26 Mayıs 2023 Cuma

DÎNİ SÖZLÜK “K”

  

 

KÂDİR:

 

Gücü yeten, kudret sâhibi.

 

1. Allahü teâlânın sıfatlarından biri; gücü her şeye yeten, hakîkî kudret sâhibi.

 

Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:

 

Bütün mülk ve saltanat, yed-i kudretinde olan Allahü teâlâ, her türlü noksanlıktan uzaktır. O, her şeye kâdirdir. (Mülk sûresi: 1)

 

Yâ Rabbî! Bizlere ihsân ettiğin nûrunu, nîmetlerini arttır. Günâhlarımızı, kusurlarımızı ört! Kusurlarımız, kabahatlarımız çok. Fakat sen, her şeye kâdirsin, her şeyi yaparsın! (İmâm-ı Rabbânî)

 

Allahü teâlâ ölüyü diriltmeye, taşı konuşturmaya ve yürütmeye ve uçurmaya kâdirdir. Gökleri ve Kürsî'yi ve Arş'ı ve yeri ve bütün kâinâtı kısa zamanda yok etmeğe ve tekrar yaratmaya kâdirdir. Zîrâ bunların hepsi mümkündür, sonradan yaratılmıştır. (İmâm-ı Birgivî)

 

2. Gücü yeten.

 

Kızdığı zaman istediğini yapmaya kâdir olan (müslüman) bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennet'te istediğin yere git der. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Gazaba gelen bir kimse, dilediğini yapmaya kâdir olduğu hâlde yumuşak davranırsa, Allahü teâlâ, onun kalbini, emniyet ve îmân ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Kâdir-i Muhtâr:

 

Dilediğini yapabilen, bir şeyi yapmaya mecbur olmayan.

 

Allahü teâlâ Kâdir-i muhtâr'dır, tabîat kuvvetleri gibi elbette işi yapmaya mecbûr değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

KÂDİYÂNÎLİK:

 

On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.

 

İngilizlerin Hindistan'ı sömürge hâline getirdikten sonra, bol para vererek avladıkları Mirzâ Gulâm Ahmed, etrafında câhil ve sapık kimseleri toplayarak 1880'de Kâdiyânîlik bozuk yolunu kurdu. Kendisinin Mehdî daha sonra da âhir zamanda gökten ineceği bildirilen Îsâ Mesîh olduğunu ve yeni bir din getirdiğini söyledi. Kâdiyân'da bir mescid yaptırıp, buraya Mescid-i Aksâ adını verdi. Îsâ aleyhisselâma iftirâlarda bulunup, Muhammed aleyhisselâmın son peygamber olduğunu inkâr etti. Mirzâ Gulâm Ahmed 1908'de ölünce yerine Hakim Nûreddîn, onun yerine Beşîrüddîn Mahmûd geçti (1914). Kâdiyânilik (Ahmediye) bozuk inançlarını "Gerçek İslâmiyet" adı altında yaymaya çalıştı. Kur'ân tefsîri diyerek çıkardığı iki kitabı Kur'ân-ı kerîme uymayan bozuk yazılarla doldurdu. Pencab ve Bombay'da câhil halk arasında sür'atle yayılan bu bâtıl yol, şimdi Avrupa ve Amerika'da yayılmaya çalışılmaktadır. (Enver Şâh Keşmîrî)

 

Kâdiyânîlere göre; yahûdîler Îsâ aleyhisselâmı asmak istememişlerdi. Fakat o, kendiliğinden öldü ve toprağa kondu. Sonra kabrinden çıkıp Hindistan'da Keşmir'e gitti. Orada İncîl'i öğretip tekrar öldü. Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâmın ruhları insan şeklinde görünecektir. Bu da Mirzâ Ahmed'dir. Başka Mehdî yoktur. (Müftî Mahmûd Efendi, Ebû Zühre)

 

KÂDİRÎ:

 

Tasavvufta Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna mensup olan kimse. (Kâdiriyye)

 

KÂDİRİYYE:

 

Evliyânın büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin v.561 (m.1266) tasavvuftaki yolu.

 

Tarîkatler (tasavvuftaki yollar) başlıca ikidir. Zikr-i hafî yâni sessiz zikir yapan ve zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikir yapan tarîkatler. Birincisi hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup, çeşitli isimler almışlardır. Zikr-i cehrî ise, hazret-i Ali'den on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin silsilelerinde bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek kollara ayrılmıştır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye, Şâziliyye, Sa'diyye ve Rifâiyye meydana gelmiştir. (Ahmed Hilmi, Hüseyn Vassâf)

 

Kâdiriyye yolunda olanlar, Allahü teâlânın ismini sesli zikrederek olgunlaşırlar. Tasavvufta her yolun kendine has edeb ve uyulması gereken usûlleri vardır. (Hacı Reşîd Paşa)

 

Kâdiriyye yolunun kurucusu olan Abdülkâdir-i Geylânî buyurdu ki: "Şükrün esâsı, nîmetin sâhibini bilmek, buna; kalb ile inanıp dil ile söylemektir.

 

KADR:

 

Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin ölçek veya ağırlıkla ölçülen mal olmaları.

 

Kadr ile satılan bir şey, kendi cinsine meselâ beşibiryerdeyi, altın liralar karşılığı peşin satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî (eşit) olmazsa fâiz olur. (Ömer Nesefî)

 

Kadr (Kadir) Gecesi:

 

Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içerisinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin indirilmeye başladığı mübârek gece.

 

Kadir gecesini inanarak ve sevâbını bekleyerek ihyâ edenin (ibâdetle geçirenin) bütün günâhlarını Allahü teâlâ bağışlar. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)

 

Kadir gecesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsustur. Bu gecenin Ramazân ayının yirmi yedinci veya on yedinci veya yirmi ile otuzuncu geceleri arasında olduğuna dâir değişik rivâyetler vardır. (Muhammed Rebhâmî)

 

Kadr (Kadir) Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin doksan yedinci sûresi.

 

Kadir sûresi,  Mekke'de nâzil oldu  (indi).  Beş âyet-i kerîmedir.  Kadir gecesinden bahsedildiği için sûre bu ismi almıştır. Sûrede, Kadir gecesi, fazîleti, o gece meleklerin yeryüzüne inişi bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)

 

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Kadr sûresinde meâlen şöyle buyurmuştur. Şüphesiz Kur'ân-ı kerîmi Kadr gecesinde (Levh-i mahfûzdan dünyâ göküne) biz indirdik. Ey Resûlüm! Kadir gecesinin fazîletini sana hangi şey bildirdi. Kadir gecesi, (içinde Kadir gecesi bulunmayan) bin aydan hayırlıdır. O gece melekler ve Ruh (Cebrâil), Rabbi'nin izni ile (o sene takdîr edilen) her şey için arka arkaya iner. O gece fecrin doğuşuna (sabah oluncaya) kadar selâmettir (Allahü teâlâ o gece yalnız selâmet ve hayır takdîr eder. Yâhut melekler, mü'minlere selâm verir dururlar).

 

Her kim abdest aldıktan sonra, Kadr sûresini bir kerre okursa, Hak teâlâ o kimseyi sıddîklardan yazar. İki kerre okursa, şehîdlerden yazar. Üç kerre okursa Peygamberlerle haşreder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

KÂF SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin ellinci sûresi.

 

Kâf sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk beş âyet-i kerîmedir. Kâf harfi ile başladığı için Sûre-i Kâf denilmiştir. Sûrede; kâfirlerin inkârlarında inâd etmeleri, Allahü teâlânın varlık ve kudretinin delîlleri, geçmiş bâzı kavimlerin isyânları, insanın yaratılışı, Allahü teâlânın insanlara yakınlığı, ölüm ve ölümden sonraki hayat anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)

 

Allahü teâlâ Kâf sûresinde meâlen buyurdu ki:

 

Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona, boynundaki şah damarından daha yakınız. (Âyet: 16)

 

Kim Kâf sûresini okursa, Allahü teâlâ ona ölüm acılarını ve sarhoşluğunu hafifletir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

KÂFİR:

 

İslâmiyette inanılması lâzım olan şeylerin hepsine veya birine inanmayan, dînin emirlerini beğenmeyen, hafife alan, alay eden.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyorlar. Îmân ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hazırladık. (Nisâ sûresi: 150-151)

 

Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek Cehennem'e göndeririz. (Meryem sûresi: 86)

 

Bir adam; "Yâ Resûlallah! Kıyâmet gününde kâfir yüzüstü nasıl haşredilecek?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz; "Onu dünyâda iki ayağı üzerinde yürüten, kıyâmet gününde Yüz üstü yürütmeye kâdir değil midir?" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Kâfirin hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı âhirette faydalı olmaz. Îmânı olmayanın hiçbir iyiliğine sevâb verilmez. (Hâdimî)

 

Din bilgilerinde, ibâdetlerde zamâna uyulmaz. Îmân (inanç) bilgileri, din bilgileri zamanla değişmez. Bunları değiştirmek, zamâna uydurmak isteyenler, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanlardan) ayrılır, kâfir veya sapık olurlar. Çünkü İslâmiyet'in kıyâmete kadar bozulmayacağını, doğru olarak kalacağını Allahü teâlâ vâdetmiştir. (Tahtâvî-Hamdullah Decvî)

 

KÂFİRÛN SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin yüz dokuzuncu sûresi.

 

Kâfirûn sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Altı âyet-i kerîmedir. Kâfirlerden bahsedildiğinden sûre bu ismi almıştır. (Taberî, Râzî)

 

Allahü teâlâ Kâfirûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

(Habîbim! Onlara) de ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza (putlarınıza) tapmam. Siz de, benim ibâdet etmekte olduğuma (Allah'a) ibâdet ediciler değilsiniz. Ben sizin taptıklarınıza (hiçbir zaman) tapmış değilim. Siz de benim kulluk etmekte olduğuma (hiçbir vakit) kulluk edicilerden değilsiniz. Sizin dîniniz size, benimki bana. (Âyet: 1-6)

 

Kim herhangi bir gecede Kâfirûn sûresini okursa, çok hayırlı ve çok güzel bir iş yapmış olur. (Hadîs-i şerîf-Musannef)

 

Kim Kâfirûn sûresini okursa, ona Kur'ân-ı kerîmin dörtte birini okumuş gibi sevab verilir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

KAHHÂR (El-Kahhâr):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmânlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağışlamazsa) geçici olarak azâb eden.

 

Hak teâlâ, kıyâmet günü (insanlar ölüp, dirildikten sonra toplandıkları gün); "Bugün, mülk kim içindir?" buyurur. Cevâb olarak yine kendisi; "Kahhâr, olan Allah içindir" buyurur (El-Mü'min sûresi: 16). O gün kullar için korkudan, sığınmaktan başka bir şey yoktur. Pişmânlıktan, şaşkınlıktan başka bir şey yapamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)

 

El-Kahhâr ism-i şerîfini çok söylemekle kalbden dünyâ sevgisi çıkar. (Yûsuf Nebhânî)

 

Affı sonsuzdur diyerek pek azdım, 

(Kahhâr) ismini unuttum âh yazık!

Daldım günâha, yapmadım hiç hayır, 

Niçin doğru yoldan saptım âh yazık!

 

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

KÂHİN:

 

Gizli şeyleri bildiğini iddiâ eden. Falcı. (Kehânet)

 

...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)

 

Önceleri şeytanlar göklere çıkmaktan men olunmazlar idi. Göklere giderler, meleklerden işittiklerini, kâhinlere haber verirlerdi. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, göklere çıkmaları yasaklandı. (Abdullah bin Abbâs)

 

Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybları bilir sanmamalıdır. Gaybı ancak, Allahü teâlâ ve O'nun bildirdikleri bilir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

KAHKAHA:

 

Yanındakiler işitecek kadar gülmek.

 

Rükû' ve secdeleri olan namazda kahkaha ile gülmek, namazı da, abdesti de bozar. Namazda tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. Tebessüm, insanın kendisinin de işitmeyeceği kadar gülmesidir. (İbn-i Âbidîn)

 

Helâlden ye! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek, gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et. Kimseyi hakîr (hor, aşağı, küçük) görme. Kimse ile münâkaşa ve mücâdele etme. Kimseden bir şey isteme. (Abdülhâlık-ı Goncdüvânî)

 

İbâdet, gözün nûru, sevinç ve neş'edir. Allah korkusundan ağlamak kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek, kalbin zehiridir. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

KAHR:

 

1.Mahvetme, helâk etme.

 

Kendini günâhlarla kahretme. Şunu iyi bil ki; günâhları terk edenin, kalbi incelir, yumuşar. Haramı bırakıp, helâl yiyenin ise, düşüncesi berrâk (temiz) olur. (İmâm-ı Mâverdî)

 

Allahü teâlâ, kıyâmet günü kâfirlere ve günâhkâr mü'minlere, kahr ve celâl ile görünecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Gençlikte, Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmalı, titremeli, ihtiyarlıkta merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî Serhendî)

 

Kahrımız, gadâbımız (kızmamız) düşmana ziyân, 

Adüvden (düşmandan) korkmadık, korkmayız hiçbir zaman, Kur'ân'da zafer vâdediyor hazret-i Yezdân. 

(Gülbank-i Mehterân)

 

2. Çok kederlenme, çok üzüntü duyma.

 

Abdülmecîd Han, Mustafa Reşid Paşanın mason olduğunu, İslâmiyet'e uymayan bir yol tuttuğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, irâde-i şâhâne alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıt için "Medîne halkının dilekçesi okunacak" bilgisi verildi. "Durun, okumayın! Beni oturtun!" buyurdu. Arkasına yastık koyup oturtuldu. "Onlar Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mübârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız. Fakat okuyunuz da kulaklarım bereketlensin." dedi. Bir gün sonra vefât etti. (Eyyûb Sabri)

 

KAHT:

 

Kıtlık, kuraklık, gıdâ maddelerinin azlığı.

 

Hazret-i Ömer zamânında Medîne'de kaht oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevî'ye gelip; "Yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur duâsı yap! Helâk olacağız" dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında görünüp; "Ömer'e git! Yağmur geleceğini müjdele" buyurdu. (Abdülhak-ı Dehlevî)

 

KÂİM:

 

Ayakta olan, uyanık olan, namaz kılan.

 

Bir saatlik tefekkür (Allahü teâlânın büyüklüğünü, yarattıklarındaki hikmetleri düşünmek) bütün geceyi kâim olarak geçirmekten hayırlıdır. (Ebü'd-Derdâ)

 

KÂİN VE BÂİN:

 

Tasavvuf ilmi terimlerinden. Halk (insanlar) ile berâber görünen, fakat hakîkatte onlardan uzak ve kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.

 

Kalbinde Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan ve ancak O'nu isteyen kimselere müjdeler olsun. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfine göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber olur. Görünüşte insanlar ile birlikte ve onlarla alış-verişte ise de, hakîkatte Allahü teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

KALB:

 

1. Gönül. Yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî kuvvet.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

Biliniz ki kalbler zikr ile (Allahü teâlâyı anmakla) rahat bulur. (Ra'd sûresi: 30)

 

Kalbleri bozuk olanlar, hakkı örtmek, fitne, fesâd çıkarmak için Kur'ân-ı kerîmden yanlış mânâ çıkarır, yanlış yola saparlar. (Âl-i İmrân sûresi: 7)

 

Kalb sâlih (iyi) olunca, beden de sâlih olur. (Hadîs-i şerîf-Îtikadnâme)

 

Müslüman müslümanın cânına, malına ve ırzına saldırmaz. Allahü teâlâ, bedenlerinizin kuvvetine, güzelliğine bakmaz. Amellerinize de bakmaz. Kalblerinize ve niyyetlerinize bakar. (Hadîs-i şerîf-Müsned)

 

Kalb, Allahü teâlâdan başkasına tutulmuş ise yıkılmış demektir. Bir işe yaramaz. Niyet doğru olmadıkça, hayırlı işlerin, yardımların ve âdete uyarak yapılan ibâdetlerin, yalnız hiç faydası olmaz. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye düşkün olmaması da lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Nûrlu, temiz kalb, şerîate uymağı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa, nefse, şeytana, uymağı sever. (Muhammed Hâdimî)

 

Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günâh olmaz. Kalbde bulunan hâtıra (düşünce) günâh sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ederse, günâh olur, haram olur. (Muhammed Hâdimî)

 

Mü'minin kalbi, Allahü teâlânın evidir ve güzel huyların yeridir. Kalbinde kötü, çirkin düşüncelere yer vermek, çirkinleri güzellere ortak etmek olur. (Muhammed Hâdimî)

 

Kalbe gelen lekeleri temizlemek için, günahlarından dolayı tövbe, istiğfâr etmeli, pişman olmalı ve Allahü teâlâya sığınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kalbin itminânı (huzûru), zikr (Allahü teâlâyı anmak) iledir. Fen bilgileri ile bularak, anlayarak değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kalbin tasfiyesi, temizliği, şerîate (İslâmiyete) uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid'atlerden (dîne sonradan sokulan değişikliklerden) kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve mürşîdi (hocasını) sevmek bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Allah korkusundan ağlamak, kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek kalbin zehridir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

 

Kalb kırmaktan çok sakınınız. Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfrden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ol fakir ki yüzün bakar 

Gözlerinin yaşı akar

Mü'min olan kalb mi yıkar

Boynuna lânet mi takar

Sakın incitme bir cânı 

Yıkarsın Arş-ı Rahmânı 

(Alvarlı Muhammed Lütfi)

 

2. Tasavvuf yolunda birinci mertebe.

 

Tasavvuf yolunda ilerlemeye kalbden başlanır. Kalb madde değildir. Maddesiz, ölçüsüz olan Âlem-i emrdendir. Bu yolda (tasavvuf yolunda) kalbi geçtikten sonra, kalbin üstünde olan (rûh) mertebelerinde ilerlenir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kalb Gözü:

 

Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret.

 

Düşünerek anlamak, kalb gözü ile görmek yanında, özle kabuk gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kalb Hastalığı:

 

Kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlanması.

 

"Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki âyet-i kerîmede bildirilen kalb hastalığına yakalanmış olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fayda vermez. Bilakis zarar verir. "Çok Kur'ân-ı kerîm okuyanlar vardır ki, Kur'ân-ı kerîm bunlara lânet eder" hadîs-i şerîfi meşhurdur. "Çok oruç tutanlar vardır ki, oruçtan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur" hadîs-i şerîfi sahîhtir. Kalb hastalıklarının mütehassısları olan tasavvuf büyükleri de önce bu hastalığın giderilmesi için yapılacak şeyleri emrederler. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kalb Huzûru:

 

İç rahatlığı, gönül hoşluğu. Kalbin Allahü teâlâdan başkası ile olmaması; Allah'tan başkasına bağlanmaması.

 

İbâdet, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaktır. Bu ise, kalbin huzûru ve agâhlığıdır (uyanıklığıdır). (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

Kalb İlmi:

 

Evliyâdan bir zâtın rehberliğinde kazanılan ilim.

 

Kalb İtminânı:

 

Kalb huzûru.

 

Kalbi itminâna kavuşturan tek yol vardır. Bu tek yol, Allahü teâlâyı zikretmektir (hatırlamak ve anmaktır). Akıl ile incelemekle ve düşünmekle kalb itminâna kavuşmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kalb Selâmeti:

 

Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden kurtulup, iyi ahlâk ile ahlâklanması.

 

Kalbin selâmeti, onun mâsivâyı (Allahü teâlâyı unutturan her şeyi) terketmesine bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kalbin selâmeti için şunlara dikkat etmek lâzımdır: 1) Ahlâkı güzel olanlarla berâber olmak, 2) Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm etmek, 3) Fazla yemek yememek, 4) Gece namazlarına devâm etmek, 5) Seher vaktinde Allahü teâlâya yalvarmak, istiğfâr etmek, günahlarının bağışlanmasını istemek. Seher vakti sabah namazının vaktinin girmesinden bir saat önceki vakittir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

 

Kalb Tasdîki:

 

Dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalbin inanması.

 

Îmân; kalb ile tasdîk, dil ile ikrârdır, söylemektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Kalb Tasfiyesi:

 

Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü düşüncelerden kurtarmak, temizlemek.

 

Kalbin tasfiyesi, temizliği, dîne uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikir, Allahü teâlâyı anmak ve mürşîdi (hocasını) sevmek, bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kalbi tasfiye etmekten maksad; mânevî âfetleri gidermek, kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Namaz kılmak, kalbin tasfiyesinin ve huzûrunun bir işâretidir. Namaz, Allahü teâlânın huzûrunda durmak olup, O'nun huzûrunda durulunca, kalbin tasfiye edileceği açıktır. (Muhammed Rebhâmî)

 

Kalb Temizliği:

 

Kalbin İslâmiyet'e uymayan şeylerden, dünyâya düşkünlükten, kötü düşünceden kurtulması.

 

Kalb temiz olursa, ağızdan güzel sözler meydana çıkar. Çünkü kalbin mahsûlü dilin sermâyesidir. (Ahmed Rıfâî)

 

Zikr et zikr, bedende iken cânın, 

Kalb temizliği zikr iledir Rahmân'ın 

(İmâm-ı Rabbânî)

 

Kalb Toparlanması:

 

Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulması.

 

Kalbi toparlayabilmek için, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak lâzımdır. Öyle unutmalıdır ki, bir şeyi düşünmek için, kendisini zorlasa düşünemez olmalıdır. (Muhammed Bâki-billah)

 

Kalb-i Hakîkî:

 

Yürek denilen et parçasında bulunan mânevî kuvvet.

 

Kalb-i Sanevberî:

 

Yürek.

 

Kalb-i sanevberî, kalb-i hakîkînin (gönül) yuvası gibidir. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Kalb-i Selîm:

 

Şek (şüphe) ve şirkten (Allahü teâlâya ortak koşmaktan), küfür ve nifâktan arınmış, dâimâ Allahü teâlâya bağlı kalb.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

O gün, mal ve çocuklar fayda vermez. Ancak, Allahü teâlâya kalb-i selîm ile gelenler faydalanır. (Şuarâ sûresi: 88, 89)

24 Mayıs 2023 Çarşamba

RUSYA TARİHİ -2

 


RUS DEVLETİNİN KURULUŞU VE KİYEF RUSYASI


İlk Vareg knezler!


 




VIII.yüzyılın ortalarında Doğu Avrupa iki siyasî nüfuz sahasına bölünmüştü:  güneyde  - Hazarlar, kuzeyde de Normanlar ( Vareg-Ruslar) hâkimdi. Bu yüzyılın ortalarından az sonra doğudan gelen Peçeneklerin tazyiki  altında  hazar nüfuzunun zâfa uğraması  Doğu Avrupa'daki siyasî gelişmeler üzerinde mühim tesirler yaptı. Bu defa Orta Dnepr mıntakasında  yaşayan slav uruğları, hazar nüfuzundan çıkıp tedricen Vareg – Rus tesiri altına düşmeğe başladılar. Bununla Kiyef çevresinde bir Rus – Slav Devletinin kurulabilmesi için imkân  ve şartlar yaratılmış oldu.

IX. yüzyılın 60.  Yıllarına doğru Ladoga ve İlmen gölü çevrelerinde  birkaç  vareg - rus  knezinin muhtelif  mıntakalarda hâkimiyetlerini kurdukları anlaşılıyor. Ladoga gölü kıyısındaki Aldagen şehrinde Rurik (Hroerekr), Beloozero  mıntakasında Sineus, İzborsk şehrinde (Pskov'a yakın) Truvor adlı norman başbuğları bulunuyorlardı. Askod ve Dir adlı iki vareg başbuğunun da Kiyef'te hâkimiyeti ele aldıkları biliniyor. Bunlar arasında en kudretlisi Rurik idi; öyle ki bir müddet sonra kuzeydeki bütün slav ve fin zümreleri onun hâkimiyetini tanıdılar; bunun üzerine Rurik, Ladoga gölü sahasından hareketle İlmen gölü  kıyısındaki Ostragard şehrine geçti. Burasına Slavlar, Novgorod  (Yenişehir)  adını vermişlerdi. Rurik, kendine rakip vareg-rus knezlerini  ortadan kaldırdıktan sonra, geniş bir sahanın yegâne hâkimi oldu. Bu vareg knezinin şahsiyeti ve faaliyeti hakkında ancak çok sonraları kaleme alınan vekayinâme rivayetlerinde bazı malûmat muhafaza edilmiştir. Geniş bir mıntakayı idaresi altına almaya muvaffak olması,  ve yerli  slav ve fin uruğları üzerinde  hâkimiyetini  tesis etmesi Rurik'in Rus devletinin kurucusu  olarak kabul edilmesine sebep olmuştur. Rurik'in hâkimiyetinin başlangıcı ve dolayısiyle Rus Devletinin kuruluşuna ait biricik malûmat  (yani efsanevî mahiyette rivayet) Nestor kroniğinde bulunuyor; ehemmiyetinden ötürü bu rivayeti aynen neklediyoruz:


'Yıl 6367 (M. s. 859). Varegler deniz aşırı memleketten geldiler. Çud' ve Sloven'lerden, Merya'dan, Ves'lerden ve Kriviç'lerden vergi topladılar. Polyan'lar, Severyan'lar ve Vyatiç'lerden ise Hazarlar vergi alıyorlardı; Hazarlar her bacadan birer sincap kürkü topluyorlardı.


6370 yılı (862) onlar (fin ve slav uruğları kasdediyor) Varegleri denizin ötesine koğdular, vergi ödemez oldular ve kendi kendilerini idareye başladılar. Fakat aralarında kanun ve nizam yoktu, soy soya karşı ayaklandı ve ihtilâf baş gösterdi, birbirleriyle mücadeleye giriştiler. (Bunun üzerine) birbirlerine dediler ki: " Üzerimizde hâkimiyet sürecek ve nizam kuracak bir bey arayalım.,, (Böyle konuştuktan sonra) denizi aşarak Vareg'lere, Rus'lara, gittiler; çünkü bu Varegler böylece Rus tesmiye edilirlerdi, nasıl ki bazıları İsveç, diğerleri Norveç ve başkaları da Got tesmiye edilirler; böylece onlar (Vareglar) da (Rus adlanırlardı). Çud'ler, Slovenler, Kriviçler ve Ves'ler Ruslara dediler ki: "Memleketimiz büyük ve zengindir, fakat (orada) nizam yoktur, geliniz, hakimiyet sürünüz ve bizi idare ediniz,,. "Üç birader (Slavlar ve Finler üzerinde hâkimiyet sürmek için) seçildiler ve bütün Rusları alarak geldiler. En büyüğü olan Rurik, Novgorod'da yerleşti; ikinci birader Sineus, Beloozero'da, üçüncü kardeş Truvor da İzborsk'a gitti. İşte bu Vareglere nisbetle Rus yurdu Novgorod adını aldı; Novgorodlular Vareg soyundandırlar, halbuki onlar önceleri Sloven idiler. İki yıl sonra Sineus ve biraderi Truvor öldüler. Rurik te hâkimiyeti ele aldı ve şehirleri kendi adamları arasında böldü; birine Polotsk, öbürüne Rostov, üçüncü birine de Beloozero'yu verdi'.


Vekayinâmede nakledilen bu olaylar, cereyan ettikleri tarihten 150 yıl sonra kaydedilmiş olduğundan, rivayet mahiyetini geçmemektedirler. Deniz aşırı bir memleketten "bey davet etmek,, hikâyesi ise tamamiyle epik (efsanevî) bir karakter taşımaktadır; bunun benzerini İngiliz vakanüvisi Vidukind' in eserinde de buluyoruz. Nestor vekayinâmesinde Rus Devletinin başlangıcına ait verilen bu malûmattan: Rurik ve diğer vareg-rus knezlerinin ancak mücadeleler neticesinde fin ve slav uruğları arasında hâkimiyetlerini tesise muvaffak olduklarını görmek mümkün oluyor. Nitekim, Rurik Novgorod'da yerleştikten sonra da burada Vadim adlı birisinin Vareglere karşı ayaklandığı biliniyor.


Rurik'in hangi tarihlerde Novgorod'da yerleştiği katî olarak tesbit edilemiyor. Vekayinâmede 862 yılı gösterilmişse de bunun doğruluğunu teyit edecek başka bir kaynağa malik değiliz. Bununla beraber 862 yılı Rus Devletinin başlandığı tarih olarak kabul edilmiştir. Bu devletin kurucusu olan Rurik'in 879 yılında öldüğü biliniyor.


Rus Devletinin ilk tarihî siması, Rurik'in yakın akrabası olduğu anlaşılan Oleg'dir ( İskandinavyacası - Heigi). Rurik'in oğlu îgor pek küçük olduğundan, devlet idaresini çevirmeğe Oleg memur edilmiş olmalıdır. Bu, Knez Novgorod çevresinde hüküm sürmekle kalmadı, Dnepr boyundaki Slavları da idaresi altına almak ve "Büyük ticaret yolunu,, ele geçirmek gayesiyle cenuba inmeğe başladı; Îgor de beraberinde bulunuyordu. Yukarı Dnepr'deki Smolensk ve Lübeç şehirlerini ele geçirdikten sonra Kiyef'e geldi. Burayı ellerinde tutan Askold ve Dir adlı vareg başbuğlarını 'knez soyundan değilsiniz' diye hile ile öldürttü ve Kiyef'i işgal ederek orada kaldı. Vekayinâmede nakledilen rivayete göre burası Oleg'in fevkalâde hoşuna gitmiş ve 'Kiyef, rus şehirlerinin anası olacaktır' diyerek orada kaldığı bildirilmektedir. Hakikaten, Kiyef şehrinin bulunduğu yer birçok bakımdan mühimdi; İskandinavya - Bizans ticaret yolunda bulunduğu gibi, hazar hâkimiyeti zamanında burası mühim bir ticaret ve idare merkezi mertebesine yükselmişti. Kiyef'in coğrafî mevkiinin şehrin müdafaası için de elverişli olması, Oleg'i, devletin merkezini kuzeyden güneye nakletmesinde bir âmil teşkil etmiş olabilir. Zaten, Oleg'in Kiyef'te yerleşmesiyledir ki Rus Devleti hakikaten kurulmuş sayılabilir. Bununla Rus tarihinin Kiyef devri başlamış oluyor.



Oleg'in  Bizans Seferi (907) ve Bizans'la Ticaret Uzlaşması         




Kiyef'te yerleşir yerleşmez, kendisinden ö n c e    Askold'un  yaptığı  gibi, Bizans'a bir sefer açmaya karar verdi. Kalabalık bir ordu ile (büyük kayıklara binerek)  Dnepr  boyunca hareket etti (907).  İstanbul Boğazına gelince, Vareg-Ruslar karaya çıktılar ve Bizans payitahtının etrafını yağma ettiler. Bu durum karşısında Bizanslılar, Oleg ile müzakereye girişmekten başka bir çare bulamadılar. Yağmanın durdurulması ve tekrarlanmaması için rus knezine "vergi” ödedikleri bildiriliyor. Bir de: Bizans ile Ruslar arasında ötedenberi yapılagelen ticaret, muayyen esaslara göre tanzim edildi, yani bir ticaret uzlaşması yapıldı. Bu uzlaşmanın esas itibariyle Rusların lehine olduğu anlaşılmaktadır; uzlaşmanın 912 de yenilendiği de biliniyor.


Kiyef knezinin civar memleketleri yağmadan başka, Bizans'la ekonomik münasebetlere ehemmiyet vermesi, muntazam bir ticaret anlaşması yapması onun dirayetli bir devlet adamı olduğunu açıkça gösterir. Oleg'in Bizanslılara karşı kazandığı muvaffakiyet, kendi Vareg-Rusları ve metbu slav ahalisi üzerinde derin bir tesir yapmış ve knez otoritesinin yükselmesine hizmet etmiş olmalıdır. Vekayinâmenin kayıtlarından göründüğü veçhile, Oleg'e dair şarkılar ve destanlar tertip edilmiştir. Bu destanlarda, Oleg'in İstanbul'a hücumundan bahsedilirken, "knezin gemilerini karaya çıkarıp, tekerlekler üzerinde, karadan yelkenlerle Bizans payitahtına saldırdığı "anlatılmakta, ve Oleg'in,, zaferini tebcil etmek maksadiyle kalkanını İstanbul surlarının kapısına astığı,, söylenmekte imiş. Oleg'e ahali tarafından, "akıllı, hakîm,, anlamına gelen "veşçi,, lâkabı verildiğini de öğreniyoruz. Kiyef Rusyasımn bu ilk tarihî simasının 912 de öldüğü bildiriliyor. Ondan sonra Kiyef tahtına Rurik'in oğlu Îgor geçmiştir (İskandinavyaca-lngvar).


Doğu Avrupa'ya gelen Normanların ötedenberi Volga yoluyla aşağıya inerek Hazarlar memleketi ve islâm dünyasiyle temasta bulunduğunu söylemiştik. Bu defa, îgor, büyük ganimetler kazanmak maksadiyle Hazar denizinin güney kıyılarına bir akın tertip etti. Ruslar, Hazar denizi tarikiyle ilerliyerek Bakû civarında karaya çıkmışlar ve zengin ganimet elde ettikten sonra geri dönüp gitmişlerdi; fakat Hazarların hizmetinde bulunan müslüman kıtaları (larsiye) Rusların islâm diyarında yaptıkları katliamin öcünü almak maksadiyle, Ruslara hücum ettiler ve birçoklarını öldürdüler; müslümanlardan kurtulan Ruslar bu defa Burtasların hücumuna uğradılar; ancak küçük bir kısmı irtha edilmekten kurtulabildi. Bu rus seferinin hicrî 301 de (913-914) cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Îgor, 941 de Bizansa karşı büyük bir sefer tertip etti. Ruslar İstanbul çevresini yağma ettilerse de, rus gemilerinin büyük bir kısmı Rumlar tarafından "grek ateşi,, vasıtasiyle yakıldı. İstanbul yanından koğulan Ruslar, bu defa Anadolu kıyılarına çıkarak yağmaya başladılar; Bizans'lılar buraya mühim kuvvetler göndererek Rusları koğdular; Anadolu sahillerine yapılan ilk büyük rus hücümu böylelikle defedilmiş oldu.


îgor'un bir defa daha islâm memleketlerine yağma seferi tertip ettiği biliniyor; fakat bu seferin teferruatı tesbit edilememiştir. Rus-Varegler, ihtimal, 332 hicrî (943 - 944) de Karadeniz'den hareketle Kuban nehrini takiben Şimali Kafkasya'ya gelmişler, oradan da Hazar denizine çıkmışlar, sonra Güney Kafkasyadaki Berdaa (Arran) şehrini ele geçirmişler ve etrafını yağma etmişlerdi. Ruslar, Tabaristanı da yağma ettikten sonra geri dönüp gitmişlerdi.


Îgor, Bizansa karşı muvaffakiyetsizliğe uğramış ve 945 tarihinde yenileştirilen ticaret uzlaşması, Oleg zamanındakine nisbeten, Ruslar için daha az müsaitti. îgor, iç idarede de kabiliyet gösteremedi; slav uruğlarını daimî bir baskı altında bulundurmak ve mutatdan fazla vergi toplamak istiyordu; bu yüzden Drevlyan'lar isyan çıkarmışlar ve Igor'u öldürmüşlerdir. Kendisinden sonra hayatta küçük yaşında bir oğlu, Svyatoslav kaldı. Devlet idaresini de karısı Olga ele aldı.


Kiyef Rusyası tarihinin en tanınmış simalarından biri olan Olga (Iskandinavyacası ve Rumcası - Helga) vekayinâmelerde çok cazip bir şekilde tasvir edilmiştir. Evvelâ kocasının öcünü almak için Drevlyan'Ier üzerine bir sefer açarak onları şiddetle cezalandırdığını öğreniyoruz. Bu kadının ikinci bir hususiyeti de —galiba en mühimi de budur— hıristiyanlığı kabul etmiş olmasıdır; Olga'nın bu hareketiyle Rus Yurdunda Ortodoksluğun mühim rol oynamaya başladığını görüyoruz. Olga, 957 de Bizans İmparatoru (ve meşhur tarihçi) Konstantin Porfirogennetos'u ziyaret maksadiyle İstanbul'a bir seyahat yaptı ve imparator tarafından kabul edildi. Bu münasebetle Olga'ya ait enterasan bazı kayıtlar mevcuttur. Rus vekayinâmesinde de bu seyahata ait malûmat veriliyor; İmpartorun, Olga’nın güzelliğine ve zekâsına hayran kaldığı, hatta onunla evlenmek istediği, fakat Olga'nın bu şereften kurnazlıkla kaçınmağa muvaffak olduğu» anlatılmaktadır. Olga'nın hıristiyanlığı kabulü ise Kiyef'te artık bu dinin iyice yayılmış olduğunu gösterir; aynı zamanda Kiyef Rusyasının Bizans kültür dairesi içine alındığına delâlet eder. Hıristiyanlığı kabul ederken, Yelena (Helene) adını alan Olga, Rusya'da Ortodoksluk resmi din olduktan sonra çok popüler bir şahıs olarak anılmış ve bir müddet sonra rus kilisesince azizler arasına alınmıştır.



Knez Svyatoslav Devri (965-973)




Igor'un, oğlu Svyatoslav artık  slavca bir ad taşıyordu;   bununla   vareg - rus knezlerinin, üçüncü nesilde hemen "slavlaştıkları”nı kabul  etmek doğru  olmaz; Svyatoslav,  bütün hayatı müddetince, bir vareg başbuğu olarak kalmıştı.

Svytoslav, küçük  yaştanberi "Drujina” (askerî  kıta) içinde büyümüş ve tam bir asker olarak yetişmişti; karekteri, bir vareg-rus başbuğu vasfıyle birlikte bir göçebe şefini de andırmakta idi. Sefere çıktığında kendisiyle birlikte ne ağırlık ne de tencere alırdı; eğerinin üstünde uyur, hayvan örtüsü ile örtünür, yanmış kömür üstünde at eti kızartır, yerdi. Hıristiyanlık, Kiyef'te epey terakki etmiş olmakla beraber, Svyatoslav, annesinin dahi hıristiyanlığı kabulüne bakmaksızın bu dine girmek istemedi; annesinin kendini bu dini kabule teşvik ettiği zaman, Svyatoslav'ın: "Ben tek başıma nasıl din değiştireyim? drujina (askerler) benimle alay eder,, diyerek din değiştirmeğe yanaşmadığı naklediliyor. Bu enerjik rus knezi karakteri ve görüşü itibariyle tam mânasiyle fütuhatcı bir tipti. Kiyef'te kalmak ve ara sıra Bizans'a veya islâm memleketlerine akın yapmakla iktifa etmek niyetinde değildi; hâkimiyet sahasını genişletmek, zengin memleketleri ele geçirmek istiyordu.


Svyatoslav'ın ilk seferi 964 te Vyatiç'lere karşı oldu. Bu slav uruğunun Hazarlara vergi vermekte devam ettikleri anlaşılıyor; slav zümrelerini tamamiyle hazar hâkimiyetinden çıkarmak, ve umumiyetle Azakdenizi ile Şimalî Kafkasya çevresindeki hazar hâkimiyetini kırmak için, Aşağı Don boyundaki Sarkel kalesinin alınması lâzım geliyordu. Yeni arkeolojik araştırmalar neticesinde bu kalenin Don nehrinin aşağı mecrasında, Rostov bölgesindeki Tsimlyanka çiftliğine yakın bir yerde olduğu anlaşılmıştır; Rus vekayinâmelerinde " Bela veja „ (Akhisar) diye anılan bu kalenin (835 te yapılmıştır) 965 tarihinde Svyatoslav tarafından zaptedildiği biliniyor. Kuban mansabındaki Kerç boğazına karşı ikinci bir mühim hazar kalesi olan Tamatarhan'ın da Svyatoslav tarafından zaptedilmiş olması kuvvetle muhtemeldir; galiba, burada Tmutarakan adiyle bir Rus Beyliğinin kurulması Svyatoslav'ın bu seferinin bir neticesidir. Svyatoslav'ın o senede İdil Bulgarlarının payitahtı olan Bulgar şehrile, Hazarların baş şehri olan İtil'i zaptetdiğine dair ileri sürülen iddiaların aslı olmasa gerektir.


Balkan yarımadasında Bizans İmparatorluğu Tuna, Bulgarları tarafından gittikçe artan bir tehlikeye maruz kalınca, İmparator Nikeforos II. Fokas, Svyatoslav'ı Bulgarlara karşı harbe davet etti; rus knezi bu daveti kabulle, 967 yılında Bulgaristan seferini açtı. Svyatoslav'ın drujinası (askerleri) ile birlikte, Tuna nehrini Isakçı yanından geçdiği Bulgar çarını birkaç defa yendikten sonra, Aşağı Tuna boyundaki şehirleri zaptettiği biliniyor. Rus knezi Tuna üzerindeki Pereyaslavets şehrini bilhassa beğenmiş ve burada devamlı olarak kalmak istemişti. Svyatoslav'ın bu kararını şu sözlerle ifade ettiği bildirilmektedir : ' Tuna Pereyaslavets'inde oturmak istiyorum; orası, arazimin ortasıdır; orada her nevi servet toplanır; Greklerden altın, kumaşlar, şarap ve meyva; Çekler ve Ugor (Macar) lardan gümüş ve atlar, Rusya'dan da kürkler, mum, bal ve köleler gelir.'



Fakat durum, Kiyef knezinin arzu ettiği gibi gelişmedi. Peçenekler, Svyatoslav'ın Tuna boyuna gitmesinden istifade ederek, 968 de Kiyef'e hücum ettiler ve şehri kuşattılar. Kiyef'te bulunan Olga, yardım isteyerek Svyatoslav'a haber gönderdi; knezin acele gelmesi üzerine Peçeneklerin çekilip gittikleri bildiriliyor. Svyatoslav Peçenek tehlikesi giderilince hemen Tuna boyuna dönmek istedi; fakat annesinin ölüm yatağında olması hareketini geciktirdi. Olga'nın ölümünden sonra knez hemen Bulgaristan'a gitti. Rusların Balkanlarda yerleşmek istedikleri anlaşılıyordu; bununla Bizans İmparatorluğu için yeni bir tehlike başgöstermiş oluyordu. Bu defa, İmparator loannes (Yarı) Tzimisces (Çemişgizekli) büyük bir ordu ile Svyatoslav'a karşı yürüdü; Ruslar birkaç defa yenildikten sonra Silistre kalesinde kuşatıldılar (971). Rus knezi imparatordan sulh istemek zorunda kaldı; Ruslara serbest geçiş hakkı verilerek barış aktedildi. Svyatoslav'ın Bizans imparatoru ile buluşup görüştüğü de biliniyor.


Svyatoslav'ın askerleriyle birlikte Kiyef'e dönmesine izin verilmekle beraber Bizanslılar el altından Ruslara bir tuzak hazırlamışlardı. İstanbul'dan gönderilen ajanlar vasıtasiyle Peçenekler, rus knezinin dönmekte olduğundan haber almışlardı. Svyatoslav Dnepr nehrine yaklaşınca kalabalık bir peçenek kütlesinin hücumuna uğradı; Ruslar daha ileri gidemediler ve Dnepr dirseğinde kışlamak zorunda kaldılar; bu münasebetle Rusların müthiş bir sıkıntı çektikleri biliniyor. Svyatoslav Dnepr kaynaklarını geçip Kiyef'e varmak için 973 yılı ilkbaharında harekete geçti. Fakat Peçenekler derhal Rusların etrafını sardılar ve hepsini de kılıçtan geçirdiler; Svyatoslav da ölenler arasında idi. Peçenek başbuğu Küre'nin rus knezinin kafatasından, ziyafetler esnasında kullanılmak üzere, bir içki maşrapası yaptırdığı bildiriliyor. Svyatoslav'dan önce hareket eden küçük bir rus kıtası güçlükle Kiyef'e varabildi.


Svyatoslav, Vareg - Rus devri tarihinin en kudretli simalarından biridir. Askerî ve siyasî sahadaki faaliyeti, Rusya tarihinin sonraki devirlerinde göreceğimiz fütuhatçı ve "yayılış politikasını,, güden birçok Moskova - Rus devlet adamlarına adeta bir örnek olmuştur. Rusların "şark,, (yani Hazar denizi ve Kafkaslar) ve "cenup,, (yani Balkanlar) istikametinde yayılışlarının ilk adımı bu knez tarafından atılmıştır. Bundan ötürü Svyatoslav, rus tarihçilerinin eserinde "Rus kudreti,, ve "Rus şanı,, nın bir sembolü olarak gösterilmiş, kendisine hatta "Rus İskender”i diyenler olmuştur. Fakat Svyatoslav, haddi zatında macera arayan ve ganimet peşinde koşan bir vareg başbuğundan başka bir adam değildir; kendisinin "Norman,, ananelerine tamamiyle sadık kaldığı, Kiyef şehrine ve Slavlara yabancı nazariyle baktığı, rus yurdunu ancak bir gelir kaynağı telâkki ettiği bilinmektedir. Svyatoslav bundan dolayı "millî rus-slav„ knezlerinden biri olarak sayılamaz; o, Kiyef'te yerli slav zümresini daimî bir baskı altında tutan, onlardan vergi toplayan tipik "vareg - rus„ knezlerinden biridir. Bu tip knezler ancak "faroslav ile sona erecektir.



RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak