16 Nisan 2023 Pazar

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-5

 MERVAN (685)


Dördüncü Emevi Halifesidir. Daha önceki halife Yezid'in hanımı olan Ummü Haşini tarafından, oğluna hakaret ettiği gerekçesiyle,  uyurken,  cariyeleri ile beraber üzerine çökülerek,  yüz yastığı ile boğulup öldürülmüştür.




ABDULLAH b. ZÜBEYR (692)


Cennetle müjdelenmiş on büyük sahabeden biri olan Hazreti Zübeyr ile Hazreti Ebubekir'in kızı ve Hazreti Aişe'nin kızkardeşi Hazreti Esma'nın oğlu olan Abdullah, Emevi halifesi Abdülmelik'in hilafetini kabul etmeyerek,  Mekke'de kendi hilafetini ilan etmiş, uzun mücadelelerden sonra 40 000 askerle Mekke'yi kuşatan Emevi komutanı Haccac-ı Zalim karşısında mağlup olmuş, giriştiği kahramanca mücadele sonunda şehid edilmiştir. Döneminde 50.000 erkek ve 30.000  kadının  hapishanelerde  can  verdiği rivayet edilen Haccac-ı Zalim,  Mekke'yi ele geçirdikten sonra Hazreti Abdullah'ın mübarek nâşını bir dar ağacına asıp teşhir etmiş, oğlunun cesedi yanına gelen Hazreti Esma'ya iyi davranmaya  çalışmıştır.


Büyük şehid Abdullah b. Zübeyr, son anlarında annesi ile görüştüğünde Hazreti Esma'nın söylediği sözler tarihe geçmiştir ki bunlar şöyledir:


"Oğlum! Sen kendini daha iyi bilirsin. Eğer Hak yolda olduğuna inanıyorsan ve Hakka davet ediyorsan, Hakkın yolunda ölünceye kadar diren ve Benî Umeyye çocuklarına kendini maskara etme..."


Nitekim o vakitler 70 yaşında bulanan Hazreti Abdullah, annesinin dediği gibi, teslim olmak yerine çarpışmayı tercih ederek şehadet rütbesine kavuşmuştur.





ÖMER b. ABDÜLAZİZ (720)


Emevi halifeleri arasında isminden en çok söz edilen büyük bir şahsiyettir. 683 yılında Medine'de doğmuş, iyi bir tahsil yaparak yetişmiş, 706 yılında Hicaz valiliğine getirilmiştir. O dönemde halife olan amcası Abdülmelik'in kızı Fatıma ile evlenen Ömer b. Abdülaziz 712 yılında, sekizinci Emevi halifesi olarak İslâm dünyasının başına geçmiştir.


İki yıl kadar süren hilafeti sırasında idaresi altında bulunan herkes maddî ve manevî bir rahatlama ve huzur yaşamıştır. Adaletiyle de meşhur olduğu  için  kendisine  İkinci  Ömer denilmiştir. O  ayrıca  dört  büyük  halifenin beşincisi sıfatıyla da anılmıştır. Gerek kendisi, gerekse hanımı Fatıma çok dindar, Allah'tan korkan kimselerdi. Devlet yönetiminde hiçbir hata yapmamaya gayret ediyorlardı. Onların bu adilâne siyasetleri ve Peygamberimizin sünnetine olan  bağlılıkları  etraflarındaki  fâsık ve  zalim kimselerin işine gelmemiş ve Ömer b. Abdülaziz henüz 37 yaşında  iken  zehirlenerek  şehid edilmiştir. Kabri Suriye'de, Halep ile Hama arasındaki bir köydedir.




BİLGE KAĞAN (734)


Göktürk  Devleti'nin  en  büyük  hükümdarlarından biridir. İl Teriş Kağan'ın oğlu, meşhur vezir Bilge Tonyukuk'un damadıdır.  Kardeşi Kültigin'le  beraber  devletinin  yükselişi için mücadele vermiş;  Çinlilerle bitip tükenmez savaşlara girişmiş ve milletine karşı gösterdiği büyük sevgi ve merhamet sebebiyle daima hayırla anılmıştır.

Bilge Kağan kayınpederi Tonyukuk'un öğütlerini dinleyerek akıllıca hareket eden bir hükümdardır. Şehir kurmak, Budha dinine girmek gibi bazı fikirlere kapılmışsa da Tonyukuk,  bunların Türkler için tehlikeler doğuracağını söyleyerek onu düşüncelerinden vazgeçirmiştir. 

Bilge  Kağan  kardeşi  Kültigin'le  de  çok  iyi anlaşmıştır.  Ordulara komuta ederek büyük zaferler kazanan  Kültigin  bir sefer sırasında öldürülünce tüm ülkede yas ilan etmiş, onun adına  anıtlar yaptırmıştır. Meşhur  Orhun Abideleri'nde Bilge Kağan'ın, Kültigin ve Bilge Tonyukuk'un mücadeleleri ve sözleri yazılıdır. Çinlilerle  iyi  ilişkiler geliştirmek ve aradaki savaşlara son vermek isteyen Bilge Kağan aslında onlar tarafından da sevilip sayılmakta, ince ruhlu büyük bir hükümdar olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple onun cinli bir perensesle evlenme isteği olumlu karşılanmış, fakat düğün hazırlıkları yapılırken bu  büyük hükümdar kendi yakın adamlarından  biri  tarafından,  734  yılında, zehirlenerek öldürülmüştür.




EBÛ MÜSLİM HORASÂNÎ (756)


Emevilerin yıkılışı ve Abbasilerin iktidarı ele geçirişi sırasında, unutulmaz başarı ve zaferler kazanarak İslâm tarihinin önemli simalarından biri haline gelen Ebû Müslim'in, son derece zeki, cesur, dikkatli, soğukkanlı, acımasız ve teşkilatçı bir kimse olduğu söylenmiştir. Nitekim o, Abbasilerin iktidarı için bütün hayatını ortaya koymuş, Horasan bölgesinde çok büyük bir askeri güç oluşturup Emevileri mağlup etmiş ve bağlı bulunduğu insanlara tam bir sadakatle hizmet ederek devletin en etkili kişilerinden biri haline gelmiştir. Ne var ki kazandığı güç ve iktidar, halifeleri bile gölgede bırakmaya başlayınca, öteden beri kendisine düşmanlık hissi besleyen Halife Mansur tarafından, bir çok yalan vaadler ve sözlerle Medayin Sarayı'na çağrılmış; yanındaki az sayıda askeriyle halifenin bulunduğu yere gelen ve huzuruna çıkan Ebû Müslim, orada, Mansur'un kendisine ağır hakaretler yapmaya başladığını duyunca şaşırmış ve nihayet sinirlenerek; "Ben Allah'tan başka hiç kimseden korkmuyorum!" diye bağırmıştır. Bu arada halife, ellerini birbirine çarparak odaya daha önce gizlenmiş olan adamlarına işaret vermiş ve onlar bütün şiddetleriyle Ebû Müslim üzerine çullanıp, vücudunu delik deşik etmişlerdir. Hadise 756 yılının Ocak ayında vuku bulmuştur. Cesedi bir kilime sarıldıktan sonra bir kaç gün bekletilen Ebû Müslim'in adamlarına da, onun sarayda bir süre daha istirahat edeceği, dağılmaları gerektiği söylenmiştir.


Öldürüldüğü öğrenilince bütün Horasan'da isyanlar patlak vermisse de Abbasiler zor kullanarak ve  çok kan  dökerek bu  isyanları bastırmayı başarmışlardır. Aslında kendisi de hedefine ulaşmak için büyük katliamlar gerçekleştirmiş bir asker olan  Ebû Müslim, daha sonra efsanevî bir kahraman haline getirilerek  hem Iran  ve Irak'ta, hem  de Anadolu'da anılmaya devam etmiştir.




İMAM-I AZAM EBÛ HANİFE (772)


Dört büyük mezhep imamının birincisi ve Hanefi Mezhebi'nin kurucusudur.  Hicri 80 yılında Kufe'de doğmuştur. Asıl ismi Numan, babasının ismi ise Sabit'tir. Kufe, Basra ve Mekke gibi şehirlerde ilim tahsil ederek İslâm fıkhında üstad olmuş, 40 yaşında iken hocası Hammad b.  Süleyman'ın yerine geçip ders vermeye başlamıştır. Kısa zamanda şöhreti yayılan ve yetiştirdiği talebeleriyle de adından sıkça söz ettiren büyük imam, 70 yaşlarına eriştiğinde Abbasi halifesi Mansur'un kadı olması için yaptığı teklifi kabul etmemiş, onun bütün ısrarlarına rağmen hiçbir taviz vermediği gerekçesiyle hapsedilmiş ve her gün on kırbaç vurulmak suretiyle işkenceye tabi tutulmuştur. Hapsedilişinin 15. Gününde sağlığı iyice bozulan fakat buna rağmen kararından dönmeyen imam, tahliye edilerek evine gönderilmişse de hiç kimseye fetva vermemesi istenmiştir. Zaten buna da gerek kalmamış, dünyanın en büyük şahsiyetleri arasına girmeyi hak eden İmam-ı Azam Ebû Hanife, Hicretin 150. yılında Bağdat'ta, şehid olarak yüce Rabbine kavuşmuştur. Cenazesine 50.000 kişinin katıldığı, bunlar arasında halife Mansur'un da bulunduğu rivayet edilmiştir. Kabri Bağdat'tadır.




HÂDÎ (786)


Dördüncü Abbasi Halifesidir. Annesi Hayzuran'ın devlet işlerine müdahalelerini önlemek için, onu zehirleterek öldürmeyi istemişse de;  daha  atik ve  akıllı  davranan Hayzuran ele geçirdiği bazı cariyeler aracılığıyla, oğlunu yatakta boğdurarak öldürtmüştür. Cariyeler Hadi'nin hasta olarak yatağında istirahat ettiği sırada başının üstüne oturup nefessiz bırakmışlar ve ölünceye kadar öylece durmuşlardır. Hadise 786 yılında Bağdat'ta vuku bulmuştur.



CAFER BERMEKÎ (803)


Abbasi halifelerinin en kudretlisi olarak kabul edilen Harun Reşid'in yakın dostu ve veziri idi. 

Genç yaşta olmasına rağmen zekası, bilgisi, dirayeti ve dehasıyla devletin en yüksek mevkisini işgale lâyık görülmüş, fakat bir süre sonra, çocukluk arkadaşı olan halife Harun Reşid tarafından idamına hükmedilmiştir. Bir gece yarısı saraya davet edilen Cafer, giyinip kuşandıktan sonra yanındaki görevli ile saraya ulaştığında kendisini hemen bir çadır içine sokmuşlar ve onu katletmekle vazifeli olan adam tarafından, bütün yalvarmalarına rağmen; boynu kılıçla kesilmek suretiyle öldürülmüştür. Kesik başı hemen saraya götürülüp Harun Reşid'e gösterilmiştir. Arkadaşı ve vezirinin kanlar içindeki başına bakan Harun'un çok üzülüp ağladığı da rivayet edilmiştir. Cafer Bermekî'nin idamına bir çok sebepler gösterilmekle beraber asıl mesele, Harun Reşid'in,  gittikçe büyük bir itibar kazanan Bermekî sülalesinin, ilerde kendi iktidarını sarsacağını düşünmüş olmasıdır. Buna benzer hadiseler tarihte o kadar çok yaşanmıştır ki sayılacak olsa bitmez. Ne var ki insanoğlu hadiseleri çabucak unutur ve ondan  ders çıkartmasını da bilmez. Büyüklerden birinin şu sözü ne kadar manidardır: "Saray erkanı, tıpkı yüksek bir dağa tırmanıp da sonra aniden düşen insanlara benzerler. Ne kadar yükselirlerse düşüşleri de o kadar feci olur."




EMİN  (813)


Altıncı Abbasi Halifesidir. Harun Reşid'in vefatından sonra,  merkezde bulunduğu için kendisine biat edilmiş, Horasan'da bulunan kardeşi Memun ise bir süre sonra ona itaat etmeyeceğini bildirince aralarında kavgalar başlamıştır. Üç yıl kadar süren ve ülke içinde bir çok karışıklıklara sebep olan iktidar kavgası sonunda, Me'mun'un ordusu halifeyi Bağdat'ta sıkıştırmış; o, bir kayıkla Dicle'yi geçip kurtulmak isterken rakiplerinin hücumuna uğramış, kayığı batırılmış olmasına rağmen kıyıya çıkmayı başarmışsa da yakalanıp hapsedilmiştir.

Aynı gece içinde mahpus tutulduğu hücreye giren bir kaç İranlı asker tarafından boğularak öldürülen Emin'in başı kesilerek Me'mun'a gönderilmiştir.




MÜTEVEKKİL  (861)


Onuncu Abbasi Halifesidir.  El Mu'tasım'ın oğludur. Özel muhafız birliklerini Türklerden oluşturmuş, kendisinden sonra yerine geçecek olan halife konusunda onlarla aykırı düşünce; tertip edilen bir eğlence gecesinin sabahında, muhafızlarının aniden üzerine saldırması sonucu hançer ve kılıç darbeleriyle öldürülmüştür.




MUNTASIR  (862)


On birinci Abbasi Halifesidir. Babasını öldürerek kendisinin halife olmasını sağlayan Türk birliklerini  tesirsiz  hale  getirmek ve  böylece iktidarını sağlamlaştırmak isteyen Muntasır'ın niyetleri ortaya çıkınca saraya hakim güçler, kendisinden kan alan doktorla anlaşarak, onun, zehirli  bir  neşterle  halifeyi  öldürmesini sağlamışlardır.

Muntasır öldürüldüğünde henüz 26 yaşında bulunuyordu.



MUSTAİN (866)

On ikinci Abbasi halifesidir.  Samarra'da görev yapmaktayken,  hilafet merkezini değiştirerek Bağdat'a  çekilince,  buradaki  Türk birlikleri Mu'tez'i  halife  seçip  biat ettiler.  Bağdat ve Samarra'da bulunan halifeler bir yıldan daha fazla bir süre mücadele ettikten sonra, Mustain mağlubiyeti kabul edip çekildi. Ancak Vasıt şehrine gitmek isterken, yolda Mu'tez taraftarlarınca yakalanıp öldürüldü. 866 yılında yaşanan bu olay sırasında Mustain Billah  35 yaşında bulunuyordu. Asıl ismi Ahmed'dir.




MUHTEDΠ (870)


On dördüncü Abbasi Halifesidir. Hilafet merkezini tamamen kontrol altında tutan Türk askeri birliklerinin iktidara getirdiği Mühtedi, bir süre sonra onları tesirsiz hale getirmek için faaliyetlere girişmişse  de,  tıpkı  selefleri gibi, başarılı olamamış, kaçmak istemesine rağmen yakalanıp hapsedilmiş ve bir kaç gün sonra da boğularak öldürülmüştür. Ancak bir yıl kadar hilafet makamında kalabilmişti.




HALLAC-I MANSUR (922)


Ünlü mutasavvıflardandır.  İran'da doğduğu, Basra'da yetiştiği ve genç yaşından itibaren tasavvuf mesleğine girerek kısa zamanda üne kavuştuğu bilinmektedir. Dönemin ünlü mutasavvıflarından Cüneyd – i Bağdadi ile görüştüğü ve fakat Cüneyd'in kendisine ilgi göstermediği rivayet edilmiştir.

Hallac–ı Mansur aşırıya kaçan fikir ve düşüncelerini ortaya saçınca devrin yöneticileri tarafından izlenerek yakalanmış; uzun süre hapiste yattıktan sonra hakkında Maliki kadısı tarafından verilen  "zındık"  hükmü gereğince Bağdat'ta, idam edilerek öldürülmüştür.

Mutasavvıflar arasında asırlar boyunca isminden en çok söz edilen şahıslardan biri olan Hallaç, " Ene'l-Hak "  yani "Ben Hakk'ım " sözüyle meşhur olmuştur. Bu söz âlimler nezdinde küfür telakki edilmiş, fakat bir kısım tasavvuf erbabınca savunulmaya devam edilmiştir. Hallac'ın asılmak suretiyle öldürülüşü de onun ününün yaygınlaşmasına sebep olmuştur.




MUKTEDİR (932)


On altıncı Abbasi Halifesidir. 13 yaşında iken halife yapılmış, 25 sene kadar süren hilafetinden sonra Bağdat'ta çıkan bir isyan üzerine öldürülmüştür. Muktedir'den sonra da Abbasi hanedanına mensup bir çok kişi hilafet mevkiine çıkmışsa da onlar artık eski güç ve kuvvetlerini tamamen yitirmiş durumda idiler.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

HIRİSTİYANLAŞAN TÜRKLER-1

 Hıristiyan (Nasturiler, Süryaniler), Orta Asya Türklerine, Gog ve Magog adını veriyordu. Bu isimlendirme, Tevrat ve İncil'e dayanıyordu. Bu kiliselerin, "Gog ve Magog" kavimlerini Hıristiyanlaştırmak üzere, 5. ve 6. asırlarda misyoner faaliyetlerinde bulundukları anlaşılmaktadır. Psalty'nin bu tebliğinde ve Barthold'un eserlerinde, misyoner faaliyetlerinin netice verdiği ve Hıristiyanlığın Orta Asya'da güç kazandığı iddia ediliyorsa da, bu doğru değildir.

Hıristiyan misyonerlerinin, Orta Asya'daki faaliyetleri neticesiz kalırken; Rusya'daki, Kuzey Kafkasya'daki, Hazar ülkesindeki ve Balkanlardaki çalışmaları, sonuç verici olmuş ve bazı Türk urukları ve boyları, Hıristiyanlaşmıştır. Bu vetirede (proseste), Bizans ve Rus devletinin ve kilisesinin rolü büyüktür. Asırlar sonra Osmanlı ülkesinde, Ortodoks misyonerler, Katolik ve Protestan misyonerlerle, dini propaganda işinde rekabet halinde bulunacaklardır.

Balkanlarda, çeşitli tesirler altında Hıristiyanlaşan Avar, Bulgar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak Türkleri, Bizans ve diğer devletlerin ordularında mühim hizmetler görmüşlerdir. Bizans tarafından, İranlılara, Ermenilere ve Araplara karşı, Bizans topraklarını korumak üzere Anadolu'ya geçirilip, çeşitli yerlere iskan edilen bu Hıristiyan Türkler, Anadolu'nun yerleşme tarihinde mühim roller oynamışlardır. Bunlar, Oğuz Türklerinin Anadolu'yu fethinden 4-5 asır önce buralara gelip, yurt tutmuşlardı. Toprağa yerleşme ile, uruk ve boy şuurlarını da kaybeden bu Türklerin, büsbütün Hıristiyanlık şuuruna kaymaları ve böylece milli şuurdan uzaklaşmış olmaları ihtimali vardır. Malazgirt'te Alp Arslan Ordusuna katılan Rumeli Peçenek ve Uzlarının, henüz Hıristiyanlığı iyice benimsememiş oldukları anlaşılıyor. Bu durumda olan epeyce Kuman, Peçenek, Uz askeri daha vardı. Bunların da Bizans Ordusunu terk etmelerini önlemek için, imparatorun onlara, Türk töresine uygun biçimde and içirdiğini ve bu yeminin de başarılı sonuçlar verdiğini, Bizans tarihlerinden öğreniyoruz. Bunların çoğu sonradan Müslüman olmuştur. Olmayanların, Hıristiyanlık inanç ve şuurunu takviye için, Yirminci Yüzyılın başlarına kadar, şaşırtıcı bir misyoner faaliyeti gösterilmiştir.

Türk uruklarının, milli şuur yerine, kabile şuuruna sahip olmaları, Bizans Devletinin çok işine gelmiş, asırlarca bu Türkleri birbirine düşman etmiş, birbirine kırdırmıştır. Rusya da, aynı metoddan bugün Orta Asya'da faydalanmaktadır. Bizans; Türkleri birbirine düşürüp, perişan ettikten sonra, onları esir alıyor, Hıristiyanlaştırıyor ve Balkanlara ve Anadolu'ya yerleştiriyordu.

 

Birçok Türk, Hıristiyan olup, yerleştikten sonra; kendilerini, Müslüman Türklerden çok, Rum ve Ermenilere daha yakın hissetmiş olmalıdırlar. Balkanlardan Anadolu'ya gelen Türkler arasında, Bulgar, Avar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak urukları vardı ve On ikinci Asırlarda, pek kalabalık Hıristiyan Kuman (Kıpçak) Kuzey Kafkasya'ya, Gürcistan'a, Doğu Karadeniz'e ve Doğuya yerleştiği biliniyor. Demek ki, Anadolu'ya hem Kafkasya'dan hem de Rumeli'den Hıristiyan Türk nüfusu gelip yerleşmiştir.

Bazı kaynaklarda bu Türklerin zahiri olduğu, sığ olduğu, sözde olduğu; onların aslında Kamlık (Şamanlık) dininin inançlarına bağlı kaldıkları da, Hıristiyan dinine eğreti bir bağlanış bile, Türklerin zamanla Rum ve Ermeni tesiri altına girmelerine bu cemaatler yol açmıştır.

Bunu temin adı geçen kilisenin hummalı faaliyeti görülmüştür.


Bulgar Türkleri:


Tarihçiler ve bazı kimselerden ibaret dar bir zümrenin dışında, bu terimi yadırgamayacak kimse yoktur. Bugün Balkanlar'da yaşayan bir Slav kendisine kavim adı olarak "Bulgar" kelimesini seçmiş olması ve oturduğu topraklara "Bulgarya, Bulgaristan" demesi, bu karışıklığın ve yadırgamanın. Nüfus bakımından fazla kalabalık olmayan Bulgar Türkleri, Bultan'da devlet kurmuş fakat zamanla Hıristiyanlığı kabul ederek, kalabalık Slav kütleleri arasında eriyip gitmişlerdir. Bulgar Türklüğünden kala kala bir isim kalmış ve bazı maddi ve manevi kültür unsurları varlığını devam ettirebilmiştir. MeseIa, yoğurt ve ayran yapımı, bu kültür miraslarından ikisidir. Birde, Bulgaristan'a gelen yabancı devlet büyüklerine, "tuz ve ekmek" sunulması, eski Türk Adetleri ile ilgili olmalıdır. Onun dışında her şey Slavdır; sadece adı kalmış olan Bulgarya'da, Türklüğün, Hıristiyan Slav denizi içinde boğuluşu vardır. Anadolu'daki, İdil'deki ve Kuzey Kafkasya'daki Bulgar Türkleri ise, bu türlü, bir erimeden büyük çapta kendilerini koruyabilmiş; Müslüman Türkler olarak milli benlikleri ile yaşayagelmişlerdir.


Bulgarların, Türk soyundan geldiklerine, İslam aleminin artık şüphesi kalmamıştır. Burada, Slavlaşmamış, Hıristiyan kavimler içinde erimemiş olan Bulgar Türklerini kastettiğimizi bir kere daha belirtelim. Bulgarların Türklüğü apaçık ortadadır. "Bunun delili, yakında bulunan arkeolojik kalıntılar ve Proto-Bulgar dili kalıntıları ile idil Bulgarlarına ait mezar taşlarındaki kitabelerdir. Orta Asya Türklerin'in, mezarlar üzerine heykel dikme geleneği, daha Vll. asırda Türk Bulgarları vasıtasıyle Balkanlara kadar gelmişti. Cenubi Rusya' dan başlayıp Orta Asya'ya doğru uzayan bu Kuman heykellerinin Türklere ait olmadığına dair Radloff'un iddiaları Barthold'un delileri ile bertaraf edilmiştir.


Bulgarların aslı, Onogur'lara çıkar. Onogur, "on kabile" demektir. Ogur boylarının en kalabalığı olan Onogur'lar, Miladın başlarında Sibirya'ya yerleşerek, idil boylarına kadar yayıldılar. II. ve III. asırlarda Hunlarla karıştılar. 460'lardan (Attila'nın devleti yıkıldıktan) sonra, Hunların kalanları da bu kitleye katıldı. Bu karışmadan ötürü, Onogur'lara, "karışık" manasında "Bulgar" denildi. "Karışmak" demek olan "Bulgamak"tan türetilmiş bir uruk adıdır. Kırım'da, Kefe'nin kuzeyindeki bir ırmağın adının "Bolgamak" lrmağı oluşu da, konumuz bakımından manalıdır.



"Ogur'lar, Oğuz'ların kardeşleridir". Onogur'ların ve eski Bulgar'ların Türklüğünü, Bizans tarihçileri bile kabul ediyor. Tarihçiler, Slavlaşmış Bulgarlardan Türk Bulgarlarını ayırt edebilmek için, ikincilere, "idil Bulgarı", “Türk Bulgarlar", “Bulgar Türkleri", "Proto-Bulgarlar" adını vermektedirler.


Diğer Türk urukları gibi, Bulgar Türkleri de ikili içtimai teşkilata sahip idiler. "Utigur" ve "Kutrigur" adıyla sağ ve sol kollara ayrılmışlardı. Utigur'lar, Kuban çevresinde yerleşmişlerdi. Bunların soyundan gelen idil Bulgar'larının hanı, Şelkej oğlu "Almuş Han", 900 yılında Müslümanlığı kabul etmişti. Müslümanlığı ilk kabul eden Türk devleti, bu, idil Bulgarları devletidir. Bugünkü Kazan bölgesinde, birçok şehirler (Bulgar, Suvar, Kazan vs. şehirler) kurmuş, ileri bir kültür seviyesine ulaşmışlardır. Göktürkler önünden kaçan Avarlar, Bulgarların yerlerini terk etmelerine sebep oldu. Kafkas dağlarına sığınan Utigur' lara, "Kara-Bulgar" denmiştir.



Bizans Devleti, Türk uruklarını ya imparatorluğunun hizmetine alıyor veya birbirlerine düşman ediyordu. Utigurlarla Kutrigurları da birbirine düşman edip çarpıştırdı. "Nitekim imparator Zenon, 482 yılında Tuna kıyılarına yakın bir yerde bulunan Kutrigur Bulgarlarından bir kısmını hizmete almıştı. Bu münasebetle Bizans Kroniklerinde ilk defa 'Bulgar' adı zikredilmiştir.


Bulgar Türklerinin her iki kolu da, Gök Türk hakimiyeti altında idi. Başlarında, Gök-Türk hakanlarının soyundan gelen hanlar vardı. Kutrigur'ların başında "Dulu" sülalesinden Organa (Orhan?) vardı. 659'da Batı Gök-Türk Devleti yıkılıp, Çin hakimiyeti altına girince, Orhan'ın oğlu Kubrat kendisini han ilan etti. Utrigur'lar, onlara tabi olmak istemedi ve mücadele ettiler.


"Dokuz Ogur" manasına gelen, "Kutrigur" veya "Kuturgur" Türklerinin kurduğu, Proto-Bulgar Devletinin teşkilatı, diğer Türk devletlerinin teşkilatına benziyordu. Dokuzuncu Yüzyılın sonuna kadar, Türk olarak kaldılar. Eski Türk dinine sahip idiler. İmparator II. Justinianus, ordusundaki pek çok Türk askerinin yardımı ile, 685'te "Terbel Hanı" yenebilmişti. Buna karşılık, Kurum Han, 811 yılında Bizans Ordusunu büyük bir yenilgiye uğratmıştı. Oğlu Omurtag Han (814-831 ), büyük şehirler kurmuş, saraylar ve çeşitli eserler yaptırmıştır. "Melemir Han", "kardeşi Nravdta'yı, Hıristiyanlığa temayülü olduğu için öldürtmüştü". Buna rağmen, kendisi de 'bir Hıristiyan unvanı kullanıyordu. Orhan, Kurt, Kurum, Omurtag gibi adları bırakıp. Hıristiyan adları veya unvanları almaya başlamaları, erimenin ilk işaretleridir. Daha sonra (870'lerde) Hıristiyanlığı kabul edip, iyice eriyeceklerdir. Bu tarihten sonra, Slavlaşma başlayacak ve Türklük kaybolacaktır.


İdil bölgesi Utrigur Bulgarları ise, kitleler halinde Müslüman olup, Türklüklerini koruyabilmiştir. Müslüman olan boylar ve oymaklar arasında, beş bin kişilik "Barancer" boyu da vardı. lbn Fazlan, onlara namaz sürelerini öğrettiğini yazıyor. Müslümanlığı kabul eden, İdil Bulgar hanlarından Şelkey Yaltavar (lltabar) oğlu Almuş Yaltavar (lltabar)ın yeni adı, "Cafer bin Abdullah" olmuştur. Balkanlardaki Bulgarlar, Hıristiyan olup isim değiştirmiştir; ldil'deki Bulgarlar da Müslüman olup isim değiştirmiştir. Birincilerde Türklükten eser kalmamış; ikincilerde Türklük, Müslümanlıkla pek güzel uyuşmuştur. Aynı şeyleri Anadolu'da da göreceğiz.


Miladi 800'lerden sonra, Bulgarlar arasında Hıristiyanlık görülmeğe ve Slav dili hakim dil olmağa başladı. Sonunda, Kağan Boris, Hıristiyan oldu ve Bulgar halkı, bir asır halinde, Slavca konuşan Hıristiyan bir millet haline geldi. Rusya'nın İdiI Bölgesindeki Bulgarlar ise tamamen Müslüman olmuştu. Bugün, Kazan'daki Tatarlar ve Kafkasya'daki Balkar'lar bunların soyundan gelmektedir. 



HIRİSTİYANLAŞAN TÜRKLER

Prof. Dr. Mehmet EROZ

15 Nisan 2023 Cumartesi

ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 1077 – 1308

 


ALAEDDİN KEYKUBAT I.


Sultan Birinci Keykavus'un ölümü üzerine devlet büyükleri bir toplantı yaptılar. Hangi şehzadeyi tahta geçireceklerini görüştüler. Birisi Kılçaslan'ın oğlu Tuğrul Şah'ı, diğer birisi de, Keyhusrev'in oğlu Keyferidun'un tahta geçirilmesini istediler. Fakat Beylerbeyi Seyfettin Aybey ve Beramşah, Saltanat tahtına en layık Alaeddin Keykubat'ın oğlunu söyleyerek kabul ettirdiler. Bu zaman Seyfettin Aybey söz alarak şunu söyledi:


Alaeddin'i almağa ben gitmek istiyorum. Çünkü onu Minşar kalesine ben götürmüştüm. Belki kalbinde bana karşı bir kini vardır. Bu sebeple onu Saltanat tahtına davet ödevini ben göreyim. Hayatımdan aman dileyim, dedi. Dileği kabul edildi. Birinci Keykavus'un yüzüğü ile mendilini ölüm nişanesi olarak aldı. Yanına bir kaç atlı daha alarak yola düzüldü. Alaeddin Keykubat'ı Minşar Kalesi'nden alıp (Kızarpirit) Kalesi'ne hapsetmişlerdi.

Alaeddin o gece bir rüya görmüştü. Rüyasında yüzü nurlu bir adam yanına gelerek ayaklarının bağını çözüp kendisini koltuğundan tutarak iri bir katıra bindirmişti. O anda Alaeddin uyandı. Derhal sabah namazına durdu. Namazdan sonra kaleye doğru bir atlı kafilesinin geldiğini görünce içine bir korku girdi.

Kale Bekçisine:

 

Eyvah, beni öldürmeğe geliyorlar. Onları biraz oyala da canıma veda etmeden önce iki rekat namaz kılayım, dedi.


Seyfettin Aybey kapıya geldi.

Bekçi:

Buraya niçin geldiniz? dedi. Aybey:


Verilen söz yerine getirildi. Sultan öldü. Yerine Alaeddin Sultan seçildi.


Bekçi sevinerek yukarıya çıkıp meseleyi anlattı. İçeri girmelerine müsaade edildi. Seyfeddin Aybey bir er'le beraber içeri girdi. Derhal kılıcını belinden çıkarıp er'e teslim etti. Alaeddin'in odasına girdi ve yere kapandı. Yanında taşıdığı bir kefeni boynuna sardı. Kılıcını er'den alıp Alaeddin'in önüne koydu.



Ferman efendimizindir. Boynum kıldan incedir! dedi.


Korku içinde bulunan Alaeddin'in yüreği ferahladı. Kendisini bu kaleye getiren adama :


Seni affettim. And içerim ki sana bir şey yapmıyacağım: Diye söz verdi. Seyfeddin getirdiği siyaha boyanmış mendil ile yüzüğü gösterdi. Sonra da Sultanların giydiği kaftanı takdim etti. Sonra:


Kardeşinizin ruhu yerden göğe yükseldi. Saltanat size geçti. Devlet büyükleri tahtı size layık gördüler. Hemen ata atlayıp yola çıkalım dedi; Alaeddin:


Yarabbi bana Taç ve Saltanat verdiğin için sana şükrederim dedikten sonra hazırlandı.


Atına atlayıp sür'atle yola düzüldü. Seher vakti Sivas'a geldiler. Devlet büyükleri yeni Sultanı karşıladılar. Onu kardeşinin tabutu başına götürdüler. Onun yüzünü açıp gösterdiler. Ondan sonra biat için salona getirip tahta oturttular. Çavuşlar yerlerini aldılar. Seyfeddin ortaya gelerek:


Sultan Keykavus Tanrı Rahmetine kavuştu ve tabutunda yerini aldı. Yerine kardeşi Sultan Alaeddin Keykubat mutluluk saçan varlığı ile cihanı aydınlattı. Sultanlığı kutlu olsun! dedi.


Herkes yeni Sultana biat etti.


Sultan Alaeddin matem alameti olmak üzere beyaz atlas elbise giydi. Üç gün matem tutuldu. Dördüncü gün matem eğlenceye çevrildi. Büyük tören Oğuz töresine göre yapıldı. Sofralar kurulup, yenildi ve içildi.


Sultan Alaeddin Dokuzuncu hükümdar olarak Sivas'ta 1220 tarihinde tahta çıktı. Saltanat sürmeğe pek hevesli olan Alaeddin Sivas'tan Konya'ya gitmeğe hazırlandı. Büyük bir alayla Konya'ya doğru yola çıktı. Gedük mevkiinde Sultan'a bir ziyafet verdiler. Bu sırada Kayserililer de hazırlandılar. Şehir dışına seyyar köşkler ve tahterevanlar yaptılar. Sultan Saltanat bayrağı ile görülünce halk yerlere kapandı. Sonra elini öptüler. Büyük törenle Kayseri'ye girdi.  Birinci Alaeddin'in başına altınlar serptiler. Bir kaç gün sonra Kayseri'den Aksaray'a geldi. Üç gün de Aksaray'da kaldıktan sonra Konya'ya yollandı. Konyalılar yeni Sultanları için beşyüz seyyar, üç yüze yakın sabit köşk ve tahterevanlar yaptılar. Sultanın alayını görünce halk onu alkış tufanına tuttu. Alaeddin Saltanat çetiri olan Şemsiye şeklindeki güneşliğin altında ilerliyor; iki kanatlı Kartallı Hükümdarlık sancağı da dalgalanıyordu. Başına büyük burmalı bir kavuk, üzerine de incili kaftan giymiş olan Birinci Sultan Alaeddin Keykubat gözlerini Konya kalesine dikmiş, ilerliyordu. Bu ihtişamı Takkelidağ seyrediyor; Meram bağlarından esen rüzgar sancakları dalgalandırıyordu. Arkadan beşyüz çavuş yüzyirmi er ellerinde işlemeli kılıçlar taşıyan yiğit bakışlı sancakdarlar olduğu halde şehre girdiler. Emir Çaşniğir Sultanın atının dizginini tutmuştu. Sultanı gören halk:



  - Yarabbi onu senin rızana layık kıl, yüzümüzü güldür. Diye niyaz ediyorlardı. Alaeddin bu şekilde törenle sarayına girip şu niyazda bulundu:


- Yarabbi bana mülk verdin. Bana verdiğin nimetlere şükretmek için muvaffakiyet ihsat et.


Sultan Alaeddin can ve gönüllere yerleşti. Akşamüzeri sarayda sofralar kuruldu, kudüm ve ney sesleri gönüllere neşe saçtı. Bütün gece eğlenildi. Halk ta şenlikler yaptı. Sultan Alaeddin Keykubat halkın sevinç gözyaşları içinde tahta geçmiş oldu.


ALAEDDİN'İN GENÇLİĞİ



Anadolu Selçuklu devletinin en yüksek devrini Birinci Sultan Alaeddin Keykubat yaşadı. Kendisi de devrinin en değerli bir şahsiyeti oldu. Anadolu onun zamanında Türk uygarlığı ile bezendi. Anadolu sanat eserleri ile doldu.


Sultan Alaeddin 1192 tarihinde Konya'da doğmuştur. Babası Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev'dir. Okumasını özel öğretmenlerden öğrendi. Çok zeki bir çocuktu. Şehzadeliği zamanında babası Keyhüsrev'le Bizans'a gitmişti. İmparator onları büyük bir odaya yerleştirmişti. Sultan Rükneddin Süleyman'ın ölümü üzerine baba oğul bir kayığa binerek Yalova'ya çıktılar. Oradan İznik yoluyla Konyaya geldiler. Bu şekilde bir gurbet hayatı yaşamıştı. Babası, Alaeddin'i Tokat Valiliği'ne tayin etti. Babası Bizanslı'larla savaşırken harp meydanında şehit edilince, yerine Alaeddin'in kardeşi İzzettin Keykavus'u çıkardılar. Alaeddin kardeşi ile saltanat kavgasına giriştiyse de muvaffak olamayıp Ankara kalesine sığındı. Kale içinde bir cami yaptırdı. Buradan onu Minşar Kalesine sürdüler. Burada bir hapis hayatı yaşadıktan sonra 28 yaşında tahta geçti. Devlete ettiği hizmetlerden dolayı ona (Büyük Sultan) dediler. O tahta çıkınca bütün Anadolu Beyleri Konya'ya gelerek onun emrine girdiler. Sultan Alaeddin 1220 tarihinden 1237 yılına kadar 17 yıl 5 ay saltanat sürdü. Alaeddin Keykubat gençliğinden beri Sultanların tarihlerini, onların ahlaki vecibelerini çok okurdu. Ayni zamanda edebiyata meraklı olup şiirler yazardı. Türk Sultanlarından (Gazneli Mahmut) u çok sever, onun gibi olmak isterdi. Nizamül-Mülk'ün Siyasetname adlı eserini de bir kaç defa okumuştu. Minşar Kalesinde iken bu gibi eserleri okuyup kendini yetiştirmişti. Güzel ok atar, cirit oynardı. Bununla beraber marangozluk, oymacılık, saraçlık sanatlarını iyi bilirdi. Güzel de resim yapardı. Mimarlığa da merakı vardı. Boş zamanlarında tavla ve satranç oynardı. Alimleri sever onlara saygı gösterirdi. Alaeddin tahta çıktıktan bir müddet sonra Bağdat'da oturan Abbasi Halifesi (Mustasım Billah) Alaeddin'e hükümdarlık alameti olan kılıç, yüzük, hilat ve Bağdat'ta sarılmış bir kavuk bir de nalları altınlı bir binek atı gönderdi. Gönderdiği menşurda da (Nasuriddin Sultan-ül azam) unvanını verdi. Halk da ona (Uluğ Keykubad) derdi.


Sultan Alaeddin'e bu hediyeleri devrin şeyhlerinden olan (Şeyh Şahabettin Sühreverdi) ile gönderdi. Şeyhin Konya'ya gelmekte olduğunu haber alan sultan onu karşılamak üzere Saray adamlarını Aksaray'a gönderdi. Zincirli mevkiinde Şeyhi kadılar, şeyhler, imamlar ve şehir eşrafı karşıladılar. Alaeddin de Konya'da bir askeri müfreze ile şeyhi karşıladı. Şeyh ile göz göze gelince hayretler içinde kaldı. Kalede hapis iken rüyasında gördüğü adam bu idi. Derhal atından inerek şeyh Sühreverdi'yi kucakladı. Beraberce saraya geldiler. Şeyh halifenin gönderdiği hediyeleri takdim ettikten sonra hilatı giydirdi. Kavuğu da başına koydu. Adet üzre bir çubukla sırtına dört defa vurdu. Akşam da şeyhlere ziyafet verildi. Sultan Alaeddin'de Halifeye beşbin altın gönderdi. Artık Sultan Alaeddin Keykubat devlet işleriyle meşgül olmaya başladı.


ALANYA'NIN FETHİ


Sultan Alaeddin yazlarını Antalya'da geçirirdi. O denizi severdi. Akdeniz ticaretinin devleti zengin bir hale sokacağına inanmıştı. Sinop'un fethi ile de Karadeniz ticaret yollarına sahip olunmuştu. Antalya; Akdeniz'e açılan bir pencere idi. Fakat donanmanın barınmasını sağlayan bir Akdeniz incisi daha vardı. O da Alanya idi. Sultan Alaeddin burayı almaya karar verdi. Bu uğurda harbi de göze aldı. Bir gün yanındakilere:

- Bize gönül okşayan saz alemlerinden ziyade, cenk meydanlarında at koşturmak yakışır.


Diye cenk meydanına atılmayı arzuladı.


Sultanın gayesi (Galonoros) Kalesini fethetmekti. Bu kale bugünkü Alanya kasabası idi. Bu kale bir korsan yatağı idi. Akdeniz'deki ticaret gemilerini soyuyorlardı. Gemilerini gizleyecek kıyılarda mağaralar da vardı. Bu deniz mağaralarının içindeki suların dibi mavi renkte ışıl ışıl yanmakta idi. Alanya'nın bir tepe üzerine kurulmuş kalesi pek muhteşemdi. Tamamen Akdeniz yollarına hakimdi. Sultan Alaeddin bu kalenin alınması için hazırlığa başladı. Uçbeylerine asker toplamaları için fermanlar gönderdi. On gün içinde muntazam bir ordu hazırlandı. Ordusunu üç kola ayırdı. Birinci kol karadan kaleyi kuşatacak. İkinci kol da denizden saracak. Üçüncü kol ise, denizciler gemilerle limanı tutacaktı. Kale deniz tarafından pek yalçın ve ruhlara korku verecek bir şekilde idi. Bu kayalar çok dik ve denize sert olarak iniyor. Yalçın kayaların yüksekliği 250 metre kadar. Bu kayalara kurulmuş kale surunun çevresi 8,5 kilometredir. Üç kale iç-içedir. Bundan sonra kaleler çepe çevre tepeyi dolanıyor ve 140 burcu olup, içi geniş bir alandır. İçinde 400 sarnıç ile bir de kilise vardı. Kara tarafından ise bu yüksek dağın sırtına tırmanmak lazım geliyordu. Kale pek heybelti manzara teşkil ediyordu. Kale duvarlarını yıkmak için mancınıklar kuruldu. Alanya'nın tekfuru ise (Kirfard) adında birisi idi. Selçuk ordusu tarafından kalenin sarıldığını görünce Kirfard dedi ki :


Bu manzara bana yıllar yılı sahip olduğum bu kaleden ayrı düşeceğimi bildiriyor. Bu hisarın burçlarını güneş bile zor aşarken Şah Keykübat'ın rüzgar gibi geçeceğine inandım. Bunun için sabır zırhımı giymekten başka çare yok. Şimdilik kader kapısını bekliyorum. Dedi.

Ertesi gün lacivert kulübe üzerinde Sultanın kırmızı bayrakları dalgalanmağa başladı. Selçuk askerleri ok ata ata, kol kol dağa çıkmaya başladılar. Uçan kartallar, sıçrayan kaplanlar gibi dalgalar halinde kayalara tırmanıyorlardı. Karşı taraf ta ok atarak Selçukluları kırıyordu. Kalenin kara tarafını 100 mancınık ile sardılar. Her gün hücum devam ediyordu. Kuşatma tam iki ay sürdü. Türklerin Alanya kalesini almağa azmettiklerini anlayan kale takfuru Kirfard kaleyi teslime razı oldu. Bir elçi göndererek canına aman verilmek suretiyle kaleyi teslim edeceğini bildirdi. Sultan Alaeddin bu teklifi kabul etti. Tekfur kızlarından birini Sultan'a verdi. Bu kıza (Mahperi Sultan) adı verildi. Kirfard kapıları açtı. Selçuk askerleri zafer türküleri söyleyerek içeri girdiler. Anadolu'da bu kale gibi sağlam ve heybetlisi ve alınması zor olanı yoktu. Göğe baş uzatmış bu muhteşem kale Türklerin yurduna katıldı (5 Ocak 1223). Sultan Alaeddin kendi adını bu şehre verdi. Adı (Alaiye) oldu. Şimdi de Alanya adını aldı.


Tekfur'a Akşehir beyliği menşuru ile beş köyün mülkiyeti verildi. Alaeddin ertesi gün kaleye çıkıp oradan Akdeniz'i seyretti. Bu manzaranın yeryüzünde eşi yoktur. Sultan Alaeddin ellerini kaldırarak:


Kulunu muzaffer kılan Tanrıya hamdolsun. Dedi. Sultan Alaeddin'in emriyle kalenin deniz tarafına (Kızıl kule) denilen pek heybetli bir kale yapıldı. Bu kaleyi Mimar (Ebu Ali) yaptı. Kızıl Kule Selçuk Mimarisinin bir şaheseridir. On iki yılda tamamlanmıştır. Bütün güzelliği ve yeniliği ile ayaktadır.


Turistler hayretlerle bu kuleyi seyretmektedirler. Sultan Alaeddin ayrıca Alanya şehrinde bir de tersane kurmuş, burada gemiler yaptırmıştı. Bu tersane de aynen durmaktadır. Sultan Alaeddin kalede bir de cami yaptırmıştır. Kale içinde büyük bir bedesten bir de türbe bulunmaktadır. Kale içine Türkler yerleştirildi. Akdeniz'in verimli incisi bu suretle fethedilmiştir. Bugün muzlariyle meşhurdur. Birinci Alaeddin Keykübat Alanya'yı fethettikten sonra ordusuyle Antalya'ya doğru yollandı. Manavgat şelalesine gitti. Yolda (Alara) kalesi gözüne ilişti. Bu kaleyi de alıp Antalya'ya gitti. Kışı burada geçirdi. Yolda (Side) ve Aspandos harabelerini gezdi. Bundan sonra Konya ve Sivas kalelerini temellerinden yıktırarak yeniden yaptırdı. Daha sonra (Kahta) kalesini ve (Çimişkezek) alındı.


 

RUS SEFERİ


Sultan Alaeddin Keykubat fetihleriyle Anadolunun asayişini sağlamıştı. Herkes huzur içinde işiyle meşgul olmakta idi. Sultan Alaeddin'in en önem verdiği ticaretti. Devletin zenginliğini, Asya ticaret yollarının Anadolu'dan geçerek Akdeniz'e inmesinde bulmuştu. Sinop ve Alanya bu maksatla fetholunmuştu. Kara ticaret yolları Hazer boylarından Kırım'a, Kıpçak eline, buradan da Sinop'a, buradan da Alanya'ya gidiyordu. Bu ticaret yolundan Türk tüccarları faydalanıyorlardı. Fakat Türk ticaretine Kırım'da Ruslar, Akdeniz'de ise Venedik ve bilhassa Rumlar mani oluyorlar, Türk tüccarlarını soyuyorlardı. Akdeniz'de Rumlar tarafından soyulan Türk tüccarları huzura gelerek şikayette bulunuyorlardı.


Tüccarlar:


Antalya'dan malımızı bir gemiye yüklemiştik. Deniz yolu ile giderken karşımıza Rum korsanları çıkıp bizi soydular.

Sultan Alaeddin yerinden fırlayıp hiddetle:


Rumu ezmezsen o seni ezer! dedikten sonra sözlerine devamla:


Biz o milletleri, yüksek merhamet ve şefkatimizle emniyet ve huzur içinde yaşattık. Rumlar budalalıklarından bu nimetin kadrini bilemiyorlar. Can ve mallarını tehlikeye sokuyorlar. Bu şaşkın sapıklara ders verecek kuvvetteyiz dedi. Derhal üzerlerine bir kuvvet gönderdi. Bundan sonra bir tüccar grubu daha huzura gelerek onlar da:


Biz Türk Tüccarları gece gündüz demeyip rızkımız için ticaret yoluna girdik. Mallarımızla Rus milleti diyarından Kırım'a yollanmıştık. Yolumuzu Rus eşkiyaları keserek bütün mallarımızı yağma ettiler.


Sultan Alaeddin bu olaya da kızdı:


Bu başıboş insan sürüsü bizim dehşetimizden habersiz yaşıyorlar. Onlara da bir ders vermek lazım geliyor. Bu diyara da bir sefer açalım dedi. Divanında hazır bulunan komutanlardan (Hüsameddin Emir Çoban'a) bir ordu hazırlayıp Moskof diyarına gitmesine emir verdi. Komutanlardan (Ertakuş'a) da Rumları yola getirmesini emretti. Selçuk ordusu gemilere bindirilerek Kırım Yarımadasına çıkarıldı. Ordunun Karaya çıktığını gören Kıpçaklılar Emir Çoban'a bir elçi gönderdiler. Elçi dediki:


Sultan'ın fermanına boyun eğmiştik. Böyle sayısız bir orduyu bu diyara neden gönderdi. Sebebini anlayamadık. Vergi istiyorsa verelim. Şayet Ruslara karşı sefer açılacaksa biz de size yardım edelim. Kılıç kılıca döğüşelim.


Hayret ve korkularını bildirdiler. Bundan sonra Kıpçak Emiri adamlariyle ayrıca şu teklifte bulundu:


Nal akçesi olarak 50.000 altın verelim.


Emir Çoban buna kızarak:


Ben orduyu savaş pazarından bu kadar ucuza geri döndermeğe gelmedim diyerek red cevabı verdi. Rusları, Suğdak, Kıpçak ve Hazer Denizi boylarından atmak için ordularını hazırladılar. Her iki taraf saf tuttular. Davullar vuruldu. Meydan inledi. Emir Çoban Rusların üzerine hücum emrini verdi.


Doğan güneş tirşe renkli perdeyi yırtıp belirdiği bir anda her iki taraf savaşı kabul ettiler. Rusların komutanları:

Zırhlarımızı tenimize kefen yerine kuşandık. Onlarla gücümüz yettiği kadar çarpışacağız. İleri!.. emrini verdi. Selçuk Askerleri de yalın kılıç taarruza geçti. Sabahtan geceye kadar nice canlar cesedlerinden ayrıldı, binlerce kılıç ve mızraklarla Rus'ların damarlarındaki kanlar yere boşaldı. Bu lacivert sahne içinde sararmış yapraklar gibi ölüme kavuşmuşlardı. Ay çıkıp bu kan deryasına solgun ışıklarını serptiği zaman savaş durmuş yorgun askerler çadırlarına çekilmişlerdi. Ruslar bitkin ve perişan bir halde savaş meydanını terk ettiler.


Ertesi gün sabah rüzgarı bayrakları dalgalandırırken Selçuk ordusu bu defa Kıpçakların üzerine hücuma kalktı. Emir Çoban önde, yiğitleri onu takip ediyordu. Kısa bir zamanda kılıçlar işleyerek Kıpçakların da kanları arık toprağı ıslattı. Bir anda bozulan kıpçaklar atlarını geriye sürerek kaçtılar. Selçuklular Rus savaşında muzaffer olmuş, ordu bayrakları yüce göklere yükselmişti (1227 ) . Selçuk ordusu bu yıl Kırım'da kaldı. Azak Denizi kıyısında Suğdak üzerine yürüdü. Suğdaklı'lar kalelerine sığındılar. Kale kuşatılınca aman dediler. Vergi verilmek suretiyle barış yapıldı. Kale Selçuklulara teslim edilerek içine asker yerleştirildi. Burada bir de cami yaptırıldı. Ruslar Emir Çoban'a bir elçi gönderip barış ve dostluk dilediler. Ayrıca bir çok hediyeler ve 20.000 de altın gönderdiler. Elçi, Sultan Alaeddin'in ömrü bin yıl olsun düşmanın bin olduğunu bilmeden savaştık. Kıpçaklar yüzünden bu kadar kan döküldü. Şimdi başımızı Sultana çevirdik. Dost olalım dedi. Emir Çoban da Rusları haraca bağlayıp bu dostluğu kabul etti. Orta Asyadan gelen ticaret yolları Türklerin eline geçmiş oldu. Boğazlar Bizans'ın elinde olduğundan bu yol Sinop ve Alanya'dan geçti. Emir Çoban bir yıl Kırım'da kaldıktan sonra çok ganimetlerle deniz yolundan Sinop'a çıktı. (1228)


GÜNEY ANADOLU'NUN FETHİ


Sultan Alaeddin Keykubat Anadolu'nun birliğini kurmak için çok çalıştı. Emir Çoban Kırım'da savaşırken (Emir Çavlı) ve (Ertakuş) da Güney Anadolu'nun fethi ile meşgul oldular. Adana Bölgesi Ermenilerin elinde idi. Emir Çavlı kuvvetlerini alarak Toroslar'a doğru ilerledi. Dağların üzerinde birçok kalelere rastgeldi. Bunları teker teker aldı. Karşılarına ( Cincin) kalesi çıktı. Bu kale pek sağlamdı. Ermeni kralı (Hatum) bir ordu ile Türklerin üzerine saldırdı. Çavlı bey kuvvetleri hücuma kalktılar. Askerler kükremiş aslanlar gibi coşup köpürmeğe başladılar. Dağların sırtında bayraklardan bir gülistan doğmuştu. Kılıçlar işlemeğe başladı. Vuruşma arzusu gönülleri sardı. Her taraf kıyamet gününe döndü. Ermeniler geri dönüp kaçtılar. Kralları dağdan dağa kaçarak canını kurtarabildi. Düşmandan birçok esir alındı. Kaleler de ele geçti. Ermenistan Krallığı Selçuklu İmparatorluğuna bağlandı.

Çavlı Bey, Adana bölgesinde savaşırken Ertakuş Bey de Alanya'dan kalkarak göklere baş uzatmış üzeri çam ormanlariyle kaplı Toros Dağlarının dik sahil yolunun üzerinde bulunan (Anamuru) zaptetti. Anamur yüce dağların eteğinde, sahilde ise muazzam Anamur Kalesi bulunmakta idi. Türkler bu kalenin içine bir cami, dış tarafına da bir hamam yaptılar. Kaleyi de ilavelerle genişlettiler. Anamur Kalesi bütün haşmetiyle duruyor, bu kale Akdeniz'in bekçiliği ödevini görmüştü. Akdeniz'de bu derece büyük bir kale yoktu. İkincisi de Badrum Kalesidir. Ertakuş Bey bu kıyılarda kırk parça kaleyi zaptetti. Bu kalelerin içini dolduran Venedik ve Rumlar Selçuk Ordusunun geldiğini duyunca gemilerine binerek kendi öz topraklarına dönmüşlerdi. Bu korkak sömürücüler bir daha Anadolu'ya ayak basmamak üzre kaçıp gitmişlerdi. Bu kıyı memleketleri yeryüzünün bir cenneti, aynı zamanda verim bakımından da pek zengindir. Ertakuş Adana'ya doğru Akdeniz kıyılarını takiben Göksu'ya geldi. Selçuklular Silifke'ye de girdiler. Bu suretle Akdeniz kıyıları Türk'lerin eline geçmiş oldu ( 1227) . Bu havaliye Vali olarak (Kamereddin) Bey tayin edildi. Bu bölgeye de (İçel) adı verildi. Fethiye ile Silifke'ye kadar olan sahiller Selçuklularda, Silifke'den İskenderun'a kadar olan yerler de Ermeniler'in elinde idi. Komutanlar bu fetihleri yaptıktan sonra Kayseri'ye giderek fetih müjdesini verdiler. Sultan Alaeddin bu fetihlerden dolayı pek mutlu idi. Kışları Antalya'da yazları da Kayseri'de geçirmekte idi. Bir gün Kayseri civarında dolaşırken (Agunas'a) gelmişti. Burası pek güzeldi. Hoşuna gitti. Bir tepe üzerine (Keykubadiye) adı ile gayet güzel bir köşk yaptırdı. Buranın toprağı yeşilliğinden firuze renkli, laleleri kan damlası gibi, pınarlarının her köşesinden su yerine sanki gül suyu akmakta idi.

Her taraf çeşitli kuşlarla dolu idi. Meyva ağaçları da boldu. İşte buraya gönül okşayan latif bir saray yaptırdı. Zaman zaman bu saraya gelir hoş vakit geçirirdi. Ayrıca Beyşehir Gölü üzerinde (Kubadabad) sarayını da yaptırmıştı. Bu sıralarda Sultan Alaeddin Eyyübiler Hükümdarı Melik Muazzam'ın kızı (Melike Adile) ile evlendi. Bundan Süleyman ile Kılıçaslan dünyaya geldi.

Bundan sonra da doğu illerinin fethine karar verdi. Erzincan Mengüç'lüler elinde idi. Bu beyliği de ortadan kaldırıp Erzincan'ı almak lazımdı. Bu tarafa bir kuvvet gönderip Erzincan şehrini zaptetti. Erzincan'a Melik olarak oğlu Şehzade (Keyhüsrev'i) gönderdi. Atabey olarak da Ertakuş'u yanına verdi 1228. Trabzon Rum imparatorluğunu da ortadan kaldırmak istedi. Fakat alınamadı. Ünye'den Batum'a kadar Karadeniz kıyıları, Fatih Mehmet devrine kadar Rumlar'da kaldı.


YASSI ÇİMEN SAVAŞI


Sultan Birinci Alaeddin Keykubad zamanında Moğolistan'da (Cengizhan) hükümdardı. Orta Asya'yı kasıp kavuruyordu. Moğol serdarı, Türk alemi için büyük bir tehlike idi. Bunu sezen Sultan Alaeddin komşusu olan iki müslüman Türk devleti ile dostluk sağlayıp, Moğol tehlikesine karşı koymak istedi. Bunlar da Eyyübilerle Batı Türk elinde kurulmuş olan Harzemşahlar idi. Harzem ülkesi İran'lıların ileri karakolu idi. Bunlar bir hükümet kurmuşlardı. Gazneli Mahmut, Harzem beylerinden (Altıntaş) ı hükümdarlığa getirdi. Sonra Oğuz'lardan olan (Şah Melikhan) devleti Altıntaş oğullarının elinden aldı. Bunları Selçuk Sultanı Tuğrul Bey idaresi altına almıştı. Sultan Melikşah zamanında Oğuzlar'ın Beydili kolundan (Anuştekin)i Harzem Beyi tayin etmişti. Anuştekin'den sonra (Kutbeddin Mahmud) geçti. Bunu Sultan Börküyaruk Harzem Valisi yapmıştı. (Harzemşah) unvanını verdi. 1097


Fakat oğlu Adsız, Sultan Sancar zamanında isyan ederek istiklalini ilan etti (1140). Adsızdan sonra ( Alaeddin Tekeş) ve onun yerine de oğlu (Kutbiddin Mehmet) geçti. Birçok savaşlarla memleketini genişletti. Cengiz Han'ın elçilerini de öldürdü. Kutbiddin, Cengiz Han'ın üzerine yürüdü. (Abakün) adasına sığındı. Annesi Türkan Hatun da Moğolların eline esir düştü. Yerine oğlu  (Celaleddin Harzemşah) geçti. Çok cesur ve kahramandı. Cengiz'in ordularını perişan etti. Bunu duyan Cengiz, Celaleddin'in üzerine yürüyerek onunla Hindistan'ın Sind şehri kıyılarında karşılaştı. Celaleddin Harzemşah'ın ordusu üç taraftan kuşatıldı. Cengiz ile aslanlar gibi çarpıştı. Fakat sağ ve sol kanatları bozuldu. Yanında 700 er kaldı. Sabahleyin başlayan savaş öğleye kadar devam etti. Kuşatıldığını anlayan Celaleddin zırhını aldı, atını mahmuzladı. Elinde sancağı, atı ile beraber Sind Nehrine atladı. Bu şanlı sahneyi seyreden Cengiz heyecana gelerek oğullarını yanına çağırıp, onlara:


Bu Aslana ibretle bakın, yurdunun kurtulması için nasıl eşsiz kahramanlık yaratıyor! dedi. Ona bir tek ok attırmadı. Cengiz Han bu kahramanlığa hayran oldu. Hindistan'dan yurduna dönerek, yeni bir hükümet kurdu. Azerbaycan'ı ve Irak taraflarını aldı.


Celaleddin Harzemşah, Sultan Alaeddin ile dostluk sağlamak üzere şöyle bir mektup yazdı. İçinde şu satırlar vardı : «Sizinle birleşmek saadetini elde etmek arzu ediyorum. Bundan sonra ayrılık perdesini kaldırmak, sevgi ve birlik kapısını açmak istiyorum. Eğer dostluk yolunu tutmazsak size kimler dost olacaktır. Devletimiz de kuvvetli, yücelikte daim olur!»

Sultan Alaeddin bu mektuptan ziyadesiyle memnun oldu. Alaeddin de bir cevap yazdı. Mektubunda şunlar vardı : «Alemin bir vücutta birleşmesini inkar edenlerin Tanrı'ya yakınlığı yoktur. İlk dostluk teklifi büyüklüğünüzü göstermiştir. Faziletli kimse ancak ehli için faziletli olanıdır. Mektubunuz ruhumda birleşmek sevincini parlattı. Heyecan şulesini Ülker yıldızına ulaştırdı. Tanrıdan dostluğumuzu dilerim» diye yazdı. Celaleddin Harzemşah kudretli bir asker, fakat siyaset bakımından zayıftı. Sultan Alaeddin'le bozuştu. Birden bire yüzünü Anadolu'ya çevirdi. Ahlat şehrini zaptederek yağma etti. Sultan Alaeddin bu olaydan fena halde canı sıkıldı. Celaleddin'e bir mektup göndererek dostluğun bozulmamasını yazdı. Fakat Celaleddin dostluğu bozdu. Anadolu'yu istila hevesine düştü. Ordusu ile Doğu Anadolu'ya girdi. Sultan Alaeddin de Selçukluların kudretini ona göstermek üzere ordusunu hazırladı. Doğu elinden Harzemliler ilerlerken Sultan Alaeddin de kılıcını kuşandı. Karargahında davul sesleri yükseldi. Saltanat çetiri açıldı. Ordu harekete geçerek önce Sivas'a, oradan da Erzincan'a doğru yol aldı. Celaleddin de ordusuyla (Yassı çimen) dağına geldi.. Selçuklular bin kişilik bir öncü süvari kuvvetini ileri sürdüler. Bu öncüler Celaleddinin 100 000 kişilik ordusu ile çarpışarak, can yakmağa, kan dökmeğe başladılar. Süvariler atlarından inip yaya olarak savaştılar.

Çoğu öldü, bir kısmı da esir düştü. Bunu haber alan Sultan Alaeddin büyük bir kuvveti üzerlerine gönderdi. Bunlar Harzemlileri perişan ettiler. Ordu demirden dağlar gibi harekete geçip düşmanın karşısına geldi. Bir kaç gün sonra Selçuk ordusu göklerden inen bir afet gibi düşmanın üzerine saldırdı. Yerler bir anda kesik başlarla doldu. Celaleddin yüreğinin acısından mum gibi eridi. Savaş devam ederken Sultan Alaeddin'in askerleri harp meydanında kırmızı ve sarı bayraklarla göründü. Sultan Alaeddin bir tepeden düşmanı gözetledi. Harp tekrar başladı.


10 Ağustos 1230 tarihinde Erzincan civarında bulunan (Yassıçimen)de iki Türk ordusu büyük bir savaşa tutuştular. Henüz ufukta sabahın dudağı gülümsedi ve güneşin yanağı parladığı sırada,  Sultan Alaeddin Keykübad ordusunu harp nizamına soktu. Biraz sonra davullar harp havasını vurarak göğü inletti. Uçları semalarda dolaşan bayraklar dalgalandı. Sultan at üzerinde hücum emrini verdi. Yassı çimende bir savaş başladı; Selçuk sipahilerinin önünde durmanın imkanı yoktu. Yassıçimen Savaşına, o zamanlar Ahlat'ta bulunan Ertuğrul Gazi de iştirak etti. Yararlığı görüldü. Harzemliler çok geçmeden bozguna uğradılar. Bu hali gören Celaleddin bayrağını atının terkesine bağlayıp, süratle kaçmağa başladı. Düşman takip edilerek birçok beyleri esir edildi. Sultan Alaeddin Harzemşahları yendi. Cengiz Han ile çarpışan Celaleddin, Sultan Alaeddin'in önünde perişan bir halde Anadolu'dan kaçtı.



ERZURUM'UN ALINMASI



Erzurum Meliki Celalettin, Harzemşah'la birleşmişdi. Bunlardan Rüknüddin Cihanşah ta esir düşmüştü. Bu sebeple Sultan Alaaddin Erzurumu almağa karar verdi. Ordusunun başında Erzurum'u kuşattı. Sultan Alaeddin kan dökülmeden şehrin teslimini istedi. Onlar da razı oldular.


Ertesi gün Sultan Alaeddin Ordusu ile Erzurum'a girdi. O gün zafer şenliği yapıldı; Alaaddin bir müddet Erzurum'da kalarak, kaleleri tamir ettirdi. Etraf memleketlerine (Fetihnameler) gönderdi. Doğunun en güzel şehri Selçuklulara geçti 1231. Erzurum' da iken Alanya'nın Kıbrıslılar tarafından işgal edileceği haberini aldı; bir ay sonra Alanya'ya geldi. Şehir muhafızının yolsuzluğunu öğrendi. Bu adamı öldürttü. Kırk gün Alanya'da kaldı. Zafer kazanmış askerlerine de izinler verdi.


Moğollar, Celaleddin Harzemşahın yenildiğini duyunca üzerine yürüdüler. Ordusu dağıldı. Yurdunu da Moğollar işgal ettiler. Celalettin memleketini bırakarak Diyarbakır'a kaçdı. Orada bir Kürd onu hançerleyip öldürdü. Artık Moğollar Anadolu Selçuklularının sınırlarına dayandılar. Bu Selçuklular için en büyük bir tehlike idi.


Sultan Alaaddin bundan sonra Gürcistanı fethetti. Otuz kadar kaleyi ele geçirdi. Bundan sonra bir orduyu Van Gölü tarafına gönderdi. Ahlat şehri ile bir çok Ermeni şehirleri fethedildi. Daha sonra da Harran, Urfa, Ralalza ve civarı fethedildi. Diyarbakır kuşatıldı ise de alınamadı.


Anadolu Selçuklularının genişlemesinden Mısır Eyyubileri fena halde sinirlendiler. Eyyubi hükümdarı Sultan Kamil bir ordu hazırlıyarak 1234 yılında Toroslara kadar geldi. Fakat Selçuklu ordusu üzerine gelince bozguna uğradılar. Sultan Alaaddinin yenilmez bir cihangir olduğunu anladılar.


Sultan Alaaddin'in en büyük korkusu doğudan gelecek fırtına idi. İran'a Moğollar hakim olmuşlardı. Yüksek siyasi bir dehaya sahip olan Sultan Alaaddin, diplomasi yolu ile Moğollarla dostluk sağladı. Moğol tehlikesini böylece atlattı. Moğollar da Sultan Alaaddinin kuvvetini anladıklarından dost olmaya mecbur kaldılar.



MEVLANA CELALEDDiN



Selçuklular Anadoluya yerleştikleri zaman birçok Horasan erenleri gelmişlerdi. Bunlar Anadolunun muhtelif şehirlerinde tasavvuf cereyanını kuvvetlendirdiler. Tasavvuf İlahi aşka dayanan dilli bir inanıştı. Bu cereyan Türk düşüncesinden doğmuş İslami inanışlara bürünmüştü. Tasavvufu kuvvetlendiren (Ahmet Yesevi) adındaki büyük bir alimdi. Anadoluya Tasavvufu yayanlar da (Mevlana Celaleddin Rumi), (Hacı Bektaş Veli) ve diğer din büyükleri olmuştur. Bu cereyan Konya, Sivas, Kayseri ve Tokad'da kuvvetlenmiştir.


Konya'da tasavvuf, Mevlana Celaleddini Rumi ile kuvvet bulmuştu. Mevlana, Konya'ya Sultan Birinci Alaeddin Keykubad zamanında gelmiştir. Onun zamanı Anadolu'nun en parlak bir devri idi. İlim, San'at o derece yükselmişti. Edebiyatta en ileri şahsiyet ise Mevlana idi.

Mevlana'nın babası Hüseyin Hatib'in Oğlu Belhli (Mevlana Mehmet Bahaeddin Veled) dir. Belh'de (Sultan-ül-ülema) diye anılırdı. Bahaeddin soyca Türktü. Annesi Harzem prenslerinden Alaeddin Harzemşahın kızı (Emetullah Sultan) idi. Bahaeddin büyük bir alim kişi idi. Halk, Bahaeddini çok sevdiğinden Harzemşah hükümdarı ondan korktu. Çünkü onun kürsüsünün önüne binlerce insan geliyor, Onun bilgisinden faydalanıyordu. Onu çekemiyenler Sultana tahtı için bir tehlike olabileceğini söylediler. Bir gün hükümdar, Bahaeddin Velede Kale kapılarının anahtarlarını gönderdi ve şunları da söyledi.

 


Bir posta iki Sultan yaraşmaz ve bir ormanda iki aslan bağdaşamazlar. Eğer kendileri memlekette saltanat sürmek sevdasında ise işte kalelerin anahtarları, buyursunlar, Saltanatları kutlu olsun, dedi. Bahaeddin Veled de şu cevabı gönderdi.


Biz Saltanat davasında değiliz dedi Hükümdara. Bahaeddin Veledin sultanlık davasında olduğunu söylemişlerdi. Bahaeddin Veled bu olaydan sonra korktu, başına bir felaket gelmeden Horasan ilini terke karar verdi. Bahaeddin Veled 1210 tarihinde ailesi ile birlikte Belh şehrinden ayrıldı: İki oğlu vardı. Büyüğü Alaeddin, küçüğü de Celaleddin idi. Bu zaman Celaleddin henüz beş yaşında idi. Bahaddin'in eşi ise Belh Emiri (Sultan Rükneddin)in kızı (Mümine Hatun) idi. Belh'den Nişabur şehrine geldi. Buradan Medine'ye oradan da Şam'a geldiler. Bir müddet Şam'da kaldıktan sonra Karaman'a geldi. Bu gezi yedi yıl sürdü. Yedi yıl da Karaman'da kaldı. Mevlana bu zaman ondokuz yaşına gelmişti. Onu okutan babası öldü.


Mevlana Karaman'da (Lala Şerafeddin Semerkandi) adında bir alimin kızı (Gevher Hatun) ile evlendi. Karaman'da annesi Mümine Hatun ile kardeşi Alaeddin öldüler. (Türbeleri Karaman'dadır).


Sultan Alaaddin Keykubad, Bahaeddin Veledin şöhretini duyunca onu Konya'ya davet etti. O da oğlunu alarak Konya'ya geldi. Sultan huzuruna çağırıp görüştü. Onun büyük bir bilgin olduğunu görünce saygı gösterdi. Bahaeddin'i (Taç Melek Hatun)un İsmetiye medresesine yerleştirip ona müderrislik verdi. Derhal öğrencilerle derse başladı. Fakat çok yaşamadı. 1231 tarihinde seksen yaşında öldü. Bu zaman Mevlana yirmi dört yaşında idi. Babasının yerine müderris oldu.



Mevlana Celaleddin; Rumi 30 Eylül 1207 tarihinde Belh şehrinde doğmuştu. Babası Bahaddin Veled, annesi de Mümine Hatundur. Soyca Türktü. Tasavvufu; hocası (Seyid Burhaneddin)den öğrendi. Konya'ya, Tebriz'den bir mutasavvıf olan (Şemsi Tebriz!) gelmişti. Mevlana bu zat ile tanıştı. Birbirleri ile seviştiler. Bunlar baş başa ilahi aşk alemine daldılar.


Bir gün Mevlana, Suıtana ait (Sultan bahçesinin) önünden geçerken bu bahçe pek hoşuna giderek:


Şimdiye kadar Sultan Bahçesi idi, bundan sonra insan bahçesi olacaktır, dedi. Bu sözü Sultan Alaeddin'e söylediler. O da bu bahçeyi Mevlana'ya armağan etti. Babası Bahaddin Veled bu bahçeye gömüldü. Hazreti Mevlana da burada gömülüdür. Mevlananın oğlu (Sultan Veled) türbenin yanına bir (Mevlevi Dergahı) yaptırıp mevlevilik tarikatını kurdu.


Sultan Alaeddin Keykubad alimleri ve şairleri çok severdi. Bu sebeple Mevlanayı sarayına sık sık çağırtır; onunla görüşmekten zevk alırdı. Çünkü Mevlana devrinin en büyük şairi idi. Alaaddin Keykubad devrini yükselten Mevlana idi. O devirde bu derece büyük adam yoktu. Mevlananın eserlerine dünya insanları hayrandı. Selçuklular bu derece büyük adamlar yetiştirmişti. Sultan Alaeddin bu sebeple onu çok seviyordu ve sayıyordu. O Sultan sarayına serbestçe giriyor; Sultanla dostça konuşabiliyordu.


Mevlana Şemsi Tebrizinin ölümünden ziyadesiyle müteessir olmuş, ona yanmış ve yakılmıştı. Bundan sonra aşk alemine daldı. Sema etmeye, yani dönmeğe başladı. Mevlana durmadan şiirler yazıyordu. Mevlanayı sonsuz bir varlık yapan onun yazmış olduğu (Mesnevi) adlı eseridir. Mesnevi altı cilttir. İçinde 25618 beyt bulunmaktadır. Bu esere dünya hayrandır. Mevlana'nın diğer bir eseri de (Divan·ı Kebir)dir. Bunda şiirleri vardır. Üçüncü eseri de (Mektubat)dır. Ayrıca iki eseri daha vardır. Bu eserleri geceli gündüzlü çalışarak yazdı. Nihayet vücudu yıprandı. Birdenbire hastalandı. O yıl deprem olmuştu. Mevlana yanındakilere:


Korkmayın, yerin karnı acıkmış, yakında yağlı bir lokma yiyecek ve deprem duracaktır demişti.


Hastalığı kırk gün kadar sürdü. Nihayet Mevlana Celaleddin Rumi bir daha gözlerini açmamak üzere bu yalancı dünyadan 17 Aralık 1273 tarihinde göç etti. Ona ağlamadık kimse kalmadı. Büyük bir törenle cenazesi kalktı. Onu babasının yanına götürdüler. Konya'da bulunan Mevlana türbesini herkes ziyaret etmektedir.


Üç oğlu ile bir kızı vardı. Oğulları Sultan Veled, Mehmet Alaeddin, Alim Çelebi'dir. Kız da Melike Hatun'dur.

Mevlana Celaleddin, Sultan Alaeddin Keykubad devrinin en büyük alim ve şairlerindendi.


Sultan Alaeddin devrinde Osmanlıların atası olan (Süleyman Şah) Kayı kabilesini alarak Anadolu'ya gelmişti. Oğuzların (Kayı) boyu, Selçuklular yıkılınca (Osmanlı Devrini) kurarak Türkiye tarihini devam ettirdiler. Kayı aşiretinin Başbuğu (Ertuğrul) Selçuklulara bir savaşta yardım ettiğinden Alaeddin onları Ankara'nın (Karacadağ) yöresinden alarak Bursa dolaylarına yerleştirdi. Ertuğrulu ucbeyi tayin etti. Oğuzların (Kınık) boyundan sonra . (Kayı) boyu Anadolu'da bir egemenlik kurmuştur.



ALAEDDİN KEYKUBAD'IN ÖLÜMÜ


Sultan birinci Alaeddin'in yüceliği sayesinde Selçuklu devleti en yüksek devresine çıkmıştı. Anadolu'nun birliğini kurmuş, orduları zaferden zafere koşmuştu. Memleket zenginleşmiş halk ta refaha erişmişti. İslam dünyasının en büyük hakanı Alaeddin olmuştu. Halife (Mustansır) ona (Sultan-ı-azam) ve (Kasım-ı muazzam) yani Yüce Sultan ve en büyük ortakçı ünvanı vermişti. Böylece Arap mülkünün de ortakçısı sayılmakta idi.


Sultan Alaeddin, Şam üzerine sefer etmeğe karar verdi. Ordusunu Kayseri'de topladı. Devlet büyüklerini toplayıp Erzincan Melikliğini oğlu Gıyaseddin Keyhusreve verip, Atabeyliğine de Çaşnigir Altınbeyi verdi. Diğer oğlu İzzeddin Kılıçaslan'ı da saltanatın veliahtliğine seçtiğini bildirdi. Ölünce yerine Kılıçaslan geçecekti. Devlet büyüklerine de and içirildi. Fakat Giyaseddin Keyhusrev buna razı değildi. Kendisi tahta çıkmayı kafasına koymuştu. Babasının bu kararından dolayı canı sıkılan Keyhusrev babasından intikam almağa karar verdi.

Sultan Alaeddin, Keyhusrev'in (Meşhediye) ovasında toplanmış olan ordusuna gitti. O gün Şeker bayramının üçüncü günü idi. Ordularda bayram şenlikleri yapıldı. Askerler, Beyler ok attılar.  Kılıç kalkan oynadılar. Akşam sofralar kuruldu. Yenildi içildi.

Bir aralık Çaşniğir Nassıriddin Ali, yeni kızartılmış bir pilici sıcak, sıcak Sultan Alaeddinin önüne koydu. Sultan bu pilici elile parçalayıp yemeğe başladı. Çok geçmeden mide bulantısı ve karnında ağrılar hissetti. Neşesi kalmadı, Sultanın bu halini görenler dağıldılar. Ağrıları fazlalaşan Sultan atına atlayarak Keykubadiye köşküne gitti. Durmadan kusmağa başladı. Sultan Alaeddini zehirlemişlerdi. Biraz sonra morardı. Ağrıları fazlalaşınca öleceğini anladı, yanında bulunan Emin Karataya dönerek:


Benim ömrüm sona erişti. Kemaleddin Kamyari çağırınız. Ona söyleyeceklerim var dedi.

Kölelerden biri Kemalettini çağırmağa koştu. Yatsı zamanında huzura geldi. Fakat, Yüce Sultan bitkin bir halde dili tutulmuş bir halde bir şeyler söylemek istiyor, fakat anlaşılmıyordu. Herhalde oğlu Keyhusrev'in kendisini zehirlediğini söyleyecekti. Fakat mümkün olamadı. Nihayet gözlerini bir daha açamadı. Pazartesi gecesi 1237 yılında zehirlenerek öldü. Henüz 45 yaşlarında idi 18 yıl hükümdarlık etti. Ölüsü Konya'ya götürülüp atalarının sandukaları yanına gömüldü. Sultan Alaeddinin, oğlu Giyaseddin İkinci Keyhusrevin zehirlettiği tahmin edilmektedir. Sultan Alaeddin ölümünden sonra memleketin düzeni alt üst oldu. Selçukluların yıkılması devri başladı.

Birinci Alaeddin Keykubad ölünce vezirler, onun vasiyetini tutmadılar. Kılıçaslanı tahta geçirmeyip ( Gıyaseddin İkinci Keyhusrevi) hükümdar yaptılar. Bundan sonra Şehzade Süleymanı ve Kılıçaslanı ve Melik Adileyi de boğdurttu. Sultan Alaeddin Anadolu Selçuklularının en büyük hükümdarlarından biridir. Zamanı pek parlak geçmiştir. Devlet idaresinde, siyasette iktidarlı idi, ilme sevgisi fazla idi. Kendisi acemce şiirler yazmıştır. Her zaman sarayına alimleri ve edipleri toplardı. Huzurunda şiirler okunur, neyler ve sazlar çalınırdı. Zamanın en büyük şairi Mevlana Celaleddin idi.

Yine bu devirde tıp ilmini bilen alimler yetişmişti. Sultan Alaeddinin doktoru (Fazıl) adında birisi idi. Alaeddin camiini de tamamlattı, adıyla anılır. Sultan Alaeddin (Divriği camii)ni yaptırdı. Bu cami Selçuk mimarisinin şaheseridir. Bir de Ilgında büyük bir su sarnıcı yaptırmıştır. Zamanında altın para bastırıldı. Madenler işletildi. Sultan Alaeddin imarı severdi. Memleketin her tarafında cami, medrese, türbe, han hamam, kervansaray yaptırmıştır. Kuvvetli komutandı. Harzemşahları, Rusları yendi. Moğollarla siyasi anlaşmalar yaparak bu tehlikeyi atlattı. Suriye'yi de barış yolu ile elde etti. Ticaretle memleketi zenginleştirdi. Anadolu onun sayesinde altın devri yaşadı. Her bakımdan büyük bir hakandı.



SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA ÇIKIŞLARI VE BUNLARIN HAYAT VE FAALİYETLERİ-2

 


TULEYHA BIN HUVEYLİD



Sahte peygamberlerden ikincisi olarak inceleyeceğimiz Tuleyha, şahsiyet itibariyle diğer sahte peygamberler kadar kuvvetli olmamakla beraber, bir aralık Medine'yi tehdit edecek derecede cesaret göstermiş, daha sonra da Hâlid bin Velid'in ordularını ciddi şekilde uğraştırmış olduğundan tarihte oldukça önemli bir yer kazanmıştır.


Tuleyha'nın soyu:


Asıl adı "Talha" olan Tuleyha, Necid'de oturan Esed kabilesinin ileri gelenlerindendir. Müslümanlar ona kızdıkları için " Tuleyha" yâni "Talhacık" adını verdiler.

İbn ül - Esir'e göre onun soyu şöyledir: Tuleyha bin Hüveylid bin Nevfel bin Nadle bin ül-Eşter bin Hecvan bin Fak'as bin Tureyf bin Amr bin Müseyl bin ül - Hâris bin Dudan bin Esed bin Hüzeyme bin Müdrike bin İlyas bin Mudar ül - Esedi ül - Fakasi. Zehebi bu soy kütüğünü daha kısa gösterir, şöyle ki: Tuleyha bin Hüveylid bin Nevfel bin Nadlet ül - Esedi ül - Fakasi.



Tuleyha'nın birinci defa İslamiyeti kabulü:


Tuleyha'nın hayatını tarihen mallim en eski günlerinden alarak inceleyecek olursak, onu Hicretin 5. yılında putperest Kureyşlilerle birlikte Medine'yi kuşatmış bir düşman, 9. yılında kabilesinden bir heyetle birlikte Medine'ye gelip islâmiyet'i kabul etmiş bir mümin, Hicretin, 10.yılında mürtedlerin başına geçmiş, peygamberlik iddiasında bir komutan, Buzaha savaşından bir müddet sonra ise Kadisiye ve Nihâvent savaşlarında Islam ordusunun zafer plânlarını hazırlayan kıymetli bir Müslüman askeri olarak görmek mümkündür. 


En kısa şekilde yukarıya aldığımız Tuleyha'nın maceralı hayatının tarihi de bize gösteriyor ki, o bütün iddialarına rağmen hakiki bir peygamber değildi'; o, sadece bir kahindi. Bir iki kehanet sözü, Peygamber'in ölüm haberi, bunun sonucu olan Ridde, bazı kabile ileri gelenlerinin menfaat ümitleri, Tuleyha'nın etrafına adam toplamasına fırsat vermişti.


Tuleyha'nın adı tarihte ilk önce Gatafan seferinde islamlar tarafından yenilgeye uğratılmış bir Esedi olarak geçer. Bundan bir yıl sonra, Hendek savaşı sırasında Esed kabilesinin başında Tuleyha bin Huveylid'i, Ebu Süfyan ve Fezareli'lerin başbuğu Uyeyne ile birlikte yeniden islamlar'a karşı harekete geçmiş görüyoruz. Bundan dört yıl sonra, yani Hicretin 9. yılında, içinde Tuleyha'nın da bulunduğu, Esed kabilesinden bir heyet Peygamber'i ziyaret edip ona "Ey Tanrı'nın elçisi! Biz sana Tanrı'nın birliğine ve senin Tanrı elçisi olduğuna tanıklık etmek üzere geldik. Bu iş için sen, bize haber yollamadın, biz arkada kalan kabilemizi burada temsil ediyoruz"" dedi. İbn ül Esir'in Vakıdi'den aldığı bu rivayet Tuleyha'nın 9. yılda kabilesi ile birlikte islamiyeti kabul ettiğini apaçık anlattığı halde, en küçük teferruatı bile didik didik eden Caetani, bu önemli noktayı atlayıvermiştir. Ona göre, Tuleyha ve taraftarları hiçbir vakit Müslüman olmamışlardı ki, islamiyet'in mürtedleri sayılsınlar". Caetani, Hâlid' in savaştan önce Tuleyha'yı İslâmiyet'e davet edişini, onun daha evvel Müslüman olmadığının bir delili sayıp bu iddiasını kuvvetlendirmeğe çalışmaktadır. Böyle bir iddia tamamiyle yanlış bir görüşün ifadesidir. Zira Hâlid sadece eskiden beri putperest kalmış Arapları doğru yola davet ile görevlendirilmemiş, daha ziyade islam'ı terketmiş olanları dine davet ve dinde kalanlara da bir takım vaızlarda bulunmak üzere Ebu Bekr tarafından gönderilmiştir. Tuleyha'yı da bu düşünce ile ve aynı emri yerine getirmiş olmak amacı ile dine davet etmiştir. Yoksa Tuleyha putperest kalmakta devam ettiği için değil. İrtidadla mücadelenin daha sonraki olaylarında da görüleceği üzere Hâlid, Ebu Bekr'in kendisine verdiği mektuptan da anlaşıldığı gibi, her yerde önce dinden dönenleri dine davet emiş, kabul etmeyenlerle de savaşmıştır.


Bu noktaya kadar hadiseleri olduğu gibi açıklıyan Vacca (Enc. de del islam, IV, 874), sıra kendi fikrini yazmağa geldiğinde, belki de Caetani'nin tesiri ile, yalnız Tuleyha'nın islamiyet'i kabul ettiğini ve bunun da siyasi bir inkiyadı gösterdiğini söylemekte, arkasından bütün bunların Müseylime'nin Medine'yi ziyaretine bir nazire olarak uydurulmuşa benzediğini ilâve etmektedir. Halbuki, Medine'ye gelen Esed'li heyetlerin sözlerinin Yemâme'den gelen Hanife heyetinin sözleri ile hiçbir benzerliği yoktur. Bunlara Hazret-i Muhammed'in davranışı başka, Hanifelilere söylediği sözler gene bambaşkadır. Gene ibn ül - Esir bu heyetin, Hazret-i Muhammed'e gelip kendiliklerindenMüslüman olduklarını söylemeleri üzerine, Peygambere aşağıdaki âyetin inmiş olduğunu kaydediyor ki, bu suretle Tuleyha'nın Medine'ye gelip islâmiyet'i kabul ettiği inkâr edilemez bir vesika ile teyid edilmiş oluyor:



“Onlar: Müslüman olduk diye seni minnet altında bırakmak istiyorlar, de ki: Müslüman olduk diye siz beni minnet altına sokamazsınız. Belki siz, sizi inanma yoluna ileten Allah'a karşı minnettar oluyorsunuz; eğer doğru kimseler iseniz."


Tuleyha'nın islâmiyet'i kabul ettiğini, hem de mensup olduğu kabile üyeleri ile birlikte kabul ettiğini biz İbni Sad'da da görmekteyiz.

İbni Sa'd'a göre Tuleyha kardeşi Seleme ile birlikte Peygamber'in savaşlarına katılmak üzere hareket etti. Allahın Resülü Muhammed, Seleme'yi çağırıp ona, sancak verdi ve Muhacirün ile Ensar'dan yüz elli kişiyi de emrine verip ona, "Beni Esed'in toprağına varıncaya kadar yürü, onlara baskın yap" dedi. Bunun üzerine Seleme üç çobanı ve deve sürülerini ganimet olarak alıp Medine'ye dönmüştü. En inanılır kaynakların aslâ islâmi bir gayretkeşlik gütmeden verdiği bu küçük, küçük haberler bize Esed kabilesinin Tuleyha'ya uyarak - Vacca'nın iddiası hilafına-islâmiyet'i kabul etmiş olduklarını açıkça gösterir.



Tuleyha'nın ayaklanması ve peygamberlik iddia etmesi:


Hazret-i Muhammed vedâ haccından döndükten sonra uzun süren bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı haberinin sür'atle etrafa yayılması, bazı kabilelerin dinden dönmelerine sebep oldu. Bundan istifade etmesini bilen Tuleyha bin Hüveylid, kâhinliğinin de yardımıyla, peygamber olduğunu iddiaya koyuldu. Musevilerden birçokları ona yardım ettiler. Tuleyha, Semira denilen yere gelip ordugâh kurdu. Halkın aşağı tabakası ona uydu. Az zamanda Tuleyha'nın taraftarları çoğaldı. Tuleyha yeğeni Habbâl'i bir anlaşmaya varmak için Hazret-i Muhammed'e gönderdi. Habbâl, Tuleyha'nın peygamberliğinden, ona "Zu'n-Nun" adında bir meleğin vahiy getirdiğinden bahsetti. Peygamber ona, "Bir de melek mi buldu?" deyince, Habbâl iftiharla, "Ben Huveylid'in oğluyum" diye cevap verdi. Peygamber o zaman ona, "Allah seni kahretsin ve şehadet rütbesinden mahrum kılsın" dedi. Taberi’nin (Arap. Metin, III, 189) kaydettiği bu haberi Caetani kendine göre özetlendirmekte ve akla gelmiyecek bir mantıkla şöylece münakaşa etmektedir:


".... Bundan şu sonuçları çıkarım: Muhammed, Tuleyha'nın peygamberlik iddialarını müsamaha ile karşılıyor. O, buna hiddet etmedikten başka, Tuleyha'nın kendisine vahiy getirdiğini iddia ettiği Zu'n-Nun adındaki melek hakkında da Müslümanlara açıklamada bulunuyor”.

Biz yukarıya aldığımızı, Hazret-i Muhammed ile Habbâl'ın konuşmasında müsamahaya delâlet eden bir husus göremiyoruz. Bilâkis Hazret-i Muhammed, "Bir de melek mi buldu?" sözleriyle önce istihza etmiş sonra da Tuleyha'nın temsilcisi ve yeğeni olan Habbâbe beddua etmiştir. Caetani hemen bu sözlerin arkasından, en güvendiği kaynakların verdikleri bilgilere aykırı olarak, Tuleyha'ya tâbi olanların, daha önceleri Hazret -i Muhammed'e tâbi olmadıklarını Medine'ye karşı hiçbir anlaşmayı ihlâl etmemiş olarak Tuleyha ile birleşmiş bulunduklarını ilâve etmekle, Esed'Ierin, Gatafan'ların Fezâre’lilerin İslâmiyet'i kabul etmemiş olduklarını bir kere daha tekrar ediyor. Bu hususta Alman orientalisti Dr. Höhnerbach'ın fikri de Wellhausen ve Caetani'nin tamamiyle tesiri altındadır. Büyük bir değer taşıdığı açık olan Vesime'nin Kitab ür - Ridde'sini İbni Hacer'den çıkararak yayınlayan Höhnerbach'ın neden kendi yayınladığı bu kitaptaki kayıtlara bu derece lâkaydi göstermiş olduğunu anlıyamadığımızı söylemek mecburiyetindeyiz. En eski İslâm kaynaklarından olan Vesime'nin Kitab ür - Ridde'si bize aşağıdaki ip uçlarını vermekle Tuleyha ve taraftarlarının daha önce Müslüman olduklarını şüphe götürmez bir şekilde anlatmaktadır. Meselâ: Zübyân bin Rebia el-Esedi adındaki şahıstan bahseden Vesime (S. 40), onun Hazret-i Muhammed ile buluştuğunu söyledikten sonra, "Tuleyha peygamberlik iddiasında bulunduktan sonra, ondan ayrılıp, ona şöyle demiştir; Sen yalnız bir kâhinsin ki, kâh isabet ettirir, kâh isabet ettirmezsin; bize Kur'ana benzer bir şey getirsene. Eğer bunda muvaffak olamazsan, bırak bizi senden ayrılalım" demiş olduğunu bize bildirmektedir. Gene Vesime'nin bize bildirdiğine göre: Hubeyş hükemâdan Galip bin Bişr ül-Esedi, Yezid bin Huzeyfe Eşraftan Zufar, Tuleyha'dan ayrılıp islâmiyete sabit kalanlardandır. Harim bin Kutbe bin Sinan el- Fezeiri de İslama sadık kalmış ve Uyeyne bin Hısn'a da İslamda sadık kalmasını tavsiye etmiştir. Uyeyne bunu dinlememiş ve bunun üzerine Harim de onun hakkında bir şiir yazmıştır. (Harim Cahiliyye devrinde yargıç idi). Zimman bin Ammar el- Fezâri, Tuleyha ile birlikte irtidad edip Müslümanlarla mücadele edenlerdendir; fakat sonra pişman olup Yemame'ye gitmiştir. Ahaliye irtidadın kötü sonuçlarını anlatmış ve onları İslam'a davet etmiştir. El Hâris Malik üt - Tai: Peygamberle bir arada bulunmuştur. Ridde sırasında sadık kalıp zekâtı Ebu Bekir'e vermiştir.


İbni Sa'd (Tabakat, IV. I., S. 177) da bize bu yolda misaller vermektedir: "Et-Tufeyl irtidad konusunda Tuleyha işine karışmış ve Necid'i tekrar İslâmlığa iade işinde büyük hizmeti olmuş, sonra Yemame'ye gitmiştir". Daha birçok ilâvelerle zenginleştirilmesi mümkün olan yukarıdaki misaller bize Tuleyha başta olmak üzere Esed, Gatafan, Fezare ve Tay kabilelerinin, kalben olmasa bile, şeklen islamiyeti kabul etmiş olduklarının ve Medine hükümetine bağlı bulunduklarını pek güzel ispat etmekte iken, Höhnerbach, İslam tarihçilerinin Hazret-i Muhammed'in şahsiyetini idealleştirmek maksadiyle düşman kabilelerin elçilerini bile ihtida etmiş gösterdiklerini iddia ediyor ve bu arada önce hakikaten Müslüman iken irtidad eden Müccaa, Malik bin Nüveyre gibi temsilcileri de iddiasına misal olarak gösteriyor (Höhnerbach. a. g. e. S. 88) ve Halid'in bunların üzerine yürümesini — gene Caetani'nin tesiriyle — ülkeler fethetmek arzusundan doğan bir hareket, karşı tarafın mukavemetini ise ilk defa fethedilen bir memleketin direnmesi saymak gerektiğini ilave ediyor.


Ceatani ve Höhnerbach gibi değerli Orientalistlerin, nasıl bir düşünüşün tesiri altında, apaçık tarihi hakikatleri reddettiklerini anlamak zordur.


Habbal memleketine döndükten sonra Allah'ın resulü Muhammed derhal Dırar bin ül - Ezver'i Esed'lerin ülkesindeki valilerine göndererek dininden dönen herkese karşı harekete geçmelerini ve tedbir almalarını emretmişti. Bu emir üzerine onlar ciddi tedbirler aldılar ve Tuleyha'yı korkuttular. Müslümanlar Vâridat denilen yerde, mürtedler ise Semira'da toplandılar. Bu sırada Tuleyha'nın taraftarları gittikçe azaldı. Müslüman ordusuna katılanlar ise her an çoğalmaktaydı. Nihayet Dırar onu sağ olarak ele geçirmek istediğinden üzerine yürüdü. Karşılaştıkları zaman keskin kılıcı ile Tuleyha'ya vurdu fakat kılıç Tuleyha'ya işlemedi. Bu olay Tuleyha'nın halk arasındaki itibarını arttırmaya yardım etti. "Ona kılıç işlemedi" sözü gittikçe yayıldı. Müslümanlar Tuleyha'nın isyanı ile uğraşırlarken, Hazret-i Muhammed'in öldüğü haberi geldi. Bu defa halk Tuleyha'nın etrafında toplanmaya başladı. Tuleyha artık kabına sığamaz oldu. Zı'l-Himarin Avf Cezmi ona Cedile'lerden beşyüz kişiyi istediği anda yardımcı olarak vereceği haberini yolladı. Gavs'ların başkanı da aynı şekilde Tuleyha'ya yardım vâdetti. Uyeyne bin Hısn ise Gatafan'ların başına geçip "Ben Esed'lerle aramızdaki eski anlaşma bozulduktan sonra Gatafan yurdunun sınırlarını tanımıyorum. Şimdi ise Cahiliyye devrinde Eesed'lerle aramızda mevcut olan anlaşmayı yenileyeceğim ve Tuleyha'ya yardım edeceğim. Tanrı adına yemin ederim ki, müttefikimiz olan iki kabilenin peygamberine tabi olmayı Kureyşli Peygambere tabi olmağa tercih ederim. Hem Muhammed ölmüştür. Tuleyha ise sağdır ve kavmi ona uymuştur dedi. Sonra kabilesi ile birlikte Tuleyha'nın yanı başında yer aldı. Böylece Esed Gatafan ve Tayy kabileleri dinden dönüp Cahiliyye devrindeki anlaşmalarını yenilediler


Sahte peygamberlerin ortaya çıkış sebeplerini genel olarak açıkladığı zaman gösterdiğimiz üzere, Tuleyha'nın ortaya çıkışında ve kuvvetlenişinde de kabile şeflerinin siyasi nüfuzlarını arttırmak hevesleri, bunların, birbirleriyle başkalarına karşı birleşmeleri, zekât ve sadaka vergisinden kurtulmak istekleri büyük rol oynamıştır. Peygamber'in ölümü de İslam dinini henüz pek yeni kabul etmiş ve henüz hazmetmemiş olan bu insanları bir şaşkınlık ve bocalama devresine sürüklemişti. Kabileler olgun ekinler gibi, kuvvetli esen rüzgarın önünde başeğiyorlardı.


Bu durum karşısında Kuzaa'lı Sinan ve Dırar bin el - Ezver, Esed'ler arasındaki bütün diğer Müslüman memurlar kaçıp Medine'ye Ebu Bekr'e geldiler. Durumu kendisine anlattılar. Ebu Bekr'in bu haberleri endişe ile değil adeta memnuniyetle dinlediğini Taberi (Ter. ter. III., S. 98), Dırar'ın ağzından anlatmaktadır. Bu sırada Gatafan ve Esed kabileleri, mütereddit kalan Havâzin ve Kuzadların elçileri, Hazreti Peygamber'in ölümünden on gün sonra Medine'ye gelip Müslümanlar'ın önemli ailelerinin evlerine misafir oldular. Yalnız Abbas bunlardan kimseyi misafir etmedi. O sırada Üsâme de Suriye seferine çıkmıştı ve ancak kırk gün sonra geri dönecekti. İsyan eden kabilelerin delegeleri Ebu Bekr'in huzuruna çıktıkları zaman, namazı kılacaklarını, fakat zekatı vermekten affedilmek istediklerini, dilekleri kabul edildiği takdirde bir barış andlaşması yapacaklarını söylediler. Bu teklif birçok sahabe tarafından da uygun görüldü. Az kalsın elçiler maksatlarına ereceklerdi. Fakat Ebu Bekr bu isteği şiddetle reddetti ve heyetleri geri çevirdi. Bu hususta kaynaklar menşei Ömer'e kadar dayanan, aşağıdaki rivâyeti kaydederler: Ömer ve diğer Eshâb, Halife Ebu Bekr'e gidip: "Bırak insanları, zekât vermeden namaz kılsınlar; zira yüreklerine iman girseydi onu da kabul ederlerdi" dediler. Buna Ebu Bekr'in verdiği cevap şöyle olmuştur: "Tanrıya and içerim ki, göklerden yere düşmek, uğrunda döğüştüğü bir işi bırakmaktan nice daha hoştur. Hiç böyle bir şey uğrunda savaşmaz olur muyum? Belazuri (Fütuh, S. 91), de ise bu nokta şöyle aydınlatılmıştır: Sahabilerin yukarıda söylediğimiz teklifi üzerine, Ebu Bekir onlara: "Bir devenin yularını dahi eksik verseler, onlarla savaşırım" cevabında bulundu. Süyuti (Tarih ül - Hülefa, S. 29)'de de bu hususta şunlar yazılıdır: Ömer buna karşılık, Peygamberin "Ben, Tanrıdan başka bir Tanrı yok, Muhammed de onun elçisidir diyinceye kadar, onlarla savaşmaya emredildim, her kimki bunu söylerse, malını ve kanını benden korumuş olur" dediğini hatırlattı. Ebu Bekr ise "Namaz ile zekât arasında bir fark gören herkesle savaşacağım, çünü zekât maldan alınan bir haktır, Peygamber de haktan bahsetmiştir" dedi.


Gene tekrar edelim ki, dinden dönüp ayrıca savaştan da kaçınmayanlar dâima iktisadi gayelerle harekete geçmiş bulunuyorlardı.


Halife ile bir anlaşmaya varamayan kabile üyeleri kendi yerlerine döndükleri zaman, kabiledaşlarına Müslümanların sayısının az olduğunu söyleyerek onları Medine üzerine akın etmeğe heveslendirdiler. Ebu Bekr ise bunu önceden tahmin edip Medine'lilerin Mescitte hazır bulunmalarını, mürtedler tarafından bir hücuma maruz kalmalarının muhakkak olduğunu haber verdi. Bu sırada Süleym kabilesi kısmen dinden dönmüş, Havazinler mütereddit, Sakiller ise islâmiyette sabit kalmışlardı. İsyan edenler Kureyşlilerle Ensar arsındaki anlaşmamazlığı unutturup bunların birleşmelerine sebep olacaklarını hiç hatırlarına getirmemişlerdi.


Biraz sonra Peygamberin şuraya buraya tâyin ettiği valilerden, her yerde toptan veya kısmen irtidat ve isyan olduğu haberleri geldi. Müslümanlar'ın uğradıkları felâketler dillerde dolaşmaya başladı. Ebu Bekr, Hazret-i Muhammed'in yaptığı gibi ihtilâlcileri elçilerle oyaladı. Valilerin elçilerini yeni emirlerle geri çevirdi; başka elçiler de gönderdi. Maksadı Üsâme ordusunun geri döneceği zamana kadar vakit kazanmaktı.


Ebu bekr'in ilk savaşı Abs ile Zubyiin kabilelerine karşı oldu.


Bunlar acele ile Medine üzerine yürüdükleri için Ebu Bekr, Üsame'nin dönüşünü beklemeden bunları karşılamak mecburiyetinde kaldı. Kuzeyde bulunan Kelb ve Kuzaalılar da irtidat etmişlerdi. Tuleyha'nın etrafında toplanan Tay, Esed ve Gatafanlardan pek azı Müslüman kalmıştı.


Kinâne kabilesinden bazıları da isyancılara katılmışlardı. Tuleyha çoğalan taraftarlarını ikiye böldü. Bunlardan bir grubu el - Abrak, bir grubu da Zu'l - Kassa'ya gönderdi ve Habbal'i de bunlara komutan tâyin etti.


Çok kısa bir zaman sonra mürtedlerin hücuma geçeceklerini anlayan Ebu Bekr, Medine yollarını gözetlemek üzere, Ali, Zübeyr, Talha ve Abdullah bin Mesud'u gönderdi Camide topladığı halka da, isyancıların Medine'den bir merhale uzakta olduklarını haber verdi. Bundan üç gün sonra isyancılar Medineye bir gece baskını yaptılar. Bunu haber alan Ebu Bekr camide bulunan halkın başında, baskını yapanlara karşı çıktı ve onları kaçmıya mecbur etti. Ebu Bekr onları, Tuleyha'nin yedek kuvvetlerinin buluduğu yere kadar kovaladı. Fakat bu yedek kuvvetler, hava doldurulmuş tulumları Müslümanlar'ın develerinin ayakları altına yuvarlayarak ürküttükleri için, develer dörtnala koşarak Medine'ye geri döndüler. Bu çarpışmada hiç bir Müslüman ölmemiştir. İsyancılar, Müslümanları zayıf sanarak Zu'l-Kassa'ya bulunan arkadaşlarını kendi yanlarına çağırdılar. 


Zu'l-Kassa savaşı:


Ebu Bekir bu sırada, bütün geceyi askerlerini nizama koymakla geçirmişti. Ertesi gün, gün doğmadan hücuma geçti. Güneş doğarken mürtedler bozulup bir hayli adam kaybettiler. Tuleyha'nın yeğeni Habbâl de bu sırada öldürüldü. Ebu Bekr ilerleyip, Zu'l-Kassa'ya indi. Numan bin Mukarrin'i bir bölük askerle orada bırakıp kendisi Medine'ye döndü. Bu savaştan Tuleyha taraftarlarının cesareti kırıldı. Zubyânlar, Abs'ler Müslüman kalmış olanların üzerine atılıp çeşitli işkencelerle, onları öldürdüler. Ebu Bekr bunu haber alınca, öldürülen Müslüman sayısı kadar, belki de daha fazlasıyla, daha şiddetli bir tarzda karşı taraftan adam öldüreceğine and içti. Zu'l-Kassa savaşı sonunda Müslümanlar'ın cesaretleri arttı. İrtidad edenler arasında yeniden dine dönenler çoğaldı. Bunun sonucu olarak da Medine'ye her taraftan zekât, sadaka malları gelmeğe başladı. Bu olayın üstünden birkaç gün geçtikten sonra Üsâme, Suriye seferinden döndü. Ebu Bekir onu askelerle birlikte Medine'de bırakıp kendisi Zu'l-Huhisa ve Zu'l-Kassam mevkilerine hareket etti. El - Abrak denilen yere gelince, orada Abs, Zubyân, Abdu Menat bin Kinane'lerden bir toplulukla savaştı; onları da bozguna uğrattı. Bu arada Ebu Bekr'e (Ebu Fasil'e) tâbi olmayız diyen şair Hutay'e de esir düştü. Bundan sonra Medine'ye dönen Ebu Bekir, artık elçi gönderme işini durdurdu ve onbir birlik kurarak bunlara komutanlar tâyin edip isyan eden bölgelere yolladı Bunlardan biri de Tuleyha üzerine giden bir birlikti ki, komutanlığına Hâlid bin Velid tayin edilmişti. Halid'in elinde de öteki komutanların sahip oldukları gibi, Ebu Bekir'in emirlerini ihtiva eden iki mektup vardı. Seyf bin Ömer'in rivâyetine göre mektuplardan birinin önemli kısımları, aynen şöyledir: ".... Ben size eşi olmayan tek ve bir Tanrıyı över ondan başka mâbud bulunmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ederim.... Tanrı elçisi dâvetini kabul ettirinceye kadar savaştı Muhammed ancak Tanrı elçisidir. Ondan önce birçok resüller gelip geçmişlerdir. O ölür veya öldürülürse, siz yüz çevirip dönecek misiniz ? Her kim yüz çevirip irtidad ederse yüce Tanrı'ya bir zarar vermez.... Aranızda Muhammed'e tapanlar varsa o ölmüştür. Tanrıya ibadet edenler için ise Tanrı her vakit vardır. Onun hiçbir ortağı yoktur Ben sizi Tanrı'nın dinine sıkı bir surette riayete çağırıyorum Bana aranızdan bir kısmınızın Müslüman olup islâm dini ile amel ettikten sonra Tanrı'yı aldatarak, ne yaptığını bilmiyerek, şeytanın çağrısını kabul ederek, dininden dönmüş olduğu haber verildi... Ben size Muhacir, Ensâr ve Allah'ın bir lûtfu olarak Tanrı yoluna gidenlerden bir ordu ile falan komutanı gönderiyorum. Ona, Tanrı dinine çağırmadan önce, kimse ile savaşmamasını ve kimseyi öldürmemesini... salih olanlara yardımını esirgememesini.. çağrısını kabul etmeyenlerle savaşmasını, onlardan ele geçirebildiği kimseleri sağ bırakmamasını, onları ateşle yakmasını ve her türlü işkence ile öldürmesini... emrettim... Islâmiyeti bırakan Tanrı'yı âciz bırakamaz.... gönderdiğim elçime, bu mektubumu her toplantıda size okumasını, ezan, okuyarak namaza çağırmasını emrettim. Ezan okumadıkları takdirde onları cezaya çarptırınız dedim Ezan okudukları takdirde onlardan Müslüman olup olmadıklarını, sorunuz, islâmiyeti ikrar etmezlerse onları cezaya çarptırınız diye emrettim...."


İkinci mektup ise doğrudan doğruya komutanlarına emir ve tavsiyelerini ihtiva etmekte idi. Buradan gittikleri her yerde halkı Tanrı'nın emirlerine dâvet etmelerini, kabul edenlerin islâmiyet'in onların üzerine yüklediği bütün hükümleri, hak ve vazifeleri tam olarak vaktinde yerine getirmelerine önem vermeleri yazılı idi.


Diğer komutanlar gibi Hâlid bin Velid de Zu'-l-Kassa'dan ordusunun başında harekete geçti. O sırada, Tuleyha ile Gatafan kabilesi başkanı Üyeyne bin Hısn, Buzaha suyu üzerinde bulunuyorlardı. Es-Seri'nin Seyf'den aldığı rivâyete göre Müslümanlar bu sırada Esed kabilesinden birini yakalayıp Hâlid'in yanına getirmişlerdi. Hâlid ona: "Bize onun hakkında bilgi ver. O size neler söylüyor ?" diye sordu.


Yakalanan Esed'li Tuleyha'nın kendisine şöyle bir âyet inmiş olduğunu iddia ettiğini söyledi: "Güvercin ve dâima oruçlu olan kuş adına andiçerim ki, Tanrı sizin bu ülkeleri yıllarca koruyacağınızı mülk ve devletinizin, Şam ve Irak'a kadar uzanacağını temin etmiştir" (Taberi, Tür. ter.,III.,S. 103).


Yukarıda Tuleyha'nın âyet diye iddia ettiği sözler, onun halkı nasıl kandırdığına bir misâl teşkil ettiği gibi, gene onun şahsi hırs ve emellerinin ne kadar geniş ve kolay tatmin edilemez olduğunu açıkça göstermektedir.


Hâlid yolu üzerindeki kabileleri kah tehdit, kah dostluk yoluyla kendisine yardım etmeğe mecbur kılarak ilerledi. Bu cümleden olarak Adi bin Hâtim'in Tayy ve Cedileleri islamlığa kazanmış olması başta sayılmak gerekir. Kelbinin rivayetine göre Hâlid Mürted'lere yaklaştığı sırada, keşif yaptırmak üzere Ükkaşe bin Mihsan ile Sabit bin Ekran' ı yolladı. Bunlar yolda Tuleyha ile kardeşi Seleme'ye rastladılar ve onların ani hücumu ile şehid edildiler.  Gamr halkı Buzaha'ya sığındıktan sonra Tuleyha onlara "Sizlerin bir taş değirmen yapmanız bana emredildi; Tanrı onunla istediği kimseleri vuracak ve yukardan aşağıya yuvarlanacak olan kimseler onun üzerine fırlıyacaklardır" dedi. Her halde Tuleyha bu sözleriyle, üstünlüklerini kaybedeceğini umduğu Müslüman askerlerini kastetmektedir. Tuleyha yanında Gatafan kabilesinden Harice bin Hısn ül - Fezari ve Manzur bin Zuby an ül - Fezari bulunduğu halde Hâlid'in ordusu ile karşılaştı. Hâlid geldiği zaman, o deriden çatılmış bir evde Ashabı ile birlikte oturuyordu. Hâlid onlara: "Söyleyin Tuleyha çıkıp bana gelsin" dedi. Tuleyha'nın adamları ise: "Peygamberi küçültme, Tuleyha değil Talha'dır" dediler. Biraz sonra o çadırından çıkıp geldi. Hâlid ona: "Helifemizin öğüdü şudur ki: seni Tanrı'nın birliğine ve Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğunu tasdik etmeğe çağırıyor" dedi. Tuleyha da ona: "Ey Hâlid! Bir Tanrı'dan başka Tanrı olmadığını, kendimin de Tanrı'nın resâlü olduğunu bilip bildiririm" dedi. Bu cevabı alan Hâlid askerine hücum emri verip savaşa başladı. Müslümanlar mürtedleri fena halde sıkıştırdılar. Bir ara komutanlardan Fez'al- eli Üyeyne bin Hısn, Tuleyha'nın yanına gelerek, sana Cebrail geldi mi? diye sordu. Savaşta durum o kadar kötüleşti ki, Üyeyne her halde böylece Tuleyha'nın güya peygamberliğinden ve kehanetinden bir kuvvet almak istiyordu. Tuleyha ona: "Hayır gelmedi" diye cevap verince tekrar savaş meydanına döndü; fakat savaşmaktan yorulup tekrar onun yanına geldi: "Tanrı seni başkasının yardımına muhtaç eylemesin; ben yanından ayrıldıktan sonra Cebrail geldi mi?" diye sordu. Tuleyha gene gelmediğini söyledi Uyeyne üçüncü gelişinde Tuleyha ona: "Senin de onunki gibi bir değirmen taşın var, senin de unutamıyacağın sözlerin var, diye söyledi" dedi; Üyeyne: "Tanrı onun yakın bir zamanda halk arasında bir hikâye konusu teşkil edeceğini bilmiş olacaktır. Ey Fezâre oğulları bu böyledir; geriye dönünüz, Tuleyha yalancıdır" dedi ve Fezârelileri alıp çekildi. İbni İshak'dan (Taberi, III, 231 - 232) alınan bu rivâyetin daha birçok değişik şekillerine tesadüf etmek mümkündür. Meselâ Beyhaki (Kitab ül - Mehâsin, 32 - 34): Tuleyha güya vahiy bekler gibi harmanisinin içine büzülmüş bir halde dururken Uyeyne ona "Cebrâil gelmedi mi ?" diye sorar o da "Henüz gelmedi" cevabını verir Üyeyne "Ocağın sönsün" diyerek onun örtüsünü çeker. Tuleyha bundan kızar, "Allah lâyığını versin, bu peygamberlik icabıdır" deyip oturur. Üyeyne "Sana ne söyledi" diye gene sorar. Tuleyha bu defa "Muhakkak sana (göğün) değirmeni gibi bir değirmen var, bir de iş var ki, unutma onu dendi" cevabını verir. Üyeyne " Şüphesiz yüce Tanrı senin başına unutmıyacağın bir iş geleceğini bildi" der ve onun yalancı olduğunu ilân eder.


İbni Halchin ( İber, II., S. 71) da, Tuleyha "Evet geldi, gök değirmeni gibi bir değirmenin vardır ve unutmıyacağın sözü vardır âyetini getirdi" diye cevap verdi.


Belâzûri bu noktayı şöyle açıklamaktadır: " Tuleyha " Evet geldi, ve şunu söyledi: Senin de onunkine benzer bir değirmen taşın var" dedi. Üyeyne cevap olarak "Valla/yı senin unutmıyacağın bir günün olacaktır" dedi.


Yakut (Mu'cem ül - Buldân, II. S. 160 - 161)'da: Üyeyne İslâm kılıçlarının kendi askerlerini doğradığını görünce Tuleyha'ya koşup dedi ki, "Ebu Fasil'in neler yaptığını görüyor musun? Zu'n-Nün sana bir şey dedi mi ?" Tuleyha "Evet" dedi "sen öyle bir gün göreceksin ki, başı senin olmayacak, fakat sonu senin olacaktır ve Halid'in orduları senin ordularını nasıl öğüteceklerse, sen de onun ordusunu bir değirmen taşı gibi öğüteceksin ve hiç unutmıyacağın bir vaka ile karşılaşacaksın" diye cevap verdi.


İbn ül - Esir'de (Üsd ül - Gâbe, III. 65) Üyeyne üçüncü defa Cebrâil'in bir şey söyleyip söylemediğini sorunca, Tuleyha gene "Hayır" cevabını verdi. O zaman Üyeyne ona "Cibril seni kendisine en muhtaç olduğun bir zamanda bıraktı" dedi. O zaman Tuleyha " Şerefiniz için döğüşünüz, yoksa ortada din falan yok" diye cevap verdi. İbn ül-Esir' in bu kaydı daha sonra görüleceği üzere Müseylime için de söylenmiş bir sözü pek andırmaktadır. Tuleyha'nın "ortada din falan yoktur" sözünü böyle nâzik bi zamanda söylemesi bizzat Tuleyha'nın şahsi için her halde pek tehlikeli olacağından, onun böyle bir söz söylemiş olmasını şüphe ile karşılamamız gerekmektedir. Tuleyha'nın etrafındakilerin onu Peygamber değilse bile bir kâhin olarak kabul ettikleri muhakkaktır ve bir kahin de olsa kendilerini aldatmasını elbette hoş görmeyecek olan Araplara onun böyle bir söz söylemesi tabiatiyle imkansızdır.


Zehebî Tecrid'inde (S. 299) İbnül - Esir 'in söylediklerini aynen tekrar etmektedir.


Mirhond'da (Ravzat us - Safa, II., S. 222): Tuleyha, Üyeyne'ye üçüncü gelişinde şöyle söyledi: "Cebrâil geldi. Senin ümidin Halid'in ümidi ile aydınlanmaz ve aranızda bir vaziyet var ki onu unutmamalı". Üyeyne: "Allaha kasem ederim ki, yakın bir zamanda sana bir hâl gelecek. Bu asla senin hatırından çıkmıyacak" dedi. Mirhond başka bir rivâyete dayanarak, Üyeyne islâmlar'ın savaşı kazanacaklarını anlayınca gayretten âciz kalıp kaçmaya yüz tuttu. O zaman Tuleyha kendisine "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Üyeyne, "Bizim cenk nöbetimiz sona erdi. Cebrâil'e de ki, elini muharebe kolundan dışarı çıkarsın! Artık nöbet onundur". Bu nokta üzerine Muir (Annal of the early Califate, S. 25) Tuleyha'nın sözlerini "başına onun gibi bir boyunduruk geçecek ve öyle bir iş gelecek ki, sen onu unutmıyacaksın" şeklinde kaydediyor.


Yukarıdan beri zikrettiğimiz kaynakların hiçbirinde bu boyunduruk sözüne rast gelmedik. Çeşitli kaynak ve tetkiklerde gene çeşitli şekillerini kaydettiğimiz "değirmen taşı" mecâzi sözünün hakiki mânasını anlamak biraz güç olmakla beraber, elimizde bazı anahtarlar var ki, bunlarla bilmeceye pek benzeyen Tuleyha'nın iması açıklanabilir. Bir kere, "değirmen taşı" mecâzi sözünün islami devirlerde olsun, ondan çok önce olsun, nasıl bir anlama geldiğini araştırmamız gerekir. Marcus İncil'nde buna dair şöyle bir âyet vardır (IX., 42): "Her kim bana iman eden bu küçüklerden birini sürçtürürse, boynuna büyük bir değirmen taşı takılıp denize atılması kendisine daha iyidir". Tuleyha'nın halka güya ilahi bir emirmiş gibi anlattığı, biraz önce bahsettiğimiz, "Sizlerin bir taş değirmen yapmanız bana emredildi, Tanrı onunla istediği kimseleri vuracak " sözünün de İsa'dan beri, belki de daha önceki devirlerden beri değirmen taşının Önasya'da bir ceza aracı anlamı taşıdığını ifade etmektedir. Şimdi bu tâbiri cümlenin içinde araştıracak olursak: Belazûri, Taberi, İbni Hald'ün "Senin de bir değirmen taşın..." demekle, değirmen taşına Uyeyneyi sahip olacakmış gibi göstermektedirler. O halde değirmen taşı kimin elindeyse, kuvvet, iktidar ondadır, anlamı çıkmaktadır. Yakut'da, Tuleyha, Üyeyne'ye savaşın sonucu hakkında cesaret vermektedir. Beyhaki'de ise bu husus açık değildir. Bu dört değerli tarihçinin ve mantığımızın bize gösterdiği yolda yürüyecek olursak, Tuleyha'nın bu güya ayet olan sözü, kumandanı olan Üyeyne'ye sırf bir cesaret vermek için söylediği kanaatine varım. Aksi halde en nazik bir anda müttefiki olan Fezareliler'in komutanını kızdırmak amacıyla-Muir'in kabul ettiği gibi, senin de boynuna bir boyunduruk geçecek veya ezileceksin anlamına — söz söylemesi tamamiyle menfaatine aykırı olurdu. Halid'in kuvvetlerinin üstünlüğü karşısında zayıf imanlı mürted Üyeyne, Tuleyha'yı da yarı yolda bırakmış, yediyüz süvarisi ile birlikte çekilip gitmiştir. Bunun üzerine Tuleyha'nın taraftarları, Tuleyha'ya gelip "Bize ne emrediyorsun" diye sorunca, o, daha önceden hazırladığı bineklere eşi Nevvar ile birlikte atlayarak kaçmaya hazırlandı ve bu arada, "Elinden gelen herkes benim gibi yapsın” kendisini ve ailesini kurtarsın"  diye cevap verdi.


Böylece kurtuluşu kaçmakta bulan Tuleyha Şam'a geldi. Arkada bıraktığı Süleym, Havazin ve Âmir kabileleri yeniden dine dönüp, af dileyip, islamiyet'in, malları ve şahısları hakkındaki hüküm ve emirlerine baş eğdiler.


Vakidinin beyanına göre Halid, Üyeyne'yi de esir almıştı ve öldürmek istiyordu. Fakat Halid'in bir akrabası onu bu fikirden vazgeçirdi ise de, Tuleyha'nın annesinin intiharını önliyemediler. Ona Müslüman olması teklif edilmişti. o bu teklifi kabul etmeyip bir şiir söyliyerek Halid'in daha önceden hazırlattığı ateşlerden birine kendini atıvermişti" Halid'in bazı esirleri ateşte yaktığırdığı rivâyeti doğru ise, bunun mühim bir sebebi olmalıdır. Esed ve Havazinlerden bazı kimselerin Peygamber' in aleyhinde sarfettikleri bir takım sözlerin buna sebep teşkil ettiği ibni Hubeyş tarafından ifade edilmiştir. Taberi'de de bazı esirlerin ateşte yakıldıkları, bazdarının okla vurulduğu v. s. anlatılmakta, fakat bunların daha önce Müslümanları aynı şekilde öldürenler oldukları da açıklanmaktadır.


Buzaha olayından sonra Tuleyha, Beyhaki'ye göre (Kitbül - Mehasin, 32 - 34) Şam'a gitti , " Şeytanı onu bırakmadı"; Ebu Bekir ölünceye kadar Gassanlılardan Cefne oğullarının yanında kaldı. İbni Haldan (Kitab ül - İber, II., S. 71) Tuleyha'nın kaçıp Kelp kabilesine sağındığını sonra Müslüman olduğu, Ömer zamanında Umre için Mekke'ye gittiğini zikreder. Süleyman Nedvi (Asr- ı Saadet, VI., S. 81) onun ilk olarak Ömer'e biat ettiğini daha doğru bulmuş, Ebu Bekir yaşadığı müddetçe de Kelb kabilesi yanında misafir kaldığını kabul etmiştir. Taberiye gelince (III. S. 232, Tür. ter., III., S. 104), o da Tuleyha'nın Kelb kabilesine sığındığını , fakat Umre Haccına, İbni Haldûn ve İbn ül - Esir'in yazdıkları gibi Ömer zamanında değil, Ebu Bekir zamanında gittiğini yazmaktadır. Hatta Ebu Bekir'e, " İşte Tuleyha! Yakalatınız!" dedikleri zaman, o "Onu serbest bırakın; Tanrı onu doğru yola sevketti, Müslüman oldu. Onu ne yapayım" diye cevap vermiştir.


Ebu Bekir'in ölümü ve Ömer'in başa geçmesi üzerine, Tuleyha biat etmek için Medine'ye geldi. O zaman, Ömer ona: "Sen Ukkâşe ile Sübit' in kaatilisin. Seni hiç sevmiyeceğim" dedi. Tuleyha: "Ey Müminlerin emiri, Allah'ın benim elimle şereflendirdiği ve beni onların elleriyle küçültmediği bu iki adama neden bu kadar önem veriyorsun?" diye cevap verdi. Bunun üzerine Ömer biatı kabul edip ona : "Ey aldatıcı ! Hilekar! Kahinliğinden ne kaldı bakalım" diye sordu. Tuleyha bu soru karşısında mahçup olarak: "Onlar bir çift ciğerden çıkan bir iki nefesten başka bir şey değildi"  diye mukabelede bulundu.


Tuleyha Müslüman askeri:


Bundan sonraki askeri hayatı uzun ve methe layık olan Tuleyha, Esedlerden kurulmuş olan kuvvetlerin başında olduğu halde, Kadisiye savaşına katıldı. Celala'ya Müslüman piyadesini sevketti. Nihavend zaferi onun hücum planı ile kazanıldı Onun değerli bir savaşçı olup bin süvariye eşit sayılabileceği iddia edildiği halde, kısa süren âsilik hayatı göz önünde tutulursa şef olma kabiliyetinin, şairlik, hatiplik vasıfları yanında çok zayıf olduğu meydana çıkmaktadır. Esasen bunu İbn ül - Esir'in şu mühim kaydından da anlamaktayız: "Ömer bin Hattâb, Numan bin Mukarrin'e şöyle yazmıştı: Savaş işlerinde Tuleyha ile Amr bin Ma'dikerib' den istifade et. Onlara danış; fakat onlara hiçbir komutanlık verme Her işçi kendi işini daha iyi bilir".


Tuleyha'nın Kadisiye ve Nihavend savaşlarındaki büyük başarılarından Vakıdi, Vesime ve Seyf bahsetmektedirler. Kadisiye savaşında Tuleyha düşman ordugahına yalnız başına giderek bir çadırın iplerini kesip üç at kaçırdı. Takip edenleri kılıçtan geçirdi; bir adamı da esir olarak beraberinde getirdi. Nihavend savaşının islamlar için çok tehlikeli anlarında keşfe çıkmak vazifesi gene Tuleyha'ya verilmişti. Beni Esed'in eski peygamberi olan Tuleyha bu vazifesinden dönmekte o derece gecikmişti ki, askerler meraklanarak aralarında, "Yoksa Tuleyha gene mi dinden döndü?" diye söylenmeğe başladılar. Bu sebepten Tuleyha dönünce, tekbir sedaları yükseldi. Bunun duyan Tuleyha, kendisi yokken ortaya çıkan kanaatten haberdar olup "Tanrıya and içerim ki, aramızda din bağı olmayıp da sadece Araplık bağı olsaydı, gene şu Farslara katılmazdım" diye cevap vermişti.

Genel olarak onun H. 21 yılında öldüğü söylenirse de, H. 24 yılında onu 500 Müslüman askeri ile birlikte Kazvin'i savunurken görüyoruz. Böylece ölüm yılı şüpheli kalıyor. H. 21 yılı Halid'in, Numan bin Mukarrir'in, Amr bin Ma'dikerib'in ölüm yılları olarak gösterilir.


Tuleyha'nın doktrini:


Tuleyha'nın doktrini hakkında elimizde pek az bilgi var. O, bir peygamberden çok bir kahin gibi ortaya çıkmakta ve vahiy diye söylediği sözlerden birkaçı o zamanki hadiselerle ilgili arzularını ifade etmektedir. Her kâhin gibi, kısa ve secili konuşan Tuleyha'da hiç bir dini sistem görülmemektedir. O, günümüzde bile eşine pek çok rastlanabilen parapsikolojik kuvvetlere sâhip insanlardan biridir.


Onun Cebrail yahut Zu'n-Nun adli bir melekten aldığını iddia ettiği vahiyleri hakkında da az şey bilmekteyiz. Bunlardan birisi, yukarda açıkladığımız: Taberi, Kahire 1939, c. II s. 489.


"Güvercin ve her zaman oruçlu olan kuş üzerine yemin ederek, Esedlerin Şam ve Irak topraklarını fethedeceklerine" dair olan sözleridir. İkincisi, bir gün Tuleyha:

yâni "Birkaç fersah öteye giderseniz su bulursunuz" demesi ve gerçekten orada az miktarda su bulunması, birtakım Araplar' ı Tuleyha'nın peygamber olduğu inancına sevketmiştir Zamanımızda da, nerede su veya bazı mâdenlerin bulunduğunu bilen genç ihtiyar birçok insanlar vardır. Üçüncü mucize gösterisine gelince: Hâlid, Medine'den çıkıp Tuleyha'nın üzerine yöneldiği zaman Tuleyha halka "Alınları akıtmalı, ayakları sekili atlara binen insanların kendilerine doğru geldiklerini" haber verdi. Gönderilen öncüler, bunlara tesadüf ettiler, tarife tamamiyle uygun olduklarına gördüler. Beyhaki burada, Üyeyne'nin önceden casusları vasıtasiyle gelenler hakkında haber alıp bunu hemen Tuleyha'ya bildirdiğini ileri sürmektedir 


Tuleyha'nın ibadet hakkındaki tavsiyeleriyle ilgili olarak Yâkut'da öyle bir kayda rastlıyoruz:


Allahı ayakta zikrediniz; Allahın, yüzünüzü topraklara sürmenizle ve secde ederken aldığınız çirkin şekille ne işi var 

Bazı tarihçiler Tuleyha'nın peygamberliğinin, halkı namaz ve oruçtan muaf tuttuğu, zinayı da mubah kıldığı ve bunun gibi şeytani işlerde kolaylık gösterdiği için kabiledaşları tarafından kolayca kabul edildiğini kaydetmişlerdir 


Cahiliyye devrinde belli günlerde veya mühim teşebbüslerden önce putlarını hatırlayıp ziyaret ve onlara ibadet eden Araplar'', henüz pek yeni olan İslam dininin, her gün beş vakit namazı şart kılan sıkı kaidelerinden kurtaran yeni bir peygamber, sahte de olsa, bu toplum içinde kolayca taraftar kazanabilirdi. Ancak peygamberlik iddia eden bir kimsenin zinayı mubah kılacağını kabul etmek biraz güçtür. Bu itibarla yukarıdaki iddiaları ileri sürerken tarihçilerin, sahte peygamberlere karşı duymuş oldukları kızgınlıktan ötürü, objektif davranamamış olduklarını hesaba katmak yerinde olur. Kaynaklar, Esved'in meleğine olduğu gibi, Tuleyha'nın Zu'n-Nun adlı meleğine de şeytan demekte, olayları hakikata uygun bir şekilde anlatırken, onların sahte olduklarını belirtebilmek için, zaman zaman hakikat yolundan sapmaktadırlar. Hattâ bunu bazen Taberi ve Mirhond gibi tarihçilerde bile müşahede etmek mümkündür.


Yukarıdan beri söylenenler göz önüne getirilirse Tuleyha'nın halen kabile şefi tipini tam bir şekilde canlandırdığı, ayrıca kâhinlik, şairlik ve savaşçılık vasıflarına da sahip olduğu için müttefikler bulduğu, fakat Üyeyne'nin Fezarelileri alıp çekilmesi yüzünden, kurmak istediği siyasi otoriteyi kuramadığı anlaşılmaktadır.

Tuleyha'nın savaşta yenilmesi üzerine, dinden dönen o civardaki Esed, Gatafan gibi kabilelerin mensuplarının gerektiğinden fazla vergiyi hemen Hâlid'e veya Ebu Bekir'e götürüp teslim ettiklerini görüyoruz. Ayrıca bunların vergiyi ödememiş olmayı, haisislikleriyle izah etmeleri, onların Tuleyha'ya bağlılıklarının din yoluyla olmayıp iktisadi yolla olduğunu bir kere daha göstermektedir ( İbni Hubey ş, bk. Caetani, VIII. S. 312).



Görülüyor ki, Tuleyha hakiki bir peygamber değildir. Eğer hakiki bir peygamber olsaydı her şeyden önce, yeniden islâmiyet'i kabul etmez ve islâmiyet uğrunda hayatını tehlikelere atmazdı. Onun çok imanlı bir Müslüman olarak Iran savaşlarında nasıl fedakârlıklarda bulunduğunu biraz önce anlatmş bulunuyoruz. O, sadece Hazret-i Muhammed'in hastalanmasından ve sonra ölümünden istifade ederek Kureyş hâkimiyetinden kurtulmak ve kabile otoritesini yeniden tesis etmek, ayrıca Hazreti Muhammed gibi başka ülkeleri ( Şam ve Irak gibi) kendine bağlamak hevesinde, oldukça kuvvetli bir kabile şefi ve iyi bir asker olmaktan ileri geçememiş siyasi bir maceraperestti. Siyasi nufuzu gibi bildirdiğini iddia ettiği dini de tarihte hiçbir iz bırakmadan kaybolup gitmiştir.

 



İSLÂMDAN DÖNENLER VE YALANCI PEYGAMBERLER (Hicri 7.-11. Yıllar)


Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak