BÜYÜK SELÇUKLULAR
Türklerin tarih boyunca kurdukları etkili devletlerin en büyüklerinden biri de Oğuzlar tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti'dir.
Türkler bu devleti inşa ederken, milli hasletlerinin ve yeni girdikleri İslam medeniyetinin esaslarından yararlanarak muazzam müesseseler oluşturmayı başarmış ve ardından gelen Türk-İslam devletleri de bu müesseseleri geliştirerek devam ettirmişlerdir.
Bu müesseselerden en önemlileri:
Osmanlılarda tımar sistemi olarak anılan ikta isimli toprak düzeni;
Osmanlılarda Kapıkulu adını alacak olan hassa ordusu;
Abbasilerden alınıp yapısı ve fonksiyonu geliştirilen divan;
Meşhur vezir Nizamülmülk'ün kurup yaygınlaştırdığı ve büyük ölçüde Gazali tarafından biçimlendirilen medrese düzenidir.
Bu müesseseler Selçuklular eliyle Anadolu'ya getirilmiş; Eyyubiler, Memluklular ve bilhassa Osmanlılar tarafından da benimsenmiştir.
Selçuklular; XI. yüzyılda siyasi bütünlüğünü ve genişleme istidadını kaybetmiş olan İslam dünyasına yeni bir soluk getirmiş, İslam medeniyetinin üstün birikimini Türklerin teşkilatlanma kabiliyetiyle birleştirerek Bizans'a karşı fetih ruhunu dirilten yeni bir güç olarak ortaya çıkmıştır.
Horasan bölgesinde doğup İran ve Anadolu topraklarında genişleme başarısını gösteren Selçuklular; İslam dünyasını Bizans'a karşı korudukları gibi, 1096 yılında başlayıp 175 yıl sürecek olan Haçlı saldırılarına da ilk elden göğüs gererek İslamiyet'in batıya doğru ilerleyişini durdurmak isteyen hıristiyan güçlere karşı tarihi direniş hattını oluşturmuştur. Gerçek kurucusu Tuğrul Bey, Anadolu'yu Türklere vatan yapan Alparslan, Selçuklu hakimiyetini Horasan'dan Marmara Denizi'ne kadar genişleten Melikşah ve Sultan Sencer gibi yönetici ve komutanları; tarihe, İslam adına gerçekleştirilen büyük fetihlerin ölümsüz kahramanları olarak geçtiler.
SELÇUKLULARIN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI
Devlete adını veren Selçuk Bey ve ailesi, Oğuzların Kınık boyuna mensuptur. Selçuk'un babası Dukak, konargöçer Türk boylarınca kurulan ve Aral Gölü civarında hüküm süren Oğuz Yabgu Devleti'nin ordu komutanlığını yürüten önemli bir şahsiyetti. Ölümünden sonra aynı göreve oğlu Selçuk Bey getirilmişti. Oğuz Yabgu Devleti coğrafi olarak İslam aleminden Hazar ülkesine ve Volga Bulgarlarına giden ticaret kervanlarının güzergahı üzerinde bulunmaktaydı.
Oğuzlar; müslüman tüccarlarla kurdukları münasebetler sonucunda İslamiyete yönelmiş, Selçuk Bey de bu temas ve telkinlerin ardından müslüman olarak kendisine bağlı Oğuzlarla birlikte Aral Gölü'nün kuzeydoğusundaki Cent şehrine yerleşmişti. Selçuk Bey, nüfusunun çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu Cent şehrine yıllık vergisini tahsil için gelen Oğuz yabgusunun vergi memurlarını; «Kafirlere haraç vermeyeceğini» söyleyerek şehirden uzaklaştırdı. Bu girişimiyle bölgedeki siyasi ağırlığını artıran Selçuk Bey, Cent ve çevresini Yabgudan ayırarak müstakil sayılabilecek bir idarenin temellerini atmış oldu.
Selçuk Bey liderliğinde ilk siyasi çıkışların gerçekleştirildiği 1000'li yıllarda Türklerin yoğun olarak yaşadığı Maveraünnehir ve Horasan bölgeleri büyük siyasi çekişmelere sahne olmaktaydı. Horasan bölgesi, Afganistan ve Kuzey Hindistan'ı da yöneten Gaznelilerin elinde bulunuyordu. Maveraünnehir bölgesinde ise Karahanlılar hüküm sürmekteydi. Samanoğulları'nın topraklarını paylaşarak bu devleti ortadan kaldıran Gazneliler ile Karahanlılar, bölgede üstünlük mücadelesi vermekteydiler. Selçukluların büyük bir devlet olarak ortaya çıkmalarında bu çekişmenin şüphesiz önemli bir payı vardı.
Selçuk Bey'in yüz yaşında Cent şehrinde vefatından sonra Selçukluların başına dört oğlundan Arslan Bey geçti. Ancak onun Gazneli Mahmud tarafından Kalincar kalesinde tutuklanması üzerine, Selçuk Bey'in ölen oğlu Mikail'in Tuğrul ve Çağrı isimli oğullarının önü açıldı ve beyliğin idaresi birbiriyle uyumlu bu iki kardeşin eline geçmiş oldu. Çağrı ve Tuğrul Beyler başlangıçta iki büyük Türk-İslam devletinin arasında ayakta kalma, yurt edinme ve hakimiyet alanlarını genişletme konusunda büyük zorluklar yaşadılar. Hatta yaşadıkları Cent kentindeki baskıların artması üzerine kendilerine yeni bir yurt aramak zorunda kaldılar. Kaynaklar, bu dönemde Çağrı Bey'in liderliğinde Anadolu'ya keşif ve yurt edinme amacıyla seferler düzenlendiğini kaydetmektedir.
Baskıların artması üzerine Selçuklular izinsiz olarak 1035 yılında Gaznelilerin hakimiyetinde bulunan Horasan bölgesine girip yerleşmek zorunda kaldılar. Bu durum pek tabii olarak Selçuklular ile Gaznelileri karşı karşıya getirdi. Horasan'ın hakimiyeti için Gazneli-Selçuklu ilişkilerinde üç merhaleli bir mücadele süreci yaşandı.
Mücadelenin ilk safhası Nesa şehri çevresinde gerçekleşti. Selçuklular kazandıkları ilk büyük askeri zaferin sonunda Nesa'yı da içine alan bu bölgede tutunmayı başardılar.
Horasan'ın hakimiyeti konusundaki ikinci merhale de 1038 yılında gerçekleşti. İki devletin orduları bu tarihte Serahs şehri yakınlarında karşı karşıya geldi. Bu mücadelede de kazanan taraf Çağrı Bey'in üstün gayretleriyle Selçuklular oldu. Bu askeri başarının ardından Horasan; büyük ölçüde Selçuklu hakimiyetine girdiği gibi, Nişabur'da da Tuğrul Bey adına hutbe okunmaya başlandı. Selçukluların bu zaferi o günkü Abbasi Halifesi tarafından da tebrik edilerek Selçuklu hakimiyeti ve meşruiyeti onaylandı ve Çağrı Bey'e unvanlar takdim edildi.
Selçuklular ile Gazneliler arasındaki mücadelenin üçüncü merhalesi ise bir Müslüman-Türk devletini yıkılma sürecine sokarken bir diğer Müslüman Türk devletini de tarih sahnesine çıkaran nihai bir savaşla gerçekleşti.
1040 yılında Gazneli Sultanı Mes'ud, 300 fille destekli 50 bini aşkın askerden oluşan büyük bir orduyla Horasan bölgesine doğru sefere çıktı. Amacı bir süredir hakimiyet ve prestij kaybettikleri Horasan'dan Selçukluları atmak ve Gazneli otoritesini yeniden tesis etmekti. Ordusunda bulunan dönemin tarihçisi Beyhaki'ye göre, Gazneli ordusu; bütün Türkistan kuvvetleri birleşse de mukavemet edilemeyecek kadar güçlü ve donanımlı bir orduydu. Selçuklular; Serahs bölgesinde ilerleyen Gazneli ordusunun karşısına doğrudan çıkmak yerine, yıpratıcı vur-kaç taktiklerine dayalı bir mücadeleyi tercih ettiler. Nihayet taciz edici ve yıpratıcı vur-kaç saldırılarıyla güç durumda bıraktıkları Gazneli ordusunu Merv yakınlarındaki Dandanakan Hisarı önünde bir kez daha kesin bir bozguna uğrattılar. Sultan Mes'ud hazinelerini ve savaş malzemelerini bırakmak zorunda kalarak kendisine bağlı az sayıda askeriyle kaçtıysa da kendi adamları tarafından öldürüldü. Neticede Gazneliler bütünüyle Horasan bölgesini kaybederken Tuğrul Bey de Selçuklular adına yeni devletin sultanı ilan edildi.
TUĞRUL BEY ve SELÇUKLU DEVLETİ'NİN GENİŞLEMEYE BAŞLAMASI
Bu gelişmenin ardından Selçuklu ileri gelenleri Merv'de devletin kuruluş, teşkil ve tanzimini görüşmek amacıyla bir kurultay düzenlediler.
Yaygın bir rivayete göre Tuğrul Bey kurultayın açılışında eline aldığı bir oku ağabeyi Çağrı Beye vermiş ve ondan bu tek oku kırmasını istemiştir. Çağrı Bey isteneni yaparak tek oku kolayca kırmış, ok sayısı ikiye çıktığında da onları kırmakta zorlanmamıştır. Ne var ki, üç oku güçlükle kırabilmiş, dört ok yan yana geldiğinde ise hiçbirini kırmayı başaramamıştır. Bunun üzerine Tuğrul Bey bir konuşma yaparak birlik halinde bulunmalarını, yoksa tek oklar gibi kolayca kırılabileceklerini ifade etmiştir.
Dandanakan Savaşı; Türkistan, Orta-Asya ve Türk-İslam dünyasında siyasi dengeleri bütünüyle değiştirmişti. Selçuklular birlik ve beraberlik içerisinde hareket ederek yeni konjonktürden yeni mevziler elde etmeyi başarmışlar, bu başarılarıyla da önemli bir inisiyatif elde etmişlerdir. Böylece hakimiyetlerinin sınırlarını da başta İran ve Afganistan olmak üzere Orta-Asya yönünde genişletmeye muvaffak olmuşlardır.
Tuğrul ve Çağrı Beyler tam bir mutabakat içerisinde hareket ederek kuzeyde Kafkasya'dan güneyde Yemen'e kadar uzanan toprakları birlikte denetim altına almayı başardılar. Şimdiki İran'ın başkenti Tahran'a 22 kilometre uzaklıktaki Rey kenti başkent yapıldı ve Türk ilerleyişi batıya doğru kaydırılmaya başlandı. Böylece Bizans İmparatorluğu'nun denetiminde olan Anadolu ve şimdiki Ermenistan sınırlarına kadar ulaşıldı.
İslam dünyası için büyük bir tehlike teşkil eden Bizanslılarla ilk çatışma 1048 yılında Pasinler Ovası'nda gerçekleşti. Bu ilk çatışma Selçukluların zaferiyle sonuçlandı. Selçukluların Erzurum'a kadar ilerleyişi Bizans'ı harekete geçirmiş ancak Gürcü kralı Liparit'le birleşen Bizans ordusu Türkler önünde bozguna uğramıştı. Bu, Bizans ve müttefikleriyle Anadolu için yapılan ilk savaş oldu ve; «Anadolu'nun kapılarını Türkler için açan savaş» olarak nitelendi.
Malazgirt zaferinin adeta habercisi olan Pasinler savaşının ardından anlaşma yolları arayan Bizans'la oldukça başarılı bir anlaşma gerçekleştirildi. Bu anlaşmayla Selçuklular diplomatik ve siyasi üstünlüklerini Bizans'a kabul ettirmeyi başardılar. Nitekim yapılan anlaşmaya göre Gürcü kralı fidye ödemeden serbestçe ülkesine dönebilecekti ancak bunun karşılığında İstanbul'da Emeviler döneminde yaptırılmış olan cami onarılacak ve bu camide okunan hutbelerde Abbasi Halifesi ile Tuğrul Bey'in adı anılacaktı. Selçuklular bu anlaşmayla Doğu Anadolu'daki hakimiyetlerini Çoruh Irmağı'na kadar genişlettiler. Aynı zamanda Anadolu'ya çok sayıda Türkmen yerleştirilmeye ve Bizans'a ait müstahkem kalelerin tahrip edilmesi yönünde adımlar atılmaya başlandı.
TUĞRUL BEY'İN BAĞDAT'A GİRİŞİ ve HALiFEYİ KORUMA ALTINA ALMASI
IX. asırdan itibaren İslam dünyasının siyasi parçalanmaya uğraması ve birçok devletin ortaya çıkması Abbasi Devleti'nin siyasi etkisini iyice daraltmış, hakimiyet alanını Bağdat ve çevresiyle sınırlı hale getirmişti. Ancak İslam dünyasının manevi otoritesini temsil etmeleri ve İslam dünyasında siyasi gücü eline geçirebilenlere meşruiyet sağlama imkanları Abbasi Halifelerini yine de güçlü kılan faktörlerdi. Askeri gücü hayli azalan Abbasi Halifeliği, Tuğrul Bey zamanında Büveyhiler ve Türk askerleri kumandanı Arslan Besasiri'nin siyasi ve askeri baskısı altında idi. Ayrıca Arslan Besasiri Mısır'daki Fatımi Devleti ile de temasta idi. Bu durum karşısında Abbasi Halifesi ısrarla Sultan Tuğrul Bey'i Bağdat'a davet etmiş ve kendisini bu güç durumdan kurtarmasını istemişti. Nihayet bu davetler sonucu Tuğrul Bey harekete geçerek 1055 yılında İslam dünyasının o zamanki merkezi Bağdat'a girdi.
Arslan Besasiri, sultanın gelmesi üzerine Bağdat'tan kendisi için daha güvenli bulduğu yerlere çekilirken Bağdat'taki Büveyhi hakimiyetine de son verildi. Bağdat, muhaliflerin baskılarından kurtarıldı ve halife adına nizam ve intizam yeniden tesis edildi. Tuğrul Bey bir süre Bağdat'ta kaldıktan sonra Arslan Besasiri'nin üzerine Rahle yolunda sefere çıktıysa da Arslan Besasiri'nin kaçması üzerine Cizre ve Sincar'ı hakimiyeti altına aldı. Musul'u da Selçuklu beylerinden İbrahim Yınal'a bırakarak tekrar Bağdat'a döndü.
Selçuklu sultanının bu yardımı halifeyi oldukça rahatlatmıştı. Tuğrul Bey şerefine Bağdat'ta büyük bir merasim düzenledi ve onu; «Doğunun ve Batının Sultanı» ilan ederek taltif etti. Böylece halife; İslam aleminin dünyevi otoritesini, Tuğrul Beye devretmiş oluyordu. Bu durum bazı aydınlar tarafından abartılı bir biçimde din ve devlet ayrımının, yani laikliğin Türk ve İslam dünyasındaki ilginç bir örneği olarak nitelendirilmiştir. Oysa laiklik çok daha kapsamlı ve girift bir konudur. Devlet idaresinin dayandığı temellerin dinden arındırılmasından, yönetici kadroların dinlere karşı tarafsız tutum almalarına kadar varan konularda, ne Selçuklularda ne de onların izinden giden diğer Türk İslam devletlerinde böyle bir ayrışmadan bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Ancak başta Selçuklular olmak üzere Türk-İslam tarihinin bütün devirlerinde samimi bir hoşgörünün hakim olduğu görülmektedir.
Tuğrul Bey batıda ve İslam dünyasının merkezi bölgelerinde Selçukluların güç ve otoritesini artırırken kardeşi Çağrı Bey de doğuda Maveraünnehir ve Afganistan içlerine kadar seferler düzenleyerek Karahanlıları Selçuklulara bağımlı hale getirmiştir.
Çağrı Bey son derece cesur ve eşine ender rastlanan bir komutandı. İsteseydi kendisi sultan olabilirdi, ancak kendi elleriyle bilge bir kişi kabul edilen kardeşi Tuğrul'u tahta oturtmuştur. Kaynaklar 1060 yılında Serahs kentinde vefat ettiğini bildirmektedir.
Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtup sınırlarını doğuda Ceyhun ırmağından batıda Fırat'a kadar genişletmiş ve 1063 yılında Başkent Rey'de yetmiş yaşında iken vefat etmiştir.
Sultan Tuğrul; dirayetli, adaletli, dindar ve zeki kişiliğiyle tanınan bir hükümdardı. Yaklaşık yirmi beş yıllık saltanatı döneminde, temelini attığı Büyük Selçuklu İmparatorluğunun yakın doğuda dini anlaşmazlıkları giderici, asayişi yerleştirici vasfı ile de sarsılmaz bir siyasi teşekkül olarak gelişmesini temin etmiştir. Bu itibarla Tuğrul Bey, Türk-İslam tarihinde seçkin bir yer tutmaktadır.
ANADOLU FATİHİ ALPARSLAN
"Padişahın, bütün fenalık isteyenlerden gam çekmeyecek ve endişe duymayacak kadar akıllı ve dirayetli olması lazımdır."
Nizamülmülk; Siyasetname
ALPARSLAN DÖNEMİ (1064-1072)
Tuğrul Bey'in çocuğu yoktu. Vasiyeti üzerine Selçuklu tahtına kardeşi Çağrı'nın oğlu Süleyman geçtiyse de, Çağrı Bey'in diğer oğlu Alparslan ve yine Selçuklu ailesinden Kutalmış bu durumu kabul etmeyerek taht mücadelesine giriştiler. Alparslan kısa zamanda bu mücadeleyi kazanarak rakiplerini saf dışı bırakmayı başardı. İçte düzeni ve birlik-beraberliği sağlayıp vezirliğe ünlü Nizamülmülk'ü getirdikten sonra, batı istikametinde fetihlere yöneldi. Alparslan'ın ilk yöneldiği bölge Kafkaslardı. Azerbaycan üzerinden Ermenistan ve Gürcistan'da fetihler gerçekleştirdi.
Türkmenlerle takviye edilen Selçuklu kuvvetleri kısa zamanda Anadolu önlerine kadar gelerek Bizanslı generallerce çok iyi korunan ve asla fethedilemez kabul edilen müstahkem «Ani» kalesini ele geçirdi. Alparslan, Kars'a girmekle sonuçlanan bu başarılı harekatla güney Kafkasyayı denetim altına aldığı gibi, Anadolu'ya olan ilgisini de açıkça ortaya koymuş oldu. Özellikle Ani'deki en büyük kiliselerden biri olan katedrale hilal diktirmesi, tarihi kayıtlara, müthiş askeri başarılarının arkasındaki mukaddes amaca işaret eden sembolik bir hareket olarak geçti. Zamanla bu hilal Osmanlı İmparatorluğu'nun ve İslam dünyasının sembolü haline geldi.
Alparslan, devlet otoritesini pekiştirmek ve devletin sınırlarını doğu yönünde genişletmek amacıyla Türkistan Seferi'ne çıktı.
Hazar Denizi ile Aral Gölü arasında yaşayan ve henüz İslam'la şereflenmemiş olan Şamanlar ile Kıpçakları itaat altına alarak bu iki etkili Türk topluluğunu Selçuklu kültür ve medeniyetinin nüfuz alanına soktu. Alparslan, Maveraünnehire yakın bazı bölgeleri de ülkesine katıp doğu sınırlarını teminat altına aldıktan sonra tekrar batıya yöneldi.
MALAZGİRT ZAFERİ (AĞUSTOS 1071)
Alparslan, Anadolu önlerine gelmeden önce Türkmenleri planlı bir biçimde Marmara Bölgesi'ne doğru keşif amaçlı ve yıpratıcı seferlere yönlendirdi.
Bu arada Kafkasları tam itaat altına almak amacıyla Gürcistan üzerine yürüdü.
Tiflis'in fethiyle sonuçlanan bu başarılı seferle Gürcü ve Ermeni krallarını da kendisine bağımlı hale getirdi.
Bu arada Mekke Emiri de huzuruna gelerek Alparslan'a bağlılığını bildirip Cuma hutbelerinde adının Abbasi Halifesi'nden sonra okunduğunu ifade etti.
Anadolu sınırlarında bu hareketlilik yaşanırken Bizans İmparatoru Konstantin Dukas'ın ölümü (Mayıs 1067) üzerine ülke yönetimi, eşi Eudokia'nın ellerinde kalmıştı. Bizans İmparatorluğu, içine düştüğü bu siyasi çalkantılar yüzünden doğuda ve batıda topraklarını koruyamayacak kadar zorlu ve sarsıntılı bir dönem geçirmekteydi.
Nitekim Güney İtalya'da Normanlar büyük askeri başarılar kazanarak Bizans sınırlarını zorlamaya başlamışlardı.
Macarlar kuvvetli saldırılarının ardından Tuna'nın askeri bakımdan kilit noktası sayılan Belgrat'ı ele geçirmişlerdi.
Güney Rusya ovalarından çıkarak Bizans'a ait Balkan topraklarına doğru ardı ardına gelen Peçenek, Oğuz ve Kuman saldırıları yaşanmış, bu kitle saldırıları sonucunda bölgede yağmalama ve büyük yıkım meydana gelmişti.
Bizans'ın; ülkenin her tarafında artan istikrarsızlığa bir son vermesi, askeri önlemlerle imparatorluğu içine düştüğü bunalımdan kurtarması ve bilhassa Büyük Selçuklu ilerleyişini durdurması gerekiyordu.
Güçlü bir idareciyi ve kuvvetli bir askeri gücü gerektiren bu siyasi tablo, Romanos Diogenes'i Bizans tahtının yeni sahibi yaptı. İmparatoriçe Eudoika, aile içi muhalefete rağmen Roman Diogenes'le evlenerek, Peçeneklere karşı yapılan savaşlarda öne çıkmış olan bu kıymetli ve karizmatik kumandanı imparatorluk makamına getirmişti.
Diogenes, tahta geçer geçmez ilk iş olarak Selçuklu tehlikesine karşı, içerisinde çok sayıda paralı askerin de yer aldığı bir orduyla Anadolu'ya bir sefer düzenledi. Amacı, bozulan Bizans otoritesini yeniden tesis ederek sınır güvenliğini sağlamaktı. Nitekim Kayseri ve Sivas üzerinden Toroslara ve Halep'e kadar uzanan askeri harekat sonucunda kısmi bir başarı elde ederek Bizans varlığını o bölgede yeniden hissettirdi.
Ancak Türk akınları durmuyordu. Niksar ve Eskişehir yakınlarına kadar uzanan rahatsız edici ve yıpratıcı seferlerin artması üzerine, yeni imparator iki ayrı orduyu bu akınları önlemek ve bozulan istikrarı yeniden temin etmek üzere doğu sınırında görevlendirdi.
Öte yandan Alparslan mukadder bir Bizans-Selçuklu çatışmasının öncesinde Mısırdaki Fatımi Devleti'ni de etkisiz hale getirmek amacıyla önce Suriye'ye yönelmişti.
Bu durumdan yararlanmak isteyen Bizans'ın mağrur imparatoru, içerisinde Uz ve Peçeneklerden paralı askerlerin de bulunduğu 200 bin kişilik bir orduyla Anadolu seferine çıktı. Hedefi kesin olarak Müslüman-Türklerin ilerleyişine bir son vermekti. Diogenes, Selçuklu başkentine kadar ilerlemeyi hedeflemekteydi. Nitekim kendisine iletilen barış çağrısını;
"Barış, Selçuklu başkenti Reyde olacaktır." diyerek kesin bir dille reddetmişti.
Alparslan, Diogenes'in ordusunun Malazgirt Ovası'na indiği haberini aldığında Suriyede bulunmaktaydı. 50 bin kişilik bir orduyla derhal Malazgirt Ovası'na intikal ederek hazırlıksız yakalandığı bu hamleyi savuşturmak üzere bazı askeri tedbirler aldı. Bir taraftan da Bizans ordusundaki henüz müslüman olmamış Peçenek ve Uzlarla irtibata geçti.
Ayrıca akıllıca hareket ederek bu büyük Bizans askeri gücüne karşı Abbasi halifesinin ve İslam dünyasının desteğini almayı da ihmal etmedi. Nitekim Halife Kaim bi-emrillah, Selçuklular adına Bizans'la barış girişimlerinde bulundu ve diplomatik yollarla bu büyük tehlikeyi atlatma yollarını aradı.
Ancak bu girişimler herhangi bir sonuç vermedi. Bunun üzerine halife, Cuma günü bütün camilerde savaşı Selçukluların kazanması için dualar ettirdi. Tarihi kayıtlara göre bu dua şöyledir:
"Allah'ım! İslam sancağını yücelt ve İslama yardım et! Şirki, başını ezmek ve kökünü kazımak suretiyle yok et!
Sana itaat için canlarını feda edip; kanlarını Sana tabi olma hususunda akıtan; Sen' in yolunun mücahidlerini, onları kuvvetlendirerek yurtlarını güvenlik ve zaferle dolduran yardımlarından mahrum kılma! Mü'minlerin Emiri'nin Burhanı olan Şahinşahu'l-Azam (Alparslan)'ın Senden dilediği yardımı esirgeme ki, o bu sayede hükmünü yürütür, şanını yayılır kılsın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin.
Sen'in dinini şerefli ve yüce tutabilmek için onu, lütufkar ve her zaman etkili olan desteğinden mahrum kılma! Çünkü o, Sen'in ulu rızan için rahatını terk etti; malı ve canıyla buyruklarına uymak amacıyla Sen'in yoluna düştü."
Halifenin bu desteği kısa zamanda etkisini gösterdi ve civardaki bütün müslüman unsurlar derhal Selçuklu saflarına katıldılar. Güneydoğu Anadoludaki Kürt beyleri de 10 bin kişilik bir kuvvetle Malazgirt'te Alparslan'ın yanında saf tuttular.
İki taraf da karşılıklı olarak 26 Ağustos'ta ordularını savaş düzenine soktular. İmparator Diogenes, ordusunu düz bir hat boyunca sağ kol, sol kol ve merkezden oluşan üç kısımdan ibaret klasik savaş tertibine göre hazırlamıştı.
Alparslan ise askerlerinin bir kısmını meydanda tutarken önemli bir bölümünü de düşman ordusunu arkadan çevirecek şekilde yerleştirmişti.
Sultan Alparslan, ordusunun maneviyatını güçlendirmek ve girdikleri mücadelenin mukaddesliğini hatırlatmak amacıyla Cuma namazını ovanın ortasında ordusuyla beraber kıldı.
Gözü pek ve kahraman Selçuklu hakanı, üzerine şehidliği hatırlatan beyaz bir elbise giymişti. Beyaz atına kuyruğunu kendi eliyle bağlayarak bindi.
Ordusunun önüne geçerek kısa ve son derece etkileyici bir konuşma yaptı.
Askerlerini coşturan bu nutkunda Alparslan; "Şehid düşerse vurulduğu yere gömülmesini, kendisinden sonra oğlu Melikşah'a itaat edilmesini vasiyet ederek bir hükümdar gibi değil, din ve devlet yolunda bir er gibi savaşacağını dile getirdi. Ayrıca savaştan korkanların çekip gitmekte serbest olduklarını belirterek askerlerinden şehid olanların cennete gireceklerini, kalanların da dünya nimetlerine kavuşacaklarını hatırlattı.”
Savaş, beklendiği gibi kalabalık Bizans ordusunun hücumuyla başladı. Alparslan bu hücuma; «sahte ric'at» diye bilinen taktikle cevap verdi. Bizans ordusunun ağırlık merkezinden uzaklaştırılarak tuzağa düşürülmesiyle gerçekleşen bu taktik, Selçuklulara kesin bir zafer getirdi.
Bu muazzam zaferde Uz ve Peçenek askerlerinin saf değiştirerek kendileri gibi Türkçe konuşan Müslüman-Selçukluların tarafına geçmesinin de payı vardı.
Muhteşem bir zaferle Bizans ordusu tamamen etkisiz hale getirildiği gibi, İmparator Diogenes de esir düşmüş, İslam tarihinde ilk kez bir «Basileus» müslümanların tutsağı olmuştu.
MALAZGİRT ZAFERİ'NİN SONUÇLARI
Kaynaklar, Sultan Alparslan'ın esir hükümdara karşı çok iyi davrandığı konusunda birleşmektedir. Alparslan; esirine çok iyi davranmakla kalmamış, kendisiyle bir anlaşma yaparak ülkesine geri dönmesine de yardımcı olmuştu. İki taraf arasında yapılan bu anlaşmayla Bizans İmparatorluğu Türklere bağlı hale geliyordu. Bizans; Doğu ve Güney Anadoluda bazı şehirleri Selçuklulara bıraktığı gibi, imparatorun serbest bırakılması karşılığında Selçuklulara fidye ödemeyi de kabul ediyordu.
Ancak bu anlaşma Romanos Diogenes'in İstanbul'a dönerken yeni imparatorun adamları tarafından öldürülmesi yüzünden uygulanamadı.
Ne var ki, Malazgirt zaferi Türkmenlerin Anadolu'ya olan ilgilerinin daha da artmasına yol açmıştı. Bu yakın ilgi, Anadolu'nun kesin bir müslüman yurdu olma sürecinin de başlangıcı oldu.
Romanos Diogenes'in Bizans tahtından uzaklaştırılıp öldürülmesi, Selçukluların savaşın sonuçlarından daha fazla yararlanmasına yol açtı. Nitekim bu gelişme üzerine Alparslan; Selçuklu şehzade ve emirlerine, Türkmen beylerine bütün Anadolu'nun fethini emretti.
Gayeleri cihad ve gazadan başka bir şey olmayan alperenler ile güneyde dağlık bölgelerde yaşayan ve Hz. Ömer zamanından beri İslamiyet'e yürekten bağlılık gösteren Kürtler, birlik ve beraberlik içerisinde Anadolu'yu iskan ve inşa etmeye koyuldular. Türkmenlerin bizzat Alparslan'ın teşvikiyle Anadolu'ya yönelen ilgileri, Batı Anadolu yönünde Selçuklu ilerleyişini daha da hızlandırdı.
Türkler tarafından on asırdır kutlanan Malazgirt Zaferi, Anadolu nüfusunun yüce değerler etrafında kaynaşmasına ve Anadolu'nun müslüman yurdu yapılmasına temel teşkil etti. Bu zaferle beraber Bizans'ın İslam dünyası üzerindeki tehditleri ortadan kalkmış, İslam dünyasında cihad ve gaza ruhu yeniden canlanmıştır. Bu tarihi rolün Malazgirt'i yeni Türkiye tarihinin başlangıç noktası yaptığı herkesçe kabul edilen bir gerçektir.
Öte yandan, gerek Selçukluların bu zaferi ve Bizans'ı sıkıştırmaları, gerekse Sicilya müslümanlarının Papalığı vergi vermeye mecbur etmeleri ve Endülüs'te gelişen olaylar, uzun süreden beri uyumakta olan hıristiyan aleminin uyanarak Papalığın buyruğu altında toplanmasına sebep oldu. 1073 yılında Kastilya kralı Vl. Alfonso, Bourgogne dükü 1. Hugue'nin de desteğiyle Tuleytule (Toledo)'ya bir sefer düzenledi. Papa VII. Gregorius bu sefere katılanları kutsadı ve böylece batı literatürüne «Reconquista» diye geçen «İspanyanın Yeniden Zaptı» harekatı başlamış oldu. 1085 yılında Toledo, VI. Alfonso tarafından ele geçirildi. 1091 yılında Sicilyadaki son müslüman yerleşim merkezi ortadan kaldırıldı. 1096 yılında ise umumi Haçlı Seferleri başladı.
Bu dönem aynı zamanda Batı Avrupa hıristiyan dünyasında manastır yapımına hız verildiği bir dönem oldu. Yine bu yıllarda, resmi kilise yapılanması dışında, Türklerdeki alperenlerin yetiştiği gönül mekteplerine benzer bir hıristiyan derviş sistemi yaygın bir uygulama alanı buldu.
Malazgirt Zaferi'nden sonra özellikle İspanyada yaşayan müslümanlar acı ve zor günlerle karşılaştılar. Papalığın doğrudan himaye ettiği Tapınak Şövalyeleri tarikatının müslümanlara yönelttiği saldırılar ise dayanılmaz boyutlara ulaştı.
ALPARSLAN'IN VEFATI
Elde edilen başarıların ardından Alparslan tekrar doğuya yöneldi ve 200 bin kişilik ordusuyla Karahanlılar üzerine büyük bir sefer düzenledi. Bölgedeki otoritesini pekiştirmek ve Karahanlıları kendisine bağımlı hale getirmek amacıyla düzenlediği bu sefer sırasında esir alınan bir mahalli komutanın suikastıyla yaralandı. Bu yaralardan dolayı Kasım 1072de vefat ettiğinde 45 yaşındaydı. Na'şı Merve defnedildi.
Türk tarihinin en büyük ve efsane komutanlarından biri olan Alparslan'ın ölümü bütün İslam dünyasını yasa boğdu. Alparslan; yiğitliği, disiplini, bitmez-tükenmez enerjisi ve adaletiyle tanınmıştı. Merhametli, dindar ve alçakgönüllü bir hükümdardı. Ülkesindeki fakir ve düşkünlere yardım eder, onlara maaş verirdi. Açları doyurmak üzere sarayından koyun etinden yapılmış yemekler dağıtılırdı. En önemli özelliklerinden biri de İslamiyet'in cihad ve gaza anlayışına olan sarsılmaz bağlılığı idi.
Sultan Alparslan, bütün bu nitelikleriyle bugün bile Anadolu ve Türkler için büyük bir anlam ifade etmektedir.
SELÇUKLULARIN ZİRVE YILLARI MELİKŞAH
Alparslan'ın genç yaşta vefatının ardından oğlu Melikşah, vezir Nizamülmülk'ün desteği ve ulemanın onayıyla Büyük Selçuklu tahtına oturarak devletin yeni hakanı oldu. (25 Kasım 1072) Melikşah, saltanatının ilk iki senesini devletin mevcut sınırlarını koruma ve iç karışıklıkları önleme çabalarıyla geçirdi. Bu amaçla Gazneli ve Karahanlı devletlerinin ülkenin doğu sınırlarına yaptığı hücumları başarı ile göğüsledi. Batıda ise amcası Kirman Meliki Kavurd'un tehlike arz eden isyanını bastırdı.
Melikşah, yaşanan iç karışıklıklara son vererek birliği sağladıktan sonra devlet merkezini İsfahan'a nakletti ve merkeziyetçi politikalar izleyerek devletin daha güçlü hale gelmesini sağladı. Selçuklular; Nizamülmülk'ün de üstün gayretleriyle onun yirmi yıllık iktidarında en parlak dönemini yaşamış, ülke sınırları Horasan'dan Marmara Denizi'ne kadar genişleyerek imparatorluk boyutuna ulaşmıştır.
Bu süreçte; Mısır hariç İslam dünyası bütünüyle Selçukluların siyasi nüfuz alanına girmiş, doğuda sınırlar Çine dayanmıştır. Türk yurtları olan Buhara, Semerkant, Kaşgar Selçukluların hakimiyetini kabul ettiği gibi, Karahanlılar da bağlılıklarını bildirmek zorunda kalmıştır. Öte yandan Çağrı Bey'in oğullarından Kavurd'un zaptettiği Kirman, Fars, Umman bölgeleri kesin olarak Selçuklu denetiminde bulunmaktaydı.
Melikşah; Abbasi halifesine bağlılık göstermiş, yükselen bu Türk devletinin manevi adresi olan hilafet makamına gerekli saygı ve ihtimamı göstermekten hiçbir zaman kaçınmamıştır. Bu dönemde Bağdat, İslam imparatorluğunun manevi merkezi olma özelliğini hala korumakta idi. Ayrıca Selçuklu sultanı, kızını halifeyle evlendirerek bu samimi ilişkiyi daha da pekiştirmişti.
Suriyede Sultan Alparslan zamanından beri faaliyet gösteren Atsız Bey; emrindeki Türkmenlerle Kudüs'ü zapt etmiş, daha sonra da Şam'ı ele geçirmişti. Fakat Mısır'ı Fatımi'lerin elinden almak için giriştiği sefer sonrasında Kahire önünde Fatımi ordusuna yenilmişti. Onun bu mağlubiyeti ve başarısızlıkları üzerine Melikşah, kardeşi Tutuş'u Suriye'ye gönderdi. Böylece Şam ve civarında Selçuklu otoritesi yeniden tesis edildi. Tutuş'un bu teşebbüsü, Suriye Selçukluları devletinin kurulmasının da ilk adımı oldu. Ancak mahalli yöneticilerin başıbozuk tutumlarına, merkezi yöneticilerin keyfi yönetim arzularına son vermek amacıyla harekete geçen Melikşah, 1086da Suriye'ye giderek önce Halep Emiri'ni itaat altına aldı, ardından da yeni bir hamleyle Antakya şehrini teslim aldı. Suriye'nin Akdeniz sahillerini şerefle temaşa ettikten sonra iki rekat şükür namazı kıldı. Atıyla denizin dalgalarına girerek kılıcını suya çarptı ve devletin hudutlarını babasından ileriye götürdüğü için Allah'a olan şükürlerini tekrarladı.
Tarihi kaynaklar, Melikşah'ın denizden götürdüğü kumları babasının mezarına serperken;
"Ey babam, sana müjdeler olsun! Küçük yaşta bıraktığın oğlun, devletinin hudutlarını karaların nihayetine kadar götürdü!" dediğini nakleder. Bu sözler, Melikşah'ın kendi dönemindeki zafer ve ihtişamı göstermesi bakımından önemlidir.
Malazgirt zaferinden sonra Sultan Alparslan'ın buyruğu ile Anadolu içlerine akınlar yapan Türk beyleri, Sultan Melikşah zamanında da bu faaliyetlerine devam ettiler. Türk beyleri Anadolu içlerinde ilerleyişlerinde Bizans'ın iç karışıklıklarından yararlanmış, bazen bizzat imparatorlarla bazen de asilerle işbirliği yaparak hakimiyet alanlarını İzmit'e kadar genişletmişlerdi. Selçuklu ailesinin bir kolu olan Kutalmış oğulları da Anadoluda etkili olmaya başlamış, başta Urfa ve Birecik olmak üzere Anadoluda ağırlıklarını artırmayı ve kendilerine yer edinmeyi başarmıştı. Kutalmış oğullarının rakip bir güç olarak Anadolu'da boy göstermelerine izin vermek istemeyen Melikşah, idari birliği sağlamak ve Anadoludaki inisiyatifi elden kaçırmamak için Emir Porsuk'u Anadolu topraklarını gözetmekle görevlendirdi. Harekete geçen Emir Porsuk, Kutalmış oğlu Mansur'la giriştiği mücadeleyi kazanarak onu ortadan kaldırmayı başardı. Ancak bu durum Mansur'un kardeşi Süleyman Şah'ı daha güçlü hale getirdi. Nitekim Süleyman Şah, Bizans'ın iç karışıklıklarından da yararlanarak İznik ve etrafındaki kaleleri ele geçirdi ve Türkiye Selçuklu Sultanlığı'nın temellerini attı.
Batıda olduğu kadar doğuda da fetihlerini sürdürüp Antakyayı yeniden Ermenilerin elinden alan Süleyman Şah, bir süre sonra Halep'i de kuşattı. Onun bu hamlesi Selçuklularla karşı karşıya gelmesiyle ve iki güç arasında bir çatışma ortamının doğmasıyla sonuçlandı. Melik Tutuş ve Artuk Bey, Selçuklular adına duruma müdahale ederek Halep yakınlarında Süleyman Şah ile savaşa tutuştular. Yenilen Süleyman Şah üzüntüsünden atını nehre sürerek intihar etti. (Haziran 1086)
Melikşah döneminin önemli gelişmelerinden biri de Diyarbekir, Meyyafarıkin (Silvan) ve Mardin vilayetlerini içine alan Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde hüküm süren Mervaniler Devleti'nin ortadan kaldırılmasıdır. Nitekim Vezir Nizamülmülk'ün damadı olan Fahrüddevle Muhammed bin Cübeyr, Mervani Devleti'nin zenginliğini ileri sürerek bölgeye yapılacak bir sefer için Sultan Melikşah'ı teşvik ve ikna etmişti. Melikşah, Diyarbekir emirliğini Fahrüddevle'ye vererek içerisinde Artuk Bey ve Arap emiri Seyfüddevle'nin de bulunduğu bir orduyu Diyarbekire gönderdi. Selçuklu ordusu kısa zamanda Diyarbekir ve Meyyafarıkin şehirlerini zapt ederek Mervani Devleti'ni ortadan kaldırdı.
Melikşah döneminde; yıkıcı etkileri gittikçe artan, aşırılıklarıyla tanınan ve terör yöntemiyle esrarlı davalarına hizmet etmekte olan İsmaili hareketlerle de mücadele edildi. İsmaili propagandasının en renkli simalarından biri olan Hasan Sabbah, yürüttüğü gizli faaliyetler neticesinde Kazvin yakınlarındaki Elburz dağlarında Alamut Kalesi'ni ele geçirmişti (1090). Sultan Melikşah, Alamut ve Kuhistan'daki lsmaililere karşı Yorun Taş, Aslan Taş ve Kızıl Sarık gibi kumandanlar göndererek bu mezhep taraftarlarıyla çetin bir mücadeleye girişti. Müridlerine haşhaş içirip Selçuklu devlet adamlarına karşı amansız yıpratma ve terör faaliyetlerini sürdüren bu İsmaili akımlarla mücadele, sultanın ölümüyle durdu. Nitekim esrarı bugün bile tam olarak çözülemeyen İsmaili Batıniler, ünlü vezir Nizamülmülk'ü İsfahan-Bağdat yolu üzerinde Sıhne mevkiinde öldürecek kadar etkili olmuşlardı
Melikşah; Bahreyn, Yemen ve körfezde etkisi görülen Karmatilerle de başarılı mücadelelerde bulundu. Karmatiler, Bağdat'taki Sünni-İslam halifeliğinin temsil ettiği İslam anlayışından uzak, sertlikleri, aşırılıkları ve Batıni anlayışlarıyla öne çıkan bir gruptu. Melikşah, daha önce birçok seferde yararlandığı Artuk Bey'i el-Ahsa ve Bahreyn'e göndererek bölgede devlet otoritesini ve halifeliğin etkisini yeniden tesis etmeye muvaffak oldu. Böylece Doğu Arabistanda Selçuklunun maddi hakimiyeti, Bağdat'ın da manevi hakimiyeti kabul edilmiş oldu.
Melikşah'ın, ölümünden kısa bir süre önce Selçuklu Devleti'nin en önemli simalarından ve başarılı devlet adamlarından biri olan vezir Nizamülmülk'le arası açılmıştı. Bu talihsiz gelişmeye; gerek bir türlü harareti düşürülemeyen iç çekişmelerin ve gerekse bürokratlar arasındaki kıskançlığın yol açtığı kabul edilmektedir. Nitekim Selçuklu Devleti'ne otuz yıl aralıksız vezirlik yapan Nizamülmülk'ün katledilmesinin ardından Melikşah da bir ay sonra Kasım 1092'de Bağdat'ta zehirlenme sonucu vefat etti. Bu büyük ve adil sultan öldüğünde sadece otuz sekiz yaşında idi. Onun vefatıyla birlikte Selçuklu Devleti de yoğun taht mücadeleleriyle dolu bir fetret ve parçalanma sürecine girmiştir.
BERKYARUK (1094-1104)
Melikşah'ın ani ve şaibeli ölümünün ardından, hanımı Terken Hatun; Abbasi halifesi el-Muktedi'nin açık desteğiyle daha dört-beş yaşında bulunan oğlu Mahmud'u Selçuklu tahtına çıkarmayı başardı. Ancak bu durum iktidar meselesini çözmediği gibi, uzun süreli taht mücadelelerinin daha da kızışmasına yol açtı. Çok sayıda hanedan üyesi ve yüksek rütbeli komutan; iktidarı ele geçirme, devletin dizginlerine kısmen ya da tamamen sahip olma sevdasına kapılarak harekete geçmişti. Başrollerde Berkyaruk, Muhammed Tapar, Mahmud ve Sencer'in yer aldığı bu mücadeleler devleti yıprattığı gibi birliği ve dirliği yok etmiş, devletin sürekli güç kaybetmesine, toprak kayıpları ve parçalanmaya varan olumsuzluklara yol açmıştı.
Bu durumun oluşturduğu zaafları çok iyi değerlenmek isteyen hıristiyan devletleri, papanın teşvikiyle Haçlı Seferleri'ne başladılar. Bu durum İslam dünyası için uzun süreli bir felaket döneminin başlangıcı oldu.
Berkyaruk; kardeşi Mahmud ve amcazadesi Tutuş'la giriştiği iktidar mücadelesinin ardından tahtın yeni sahibi olmuşsa da, on bir yıllık saltanatı iç çekişmenin doğurduğu çalkantılarla geçti. Bu karmaşadan yararlanan Hasan Sabbah ve adamları Batıni faaliyetlerine hız verdiler. İdealleri uğruna gizlice yürüttükleri örgüt çalışmalarıyla başta saray olmak üzere devlet mekanizmalarına sızmayı başardılar. Bu Batıni terör örgütü, sarp kayalıklarda oluşturdukları kalelerden ticari kervanlara ve hac yolcularına açıktan saldırmakta, baskın ve yağmalama faaliyetleriyle toplumda huzur ve güveni yok etmekteydi. Berkyaruk bu tehlikeli akımlara karşı harekete geçti ve birçok Batıni'yi öldürdüyse de zararlı faaliyetlerinin önünü alamadı.
Papa Il. Urbanus'un çağrısıyla başlayan Haçlı saldırıları sırasında Berkyaruk, Gence valisi olan kardeşi Muhammed Tapar'ın isyanıyla karşılaştı. İki kardeş taht mücadelesi için değişik aralıklarla beş kez karşı karşıya geldi. Nihayet Halife Mustazhir Billah ve ulemanın araya girmesiyle bu kardeş çekişmesine son verildi. Varılan anlaşmaya göre Berkyaruk sultan olarak tanınacak; Muhammed Tapar ise Azerbaycan, Diyarbekir, Cezire ve Musul'un hakimi olarak meliklikle yetinecekti. Ancak kısa süre sonra Muhammed Tapar tekrar ağabeyine başkaldırdı fakat bu girişimi yenilgiyle sonuçlandı. İktidar mücadelesinden yorulan Berkyaruk, kardeşiyle ülke topraklarını bölüştü ve böylece devlet fiilen parçalanmış oldu. Kardeşlerden Sencer, Horasanda hüküm sürerken Azerbaycan, Diyarbekir ve Suriye; Muhammed Tapar'ın idaresine bırakıldı. Berkyaruk ise hakimiyetini bunların dışında kalan diğer Selçuklu topraklarında sürdürecekti.
Devleti kardeşleriyle paylaşan Berkyaruk, Aralık 1104'te henüz yirmi beş yaşında iken vefat etti. Onun vefatının ardından Muhammed Tapar harekete geçerek Selçuklu sultanlığını kolayca ele geçirdi. 1105-1118 yılları arasında hükümdarlık yapan Muhammed Tapar, gerek Batıniler ve gerekse Haçlılar ile başarılı mücadeleler yaparak devletin dağılmasını bir süre için de olsa geciktirdi.
SULTAN SENCER ve SELÇUKLU DEVLETİ'NİN DAĞILMASI
Muhammed Tapar'dan sonra Selçuklu Devleti'nin başına daha önce de yirmi bir yıl boyunca bu devlete bağlı olarak Horasan'da meliklik yapmış olan Sultan Sencer geçti. (1119)
Sultan Sencer, 1141 yılında Semerkant yakınlarında Katvan'da Moğolların bir kolu olan Karahıtaylarla karşı karşıya geldi. Bu savaşta hem şahsi itibarını hem de devletin kaderini son derece menfi etkileyen ağır bir yenilgi aldı. İslam dünyası için de olumsuz gelişmelere yol açan bu yenilgiden sonra Sencer'in ordusu dağılmış, Maveraünnehir Vadisi bütünüyle acımasız ve putperest bir kavmin eline geçmişti. Yenilginin Sencer için daha acı olan bir başka sonucu ise eşi Terken Hatun'un da Moğolların eline esir düşmüş olmasıydı.
Büyük sultan, ağır Katvan mağlubiyetine rağmen bütünüyle yok olan ordusunun yerine bir yıl içerisinde yeni bir ordu toparlamaya muvaffak oldu. Ancak bu kez de karşısına kendilerini devletin asli kurucu unsuru kabul eden ve devletten dışlandıkları hissine kapılan Oğuzlar çıktı. Sultan ister istemez onlarla da mücadele etmek zorunda kaldı. Küskün Oğuzlar sultanı mağlup edip esir aldılar. Sultanın esareti üç yıl sürdü. 1156 yılında esaretten kurtulduysa da artık yorgun düşmüş, ruhen çökmüştü. 1157 yılında Merv'de vefat etti. Vefatı bir büyük Türk-İslam devletinin de sonunu getirdi.
Sencer, Büyük Selçuklu Devleti'nin son büyük sultanıdır. Otuz dokuz yıl süren uzun saltanatı boyunca devletin varlığının, birlik ve bütünlüğünün korunması uğrunda üstün bir gayret gösterdi. Ancak gerçekleştirdiği başarılara ve gösterdiği bütün çabalara rağmen ölümüyle birlikte Büyük Selçuklu Devleti'nin tarih sahnesinden silinmesine engel olamadı. Onun ölümünden sonra Selçuklular siyasi varlıklarını bu kökten çıkan değişik dallarla devam ettirdiler.
Sultan Sencer'in iktidar yıllarındaki talihsizlikler sadece iç çekişmelerle sınırlı kalmamıştı. Nitekim bastığı yerde ot bitmeyen Moğolların büyük bir afet olarak ortaya çıktığı ve yeryüzünü doğudan batıya şiddetle kavurduğu yıllar da onun iktidar dönemine tesadüf etmişti.
SELÇUKLU DEVLETİ'NİN PARÇALANMA ve YIKILIŞ SEBEPLERİ
Büyük Selçuklu Devleti'nin yıkılma sebepleri incelendiğinde, müzmin iktidar çekişmelerinin başta geldiği, hanedan üyelerinin taht ve baht kaygısıyla giriştiği bu mücadelelerin devletin güç kaybında en önemli amil olduğu anlaşılmaktadır. Devletin adeta hanedanın malı kabul edildiği yanlış iktidar telakkisi; beraberinde iç çekişmeleri, devletin zaafa uğramasını ve parçalanmayı doğurmuştur. Hanedan içi iktidar mücadelelerine Abbasi hilafetinin eski gücüne kavuşmak için giriştiği siyasi manevralar da eklenmiş; Selçuklu şehzadelerini yetiştirmekle görevli atabeylerin, şehzadeleri merkezi hükumete karşı kışkırtmaları ise zaten başlamış olan dağılma ve yıkılma sürecini hızlandıran bir başka amil olmuştur.
Dağılma ve parçalanmayı kolaylaştıran ve hızlandıran sebepler arasında içte Batıni-İsmaili grupların yıpratıcı ve yıkıcı terör faaliyetlerini saymak mümkündür. Nitekim başta büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk olmak üzere birçok komutan ve devlet adamı bu terör faaliyetleri sonucunda hayatını kaybetmiştir. Son olarak Haçlı Seferleri'nin başlaması ve hıristiyan dünyasının dört bir koldan İslam dünyasına saldırıya geçmesi de devletin iç çekişmelerle sarsılan dengelerini büsbütün bozmuş, dağılmayı ve parçalanmayı mukadder kılmıştır.
Büyük Selçuklu'nun hakim olduğu geniş topraklarda mahalli olarak kurulan beş Selçuklu Devleti, beş de atabeylik ortaya çıkmıştır. Irak, Kirman, Horasan, Suriye ve Türkiye Selçukluları kendi bölgelerinde hakimiyetlerini uzun süre devam ettirmişlerdir.
Nizamülmülk, Gazali ve SÜNNİ-İSLAM GELENEĞİNİN MÜESSES HALE GELİŞİ
Selçuklu döneminin en önemli siyasi şahsiyetlerinden birisi de hiç şüphesiz Nizamülmülk'tür. Horasan'ın Tus şehrinde doğan Fars asıllı ünlü vezir; sadece siyasi şahsiyeti ve devlet adamlığı ile değil, aynı zamanda kurduğu eğitim kurumlarıyla da döneme damgasını vurmayı başaran önemli bir ilim adamıdır. Yaklaşık bin yıllık Sünni-İslam geleneğinin oluşmasında, bu geleneğin şekillenmesinde, kritik aşamalarında ve günümüze kadar ulaşmasında etkili olmuş ve belirleyici bir rol üstlenmiştir.
«Siyasetname» adlı ünlü eseriyle padişahlara, üst düzey bürokratlara doğru yolu göstermiş; askeri erkana adil bir yönetim oluşturmaları konusunda tavsiye ve öğütlerde bulunmuştur. Medreselere çekidüzen vermiş, mevcutları yenileriyle takviye etmiş; eğitim programlarını gözden geçirerek bütün medreseleri belli bir formatta nizam ve intizam altına almıştır. İlmin ve alimlerin himayesini bilginin yayılması için şart olarak gören büyük vezir, Siyasetname adlı eserinde eğitimin kolay ve parasız olması ilkesini gündeme getirerek bu alanda da öncü bir rol üstlenmiştir.
Ona göre, eski hükümdarlar alimlere maaş ve vazife vermedikleri için onların devlete karşı soğuk durmalarına ve zaman zaman devlete ve hükümdarlara cephe almalarına zemin hazırlamışlardır. Nizamülmülk bu sosyolojik durumu göz önüne alarak Nizamiye Medreselerini kurmuş, bu kurumları devlet sathında yaygınlaştırarak çevre ve ailesiyle uyumlu, mevcut halden şikayetçi olmayan, devlete ve yöneticilerine itaatkar, ehl-i sünnet anlayışına bağlı, düzgün nesiller yetiştirmeye çalışmıştır. Böylece devlet-millet kaynaşmasını gerçekleştirip devlet ve toplum yapısını sağlam temeller üzerine oturtmayı amaçlamıştır.
XI. yüzyıl İslam dünyasında fikir ve düşünce hareketlerine göz atıldığında, artık kesin çizgilerle birbirinden ayırt edilebilen mezheplerin, taraftarlarını daha da artırmak ve müesses hale gelmek için çabalarını iyice yoğunlaştırdıkları bir tablo gözükmekteydi. Selçukluların ve Abbasi halifeliğinin himayesini arkalarına alan ve referansını asr-ı saadete kadar çıkarmayı başaran Sünni¬ İslam çizgisi; daha çok iktidarlara tesir etmeye çalışan, yararcı ve yapıcı yöntemleri benimseyen bir çizgi tutturmuştu. Bu çizgi; halkın genelinde var olan cehaleti ortadan kaldırmak, kitlelere ulaşmak, İslam'ın mesajını anlaşılabilir bir çerçevede halka ulaştırmak ve benimsetmek gayesini taşıyordu. Bu yüce idealler uğrunda iktidarlarla doğrudan çatışma yerine, sultayı elinde tutanlarla olabildiğince iyi ve güzelce geçinmeyi; iktidarları, olduğu gibi kabul edip onları yönlendirmeye çalışmakla yetinmeyi tercih ediyordu.
Bu yöntem bizzat bilge vezir tarafından ustaca uygulandığı gibi, belli bir siyaset diline çevrilerek kendisinden sonra gelen alimlerce de devam ettirilmiştir. Böylece bu dini-siyasi yaklaşım Sünni-İslam anlayışında din-siyaset ilişkisinin oturtulduğu temel perspektif haline gelmiştir. Nitekim Maverdi'nin «el-Ahkamu's-Sultaniye», Yusuf Has Hacib'in «Kutadgu Bilig» ve değişik alimlerce kaleme alınan «Siyaset-i Şer'iyye» adlı eserler, Sünni-İslam anlayışının bu perspektifini doktrinleştiren ve geniş kitlelere yayan eserlerdir. Din ile siyaset arasındaki ilişkileri tanzim eden bu bakış açısı, Osmanlı Devleti dahil hemen hemen bütün İslam devletlerinde sünni ulemanın devlet yöneticilerine olan temel bakış açısı olarak kabul edilmiştir.
Öte yandan İran ve Hindistandaki eski din ve mezheplerin tesirindeki aşırı akımları bir kenara bırakacak olursak; mutedil şiiler de bu dönemde muhalefete dayalı bir İslam anlayışını benimsemiş, toplumda bir diğer büyük güç olarak daima varlığını korumuşlardır. Esasen gerek Selçuklularda ve gerekse daha sonraki dönemlerde İslam dünyasının ana gövdesini ve fikri hamilesini, halkın hayat pratiklerini bu iki ana İslam okulu teşkil etmiştir. İktidara yakın duran ve çoğunluğu oluşturan dengeli sünni anlayış ile referanslarını asr-ı saadete çıkaran fakat muhalefeti esas alan ılımlı şiiler genel kitleleri etkilemeyi ve her dönemde harekete geçirmeyi başarmıştır.
Bu iki çizginin dışında; halk arasında, ana motiflerini İslam'dan almakla beraber Hint ve eski İran merkezli mahalli din ve mezheplerden de etkilendiği kabul edilen İsmaililik, Karmatilik, Hurufilik ve Batınilik gibi akımlar da görülmekteydi. Ancak bu gruplar kitle desteğinden mahrum marjinal gruplardı. Üstelik bu akımlar terörü benimseyen nitelikleriyle içte birliği sarsmakta, karışıklıklar çıkararak iktidarları yıpratmakta ve güç durumda bırakmaktaydı. Bu akımların gizliliğe, elastiki ve karışık inançlara dayalı sırlı dünyalarının esrar perdesi bugün bile tam olarak aralanamamış, dolayısıyla tam olarak neyi hedefledikleri anlaşılamamıştır. Bilinen en önemli özellikleri, inanç ve anlayışlarının belli başlı İslami sabitelerden mahrum olmasıdır. Esasen günümüzdeki Batıni-İsmaili akımlarla ilgili çalışmalar da çelişkilerle doludur. Çoğu ansiklopedik ve bütünlükten mahrum bu bilgilerde güven duygusunu zedeleyen çelişkilere rastlanmaktadır. Mesela; bir akım hakkında bazı notlarda ahiret inançlarının olmadığı belirtilirken bir başka notta aynı akım için bazı dini ritüelleri nasıl icra ettiklerine dair bilgilere rastlanmaktadır.
O dönemlerde eğitim kurumları günümüzdeki kadar yaygın olmadığı için bu zararlı ve tehlikeli akımlar, bazı kesimlerin fikrini çelebilmiş ve birçok insanın ifrat ve tefrit içeren bu fanatik ve tehlikeli görüşlere itibar göstermesine yol açmıştır.
Nizamülmülk, devleti ve toplumu bu akımlardan ve onları siyasi amaçlarına malzeme yapan Batıni-Fatımi üslup ve iddialarının yıkıcı etkilerinden korumak amacıyla «Nizamiye Medreseleri»ni yaygınlaştırmaya ve bu medreseler aracılığı ile halka ehl-i sünnet anlayışının temel yaklaşımlarını öğretmeye çalışmıştır. Bu medreseler başta Bağdat olmak üzere Belh, Nişabur, Herat, İsfahan, Basra ve Musul gibi büyük şehirlerde faaliyete geçirilmişti. Şüphesiz Nizamülmülk'ün bu medreseler hakkındaki kurucu ve yaygınlaştırıcı rolü çok büyük olmuştu.
Ancak büyük İslam alimi Gazali'nin bu medreselerde tedrisatın nasıl yapılacağı konusundaki biçimlendirici rolü Nizamülmülk'ten de öndedir. Bu durum başlangıçta çok belirgin olmamakla birlikte zaman içinde çok daha netlik kazanmıştır. Sünni Nizamiye Medreseleri; Sünnet'in korunması, zühd ve takvanın yaygınlaştırılması, asr-ı saadetin aşırılıklardan uzak İslam anlayışının muhafazası gibi önemli görevler üstlenmişti. Öte yandan Kum, Meşhet ve Kaşan'daki ılımlı ve yapıcı şii medreselerinin faaliyetlerine de izin verilmiş, bu medreseler de dinin temel değerlerinin korunmasında, aşırı akımların halka olumsuz tesirlerinin önlenmesinde önemli hizmetler ifa etmiştir. Gerek Selçuklu döneminde yaygın hale getirilen ve Sünniliğin esas alındığı Nizamiye Medreseleri, gerekse diğer mutedil şii medreseleri, İslam toplumlarının ölçülü ve dengeli bir dindarlık anlayışı geliştirebilmesindeki en önemli etkenlerdir.
Bu medreseler olmasaydı; Ortadoğu ve Güney Asya'da yaşayan milyonlarca müslümanın başta Allah, Peygamber, Kur'an, cennet, cehennem, ehlibeyt, sahabe anlayışı olmak üzere, temel asgari müşterekleri oluşamaz; miras olarak bugüne çarpık, eksik, hatta İslam esaslarından tamamen uzak, birbirine yabancı topluluklar kalırdı. Bugün Türkiyeden Endonezya'ya uzanan İslam toplumlarında bütün mezhep ve anlayışlarca ortak kabul edilen temel asgari müşterekler varsa, bunda hiç şüphesiz bu medreselerin ve ulemanın bütünleştirici rolü olmuştur. Kısacası bu sebeple sapık akımlar geçmişte arızi ve mevzii konumda kalmış, mutedil akımlar daima esas olmuştur.
GAZALİ ve İBN-İ RÜŞD KARŞILAŞTIRMASI
Nizamiye Medreseleri denildiğinde ilk akla gelen sembol isimlerden ikincisi Ebi'l Hamid el-Gazali'dir. 1058'de Horasanda doğan Gazali sadece İslam dünyasında değil, batıda da tanınmış büyük bir bilgin ve filozoftur.
Büyük Türk hükümdarı Sultan Alparslan'ın ünlü veziri Nizamülmülk kendi adına nisbet edilen Nizamiye Medreselerini kurar kurmaz Nişabur Medresesinin başına İmamü'l-Haremeyn el-Cüveyni'yi; Bağdat Medresesinin başına da Ebu İshak eş-Şirazi'yi getirir. Gazali, Nizamülmülk'ün huzurunda yapılan bir fikri tartışmada büyük başarı gösterince, vezir de onu 1091 yılın¬ da Şiraziden boşalan göreve tayin eder. Dersleri Bağdat'ta çok ilgi görür. İçine düştüğü fikir krizi sonucu, devam ettiği derslerini ve Bağdat'ı terk ederek 1095 yılında Şam'a gider. İki yıla yakın burada inziva hayatı yaşayan Gazali, daha sonra Kudüs'e ve hac için Kabe'ye gider. 1097 yılında Bağdat'a geri döner ve inzivası esnasında yazmış olduğu «İhyau Ulumid-Din» isimli eserini takrir eder.
Gazali bu ünlü eserinde İslami pratiklerin nasıl olması gerektiğini açıklamış ve İslam ahlakına vurgu yapmıştır.
«Tehafütü'l-Felasife» adlı bir diğer eserinde ise filozofların İslam akidelerine saldırı niteliğindeki görüş ve düşüncelerine cevaplar vermiştir. Bu noktada Selçuklular Gazali'ye ve onun ihya edici gayretlerine tam destek vermiştir. Gazali'nin, tasavvufi akımların Batıni etkilerden uzaklaştırılmasındaki ve fıkıh anlayışına dayalı şeriat ilkeleri dışına taşmalarının önlenmesindeki hayati öneme sahip çabaları böylece mümkün olabilmiştir.
Nitekim Sultan Sencer; Horasan ve Irak alimlerinin hazır bulunup Gazali'yi dinlemelerini arzu ettiğini; bunun mümkün olmaması halinde büyük alime bu konuşmaları yazmasını, bir nüshasını da o memleketlere gönderip alimlere ulaştırmasını rica etmiş, bu yaptığı ile de alimlere son derece hürmet ettiğini göstermiştir. Ayrıca Gazali; Sultan Sencer'in, Nişabur'a gidip medresede derslere yeniden başlamasını emrettiğini nakletmektedir. Bununla onu zihin yapısında yaşadığı fırtınalardan kurtarmak ve yaşadığı inzivadan çıkarmayı hedeflemişti.
Gazali kendisinden sonra gelen ulemaya din, şeriat ve akıl üzerinde sağlam bir metodoloji bırakmış; Adeta Sünni-İslam düşüncesinin koordinatlarını belirlemiştir. Gazaliden nakledilen şu satırlar onun derin zihni birikimini gösterir niteliktedir:
"Düşünme ve araştırma metotlarını inkar ederek sadece nakil ve haberle yetinen kimse için doğru yolu bulmak nasıl mümkün olur? Bu kimse şeriatın mesnedinin İnsanlığın Efendisi'nin sözünden ibaret olduğunu bilmiyor mu? Haber verdiği hususlarda Peygamber'i tasdik eden, akli burhandır. Salt akla tabi olup onunla yetinerek şeriatın nuruyla aydınlanıp görmeyen kimse doğruyu nasıl bulabilir? Kendisine tutukluk ve güçsüzlük arız olabildiği halde, akla nasıl sığınır, bilemiyorum. Aklın adımlarının kısa, alanının ise dar ve sınırlı olduğu bilinmez mi? İyi bilinmelidir ki, akıl ile şeriatı birleştirerek dağınıklığı yok edemeyen kimse, kesinlikle başarıya ulaşamaz ve yolunu şaşırır. Aklın misali, afet ve hastalıklardan beri olan sağlam gözdür. Kuran'ın misali ise ışık saçan güneştir. Akıl ve şeriatın birini diğeri için terk eden, ahmaklar topluluğuna katılır. Kuran'ın nuruyla yetinerek akıldan yüz çeviren kimse, gözlerini kapatarak güneş ışığına yönelen kimse gibidir. Onun körden bir farkı yoktur. Şeriatla birlikte akıl, nur üzerine nurdur.»
Her büyük alim gibi Gazali'yi de yaşadığı çağda veya günümüzde beğenmeyenler, görüşlerini eksik ve tehlikeli bulanlar olmuştur. Endülüs'te yetişen ve Gazali'nin vefatından on beş yıl sonra dünyaya gelen, Maliki fakihi, hekim ve meşşfil ekolünün son temsilcisi bir filozof olan İbn-i Rüşd, Gazali'nin Tehafütü'l-Felasife adlı eserine; «Tehafütü't-Tehafüt / TehMüt'ün yere serilmesi» şeklinde bir cevap yazmış ve Gazali'nin tenkit ettiği müslüman filozofları savunmuştur.
Son asırlarda ise, Gazali'ye ilmi olmayan bir saldırı başlamıştır. Aşağıdaki örnekte olduğu gibi onu acımasızca eleştirenler olmuştur:
"Müslüman dünyasını boğmak planını hazırlamak üzere Clermont'ta toplanan Haçlılar Konsili'nin toplanmasından (1095) birkaç ay evvel İslam aleminde felsefe ve laik ilimleri söndürmek, fikirlerinde irtibatsızlık bulunduğunu ispat etmek suretiyle Farabi ve İbn-i Sina gibi şöhretleri yıkmak gayesiyle yazılan bu esere; «Tehafütü'l-Felasife», yani «Filozofların Yere Serilmesi» gibi bir ad verilmiş olması, müellifinin ruhunu göstermek itibarıyla şayan-ı dikkattir.
Gazali aynı eserinde (el-Munkız'da) yalnız felsefeyi men etmekle kalmıyor, insanları müsbet düşünmeye alıştıran riyaziyatı da din hesabına bir afet sayıyor ve gitgide bilhassa Şam'da geçirdiği on senelik çilekeşlik devresinden sonra adeta bir engizisyon reisi kesiliyor:
Meselenin ardında Tanzimat'tan bu yana bitmeyen; «Niçin geri kaldık?» sorusuna cevap aramak vardır. Ünlü Türk bilim tarihçisi Aydın SAYILI da, müsteşrik Sachau'nun bu konuda İmam-ı Gazali'yi suçlayıcı fikirlerinden etkilenmiştir.
Gazali'yi akli bilimlerin gelişimini önleyen bir kişi ve İslam dünyasının son birkaç asırdır yaşadığı mali ve kültürel krizlerin kaynağı olarak görmek en basitinden insafla bağdaşmadığı gibi sosyolojik değişim kanunlarıyla da açıklanamaz.
İslam dünyasında alemin işleyiş kanunlarını tespit etmeye yönelik dünyevi bilimlere ilginin bir dereceye kadar ihmal edilmiş olduğu bir gerçektir. Fakat bunun sebebi olarak Gazali'nin gösterilmeye çalışılması haksızlıktır. Gazali, filozofların dünyevi ilimlerdeki çalışmalarına sataşmamış, ilahiyat bahislerinde ileri sürdükleri, temiz İslam itikadına zarar verecek görüşlerini çürütmüştür. Gazali-İbn-i Rüşd arasında başlayan Tehafüt geleneği devam etmiş, mesela Osmanlı zamanında, bizzat ilmin hamisi Fatih Sultan Mehmed'in emriyle devrin alimlerinden Hocazade de bir Tehafüt kaleme almıştır. Gazali'den sonra da asırlarca medreselerde matematik, astronomi gibi ilimler okutulmaya devam edilmiştir. İslam dünyasındaki gerilemeyi; müslümanların sembol isimlerine çamur atmak isteyen oryantalistlerin ağzına bakarak, şu veya bu lslam alimi olarak değil, müslümanlar arasında, ahlak ve şahsiyet alanındaki zaaf ve gevşeklik olarak tespit etmek en doğrusudur.
Nitekim, günümüz İslam dünyası bütünüyle akli bilimlere açık olduğunu iddia eden yönetimlere sahip olduğu halde; gerek fen ve sosyal bilimlerde, gerekse uygulamalı bilimler ve teknolojide ciddi atılımlar gerçekleştirilememiştir. Bu da İslam toplumlarındaki bu iddiaları taşıyan anlayış sahiplerinin ellerini, Gazali'nin tutmadığını göstermektedir. Batıyı derinden etkileyen ve Avrupa Birliği'nin fikri mimarları arasında kabul ettiği İbn Rüşd'ün (Averroes) İslam dünyasında felsefe, bilim ve fen sahasında niçin aynı tesiri gerçekleştiremediği, ayrı bir bahis konusudur.
Gazali; yukarıda belirtilen ana işleviyle kendi kulvarında bir değer, aklın çalışma prensipleriyle ilgilenen fakat Yunan malzemeleriyle yaptığı zihin işçiliğinin handikaplarını aşamayan İbn-i Rüşd ise başka bir değerdir.
Kısacası bu iki büyük alim birbirlerinin alternatifi değildir. Gazali, hem felsefenin sınır tanımaz algı ve tefekkürüne balans ayarı yapmış büyük bir bilge, hem de tasavvuf akımlarının şeriat dışı yönelimlerini sınırlayan, onları tekrar ehl-i sünnet sınırları içine sokan uyarıcı bir gönül adamıdır.
İbn-i Rüşd ise İslam toplumlarındaki bilgi açlığının giderilmesi için alemin işleyiş düzenini kavrama ve «Sünnetullah»ın bu dünyaya müteallik kanunlarına nüfuz etme yönündeki çabalarıyla yüzyılların ötesinden günümüze ulaşan parlak bir yıldızdır.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.