17 Eylül 2023 Pazar

Osmanlı Kuruluş Meselesi ve Osmanlı Kimliği

 


Osmanlı Beyliği Hakkında Ortaya Atılan Kuruluş Nazariyeleri


Bilhassa XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında oryantalistler, Osmanlı Devleti’nin kökenlerini araştırma ihtiyacı duymuşlardır. Bu oryantalistlerden bazılarının ortaya koyduğu fikirler Türk tarihçilerinin tenkidine maruz kalmıştır. Bunlardan Paul Wittek’e (1894-1978) göre Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda gazilerin payı ile birlikte sınırda kurulmasının payı büyüktür. Devletin kuruluşunda kabile yapısından daha çok sonradan bu kabileye katılan unsurların etkisi ile devletin kurulduğunu ve Bizans sınırlarındaki unsurları da bünyesine kattığını savunur. Bu tezini de gaza ve cihad ruhu ile destekler. Wittek’in ısrarla üzerinde durduğu diğer bir konu Osmanoğulları’nın Kayı boyundan olmadıkları tezidir. Ona göre Osmanoğulları’nın Kayı ile bağ kurulması beyliğin kuruluşundan 150 yıl sonradır. Diğer bir müsteşrik Herbert Adams Gibbons (1880-1934) ise dinin etkisiyle birlikte yeni Müslüman olan bir topluluğun tesiri üzerinde durur. Ona göre Osmanlı Beyliği’nin kurucuları köken itibariyle gayrimüslimdir. Moğolların önünden kaçan bu topluluk, Müslüman olduktan sonra yeni Müslüman olmanın heyecanıyla birçok gayrimüslim toplumu da zorla Müslüman yaparak dine dayalı yeni bir Osmanlı ırkı meydana getirmiştir. Kanaatimizce böyle bir kanıya varmasının nedeni bilinçaltında yatan tarihsel gerçekleri kabul etmeme düşüncesidir. Osmanlı Beyliği’nin daha sonra ortaya çıkardığı medeniyeti kabullenmekte güçlük çekseler de ortadaki medeniyet gerçekleri inkârı zorlaştırmaktadır. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. O da Osmanlı Beyliği’nin kurucularının aslında gayrimüslim bir gelenekten geldiği tezi ile medeniyetin kökenlerini ve kurucularının Müslüman ve Türk olamayacağı iddiasını ortaya sürmek istemeleridir. Bunu doğrudan ifade edemeseler de dolaylı yollar ile ortaya koymak için bilimsel dayanak arayışına girmiş olabilirler. Bu da Osmanlı Beyliği’nin kurucularının gayrimüslim bir gelenekten geldiği tezini savunmalarına neden olmuştur. Osman Bey’in karizmatik yapısı Bitinya bölgesindeki gayrimüslim tebaanın onun etrafında toplanmasına yardımcı olmuştur. Gibbons’un dönemin kroniklerinden atıflar yaparak Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’nin tekkesine giderek İslam ile tanışmış olabileceği izlenimi vermeye çalışması dikkat çekicidir. Gibbons’un bu tezi Köprülü’nün tenkidine maruz kalmıştır. J. Marquart (1864-1930) Osmanlı Beyliği’nin kurucularının Moğol olduğu tezini savunmaktadır. Köprülü’ye göre Marquart tarihi bir hata yapmış ve Moğol boyu olma “Kay”lar ile Oğuz boyu olan “Kayı”ları karıştırmıştır. Nicolae Jorga’da (1871-1940) Osman Bey’in kökenini Moğol kabilelerine dayamak için izahatlar yapar. Köprülü ise hem Marquart hem de Jorga’yı tenkit ederek görüşlerine katılmaz ve aşiret yapısının devletin ortaya çıkması üzerindeki etkisinden bahseder.


Tüm bu tartışmalara baktığımız zaman beyliğin kurucusunun isminin gerek İslami ve gerekse Hristiyan kaynaklarında farklı şekillerde yer almış olması, Osmanlı Beyliğinin ortaya çıkışı gibi kurucusunun kimliği ve kökeni üzerinde de tartışmaların yoğunlaşmasına neden olmuştur. Osman Bey’in babası Ertuğrul’un, Ertuğrul’un babasının, Osman Bey’in kardeşlerinin ve yakın akrabalarının Türkçe isimler kullanmasına rağmen beyliğin kurucusu kabul edilen Osman Bey’in Müslüman bir ad almış olması üzerinde dikkatle durulan bir konu olmuştur. Bu konu da Erzi ve Deguignes Arap kaynaklarından hareketle devletin kurucusunun isminin Ataman ve Taman/Toman şeklinde geçtiğini ve bunun Osman ile karıştırıldığını ileri sürmektedirler. Giese ve Babinger, Osman’ın diğer adının Ataman olabileceğinin üzerinde duran araştırmacılar arasındadır. Kramers ve Moravcsik de konu hakkında görüş beyan eden önemli araştırmacılardandır.



Osman Gazinin Ataları ve Osmanlı Beyliğini Ortaya Çıkaran Amiller



Birçok bilinmez ortada dururken tüm bu tartışmaları dikkatli bir şekilde değerlendirdikten sonra, Osmanlı Beyliği’nin ortaya çıkışı ve bu beyliğin devlete dönüşmesinin temellerini Moğol istilası ve bundan önce meydana gelen Türklerin Maveraünnehir, Horasan ve Harezm havzasındaki faaliyetlerine kadar götürebiliriz. Selçuklu Türkleri 1040 Dandanakan savaşı sonrası zikredilen bölgelerdeki hâkimiyeti Gaznelilerden devralmışlardır. Bundan sonra batıya doğru harekete eden Türkmen nüfus, Anadolu ve çevresinde önce Büyük Selçuklu, akabinde Anadolu Selçuklu, Danişmendli, Artuklu, Mengücekli ve Saltuklu devletleri başta olmak üzere birçok devlet ve beylik kurmuşlardır. 1071 Malazgirt savaşı sonrası Anadolu’ya yoğun bir Türkmen akını meydana gelmiş bu zaferden yaklaşık bir asır sonra Miryokefalon(1176) savaşı ile Anadolu’daki egemenlik mücadelesinde Selçuklu Türkleri özelde Bizans genelde ise Avrupa karşısında mutlak bir galibiyet elde etmişlerdir. Çünkü 1071 Malazgirt zaferinden hemen sonra 1095’te başlayan Haçlı istilası, fasılalarla 1272 yılına kadar yaklaşık iki asır sürmüştür. Bu süre zarfında Anadolu, Avrupalılar tarafından Selçuklu Türklerinin egemenliğinden kurtarılmak istenmiştir. Haçlı istilası devam ederken de Bizans kendisi Selçuklu Türklerinin Anadolu’da yayılmasını engellemek için her yola başvurmuştur. 1176 yılından sonra Bizans’ın ümidi iyice zayıfladığı gibi Anadolu’yu Selçuklu Türklerine terk etmek zorunda kalmıştır.


1260-1310 döneminde de Bizans egemenliğinden boşalan sahil şeridini Türkmen deniz beyleri doldurmuştur. Selçuklu Türkleri ile birlikte sınır boylarındaki Türkmen beylerinin elde ettiği başarılar, Maveraünnehir, Horasan ve Harezm havzasından Anadolu’ya akın eden Türkmenler için bu bölgeleri güvenli hale getirmiştir. Hemen bu süreçte ve öncesinde başlayan Moğol istilası, Anadolu’ya Türkmen akınlarını hızlandırmıştır. Tarihçiler üzerinde uzlaşmamış bile olsalar Osmanlı Beyliği’nin kurucularının Anadolu’ya akın eden bu grup içerisinde olma ihtimali tarihi bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır. Beyliğin kurucusu Osman Gazi’nin atası Gündüz Alp veya Süleyman Şah, onun oğlu Ertuğrul Gazi, Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Gazi hakkında kaynaklar ne kadar kıt bilgi verirse versin, ortaya konan ciddi eserler ne kadar geç olursa olsun, Osmanoğulları’nın Oğuzların hangi boyuna mensubiyeti hakkında tartışmalar devam etsin veya Osmanoğulları’nın Kayı boyuna mensup olmaları daha sonrada bir meşruiyet aracı olarak kullanılırsa kullanılsın, ortada bir gerçek vardır ki beyliğin kurucuları daha Anadolu’ya girmeden önce Müslüman olmuşlardır. Daha sonradan Müslüman olmaları ihtimal dâhilinde bile değildir. Osman Gazi kurucu bir lider olarak cedden ve cedden Müslüman ve Türk’tür.


1040 Dandanakan mücadelesi ile başlayan süreç sonrası kurulan Türk devletlerinin egemen olduğu sahalarda Türk kültürü gelişme kaydettiği gibi bu alanlara birçok Türk boyu gelip yerleşmiştir. Akabinde başlayan Moğol istilası sonrası Moğolların önünden kaçanlar için bu devletlerin egemen oldukları sahalar güvenli bir yaylak ve kışlak haline gelmiştir. İşte Osmanlı Beyliği’ni ortaya çıkaranlarda böyle bir ortamda yetişmişler ve Anadolu’ya sığınmışlardır. Bilhassa 1230 yılından sonra Moğol baskısı artmış ve binlerle ifade edebileceğimiz Türkmen grup Anadolu’ya gelmiştir. O dönemde Anadolu’nun hâkimi konumunda bulunan Anadolu Selçuklu Devleti gelen bu Türkmenleri düzenli bir şekilde uç bölgelerine yerleştirmiştir. Bu yerleşmenin bir neticesi Bizans’tan feth edilen bu uç bölgelerinde yeni beylikler ortaya çıkmıştır. İşte Osmanlı Beyliği de bu beyliklerden bir tanesidir. Ve yaklaşık bir yüzyıl içerisinde hem Anadolu hem de Balkanlarda egemenliği devralmıştır.


Uç Beyleri Selçuklu idaresine bağlı olmakla birlikte çoğunlukla kendi başlarına hareket etmişlerdir. Zaman zaman Moğollarında tazyiki ile uç beyleri merkezi idareye yani Moğol-Selçuklu yüksek egemenliğini temsil eden güce bağlı kalmaya zorlansalar da kendi egemenliklerini pekiştirmek için uğraşmışlardır. Moğol baskısının azalmasıyla da Selçuklu idaresini dinlemez olmuşlardır.


Uç siyasi yapısının Osmanlı Beyliği’nin ortaya çıkmasında etkisi kadar beyliğin kuruluş öncesi dönemde Anadolu’da etkili olan Gaziyân-ı Rum, Ahiyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum ve Bâciyân-ı Rûm’un önemini de küçümsememek gerekir. Bunlardan ilk defa bahseden Aşıkpaşazade Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması ile birlikte beyliklerin siyasi otoritelerini yerleştirmedeki etkisi üzerinde durur.


Gaziyân-ı Rum: Bunlar Anadolu’ya gelerek Allah yolunda gaza yapan cengâver yiğitlerdir. Uç bölgelerine gelen bu yiğitler, Osmanlı Beyliği’nin gelişmesinde de büyük katkı sağlamışlardır. Allah yolunda savaşan bu Alp’ler feth ettikleri yerleri de kendilerine yurt edinmişlerdir. Osmanlı’nın kuruluşunda tartışmasız büyük yeri olan Kayılar umumiyetle Alp sıfatını taşımışlardır. Aykut Alp, Konur Alp, Turgut Alp bunlardan sadece tarih kitaplarında yer bulabilenlerdir.


Ahiyân-ı Rum: Bilhassa 1243 Kösedağ Savaşı sonrası, Selçuklu hâkimiyetinin Anadolu’da yavaş yavaş zayıflamaya başlaması ile birlikte ortaya çıkan Anadolu Beylikleri döneminde, Ahilerde Anadolu’da yerel egemen otorite olarak söz sahibi olmaya başlamışlardır. Kısaca Ahiler devlet otoritesinin zayıfladığı yerlerde siyasi ve askerî yönlerini daha çok ön plana çıkarmışlar, hatta Ankara ve çevresinde 1290-1354 tarihleri arasında hükümet bile kurmuşlardır. Sivas, Konya, Bursa ve Kayseri gibi Anadolu’nun önemli şehirlerinde de Ahilerin hükümet üzerindeki etkisi çok fazladır. Ahiler etkili oldukları şehir, kasaba ve köylerde Anadolu Türkmen Beylikleri ile birlikte Moğol baskısı ve zulmünün Anadolu halkı üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmaya çalışmışlar, uç bölgelerinde Moğolların önünden kaçarak gelen Türkmen gruplarına yeni yerleşim yerleri açarak onların sosyal ve ekonomik hayata katılmaları konusunda destek olmuşlardır. Bizanslılardan alınan ve Rum ahali ile meskûn bulunan şehir ve kasabaların yalnız nüfus çoğunluğu itibariyle değil, iktisadi faaliyetin karakteri, kültür ve yaşayış itibariyle de Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Ahi Teşkilatı’nın büyük rolü olmuştur.


Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve devlete adını veren Osman Gazi, dönemin önemli şahsiyetlerinden biri aynı zamanda bir Ahi olan kayın pederi Şeyh Edebali’den fütüvvet şalvarını giymiştir. Oğlu Orhan Gazi ve torunu Sultan I. Murad’da Ahidir. Yeniden tetkike muhtaç bazı kaynaklarda, Ahi Evren Osman Gazi’nin çağdaşı olmasa da, Osman Gazi’nin Ahi Evren’in elinden kılıç kuşandığı bilgisi de mevcuttur. Netice itibariyle Osman Gazi’nin çevresinde, başta kayınpederi Şeyh Edebali olmak üzere birçok Ahi liderinin yer alması, bazı menakıpnamelerde bu konunun ele alınması Ahilerin Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki etkisini göstermesi bakımından yeterlidir. Osman Gazi’nin vefatı üzerine(1324), onun yerine geçecek kimseyi seçmek için yapılan toplantı Edebali’nin yeğeni Ahi Hasan’ın zaviyesinde gerçekleşmiştir. Orhan Gazi ve oğlu Süleyman da yeni fethedilen yerlerde diğer dervişlere yaptırdıkları vakıflar gibi Ahi dervişleri içinde vakıflar yaptırmayı ihmal etmemişlerdir. Ahilerin, Osmanlıların kurulup gelişmesindeki rolü o derece büyük olmuştur ki, ilk askerî birlik olan yaya ve müsellem birliklerinin kıyafetleri bile Ahilerin giyeceklerine benzetilmişti. I. Murad döneminde kurulan yeniçeri teşkilatının kıyafetinde Ahi başlığı kullanılıyordu. Bu anlamda Osmanlı Devleti, Ahilerden gerek Anadolu’daki gerekse Balkanlardaki fetih ve genişleme sürecinde etkin bir şekilde yararlanmıştır. Yani Ahilerin iktisadi ve içtimai yönlerinin yanı sıra alperen, gazi, yiğit, ayyar denilen seyfî(askerî) özellikleri de mevcuttur ve bu durum Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında da kendini göstermiştir. Osmanlı tımar defterleri incelendiği zaman birçok tımar sahibi Ahi karşımıza çıkmaktadır. Ahiler bu askerî yönlerinin yanı sıra ordunun lojistik faaliyetlerinde de yer almışlardır.


Abdalân-ı Rum: Bu gurup Moğol baskısı sonrası Anadolu’ya sığınan Türkler arasında köy-köy, kasaba-kasaba gezerek göçün getirmiş olduğu ağır şartlar altında ezilen Türk halkına maneviyat aşılayarak hizmet etmişlerdir. Anadolu’ya girdikten sonra önemli görmüş oldukları kavşak noktalarında, köylerde, kasabalarda, yerleşim yerlerinin yakınlarında tekke ve zaviyeler açarak Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasına katkı sağlamışlardır. Aynı zamanda bölgelerindeki siyasi otoriteden destek görerek siyasi birliğin sağlanması ile birlikte milli birlik ve beraberlik içerinde yaşanmasının temininde önemli katkı sağlamışlardır.


Bâciyân-ı Rûm: Âşıkpaşazâde’nin gāziyân-ı Rûm, ahîyân-ı Rûm, abdalân-ı Rûm ile birlikte zikrettiği Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde üzerinde durduğu dinî cemaat ve sosyal zümrelerden biri de bâciyân-ı Rûm’dur. Bâciyân-ı Rûm kadınlardan meydana gelen bir teşkilâttır. Osmanlı Beyliği’nin ortaya çıkmasından sonra dönemin kaynaklarında Anadolu kadınlarının dini faaliyetlerinden bahsedilir. Teşkilatın kuruluşu Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı sayesinde olmuştur. Daha sonraki dönemde İbn-i Battuta dışında Niğdeli Kadı Ahmed “el-Veledü’ş-Şefik” adlı eserinde Taptuklu Türkmen dervişlerin hanımlarının faaliyetleri hakkında bilgi verir.


Beyliğin Tarih Sahnesine Çıkışı ve Osmanlı Kimliği



Osmanlı beyliğini çağdaşı olan diğer devletlerden ayıran en önemli özelliklerden birisi, adını kurucusundan alan hanedanın, Türk ve İslam dünyasında eşi ve benzeri bulunmayacak şekilde asırlarca egemenliğini devam ettirmiş olmasıdır. “Âl-i Osman” olarak adlandırılacak bu hanedan üç kıtaya yayılmış olan imparatorluğu asırlarca bir arada tutmayı başarmıştır. Hanedanın meşruiyeti hiçbir zaman tartışılıp sorgulanmamıştır.


Bu hanedanın ilk kurucusu Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi’nin vefatı sonrası Beyliğin başına Osman Bey çok fazla bir sorunla karşılaşmadan çıktı. İhtiyatlı bir şekilde Bitinya havzasında fetihlerine devam etti. Osman Gazi 1300 tarihine doğru Eskişehir’den İznik’e ve Bursa ovasına kadar olan bölgede oldukça kuvvetli bir beylik kurmayı başardı. Bunun sonucu 23 Temmuz 1301 tarihinde Bizans’a karşı kazandığı zafer sonrası bölgede egemen bir güç olarak “ben de varım” dedi. Bu arada Osman Bey, Bizans aleyhine genişlemeyi sürdürürken, Bizans tekfurları arasındaki mücadelelerden yararlandı. Bizans tekfurlarından Mihail ile bir ittifak antlaşması yaptı ve işbirliğine girişti. Osman Gazi Karaca Hisar’ın fethinden sonra kardeşi Gündüz Alp’e fetih politikası konusundaki görüşlerini sorduğu zaman; Gündüz Alp “Civarımızdaki illeri vuralım, bozalım” diye cevap verdi. Bunun üzerine Osman Gazi bunun yeni kurulmakta olan devlet için yanlış bir politika olduğunu ifade ederek. Böyle bir politika takip edilirse Karaca Hisar’ı imar edemeyeceklerini söyledi. Osman Gazi kardeşi Gündüz Alp’e “komşularımız ile iyi geçinelim, dostluk edelim ki beyliğimiz bölgede tutunabilsin” demiştir. Kardeşinin yağma fikri ile birlikte Germiyan tarafından gelen yağma akınlarına karşı Hristiyanları koruma görevini üstlenmiştir. Osman beyin kuruluşta uyguladığı bu istimâlet politikası daha sonraki dönemde de devam etmiş ve Osmanlının yayılması ile birlikte genişlediği yerlerde kalıcı olmasını da sağlamıştır.


Osman Gazi’den sonra beyliğin başına geçen Orhan Gazi, Pelekanon (Maltepe) savaşında Bizans kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu zafer ile Orhan Gazi Bizans karşısında mutlak bir üstünlük kazanarak ilk ciddi başarısını elde etti. Aynı zamanda kendinden de söz ettirmeye başladı.


Osmanlıların Balkanlara ayak bastıkları ve Rumeli’de fütuhat yapmaya başladıkları sırada Tuna nehrinin kuzeyinde Buğdan ve Eflâk prensliği bulunuyordu. Osmanlı Devleti, 1371’de Bulgaristan ve Makedonya’yı ele geçirdi. Macar kralı Sigismund, Osmanlı Devleti’nin Macaristan’ı tehdide başladığını görünce Bulgarların hamisi tavrını takınmış, fakat 1396 senesinde Niğbolu meydan muharebesinde büyük bir hezimet alarak canını güçlükle kurtarıp Karadeniz’den İstanbul ve Adriyatik yoluyla memleketine dönebilmiştir. Bu sırada Habsburg hanedanının başında Alman imparatoru olarak Bavyeralı IV. Ludvig bulunuyordu. Papa bunun yerine Fransa kralı Güzel Filip’in oğlu IV. Şarl’ı getirmek istemesi üzerine Ludvig, kendi imparatorluğu için Papa’nın tasdikine ihtiyacı olmadığını ileri sürmüş ve nihayet aforoz edilerek 1346’da Papa XII. Benuva’nın namzet gösterdiği Lüksemburglu Şarl, Alman İmparatorluğu’na seçilmiştir. Şarl’dan sonra Alman İmparatorluğu’na seçilenlerin en meşhuru Lüksemburg hanedanından Sigismund ile onun damadı Habsburglardan II. Albert idi. Sigismund, 1410’dan 1437’ye kadar, Albert ise 1438 – 1439 yıllarında Alman İmparatoru olmuştur. Albert, Papa’nın nüfuzunu kırmak için Bal şehrindeki meclis kararını, Mayans’ta topladığı bir heyete tasdik ettirmiştir. Albert, Osmanlıların Rumeli’deki faaliyetlerini önlemek için asker sevk etmiştir. Albert’ten sonra Alman İmparatorluğu’na gelen Frederik zamanında (1440-1493) Osmanlı akıncıları Macaristan’a girmiş, Macar Kralı Matyas Korven, bu akınlara karşı, Alman imparatorundan yardım istemiş ise de bunu önleyememiş ve Osmanlılarla sulh yapmaya mecbur olmuştur. Yaşanan bu gelişmeler sonucu Osmanlı egemenliği Balkanlarda yerleşmiştir.


Tarihçiler, Osmanlı Devletinin kısa bir zaman içinde Anadolu ve Balkanlarda genişlemesinin sebepleri arasında askeri gücün yanında, bir de manevi ve sosyal yönleri üzerinde durmaktadırlar. Bunun için Osmanlı yönetiminin fethedilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan uzak siyaseti, diğer bölgelerdeki gayrimüslimlerin Osmanlı ordularına karşı mukavemetini azaltan en önemli faktördür. Nicolae Jorga “... Bir asır içinde yerlerini Osmanlı imparatorluğuna terk eden Balkan Hristiyan devletleri, umumiyetle sanıldığı gibi, Hristiyan dinini yok etmek isteyen mutaassıp bir düşmanın sebep olduğu dinî bir katastrofla ortadan kaldırılmış değildirler...” der. Ayrıca Ortodoks olan Balkan halkının, Katolik mezhebine girmek için ölümle tehdit edilmesine karşılık, Türklerin, gayrimüslim cemaatlerin dinî ve vicdani hislerine saygı göstermesi, bu insanların Osmanlı yönetimini kurtarıcı olarak karşılamasına sebep olmuştur. Halil İnalcık “...Orhan ve etrafındakilerin Hristiyanlara karşı ne kadar müsamahakâr davrandıklarını 1355 de Osmanlıların eline esir düşmüş olan Selânik başpiskoposu Gregory Palamas’ın mektupları açık bir şekilde göstermektedir. O, her yerde Hristiyanları tam bir serbesti içinde gördü. Orhan, Palamus ile ulema arasında umumi bir münakaşa yaptırdı.” Diye nakl etmektedir.


Türkler Anadolu’da Hıristiyan halkın varlıklarını ve idare tarzlarını bozmayarak, onları kendi nüfuzları altına nasıl aldılarsa bu durumu Rumeli’de de daha geniş suretle ve onların eski varlıklarını muhafaza etmek üzere tatbik etmişlerdir ki, bunu Osmanlı tahrir defterlerinde birçok misalleriyle görmekteyiz. Zaten baştanbaşa Hıristiyanlarla meskûn olan Balkan yarımadasında bu tarzdaki hareketin Osmanlı fetihlerini kolaylaştırarak, az zamanda o kıtayı feth sebebidir. Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinde, gayrimüslimlere tanınan statü, büyük bir değişikliğe uğramadan Tanzimat’a kadar devam etmiştir. Özellikle Fatih’ten sonra çeşitli milletler dinlerine göre sistemleştirilerek bir dengeye varılmıştır. Tüm dinlere özgürlük tanınarak herhangi birinin asimile yoluna gidilmemiştir. Jean Bodin “padişahın” yalnız İslâm dininin başı olmakla kalmadığını, aynı zamanda Ortodoksların, Katoliklerin ve Musevilerinde başı olduğunu, bunlar arasında eşit muamele ettiğini ehemmiyetle yazmaktadır.


Tahrir ve mevkufât defterleri incelendiği zaman Türkler ile Rum, Ermeni ve Yahudilerin iç içe yaşadığını görmekteyiz. Bunun dışında bazı şehirlerde sadece Ermeni ve Yahudi mahalleleri kurulmuştur. Mal ve mülk sahibi olma haklarına kusursuz sahip olan gayrimüslim cemaatler, devletin kendi miri toprakları üzerinde halka tanıdığı “tasarruf” haklarında da Müslümanlar gibi yararlanıyorlardı. Bundan başka, cemaatler bekçi ve kethüdalarını kendi içlerinde seçerek, hükümet önünde, Türklerden ayrı cemaatler halinde temsil olunmakta idiler. Bu gibi cemaatlerin mensupları Müslüman esnafa ait ahi derneklerine giremezlerdi. Fakat kendi aralarında esnaf teşkilatı kurmalarına izin verilmiştir. Cemaat kişileri arasındaki ilişkileri düzenleyen din ve geleneklerine, ya da kendi aralarındaki anlaşmaya göre meydana gelmiş kuralları, devlet kendi kanunu imiş gibi kabullenmekte idi. Osmanlı kadıları hükümlerini bu kurallara göre vermekte idiler. Osmanlı devleti, toplum üzerindeki yetkilerini yönetim, maliye ve askerlik konularıyla sınırlandırmıştır. Bunların dışında kalan, eğitim, haberleşme, sosyal güvenlik, dinî işler gibi günümüz devletlerinin temel fonksiyonlarını, din ve mezhep esasına dayalı millet teşkilatları eliyle yürütülmek üzere reayaya ve bu amaçla kurulmuş vakıflara bırakmıştır.

Bitinya havzasında küçük bir beylik olarak ortaya çıkan Osmanlı Beyliği, yaklaşık 150 yıl zarfında bir dünya devleti haline gelmiştir. Bu devlet önce Selçuklu ve doğudaki Türk ve İslam medeniyeti mirasına daha sonra Roma’nın mirasına sahip çıkmıştır. Kısa sürede egemen olmuş olduğu coğrafyada huzur ve barışı getirmiş ve kendine has bir medeniyet kurmuştur. Ortaya koyduğu yeni kültür, anlayış, kimlik ve medeniyet XX. yüzyılın başlarına doğru birçok doğulu ve batılı bilim adamı tarafından merak konusu olmuştur. Bunun için de bu medeniyetin kurucuları ve ataları hep tarihçilerin ana araştırma konuları arasında yer almıştır. Bu konudaki araştırmalar ve tartışmalar hala da devam etmektedir.



OSMANLI TARİHİ I

Siyasi Tarih ~ Kültür ve Medeniyet (1299-1774)

Selim Hilmi ÖZKAN

İslami Dönemde Araplarda Bilim ve Eğitim-3

 Romalılar, İslamiyet, İlimler ve Bilimler


Araplara yöneltilen suçlamalardan biri de şudur:


"Araplar uygarlıklarının en parlak zamanlarında bile bilim ve eğitimle uğraşmamışlardır. O dönemde bilimsel çalışmalarla uğraşanlar yalnızca İranlılar ve Arapların hakimiyeti altına giren diğer ulusların bireyleriydi. Oysa eski uygar devletlerden Yunanlılarla Romalılarda durum böyle değildi. Onlar kendileri bizzat bilimsel çalışmalara önem vermişler ve yeni bilim dalları kurmuşlardı. Söz konusu bu bilimler, bunlardan da diğer milletlere geçmişti. Araplarda ise durum tam tersidir. Bilimsel çalışmaların çoğu diğer milletlerden kendilerine aktarılmış şeylerden oluşuyordu."


Bu düşünceyi ileri süren kişiler Roma ile Arap devleti arasında bir karşılaştırma yaparak bu tezi ileri sürerler. Oysa bu şekilde bir karşılaştırma bilimsel bir değerlendirme değildir. Bu karşılaştırmayı Romalılarla lslamiyet arasında yapmak gerekir. Çünkü Romalılar, Roma devletini kurdukları gibi Araplar da lslam devletini kurmuşlardı. lslam dinini birçok ulusun kabül etmesi sonucunda Araplarla kaynaşmasıyla lslam ümmeti oluşmuştu. Nitekim Romalılar, ele geçirdiği ülkelerdeki toplumların birbirleriyle karışıp kaynaşmasıyla da Roma milleti adı altında tek bir millet oluşturmuşlardı. lşte bu noktadan Müslümanlarla Romalılar arasında bir karşılaştırma yaparsak Müslümanların Romalılardan daha çok bilim ve eğitimle meşgul oldukları görülür. Gerek Romalılar, gerekse Araplar bilim ve kültürü Yunanlılardan aktarmışlardı.


Romalılarda bilim, kültür ve eğitimle uğraşanların tamamı Roma halkından olmadıkları gibi Araplarda da bilimle uğraşanların tamamı Arap halkından değildi. Ancak Roma ülkesinde bulunan milletler Romalı adı altında toplandıkları halde lslam ülkesinde bulunan milletler Arap adını almamışlardı. Bunun nedeni Arapların ele geçirdikleri yerlerin eskiden beri halkı uygar bulunan ülkelerden oluşmuş olmasıdır. Bu halkı Araplaştırmak ve ulusal benliklerini onlara unutturmak zordu. Ayrıca ülkede birçok dinin bulunması ve Arapların kendilerine bağlanan milletlerden kendilerini yüksek ve üstün tutmada aşırı gitmeleri bu zorluğu bir kat daha artırmıştır.


Yunanlılara gelince; Yunanlıların doğuştan taşıdıkları güce ve kabiliyete dayanarak bilim ve felsefenin mücidi olduklarında kuşku yoktur. Bununla birlikte Yunanlıların ilim ve felsefelerinin bir kısmını Eski Mısırlılardan ve diğer bazılarını Babilliler vs.'den aldıkları temeller üzerinde kurduklarını inkar etmemek gerekir. Bununla birlikte Yunanlılar devletler kurma, kanunlar koyma ve idarecilikte Romalılar ve Araplardan daha az yetenekli sayılırlar. Zira Yunanlılar muntazam ve uzun süre ayakta duran büyük bir devlet kuramamışlardır. Aralarında sürekli olarak düşmanlık ve rekabetlerin sürdüğü ve egemen olduğu birtakım küçük hükumetlere ayrılmıştı.


Bilim ve felsefeyi Yunanlılardan alan Romalılar, aldıkları şeyleri çok fazla ilerletemedilerse de Yunanlıların güç yetiremedikleri bir çapta büyük bir devlet kurmuşlar ve birçok kanun ve nizamlar koymuşlardı. Şu durumda Romalılar büyük fatihler ve hakimlerdi. Yunanlılar ise tasavvur ve hayal gücüne sahip kişilerdi. Araplara gelince; bunlar her iki özelliği ve yeteneği bir arada toplamışlardı. Hem büyük fatihler ve hakimler hem de tasavvur ve hayal gücüne sahiptiler. Bu nedenle Araplar büyük bir devlet kurarak, hukuk alanında önemli başarılar göstermişler, yeni kanunlar ve nizamlar yapıp uyguladıkları gibi, Yunanlılardan da çeşitli ilimleri tercüme edip aktararak, oldukça geliştirmişlerdir. Kendi akıl ve kabiliyetlerinin ürünü olan bilimlere Iran, Hind, Babilliler ve diğer uluslardan aldıkları bilim ve kültürü de ekleyerek iyice zenginleştirmişlerdir. lslam bilimleri ve lisan bilimleri gibi birtakım bilimleri de kendileri icat etmişlerdi.


 İslam Dünyasında Alimler Çoğunlukla Arap Değildir


Yukarıda açıklandığı üzere, lslam uygarlığı devrinde meşgul olunan en önemli ilimlerden biri "ulum-i lslamiyye" diğeri "ulum-i dahile" olmak üzere iki çeşitti. lslami ilimlerle meşgul olanların çoğu Arap değildi. Bunun en önemli nedeni; lslamiyet'i yaymak amacıyla ülkeler fetheden Arapların okuma yazması olmayan çöl halkından olmaları ve lslamiyet'in ilk yılları olan fetih döneminde, tüm gayret ve dikkatlerini lslam dinini yaymak ve bu amaçla devlet kurmaya yöneltiklerinden ulum ve fünuna yeterli önemi verememeleridir. Bunlar ilim adına Kur'an-ı Kerim'den başka bir şeye gereksinin duymuyorlardı. Onun için Kur'an-ı Kerim'i ezberlemek ve hükümlerini yaymakla yetiniyorlardı. Aslında lslam'ın doğuşundan itibaren 20 yıl geçmeden Şam, Irak, Mısır, Iran, Afrika vs.'nin Müslümanlar tarafından fethi gerçekleştirilmişti. O dönemde lslam askerini ve ordusunu Araplar oluşturuyordu. Fetihler sırasında bunlardan birçoğu şehit olmuştu. Oysa fethedilen ülkelerin lslam'ın hakimiyeti altında kalması o cihangir ordudan hayatta kalanların himmet ve gayretine bağlı bulunuyordu.


Bu nedenle Araplar askerlik ve hükumet memurluklarından başka bir işle ilgilenmemişlerdi. Ayrıca yaratılışları gereği hayale eğilimli bir millet olduklarından düşünce ve zihinleri Cahiliye çağındaki edebi ilimleri oluşturan şiir, hitabet, kıssa, hikaye ve masalcılıkla meşgul olduklarından kendi çocuklarını bu edebi bilimlerle uğraştırıyorlar, vücut sporlarıyla, at bakıcılığı vs. konularda eğitiyorlardı. Araplar aslında yaratılışlarından kaynaklanan bu kuvvet ve yetenekle lslamiyet'in yayılmasında ve ülkelerin ele geçirilmesinde başarılı olmuşlardı. Bu nedenle ahlak haline getirdikleri gayret, yardımlaşma, fedakarlık ve aralarındaki birliğin bozulmasını istemedikleri için şehirleşme ve uygarlaşmaya karşı mesafeli duruyorlardı. lslam devletinin ikinci büyük halifesi olan Hz. Ömer, geleceği düşünerek Müslümanların tarım vs. gibi yerleşik toplumların işleriyle uğraşmalarını hoş görmemişti. Hz. Ömer ilk lslam fetihleri sırasında Müslümanları nehir veya deniz ötesi seferlerden men ettiği halde daha sonra deniz savaşlarına da gerek duyulunca, Müslümanlara vasiyette bulunarak, yüzme öğrenmelerini tavsiye etmiştir. Hz. Ömer'in bu konudaki mektuplarının birinde şöyle deniliyor: "Çocuklarınıza yüzmeyi, ata iyi binmeyi öğretiniz. En iyi atasözlerini, güzel şiirleri kendilerine ezberletiniz."


Zamanla çeşitli toplum ve ırkların İslamiyet dairesine girmesi sonucunda, Arap dilinin bozulmasına paralel olarak, Kur'an-ı Kerim'in okunmasında farklılıklar görülmüştü. Bunun üzerine, ilk halifeler Kur'an-ı Kerim'in toplanması ve tedvinine karar verdikleri zaman Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip okuyan ve lslami bilimlerle meşgul olanların çoğu Arap olmayan Müslümanlardan, özellikle de İranlılardan oluşuyordu. İranlılar o dönemlerde, medeniyet ve ilim sahibi bir toplumdular. "llim gökte bulunsa İranlılar yine ona yetişirler" anlamında olan hadisi şeriften anlaşıldığı üzere Araplar lranlıların bu özelliğini biliyorlardı.


Buna karşılık lranlılar da hakimiyet, idarecilik, fütuhat yetenekleri ve nübüvvet açısından Arapların kendilerinden üstün ve avantajlı olduklarını bildikleri için, o günkü ihtiyaca uygun olarak bilim, eğitim ve öğretim alanındaki çabalarıyla Araplara yaklaşmaya çalışmışlardır. Arap lslam devletinin ilk kuruluşu zamanında rağbet edilen ve geçerli olan bilimsel faaliyetler, Kur'an-ı Kerim ve hadisi şeriflerin okunması, ezberlenmesi, yorumlanması, derlenmesi ve aktarılmasından ibaretti. Bu yüzden hafızlar, Kur'an okuyucular (Kurra), hadisciler (muhaddisler), lslam hukukçuları (fukaha) ve Kur'an yorumcuları (müfessirler) çoğu Arap olmayanlar (mevali) arasından yetişmiştir. Bunların içinde Arap olan çok az sayıda kişi ise, çoğunlukla Asmai'nin bağlı olduğu kabile gibi fetihlerde çok fazla yer ve önemi olmayan bazı küçük kabilelere bağlıydılar. Arap edebiyatı üstatlarından olan Asmai, aslen Arap ise de cimrilik ve açgözlülükle ünlü olan Bahile kabilesi gibi hiçbir önemi olmayan bir kabilenin bireylerindendi.  En eski hadis ravilerinden ve müfessirlerden Vehb b. Münebbih lranlı olduğu gibi ünlü Kur'an-ı Kerim üstatlarından Nafi b. Ebi Rü'yem de Deylemlidir. Diğer alimleri de buna göre kıyaslayabilirsiniz. En büyük ve en eski fakihlerden Basra'da Hasan b. Ebi'l-Hasan, Muhammed b. Şirin, Mekke'de Ata b. Ebi Rebah, Mücahid b. Cübeyr, Sa'd b. Cübeyir, Süleyman b. Yesar, Medine'de Zeyd b. Eslem, Muhammed b. el-Münkedir, Nafi' b. Ehi Necih, Kuba'da Rebiatü'r-Re'y, ibn Ebi Zenad, Yemen'de Tavus ve oğlu, lbn Münebbih, Şam'da Mekhül vs. yerlerdeki alimlerin hepsi mevaliden yani Arap olmayan Müslümanlardandı.


Çeşitli ulus ve toplumların lslam'a girmesi sonucunda Arap dilinde bozulmalar başlayınca, dil kuralların düzenlenmesi ve kelimelerin toplanması konusunda en büyük çabayı, ihtiyaçlarından dolayı Arap olmayanlar göstermişlerdir. Çünkü Araplar ana dilleri olduğu için, yaratılıştan gelen melekeleri nedeniyle dil kurallarını öğrenmeye ve kelime ezberlemeye ihtiyaçları yoktu. Edebiyat ve dil bilginlerinden çoğunun yabancı olmasının nedeni budur. Örneğin Hammad Raviye Deylemli olduğu gibi Halil, Sibeveyh, Ahfeş, Farsi, Zücac vs. 'de lranlı veya diğer bir ırka mensuptu. Diğer ilimler ile felsefeden oluşan ulüm-i dahileye gelince, bunlarla meşgul olanlar yalnız Arapların değil Müslümanların da dışında olan kişilerdi. Abbasiler Yunan, lran ve Hint kitaplarının Arap diline çevrilmesini arzu ettiklerinde bu işe Babilliler, Süryaniler, İranlılar vs.'yi görevlendirmişlerdir. Bunların çoğu Hıristiyandı.


Araplar daha önce belirttiğimiz nedenlerden ötürü lslam'ın ilk fetih yıllarında siyaset ve yönetim işleriyle uğraştıklarından bilimsel çalışmalara gereken özeni ve vakti ayıramamışlardır. Kendileri; devletin başında, devlet adamlarının koruyucuları ve halkın işlerini idare eden ayrıcalıklı bir grup olarak yaşadıkları için, zaman içinde kişilikleri üzerinde bir yöneticilik gururu baskın hale gelmiş ve bilim veya bilimsel faaliyetlerde bulunmayı bir tenezzül kabül ettiklerinden Arap olmayan unsura bırakmışlardı. Çünkü o dönemde bilimle uğraşmak, esnaflık gibi bir sanat sayılıyordu. Zaten başkanlık ve idarecilikle uğraşanlar zanaat ve sanayiyle uğraşmaktan kaçınıyorlardı. Bu yüzden Araplar kendilerinden birini ilim veya eğitimle uğraşır görünce onu ayıplıyarak "Mevalinin sanatıyla meşgul oluyor" derlerdi. "Kureyş kabilesine mensup bir adamın tarihten başka bir bilimle meşgul olması doğru değildir. Diğer ilimlerden ise az bir şey öğrenmesi yeterlidir" sözleri o dönemde kullanılan cümlelerdendi. Kureyş'ten biri ünlü dilci Sibeveyh'in kitabını okumakla meşgul bir delikanlıya rast gelince "Tuh, yazık size! ilmi ihtiyaç ve zillet ile tahsil etmek ve onunla geçinmek istiyorsunuz. Ne çirkin şeyler!" demişti. Demek istiyordu ki, Araplara başkanlık ve idarecilikle uğraşmak yakışır. Öyle ilim öğrenmek veya öğretmek yoluyla çıkar elde ederek geçinmek onlara yakışmaz.


Mevali Müslüman olduğundan lslami ilimlerle uğraşmaları garip ve tuhaf görülmez. Bununla birlikte Abbasiler zamanında, uygarlaşmış Arapları ve hatta halifeleri -evlilikler yoluyla akrabalık, komşuluk vs. ile Mevali ve kölemenlerle karıştıklarından dolayı- saf Arap saymıyoruz. Çünkü halifelerin çoğunun anneleri Arap değildi.


İslam Dünyasında İlimlerin Kaydolunması ve Düzenlenmesi (Tedvini)


Daha önce belirttiğimiz gibi, Raşid Halifeler de Arapların canlılık ve dinamizmini, gayret ve bedeviliklerini bozar düşüncesiyle kent yaşamına geçmelerini istemediklerinden, yerleşik bir yaşam biçimiyle mümkün olabilecek bilimsel çalışmalar vb. iş ve sanatlarla uğraşmalarını uygun görmemişlerdir. O zamanlarda geçerli ve yaygın olan bilimler Kur'an-ı Kerim, tefsir ve hadis rivayetiyle sınırlıydı. Sahabe ve ondan sonraki nesilden sözü dinlenilir kişilerin Hz. Peygamber zamanına yakın bulunmaları nedeniyle, her konuda onlardan doğru bilgiler almak kolay ve mümkün olduğundan, aktarılan bilgiler arasında çok az farklılık bulunduğundan dolayı, sözü edilen bilimlerin kayıt, sınıflandırma ve düzenlemesine gerek görülmüyordu. Sahabeden Ebü Said Hudri'nin rivayetinden anlaşıldığına göre kendisi ilmin yazı ile kayıt ve tedvini için Hz. Peygamberden izin istediği halde Hz. Peygamber bu konuda ona izin vermemişti. Sahabeden Peygamber'in amcası oğlu lbn Abbas, yazıyla ilmin kayıt ve düzenlenmesini engelleyerek "Sizden önce yazı ile bilimleri toplayıp düzenleyen milletlerin hepsi doğru yoldan çıkmıştır" dediği aktarılmıştır. Bir gün bir zat, lbn Abbas'a başvurarak "Bir kitap yazdım size göstermek isterim" demiş. Ve kitabı göstermişti. lbn Abbas kitabın yazılarını suyla bozmuştur. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda "llim yazıyla yayılırsa yazıya güvenilir ve ezber (hıfz) terk edilir. Kitaplar bir kazaya uğrayabilir. O durumda ilim kaybolur" cevabını vermişti. Bunun dışında o zamanın düşüncesine göre kitaplarda fazla eksik şeyler olabilir ve esas doğru böylece değişikliğe uğrayabilir. Ezberle korunmuş bilgilerde ise böyle bir sakınca yoktur.


Bu inanç sahabe ve onu takip eden nesil arasında geçerliydi. Sahabenin ileri gelenlerinden birçoğu bu şekilde inandıklarından dolayı, sahip oldukları bilgilerin yazılması ve düzenlenmesi kendilerinden istenildiğinde ondan özenle kaçınırlardı. Bir adam, bu nesilden olan büyük alim Said b. Cübeyir'den bir Kur'an-ı Kerim tefsiri yazmasını isteyince o "Bir uzvum kesilip düşmesi bence öyle bir şey yapmaktan daha iyidir" cevabını vermişti.


Buna dayanarak Araplar, bedevi bir Arap devleti şeklinde görünen Emeviler Devleti devrini, bedeviliğe özendirme ve sevdirme çabalarıyla geçirmişler, birinci ve ikinci hicri yüzyılların bir kısmında, bilimi yalnızca ağızdan ağza aktararak ve ezberleyerek nakletmişlerdir. Nedenleri aşağıda belirtileceği üzere Kur'an-ı Kerim'den başka bir ilmi kayıt ve tedvinle uğraşmamışlardır. Hatta Kur'an-ı Kerim'in toplanması ve kitap haline getirilmesi çabaları sırasında Halife Hz. Ebubekir, ilk önce tereddüte düşerek; "Hz. Peygamber'in yapmadığı ve yapılmasını vasiyet etmediği bir şeyi ben nasıl yapayım" demişti.


Kur'an'dan başka tefsir, hadis, şiir, tarihi olaylar ve atasözleri de sözlü olarak nakledilirdi. Nakleden ravilerin çoğu okuma biliyorlar ancak yazı yazmayı bilmiyorlardı. Aralarında okuma yazma bilmediği halde hafız olanlar da vardı. Aynı şekilde, Cahiliye çağındaki Araplar, okuma yazma bilmeksizin şair ve hatip olabiliyorlardı.


Daha sonra lslamiyet'in iyice yayılmasıyla lslam ülkesi genişlemiş, sahabeler çevre bölgelere dağılmışlar ve oralara yerleşmişlerdir. Siyasi mücadeleler sonucu anarşi ve karışıklıkların ortaya çıkmasıyla, farklı mezhep ve görüşler doğmuştu. Sorunlara çözüm bulmak amacıyla, sözü dinlenilen bu büyük sahabelere başvurma ve danışma olayları iyice artınca, hadis, fıkıh ve Kur'an ilimlerinin kayıt ve düzenlenmesine gerek görülmüştür. Araştırmalar, akıl yürütme, hüküm çıkarma yol ve metotları, bilimsel yöntem ve kurallar koyarak, bilimleri çeşitli bölüm ve dallara ayırma çalışmalarını başlatmışlardır. Bu çalışmalar neticesinde ortaya çıkan güzel sonuçları beğenmişler ve benzeri yöntemleri kullanarak lslami bilimler üzerinde yoğunlaşmışlardır. Enes b. Malik tarafından rivayet olunan "llmi yazı ile bağlayınız", "ilim bir avdır. Yazı onun bağıdır. (bukağıdır)" hadisi şeriflerinin hükümlerine dönmüşlerdir.


Bununla beraber hadisçiler ve hukukçular kendi el yazılarıyla bilimleri derleme ve düzenleme eyleminden kaçınmayı sürdürdükleri için, yazdıkları kitapları veya verdikleri dersleri katiblere ve öğrencilere imla metoduyla aktarırlardı. Muhaddis veya fakih yazdırmak veya vermek istediği şeyleri söyledikçe öğrenciler onu deri veya kağıda not ediyorlardı. Öğrenci kağıdın başına "Şeyhimiz falan tarafından, falan camiide, falan günde yapılan oturumda yazdırılmıştır" diye başlayarak, yazdıran kişinin ve yerin adlarını ve tarihini kaydettikten sonra, yazan kişi yazdığı şey hadis olsun, bir tarihi olay olsun onu kaynağıyla birlikte yazdırarak, açıklanması gereken kelimeler varsa onları açıklar ve görüşünü güçlendirmek için Arap şiir ve atasözlerinden deliller gösterir ve kaynaklarıyla belirtirdi. İbarelerdeki dil incelikleriyle ilgili değerlendirmelerde ise kendi isteğine göre kaynak gösterir veya göstermezdi. "Bu; falan muhaddisin veya dilcinin emalisidir" demelerinden amaç işte budur. Yani çeşitli ilimlerden imla yoluyla yazdırdığı şeylerdir.


Araplar te'lif ve tahrir ile meşgul olduktan sonra da halkı ezberlemeye ve işitip dinlemeye özendirmeye devam etmişlerdir. Bu anlayışa göre; en çok ihtiyaç duyulan ilimler dini ilimler ve şiirdi. Çünkü şiir birçok garip kelimeyi, yabancı sözleri, ağaç, bitki vs. yerlerin isimlerini de kapsar. lslamiyet'in ilk yıllarında yazılar noktasızdı. Bu yüzden örneğin Huzeyl kabilesi şairlerinin şiirlerinde yer alan, her biri bir yer ismi olan Şabe veya Saye gibi kelimeleri birbirinden ayırmak zordu. Noktasız bulundukları için, yazılışları birbirlerine benzeyen bu gibi kelimeleri doğru okuyabilmek için bir insanın ilim ve dirayet sahibi olması da yeterli değildi. Arap şiir ve edebiyatında yazıda noktalamanın olmamasından kaynaklanan hatalarla ilgili olarak birçok örnek aktarılmıştır.


Kısaca özetlemek gerekirse, Müslümanlar kendi aralarında yazı yazmayı biliyor ve yaygın olarak kullanıyorken bile, Kur'an-ı Kerim'den başka toplanmış ve derlenmiş bir kitaba sahip olmaksızın bir yüzyıl kadar zaman geçirmişlerdi. O sıralarda birçok Kur'an yorumcusu, hadis ve dil bilginleri vs. yetişmişse de Arapça yazı yalnızca, Kur'an-ı Kerim'in yazımında, komutanlara gönderilen mektuplarda ve resmi yazışmalar Arapça'ya çevrildikten sonra, hükumet dairelerinde kullanılıyordu. Diğer bilimler ise sözlü olarak aktarılır ve ezberlenirdi. Muhtemelen bu ilimlerden bazıları düzenli olmayan sayfalara yazılmıştı. Ancak o dönemde, kitap derlenmesi ve yazımı Araplarca bilinmiyordu.


lslamiyet'te kitap yazan ilk kişi hakkında lslam tarihçilerinin açıklamalarında farklılık vardır. Bazılarına göre ilk müellif hicri 155'te ölen Basralı lbn Cüreyc'dir. Diğerler kaynaklar ise daha değişik bilgiler veriyorlar. Ancak tüm tarihçiler lslam dünyasında ilk kitapların H. 2. yüzyıl ortasında yazıldığını ve ilk önce derlenen ilmin, hadis ilmi olduğunu ortak bir bilgi olarak aktarmaktadırlar. Bizim bu konuda yaptığımız araştırmalar ise söz konusu yüzyıldan yarım yüzyıl önce kitap yazıldığını ve Kur'an-ı Kerim'den sonra ilk derlenen ilmin, tefsir ilmi olduğunu gösteriyor. Bugün bildiğimiz en eski tefsir kitabı H. 104 yılında ölen Mücahit b. Cübeyr tarafından yazılan eserdir. Araplar tefsirden sonra tarih ve özellikle megazi (gazilerin menakıp ve destanları) yazmakla meşgul olmuşlardır. Bu konuda en eski tarihli kitap; tarihi olaylar konusunda geniş bilgi vermesiyle ünlü olan Vehb b. Münebbih'in kitabıdır. Yemen'e yerleşen lranlıların orada doğan torunlarından olan bu kişinin ölüm tarihi, H. 116'dır. Kendisi Himyerilerin tarihiyle ilgili ayrıntılı bir kitap yazmıştır. lbn Hallikan bizzat bu kitabın bir kopyasını gördüğünü belirterek hakkında övücü sözler söylemiştir.


Sözü edilen bu kitaptan sonra H. 141 yılında ölen Muhammed b. Müslim el Zühri'nin Kitabu'l-Megazi adındaki kitabı gelir. H. 2. yüzyıl ortalarında Müslümanlar, hadis ve fıkha dair kitaplar yazmaya başlamışlardır. lbn Cüreyc Mekke'de, Sa'd b. Ebi Urübe ve Hammad b. Selma vs. Basra'da eserler yazdıkları gibi, imam Ebü Hanife de fıkıh ve re'ye ait Küfe'de çeşitli kitaplar yazmıştır. Evzai, Şam'da çeşitli tasniflerde bulunmuş, lmam Malik, Medine'de ünlü hadis kitabı Muvatta'yı derlemiştir. Diğer başka alimler de değişik eserler yazmıştır. Bu tarihten sonra kitap yazımı ve derlenmesi çalışmaları çoğalmıştır.





Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.


Mevlana Caddesi / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak