyle birlikte, Kostroma yakınındaki çiftliğine gitmişti. Michail'in çar seçilmesi üzerine suikasta maruz kalması ihtimali olduğundan, annesi ile birlikte, Kostroma yanındaki, kalın duvarlarla çevrilmiş, İpatyev manastırına gittiği ve orada saklandığı rivayet edilmektedir. Moskova'dan gönderilen hey'et, Michail'i burada bulmuş ve Çarlığa seçildiğini bildirmişti. Michail, bir müddet nazlandıktan sonra, 14 mart 1613 tarihinde muvafakatini bildirdi. Onun resmen çar olması için ancak taç giyme merasimi yapılması kalmıştı.

Rusya karışıklıklar sonunda, millî ve devlet birliğini muhafaza edebildi. Smolensk ve Fin körfezi yakınındaki bazı şehirler ile Novgorod hariç, esas rus arazisi yine Rusya'nın elinde kaldı. Fakat "Opriçnina,, ile başlayan iç kaynaşma ve karışıklıklar Rusya'nın devlet idaresi ve ahalisi üzerinde derin bir tesir yapmaktan geri kalmadı. Bir kere: XVI. yüzyıl ortalarında mühim rol oynayan boyar ve knez ailelerinin hemen hemen hepsi ortadan kaldırıldılar veya çok zayıf düşürüldüler. Kalanları da nüfuzlarını kaybettiler. Yüksek asilzadelerinin yerini gittikçe, "dvoryan,, lar, yani ikinci derecede asiller, çiftlik sahipleri, işgal ettiler. Sert bir nizamı benimsemiyen ve kendilerine umumî bir adla "kazak,, denen tabaka da, isteklerine kavuşamadı, ezildi. Köylüler, eskisi gibi toprak - köleliğine döndürüldüler. Kazaklar, akınlarını yeniden tatar ve Türk arazisine yönelttiler. "Dvoryanjar ile birlikte, Moskova'yı Lehlilerden kurtarmak işinde birinci rol oynayan şehirliler de ehemmiyet kazandılar. Bu defa, Çar'ın devlet idaresindeki müşavirleri, "Boyar Meclisi,, azaları sıfatiyle, dvoryan'lar ve şehirlilerden seçilmeğe başlayacaktır. Hükümet memurlarını da bu zümreler teşkil edeceklerdir. Karışıklıklar, Çar'a ve etrafındakilere, ahali ile hesaplaşmak lâzımgeldiğini de göstermiş oldu. Evvelki çarlar, Rusya'yı adeta kendi malikâneleri gibi telâkki etmekte idiler ve kendilerini istediklerini yapmakta muhtar sayıyorlardı. Halbuki Michail Fedoroviç'in uzun zaman "Yurt Mümessilleri,, toplantısını Moskova'da alıkoyduğunu ve devlet işlerine bir düzen vermek için murahhasların reyine müracaat edeceğini göreceğiz. 1613 şubatında Çar seçimi yapılmakla Rusya'da " karışıklıklar „ birdenbire durmuş değildi. Devlet nizamının tamamiyle teessüsü için daha uzun yıllar geçmesi gerekti. XVII. yüzyıl tarihinin gelişmesi, birçok bakımdan, " Karışıklık devri „ndeki olayların bir neticesi olmakta devam etti.




RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

Fırat Nehri / İliç / Erzincan

 


29 Kasım 2023 Çarşamba

Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-10

 


Şamanın İcraatları



Normal şartlar altında, ruhlar âlemiyle bağlantıya geçmeden çözülemeyeceğine inanılan durumlarda, şamanın yardımına başvurulur. Şaman bu yardımı iki şekilde yapar. Ya ruhunu bedeninden ayırıp, ruhlar âlemine yolculuk yaparak, orada soruların cevaplarını öğrenir, veya ruhlar onun bedenine girerek onun ağzından konuşurlar. Kendinden geçmiş olan şaman aracılığıyla konuşan ruh, şamanın kendisinin de bilmediği şeyleri anlatırken, şamanın yanında bulunan bir kişi şamanın konuşmalarından anlam çıkartmaya çalışır. Şamanlar aracılığıyla ruhlar âlemiyle doğrudan temas kurmak mümkün olduğu için, sihir veya büyülerden medet ummaya ihtiyaç duyulmaz.

Bazı kaynaklarda, şamanın aslında birçok görevi üstlenmiş olduğu anlatılır ki, meselâ koyunun omuz kemiğine bakarak kehanette bulunmak, hastaları iyileştirmek, kurban ve sunu ayinlerini yönetmek gibi işler şamanın iştigâl alanına girmektedir. Şaman kelimesi sıklıkla yanlış kullanılır. Yukarıda adı geçen faaliyetlerin hepsini, kabile içinde güvenilir bir kişi olduğu müddetçe, gerçek anlamda şaman olmayan biri de yerine getirebilir. Hayatın her alanında şamanın yardımına ihtiyaç duyulduğu düşüncesi kesinlikle yanıltıcıdır. Radloff’un da özellikle belirtmiş olduğu gibi, beklenmedik, olağanüstü bir gelişme olmadığı taktirde, doğum, evlenme ve cenaze gibi durumlarla şamanın hiçbir ilgisi yoktur. Şamanın yardımına ancak doğumun gerçekleşememesi, zor olması veya çiftin çocuklarının olmaması gibi hâllerde başvurulur. Turuhansk Tunguzları, çocuğa isim verilmesi sırasında şamanın bulunmasının gerekli olmadığını anlatmışlardı. Hildén ise, Lebed Tatarlarının şamanının doğumdan birkaç gün sonra gelip doğan çocuk ve lohusanın sağlığı için ayin yaptığını, doğumdan iki veya üç hafta sonra çocuğa isim verilirken tekrar geldiğini anlatır. Buryat geleneklerine göre doğumdan sonra şaman gelir ve çocuğun “ağlamaması ve hızlı büyümesi” için bir demet ot veya yaprağı suya batırılarak çocuğa vurur. Bu ot demetinin ıslatıldığı suya ardıç yaprakları ve kokulu otlar atılıp, sonra da çocuğun mutluluğu için koyun veya keçi kurban edilir. Turhansk Tunguzları ile bu konuyu konuştuğumda bana; kendilerinin ancak belli durumlarda şamanın yardımına başvurduklarını, böylesi durumların; meselâ ölen kişini ruhu, ölümünden bir sene sonra hâlâ eski evinde kalmaya devam ediyorsa, ruhu ölüler ülkesine göndermek için veya yurtsuz bir ruhu kendisi için yapılmış bir tahta resmin içine hapsedebilmek için veya bilinmeyen bir sebeple avdaki şanslarının kaybolması olduğunu, bunun dışında sonbaharda av mevsimi başladığında veya aileden biri ağır bir hastalık geçirdiğinde de şamana başvurulduğunu anlatmışlardı. Diğer Sibirya halkları da benzeri sebeplerden şamanın yardımına başvurdukları olur.

Altay Tatarları ve Golde şamanlarının öldükten sonra evde kalmaya devam eden ruhları yakalayıp, ölüler ülkesine götürmelerine dair ayinleri anma merasimlerini anlattığımız bölümlerde görmüştük. Serbest dolaşan bir ruhun sebep olduğu zararları önlemek maksadıyla bir resmin içine hapsedilişi hakkında ise daha az bilgi vardır. Ruhun resme hapsedilmek istenmesinin sebebi, resmin içerisinde duran ruhu, ikramlar yoluyla sakinleştirmenin çok daha kolay olması ve bu iş de önce şamanın ayin düzenleyerek söz konusu ruhu arayıp bulması ile başlar. Ruh yakalandıktan sonra, ona ilk ikramı şaman yapar, daha sonra aile bunu devam ettirir.

Ava gidilmeden önce şaman ayini yapılması geleneği günümüzde sadece Jukagirler gibi bazı kuzey kabileleri arasında devam etmektedir. Bu ayinde şamanlar ruhlardan ormandaki hayvanların gölgelerini yakalamalarını isterler. İnanışlarına göre, ancak gölgeleri yakalanmış olan hayvanlar, avcılar tarafından avlanır. Tunguz şamanı, bu ayin esnasında avın yakalanışını canlandırır. Eğer ren geyiği avına çıkılmışsa, şamanın geyiklerin bulundukları yerleri bulması da gerekir. Tabiatüstü yetenekleri sayesinde gaipten haberler alabilen şaman, gerekli durumlarda çok önemli bilgiler de verebilir, meselâ düşmanın gücü veya nerede pusu kurmuş olduğu, çalınan eşyaların veya gömülerin yeri, uzak diyarlardaki bilinmeyen gizemler gibi konularda da bilgi verir. Ancak, Sibirya halklarının şamana en çok başvurdukları konu hastalıklardır. Altay bölgesinde özellikle sıtma, çiçek, frengi veya zekâ geriliği gibi konularda şamana başvurulur. Anohin, Altay Tatarlarının, Moğollarda olduğu gibi şifalı bitkiler veya ilaçlar kullanılmadıklarını, şaman aracılığıyla hastalığa sebep olan “körmös”ün hangisi olduğu ve nasıl sakinleştirileceğinin öğrenildiğini aktarır. Hastalığın sebebinin, hastanın ruhunun bedenden ayrılması ve dış dünyadaki kötülüklere maruz kalması olduğuna inanılması sebebiyle, şamandan beklenen kaybolan ruhu bulup geri getirerek, hastayı sağlığına kavuşturmasıdır. Buryat efsanelerine göre bu, ruhu getirmek ilk şamandan itibaren şamanların vazifesidir. Efsaneye göre, ilk şaman olan Morgon-Kara (bazı anlatımlarda da Bokoli-Kara) çok zeki ve becerikli bir şamandır ve yeraltı ülkesinin efendisi “Ärlen kan”ın yeraltına aldığı ruhlarını bile ordan çıkartıp dünyaya geri getirebilmektedir. “Ärlen kan”, bu durumu Gök Tanrı “äsägä malan tengri” ye şikayet eder, Tanrı da şamanın yeteneklerini bir de kendisi denemeye karar verir. Bunun için bir insanın ruhunu alır, bir şişeye koyar ve şişenin ağzını parmağı ile kapatır. Ruhun sahibi olan insan hastalandığında, akrabaları Morgon Kara’ya gider ve yardım isterler. Şaman hemen işe başlar ve kayıp ruhu ormanlarda, göllerde, dağlarda ve hâtta ölüler ülkesinde bile arar ama bulamaz ve davuluna binerek göklere çıkar. Orada da uzun süre aradıktan sonra, nihayet aradığı ruhun aslında bir şişeye tıkılmış olduğunu ve Tanrının şişenin ağzını parmağıyla kapattığını fark eder. Kurnaz şaman, bir yaban arısı suretine bürünür ve tanrıyı alnından sokar, Tanrı da acıyla elini şişenin ağzından çekip alnına götürdüğünde, şaman fırsattan istifade ederek, zavallı ruhu kurtarır. Şaman, yanında kurtardığı ruhla beraber davulunun üstüne binip yeryüzüne geri döndüğünü gören Tanrı buna çok sinirlenir ve şamanın davulunu ikiye parçalayarak, şamanın güçlerini azaltır. Buryat inançlarına göre, eskiden hem altı, hem de üst tarafı deri kaplı vurma yüzeyi olan şaman davulu, o zamandan beri tek taraflıdır. 

Bu konuda hastalıkların tek sebebi kişinin ruhunun “kaybolması” değildir. Bazen, kişinin bedenine giren bir-veya bazen daha fazla- ruhun kişiye acı çektirerek hastalığa sebep olduğuna inanılır. İlk durumdaki görevi hastanın kayıp ruhu aramak olan şaman, bu ikinci durumda da bedene giren kötü ruh veya ruhları çıkartmak zorundadır. Ama, ruhun geri çağırılması veya kötü ruhların kaçırılması kesinlikle şaman tarafından gerçekleştirilmesi gereken ayinler değildir. Şaman yakınlarda değilse, hastanın akrabalarının da kendi başlarına kayıp ruhu geri çağırdıkları veya gürültü yaparak hastanın bedenine giren kötü ruhu kovmaya çalıştıklarına dair bir çok örnekler vardır. Meselâ, Goldeler bunun için samandan bir kukla yapıp, ruhu içine hapseder ve kuklayı da dışarı atarlar, ancak akrabaların ruhu geri çağırmak veya kötü ruhu kovma konusundaki çabaları yetersiz kalırsa, şamanın yardımına başvurulur.

Yaygın inançlardan birisi de, öncelikle ruhu kaçmış olan hastanın bedenine giren yabancı ruhun kovulması gerektiğidir. Bu sebeple, Tunguz şamanının ayini birkaç değişik aşamadan oluşur. Şiri-kogorov, bu aşamaları şu şekilde sıralar:

Şaman, kendi koruyucu ruhlarına müracaat eder ve bunlardan biri şamanın hizmetine gelir.

Bu koruyucu ruhun yardımıyla hastalığın sebebini ve hastanın kayıp ruhunun nerede olduğunu öğrenir.

Şaman, tekrar ruhlarını yardıma çağırır ve onların yardımıyla hastanın ruhunu yakalar.

Şaman, yardıma gelen ruhlarının yardımıyla hastanın bedenine giren ruhu yakalar ve onu ait olduğu yere geri götürür.

Şaman, hastanın ruhunu tekrar bedenine yerleştirir.

Şaman, koruyucu ruhlarına yardımları için teşekkür eder.

Schirikogorov, bazı ruhların bütün bu çabaları boşa çıkartıp, tedaviyi engelleyebileceklerini, şamanın başarılı olabilmek için iyi niyetli ruhları koruması altında olması gerektiğini anlatır. Şamanın koruyucu ruhlarının her birinin kendine has becerileri, özellikleri dilleri ve karakterleri vardır ve ayin esnasında şaman bunların hepsini canlandırır.

Yakut ve Dolgan şamanlarının da en önemli vazifeleri, hastanın bedeninden kötü ruhları uzaklaştırmak ve kayıp ruhu geri getirmektedir. Bu halkların şaman ayinlerinde belli bir sıraya göre hareket edilir ve başlangıç adımı daima ruhların çağrılmasıdır. Bu konudaki kaynaklardan birisinde anlatıldığına göre şaman, çadırın ocağının yanında yere oturur ve ruhlara müracaat eder. Yardımını istediği ruhlar; “ateşin ruhu”, “çadırın ruhu”, köyün ruhu”, kendi koruyucu ruhları, ölmüş akrabaların ruhları ve hâtta muhtemelen hastalığın sebebi olan “Abasy” gibi ruhlardır. Bundan sonra sıra, şamanın hastanın ruhunu çalan kötü ruhun nerede saklandığını bulmaya gelmiştir ve şaman davulunu çalmaya başlar. Davulunu çalarken bazen durur, ayağa kalkar ve sanki uzaklarda bir şeyler görmüş gibi davranır. Bu esnada bazen bir at kişnemesi veya bir kuşun ötüşünü taklit ettiği de olur. Ayinin üçüncü aşamasında şaman, hastanın bedenine girmiş olan bütün “Abasy”leri yakalar. Onları hastanın bedeninden çıkartmak için mızrağa benzer bir kayın dalı kullanır. Bu dalın üç yerinde enine bir şerit hâlinde kabuğu çepeçevre soyulmuş ve üç-kimi zaman da yedi- yerine at kılları bağlanmıştır. Bu gizemli silahı yüksek sesle tehditler yağdırarak hastaya yöneltir. Daha sonra şaman, kötü ruhu mağlûp etmeyi başardığını ve kendisine teslim olduğunu gösteren bir jest yapar ve orada bulunan diğerleri mızraklarını kötü ruha saplamaya çalışırlar. Bunu takiben şaman davul çalıp, ilâhiler söyleyerek ruhu ait olduğu yere geri götürür, bu esnada bazen kendinden geçer. Eğer hastanın bedenine birden fazla ruh girmişse, şaman bu yaptıklarını her ruh için tekrar yapar. Şamanın hastanın bedeninden çıkarttığı bu ruhlar arasında meselâ, “kafa kesici yör” gibi tehlikeli ruhlar varsa, şaman bir anda öfkeye kapılır, orada bulunanlardan bir bıçak ister, davulun tokmağı ile sanki kendi boğazını kesecekmiş gibi hareketler yapar, kendi bedenini ısırır, onu engellemeye çalışanların ellerini ısırmaya çalışır. Ayinin dördüncü aşamasını, şamanın gökyüzüne seyahâti oluşturur. Şaman bunun için kulübenin Güneye bakan penceresine dönerek durur. Pencerenin olduğu duvarın dışına, ortadaki kayın, diğer ikisi karaçam olmak üzere dalları kesilmiş üç ağaç dikilidir ve kayın ağacının üzerine gagası Güneye bakacak şekilde ölü bir martı, kayının Doğusunda kalan ağaca ise bir at kafatası konmuştur ve ağaçların üçü de at kılları ve kumaş parçalarıyla donatılmıştır. Ağaçlar at kılından yapılma bir iple birbirlerine bağlı, ağaçlar ve evin duvarı arasına da üzerinde bir tas içki olan bir masa yerleştirilmiştir. Şaman, bedenini eğip bükerek ve tokmağı tuttuğu sağ elini sallayarak bir kuşun uçuşunu canlandırmaya başlar. Göğe çıktığında, göğün dokuz katına (olokh makam) uğraması gereken şamanın, her kattaki ruhlara hediyeler götürmesi gerekir. Şaman yukarı çıkarken gözleriyle hem yukarıyı, hem de aşağıyı tarar, aşağı inerken öne eğilir ve orta dünyaya, yâni insanların yaşadığı yere geldiğinde kendinden geçmiş bir haldedir. Onu kendine getirmek için ateş yakılması gerekir. Ateş yakmanın ne ifade ettiği bilinmemekle birlikte, Kai Donner, Samoyed şamanlarının ayin sonrasında kor hâlindeki kömürler ve alevlerle “arındıklarından” bahseder. Görevin yerine getirilip, ayinin sona ermesinden sonra şaman bir süre ocağın yanında oturmaya devam eder ve bu esnada ocağa sunu olarak at kılı ve tereyağı atılır.


Yukarıda aktarmış olduğumuz ayine şahit olanlar, kayın ağacının tepesine dikilen martının, gökteki ruhlara verilmiş bir kurban olduğuna ve gökyüzüne yaptığı seyahâtte şamanın önünden uçarak ona yol gösterdiğine inanıldığını anlatmışlardır. Aynı kaynak, söz konusu köyde daha sonra bir başka şamanın aynı ayini yaptığında, her üç ağacın tepesine kuş resimleri yerleştirilmiş olduğunu anlatır. Ağaçlardan Batıdakinin üzerinde “Öksökö kyl” (iki başlı efsanevî bir kuş), ortadakinde “Käi kyl” (bir başka efsanevî kuş) ve sonuncusunda da “Suor” (kuzgun) resmi vardır. Bu hayvan resimlerinin şamanın ruhuna eşlik ettiklerine inanılır.

Yakut şamanlarının ayinlerinde ise-her ne kadar bölgelere göre değişiklikler gösterse de-çoğu zaman ağaç kullanılır. Priklonskij, bir hastayı iyileştirmek için yapılan bir ayin için çadırın dışına bir karaçam, bir kayın ve bu kayın ağacının Güneyinde uzakça bir yere tek sıra hâlinde dalları yontulmuş dokuz tane karaçam dikilip, bir iple birbirlerine bağlanmış olduklarını aktarır. Anlattığına göre, çadırın dışındaki ilk karaçam ağacının gövdesine dokuz tane oyuk kazınır ve kurban edilecek hayvan bu ağaca bağlanır. Seroschevskij’de, şaman kurban keseceği zaman çok sayıda ağacın sıra hâlinde dikildiğinden bahseder ki, anlattığına göre bu ağaç sırasının en sonuna kurban edilecek hayvanın bağlandığı bir kazık, onun da gerisine her birinin üzerinde bir ahşap kuş figürü bulunan üç tane kazık dikilir. Bu kuş figürlerinden ilki efsanelerdeki iki başlı kuşu, ikincisi bir martı veya kuzgunu, üçüncüsü de guguk kuşunu temsil eder. Kuşların gagaları Güneye bakar. Kuş figürlerinin takılı olduğu direklerin bir buçuk metre kadar ilerisinde dalları kopartılmış dokuz tane çam ağacı bulunur. Çam ağaçlarının sadece tepelerinde bir miktar dal ve yaprak bırakılmıştır. Kuşların olduğu direklerden başlayarak, bütün ağaçlar boyunca at kılından yapılma bir ip çekilir, her iki ağaç veya direk arasında ipe bir tutam beyaz at kılı asılır. Ağaçtan ağaca hep biraz daha yükselerek geçen bu ip, Seroschevskij’ye göre şamanın kurban ettiği hayvanla beraber göğe yükseldiği yolu temsil etmektedir.

Yakutça konuşan Dolganların ayin ve törenleri Yakutlarınkini andırır. Kuzey bölge halklarının şamanları da, bir hastayı iyileştirmek için dokuz gök katını dolaşmak zorundadırlar. Her katta, görevleri şamanı korumak ve kötü büyücülerin göğe çıkmalarına engel olmak olan ruhlar vardır. Dolganlar, hiçbir kötü yaratığın göğün ilk katından daha yukarı çıkamayacağına inanırlar, iyi varlıklarsa her durakta kısa bir süre oyalandıktan sonra yukarıya yolculuklarına devam edebilirler. Bu seyahâtin en zor bölümleri ilk üç kattır, ondan sonraki katları aşmak gittikçe daha kolaylaşır. Yukarıda bahsi geçen bu dokuz adet ağaç, hiç şüphesiz bu durakları (olokh), yâni göğün katlarını temsil ederler. Dolganların geleneklerinde, sıra hâlinde dikilmiş olan dokuz adet direk şamanın göğe yolculuğunu ifade eder. Bu direklerin her birinin tepesine hepsi aynı yöne bakan ahşap kuş figürleri yerleştirilmiş olup, direkler kısadan uzuna sıra hâlinde dikilmiş olduğu için, kuş figürleri de gittikçe daha yükselir.

Yakut ve Dolgan şamanlarının bu seyahâtin her durağında, yâni her katta bulunan ruha bir sunu yapmaları gerekir. Bu sebeple bir çok yerde, sunak yerinde ayrıca tek bacaklı bir “masa” bulunur. Bu “masa”nın yüzeyi basit, bir tahta plâkadan oluşur ve üzerine dokuz (bazı yerlerde yedi) küçük kâse oyulmuştur. Şaman gökyüzünde her bir üst kata çıktıkça, sırayla bu kâselere süt doldurur. Bazı yerlerde bu kâselerin yanına ayrıca küçük bir et parçaları konurken, bazı yerlerde de bu tören, ağaçların altında değil, “dünya sütunu”nun (tyspät turũ – asla devrilmeyen sütun) altında gerçekleştirilir. Aynı şekilde bu sütunlarda da, çatısını oluşturan plâkanın kenarında içine süt doldurulan dokuz küçük kâse bulunur.

Bu ayinleri takibederken, akla şamanın neden hastaları iyileştirmek için göğün dokuzuncu katına kadar seyahât etmesi gerektiği sorusu gelmektedir. Witaschevskij, şamanın göğe hastanın ruhunu (kut) aramak için çıktığını ileri sürer. Bu cevabı doğru kabûl ettiğimiz takdirde, bu sefer şu soruyla karşılaşırız; kötü bir ruhun (Abasy) ele geçirmiş olduğu bir ruh, nasıl olur da göğün en üst katına çıkabilir? Sonuçta genel inanca göre kötü ruhlar, gökyüzünde özellikle de Tanrının bulunduğu katta olamazlar. Şamanın gökyüzünden getirdiği ruh da, hastanın kayıp ruhunun yerine geçecek yeni bir ruh değil, hastanın kendi ruhudur. Bu duruma V. N. Vasiljev; “Kötü bir ruhun çalmış olduğu ruhu kurtaran şamanın, kurtardığı bu ruhu hemen hastanın bedenine geri götürmeyip, ruhu sakinleştirip tedavi etmek ve arındırmak için önce göğün dokuzuncu katına götürüp, kötü bir ruhun eline düşerek, şaşkın ve harap bir halde olan ruhun, kolaylıkla tekrar kaybolabileceğinden, bazen de gördüğü kötü muamele sebebiyle, hastalanmış veya kötü ruh tarafından yaralanmış olacağından, önce göğün dokuzuncu katında arınması ve tekrar sağlığına kavuşması gerektiği” biçiminde açıklamaktadır. Vasilyev’in halk inançlarından derlemiş olduğu bu açıklama bizi başka bir soruya yöneltir; eski dönemlerdeki şamanizm açısından bu gökyüzü seyahâtleri ne anlama gelmekteydi? Troschtschanskij her ne kadar kendi ulaşabildiği kaynaklardan hiç birinde Yakut şamanlarının yeraltına seyahât ettiklerine ilişkin bir anlatıma rastlamadığını ve şaman efsanelerinin çoğunluğunun göğe çıkış üzerine olmasına rağmen, şamanın yeraltına seyahât etmesinin de mümkün olduğunu anlatır. Troschtschanskij’nin görüşüne göre dalıcı kuşların “şamanlara ruhlar âlemine giderken yol gösterdikleri” inancı ve şaman kıyafetlerinde yeralan ve “yer altına iniş deliği”ni temsil eden figürler buna işaret etmektedir (Bu yeraltına iniş deliği/boşluğuna “ruh deliği”-“abasy oibono” adı verilir). Troschtschanskij’nin tezine göre, yeraltına seyahât, Yakut inançlarına sonraki dönemlerde, şu anda yaşadıkları bölgelere göçmelerinden sonra girmiş ve şamanlar da nadiren yer altı ruhlarının yardımına başvurmuşlardır. Ruhların gökyüzünde olduklarına dair bu tasavvur, Troschtschanskij’ye göre Yakutların eski anavatanlarından kalmadır. Ne var ki, durum Troschtschanskij’nin anlattığı kadar basit görünmemektedir. Meselâ, elimizdeki kaynaklarda Yakutların, ruhları çalan veya hastalık yaratan ruhların gökyüzünde yaşadıklarına inandıklarına dair bir örnek olmadığı gibi, hâtta V. N. Vasilyev’in bahsettiği üzre, bir insanın bedeninden ayrılan ruhun, kolaylıkla ruh avına çıkmış bir başka ruhun eline düşüp, yeraltı ülkesine götürülebileceğine dair inancın olması da dikkât çekmektedir. Bu durumda tabii olarak şamanın bu ruhu aramak için yeraltına seyahât etmesi gerekmektedir. Gözönüne alınması gereken bir başka husus ise, sonraki dönem kaynaklarında açıkça ortaya konduğu gibi Yakutların, şamanların faaliyetlerini ikiye ayırıyor olmalarıdır: “Allara kyrar” ve “Üsä kyrar”. Bunların ilki, şamanların yeraltındaki ruhlardan, ikincisi de göklerdeki ruhlardan yardım aldıkları törenleri ifade etmesidir. Herhangi bir olaya müdahale edecekleri zaman şamanların öncelikle yer altı ruhlarına başvurmaları, yer altı ruhları inanışının daha eski olduğuna delil teşkil etmektedir.

Witaschevskij, şamanın kötü ruhu hastanın bedeninden çıkardıktan sonra onu “Güneye” götürdüğünü anlatır ki, bu bilgi muhtemelen bir yanlış anlamadan kaynaklanmaktadır, zira “hastalığa sebep olan ruhların Güneyden, Yakutların eski vatanlarından geldiklerine” dair inançlarıdır. V. N. Vasilyev, bu hususta hastadan çıkarttığı kötü ruhu, yeraltı ülkesine götürmek için şamanın suya dalar gibi yapıp yere yattığını anlatmasıdır. Tunguzlar, Çukçeler ve Laponlar da, şamanın uykuyu andıran bir duruma geçmesini “suya dalmak” olarak tanımlamaktadırlar ki, verdiğimiz bu örnekler hiç şüphesiz öte dünyanın su altında bir yerlerde tasavvur edildiğine işaret etmektedir.

Şaman ayinlerinin genellikle geceleri yapılması veya şaman kıyafetinin kendisi de şamanizm ile yeraltı ruhlarının yakın ilişkisine delil teşkil eder ki, Stadling de, Yakutların şaman ayinlerinin geceleri yapıldığını anlatır. V. N. Vasilyev de aynı şeyi Yakutlar ve Dolganlar için aktarır. Turuhansk Tunguzları bana; şamanın ancak karanlık çöktükten sonra ayine başladığını anlatmışlardı. Keza, Schrikogorov’da doğu Tunguz şamanlarının ayinlerini anlatırken “geceleyin, yarı karanlık bir evde başlar” diye bahsetmektedir. Ayin için gece karanlığının seçilmesi sadece Kuzey enlemlerinde yaşayan halklara has bir durum olmayıp, Altay halkları arasında oldukça yaygındır. 13.yy’da yazdığı seyahâtnamesinde eski Türk büyücülerinin (kam) ayinlerinden bahseden Ruysbroeck, “şeytandan haber bekleyenler, geceleri kulübelerinde toplanırlar” diye anlatır. Durum böyleyken, “allara kyrar”ın Troschtschanskij’nin anlattığı gibi sonraki dönemlerde Yakut inanç sistemine dahil olan bir ilâve olmayıp, kökeninde Sibirya şamanizminin en eski tasavvurlarından biri olduğu oldukça açıktır. Sorulabilecek bir başka soru ise, şamanın göğe çıkmasının, günümüzde yaşadıkları bölgelere göç ettikleri dönemlerde de Yakut inançlarında olup olmadığıdır. Bu ayinin, Altay ve Baykal bölgelerinde çok eskiye dayanan bir geçmişi olduğunu düşündüğümüzde, Yakutların da hiç şüphesiz Kuzeye göçmelerinden çok önce bu geleneği benimsemiş olduklarını söyleyebiliriz.

Altay Tatarları hakkındaki kaynaklarda, hastayı iyileştirebilmek için şamanın gökyüzüne çıkmasıyla ilgili elimizde herhangi bir bilgi mevcut değildir. Bu kaynaklarda şamanın sadece kurban merasimlerinde Gök Tanrı için kesilen kurbanı gökyüzüne götürmesinden bahsedilir. Altay bölgesi Heiden misyon arşivinde bulunan, geçen yüzyılın ortalarından kalma eski bir el yazması metinde, şamanın göğe seyahâti çok ilgi çekici bir şekilde tasvir edilmiştir. Üç gün süren bir şenliği anlatan bu elyazması Radloff ve Werbitskij tarafından da kaynak olarak kullanılmıştır ki, bu elyazmasında anlatıldığına göre şenlik şu şekilde gerçekleşmektedir:

İlk akşam, güneş dağların ardında battığında şenlik hazırlıklarına başlanır. Şaman, kurban kesimi için bir tarafında kayın ağaçları olan uygun bir yer seçer ve buraya kapısı Doğuya bakacak şekilde keçe bir çadır kurulur. Çadırın ortasına tepesindekiler dışında diğer dalları temizlenmiş genç bir kayın ağacı dikilir, ağacın yeşil yapraklı tepesi, çadırın baca deliğinden dışarı çıkartılır. Ağacın tepesine bir nevi flama niyetine bir bez parçası asılır ve çadırın içinde kalan gövde bölümüne balta ile yukarı doğru sıralanan dokuz gedik veya basamak (tapty) açılır. Daha sonra şaman, kabilenin at sürüleri içinden Gök Tanrıya kurban edilmeye uygun bir at seçer. Gök Tanrıya kurban edileceği için, atın açık renkli olması gerekir. Atın kurban edilmesinden önce, şaman atın kurban için uygun olup olmadığını kontrol eder, atın ruhunu çıkartır ve ona göğün dokuzuncu katına çıkmaya ve orada Gök Tanrının beyaz çadırının yanında yaşamayı teklif eder. Bunun ardından hayvan kurban edilir.

Ertesi gün, şamanın çadırında ateş yakıldığında şenlik tekrar başlar ve doruk noktası da bu ikinci gündür. Şaman ilk olarak, eline içinde bir gün önce pişirilen kurban etinin olduğu bir kap alır ve bu etten sırasıyla “Davulun efendisi”ne, “Ateş ana”ya ve çadırın içinde bulunan gözle görünen ve görünmeyen bütün misafirlere ikram eder. Sonra çadırın önünde gerili duran ipten (söltü), dokuz tane elbise alır. Elbiseler pamuktan veya çuhadan veya ipekten olabilir. Bu elbiseleri ardıç odunuyla tütsüleyerek arındırırken, bir yandan da bu “hiç bir atın taşıyamayacağı kadar değerli” hediyeleri över. Sırada davulun arındırılması vardır ve bundan sonra şaman ayin kıyafetini giyer. Davulunu tekrar ateşte tütsüledikten sonra ilâhi söyleyip davul çalmaya ve ruhları belli bir sıraya göre yanına çağırmaya başlar. Her bir ruhun gelişinde “ӑ kam ai” diye bağırır ve gelen ruhu bir el hareketi ile yakalayıp davulun içine sokar. Ayinin başarılı olması için yardımı gereken ve her birine ayrı ayrı dil dökülüp hoş tutulması gereken bir çok ruh vardır. Toplanan ruhların sayısı arttıkça, şaman davulunu daha kuvvetli çalmaya başlar. Çadırın etrafına dikilen kayın ağaçlarının çevresinde birkaç defa dolandıktan sonar “Kapı efendisi”ne (evin/çadırın kapısında yaşayan ruh) danışır ve ona başka hangi ruhlardan yardım istemesi gerektiğini sorar. “Kapı bekçisi”nin cevabını aldıktan sonra ondan ayrıca; bakırdan yapılma kılıcını eline alıp kapıda muhafızlık yapmasını ve düzenleyeceği ayini bozmaya çalışan bir “Aina” veya başka bir kötü ruhun içeri sokmamasını rica eder. Ondan sonra kurbanı bağışlayan kişiyi, ailesini ve akrabalarını arındırır ve çadırdaki bütün kötü ruhları dışarı kovar. Her ne kadar şaman ayinde yay kullanmasa da, şamanın şarkısında “ok atmak”tan bahsedilir ve bu da, bu silahın bir zamanlar kötü ruhları kovmak için kullanıldığına delâlet eder.

Bu hazırlık ritüelleri tamamlandıktan sonra, şaman nihayet yorucu gökyüzü seyahâtine başlamaya hazırdır. Bu seyahâtin bütün aşamalarını; ilâhileri, konuşmaları, mimik ve hareketleri hazır bulunanlara da canlandıracaktır. Bu göğe çıkış esnasında göğün hangi katında olduğunun anlaşılabilmesi için, göğe çıkışını temsilen çadırın içindeki kayın ağacına tırmanır ve ayağını bulunduğu gök katına tekabül eden basamakta tutar. Her yeni kata çıkışta bir gürültü duyulur ve şaman “bakın, içinden geçtim” diye bağırır. Daha sonra kayının ve ateşin etrafında dolaşır, daha bir kendinden geçmiş halde şarkı söyleyip, davul çalmaya devam eder. Göğün üçüncü katına geldiğinde, o zamana kadar onu taşımış olan kurban edilen at (pura) artık yorulmaya başlamıştır ve o yüzden onu “baš tutkan”a (Baş tutucu; kurban ayinlerinde görev alan şaman yardımcılarından biri) emanet eder. Atın ruhunun göğe yolculuğunun kalan bölümünü “Baš tutkan”ın ruhu eşlik edecektir. Şaman, bir kazın sesini taklit ederek, kendi yanına çağırır ve onun sırtına binerek seyahâtine devam eder. Bu esnada el ve kol hareketleri ile kazın uçuşunu canlandırır. Kaz göğün üçüncü katındaki “Süt gölü”nden içer ve “Sürö dağı”nda karnını doyurur. Bu arada şamanın ağzından konuşarak, yolculuğun zorluklarından şikayet eden ve geri dönmek isteyen “Baš tutkan” da biraz dinlenir ve sonra yola devam edilir. Durakladıkları yerlerde şaman, izleyicilere o sırada neler görüp yaşadıklarını, meselâ kötü hava şartlarını, geçirdikleri hastalık veya atlattıkları kazaları anlatılır. Bazen başka bir şaman ile karşılaşır ve ondan duyduklarını da katılanlara aktarır. Her çıktığı gök katına ilişkin buna benzer olaylar anlatır. Meselâ, dördüncü gök katında “kara kuš”un (kartal) nasıl bir guguk kuşunu kovaladığını veya beşinci gök katında karşılaştığı güçlü “Jajuči”den bahseder. Altıncı katta ayı, yedinci katta ise güneşi selâmlar. Uzun ve meşakkâtli bir yoldan sonra, sekizinci ve nihayet dokuzuncu kata ulaşır ve orada baş Tanrıya (Ülgen) kendisine sunulan kurbanı kabûl edip etmediğini sorar. Bunun dışında Baş Tanrıdan hava şartlarının nasıl olacağını, uğursuz yıllar ve benzeri konularda bilgiler alır, onun yeni kurbanlar isteyip istemediğini, istiyorsa neler istediğini öğrenir. Baş Tanrı “Ülgen” ile konuştuktan sonra, vecd hâlinin doruk noktasına ulaşarak, bitap halde yere yığılır. Çadırı bir müddet sessizlik kaplar, şaman kendine gelip gözlerini ovuşturup, gerinmeye ve gömleğindeki teri sıkmaya başlayana kadar kimse bir şey konuşmaz. Sonra uzun bir yolculuktan dönmüşçesine çadırda bulunanları selâmlar.

Şenlik, üçüncü akşam da devam eder, özellikle zenginler içecek getirir ve bunları çadırdaki ayin kayınının dibine dökerler. Bu ayinler elbette ki Altay bölgesinin her yerinde bütün detaylarıyla aynı değildir, kabilelere göre bazı farklılıklar gösterir. Bu farklılıklarda her ne kadar söz konusu bölgeye has gelenek ve inançların tesiri olsa da, farklılıkların asıl kaynağı şamanın bilgi ve beceri seviyesiyle ilgilidir. A. V. Anohin’in etnografya koleksiyonundan alınma olan bu ilginç ayinler hakkında önemli bazı detaylar vermektedir. Resimde gördüğümüz ince çizgi, “Ülgen’in yolu”nu temsil eder, yâni şamanın kurbanla beraber, baş Tanrının yanına yaptığı yolculuğu. Çizgi, yâni yol; kurbanı bağışlayan kişinin çadırından başlar (resimde burada bir ateş yanmaktadır) ve yolun kenarında kurbanla, onun bağlandığı kazığı görürüz. Hayvanın yanında üç tane içecek kabı vardır. Bunlardan ilki “bogdygan”, ikincisi “Kökysch” ve üçüncüsü de “Ülgen” içindir. Bunların ilerisinde gördüğümüz eğik olarak duran direkse, kurban edilen hayvanın derisinin asıldığı sırıktır. Göğe çıkan yol, asıl olarak kayın ağacından başlamakta ve üzerine dokuz tane basamak (tapty) oyulmuştur. Kayının üzerinde; “Bogdygan”ın evi, onun önünde de bir başka efsanevî yaratık olan “Bobyrgan”ı görürüz. Hatyol- boyunca devam ettiğimizde, dokuz adet küçük enine çizgi görürüz ki, bunlar şamanın geçeceği yoldaki “sallanan” yerlerdir. Buralardan geçen şaman, yolda “Ülgene giden yolda duran Kökysch”e rastlar. Burayı da geçtikten sonra, yuvarlak olarak işaretlenmiş yerlere ulaşır; bunların ilki sulak, ıslak bir yerdir ve mavi kumlar, ikincisinde beyaz kumlar vardır, üçüncüsü ise o kadar yüksektir ki, bulutlar bile oraya erişemezler. Bütün bunların yukarısında da etrafında ışık hareleri ile Baş Tanrı, “Ak Ülgen”, yanında da ulağı vardır. Bu yolda şamanın karşısına çıkan varlıklar arasında en önemli olanlar, elbette kendileri için içecek sunusu yapılanlardır.

Eğer bir hastalığın sebebinin, “ärlik”in hizmetkarlarının hastanın ruhunu ele geçirmesi olduğuna inanıyorsa, şaman ayini esnasında şamanın yer altına gidip, kayıp ruhu oradan getirmesi gerekir. Bu iş için şamanın yine üstesinden gelmesi zor engellerle (pudak) dolu bir meşakkatli yolculuk yapacak demektir. Karanlık ormanlar ve yüksek dağları geride bıraktıktan sonra, en nihayetinde “yeryüzü deliği”ne ulaşır. Bu yolculuk esnasında bazen ölmüş şamanların ve onların atlarının kemiklerine de rastlar. Yolculuğun en zor bölümü, yer altına indikten sonra başlar. Şaman orada karşılaştığı bütün bu olağanüstü şeyleri ayin esnasında sözleri ve hareketleriyle izleyicilere aktarır. Özellikle dikkâtini çeken yerler, günahkâların ruhlarının azap çektiği yerlerdir. Yoluna devam edebilmek için ölüler ülkesinin muhafızlarını ikna ettikten ve bu arada bir çok tehlike atlattıktan sonra, “ärlik”in karşısına çıkar. “ärlik” ilk başta öfkelidir ve şamana karşı sert davranır, ama zeki ve işbilir bir şaman “ärlik”i kurban ve sunular vaadederek ikna eder. “ärlik” ile konuşma bölümü, ayinin en heyecanlı bölümünü oluşturur ve sonrasında şaman kendinden geçer. Bazı bölgelerde şamanın yeraltına yolculuğunu göğe çıkarken yaptığı gibi, bir kazın sırtında yaptığına inanılır. Hastanın ruhu ile beraber geri dönüş yolculuğuna çıkan şaman, yavaş yavaş sakinleşmeye başlar ve sanki bir uykudan uyanıyormuşçasına gözlerini açar ve hazır bulunanlara yolculuk esnasında yaşadıklarını anlatır.

Yukarıda aktardığımız yeraltı yolculuğunda yer alan ölüler ülkesi tasvirleri hiç şüphesiz sonraki dönemlerde ve yabancı tesirlerle Altay inançları arasına girmiş unsurlar olmasına rağmen, bu şamanların yer altına yolculuklarının şamanizme sonradan dahil olduğu anlamına gelmez. Şamanların kayıp ruhları bulup, serbest bırakmak veya meydana gelen talihsizliklerin sebebini araştırmak için yer altına yolculuk yapmaları, Sibirya şamanizminin karakteristik özelliklerinden biridir. Gerek şamanın yeraltı seyahâtine çıktığı ayinler, gerekse ayin sonrası verilen kurbanlar, kendi içlerinde bir bütün teşkil eder ve bunlara ilişkin gelenekler göğe çıkış ayinlerine dair geleneklerden çok daha farklıdırlar. Bu sebeple benim kendi kanaatime göre, asıl göğe çıkış ayinlerinin şamanizmin orijinal hâline ait olmadıkları ve sonradan dahil oldukları üzerinedir.

Ölüler ülkesinde “zamanın” bizim dünyamızın tam tersi olması sebebiyle, şaman ruhlarıyla sadece geceleri iletişim kurabilmektedir. Bu sebeple şaman ayinleri gece karanlık bastıktan sonra başlar ve bazen bütün gece boyunca devam eder. Bölgelere göre- hâtta bazen kişilere göre-değişebilen bazı farklılıklar olsa da, bunlar genelde teferruata yönelik olmakla, şaman ayinleri ana hatlarıyla aynıdır. Yenisey nehrinin aşağı havzasında şahit olduğum bir şaman ayininde; şamanın hareketlerine ve mimiklerine özel olarak dikkât etmiştim. Şaman, dans ederken öne eğildiğinde, bedenini de uyumlu bir şekilde titretiyor ve kıyafetindeki metal aksamın ses çıkartmasını sağlıyor, bazen de bir anda kendi etrafında dönüp, sıçramaya başlıyordu. Seyirci gözüyle bakıldığında, sanki belirli bir hayvanı canlandırmaktaydı. Seyredenlerden biri bana, şamanın “bir ayı gibi yürüdüğünü” açıkladı. Ayin boyunca iki defa bir öfke buhranına kapılmışçasına yüzü değişti, terli suratında ürkütücü ve korkunç bir ifade belirdi, sonra sakinleşip, bitkin bir şekilde yere yığıldı. Bütün bunları yaparken, bir yandan da devamlı olarak şarkılar söyleyip, çadırdaki ruhlarla konuşup veya ölüler ülkesinde yaşadıklarını katılanlara aktarıyordu. Şarkı söylerken, birkaç dize söyledikten sonra her seferinde yardımcısı söylenen dizeleri tekrarlamaktaydı. Şarkının tekdüze akışını arada şamanın konuşmaları veya yaptığı tabiat sesi taklitleri bozmaktaydı. Gmelin, “şamanın şarkısı ayının böğürtüsünü, aslanın kükremesini, köpeğin havlamasını ve kedinin miyavlamasını andırır” diye yazarken, muhtemelen bunları kastediyor olmalıydı.

Şamanın hareketleri ve çıkarttığı sesler, özellikle de taklit ettiği hayvanın üzerinde taşıdığı sembolik kıyafet dışarıdan görünüm olarak tam bir uyum arz eder. Şamanın taklit ettiği hayvanlar elbette çok çeşitlidir ve o sırada içine girmiş olan ruh hangi surete büründüyse, o hayvanı canlandırır.

Tunguzlar ve Jukagir şamanları da ayin esnasında değişik hayvan ve kuşların seslerini taklit ederler. Priklonskij, Yakut şamanlarının çoğunlukla kuş seslerini taklit ettiklerini anlatır. Lehtisalo da şahit olduğu bir Samoyed ayininde, ayin boyunca şamanın kekelemeye benzer sesler çıkarttığını, bu seslerin “a a a avlık” şeklinde ses çıkartan deniz papağanının (Fratercula arctica) taklidi olduğunu anlatır. Buryat şamanı, ayin esnasında “boğa efendi”yi (Bugha noyon) canlandırması gerektiğinde, boğanın sesini taklit eder, dört ayak üzerinde yürür, yeri eşeler ve seyredenleri boynuzlarmış gibi yapar. Bu ayinleri izleyen birinin dikkâti, sadece şamanın hareketlerine değil, ister istemez seyircilere de kayar. Sessiz bir coşku içinde şamanın ayinini izlerken kendilerini kaptırmış oldukları esrarlı atmosfer, seyircileri daha da heyecanlandırır. Bazı bölgelerdeki şamanlar, ayinin sonunda tek tek her izleyicinin ayaklarının dibine davulun tokmağını atar ki, tokmağın vurma yüzeyi yukarı gelecek şekilde düşmesi, şamanın görevini başarıyla ifa ettiğinin ve sözlerinin doğru olduğunun teyidi sayılır.






Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

26 Kasım 2023 Pazar

OSMANLI DEVLETİ'NİN KURULUŞU ve BALKANLARDA TUTUNMASI

 



Moğol depreminin yaralarını erken saran İslam dünyası, yeni bir ruh ve heyecanla yayılışına kaldığı yerden devam etti. Hindistan'da Delhi Türk Sultanlığı, Balaban ailesinin eline geçmişti. Bu ailenin yönetiminde önce Moğol akınları durdurulmuş ve gazi dervişler İslamiyet'i yaymak amacıyla Hindistan içlerine başarılı faaliyetlerini hızlandırmıştı.

Öte yandan aynı yıllarda 1243 Kösedağ Savaşı'ndan sonra Moğol baskıları altında fiilen dağılma sürecine giren Anadolu Selçuklu topraklarında on beş civarında müstakil beylik meydana gelmişti. Bu baskılardan bunalan ve Selçuklu devletinden umudunu kesen Türkmen aşiretleri uçlara yönelerek Batı Anadolu'da gaza ve cihada ağırlık veren bir tutum içerisine girdiler. Bizans'a seferler düzenleyerek, gaza beyliklerinin itici gücünü oluşturdular. Uçlardaki Türk aşiretlerinin beyleri; şeklen Selçuklu Sultanlığı'na tabi olmakla beraber, fırsat buldukça, onu dinlememekten ve müstakil hareketlerde bulunmaktan geri durmuyorlardı. Üstelik vergilerini ekseriyetle fiili tehditler altında veriyorlardı.

Bizans sınırında, Bilecik civarında yer alan Anadolu beyliklerinin en küçüğü olan Osmanlı beyliğinin kurucusu Osman Bey'in etrafında kenetlenen bir avuç alperen, gelecekte üç kıtada yer alacak dev bir imparatorluğun temellerini attıklarının elbette farkında değildi. Akçakoca, Konuralp, Samsa Çavuş, Hasan Alp gibi her biri gaza ve cihad ruhuyla hareket eden bu zatlar; bu yeni devletin kuruluş felsefesini de ortaya koydular. Nitekim «Oruç Tarihi»nde Osmanlılar için anlatılan özellikler bu oluşumun gazilik ve alperenlik ruhu üzerine bina edildiğini göstermektedir.

"Gazilerdir ve galiplerdir, fi sebilillah hak yoluna durmuşlardır. Gaza malını cem edip Hakka harcedicidirler. Ve Hak'tan yana gidicilerdir. Din yoluna gayretlidirler. Dünyaya mağrur değillerdir. Şeriat yolunu göz edicilerdir. Şirk ehlinden intikam alıcıdırlar."

Son dönem Osmanlı müelliflerinden Uzunçarşılı, Osman Bey'in etrafında toplanan şahsiyetlerin beyliğin kuruluşuna önemli katkılar yaptığını ifade eder.

Edebali ile oğlu Şeyh Mahmud ve şeyhin talebesi ve damadı Dursun Fakih ve Ahi Şemsüddin ile onun oğlu Hasan gibi Ahi ricali Osman Bey'in temelini attığı Osmanlı Beyliği'nin kurulmasında mühim hizmetler görmüşlerdir.

Mücahede şevkini ve İslam birliği susuzluğunu en yüksek voltaja ayarlamasını bilmiş olan bu iman adamlarının Osmanlı Beyliği'nin kuruluş hadisesine fiilen katılmış olmaları, devletin büyük ve eşsiz talihi olmuştur. Ömer Lütfi BARKAN, Osmanlı'nın kuruluşunda aktif rol oynayan, Fetih topraklarını kalıcı yurt yapan, yer açıp zaviye kuran ve vakfa bağlayan bu dervişleri; fetihleri kolonize eden dervişler olarak tanımlamaktadır.


OSMANLI'NIN KURULUŞU SIRASINDA ÖN ASYA ve BALKANLARDA SİYASİ DURUM


1300 yılında Osmanlı Beyliği'nin müstakil hale geldiği düşünülse de tam müstakil bir devlet olarak Marmara ve Balkanlarda tutunması yaklaşık kırk elli yıllık bir süreyi gerektirmiştir. Osmanlı Beyliği'ni kuranlar hiç şüphesiz dağılan Selçuklu ‘ya tabi Türkmen unsurlardan oluşmaktaydı. Bu yeni devletin temelleri atılırken gerek Anadolu’da gerek Rumeli'de çok güçlü devletler bulunmamaktaydı.

Anadolu Selçukluları, Moğollara yenilmiş, bir daha toparlanamayacak hale gelerek siyaseten ölü hale gelmişti. Selçuklunun mahalli yöneticileri Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde merkeze pamuk ipliğiyle bağlı beylikler oluşturmuştu. Moğollar hala Anadolu’da etkiliydiler ve gönderdikleri adamlarıyla haraçlarını almakta ve gerektiğinde kan dökmekten çekinmemekteydiler. Çukurova bölgesi Memlukluların denetiminde bulunmaktaydı. Doğu Karadeniz Bölgesi'nde ise Ortodoks Rumların yönetiminde Trabzon Pontus Devleti bulunmaktaydı.

Bizans Devleti ise eski gücünden çok şey kaybetmiş; askeri, idari ve mali yönden buhranlar içinde kıvranmaktaydı. İstanbul’da, Marmara Bölgesi'nde ve Trakya'da hakimiyetini güçlükle sürdürmekteydi. Yine Ege adalarında, Mora Yarımadası'nda yer alan bazı toprakları ise zengin Venedik ve Ceneviz devletlerinin ipoteği altındaydı. Üstelik Bizans'ın Balkan topraklarına ve başkent İstanbul'a gözünü dikmiş Sırp ve Bulgar krallıkları fırsat kollamaktaydı.

Orta Avrupa'nın bu dönemdeki en büyük askeri gücünü oluşturan Macarlar, Bosna ve Arnavut krallıklarına nazaran ciddi bir güç olarak kabul edilmekteydi. Batı Avrupa ülkelerinden İngiltere ve Fransa, kendi aralarında yüz yıldan fazla devam edecek olan savaşın eşiğindeydiler. Ukrayna ve Güney Rusya'da Müslüman Altınordu Hanlığı eski haşmetinden uzak olsa da önemli bir güç olarak varlığını sürdürmekteydi. Balkanlarda Bizans ve diğer devletlerde yaşayan topluluklar; aciz ve güçsüz yöneticilerin ağır vergilerine muhatap olmakta, dini ve sosyal baskılar altında adeta kurtarıcı bekler vaziyette idiler. Bitmeyen saray entrikaları ve siyasi karmaşa; taşrada gitgide azalmakta olan Bizans topraklarında başıbozukluk meydana getirmiş, keyfi ve başına buyruk hareketlerle merkezi dinlemeyen ve halka zulmeden tekfurların ortaya çıkmasına sebep olmuştu.

Anadolu'da da siyasi birlik olmadığı gibi; Anadolu beyliklerini toparlayacak, onları mukaddes bir hedef etrafında organize edecek, çaplı bir liderliğe ihtiyaç vardı. İşte tam bu şartlarda Osman Bey liderliğinde yeni bir güç ortaya çıkacak, sadece Anadolu'nun değil, Ön Asya ve Balkanların tarihini de değiştirecek; çok kısa bir zamanda batıda Tuna'ya kadar bütün Balkan topluluklarını adil bir yönetim altında birleştirmeyi başaracaktır. Bu arada Osmanlılar, Anadolu beyliklerini de bütün Müslüman unsurları da Orta Avrupa yönünde gerçekleşen fetihlere yönlendirmeye muvaffak olacaktır...

Osmanlıların bu muazzam çıkışları ve başarılarını tetikleyen en önemli sebep; Osmanlı Beyliği'nin Bizans sınırında kurulmuş olması, bir uç beyliği oluşu ve genişlemeye elverişli bir coğrafyada doğmasıydı. Osmanlı'nın bu stratejik konumu onu cihad ve gazaya müsait bir hale getirmekteydi. Osmanlılar; Moğolların baskısından kaçan Türkmen topluluklarını, cihad ve gaza ruhuyla hareket eden dervişleri, gayet başarılı bir şekilde organize ederek fetihlerle ele geçen toprakları kalıcı bir yurt haline dönüştürdüler. Yine Osmanlılar gayet akıllıca hareket ederek, diğer Türk beyliklerinin kendi aralarındaki rekabetlerine karışmadılar ve onlarla çatışmadılar. Bilakis onları Bizans ve Balkanlar'a doğru genişleme siyasetine yardım etmeye davet ettiler ve onları bu istikamette yönlendirdiler. 


OSMAN GAZİ


Bu büyük imparatorluğun kurucusu Osman Bey, Oğuzların Kayı boyundan Ertuğrul Gazi'nin oğludur. Bu dönemle ilgili kaynaklar çok net bilgiler ihtiva etmemekle beraber; babası Ertuğrul Gazi'nin ölümü üzerine 1281 yılından itibaren beyliğin başına geçer.

Osman Bey, Söğüt kasabasını merkez edinen, Domaniç yaylasında sürülerini otlatan, yaklaşık beş yüz çadır halkından kurulu bir aşireti kısa zamanda Kocaeli yarımadasında etkili bir beylik haline getirdi. Bizans devletine ait Yenişehir, Karacahisar, Mudurnu, İnegöl, Bilecik ve Mekece bölgesindeki toprakları fethetmesi, beyliğin ilk büyük hamlelerini oluşturmuştu. Nihayet vefatına yakın Bursa kuşatılmış ancak alınışı birkaç gün sonra gerçekleşmişti. Tarihçi Mehmed Neşri, kitabında; Osman Gazi'nin bütün bu önemli askeri başarılarının yanında hakim olduğu yerlerde, yumuşak ve kucaklayıcı siyaset izlediğini şöyle bir örnekle anlatır:

"Osman Gazi, çevresindeki bütün kafirlerle (Rumlarla) iyi geçinirdi... Eskişehirde Ilıca yöresinde pazar kurdurur; etrafın kafirleri hafta pazarına gelir, işlerini görüp giderlerdi. Zaman zaman Germiyan halkından da kimseler gelirdi. Tesadüfen bir gün pazara Bilecik'ten kafirler geldi. Onlar yükle bardak getirmişlerdi ... Germiyanlı'nın birisi bunların bir bardağını alıp, hakkını vermedi. O kafir de Osmana gelerek bu durumdan şikayet etti. Osman Gazi o Germiyan Türk'ünü yanına getirtti ve iyice dövdü. Kafirlerin hakkını alıverdi, ayrıca böyle davranmayı yasak edip Bilecik kafirlerine kimsenin zulmetmemesini ikaz ve ilan etti. Osman Gazi o kadar adalet gösterdi ki, Bilecik kafirlerinin kadınları bile pazara gelirler, mallarının pazarlığını kendileri yaparlar ve giderlerdi. Osman Gazi'ye tam itimat ettiklerinden emniyet ve eman içinde olmuşlardı.


ORHAN GAZİ (1326-1362)


Osman Bey, iktidarının son yıllarında oğlu Orhan Bey'i fiilen beyliğin başına geçirmişti. Babasının vefatının ardından resmen bu görevini sürdürdü.

İlk olarak kuşatma halinde tutulan Bursa'yı alarak başkent yaptı. Böylece Bursa, Bilecik'ten sonra beyliğin yeni başkenti oldu.

1329'da Orhan Bey İznik üzerine yürüdü. Bizans ile yapılan Maltepe Savaşı'nı kazanması, Bizans'ın Anadolu'dan çekilmesine yol açtı. Artık Kocaeli yarımadası fetihlerinin önünde hiçbir engel kalmadı. Karamürsel, İznik, İzmit ve Üsküdar'a kadar olan Bizans toprakları ardı ardına Osmanlıların eline geçti.

Orhan Bey; Balıkesir, Manyas ve Çanakkale bölgesinde yer alan Karesioğulları beyinin ölümünden sonra oğulları arasındaki taht kavgalarına müdahale etti ve bu beyliği yönetimi altına almayı başardı. Böylece bu beyliğin değerli komutanları Osmanlı'nın emrine girdi. Bu komutanların Rumeli fetihlerinde çok etkili oldukları görülecektir. Karesi oğullarının Marmara'daki mütevazı donanması da Osmanlı'nın yeni deniz gücünü oluşturdu. Bu donanma vasıtasıyla Gelibolu'dan Rumeli'ye geçiş de daha kolay hale gelmişti.


OSMANLILARIN RUMELİ'YE GEÇİŞİ


Osmanlılar Rumeli'ye geçmek için fırsat kolluyorlardı. Bu tarihi fırsat, Bizans'ın Orhan Gazi'den yardım istemesi üzerine gerçekleşti. Tahtını yeniden ele geçirmek isteyen Bizans İmparatoru Kantakuzenos, Orhan Gazi'den yardım istedi. Yardım mukabili olarak kızını Orhan Gazi'ye vermeyi, çeyiz olarak da, büyük bir miktar servet ödemeyi ve Orhan Bey'in her arzusunu yerine getirmeyi taahhüt etti. Orhan Gazi'nin bu şartları kabul etmesi ve imparatorun kızı Theodora ile evlenmesi, Bizans ile Osmanlı'yı müttefik yapmıştı.

Orhan Gazi, oğlu Süleyman Paşa'yı uç beyi olarak görevlendirdi ve Osmanlılar 1353 yılında Gelibolu'ya ilk adımlarını attılar. Çimpi (Çimpe) Hisarı'na yerleşen Süleyman Paşa Bolayır'ı ve Eksemilye'yi zaptederek Bolayır'ı üs haline getirdi. Ve Anadolu’dan getirttiği Türkmenleri hem Gelibolu yönüne hem de Trakya içlerine doğru akınlara yöneltti. Süleyman Paşa, Rumeli’de üç ayrı koldan uç teşkilatı meydana getirdi. Bunlardan birincisi Tekirdağ, Çorlu, İstanbul istikametinde; ikincisi ortadan Koru Dağı üzerinden Malkara, Hayrabolu, Vize istikametinde; üçüncü kol ise İpsala, Dimetoka ve Edirne istikametinde yapılan fetihlerin üssü oldu. Fetihler ilerledikçe uçlar ileriye kaydırılıyor ve geride kalan yerler birer Türk şehri haline geliyordu.

Osmanlıların Rumeli’de sistemli ve emin adımlarla ilerlemesini kolaylaştıran faktörlerden biri de 1355 yılında Sırp Çarı Stefan Duşan'ın ölümü ve onun ardından Sırp krallığının parçalanmış olmasıdır. Böylece Osmanlılar, Bizans'a yardım yapma bahanesiyle Trakya'ya yerleştiler ve Balkanlar istikametinde ilerlemeyi sürdürdüler. Ayrıca Bizans kuvvetlerine verilen destek sayesinde Trakya'daki Sırp kuvvetleri etkisiz hale getirildi. Ve Kantakuzenos'ın yeniden ortak da olsa Bizans'a hükümdar olması sağlandı.

Süleyman Paşanın bir av esnasında kaza kabul edilen vefatının ardından Orhan Bey küçük oğlu 1. Murad'ı Süleyman Paşa'nın yerine Rumeli'ye uç beyi tayin etti. Ve 1362 yılında babasının vefatının akabinde 1. Murad artık güçlü bir devlet olma yolundaki devletin başına geçti.

Orhan Bey dönemi, Osmanlı beyliğinin tam anlamıyla bir devlet olma yolunda önemli adımlarının atıldığı dönem oldu. Divan teşkilatının kurulması, ilk vezirin atanması ilk kaptan-ı deryanın tayini bu dönemdedir. Yine İznik'te ilk Osmanlı medresesinin temelleri bu dönemde atılmıştır.


Osmanlı-Haçlı Mücadeleleri


MURAD HÜDAVENDİGAR DÖNEMİ (1362-1389)



Orhan Bey döneminde başlayan Rumeli fetihleri, oğlu 1. Murad döneminde de hız kesmeden devam etti. Bu dönemde; Osmanlı orduları parlak zaferlerle, Balkan içlerine doğru etkili ve yoğun bir şekilde akınlarını sürdürdü.

Murad Hüdavendigar, 1362 yılında Bizans kuvvetleriyle giriştiği Sazlıdere Savaşı'nın ardından Edirne’yi alarak başkent yaptı. Böylece batı yönünde ilerleyeceğinin en köklü işaretlerini verdi. Balkanlara ve batıya açılımın anahtarı konumunda olan Edirne, İstanbul'un fethine kadar Osmanlı'nın yeni başkenti oldu. Dört koldan fetihlere ağırlık veren Osmanlı kuvvetlerinin Gümülcine ve Filibe'yi almasıyla Bizans'ın Balkanlarla bağlantısı tamamen kesilmiş oldu.

Osmanlıların Rumeli’de fetih hareketlerinde hızlı ilerlemesinin temelinde askeri gücünün yanında bir başka sebep de, yerli halka gösterdikleri hoşgörü ve müsamaha idi. Osmanlı kaynaklarında «istimalet» olarak belirtilen bu uygulamaya göre yerli halka İslam hukukunun tanıdığı hakların geniş şekilde uygulanıyordu. Canları ve malları devletin güvencesi altına alınıyor, din ve ırk ayrımı yapmadan bütün tebaayı devletin şemsiyesi altında birleştiriyordu.

İstimalet politikasının bir diğer mühim tarafı da Ortodoks kilisesi ve manastırları himaye etmeleri, vakıflarına müdahale etmemeleri ve vergi muafiyeti tanımalarıdır.


SIRP SINDIĞI SAVAŞI (1364)


Osmanlının Gelibolu Yarımadası'ndan başlayarak Trakya üzerinden Balkanlara sarkan yayılışı Avrupa'da büyük bir tedirginlik meydana getirmişti. Balkan devletlerinin ve Bizans'ın kışkırtmaları sonucunda yeni bir haçlı yığışması bu kez Rumeli’de gerçekleşti. Daha önce İslam dünyasına yoğun saldırılar şeklinde gerçekleşen dünya çapındaki haçlı seferlerinden farklı olarak bu kez haçlılar daha basit hedefler taşıyorlardı. Amaç, Balkanlarda Türklerin eliyle gerçekleştirilen İslam ilerleyişini önlemek ve Türkleri Balkanlardan atmaktı. Bu amaçla her biri biraz daha güçlü orduların katıldığı beş büyük saldırı gerçekleşti. Ancak haçlılar bu saldırıların hiçbirinde arzu ettikleri başarıyı elde edemediler.

Haçlı saldırılarının ilki, Sırp Sındığı Savaşı'yla gerçekleşti. Nitekim Papanın teşvikiyle; Sırp, Bulgar ve Macarlardan oluşan birleşik haçlı ordusu, Meriç Irmağı kıyısında Sırp Sındığı adlı yerde toplandı. Osmanlılar büyük ve güçlü bir ordunun toplanarak Meriç kıyısında saldırı hazırlıkları yaptığını haber alınca, bir keşif birliğini bölgeye gönderdi. Hacı İlbey komutasında hareket eden on bin kişilik ordu bir baskınla eğlence halinde yakaladıkları haçlıları gafil avlayarak savaş dışı bırakmayı başardı. Kaçmaya çalışanlar Meriç Irmağı'nda büyük kayıplar verdi. Böylece Osmanlılar ilk haçlı saldırısını bertaraf ettikleri gibi Balkanlarda Macar etkisini de kırmışlardı.

Osmanlılar artık Balkan topraklarında sistemli bir askeri yayılışı gerçekleştirmeye hız vermişlerdi. 1371 yılında Çirmen zaferiyle Sırpları kesin olarak dizginlemeyi başardılar ve himayeleri altına aldılar. Sırp krallığıyla yapılan anlaşma gereği, Sırplar; Osmanlı himayesini kabul ederek, bir vassal devlet olacak. Osmanlı'ya vergi verecek ve gerektiğinde de asker gönderecekti.


ANADOLU'DA OSMANLILAR ETRAFINDA SİYASİ BİRLİĞİN KURULMASI


I. Murad dönemi, Balkanlarda ilerlemeler açısından olduğu kadar Anadolu’da var olan siyasi karmaşaya son verilmesi ve birliğin sağlanması açısından da önemli adımların atıldığı bir dönem olmuştur. Osmanlılar, güç ve becerilerini ortaya koydukları birliği sağlama çabalarında, daha çok barışçı yöntemleri tercih etmiştir. Nitekim I. Murad, oğlu Yıldırım'ı Germiyanoğulları beyinin kızıyla evlendirmiş bu evlilik bağları neticesinde Kütahya, Emet, Simav ve Tavşanlı çeyiz olarak Osmanlı himayesine girmişti.

Ahilerden Ankara'nın alınması, Osmanlı'nın Orta Anadolu'ya uzanmasına yol açmış ve devlete büyük bir prestij kazandırmıştı.


Ayrıca Hamid oğullarından Beyşehir ve civarı satın alınarak Anadolu siyasi birliğini oluşturma yolunda ciddi adımlar atılmış oldu. Ancak Osmanlıların kendi etrafında Anadolu beyliklerini birleştirme gayretlerinin önünde en büyük engel Karamanoğulları tarafından çıkarılmış ve Osmanlı'yı uzun süre uğraştırmıştır.

Nitekim I. Murad tüm barışçı girişimlerinden bir sonuç alamayınca Karamanoğulları üzerine yürümek zorunda kalmıştı. Zor durumda kalan Karamanoğulları, yapılan anlaşmayla bir kısım topraklarla beraber Akşehir'i Osmanlılara bırakmak zorunda kalmıştı.


Osmanlı-Haçlı Mücadeleleri


KOSOVA SAVAŞI (AĞUSTOS 1389)


Sultan 1. Murad Anadolu'da Karaman gailesiyle meşgul olurken, Balkanlardaki karışıklıkları gidermek üzere de Timurtaş Paşa'yı görevlendirmişti. Timurtaş Paşa, 1378de Bosna'ya doğru ilerlerken, Morava Nehri'ne karışan Toplıca Çayı vadisindeki Ploşnik Boğazı'nda Bosna Kralı Lazar Grebliyanoviç'in kuvvetleri tarafından pusuya düşürüldü. Müttefiklerin 30 bin kişilik kuvvetine karşılık Osmanlılar 20 bin kişi idi. Burada yapılan şiddetli çarpışmada Timurtaş Paşanın emrindeki akıncı kuvvetlerinin büyük bir kısmı şehid düştü.

Bu, Balkanlarda uğranan ilk büyük mağlubiyetti. Osmanlıların mağlubiyeti Balkanlarda yaşayan Sırp, Bosnalı, Bulgar, Arnavut, Ulah ve Hırvatlardan oluşan hıristiyan toplulukların hareketlenmelerine yol açtı. Oysa Osmanlıların 30 yıldır aralıksız süren zaferleri Balkan hıristiyan topluluklarını yılgınlığa sevk etmişti. Osmanlıların Ploşnik yenilgisi, gizlice yürütülmekte olan yeni haçlı seferi hazırlıklarını hızlandırmış, bu çalışmalar açıktan yürütülmeye başlanmıştı. Öte yandan, Orta Avrupa'nın en önemli kara gücünü oluşturan Macarlar da bu sefere önemli miktarda askeri güçle katılma kararındaydı.

Böylece, Sırp despotu Lazar önderliğinde altmış bin kişilik büyük bir haçlı ordusu, hazırlanmıştı. Amaç, Türkleri kesin olarak Balkanlardan atmaktı. Bu kez haçlılar, zaferlerinden emin görünüyorlardı; hatta savaştan önce 1. Murad'a isteklerini bildirmek amacıyla elçi gönderme cüretini bile göstermişlerdi. Bu elçiyle gönderdiği mektubunda Lazar; sayılarının çokluğundan dem vuruyor, askeri gücünün üstünlüğünü ifade ediyor ve en önemlisi de Müslümanların ayaklarını bu diyardan kesip atmak niyetinde olduklarını belirtiyordu. Ayrıca İslam dinini İslam ülkelerinden bile sileceğini iddia ediyordu.

Murad'ın cevabı sade ve netti:

"Eğer merd ise meydana gelsin; cengin tozu-dumanı nasıl olurmuş görsün:”

Gelişmeler üzerine I. Murad, derhal müdafaa hazırlıklarında bulunarak Anadolu beylerini cihada çağıran davet mektupları gönderdi. Oğulları Bayezid ve Yakub Çelebilere de fermanlar çıkararak savaş hazırlıklarına başlamaları talimatını verdi. Öte yandan Bulgarların haçlı ittifakına katılmalarını engellemek için Çandarlızade Ali Paşa kumandasında bir orduyu harekete geçirdi. Bu ordu derhal harekete geçti ve sırasıyla; Pravadi, Şumnu ve krallığın merkezi olan Tırnova'yı ele geçirdi. Daha sonra Tuna boyunca ilerleyen Osmanlı güçleri, Silistre ve Niğbolu'yu zaptetti. Bu gelişmeler Bulgar Kralı Şişman'ın haçlılarla birleşmesini kesin olarak engellemiş oldu.


Asıl savaş; I. Murad'ın ordusuyla, Yanbolu ve Filibe üzerinden haçlıların toplandığı Kosova meydanına ulaşmasıyla başladı. 9 Ağustos 1389da haçlılar kesif top atışıyla ilk büyük hamleyi gerçekleştirdiler. Başlangıçta Osmanlı ordusunun sol cenahı sarsılır gibi oldu. Şehzade Bayezid'in bu kola yardımı ve düşman saflarını yarması bu tehlikenin büyümesini engelledi. Toparlanan Osmanlı güçleri, karşı harekete geçerek güçlü haçlı ordusunu sekiz saat gibi kısa bir süre içerisinde büyük bir bozguna uğrattı. Haçlı ordusu dağılarak saf dışı kaldı. Esir alınanlar arasında Sırp Kralı Lazar ve oğlu da vardı. Bir kez daha haçlılara karşı kesin ve büyük bir zafer kazanılmıştı. Ancak, I. Murad zaferin ardından savaş meydanında dolaşırken yaralı bir Sırp asilzadesi tarafından hançerlenerek şehid edildi. Zafere kısmi bir gölge düşüren bu gelişme üzerine esir alınan Lazar ve oğlu orada öldürüldü. I. Murad'ın vasiyeti üzerine Osmanlı tahtına, devlet erkanının kararıyla Yıldırım Bayezid geçti.

Osmanlı Devleti'nin yaklaşık beş yüz yıl sürecek Balkan hakimiyetinde bu zaferin çok önemli bir etkisi olmuştur. Osmanlıların gücü tescil edildiği gibi, Sırbistan üzerindeki Osmanlı nüfuzu daha da arttı. Bu zaferle birlikte oldukça başarılı bir iskan politikası izlendi ve Osmanlı, kurum ve kuruluşlarıyla Rumeli'ye hızla yerleşmeye devam etti. Böylece, hoşgörü temeline dayalı etkili politikaları sayesinde kalıcı bir Balkan barışının temelleri atıldı.


YENİÇERİ OCAĞININ KURULMASI


Pençik ismi verilen bir sisteme göre hıristiyan tebaanın hem devlete yakınlaşmasını sağlamak, hem de artan fetih faaliyetlerinde kendilerinden yararlanma ve yeni bir askeri güç oluşturmak amacıyla Yeniçeri Ocağı kuruldu. Ocağın kuruluşunun, Edirne'nin fethinin ardından Çandarlı Kara Halil Paşa tarafından tamamlandığı kabul edilmektedir. Tamamıyla padişahın bir tür özel kuvvetleri halinde kendilerinden yararlanılan bu orduya kaydolunan askerler, hıristiyan çocuklarından oluşuyordu. Seçilen bu asker adayları önce Anadolu'ya gönderiliyor ve bir kaç yıl boyunca İslam ahlakına göre yetiştiriliyor ve İslam devletinin emrinde görev alacak bir disipline kavuşturuluyordu. Sanıldığının aksine baskı ve zorlamalar yerine daha çok rızaya dayalı bir yöntemle çocuklar seçilmekteydi. Devşirme ismi verilen bu sisteme, bugünkü algılarımızla yaklaşmak bizi yanıltabilir. Eğer bir medeniyet; belli bir cazibeyi, cezbeyi oluşturabilmişse böyle uç değişimlerin de yaşanması gayet tabiidir. Bugün de gençlerimiz karşıt bir devşirme operasyonlarına açık vaziyettedir. Binlerce aile, çocuklarını yabancı okullara üstelik birçok dersi papazların verdiği okullara göndermektedir. Unutulmamalıdır ki bir yeniçeri, devletin padişahlık hariç, en üst mertebelerine kadar yükselebilmekteydi. Kolay kazanılan savaşlarda elde ettikleri ganimetlerin 4/5'i kendilerine aitti. Ayrıca ulufe adı verilen üç ayda bir aldıkları maaşa sahiptiler. XVIII. yüzyıla kadar klasik dönem Osmanlı Devleti'nin orijinal bir askeri gücünü oluşturmaktaydılar. Zamanla değişen dünya şartlarına ayak uyduramayınca yeniçeriler gözden düştüler. Başlangıçta padişah otağının gözü pek savunucuları olan bu güç, zamanla padişahların korkulu rüyası haline geldiler.


YILDIRIM BAYEZİD (1389-1402)


Osmanlı'nın en dinamik padişahlarından biri olan Yıldırım Bayezid, babası 1. Murad'ın zaferle sonuçlanan Kosova Meydan Muharebesi'nde şehid olmasının ardından Osmanlı Devleti'nin başına geçti. Onun döneminde Balkan içlerine doğru cihad ve gazaya dayalı akınlar daha da yoğunlaştı. Böylece ardı ardına kazanılan zaferlerle fetihlerin zeminleri sağlamlaştırılarak kalıcı hale getirildi. Öte yandan Yıldırım, Bizans'ın başkenti İstanbul'u iki kez kuşatarak baskı altına aldı. Bir zamanların haşmetli imparatorluğunu siyasi ve askeri manevralarla fiilen Osmanlı'ya bağlı bir devlet haline getirdi. Kaynaklar;

«Timur'la Ankara'da gerçekleşen talihsiz mücadele olmasaydı, İstanbul daha Yıldırım döneminde Osmanlı hakimiyetini tanır, Bizans'ın beklenen akıbeti de daha önce gerçekleşmiş olurdu.» diye aktarmaktadır.


ANADOLU'DA SİYASİ BİRLİK ÇALIŞMALARI


Yıldırım Bayezid, Kosova zaferinin itibarından da yararlanarak Anadolu'da oldukça aktif bir genişleme siyaseti izledi. Anadolu Selçuklu Devleti'nin mirasını paylaşan parçalı yapıya yönelerek Batı Anadolu'daki gazi beyliklerini; Aydın, Saruhan, Menteşe, Hamid ve Germiyan'ın kalan kısımlarını bir yıl içerisinde hakimiyeti altına aldı ve kendi devletine ilhak etti. Sonra Karamanoğlu üzerine yürüyerek onu sulha mecbur etti. (1391) Kastamonu beyi Candaroğlu Süleyman'ı mağlup etti ve beyliğini ilhak etti!" Böylece Anadolu Beyliklerini Osmanlı hakimiyeti altına alarak Anadolu'daki siyasi birliği büyük ölçüde sağlamış oldu. Bu çalışmalar 1. Murad döneminin yumuşak metotlarının aksine sert geçiyordu. Buna karşılık, topraklarını kaybeden bazı beyler Timur'un yanına kaçarak, ondan bu duruma müdahale etmesini talep ettiler.


İSTANBUL KUŞATMALARI (1395-1396)


Yıldırım Bayezid döneminin en önemli olaylarından biri de hiç şüphesiz İstanbul kuşatmalarıdır. Balkanların ele geçirilmeye başlanmasıyla birlikte Osmanlı idaresi, Bizans'ı tamamıyla saf dışı bırakma ve İstanbul'u ele geçirme idealini benimsemiş ve bunu bir devlet stratejisi haline getirmişti. Yıldırım Bayezid döneminde bu amaçla İstanbul iki kez şiddetli bir kuşatmaya tabi tutuldu. Osmanlı kaynakları, 1395 yılında gerçekleştirilen ilk kuşatmanın sebebini; Bizans imparatorunun ölümü üzerine oğlu Manuel'in izinsiz olarak Bursa'dan kaçıp İstanbul'da tahta oturması olarak göstermektedir. Zaten Bizans bu dönemde, Osmanlı himayesini kabul etmek mecburiyetinde olan zayıf bir devlet konumundaydı.

Bu ilk kuşatma üç koldan hızla hareket edilerek başlatılmıştı. Yıldırım, Karadeniz kıyılarını kontrol altına almak için Turhan Bey'i görevlendirdi. Evrenos Bey'i de Yunanistan istikametine göndererek imparatorun kardeşine karşı önlem aldı. Kendisi de seçme birliklerle şehri kuşatma altına alarak Bizans'ın hareket alanını iyice daralttı. Gelibolu'dan gelen Osmanlı donanması Galatadan Boğaz'ı tazyik ederken, farklı yerlerde konuşlandırılan mancınıklar da İstanbul surlarını dövmekteydi. Bu şiddetli baskıdan bunalan Bizans İmparatoru, Macar Kralı'na mektup yazarak yardım talebinde bulundu. Mektubunda; «din kardeşliği, dostluk ve sevgi» gibi duygulu ifadelerin yanı sıra, gönderilecek yardım karşılığında para ödemeyi de va'dediyordu. Macar Kralı bu haberler üzerine harekete geçti ve Osmanlı hakimiyetindeki Sofya'ya saldırdı. Yıldırım, bu gelişme üzerine altı ay süren İstanbul kuşatmasını kaldırarak Macarların üzerine yürüdü. Ancak kış bastırınca Bursa'ya dönmek mecburiyetin¬ de kaldı. Böylece Bizans, ilk kuşatmadan kurtulmuş oldu.

1396 baharında yeniden harekete geçen Yıldırım, Boğaz'ın bağlantı noktalarını denetim altına almak amacıyla bir yandan Yahşi Bey'i Şile'nin fethiyle görevlendirirken, diğer yandan da Anadolu yakasında askeri açıdan stratejik bir konumu olan Güzelce Hisar'ı yaptırarak İstanbul'u ele geçirme yolunda önemli adımlar attı. Bu durum Bizans'ın endişelerini daha da artırdı. Nitekim İmparator Manuel'in Papa'ya ve hıristiyan başkentlerine imdat ve yardım taleplerini ulaştıran elçiler biraz para ve hediyeye karşılık bol vaatle İstanbul'a dönmüşlerdi. Çaresiz kalan Manuel, Yıldırım Bayezid'den aman diledi ve cizye dahil her türlü mali ve siyasi yükümlülüğü kabul edeceğini bildirdi. Osmanlı Devleti'ne yılda on bin flori vergi vermeyi; İstanbul’da bir Türk mahallesinin kurulması, buraya kadı tayin edilmesi, mescid ve ibadethaneler yapılması, Osmanlı hükümdarı adına hutbe okutulması gibi ağır şartları kabul etmesi üzerine kuşatma kaldırıldı.


NİĞBOLU ZAFERİ (1396)


Balkan topraklarında yoğunlaşan akınların başarıyla organize edilmesi ve etkili bir ilerleyişin sağlanması sonucunda Osmanlı'nın batıdaki sınırları Macaristan'a dayanmıştı. Macar kralı Sigismund bu tehlikeli gelişmeye karşı tek başına mücadele edemeyeceğini anlayarak Avrupa ülkelerine ve Papaya elçiler gönderdi ve yeni bir haçlı ordusu hazırlanmasını istedi. Böylece Papa'nın ciddi desteğiyle Fransa, İngiltere, İskoçya, Lehistan, Avusturya, İtalya, İsviçre ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinden gelen kuvvetler Macar ordusuyla birleşerek 120 bin kişilik büyük bir ordu teşkil edildi.

Birleşik Haçlı Ordusu'nun başında Macar Kralı Sigismund bulunuyordu. Haçlı ordusu, zafer elde edeceğinden emin bir şekilde Niğbolu istikametine yöneldi. Bu gelişmelerden haberdar olan Yıldırım, Anadolu ve Rumeli'de bulunan kuvvetlerini toparlayarak hızlıca Niğbolu'ya hareket etti. İki ordu 25 Eylül 1396 sabahı Tuna Nehri kenarındaki Niğbolu'da karşı karşıya geldi.

Savaşta ilk hamle, haçlı ordusundaki mağrur Fransız birliklerinden geldi. Fransızların Yıldırım'ın otağına yaptıkları tehlikeli sızma girişimi yeniçeriler tarafından bertaraf edilerek durum kontrol altına alındı. Savaşın gidişatı, sahneye çıkan on bin yeniçeri tarafından değiştirilerek haçlılar tam bir bozguna uğratıldı. Tarihin en büyük imha hareketlerinden biri kabul edilen bu savaşta haçlılar 90 bin civarında zayiat verdiler. Geri kalanlar panik içinde kaçarak canlarını kurtarmaya çalıştılar. Bu hengamede Macar Kralı ve Haçlı Ordusu Komutanı Sigismund da bir Venedik kadırgasına atlayarak sıvışmak zorunda kaldı.

Osmanlıları Avrupa'dan atmak için bütün imkanlarıyla saldıran haçlı ordusunun Yıldırım Bayezid Han'ın karşısında tutunamaması başka gelişmeleri de tetikledi. Bu gelişmeden sonra Vidin Bulgar Krallığına kesin olarak son verildi. Niğbolu'da esir alınanlar fidyeyle serbest bırakıldı. Serbest kalanlar arasında bulunan Korkusuz Jean ve arkadaşlarının;

"Bu andan itibaren Yıldırım Bayezide karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silah kullanmayacağımıza namus ve şerefimiz üzerine yemin ederiz." sözleri üzerine Bayezid Han;


"Bana karşı silah kullanmayacağınıza dair ettiğiniz yeminleri size iade ediyorum. Gidiniz yeniden ordular toplayınız. Ve bizim ülkemize geliniz. Bana bir kere daha zafer kazanmak imkanı sağlamış olursunuz." dedi.

Bu büyük zafer, başta İslam hükümdarları olmak üzere fetihnamelerle tüm dünyaya duyuruldu. İslam dünyası Osmanlı'nın zaferini bütün Müslümanların zaferi olarak coşkuyla kutladı. Mısırda bulunan Abbasi Halifesi Yıldırım'a; «Sultan-ı İklim-i Rum» unvanını verdi. 


ANKARA SAVAŞI (28 TEMMUZ 1402)


Niğbolu zaferiyle batıda ve doğuda büyük itibar kazanan Osmanlı Devleti, çok geçmeden yeni bir tehdit ve tehlikeyle karşı karşıya geldi. Asya'da yeni ve büyük bir güç olarak ortaya çıkan Timur İmparatorluğu, Hindistan'dan Anadolu'ya kadar uzanan geniş bir alanda hızla güç kazanmış ve Anadolu sınırına dayanmıştı. Bu yeni imparatorluk Cengiz'in Moğollarıyla birçok benzerlik taşımaktaydı. Timur da güçlü ve sert bir askeri yapılanmayla özdeşleşen imparatorluğun, adeta sembolü durumundaydı.

Timur, zırhlı birlikleriyle hızla ilerleyerek kısa sürede Irak ve Doğu Anadolu'yu da ele geçirdi. Bağdat'taki hakimiyetini Timur'a kaptıran Ahmed Celayir'in ve yine Timur'a yenilen Doğu Anadolu’daki Karakoyunlu Hükümdarı Kara Yusuf'un Osmanlı'ya sığınması, Timur'un Anadolu'ya olan ilgisini daha da artırmıştı. Nitekim tahtlarını kaybederek Osmanlı'ya sığınan iki hükümdarın kendisine iadesini isteyerek Yıldırım'ı savaşı göze almasını sağlayacak bir pozisyona zorladı. Yıldırım'ın bu teklifi reddetmesi üzerine taraflar arasında tansiyonu yükselten hakaret dolu bir mektuplaşma süreci yaşandı. Erzincan hakiminin Timur'un hakimiyetine girmesi ve Timur'un Sivas'ı kuşatıp yakıp yıkması; buna karşılık Yıldırım'ın da Timur'un Suriye istikametine yönelmesinden yararlanarak Erzincan ve Kemah'ı alması, tarafları mukadder bir çatışmanın eşiğine getirdi. Nihayet Timur'un Tebrizden gönderdiği elçi vasıtasıyla Yıldırımdan kabul edilemez isteklerde bulunması bardağı taşıran son damla oldu. Timur'un istekleri arasında Kemah'ın iadesi, ele geçirdiği beylik topraklarının yeniden Anadolu beylerine verilmesi, Osmanlı şehzadelerinden birinin rehin olarak gönderilmesi, Timur'a bağlılık anlamına gelen külah ve kemerin kabulü, Kara Yusuf'un iadesi gibi ağır şartlar yer alıyordu.

İstekleri reddedilen Timur, Orta Asya’dan takviye ettiği güçlü ordusunu Anadolu'yu istila etmek üzere harekete geçirdi. Kaynaklar Timur'un ordusunun 160 bin kişiden oluştuğunu, Osmanlı kuvvetlerinin ise 70 bin ila 90 bin kişi arasında olduğunu kaydetmektedir. Sırp Kralı 20 bin kişi ile Osmanlı saflarında yer almıştı. Buna karşılık Timur'un da otuzdan fazla fili bulunmaktaydı. 

İki ordu arasında Çubuk Ovası'nda gerçekleşen büyük çatışma; Timur'un ayartması sonucu Kara Tatarların saf değiştirmesi, Anadolu beyliklerine ait askerlerin Timur'a sığınan eski beylerinin yanına geçmesi ve nihayet muharip gücü çok yüksek olan Timur'un askeri üstünlüğü gibi önemli dezavantajlar sebebiyle Osmanlı kuvvetlerinin büyük bozgunuyla sonuçlandı. Yanında kalan üç bin kişilik az sayıdaki askeriyle direnen Yıldırım'ın da en sonunda çaresiz kalarak esir düşmesi, tarihe Osmanlı'nın en trajik olaylarından biri olarak geçti.

Esir düşen gururlu padişah, Timur'un iyi davranmasına rağmen yedi aylık esaretin sonunda hastalandı ve Akşehir'de vefat etti. Timur'a bağlı emirler bütün Anadolu'yu istila ettiler. Anadolu beyleri tekrar tahtlarına iade edildiler. Böylece Osmanlı Devleti fiilen yıkılmış, Anadolu siyasi birliği de yeniden bozulmuş oldu. Ankara Savaşı'nın travmatik etkisiyle Yıldırım'ın oğulları arasında on bir yıl sürecek taht kavgaları dönemi (fetret) başladı. Bu gelişmeleri dikkatle takip eden Bizans, derin bir nefes aldı. Batıda ilerlemeler durdu, ancak adil bir yapı oluşturulduğundan büyük toprak kaybı olmadı.

Kosova'daki büyük meydan savaşının ardından, devletin bekası için kardeşi Yakup'u savaş meydanında feda ederek işbaşı yapan Yıldırım, kaderin cilvesi olarak yine bir büyük meydan savaşında kardeşler arası bir mücadeleye kurban giderek hazin sona ulaşmıştı.

Ankara Savaşı tarihe iki Müslüman devlet arasında yapılan en büyük ve acı savaşlardan biri olarak geçti. Şüphesiz doğunun yenilmez ve kabına sığmaz güçlü hükümdarı Timur ile batıyı titreten, gözü pek ve atılgan Yıldırım güçlerini birleştirselerdi, kim bilir dünyanın seyrini nasıl etkilerlerdi?


OSMANLI DEVLETİ'NİN YENİDEN TOPARLANMASI ÇELEBİ MEHMED DEVRİ (1402-1421)


Timur'un Yıldırım'ı bir meydan savaşında yenme başarısı; tarihte göçebe devlet geleneği ve ordu yapısına sahip devletlerin, yerleşik devlet geleneği ve ordu yapısına sahip devletlere karşı kazanmış olduğu son zafer oldu. Timur, kazandığı bu büyük galibiyetin ardından, uzun süredir Türklerin elinden çıkmış olan İzmir üzerine yürüdü. Etrafındaki kalelerle beraber İzmir'i on beş günde ele geçirdi ve bu bölgenin yönetimini Aydınoğullarına bıraktı. 



Bir süre sonra Timur'un Rumeli'ye sıçramak amacıyla hazırlık yaptırdığı haberi Bizans'a ulaşınca, İmparator Manuel büyük bir endişeye kapıldı ve alelacele değerli hediyeler göndererek Timur'a bağlılığını bildirdi. Manuel'in kendince önlem aldığı sırada Timur çoktan gözünü Çin'e dikmişti. Çünkü en büyük ideali Cengiz Han gibi Çin'i ele geçirmekti. Batıdaki iki büyük rakibi Osmanlılar ve Memluklulara ağır darbeler vurmuş ve hedefine ulaşmıştı. Ankara Savaşı'ndan sonra yaklaşık sekiz ay kaldığı Anadolu'da bütün düzenlemeleri yaptıktan sonra tekrar doğuya dönebilirdi. Nitekim bir süre sonra Semerkant'a gitmek üzere Anadolu'dan ayrıldı.

Osmanlı devlet yönetimi, Timur'la yapılan ve Yıldırım'ın esaretiyle sonuçlanan Ankara Savaşı sonrası zaafa uğramış ve Anadolu birliği tekrar bozulmuştu. On yılı aşkın bir süre şehzadeler arasında kıyasıya bir hakimiyet mücadelesi yaşandı. Bunun tabii bir sonucu olarak Anadolu ve Rumeli'de büyük karışıklıklar meydana geldi. Osmanlı tahtı için Yıldırım'ın oğulları arasındaki bu çatışma dönemi (1402-1413) «Fetret Devri» olarak anılır. Süleyman, İsa, Musa ve Çelebi Mehmed arasındaki mücadele Yıldırım'ın ortanca oğlu Çelebi Mehmed lehine sonuçlandı.

Çelebi Mehmed (I. Mehmed), Ankara Savaşı sırasında ihtiyat ordusunun başında bulunuyordu. Savaşın kaybedilmesinin kesinleşmesi üzerine, emrindeki kuvvetlerle geçmişte valilik yaptığı Amasya'ya gitmiş ve bu bölgede tutunmayı başarmıştı. Daha sonra taht mücadelelerinin yoğunlaştığı Balkanlara yönelerek iktidarını kesinleştirme yoluna gitti. Zaten Timur da Anadolu'dan ayrılırken, 1. Çelebi Mehmed'in Amasya'daki hakimiyetine dokunmamıştı.


Ankara Savaşı'nın yaralarının sarılması, karmaşaya son verilmesi ve siyasi birliğin yeniden sağlanmasıyla 1413 yılından itibaren Osmanlı Devleti adeta yeniden kuruldu.

Osmanlıların Rumeli'de gücünü koruyor olması; bu zor ve badireli dönemde, devletin tamamen dağılmasını ve silinmesini önleyen hayati bir güç kaynağı oldu. Çelebi Mehmed; uç beyleri, sayıları giderek artan kapıkulu askerleri ve tımar sahiplerinin desteği sayesinde duruma hakim oldu ve devleti yeniden toparlamayı başardı.

Mehmed, öncelikle Anadoludaki birliği yeniden sağlamaya çalıştı. Mahalli hanedanlara, Bizanslılara, Venediklilere. Rodos Şövalyelerine, Cenevize karşı yumuşak bir siyaset izledi. Timurluların Anadolu üzerindeki nüfuzunu daima göz önünde bulundurdu ve bu nüfuza aykırı bir teşebbüste bulunmaktan özenle kaçındı.

Candaroğulları ve Karamanoğulları sindirildi fakat daha fazla ileriye gidilmedi.

Batı Anadolu'daki bazı gazi beylikleri kesin hakimiyet altına alındı.

Venediklilerle Gelibolu açıklarında yapılan ilk deniz savaşı kaybedildi. Donanma komutanı Çalı Bey de bu savaşta şehid düşenler arasındaydı. (Mayıs 1416)


ŞEYH BEDREDDİN ve ÇELEBİ MUSTAFA İSYANLARI


I. Mehmed, kardeşler arası taht kavgalarının Anadolu ve Rumeli'yi kavurduğu bu buhranlı dönemde çıkan isyanları güçlükle de olsa etkisiz hale getirdi.

Şeyh Bedreddin adının geçtiği hadiseleri anlayabilmek için dönemin tarihini bilmek şarttır. Bu isyan hareketinin Ankara Savaşı'nın ardından Osmanlı toplumunun içine düştüğü bunalım ortamı ve oluşturduğu otorite boşluğuyla çok sıkı bağlantılı olduğu ortadadır.

Devlet; yöneticisini kaybetmiş, toprakları elinden alınmış, yağmalanmış, ekonomik gücü yara almıştı. Devletin ve toplumun içinde bulunduğu krizden çıkış aranıyor, siyasi iktidarı ele geçirerek hakimiyeti yeniden kurmayı hedefleyen birden fazla güç ve menfaat çevresi ise kıyasıya birbiriyle yarışıyordu. Siyasi tabloya bakıldığında, iktidar adayı grupların girdiği arbede sonucu Anadolu ve Rumeli'de büyük bir keşmekeşin hüküm sürdüğü görülüyordu.

Şeyh Bedreddin'in başını çektiği varsayılan olaylar dizisi, böyle uzun bir arbedenin sonunda Osmanlı yönetimini ele geçirerek siyasi otoriteyi yeniden kurmakla uğraşan I. Mehmed'in saltanatının ilk yıllarında Batı Anadolu'da başlamış, Rumeli topraklarında son bulmuştur.

Ankara bozgunundan sonra şehzadelerin taht mücadeleleri sırasında Musa Çelebi; kardeşi Süleyman'ı ortadan kaldırıp Edirne'ye gelince, kardeşinin bürokratlarını azledip yerine kendi adamlarını atamıştı. Bu sırada Şeyh Bedreddin de Musa Çelebi'nin ısrarı üzerine kazaskerlik görevine getirilmişti.

Ancak I. Mehmed, kardeşi Musa Çelebi'yi ortadan kaldırıp iktidarı devralınca, Şeyh Bedreddin diğer bürokratlar gibi cezalandırılmayıp ilmi kişiliğine hürmet gösterilerek ailesi ile beraber İznik'te ikamet ettirildi. (1413) Şeyh, İznik'te iken, Börklüce Mustafa binlerce kişiyle Aydında büyük bir isyan başlattı. Ancak bu ayaklanma Bayezid Paşa tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Börklüce Mustafa da çarmıha gerilerek idam edildi.

Bizans tarihçisi Dukas'a göre, dini hiçbir nizam tanımayan ve peygamberlik iddiasında bulunduğu söylenen Börklüce Mustafa için Osmanlı kroniklerinde de benzer kayıtlar bulunmaktadır. Şeyh Bedreddin ile bağlantılı olduğu kabul edilen bir diğer isyancı da Torlak Kemaldir. Bu şahıs da Bayezid Paşa tarafından Manisa'da yakalanarak idam edildi. Bu gelişmeler üzerine, İznik'te bulunan Şeyh Bedreddin oradan daha güvenli gördüğü İsfendiyaroğullarına sığınmak amacıyla Kastamonu'ya gitti. Ancak oradan da Rumeli'ye geçmek zorunda kaldı. Dobruca, Silistre ve Zağra üzerinden Deliorman'a geçti ve etrafında toplanan eski mahalli yöneticiler (gazi beyler) ile beraber yeni bir isyan başlattı. Bazı rivayetlere göre Edirne'ye ulaşıp Çelebi Mehmed ile görüşmek istedi. Ancak etrafında topladığı büyük kalabalıklarla Edirne'ye yürüdüğü söylentisi üzerine, Çelebi Mehmed; diğerlerine yaptığı gibi, Bayezid Paşayı derhal şeyhin üzerine gönderdi. Börklüce ve Torlak Kemal isyanlarının akıbetlerini öğrenenler, isyan hareketinden koparak Şeyh Bedreddin'i yalnız bıraktılar. Bunun üzerine Şeyh Bedreddin, Bayezid Paşa kuvvetlerince yakalandı ve bir heyet tarafından muhakeme edilerek Serez pazarında idam edildi.

Şeyh Bedreddin'in isyan sebepleri ve kişiliği üzerinde yüzyıllardan beri çeşitli spekülasyonlar yapılmıştır. Bazı çağdaş araştırmacılar Şeyh Bedreddin hakkındaki gerçekliğe ulaşmaktan çok, görmeyi arzuladıkları yeni bir Bedreddin üretme taktiği ile hiçbir mesnede dayanmayan görüşler ileri sürmüşlerdir:

"Şeyh Bedreddin, Nazım'ın deyişiyle, milletlerin ve mezheplerin kanunlarını ilga hedefini göstererek zuhur ve huruç eyledi:

Oysa nereden bakılırsa bakılsın, ister aşırı görüşleri ve sıra dışı fıkıh anlayışıyla, ister tasavvuf felsefesinin en uç görüşleriyle ele alınsın; Şeyh Bedreddin'i materyalist veya agnostik inanca sahip biri olarak görme imkanı yoktur. Şeyhin görüş ve düşüncelerine mesnet olarak gösterilen meşhur Varidat isimli eserin gerçekten de şeyhe ait olup olmadığı ilim çevrelerince tartışmalı bir konudur.


ÇELEBİ MUSTAFA'NIN İSYANI


Çelebi Mehmed'in iktidarının son yıllarında uğraştığı önemli olaylardan biri de Çelebi Mustafa isyanıdır. Osmanlı kaynaklarında Düzmece Mustafa diye geçen bu isyan, daha sonra II. Murad döneminde de Osmanlı'yı uğraştıracaktır. Her ne kadar siyasi etkisini azaltmak için söz konusu Mustafa'nın şehzade olmadığı iddia edilmiş olsa da, gerçekte Yıldırım'ın oğullarından biriydi. Timur; Ankara Savaşı'ndan sonra Anadolu'dan ayrılırken, Şehzade Mustafa'yı da yanında Semerkant'a götürmüştü. Mustafa, Timur'un ölümünden sonra Anadolu'ya geldi ve taht mücadelesine kalkışmak üzere Rumeli'ye geçti. Bizans'tan yardım alarak önce Eflak'a giden Çelebi Mustafa, daha sonra tekrar İzmir’de beyliğine kavuşmak için yanıp tutuşan Cüneyt Bey'le de birleşerek Selanik civarındaki faaliyetlerini artırdı. Bu tehlikeli gelişmeler üzerine Çelebi Mehmed bizzat Rumeli'ye geçti ve duruma müdahale etti. Şehzade Mustafa ve Cüneyt Bey, Bizans'ın kontrolündeki Selanik garnizonuna sığınmak zorunda kaldı. İmparator Manuel, yapılan görüşmelere ve baskılara rağmen Osmanlı'ya karşı kullanma arzusunu taşıdığı sığınmacıları teslim etmedi. Nihayet bir anlaşma yapılarak uzlaşmaya varıldı. Buna göre, Şehzade Mustafa serbest bırakılmayacak., hiçbir şekilde Rumeli’de faaliyet göstermesine müsaade edilmeyecekti. Buna karşılık Osmanlı da Bizans'a şehzadenin masrafları olarak yılda 300 bin akçe ödeyecekti. Böylece bu problem de ertelenmiş oldu.


ÇELEBİ MEHMED'İN ÖLÜMÜ ve ŞAHSİYETİ


1421 baharında Edirne'ye gelen hükümdar, burada tertiplediği bir av eğlencesi sırasında hastalanarak atından düştü. Kısa bir süre sonra ağırlaştı ve Amasya sancakbeyi olan büyük oğlu II. Murad'a gizlice haber gönderilmesini, bu süre içinde ölürse ölümünün gizli tutulmasını ve küçük şehzadeleri Mahmud ve Yusuf'un da Bizans İmparatoru Manuel'in yanına gönderilmesini vasiyet etti. Çelebi Mehmed'in vefatı, oğlu II. Murad'ın Edirne'ye gelip idareyi ele almasına kadar 42 gün süreyle halktan saklandı. İktidarın devralınmasından sonra cenazesi Bursa'ya gönderildi ve Yeşil Türbe'ye defnedildi.

Mehmed; tedbirli, sabırlı, azim ve irade sahibi, sözüne sadık bir hükümdar olarak Osmanlı Devleti'ni yeniden ayağa kaldırmayı başarmıştır.


II. MURAD DÖNEMİ (1421-1451)


DÜZMECE MUSTAFA İSYANININ BASTIRILMASI


II. Murad, fetret döneminin bütün izlerinin silinmesini sağlayan hükümdar oldu. Onun döneminde, denge politikaları terk edilerek daha atak bir tutum içine girildi.

Ancak babasının döneminde Bizans'ta etkisiz bir konuma sokulan Şehzade Mustafa, taht değişikliğini fırsat bilerek Bizans'tan da aldığı destekle oldukça tehlikeli gelişen bir isyan başlattı. Kısa zamanda Rumeli'ye hakim olarak Edirne’de hükümdarlığını ilan etti. Balkanlardaki askeri erkan ile Rumeli ve Edirne ahalisi de bu durumu benimsedi.



Şehzade Mustafa Rumeli'deki başarılarıyla yetinmedi; Anadolu'ya da el atarak Geliboludan Lapseki'ye geçti. Tüm bu gelişmeleri dikkat ve endişeyle takip eden Il. Murad, hazırlıklarını tamamlayarak Şehzade Mustafa kuvvetlerini karşılamak üzere Bursa'dan Ulubat'a doğru ilerledi. Ayrıca ustaca gerçekleştirdiği siyasi manevralarla Şehzade'ye bağlı bazı komutanları yanına çekmeyi başardı. Çok önemli bir komutan olan Cüneyt Bey'i de İzmir ve civarının yönetimini kendisine bırakacağı vaadiyle Şehzade Mustafa'nın yanından uzaklaştırdı. Zor durumda kalan Şehzade, tekrar Rumeli'ye geçtiyse de etrafındaki güçler giderek azaldı. Nihayet her şeyin bittiğini görerek Edirne'ye geldi ve hazinesini alarak kaçmaya çalıştı.

Ancak bu çabasında da başarılı olamayarak Tunca Nehri yakınlarındaki Kızılağaç yenicesinde yakalandı ve Edirne'ye getirilerek idam edildi. Böylece fetret devrinden beri Osmanlı'yı meşgul eden bir problem çözülmüş oldu.


İSTANBUL'UN KUŞATILMASI ve KÜÇÜK ŞEHZADE MUSTAFA İSYANI


II. Murad; Bizans'ın şehzadeler eliyle Osmanlı'yı karıştırması ve hasmane tutumu üzerine, Haziran 1422de doğrudan İstanbul'a yönelerek surların önüne geldi. Şehri, Yaldızlı Kapıdan Haliçe kadar kuşatma altına aldı. Ağustos ayı geldiğinde kuşatmayı daha da şiddetlendirdi. Genel bir hücum emri verilmesinden sonra ok yağmurları kalede bulunanları büsbütün sindirmişti. Çok zor durumda kalan Bizans İmparatoru, II. Murad'ın kardeşi ve Karamanoğullarının yanına sığınmış olan küçük Şehzade Mustafa'nın isyan etmesine yol açan bir girişimde bulundu. Bunun sonucunda Karaman ve Germiyanoğlu kuvvetlerinin desteğinde harekete geçen daha 13 yaşında bulunan şehzadeye bağlı kuvvetler isyana kalkıştı ve Bursa üzerine yürüdü. Ancak şehir halkı ve muhafızlar II. Murad'a bağlılıklarını belirterek teslim olmadılar.

Bu başarısız teşebbüsün ardından Bursa’dan İznik’e geçen Şehzade'nin kuvvetleri İznik'i kuşattıysa da, burada da büyük bir dirençle karşılaştı. Gelişmeler üzerine II. Murad, kan dökülmesini engellemek amacıyla şehrin Şehzade'ye teslimine razı oldu. Bu gelişmeler İstanbul kuşatmasının kaldırılmasına yol açtı. Bir süre sonra İznik tekrar Osmanlı kuvvetlerinin eline geçti. İsyana teşvik edilen aldatılan Şehzade ise bir incir altında boğularak öldürüldü.


ANADOLU BİRLİĞİNİ KURMA YÖNÜNDE ATILAN ADIMLAR


II. Murad, babasının aksine sürekli problem çıkaran hatta taht kavgalarına bulaşma gayretinde olan Anadolu beyliklerinin üzerine gitti. Sırasıyla Aydın, Teke, Menteşe ve Germiyanoğulları beyliklerini tarihten silerek topraklarını Osmanlı Devleti'ne ilhak etti.

Ayrıca Karamanoğulları ve Candaroğullarını itaat altına alarak onları daha önce Osmanlıdan aldıkları toprakları iade etmeye mecbur etti. II. Murad, daha sonra yumuşak bir politika izleyerek hem Anadolu beylikleriyle hem de Balkanlarda Bizans ve Eflak beyleriyle var olan fiili durumu bozmamaya çalıştı.


RUMELİ'DE FETİHLER ve EDİRNE-SEGEDİN ANTLAŞMASI


Balkanlarda gaza siyasetine hız verilerek 1430 da Selanik yeniden fethedildi. Aynı amaçla gerçekleştirilen askeri hareketler sonucunda Orta Avrupa'ya doğru önemli ilerlemeler sağlandı. Ancak 1440'ta Belgrat önlerinde uğranılan mağlubiyet Osmanlıları geri çekilmeye ve Macarlara karşı savunma savaşı yapmaya mecbur bıraktı. Nihayet üst üste uğranılan mağlubiyetlerin ardından, 1444 yılında Macarlarla Edirne-Segedin Antlaşması yapılmak zorunda kalındı.

On yıl süreli bu antlaşma Osmanlı'nın gücünü iyice sınırlandırmış, Rumelide bazı toprakların elden çıkmasına yol açmıştı. Bu askeri başarısızlık II. Murad'ın durumunu sarstı ve iktidardan uzaklaşarak Manisa'ya çekilmek zorunda bıraktı. Klasik kaynaklar onun tahtı bırakmasını ve bir nevi uzleti tercih etmesini, üst üste uğradığı başarısızlığın getirdiği moral bozukluğuna ve bilhassa çok sevdiği oğlu Aleddin'in ölümünden duyduğu üzüntüye bağlar. Ancak bu durumun kansız bir iktidar değişikliği olduğu da dikkate değer bir yorumdur. II. Murad'ın, varisi olduğu tek erkek evladını yönetime hazırlama amacıyla böyle bir tercih yaptığı da söylenebilir.

Murad'ın kendi isteğiyle tahttan çekilmesi üzerine, Sultan II. Mehmed; henüz on iki yaşında daha çocuk yaştayken tahta çıkmak zorunda kaldı. Ancak haçlılar bu durumu Türkleri Balkanlar'dan atmak için yeni ve kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak gördüler. Bazı kumandanların isteksiz tutumlarına rağmen Papanın temsilcisinin ağır baskıları sonucunda Osmanlı'yla yapılan Segedin Barış Antlaşması hıristiyan güçlerce bozuldu. Antlaşmanın bozulması, Osmanlı topraklarına karşı yeni bir haçlı saldırısının başlayacağı anlamına geliyordu.

Nitekim bu önemli gelişme Edirne'deki Osmanlı karargahında müzakere edilmiş ve ciddi bir endişe doğurmuştu. Nihayet yapılan toplantıların ardından II. Murad'ın tekrar Edirne'deki ordunun başına çağrılmasına karar verildi. Bu önemli idari değişiklikte Çandarlı Halil Paşanın ısrarlarının etkili olduğu tüm kaynaklarda yer almaktadır. Böylece II. Murad'ın Manisa'daki uzletinden ayrılarak tahtına dönmesi, devletin kısa sürede toparlanmasını sağladı.


VARNA ZAFERİ (1444)


Murad; tekrar işbaşına gelmesine sebep olan büyük haçlı tehlikesine karşı süratle hareket ederek, önce Venedik ablukası altındaki boğazlardan Rumeli'ye geçti. Ardından Edirne'ye uğramadan doğruca düşmanın büyük askeri güç sevk ettiği Varna üzerine yürüdü.

Yaklaşık yüz bin kişiden oluşan haçlı ordusuna ünlü Jan Hünyad komuta ediyordu. Macar, Leh, Ulah, İtalyan, Çek, Litvanyalı, Hırvat, Alman ve Fransız askerlerinden oluşan haçlı ordusu doludizgin Yama istikametine doğru akarken, güzergah üzerinde bulunan Şumnu, Tırnova, Prevadi ve Mihaliç'in Müslüman ahalisini de zulüm ve işkenceden geçirdi. 9 Kasım 1444'te savaş alanına ulaşan haçlı ordusu, derhal savaş vaziyeti aldı.

10 Kasım 1444'te Varna şehri yakınında hıristiyanların bütün gurur ve ümitlerini yerle bir eden şiddetli bir savaş oldu. Osmanlı kuvvetlerinin uyguladığı iyi bir savaş planıyla hıristiyan ordusu kesin bir bozguna uğratıldı ve imha edildi. Macar Kralı Vladislav savaşta maktul düştüğü gibi, bu bahtsız seferin asıl tertipçisi olan Kardinal Cesarini de canından oldu.

Varna Zaferi Osmanlı'nın Balkanlar'da tutulamayacak bir güç olduğunu ispatladı. Kral Vladislav'ın ölmesinden sonra Lehistan ve Macaristan bir daha birleşmemek üzere ayrıldılar. Kralın eşyalarıyla beraber 250 araba, Osmanlı askerinin eline geçti. Öte yandan Bizans'ın Balkanlardan ve Avrupa'dan yardım ümitleri de bu zaferle suya düştü.


II. KOSOVA ZAFERİ (1448)


II. Murad bu zaferden sonra önce Anadolu’da birlik çalışmalarına hız verdi. Daha sonra Arnavutluk bölgesinde İskender Bey'in çıkardığı isyanları yatıştırmak için uğraşmak zorunda kaldı.

Macaristan Kral naibi ve Macar komutan Jan Hünyad, Varna'nın intikamını almak ve Büyük Macaristan İmparatorluğu'nu kurmak istiyordu. Türkleri Balkanlar'dan kesin olarak atmak ve Türk ilerleyişini durdurmak amacıyla önce İngiliz ve Fransızlardan yardım istedi. Ancak iki devletten de olumlu cevap alamadı. Buna rağmen muharip askerlerden oluşan doksan bin kişilik bir haçlı ordusunu organize etmeyi başardı.

Hünyad öncelikle Yama Savaşı'na haçlıların yanında katılmayan Sırbistan'ı işgal etti. Ardından Tuna'yı aşarak Kosova ovasına geldi. Bu gelişmeleri dikkatle takip eden II. Murad, Arnavutluk'tan çıkarak önce Sofya'ya, ardından da haçlı ordusunun güzergahını izleterek Kosova meydanına geldi.

İlk olarak an'anelere uyularak barış teklif edildiyse de haçlılar tarafından reddedildi. Artık bir meydan savaşı kaçınılmaz görünüyordu. İlk hücum, Jan Hünyad'ın emriyle başladı. Haçlı ordusu bu saldırıdan beklediği sonucu alamadığı gibi, tekrarlanan diğer hücumları da sonuç vermedi. Nihayet savaşın kaderini, Osmanlı askerlerince başarıyla uygulanan ve sahte ric'at diye bilinen taktik icabı geri çekilme belirledi. Çekildiği tuzağa düşerek darbe üstüne darbe alan haçlı ordusu, daha fazla dayanamayarak kısa zamanda dağıldı. Büyük bir zafer kazanılmış, düşman kesin bir mağlubiyete uğratılmıştı. Altmış bin civarında kayıp veren haçlı ordusuna karşılık Osmanlı ordusunun verdiği şehid sayısı sadece on bin kadardı.

1448'deki II. Kosova Zaferi, Osmanlıların Balkanlar'dan kesin olarak atılamayacağını ispatladığı gibi, İstanbul’un fethini yakınlaştıran bir rol de oynamıştır. Bu zaferle beraber 1683 Viyana bozgununa kadar, hücum sırası artık Osmanlılara geçmiştir.


II. MURAD'IN VEFATI


II. Kosova Zaferi'nden sonra Edirne'ye dönen II. Murad, oğlu II. Mehmed'i Dulkadiroğlu Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun'la muhteşem bir düğünle evlendirdi. (1450)

Düğünün ardından Genç Mehmed ve eşi Manisa'ya gönderildi. Bu arada Bizans İmparatoru ölmüş ve İstanbul'da kimin hükümdar olacağı büyük bir belirsizlik içerisine girmişti. Nihayet II. Murad, Konstantin Dragazeze destek vererek onun hükümdar olmasını sağladı. Kısa bir süre sonra hastalandı ve Şubat 1451 yılında da otuz yıllık başarılı iktidarının ardından 47 yaşında vefat etti.

Zorlu dönemlerde görev alan II. Murad; Oğuz-Türkmen geleneğini yeniden canlandırmaya, cihad ve gaza ruhunu ayakta tutmaya itina gösterdi. Ayrıca onun zamanında Türk dili ve kültürünün önemli eserlerinin vücuda getirilmesine ağırlık verildi.

Bunda Timur'un oğlu Şahruh'un Anadolu üzerindeki nüfuzunu sürdürme eğiliminin de kısmi etkisi olduğu ileri sürülür.

Mercümek Ahmed'in «Kabusname» tercümesi, Yazıcızade Ali Efendi'nin «Tevarih-i Al-i Selçuk»u, Yazıcızade Mehmed Efendi'nin «Muhammediyye»si ve Ahmed-i Bican'ın «Envaru'I Aşıkin» adlı eserleri II. Murad'ın teşvikiyle ortaya çıkmış edebiyat ürünlerimizdendir.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak