8 Nisan 2023 Cumartesi

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-3

 

Hz. HAMZA (r.a.) (625)


Peygamberimizin amcasıdır. İslâm'ın ilk dönemlerinde Müslüman olmuş; pehlivanlığı, cesareti  ve kahramanlığı ile ün salmıştır.

Medine'ye hicretten sonra müşrik ordusuyla yapılan Uhud Savaşı sırasında, Vahşî isimli bir kölenin ustaca fırlattığı kısa bir mızrakla şehid edilmiştir. Daha sonra mübarek nâşı parçalanarak; burnu, kulakları ve diğer azaları kesilen Hazreti Hamza, "Şehidlerin Efendisi" olarak tarihe geçmiş, vefat ettiği meydana defnedilmiştir.

İlginçtir ki Hazreti Hamza'yı şehid eden Vahşî ve vücudunu parçalayan müşriklerin çoğu daha sonra Müslüman olarak, İslâm'a hizmet için yarışmışlardır. Nitekim Vahşî Müslüman olduktan sonra yalancı peygamber Müseyleme'yi katlederek şeref kazanmıştır.




Hz. HARAM b. MİLHAN (r.a.) (626)


Sevgili Peygamberimizin arkadaşlarından; Suffe ehli sahabelerden, bilgili ve fedakar bir kimsedir. Bi'ri Maûne Faciası sırasında, Amir b. Tüfeyl'in bir adamı tarafından sırtından saplanıp göğsünden çıkan bir mızrak darbesiyle şehid edilmiştir. Onu, Reis Amir'in kaş göz işaretiyle arkasından mızraklayan Cebbar isimli şahsın anlattığına göre Haram B. Milhan, mızrağı yedikten sonra iki avucuyla kavramış, kanlı ellerini yüzüne sürerek: "Vallahi kazandım gitti!" diye haykırmış ve şehid olmuştur. Bunu duyan ve çok şaşıran Cebbar da daha sonraki günlerde Müslüman olmuştur.


Haram b. Milhan ve yetmiş kadar arkadaşını Maûne Kuyusu civarında kadeden Amir b. Tufeyl ve kabilesi,  Resûlullah'ın bedduası ile, deve humması  denilen  bir  hastalığa  yakalanarak topluca helak olmuşlardır.




Hz. MUS'AB b. UMEYR (r.a.) (625)


Mekkeli asil ve zengin bir ailenin oğludur. Resûlullah'a ilk iman eden gençler arasına girmiş, onun tarafından yetiştirilerek Medineli Müslümanları teşkilatlamak üzere gönderilmiştir.

Son derece yakışıklı, güzel konuşan, etkili ve samimi bir sahabedir.  Uhud Savaşı sırasında müşriklerce şehid edilerek dünyadaki hayatını tamamlayıp Cennet yurduna göçmüştür. Defni sırasında üzerine örtecek bir kefen bulunamadığından, Peygamberimizin, cenazesi başında gözyaşı döktüğü rivayet edilmiştir.




Hz. ZEYD b. HARİSE (r.a.) (629)


Küçük bir çocukken kaçırılıp köle yapılan Zeyd b. Harise, Hazreti Hatice tarafından Peygamberimizin hizmetine verilmiş ve burada yetişerek İslâm'ı ilk kabul eden sahabelerden biri olmuştur.

Daha sonra kendisini bulan öz babası ile memleketine dönmeyip Peygamberimizin yanında kalmayı tercih eden Hazreti Zeyd, Medine döneminde, Mûte'ye gönderilen İslâm ordusuna başkomutan tayin edilmiştir. Sayıca kendilerinden çok üstün olan Bizans ordusu karşısında kahramanca vuruşan Hazreti Zeyd, düşmanlarının vurduğu yüzlerce mızrak darbesi ile şehid oldu.  Savaşın başlangıcında sayıca az olduklarını söyleyerek geri dönmek isteyen bazı arkadaşlarına: "Biz ne sayı, ne kuvvet ve ne de çokluk için harbederiz. Biz ancak dinimiz için döğüşürüz!" demiştir. Kur'an-ı Kerim'de ismi açıkça zikredilen tek sahabe O'dur.




Hz. CAFER-İ TAYYAR (r.a.)  (629)



Peygamberimizin amcası Ebû Talib'in oğlu, Hazreti Ali'nin ağabeyidir. İslâm'ın ilk günlerinde Habeşistan'a hicret etmiş, on yıl kadar orada kaldıktan sonra, Hayber'in fethi sırasında Medine'ye gelmiş ve Resûlullah tarafından Mûte'ye gönderilen 3000 kişilik İslâm ordusunun ikinci komutanı olarak tayin edilmiştir. Mûte'de sayıca çok üstün olan Bizans ordusu karşısında Hazreti Zeyd b. Harise'nin şehadeti ile komutayı devralan Hazreti Cafer, kahramanca ileri atılmış,  nihayet sağ elini koparan bir darbe alınca İslâm sancağını sol eliyle tutmuş; o da koparılınca göğsü ve pazularıyla sancağı kavrayıp yere düşürmemiş, nihayet bir başka kılıç darbesiyle ikiye parçalanıp şehid olmuştur. Peygamberimiz bir Hadis-i Şeriflerinde: "Cafer'i Cennet'te gördüm. Onun kana boyanmış kanatları vardı" buyurmuştur.




Hz. ABDULLAH b. REVAHA (r.a.) (629)


Medineli Müslümanlardan, yani Ensardandır. Kudretli bir şair; ince, zarif ve soylu bir sahabe idi. İslâm'a pek çok hizmetler yaptıktan sonra Mûte'ye gönderilen orduya üçüncü kumandan olarak tayin edilmiş, Hazreti Zeyd ve Cafer'in şehadeti üzerine İslâm sancağını eline alarak düşman üzerine atılmış ve kahramanca çarpışarak şehid olmuştur. Peygamberimiz bir Hadis-i Şeriflerinde Mûte şehidleri için: "Onlar cennette benim yanıma yükseltildiler" buyurmuştur.




HÜSREV PERVİZ (630)


M.S. yedinci yüzyılda yaşamış İran hükümdarlarından biridir. Dedesi, adaletiyle meşhur olduğu söylenen Nûşirevan'dır.

Peygamberimiz zamanında iktidar koltuğunda oturan Hüsrev Perviz'e İslâm'a davet mektubu gönderildiğinde  o,  Peygamberimizin  adının kendi adından önce yazılmış olduğunu görüp sinirlenmiş, mektubu parçalayarak yere atmıştır. Kibirli, zalim ve düşük karekterli bir kral olan bu adamın hareketi Resûlullah'a haber verildiğinde  O: "Allah da onun mülk ü saltanatını parçalasın!" buyurmuştur.

Aradan çok geçmeden, iktidar hırsıyla harekete geçen Kisra'nın oğlu, bulduğu ilk fırsatta babasının karnını kılıçla deşerek öldürmüş ve onun tahtına oturmuştur. Daha sonra kız kardeşi saltanatı  ele  geçirmişse  de  bir  süre  sonra Müslümanlar bütün İran topraklarını fethederek kisraların iktidarına son vermişlerdir.




Hz. ZEYD b. ASIM (r.a.) (632)


Peygamberimizin sevgili sahabelerindendir. Çocuk yaşta iken anne ve babası ile birlikte Akabe'de Resûlullah'a biat ederek Müslüman olmuş; Medine'de İslâm'ın yayılması için çalışmış ve Resûlulah'ın vefatına yakın bir sırada ortaya çıkan yalancı peygamber Müseyleme'ye, Peygamberimizin bir mektubunu götürmek üzere elçi olarak görevlendirilmiştir. Genç ve iman yüklü bir sahabe olan Zeyd, Müseyleme'nin yanına varıp Peygamber mektubunu verdiğinde, yalancı peygamber çok sinirlenmiş ve elçiye zeval olmaz kaidesini de hiçe sayarak Zeyd b. Asım b. Habib'i hunharca katlettirmiştir. Onu, kendi peygamberliğine inandırmaya kalkışınca red cevabı alan Müseyleme;  önce sağ,  sonra sol kulağını, daha sonra da burnunu, parmaklarını ve diğer azalarını kestirerek işkence ile öldürmesine rağmen Zeyd b. Asım hiç bir fütur getirmemiş  ve son nefesine kadar  kelimei şehadeti haykırmaktan geri durmamıştır.




MÜSEYLEMETÜ'L- KEZZÂB (633)


Peygamberimizin vefatına yakın bir sırada ortaya çıkarak kendisinin de Allah'ın elçisi olduğunu ilan eden ve kısa sürede etrafına toplanan kimselerle büyük bir güç oluşturan Müseylemetü'l - Kezzab, Hazreti Ebubekir zamanında, üzerine, Halid b. Velid komutasında gönderilen ordu ile çarpışmış; tarihin en kanlı muharebelerinden biri olan bu savaş sonunda, bir bahçe içinde sıkıştırılarak, Uhud Savaşı'nda Hazreti Hamza'yı  şehid eden Vahşi'nin aynı mızrakla kendini vurması sonucu öldürülmüştür.

Bu kanlı muharebede ensar ve muhacirin önde gelen birçok siması da şehid olmuşlardır ki içlerinde Hazreti Ömer'in kardeşi Zeyd b. Hattab ve Ensarın reislerinden Sabit b. Kays'da vardır.


Tarihî kayıtlara göre Peygamberimizin "Yalancı Müseyleme" sıfatını uygun gördüğü bu adam, Benî Hanife kabilesine mensup; ufak tefek, fakat teşkilatçı ve hatip bir kimseydi. Resûlullah'ın başarılarını gördükten sonra, kabilesi Hanefilerin de tıpkı Kureyşliler gibi üstün bir konuma geçmesini istemiş, en azından iktidarı onlarla paylaşmayı arzulamıştı. Önceleri İslâm'ı kabul eden Beni Hanife, onun bu teklifleri üzerine dinlerinden dönüp irtidat ederek kendisine bağlanmışlar ve verdikleri sözde durarak son anına kadar onun yanından ayrılmayıp kılıçtan geçirilmişlerdir.



Hz. IKRIME (r.a.) (634)


İslâm'ın en azılı düşmanlarından biri olan Ebû Cehil'in oğludur. Mekke'nin Fethi sırasında öldürülmesi için hüküm çıkarılmışsa da, hanımının Müslüman olması ve şehirden kaçan kocasını da bulup getireceği ve onun da İslâm'ı kabul etmesini sağlayacağını söylemesi üzerine affa uğradı. Gerçekten bu fedakar hanım, İkrime'yi bir deniz sahilinde buldu ve Peygamberimizin huzuruna getirerek Müslüman olmasını sağladı.

İkrime bundan sonra seçkin sahabeler arasına girdi ve üstün komuta yeteneği sayesinde birçok parlak zaferle kendini gösterdi. Daha önce İslâm'a ve Müslümanlara verdiği zararları ödercesine çalışıyor, büyük bir iman ve tevbe ile eski hatalarını affettirmeye uğraşıyordu.

Hazreti Ebubekir'in vefatına yakın bir sırada, Yermuk'ta, sayıca çok üstün Bizans ordusu ile çarpışmaya giren Müslümanların arasında İkrime b. Ebû Cehil'de vardı. Orada büyük bir cesaret ve kahramanlıkla savaştı ve İslâm ordusu, Halid b. Velid'in komutasında parlak bir zafer daha kazanırken Hazreti İkrime ve oğlu Amr, aldıkları yaralar sebebiyle şehid oldular.

Bu harp esnasında, kendisinin ileri atılmasına engel olmak isteyen başkomutana,  Hazreti İkrime'nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

"Beni bırak ey Halid! Senin, Resûlullah'la güzel bir geçmişin var. Halbuki ben ve babam Resûlullah'a en çok eziyet edenlerdendik. Beni bırak da daha önce yaptıklarımı ödeyeyim. Resûlullah'a karşı birçok yerde savaştım. Bugün Bizanslılara karşı savaşmaktan mı kaçayım?"



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

7 Nisan 2023 Cuma

İslam Devletinde Ekonomi ve İdari Yapılanma-4

 


Türklerin Devlet Yönetimi Üzerindeki Etkileri


Me'mun H. 218/M. 833'te vefat edince hilafeti kardeşi Mu'tasım Billah'a geçti. Mu'tasım'ın annesi Türkistan'da Sogd bölgesinden aslen Türk biriydi. Bu yüzden Mu'tasım Türklere karşı sevgi hisleriyle büyümüştü. Kardeşi Emin'i öldürdükleri için İranlılara artık güvenmiyordu. Diğer yönden Mu'tasım daha önceki halifeler tarafından haklarında reva görülen kötü muamelelerden zayıf düşmüş Arap askerine de güvenemiyordu. Buna ek olarak kardeşi Me'mun ölümü sırasında kendisine Araplara daima karşı gelmesini kendilerini sindirmesini vasiyet etmişti. Bu nedenle Mu'tasım Arap ve lranlılann dışında, kendisine sırt verip destek olacak bir güç ve kuvvet bulmak zorundaydı. O döneme kadar lslam fetihleri Maverünnehir'e kadar ulaşmıştı. Oralarda bulunan valiler halifelere gönderdikleri hediyeler arasında Türklerden ve Ferganılılardan birtakım çocuklar ve köleler gönderiyorlardı. Mu'tasım yazdığımız gibi anne tarafından Türk olduğundan bu Kölemenleri (gulam) kolaylıkla çevresine topladı. Bazısını hediye olarak binlerce Türk Kölemeni elde etti. Sayıları çoğalarak 18.000'e ulaştı. Bağdat şehri artık bunların yükünü çekemediği gibi halk da kötü hareket ve saldırılarından çok şikayetçi olduğundan Mu'tasım bu Türk köleler için Samarra şehrini kurmaya ve kendilerini orada oturtmaya mecbur oldu. Mu'tasım bu Kölemenlere maaşlar bağladı ve özel askeri birlikler oluşturdu. lnkar edilemez bir gerçek şudur ki; bu Türk köleler Mu'tasım'ın hakimiyetini güçlendirmesine, Türk ve Rumlarla yaptığı savaşlarda başarı ve galibiyetine yardım etmişlerse de diğer yönden paraya karşı hırs ve tamahları devlet gücünü ele geçirmekteki istek ve arzularının etkisiyle Abbasi devletinin duraklaması ve gerilemesine de sebep olmuşlardı. Öyleki devlet bunların elinde adeta bir oyuncak haline gelmişti.


Me'mun alim ve hikmet sahibi bir zat olduğu gibi emri altındaki idareciler de bilgili ve olgun insanlardı. Bununla birlikte Me'mun kibarlık ve alçak gönüllülüğüyle de ünlüydü. Bağdat başkadısı ilim ve faziletiyle ünlü olan Yahya b. Eksem, Me'mun'un bu özelliğini şöyle anlatır:


"Günün birinde Mehdi'nin kızı Mu'nise'n in bahçesinde Me'mun ile beraber yürüdüm. Ben güneş tarafından yürüyor ve gölgemle onu güneşten koruyordum. Döndüğümüz zaman güneş tarafına geçip yine siper olmak istedim. Me'mun izin vermedi. 'Hayır öyle yapmayınız şimdi sıra benimdir. Ben de sizi gölgeleyeceğim' dedi. 'Fakat ey müminlerin emiri! Cehennem ateşinden sizi koruyabileceğimi bilsem hayatımı esirgemem. Güneşin sıcaklığından sizi korumaya çalışmam hiçbir şey değil' dediğimde 'Hayır, arkadaşlığın adap ve nezaketine göre bu doğru değildir' cevabını verdi. Güneş tarafından yürüyerek o da bana siper oldu.


Yine Yahya diyor ki:


"Bir gece Me'mun'un yanında uyuyordum, gece susadı. Beni uyandırıp rahatsız eder düşüncesiyle uşağı çağırıp su istemedi. Yavaşça kalktı. Parmaklarının üzerinde hafifçe yürüyerek suya doğru gitti. Bulunduğumuz yer ile su doğru ibriklerinin bulunduğu yer arasında üç yüz adım kadar mesafe vardı. Su içtikten sonra yine parmaklarının uçlarına basarak sessizce geri döndü. Beni uyandırmamak için yavaş ve dikkatlice yatağına girdi."



Halife Me'mun, halkına ve devlet adamlarına karşı o kadar kibar ve alçak gönüllü davranıyordu ki bu durum onların yüz bulmasına sebep olmuştu. Abdullah b. Tahir diyor ki:


"Bir gün Me'mun'un yanında bulunuyordum uşağı çağırmak için 'Oğlan!' diye bağırdı. Kimse gelmedi. ikinci kez çağırdı. Bunun üzerine bir Türk köle içeri girerek 'Oğlan yiyip içmez mi? Huzurundan çıktıkça ey gulam, ey gulam! diye bağırıyorsun. Ne zamana kadar böyle bağıracaksın?' şeklinde küstah ve cüretkarca bir cevap verdi. Me'mun uzun bir müddet gözlerini yere dikip düşündü. Bu saygısız kölenin kellesini kestirmek için emredeceğinden hiç kuşkum yoktu. Ancak gözlerini yerden kaldırdı ve bana baktı: 'Ey Abdullah bir insan güzel ahlak sahibi olursa hizmetçi ve uşaklarının ahlakı bozulur. Bozuk ahlak sahibi olur ise hizmetçi ve uşaklarının ahlakı ve terbiyesi de düzelir. Hizmetçilerimizin terbiyesi düzgün olsun diye ahlakımızın güzelliğinin bozulmasını arzu etmeyiz' diye konuştu.


İşte Me'mun bu şekilde nezaket ve tevazu, yumuşak huy, ilim irfan, edep, fazilet ve geniş yüreklilik gibi yüksek ve yüce huylarla ünlenmişti. Kendisinden sonra hilafet makamına geçen Mu'tasım tam aksine ilim ve kemalden uzaktı. Ancak basit bir şekilde okuyup yazabilirdi. Hiddetli, öfkeli ve intikamcı bir adamdı. Bütün gayesi ata binmek ve cirit oynamaktı. Bunun için bedeni gücü de uygundu. Bin ratllık (her ratl 130 dirhem, her dirhem 3 gramdır) bir ağırlığı kaldırarak birkaç adım yürüyebilirdi. Devlet adamları bu yeni halife ile Me'mun arasında büyük fark gördüklerinden Mu'tasım'a sevgi ve yakınlık göstermediler. Bu durum Mu'tasım'ı kendi köleleri ve Ferganalılara doğru itti. Ayrıca o da kardeşi Me'mun gibi Kur'an'ın mahluk olduğuna inanıyordu. Hatta bu görüşünü kabul ettirmek için baskı ve şiddet kullandı. Ünlü imam Ahmed b. Hambel'i bir gün yanına davet ederek Kur'an hakkındaki görüşünü sordu. lmam Ahmed, halifenin Kur'an hakkındaki görüşünü kabul etmediğinden ona şiddetli bir dayak attırdı. O kadar ki imam dayağın acısından bayılmış, derisi parçalanmıştır. lmam bu dayaktan sonra ayaklarına zincir vurulduğu halde hapse atılmıştır. Bu gibi durumlardan tüm Müslümanların özellikle Arapların nefreti bir kat daha arttığı halde yine de Mu'tasım duruma aldırmıyordu. Çok yakın zaman içinde Müslüman olmuş özel birliği olan Orta Asya askerine güveniyordu. Bu askerler henüz bedevilikten kurtulamamış bir bölgeden geliyorlardı. lslam'dan ve medeniyetten uzaktılar. Bu yüzden lslam medeniyetinin önünde bir engel oluşturdular. Bu durum ülkede iyi niyetleri ve işlerin düzenini bozdu. Bu tarihten itibaren devlet yıkılışa doğru adım adım yaklaştı.


Ünlü Türk Komutanı Afşin ve Babek Fitnesinin Sona Ermesi


Me'mun'dan sonra (H. 218/M. 833) yılında halife olan Mu'tasım Türklerden, Ferganalılardan, Megaribe'den maiyeti adamı alarak özel birlikler kurdurmuştu. Gerek bu nedenden gerekse daha önce gösterdiğimiz diğer sebeplerden dolayı halifelerin yönetimdeki güçleri azalmıştı. Böylece hemen her problemin çözümü için askere müracaat edilir olmuştur. Babek Hurremi'nin Ermeni'ye ve Azerbaycan'da güç kazanıp anarşi çıkarması üzerine, durumu kontrol etmek ve asayişi sağlamak için asker gönderilmesi, askerin yönetim üzerinde kuvvet ve güç oluşturmasının başlangıcını oluşturmuştur. Babek, Me'mun zamanında "ruhun göç etmesi" (tenasüh) esası üzerine kurduğu bir dine halkı davet etmek üzere ortaya atılmış ve halife tarafından gönderilen orduyu birkaç kez mağlup etmişti. Mu'tasım hilafete geçince bütün gayretini Babek'i ele geçirmeye sarf etti; çünkü Babek'in her geçen gün genişleyen ve artan gücü, Abbasi halifesinin makamını tehdit ediyordu. Bu yüzden Mu'tasım, Babek'i ele geçirmek için emrinde bulunan Türk askerini görevlendirdi. H. 220/M. 835'te başlarına özel maiyetinde bulunan Türk komutanlardan Afşin Haydar b. Kavus'u atadı. Daha sonra bu kuvveti gerekli mal ve erzakla beraber maiyetindeki Türk emirlerden Boğa el-Kebir ve Cafer el-Hayyat ile takviye etti. Bunun peşinden askere gerekli maaş ve nafaka için Memlük beylerinden ilah ile Afşin'e 30 milyon dirhem gönderdi. Mu'tasım'ın ordusu ile Babek ve taraftarları arasında iki yıl devam eden savaşlar sonunda Afşin galip geldi. Babek ve erkek kardeşi Abdullah esir edilerek Samarra'ya getirildi. Babek'in yenileceği pek düşünülmezken Afşin'in bu şekilde onu esir etmesi olağanüstü bir başarı olarak kabul edildi. Mu'tasım'ın oğlu Vasık ile diğer akraba ve yakınları şehrin dışına çıkarak orduyu muhteşem bir törenle karşıladılar. Babek 20 yıl boyunca insanların mallarını çalıp kendilerini öldürerek ülkeyi karmakarışık etmiş, bu süre içerisinde 255.500 kişi öldürmüş, Me'mun ve Mu'tasım'ın daha önceki komutanlarının çoğunu mağlup etmişti. Babek, Samarra şehrine getirilince Mu'tasım'ın emriyle bir fil üzerine bindirilerek halka gösterilmiştir. Babek irikıyım bir adamdı. Kendisinin halka teşhir muamelesi bittikten sonra Babek halifenin sarayına getirilir. Mu'tasım bizzat Babek'in celladına Babek'in kol ve bacaklarını kesmesini emreder. Cellat emri yerine getirir. Babek yere serilir. Mu'tasım cellada Babek'in boğazlanmasını emreder. Cellat da onun boğazını keser. Bu işler bittikten sonra Babek'in karnı yarılır. Mu'tasım Babek'in kellesini halka teşhir için Horasan'a gönderir ve vücudunu da Samarra'da astırır.


Babek'in kardeşi Abdullah da kendisine aynı muamelenin uygulanması için Bağdat'a gönderilir. Bu olayların olduğu gün büyük bir gündü. Mu'tasım Babek belasını ortadan kaldırmakla kendi saltanatını kurtarmış ve Afşin ile maiyetinin bu konudaki hizmetlerini de takdir etmiştir.


Mu'tasım Afşin'i savaşa gönderdiği günden dönünceye kadar her gün kendisine hil'at ve ihsanlar göndermeyi ihmal etmemişti. Afşin'e her gün bir hil'at ve bir at gönderdikten başka, ona savaştığı her gün için 10.000, savaşmadığı her gün içinde 5.000 dirhem tahsis etmişti. Afşin'e verilen erzak ve misafir gideri vs. ise bundan hariçtir. Afşin savaştan döndüğü zaman Mu'tasım bizzat kendisine mücevherlerle süslü iki gerdanlık taktığı gibi 10 milyonu özel harcamalarına ait olmak, diğer 10 milyonu da askerine dağıtmak üzere kendisine 20 000.000 dirhem hediye vermişti. Buna ek olarak Sint vilayeti emirliğini de ona vermiş (tefviz), ayrıca kendisine saygı ve hürmet göstermek için şairlerin onun huzuruna çıkarak methiye söylemelerine de izin vermiştir.

Bundan anlaşılıyor ki Mu'tasım'ın savaş sırasında sürekli gönderdiği hil'at ve paralar ve savaştan döndüğünde yaptığı bağış ve verdiği hediyelerden anlaşıldığı gibi, Afşin'in Babek ile muharebede sabır ve sebat göstermesi kendisine yapılan para desteğiyle gerçekleşmişti. Hatta savaş meydanında bulunduğu sırada aldığı paraları ve hediyeleri hep kendi memleketine gönderirdi. Gerek ganimet, gerek hediye olarak kendisine gelenleri, yanında servet biriktikçe kendi memleketi olan Maveraünnehir'de bulunan Üşrusene'ye gizlice gönderirdi. Paraları götürenler Horasan'dan geçmeye mecburdular. Bunlar oradan geçtikçe Horasan valisi Abdullah b. Tahir, durumu Halife Mu'tasım'a bildirirdi. Zaten Halife Mu'tasım bu tür olayların kendisine bildirilmesini emretmişti. Bir seferinde Afşin, memleketine büyük miktarda paralar göndermiş ve bunun görülmemesi için de paraları kemerlere doldurarak adamlarının bellerine sardırmıştı. Parayı taşıyan adamlar Horasan'dan geçerken vali lbn Tahir onların üstlerini arattırarak paraları buldurur. "Bu paralar size nereden geldi?" diye sorunca onlar da paranın Afşin'e ait olduğunu söyler. lbn Tahir, güya Afşin'in öyle bir şey yapmayacağını söyleyerek, adamları hırsız kabül ederek paralara el koyar. Bu olaydan sonra lbn Tahir ile Afşin arasında bir nefret ve düşmanlık başlar. Sonunda Afşin, Mu'tasım'ın kendisi hakkındaki iyi düşüncelerini kaybederek hapse atılır. Yargılanma sonunda lslam dinini yalnızca paraya olan düşkünlüğünden dolayı kabul etmiş gibi gözüktüğü, gerçekte ise hala Mecusi mezhebinde bulunduğu ortaya çıkar. Mu'tasım'ın diğer askerlerini de buna göre kıyas etmek mümkündür. Çünkü bunlar da ancak para kazanmak ve kazandıkları paraları doğudaki kendi ülkelerine göndermek için savaşıyorlardı. Bir devletin askeri ve komutanı bu halde olursa devlet işleri nasıl ileri gider? Bununla birlikte halifeler bu askerlerin yardım ve desteğine muhtaçtılar. Bu da ancak parayla yapılabilirdi. Bu yüzden halifeler bunlara -Mu'tasım'ın kendilerine yaptığı gibi- hediye ettikleri eşya vs.'den başka büyük maaşlar bağlardı. Halife Mu'tasım bunlar için "Samerra" şehrini kurmuş ve kendilerine toprak vermenin yanı sıra, onları satın aldığı Türk cariyelerle evlendirmiş ve kendilerinden çocuklar doğup birbirlerinden kız alıp verinceye kadar yabancı kadınlarla evlenmelerini de yasaklamıştı. Mu'tasım Türk cariyelerine de maaşlar tayin ettiğinden ve onların isimlerini hükumet dairelerinde resmen kaydettirdiğinden bu özel Memluk askerlerden hiçbiri karısını boşayıp bırakamazdı.


Şimdi bu maaşlar, muhtaç oldukları yiyecek, içecek ve harçlık göz önüne alınırsa bunun ne kadar bir yekun tutacağı ortaya çıkar. Taberi (H. 252/M. 866) yılına ait olayları anlatırken diyor ki: "Etrak (Türkler), megaribe, şakiriye askerinin bu yıla ait maaşları tesbit edilince bunlara bir yılda sarf edilen giderin 200 milyon dinara ulaştığı anlaşılmıştır. Bu ise bütün ülkenin iki yıllık haraç geliri demektir." Bizce Taberi burada dirhem diyeceği yerde dinar demiştir. Çünkü haraç gelirlerinin bu kadar dinara ulaşması mümkün değildir. Taberi'nin rivayetine bakılırsa, her dinar o zamanki değeri olan 20 dirhemden hesaplanırsa, yıllık haraç 2 milyar dirhem olması gerekir. Halbuki daha önce gösterdiğimiz üzere Abbasilerin en parlak devrinde yıllık haraç geliri 400 milyon dirhemden fazla değildir. Bununla beraber dinarı dirhem kabul etsek bile Taberi'nin rivayetine göre askere yıllık 200 milyon dirhem harcamak -özellikle o zamanlarda paranın değerinin yüksek olduğu göz önüne alınarak- o devirlere göre büyük bir harcama sayılmalıdır. Ancak bu gider günümüzde askeri harcamalar için kabul edilen fedakarlıklarla kıyaslandığında hiçbir şey değildir. Çünkü günümüz uygarlığı, büyük ordu beslemek ve kuvvetli harp mühimmatına sahip olmak gibi son derece tedbirli davranmayı gerektirdiğinden askeri harcamalar -özellikle donanma gideri eklenirse­ pek büyük miktarlara ulaşmaktadır. Mesela lngiltere kara ve deniz ordusu için yıllık 40 milyon lngiliz lirası, yani 1 milyar frank veya dirhem sarf ediyor. Fransa ve Rusya'nın savaş giderleri de buna benzer. Günümüzdeki savaş harcamaları Abbasi devletinin yukarıda bahsedilen harcamalarının yaklaşık iki katına eşittir. Böyleyken yine o zamanın savaş harcamalarını çok büyük görüyoruz. Çünkü o zamanlara askerin nafaka ve gideri tamamen başka bir şekilde tayin ve temin olunuyordu.


O dönemde askere ayrılan giderlere, askerin halkın evlerinden ve mağazalarından en küçük sebeplerden dolayı gasp ettikleri paraları ve eşyayı da ilave ediniz. Halifeler ise bu baskı ve çapulculuğa cüretlerinden dolayı askeri sorgulamazlardı.


Bilakis eşya ve mallarını askerin görmeyecekleri yerlerde saklayamadıklarından dolayı malları gasp edilen ve ellerinden alınan çaresiz halkı sorguya çekerlerdi. Askeri şımartan ve açgözlülüklerini artıran ve özendirenler bizzat halifelerdi. Halifeler her mevkide ve hatta savaş meydanlarında "bu işi yaparsan sana bu kadar mükafat var" gibi bir metototla askeri göreve gönderirlerdi. O kadar ki, örneğin; savaş meydanında halife veya emir (komutan) ordusunun moral açısından zayıfladığını hissederse -Abbasi halifesi Muktedir'in (H. 320/M. 932) yılında yaptığı gibi- "esir getirene 10 ve köle getirene 5 dinar mükafat var!" diye bağırarak askeri savaşa teşvik ederdi.


Abbasiler döneminde askere yılda belli bir şekilde verilen maaşlar  süvari, Memluk vs.'lerin maaşları dahil olduğu halde 1.500.000 dinar veya 30.000.000 dirhemden fazla değildi.


Ancak bahsedilen devirden sonra, zamanla Türk askeri büyük önem kazanmış sınırları ve maaşları kesin olarak belirlenip, tayini mümkün olmayacak derecelerde çoğalarak artmıştır. Zaman değiştikçe asker sınıfında ve maaşında değişiklikler oluyordu. Şu kadar ki tarihçiler tesadüfen kaydettikleri ufak tefek malumattan başka bu konuda düzenli ve açık bir şey yazmıyorlar.


H. 317 yılında Muktedir'in özel askeri birliğinin sarayın hizmetine memur olan "Musafiye" adındaki piyade bölüğünün sayısı 20.000'di. Bunların aylıkları 120.000 dinardı ki buna göre her birinin aylığı 6 dinar demektir. Süvari askerinin sayısı 12.000, bunların aylık maaşları da 500.000 dinardı. Bu hesaba göre her süvariye 42 dinar aylık tahsis edilmişti. Dirhem hesabıyla, her süvari yılda 12.000 ve her piyade 1.440 dirhem alıyor demektir. Maaşları bu derece fazla olmasına rağmen, yine de isyan eden askerler maaşlarının daha da artırılmasını istemişler ve istekleri uygun görülmezse halifeleri ölümle tehdit etmişlerdir.

Askerler günden güne etkinliklerini arttırmışlar, sonunda halifelerin saray işlerine karışmaya ve hilafet makamını kontrollerine alarak istediklerini göreve getiririp azlettirmişlerdir. Ayrıca hazineye de el atıyorlar ve devlet hazinesine herhangi bir yerden para gelecek olursa -Türk askeri komutanlarından Atamış ve Şahin'in (H. 249/M. 863) yılında Müstain zamanında yaptıkları gibi- o paralara el koyarak az bir miktarını halifeye ve hükumet divanına bırakıp geri kalanını kendi aralarında paylaşırlardı.


Komutanlar, halifeleri hor görüp nasıl zorbaca davranıyorlarsa, aynı şekilde kendi askerlerine de benzer muameleyi reva görüyorlar ve onların paralarını kendi ceplerine atıyorlardı. Bu yüzden birçok kez askerler kendi komutanlarına karşı ayaklanmışlardı. Eğer tehdit ve uyarılarına kulak verilmezse kendi komutanlarını bile öldürürlerdi. Nitekim H. 253 yılında Türk komutanlarından Vasıf Türki'yi bu yüzden katletmişlerdi. Söz konusu tarihde Türk, Fergana ve Üşrüsene askeri isyan ederek biriken dört aylık maaşlarının ödenmesini istemişlerdi. Emirlerden Boğa, Vasıf, Sima askerin karşısına çıkmış ve Vasıf asker hakkında sert bir lisan kullanarak "Öyleyse toprak yiyin! ... Paramız yok! .. " demişti. Bunun üzerine askerler Vasıf'ın üzerine atlayarak kendisini öldürmüşlerdir.


Askerler çok kere halifeye müracaat ederek, komutanlarının ülkenin köy ve çiftliklerine, el attıklarını, devlet haracını azaltacak derecede mukataaya sahip oldukların şikayet ederlerdi. Ayrıca en üst düzey komutanların eskiye oranla maaşlarında büyük artışlar olduğundan, kadınlara ve çaresiz insanlara verilen maaşların haracın büyük kısmını kapsayacak büyük miktarlara vardığından söz ederek şikayetçi olurlardı. Hatta komutanlarından o kadar bıkmışlardı ki, onlardan kurtulmak için halifenin kardeşinin askere bizzat komutan olmasını bile istemişlerdi.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

Amerikalılar Japon Planlarını Hafife Alınca 1941, Pearl Harbor

 

1941 Aralık ayına gelindiğinde Japonya ve ABD arasındaki gerilim onuncu yılına girmişti. Delano Roosevelt, Japon yayılmacılığına karşı hep tetikte olmuştu ve Japonya'nın Çin üzerindeki hevesleri rahatsızlık vericiydi. O sırada Japonya bütün demir, çelik ve petrolünü ABD'den alıyordu ve bu malzemeleri stoklamadan ABD'yle aralarını bozmak istemiyordu.


Japonların İtalya ve Almanya ile üçlü ittifaka girdiği 1940 Eylülünden beri sinirler gergindi. Japonya Hindi Çin'in tümüne el koyunca ABD Japonya'ya petrol, demir ve çelik ambargosu uygulamaya başladı. Arkasından da Panama kanalını Japon gemilerine kapadı. 1941 Ekiminde Japonya'nın savaş yanlısı partisinin başkanı General Hideki Tojo başa geçti. İki taraf da savaşın kaçınılmaz olduğunu biliyordu, ancak yine de Washington'da anlaşma arayışları devam ediyordu.


25 Kasım 1941'de ABD ile görüşmeler devam ettiği halde Tojo uçak gemilerini Hawai'ye doğru yönlendirdi ve askerlerini Malezya sınırına yığdı. 6 Aralık'ta Roosevelt, Japon imparatoruna barış için son bir çağrıda bulundu ama işe yaramadı. Amerikalılar ise Japonların ilk Singapur'a saldıracağını ve ABD'nin İngiltere'ye yardım edip etmeme konusunda kararsız kalacağını hesaplayacaklarını düşünüyordu. ABD'ye karşı doğrudan bir saldırı olacağını düşünmüyorlardı. Uzmanlar o kadar emindi ki, Japonya'nın Singapur'a saldırması sabırla bekleniyordu.


Ohau'da üslenmiş iki Amerikan radar operatörü 2 Aralık'ta bir Japon saldırı gücünün yaklaştığını bildirdiğinde yanlış yaptıkları düşünülmüştü. Pearl Harbor yönetimi de alarma geçmeye gerek olmadığını düşünmüştü. Pearl Harbor'un hedef olabileceğini gösteren hiçbir delil yoktu. Honolulu'daki bir Japon ajanından Pasifik filosu hakkında bir rapor istendiği bilinmesine rağmen bunun bir öneminin olacağı düşünülmemişti. Sonuçta Washington Japonya'nın önce Singapur'a saldıracağından emindi.


En sonunda 7 Aralık 1941 sabahı Pearl Harbor'da sıradan bir gün gibi başladı. Subaylar ve gemi personeli kıyıdaydı. Uçaklar yerlerinde duruyordu ve cephaneler başka yerde saklanıyordu. Filosunun attığı demiri koruyacak torpido ağları bile yoktu. Çünkü Pearl Harbor güvenli bir yerdi.


Düşünülmeyen, hiç beklenmeyen saldırı iki dalga halinde gerçekleşti.


İlk dalga Pearl Harbor'u 7 Aralık 1941'de sabah 7:55'de vurdu. Japonlar altı uçak gemisi ve 432 uçak göndermişti. 9:45'de görev sona ermişti ve uçaklar gemilere döndü. Oahu'daki Amerikan uçakları, sekiz savaş gemisi, üç destroyer, üç keşif gemisi imha edilmişti. İki binden fazla kişi de ölmüştü.

Japonlar ise sadece 29 uçak kaybetti.

Amerikan Pasifik Donanması Komutanı Amiral Kimmel ve Hawai Askeri Bölge Komutanı General Short, Pearl Harbor'da Japonlara savunmasız yakalandıkları için görevden alındılar. Amerikalılar şans eseri daha büyük kayıp vermekten kurtulmuştu. Pasifik filosunun bir parçası olan üç büyük uçak gemisi ve dev petrol tankerleri saldırı sırasında Pearl Harbor'da değildi.


Böylece Amerikan donanması ciddi ölçüde zarar gördü, ancak Roosevelt'in "daima utanç içinde hatırlanacak bir gün" diye nitelendirdiği saldırı gününün hemen ertesi günü yeni gemilerin inşasına başlandı.

Son bir not: Japonya Pearl Harbor'dan bir gün sonra Singapur'a saldırdı ve 15 Şubat 1942'de ele geçirdi.


Alıntıdır.


6 Nisan 2023 Perşembe

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 53

 


YAZAGIL


Devlet tanrısı. Devleti korur. Yasaların ve devlet otoritesinin önemini vurgular. Türk tarihi, devlet geleneğinin en köklü uygulamalarını içerdiğinden böyle bir tanrının varlığı da şaşırtıcı değildir.


YAZ HAN


Yaz tanrısı. Yılın en sıcak dönemi olan yaz mevsiminin tanrısıdır. Bu mevsimi düzenler ve zamanında başlayıp zamanında sona ermesini sağlar. Yazın gerçekleşecek olayları belirler. Yayla köylerini korur.



YEDiLER


Yedi Ulular. Yedi bilge kişi. Tanrısal bir lütuf sonucu hikmet sahibi olduklarına inanılır. Birkaç değişik anlamda kullanılır:

1. Yedi Yalvaç: Kendilerine özel görevler verilmiş peygamberler. Halk inancında bunların her birinin göğün bir katında bulunduğu söylenir.

2. Yedi Eren: Tanrı dostu olan ve gözlerden uzakta yaşayan yedi kutlu kişi. Onların hürmetine dünyanın yok olmadığı, ayakta durduğu inancı yaygındır.

3. Yedi Ozan: Ölümden çekinmeden doğruyu söyleyen kişilerdir. Özellikle Alevi inancında önemi olan bir kavramdır. Kökeni İslamiyet öncesi dönemlere kadar uzanır.

Yedi kişinin bir araya gelmesi anlayışı Türk ve Moğol mitolojilerinde değişik biçimlerde ortaya çıkar. Örneğin; Türklerin "Yeteğen" (Yediler) olarak bildikleri Büyükayı takımyıldızındaki yedi yıldıza Moğollar "Yedi Bilge" veya "Yedi Yaşlı" derler.


YEL ANA


Rüzgar tanrıça. Macarlara göre dünyanın sonundaki büyük bir dağda bulunan bir mağarada yaşar ve bu mağaranın etrafında güçlü fırtınalar döner. Bu mağarayı koruyan Yel Ana kendisi güçlü bir kasırga olup eser. Macar Mitolojisi içerisindeki önemli kişiliklerden birisi olarak yer alır. Özbeklerse fırtına veya şiddetli rüzgarlar çıktığında onu çağırıp, "Çal Mama! Çal Mama!" (Yel Ana! Yel Ana!) diye bağırarak kendisinden bunları dindirmesini isterler.



YEL ATA


Rüzgar tanrı. Macarlar "Szel Kraly" (Yel Kralı) olarak da anarlar. Tüm silahları gümüştendir. Dünyadaki tüm fırtınaların, rüzgarların, kasırgaların, hortumların, tayfunların yöneticisi olan tanrıdır. Asya'da harman savurmak isteyen köylüler "Yel Ata, gel atına saman götür diye bağırarak onu yardıma çağırırlar. O da geldiğinde rüzgar estirerek harmanı savurur ve buğdaydan ayrılan samandan bir avuç alarak atına yem alarak götürdüğüne inanılır. Atı rüzgara dönüşebilir ve böylece bir anda istediği yere ulaşır. Anadoluda kullanılan "yel gibi gitmek" deyimi bir mecaz olduğu kadar aynı zamanda da bu anlayıştan da kaynaklanır. Güney Anadolu'da özellikle Türkmenlerin başlıca ziyaret yeri olan Yel Baba Türbesi bulunur. Kutlu sayılan bu mekanı özellikle vücuduna "yel girmiş" ve iyileşmeyen hastalar ziyaret etmektedirler. Etrüsklerdeyse "Cel" adlı bir yeraltı tanrısı vardır.


YEL İYESİ


Rüzgarın koruyucu ruhu. Her rüzgarın kendi iyesi vardır. Eski Türk halk inancında koruyucu ruhlara bağırmak veya yüksek sesle çağırmak çoğu zaman saygısızlık ve tehlikeli olarak algılanır. Ancak bunun en önemli istisnası Yel İyesidir. Çünkü rüzgara ihtiyaç olduğunda çağırabilmek için onun çıkardığı sesten daha güçlü bir biçimde bağırmak gerekir ki duyabilsin.



YER İYESİ


Toprağın koruyucu ruhudur. Her arazinin farklı bir iyesi vardır. Yılan kılığında toprağı korur. Yılan ise ölümsüzlüğü ve yeniden doğuşu simgeler. Eski Türklerde her yıl hasattan önce onun için kurban verildiği bilinmektedir. Toprağın her karışında onun yaşadığı söylenir. Toprakta yaşayan canlılarla konuşur. Halk inanışına göre ayılar isimlerinin söylendiğini topraktan işitirler. Çünkü "Çir Kulaktu" (Yer Kulağı) onu duyar. Ayının yaşadığı yer de toprak ve yeraltıdır. Anadolu'da kullanılan "Yerin kulağı vardır" deyimi de bu anlayışı ifade eder. Bu inanç yılan, köstü (köstebek), geleni (tarla faresi) gibi canlılar için de geçerlidir. Hatta gerektiğinde insanlarla da konuşur. Her söyleneni işitir, her gizli kötülüğü görür ve zamanı gelince açığa çıkarır. Toprağın içinde hiçbir şeyi gizli tutmayacağı yönünde bir andı bulunduğu söylenir, bu nedenle gizlice öldürülüp toprağa gömülen herkesin bir biçimde mezarının ortaya çıkmasını sağlayacağına inanılır. Bosna Hersek'te 20. yüzyılda Avrupa'nın göbeğinde yaşanan soykırımda saklanan toplu mezarlar, mavi kelebeklerin beklenmedik sayıda çok görüldüğü yerlerde bulunmuştur. Çünkü bu kelebekler yavşan otuna konmakta ve ondan beslenmektedirler. Yavşan otuysa cesetlerin toprağa saldığı organik maddelerin bol bulunduğu yerlerde büyümektedir.


YEREH


Aile tanrısı. Aileyi ve evi korur. Ağaç kabuğundan örülerek kapı arkalarına yerleştirilen sepetlerin içinde yaşar. Onun için özel olarak yapılan ve yedi nesil boyunca sağlam olarak saklanan bu sepetlere "Yereh" veya "Yereh Türkelli" adı verilir. Genç kızlar gelin olduklarında sepetlerini de (yani koruyucu ruhlarını da) birlikte yanlarında götürürler ve çeyiz anlayışının kökeni de olasılıkla bu uygulamaya dayanmaktadır.  Çok sevdiği için soğanların yanına kendisine "sungu" olarak yemek bırakılır.  Deri hastalıklarının iyileşmesi için ona dua edildiği de çeşitli kaynaklarda yer alır. Yer-Tanrı kavramı ile bağlantılı bir varlık olarak da görülür. Slav halk inançlarına "Berehin/ Beregin" (Bereginya/Berehinya) olarak geçmiştir.



YER-SU


Yer ve su unsurlarıyla buralardaki ruhları da içeren doğal varlıkların tamamını kapsayan bir anlayıştır. Bu anlamda kutsal bir güç ve yaşam enerjisidir fakat maddi varlıklardan da soyutlanmış değildir.

İnsanlar bu enerjiyle (ve bu enerjiyi taşıyan soyut varlıklarla) doğrudan bağlantı ve iletişim kurabilirler.  Çünkü insana en yakın olan soyut katman burasıdır. Yer-Su ruhlarıysa kendi içlerinde birkaç büyük alt kategoriye ayrılabilir: Dağ Ruhları, Orman Ruhları, Su Ruhları ... Diğer ruhları bunların içinde veya bunlara bağlı olarak yer alan soyut varlıklar olarak düşünmek mümkündür. Fakat bu kesin bir sınıflandırma değildir çünkü farklı bakış açılarında yüzlerce ruh tespit edilebilir. Bazen unutulmuş ataların ruhları da bunlara katılırlar. Yer-Su ruhları Toprak Ana'ya bağlıdırlar ve onlara saygı göstermek gerekir.

Örneğin bir ormana girildiğinde dikkatli davranılmalıdır. Sesli konuşulmaz, dallar kırılmaz, taş atılmaz; aksi takdirde orman ruhları kızabilirler. Doğayı kirletmeninse bereketi azaltacağına inanılırdı.

Eğer insan doğadan bir şey alacaksa, bu ancak doğa ruhlarının izniyle mümkün olur. Bu yüzden Yer-Su'ya şükrederler. Göç Destanı'nda anlatıldığına göre, Türkler kutsal bir kayayı Çinlilere verdiklerinde bitkiler solar ve salgın hastalıklar yaydır. Sadece hayvanların "Göç! Göç!" diye bağırmaları işitilir. Bu şekilde Yer-Su ruhları yapılan bu büyük saygısızlığı cezalandırırlar. Yer-Su anlayışı Moğol bayrağında simgesel olarak yer alır.



YER TENGRI


Yeryüzü tanrıçası. Genellikle dişil olarak algılanır. Ancak soyut bir varlıktır ve insan biçimli olarak pek fazla tasvir edilmemiştir. Gök Tengri'nin yanında ikinci planda kalır. Yer Tengri'ye beyaz tavuk, balık, koyun veya öküz kurban edilir. Kesilen hayvanların özellikle başı toprağa gömülür. Bazı masallarda zayıf ve çelimsiz çocuklar ana babaları tarafından toprağa gömülürler, orada güçlenip üç gün sonra bir yiğit olarak çıkarlar. Yakut destanlarında, ileride yenilmez olacak yiğitler çocukken sıska ve zayıf oldukları için anne-babaları bile evlat olarak kabul etmezler. Ancak kutlu bir kişi gelip onları toprağa gömdükten sonra güçlenirler, güçlü ve yakışıklı kahramanlara dönüşürler. Çünkü Yer Tengri onu beslemiştir. Anadolu'da bazı yörelerde günümüzde bile delileri kuyuya salladıklarına tanık olunur, böylece onların akıllanacağına inanılmaktadır. Bazen Yer Tengri büyük bir kayın ağacının gövdesinde yaşayan ak saçlı bir kadın olarak betimlenir. Kimi anlatılarda insani özellikleri ve nefsani duyguları simgelediği de görülür.


YETEGEN


Avrupa kültüründe Büyükayı olarak bilinen takımyıldıza Türklerde verilen isimdir. Bunların yedi at hırsızı haydut olduğu söylenir. Bir obadan çalarak kaçırdıkları atlar ve peşlerinde kendilerini kovalayan atlılarla birlikte göğe savrulmuşlardır. Bu nedenle haydutların bu yıldızlara bakarak yollarını buldukları söylenir. Türk kültüründe bu takımyıldıza Yedi Kağan (Yedi Hakan), Yedi Uğru (Yedi Hırsız), Yedi Karakçı (Yedi Haydut) ya da (Yedi Kör) adı verilir. Kimi zaman da Yedi Arkar (Yedi Dağ Koyunu) olarak anılır. Moğollarsa "Yedi Bilge" veya "Yedi Yaşlı" anlamındaki tabirleri kullanırlar.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-2

 ORFEUS'UN ÖLÜLER ÜLKESİ'NDEN DÖNÜŞÜ


Müzisyen Orfeus'un (Orpheus) sevgilisi Euridike; bir orman gezisi sırasında, kendisiyle tanışmak isteyen bir delikanlının içinden geçenleri hemen sezinledi. Koşaraktan kaçıp kurtulayım derken üstüne bastığı zehirli bir yılanın sokmasıyla da, tanrı Hades'in Ölüler Ülkesi'ne göçüp gitti...


Ne var ki insanlar ve tanrılar tarihinde bir ilk olarak sevgilisi müzisyen Orfeus da, çoğunlukla lirini çala çala, çok tehlikeli serüvenlerden sonra, yeraltındaki Ölüler Ülkesi'ni yöneten karı-koca tanrıların; Persefone (Persephone) ile Hades'in yanına varabildi. O acımasız tanrı Hades'in kaskatı yüreğini biraz olsun ezgileriyle yumuşatabilmek için neler neler döktürmedi ki lirinden! Örneğin sevgilisi Euridike'ye olan tutkusunu dillendirirken, dünya yaşamının güzelliğinden fazla söz etmedi. Çünkü Ölüler Ülkesi'ni kötülemek olurdu bu! Haliyle oranın tanrılarını öfkelendirebilirdi! Ama sevgilisiyle daha yaşayacakları çok şeyler olduğunu dillendirmeye çalıştı. Birlikte yaşayacakları şeyler acı da olsa, onları yaşamak gerektiğini vurguladı liriyle... Orfeus'un ezgilerinden, ölüm tanrısı Hades'in karısı, tanrıça Demeter'in güzel kızı Persefone etkilendi daha çok. Tanrıça Persefone, içinden püskürüp püskürüp gelen o dünyaya yeniden dönüş hasretini zorlukla bastırıyordu onu dinlerken... Çünkü Persefone'nin de bir zamanlar benzer şeyler geçmişti başından!.. Şimdi yanında duran kocası sevimsiz ölüm tanrısı Hades, daha yeni yetmeliğindeyken onu dünyadan kaçırıp getirmişti buralara...


Zaten bu yüzden genç yaşında buraya düşen talihsiz Euridike'ye çok acıdı tanrıça Persefone. Çünkü onun müzisyen Orfeus ile dünyada yaşaması gereken aşkları vardı... O yüzden Orfeus'un onu bir süreliğine dünyaya alıp götürme isteğini destekledi ve kocası Hades'i de bu konuda yumuşattı. Böylece iki tanrı, Orfeus'la sevgilisi Euridike'nin birlikte dünyaya dönüşüne izin verdiler. Ne var ki bu dönüş konusunda uyanık tanrı Hades, bazı koşullar öne sürdü. Dünyaya dönerken yanlarında gözlemci olarak kılavuz tanrı Hermes bulunacaktı... İkinci koşul da Ölüler Ülkesi'nden çıkana dek, Orfeus hep önde yürüyecek ve kesinlikle arkasına dönüp sevgilisine bakmayacaktı! Çünkü Yeraltı Dünyası'nın acımasız tanrısı Hades; Baştanrı Zeus'un ricasıyla bile olsa, Ölüler Ülkesi'nden yeniden dünyaya dönüş yolu kolaylaştırılırsa, çorap söküğü gibi bunun arkasının geleceğini çok iyi biliyordu... Her gelen bir yolunu bulup yeniden dünyaya dönecek, sonunda Ölüler Ülkesi'nde pek kimse kalmayacaktı!.. Çünkü oraya gelen bütün ölümlüler, zaten zamanında dünyayı yeterince sevememenin acısı ve oraya bir nefeslik zaman için bile olsa, içlerine bir zıpkın gibi oturmuş yeniden dönüş hasretiyle yanıp tutuşuyorlardı...


Ölüm tanrılarının Ölüler Ülkesi'nden çıkmalarına izin verdikleri Orfeus'la Euridike, kılavuz tanrı Hermes'in eşliğinde dünyaya dönüş yolculuğuna başladılar. Önde Orfeus, arkada sevgilisi Euridike olmak üzere birlikte bulutların üstünde yürüyorlardı artık. Dünyaya doğru gerisin geri başlayan bu dönüş serüveni, tanrılar ve insanlar tarihinde bir ilkti. Yürüyüş boyunca ayaklarını bastıkları yerler ya bulutların üstüydü ya da Ölüler Ülkesi'nin boş karanlıklarıydı. Haliyle ayak seslerinin duyulması da söz konusu değildi!..


Yürüyüş sırasında Orfeus; sevgilisinin ayak seslerini duymamasına karşın, tanrıların sözüne güvenerek onun ardısıra yürüdüğünü düşünüyordu hep. Ne var ki tanrı Hermes'in gözcülüğünde süren bu çok uzun yürüyüş sırasında, zaman zaman arkasına dönüp bakmak gibi karşı konulamaz bir isteğe kapılmıyor da değildi Orfeus! Ama her seferinde de bütün direncini ve istemini kullanıp ardına dönüp bakmadı... Uzun ve zorlu bir yürüyüşten sonra, artık çamurlu ve ürkünç vadilerin boşluklarını, ölülerin arada bir çığlıklarıyla inlettikleri karanlık hava katmanlarını da aşmışlar, cehennemin çıkış kapısındaki o loş aydınlığa ulaşmışlardı. Ama gerçekten de Orfeus o ana dek ardısıra yürüdüğünü düşündüğü Euridike'sinin ayak seslerini hiç mi hiç duymamıştı!.. Bir an tanrıların uyarılarını unutup sevgilisi Euridike'ye dönüp bakmak ve ona sarılmak gibi çılgınca bir isteğe kapıldı ve birden arkasına dönüp bakıverdi!.. Tanrı Hermes de Orfeus'un bu davranışına çok üzüldü. Hatta onun bu hatasını görmezden gelmeyi bile düşündü... Ne var ki bu olanaksızdı artık! Zaten Orfeus arkasına bakar bakmaz sevgilisi Euridike; bir toz bulutuna dönüşüp Ölüler Ülkesi'nin dipsiz karanlıklarına doğru savrularaktan, yeniden gerisingeri dönmeye başlamıştı bile! Bir yandan da Euridike;


"Bu ne çılgınlık böyle, seni beni yok eden?

İşte gene beni geri çağırıyor zalim kader,

Dört yanımı saran gece alıp götürüyor beni; artık elveda!

Gidiyorum gerisingeri,

Uzata uzata ellerimi sana..." diye acı acı çığlıklar atıyordu...


Sis-duman bulutları içindeki Euridike, ölü ruhlarına tutunaraktan yeniden Orfeus'una kavuşmak için geriye dönebilse bile, ne cehennemin kapısındaki dört başlı bekçi köpek Kerberos, ne de onu çevreleyen ırmağın sandalcısı Haron (Kharon) artık ona dünyaya dönüş izni verecekti!..


Orfeus, Ölüler Ülkesi'ni çevreleyen Stiks Irmağı'nın (Styks) kıyılarında, tam dokuz gün dokuz gece, lirinden döktürdüğü ezgilerle tanrılara yalvardı; hep Euridike'sinin dönüşünü bekledi. Gelmeyince de umarsız, dağlara bayırlara vurdu kendini; durmadan yeni yeni şiirler üretti. Çalgısıyla hiç duyulmadık ağıtlar yaktı... Sonra Makedonya'daki Sitrimon Irmağı'nın kıyısındaki havada asılı bir kayanın altına oturup tanrılara ve onların çizdiği acı yazgısına ilençler yağdırdı. Mağaralarda, ağaç gölgelerinde durmadan lirini çalıp ezgiler söyleyerekten tanrı Hades'le tanrıça Persefone'nin cehennemin kapılarını açmasını boş yere bekleyip durdu...


Euridike'si yüzünden yıllarca çektiği bunca acıya karşın dilinden ve çalgısından olağanüstü ezgiler döktürmeyi aralıksız sürdüren Orfeus, gene de güzelliği ve yakışıklılığından fazla bir şey yitirmedi. Trakya bölgesinin en güzel kızları onun ardısıra koşuşup durdular. Ama o hiçbirine yüz gönül vermedi. Hep Euridike dedi; başka bir şey demedi! Gene bu arada şarap tanrısı Diyonisos'un alayındaki Maynad'lar (Mainades'lar) denen güzel kadınlar da vuruldu ona; nereye gittiyse izlediler onu. Orfeus'u ellerine geçirip gönüllerince sevebilmek için her yola başvurdular. Ama bir türlü gönlünü çelemediler onun. Zaten kendilerini çok güzel bulan Maynad'lar, Orfeus'un soğukluğu ve ilgisizliği karşısında haliyle büyük bir eziklik duygusuna kapıldılar. Bu duygu bir süre sonra büyük bir öfkeye dönüştü.. Bu yüzden de Orfeus gene elinde çalgısı; Trakya'daki Hebrus Irmağı kıyılarında yanık yanık Euridike'sine olan aşkını dillendiren ezgiler söylediği bir sırada, ellerindeki taşlarla sopalarla ona saldırdılar. Maynadlar, sopa ve taşlarla hızlarını alamayınca, onu parça parça doğradılar... Parçalarını da Hebrus ırmağına attılar. Orfeus'un sulara kapılan kopuk başı, "Euridike... bahtsız Euridike..." diye başlayan ezgiler döktürüyordu hâlâ! Sular üstünde yol alan liri de; "Euridike... Euridike..." melodisini çalıyordu inleye inleye... Orfeus'un uzuvları, nehrin akıntısıyla Ege Denizi'ne ulaştı. Oradan da bu parçalar, sürüklene sürüklene Midilli adasında karaya vurdular. Trakya bölgesinin her yerinde Orfeus'un ölüsünü arayan teyzeleri güzel esinperileri Musa'lar, bir duyum üzerine Midilli adasına geldiler. Orada onun parçalanmış uzuvlarını bulup bir araya getirdiler ve öylece onu götürüp Trakya'daki Dium kentine gömdüler...


Bu kentteki mezarından başka, tanrı ve tanrıçaların oturduğu Olimpos dağına yakın bir yerde de mezarı vardı Orfeus'un...


Dünyamızda da çok sevilen Orfeus tutkusu, kısa sürede dinsel bir tapınıma dönüştü. Orfeus'un kendisi de tanrı Hades'in yönettiği Ölüler Ülkesi'ndeki Euridike'sine kavuştu. Bu arada teyzeleri olan güzel esinperilerinin tanrı Apollon'a yalvarıları sonunda, onun olağanüstü ezgiler döktüren çalgısı, gökyüzünde bir yıldıza dönüştü...


Bu dönüşümden sonra aradan geçen binyıllar içinde de bütün soylu ozanlar; Akdeniz göklerindeki yıldızların birinden, bazı geceler usul usul, çok dokunaklı ezgiler döküldüğünü duydular.


Ve bütün bu duyduklarını da şiirlerinde, bestelerinde dillendirmeye çalıştılar... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

HİLAFET MÜESSESESİ VE SELÇUKLULAR-1

 


Selçukluların dini ve idari siyasetlerinin önemli bir ayağını da Abbasi Halifeleri ile olan ilişkiler oluşturmaktadır. Saltanat sistemi ve "kut alma" geleneğine bağlı olan bir yapılanma içinden gelen Selçuklular, Islam dünyasının liderliğini ele aldıklarında, kendilerine şimdiye kadar yabancı olan başka bir güç merkeziyle karşılaştılar. Bu, İslami geleneğe dayanan halifelik müessesesi idi. Selçuklular, Türkün "Cihan hakimiyeti" prensibi ile hareket ederlerken, Müslümanların, bir zamanlar siyasi ve dini, şimdi sadece manevi lideri haline gelen Halife'yi ve onun temsil ettiği gücü farketmeleri, bunun da gücün de hakkını vermeleri gerekmekteydi. Başlıca siyasi ve manevi kudreti temsil eden halifelik, Selçukluların gelişinden önce siyasi vasfını kaybetmiş, tamamen manevi güç merkezi halıne gelmişti. Dolayısıyla epeyce süreden bu yana Sünni dünyada devam eden siyasi güç boşluğu Selçuklular tarafından hızla doldurulmaya başlanacaktır.


Birbirlerini reddedemeyen ve meşrulukları tartışılmayan bu iki kuvvet merkezinin aynı coğrafya ve aynı kitleye hitap etmesi, zaman zaman aralarında birtakım meselelerin çıkmasına sebep olmuştur. Bu iki güç kaynağı, özellikle "yetki paylaşımı" hususunda anlaşmazlığa düşerken, kendi meşruiyetlerinin gereği olarak birbirlerine muhtaç olduklarını iyi bilmekteydiler. Dolayısıyla mecburiyetlerin, bazen de yetki paylaşımından doğan anlaşmazlıkların örgüsünde gelişen olaylar, halifeler ile Selçuklular arasındaki ilişkileri oluşturmuştur.


A- HALİFELİĞİN TARİHİ SEYRİ VE ANLAMI


İnsanlığın maddi-manevi sahalardaki terakkisine paralel olarak gelişen yönetim fikri, İslam peygamberi Hz. Muhammed'e kadar gelmiştir. Ayrıca onunla birlikte oluşan İslami gelenek, vefatından sonra yeni yapılanmaları da beraberinde getirecektir. Hz. Muhammed, risalet göreviyle vazifelendirildikten sonra onüç sene müddetle Mekke'de bu vazifesini devam ettirmiş ve yapılan baskıların sonucunda memleketini terk ederek, ömrünün sonuna kadar kalacağı Medine'ye hicret etmişti. Hz. Muhammed, hem "Risalet" (peygamberlik), hem de "Riyaset" (devlet başkanlığı) görevlerini şahsında toplamıştı. Onun vefatıyla birlikte peygamberlik hem görev, hem de kurum olarak sona ermiş, fakat ondan boşalan ve insanların idaresi için gerekli olan düzeni devam ettirecek bir önderin varlığına ihtiyaç devam etmiştir.


1 - Halifeliğin Tarihi Seyri


Hz. Muhammed'den sonra kimin önder olacağı konusunda başlayan tartışmalar gündeme, daha sonraları hilafet mevzuunda önemli yer tutacak olan "Kureyşlilik" esasını getirmiş ve Hz. Ebu Bekir'in, Hz. Muhammed'den rivayet ettiği "Imam Kureyştendir" hadisinin gereği olarak ona biat edilmiştir. 1 Hz. Ebu Bekir'le başlayan ve sırası ile Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile devam eden "Hulefa-i Raşidin Devri" (632-661), bu görevin seçim yoluyla gelen insanların yürüttüğü bir dönemdir. Bu zamanda müstakil olarak "Halife" tabiri kullanılmamış, Hz. Ebu Bekir, Muhammed'den boşalan göreve geçtiği için kendisine Rasulullah'ın halifesi manasında "Halifetü'r-Rasulillah" denmiştir. Müteakiben o göreve gelen Hz. Ömer ise bu tabirin kendisi için kulanılmasına karşı çıkarak, ila ettiği görevin daha çok siyasi mahiyette olduğunu vurgulamak "Emiru'l-Müminin" tabirini tercih etmiştir.


"Emiru'l-Müminin" unvanı hilafet makamından maksadın ne olduğunu açıkça gözler önüne serdiği gibi, Hz. Muhammed'den intikal eden siyasi gücün de doğrudan bu makama aidiyetini ortaya koymaktadır ki, bu husus bir devletin tam olarak teşekkülü ve devlet başkanlığı müessesesinin ortaya çıkışında büyük bir aşamadır. O noktada İslam toplumu devlet başkanını "Halife" veya "İmam" olarak ifade edecektir. Dolayısıyla Halife veya İmam hem "cami", hem de "kışla" olmak üzere ikisinin de başkanı idi. Bütün gücü elinde toplayan bu tarz idare uzun seneler bu iki kesim arasında fark gözetmeksizin devam etti.


Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra, katillerinin yakalanarak hesap sorulmasını isteyen Ümeyye ailesinden ve dönemin Şam valisi Hz. Muaviye ile Hz. Ali arasında başlayan hilafet mücadelesi Emevilerin galibiyeti ile sonuçlanarak, seçimle işbaşına gelen, aynı zamanda ümmetin biat ederek onay verdikleri "Hulefa-i Raşidin" dönemini sona erdirmiştir. Sonuçta halife resmi unvanı bakımından olmasa bile fiilen hükümdar olmuş 've artık babadan oğula veraset yoluyla geçen saltanat sistemi ikame edilmiştir.


Emevilerin idareye el koymaları yönetimin tamamen saltanat sistemine dönüşmesiyle neticelendiği gibi, Müslümanların hakim oldukları topraklarda yaşayan insanlar arasında da birtakım ihtilafların zuhur etmesine sebep olmuştur. Ancak 749 tarihinde Emevileri devirerek iktidar olan Abbasiler de bu saltanat sisteminden vazgeçmemişIer ve yeni bir hanedan olarak Müslümanları yönetmeye başlamışlardır. Ne var ki, Emevilerin müstebid hükümdarlarına karşılık Abbasiler, şeri hukukun tam olarak geçerli olması ve uygulanması için çaba sarf etmişlerdir. Önceleri güçlü halifeler eliyle idare edilen Abbasiler, özellikle Emevilerden farklı olduklarını göstermek için halka karşı daha müşfik davranmaya, Arap ve gayri Arap unsurlar arasında dengeyi gözetmeye çalışmış, Abbasi Halifeleri de daha dindar gözüküp, Emevilerin temsil ettiği "mülk-devlet" yerine, dine dayalı bir devlet ile halifeliği temsil etmeye çalışmışlardır. Daha sonraları yeteneksiz halifelerin iş başına geçmesi ve devlet içinde özellikle Türk askeri unsurlarının gücünün artmasıyla Abbasiler de yavaş yavaş kuvvetlerini kaybetmeğe başladılar. Zamanla iç ve dış unsurların etkisiyle gitikçe zayıflayan Abbasi Hilafeti "Tevaifü'l-Müluk" döneminin ortaya çıkmasını engelleyemediği gibi, yok olma sürecine girdiği bir sırada da Selçuklular Orta Doğu'da boy gösterdiler.


Başlangıçta siyasi ve dini sahadaki önderlik halifelerin elinde iken, bu müessesenin gerçek hüviyetinden uzaklaşarak sultanlığa dönüşmesiyle birlikte, insanlar üzerindeki dini liderlik vasfı da ortadan kalkmış oldu. Zira, bu makamda oturan kişilerin, halk tabakalarına dini önderlik yapmaktan çok uzak şahıslar olmalarının yanı sıra, halkı zorla itaate mecbur etmelerinden dolayı da farklı bir konumları vardı. Onun için bahsedilen görevi ulema dediğimiz kişiler yürütmeye başladılar. Bu yüzden Irak, Basra ve Küfe gibi merkezlerde hilafet kurumunun otoritesi dışında yasama faaliyetleri gelişmeye başladı. Bu faaliyetler tabii olarak siyasi otoriteyi de etkiledi. Abbasilerin ikinci döneminden itibaren halifelerin sahip olduğu siyasi güç de ordu komutanlarının veyahutta halifeye tahakküm eden emirlerin eline geçince, hilafet müessesesi sembolik bir makam haline geldi.



2- Selçuklular Döneminde Halifelik Kurumu ve Bazı Görüşler



Halifelik makamı gün geçtikçe otoritesini kaybetmekle kalmamış, otorite boşluğu ve meşruiyet tartışmalarından dolayı birtakım siyasi, dini akımların oluşmasına da sebep olmuştur. Bu gibi hususları göz önünde bulunduran Hamdullah Mustevfi Kazvini ( öl. 1350) şu şekilde bir değerlendirme yapar: "İslam devirlerinde bulunan hükümdar sülaleleri mensuplarının her biri bir ayıp ve noksanlığa bulaşmışlardı, mesela Beni Ümeyye, zındıklık (dinsizlik), itizal (döneklik) ve haricilik (İslam'dan ve Cumhuru müslimin akidesinden ayrılmak), Beni Abbas'tan bazıları da itizal, Beni Leys ile Al-i Büveyh ise rafz (rafızilik), Gazneliler ve Harezmşahlar ve diğerlerinde asaletsizlik ve alçak soyluluk (köle, ğulam), gibi ayıplar vardı. Fakat Selçuk şahlarında bu gibi ayıplar ve noksanlıklar yoktu. Onlar böyle şeylerden temiz kimseler idiler. Kendileri, temiz akideli, pak, dindar, sünni, hayır sahipleri ve halka karşı da şefkat gösteren kimseler idiler. Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı üzere, Selçuklulara gelinceye kadar, gerçekte saltanat idaresi görünümündeki halifelik kurumu pek çok zaafiyeti de beraberinde taşımaktaydı.


Selçuklulardan hemen önce gerek iç, gerekse dış gelişmeler yüzünden en zayıf dönemini yaşamakta olan halifelik, başşehir Bağdad'ın Şii Büveyhiler elinde olması yanında daha başka sebeplerle dini otoritesini de kaybetme noktasına gelmişti. Ancak bitkin düşen Arapların elinden emaneti alarak, sancağı yüzyıllar boyu dünyanın dört bir yanında ve en yükseklerde taşıyacak olan Türklerin, yani Selçukluların İslam aleminin lideri olmasıyla birlikte Sünni halifenin yanında bir de Sünni sultan ortaya çıkmıştır.


Halifelik, tarihi seyir içerisinde belirli gelenekleri · ve kabulleride beraberinde getiren bir kurum olmanın yanında, adeta yönetimdeki meşruiyetin de temeli konumundaydı. Türklerin Bağdad'a intikali ve reddedilemez bir siyasi güç olarak ortaya çıkmasıyla birlikte, şimdiye kadar otoritenin kaynağı olarak halifelik kurumunu görmüş olan insanların kafalarında bazı sorular belirdi. Bu soruların cevaplarının verilmesi, meşruiyet zeminine oturan açıklamaların yapılması gerekmekteydi. Beklenen cevap daha çok sultanın ve halifenin yetkileri ne olacaktı, kim hangi davranışları gösterirse meşruiyeti tartışılmayacak veya hangi davranışlar meşruiyet sınırlarını zorlayacaktı? İşte bu sorular ve onlara verilen cevaplar, dönemin ulemasını meşgul etmiş ve bu iki kurumun hukuki durumlarını, yetkilerini ve sorumluluklarını tartışan eserler kaleme alınarak, yönetimdeki haklar ve yetkiler belirlenmeye çalışılmıştır.



İslam alemi ve Türk tarihi açısından önemli bir dönem olan bu çağdaki tartışmalar, gerek dönemin anlayışını yansıtma, gerekse bahsedilen bu kurumların o zamandaki fonksiyonlarını gösterme bakımından önemlidir. Selçuklu Sultanları ve Halifeler arasında gelişen siyasi, sosyal ve dini ilişkilerin yeterince anlaşılması bakımından, devrin belli başlı alimlerince bu meseleye nasıl yaklaşıldığını görmek ve esasta "siyaset bilimi" çerçevesinde yapılan tartışmaları incelemek yerinde olacaktır. Zira bu görüşler bizi, Selçuklular dönemindeki siyasi gelişmeleri doğru değerlendirme imkanına kavuşturacaktır.


XI. yy'ın büyük alimlerinden olan Ebu'I-Hasan Ali el-Maverdi (öl.1058), değişik beldelerde kadılık yaptıktan sonra Bağdad'a yerleşerek eserlerini burada kaleme almıştır. Bahsedilen dönemde Büveyhiler Bağdad'a ve Abbasi Halifesi'ne siyasi yönden üstün oldukları için istediklerini yaptırabiliyorlardı. Buna karşılık Abbasi Halifeleri'nin dayanacakları Sünni askeri gücün yanında, kendilerini hukuken meşru gösteren ve onların Müslümanlar nezdindeki haklılığını pekiştiren görüşlere ihtiyaçları vardı. Büveyhiler'e karşı beklenen Sünni güç doğuda önce Gazneliler, sonra da Selçuklular olmuştur. Hukuki yönden halifenin haklarını savunacak ve onun Müslümanlar için gerekli olduğunu izah edecek şahıs ise Maverdi ve onun bu sahada yazmış olduğu eseri "el­ Ahkamu's-Sultaniyye"dir. Eser yirmi bölümden meydana gelmekte ve bunun sadece bir bölümü halifelikle ilgili kısmı oluşturmaktadır. Maverdi, tamamen klasik "Hilafetin Kureyşliliği" görüşünü savunmakta ve Hz. Peygamber'den naklettiği hadislerle halifeye itaatin gerekliliğine işaret etmektedir.


Maverdi, Halifeler ile Büveyhi sultanları arasında sürüp giden müzakerelerde halifelerin temsilcisi olmuş, Büveyhi Sultanı Celalu'd­ Devle'nin "Şahanşah" (Melikü'l-Müluk) unvanını almasına karşı çıkmış birisiydi. O eserinde, Büveyhilerin halife tayin etmesine karşı Sünni halifeyi garanti altına alacak ve Fatımi tehlikesine karşı koruyacak bir yol bulmak istemişti. Bu yüzden de halifelik makamının karşı karşıya kaldığı tehlikeleri en iyi bilen şahıs olarak, yazdığı eseri İslam tarihinde kapsamlı bir devlet teorisi geliştirme konusunda ilk teşebbüs olmanın yanında, halifeliği bu sıkıntılardan kurtaracak tavsiyeler de ihtiva etmektedir. Maverdi eserinde, İslam amme hukukunun teorik meseleleri üzerinde durarak, halifenin gerekliliğini izah edip, bunu akli ve nakli delillerle gerekli göstermeye çalışır." Maverdi'ye göre Halifenin görevleri, dini gelişmeyi himaye, adaleti ve düzeni sağlamak şeklinde özetlenebilir." Onun için gücü elinde tutan Büveyhilerin yaptıklarını adeta hukuk dışı ilan etmektedir. Aynı şekilde halifenin seçimle olması gerektiği görüşünü de vurgulayarak, şii inanca sahip Büveyhilerin hilafetin nassla tayin edilmesi gerektiği görüşünü de reddeder.


Tarihi birikime ve mevcut duruma vakıf olan Maverdi, birçok halifenin zorla görevden uzaklaştırıldığından ve idarenin ellerinden alındığını haberdardır. Bu tür kuvvet kullanmanın kendi döneminde de ihtimal dahilinde olduğunu bilmesinden dolayıdır ki, istilacı valilerden bahsederken, "İmamın böyle bir şahsın valiliğine izin vermesi ise, bozukluktan dürüstlüğe, zararlı durumdan iyi duruma dönmesi, dini işlerin geçerli olması sebebiyledir. Bu şekilde bir valilik, şartları bakımından örfe aykırı ise de dini hükümlerin yerine getirilmesi, hükümlerin askıda kalmaması, sakat ve yanlış işlerin yapılmaması sebebiyle normal karşılanır demek sureti ile realiteyi değiştiremeyen halifenin, birtakım gayeler sebebiyle mevcut duruma rıza göstermesini doğru kabul eder. Dikkat edilirse bu görüş Büveyhilerin idaresini mecburiyetler gereği kabul ederek, halifenin yerini ve meşruiyetini korumanın zorlanarak da olsa izahından başka bir şey değildir. Maverdi'nin bir noktada amacı; dini otorite sahibi halife ile, siyasi otorite emir arasındaki yetki paylaşım alanlarının sınırlarının çizilmesi için teorik bir temel sağlamaktır.


Maverdi'nin halifenin hukukunu savunmak ve otoritesini sağlamlaştırmak için sarfettiği gayretlerin bir neticesi olsa gerek ki, Abbasi· Halifesi'nin Tuğrul Bey'e elçi olarak gönderdiği şahıs yine Maverdi olmuştur. O, görünen· şekliyle Tuğrul Bey ile Celalu'd-Devle arasında sulh yapmak için gönderilmekle birlikte esasta, kendisinden yardım beklenen bir· siyası güce Halife'nin statüsünü anlatma ve onun hukukunu savunmada teorik bakımdan en yeterli kişi olması, onun Tuğrul Bey' e elçi olarak gitmesini sağlamıştır. Ayrıca ilimdeki büyüklüğü ve hilafet meselelerindeki teorik bılgisi onun bu göreve seçilmesinde etken olmuştur. Maverdi'nin bu büyüklüğün farkında olan Tuğrul Bey de, hem Halife'nin elçisi olması hem de saygınlığından dolayı onu Cürcan'da dört fersah mesafeden karşılamış ve hilat giydirmişti. Tuğrul Bey'in yanında bir sene kalan Maverdi, bu süre içerisinde gerekli girişimlerde bulunmuş olmalıdır.


Selçuklular döneminin siyaset bilimcilerinden ve önemli hilafet teorisyenlerinden birisi de İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni'dir. Dönemin büyük alimlerinden olan Cüveyni, Tuğrul Bey döneminde Eşariler için yürütülen baskı politikaları sonucunda ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kalmıştı. Alp Arslan'ın başa geçmesi ve Nizamülmülk'ün vezir olmasının ardından ülkeye dönmüş ve Nizamülmülk'ün ricasıyla Nisabur Nizamiye Medresesi müderrisliği görevini yürütmüştü.


Özelde Şafii-Eşari genelde ise Ehl-i sünnet görüşünün savunulması için açılan Nizamiye Medresesi'nde otuz yıl hocalık yapan ve birbirinden değerli yüzlerce öğrenci yetiştiren Cüveyni'nin dönemin meselelerine karşı bigane kalması düşünülemezdi. Nitekim dini otoriteyi ilgilendiren bir meseleye, siyasi otorite Melikşah'ın müdahalesi İmam Cüveyni tarafından kabul edilmemişti. Melikşah, Ramazan hilalinin görüldüğü gerekçesiyle ertesi günü bayram ilan etmişti. Cüveyni ise, bu günün Ramazan olduğuna dair fetva vermişti. Devlet otoritesinin söz konusu olduğu böyle bir durumda Melikşah, Cüveyni'yi nazikçe saraya davet ederek meselenin aslını öğrenmek istemiş, Cüveyni de Sultan'a: "Devlet işlerinde fermana itaat bizim vazifemizdir, fakat fetvaya taalluk eden bir meselede Sultan'ın bize danışması lazımdır" şeklinde cevap vermiş ve Sultan da Cüveyni'yi haklı bulmuştu.


Basit bir meseleye bile müdahaleden uzak durmayan Cüveyni'nin hilafet ve saltanat konularında da söyleyecek sözleri, açıklayacağı fikirleri olmalıydı. Nitekim o, selefi Maverdi'nin yolundan gidip, bahsedilen mesele üzerine müstakil bir eser kaleme alarak Maverdi gibi hilafetin Kurenliliği görüşünü savunmuş ve eserini "Gıyaseddin" lakaplı Nizamülmülk adına sunmuştur. Bu yüzden eserine "Gıyasu'l-Umem fi İltiyasi'z­ Zulem" adını vermiştir. Eserinin ilk bölümünü sekiz bab’a ayırarak, birinci bab’da imametin gerekli olduğunu işleyip ikinci bab’da imametin nassla tayin edildiği görüşünde olan Şiilerin fikirlerini çürüterek, Hz. Peygamber'in "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır" sözü ve Hz. Ali'ye hitaben "Sen, bana, Harun'un Musa'ya olan durumu gibisin" sözlerini genişçe açıklayarak bunların manalarını tahlil etmekte, Hz. Peygamber'in kendi yerine halife tayin etmesinin aklen mümkün olamayacağını izaha çalışmaktadır.


Cüveyni, eserinde ayrıca imamın seçimi, imamda bulunması gereken özellikler, görevinden azledilmesi ve imama yardımcı olan memurlardan bahsetmektedir. İmamda bulunması gereken şartların başında Kureyş'ten olma şartı, Cüveyni için de vazgeçilmez bir esastır. İmama ve valilere gerekli olan işlere bir bölüm ayrılmıştır. O tamamen dini ve siyasi otoriteye sahip bir imam (halife) düşündüğünden olsa gerek ki, imamın itaatinden çıkanlara karşı asker sevk etmekten tutun, sınır bölgelerinde kaleler yaparak bunların ihtiyaçlarının karşılanmasına kadar birçok şeyi imamın görevleri arasında gösterir.


Hilafet-Saltanat konusundaki tartışmaları en iyi bilen şahıslardan biri olan Nizamülmülk devletin gücünü Sultan adına elinde bulunduran şahıs olarak bu meseledeki tavrını açıkça saltanattan yana koymuş ve yazdığı "Siyaset-Name" adlı eserinde saltanatın meşruiyetini savunmuştur. Nizamülmülk'ün bu eserini emsallerinden üstün kılan şey, geçmiş milletIerin idarelerinden örnekler vererek bol tarihi malzeme sağlamanın yanında, yaptığı mukayeselerle de Melikşah dönemi Selçuklu Devleti'nin sosyal bünyesini açıkça ortaya koymasıdır. Vezir'in bu eseri yazmaktaki gayesi Selçuklu idaresini olduğu gibi tasvir etmekten öte, zamanın şartlarına ve inanışlarına göre iyi bir devlet nizarnının nasıl olması ve başarılı bir hükümdarın neler yapması gerektiğini anlatmasıdır.


Nizamülmülk'ün eserinde, çağdaşı ve hilafet fikrinin en büyük teorisyenlerinden olan Maverdi'nin eserindeki hilafet, halifenin seçimi, vezirliğin kısımlara ayrılması gibi hususların hiçbiri bulunmaz. Zira onun konu edindiği sistem, halifelik kurumuna karşı sultanın aristokratik yönetimi altında gelişen monarşik sistemdir. Nizamülmülk'ün siyasi teorisi tamamen Müslüman siyasetinin sultanlıkla karakterize edilen belli bir dönemini yansıtmaktadır. Halife konusuna hiç atıfta bulunmaması ve Selçuklu yönetimiyle Abbasi Halifesi arasındaki hukuki ilişkiler konusunda özenle hiçbir şey söylememesi bunun açık delilidir. Aynı düşüncenin gereği olarak, Maverdi gibi müelliflerin bahsetiği "emir-i müstevli" (işgalci, gasıp emir) ifadesi, Nizamülmülk'ün eserinde hiç geçmez. Aslında O, halifenin otoritesinin kaynağını meşrulaştıranlara karşı, sultanın otoritesınin kaynağını meşrulaştırmakta ve bu hususu tartışmaya açmamaktadır. O'na göre, sultanın otoritesinin kaynağı halife değildir, bu tamamen Tanrı'nın sultana ikramıdır. Bu sebepten de, yaptıklarından dolayı Tanrı'ya hesap vermek durumundadır. Bunun İçın sultan kullarına iyi davranmalı, halkın İşlerinden gafil olmamalıdır. Nizamülmülk, bu düşüncesiyle mensubu olduğu İran saltanat sisteminden daha çok, bağlı bulunduğu Sultan'ın mensubu olduğu Türk saltanat sisteminin İslami değerlerle bezenmiş şeklini ortaya koymaktadır.


Nizamülmülk'e göre: "Din İşlerini araştırıp sormak, farzları ve sünnetleri gözetmek, yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmek, din alimlerine saygı göstermek, maişetleri için gerekeni, Beytü'l-Mal'dan ayırıp tayin etmek, zahidlere ve perhizkarlara hürmet etmek, padişaha vaciptir. Bu şekliyle sultan, halife gibi hem "kışla"nın, hem de "dini"nin başkanı durumundan çıkarılıp, sadece siyasi otoritenin temsilcisi olarak görülmektedir. Din işleri için o sahanın uzmanlarına müracaat etmesi yine, sultana tavsiye edilen hususlardandır. Kaldı ki, Nizamülmülk'ün eserinde tanımlanan sultan; halifeliğin gerileyişi ile ortaya çıkan İslam siyasi hayatında yüzyıllarca devam eden tipik Müslüman sultandır. O, diğer siyaset bilimcileri gibi, sadece teoride kalmamış, çok başarılı politik tecrübelere de sahip olduğundan dolayı, tavsiyeleri hayatın içinden ve tecrübelerin süzgecinden geçerek eserine yansımıştır. Nizamülmülk'ün eseri Arap ile Arap olmayanların kültürleri arasındaki mücadelenin, nispeten birincisinin zevale ermesi üzerine, ikincisinin siyasette ortaya konmuş şeklidir.


Selçuklular dönemindeki yukarıda sözkonusu edilen teorisyenlerin dışında "Orta Yolcu" olarak bilinen Gazali'yi de dikkatlice incelemek gerekir. Zira Gazali, döneminde yapılan bu hilafet-saltanat tartışmalarının içinden gelmektedir. O, bir taraftan "hilafet" görüşünü savunan Cüveyni'nin yanında yetişmiş, diğer taraftan "saltanat" görüşünü benimseyen hemşehrisi Nizamülmülk'ün yakın desteği ve yardımını görerek Bağdad Nizamiye Medresesi müderrisliğine getirilmiş birisidir. Aldığı eğitim gereği "hilafet"in meşruiyeti görüşünü tahsil etmesine rağmen, Selçukluların değiştirilemez hakimiyetinin gerçeğini de teslim etmek zorunda kalmıştır. Esasen o, İslam alemi için beliren iç ve dış tehlikelere karşı en büyük koruyucu rolünü üstlenen Selçukluların yaptıklarını ve vazgeçilmezliğini de görmekteydi. Bu durum Gazali'yi, bu iki görüş arasında bir uzlaşma bulmaya sevk etmiş ve "hilafet"i kabul eden, fakat "saltanat"ı da reddetmeyen yeni bir fikir ortaya çıkmıştır.


Yaşadığı çağın problemlerini gören Gazali, dünya işlerinin siyasetsiz olmayacağını da bilmekte ve kendi eserinde, beşeriyetin ıslahı ile dünya ve ahirette selamete ulaştıracak doğru yolu gösteren siyaseti kısımlara ayırmakta, peygamberlerin siyasetinden sonra halife ve sultanların siyasetinden bahsetmektedir. Dolayısıyla siyaseti, dinin ve ahlakın zorunlu bir sonucu olarak görmekte, hayatın şartları gereği bunun lüzumlu olduğunu beyan etmektedir. O'na göre, din; hem insan, hem de toplum hayatının temelini oluşturmakta, devlet de dinin koruyucusu görevini ifa etmektedir. Bu bakımdan, devlet zayıflarsa veya ortadan kalkarsa, dinin oturduğu temel de ortadan kalkmış olur. Gazali'ye göre, bu siyasetin icra edildiği ve insanların ihtiyaçlarının karışıklığa meydan vermeden yerine getirildiği müessese de devlet kurumudur. İnsanın yaratılışı bunu gerektirdiği gibi, meydana çıkan ihtiyaçlar da bunu gerektirir.


İşlerin yürütülmesi ve insanların idare edilmesi için halkın başında birinin bulunması gereklidir ki, bu şahıs Hz. Peygamber'in "İmamlar Kureyştendir" sözüne dayanılarak Kureyş kabilesinden olmalıdır. Gazali, bu görüşüyle klasik Kureyşlilik görüşünü devam ettirdiğini göstermektedir. Fakat yaşadığı olaylar, özellikle de Fatımiler tarafından yaratılan tehlike, Gazali'ye selefleri Maverdi ve Cüveyni'den değişik şeyler söyleme, yeni yorumlar yapma zarureti getirmiştir.


Gazali, imamın yokluğu durumunda ümmetin işlerinin fesada gideceğini, dini, iktisadi ve siyasi işlerin bozulacağını ileri sürerek, halifenin gerekliliğini savunmakta, bunun da şeran vacip olduğunu ortaya koymaktadır. Ona göre halife, seleflerinin bahsettiği şekilde her meselede yetki ve maharet sahibi kimse olmayabilir. Müctehid derecesinde bilgisinin olması da gerekmez. Zira, ihtiyaç duyduğu konularda alimlerden istifade edebilir. Maverdi'nin Büveyhilerin baskıları karşısında bunalan ve güçsüzleşen halifenin hukukunu savunma, onun hukuki dayanaklarını gösterme çabaları; Cüveyni'nin her meselede etkili ve yetkili halife tanımı yerine, Gazali'de mevcut durumu izah ederek, halifenin meşruiyetini müdafaa gayretleri görülür. Çünkü, artık horlanan ve hakir görülen halife yerine, kendisine saygı duyulan, önünde diz çökülen ve istekleri emir kabul edilen bir halife vardır. Bu yönüyle Gazali'nin tanımladığı halife, seleflerinin tanımladığı halifeden farklıdır. Fakat, Gazali'nin onlardan ayrılan yönü gerçekçi olması ve mevcut realiteden hareket etmesidir.


Gazali'nin düşüncesine göre, halife her konuda otorite sahibi birisi değildir. Bu yüzden de siyasi sahadaki otoritesini güç ve kudret sahibi birisine devredebilir. Gazali'nin düşüncesindeki bu güç Selçuklulardan başkası değildir. Dolayısıyla Gazali'ye göre halife, adeta dini yetkilerle sınırlandırılmış olan kişidir. O, bu tanımı getirmekle bir noktada seleflerinin bahsettiği güçte (gerçek) halifenin olmadığını da kabul etmiş olmaktadır. Dolayısıyla Gazali'nin teorisinin en belirgin yanı, siyasi gerçekliliğidir. Gazali, mevcuttan hareketle teorisini geliştirmiş, pratiği olmayan nazari teorilerin kimseye fayda getirmediğini görmüştür. O, geleneksel halife teorisinin yanında ondan öncekilerinin hiç bahsetmediği "sultan" kavramı ve ona bağlı olan siyasi otoriteden de bahseden bir fikir adamıdır. O, halifenin yanında sultanın varlığını da kabul ederek bunu akli ve siyasi bir gereklilikle izah eder. Ayrıca o, selefi Maverdi gibi sadece halifenin meşruiyeti üzerinde ısrar etmez. Meseleye daha çok Sünni düşünceden hareketle değişik bir yorum getirir. Bu yorumuyla Gazali, üniter (tek yanlı) sistemden ziyade, çok yanlı, çok unsurlu bir yönetimden yanadır. Hepsinden önemlisi halife ile sultanı irtibatlandırmakta, halife ile iktidarı elinde tutan kişi arasında işbirliği öngörmektedir. O, bu düşüncesiyle Maverdi'ye ters düşmüyor, Sünni teoriyi reddetmiyor, sadece zamanın siyasi şartlarını geleneksel Sünni düşüncenın de kabul edebileceği bır üslupla açıklamak istiyordu.


Gazali, teorisini sebep sonuç ilişkilerine dayandırarak izah etmekte, bu yönüyle sosyal bünyenin gereklerini düşünerek gerçekçi ve uygulanabilir düşünceler üretmektedir. Ona göre sultanlık, bu haliyle düzenin korunması ve asayişin sağlanması için gerekli zemin hazırladığı gibi, İslami faaliyetler için de müsait bir ortam hazırlamış olur. Bu sebeplerden dolayı sultan meşru sayılmalı ve ona bahsedilen şeyleri gerçekleştirecek birtakım imtiyazlar verilmelidir. Aksi taktirde dünyevi işlerin barış ve düzen içerisinde, Tanrı'nın emirleri doğrultusunda yürütülmesi imkansız olur.


Gazali'nin en çok üzerinde durduğu hususlardan biri de, sultanların devlet işlerinde alimlere ve tecrübe sahibi kişilere önem vermesi gereğidir.' Böylece Gazali'nin hilafet teorisinin üç unsuru ortaya çıkar: Halife, Sultan ve ulema. Bunların her biri Islami yönetimin ardındaki bir gücü temsil etmekte ve yine her biri bu otoritenin gerektirdiği işlevleri yerine getirmektedir. Bu yüzdendir ki, Gazali'nin teorisi siyasi gerçekliliği yansıtmakta ve uygulama sahası bulmaktadır. Gazali, bu düşünceleri ile Hobbes, Locke ve Rousseau v.b. Batılı düşünürler gibi muhayyel insanla uğraşmamış, aksine gerçeklerle uğraşarak "Devlet" fikrini bu yönde geliştirmiştir.


Ana hatlarını vermeye çalıştığımız, Selçuklular dönemindeki önemli siyaset teorisyenlerinden Maverdi ve Cüveyni'ye göre otoritenin sahibinin halife olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunlara karşı saltanatı savunan Nizamülmülk'e göre ise otoritenin kaynağı sultandır. Gazali ise, orta yolcu olarak her iki görüşün uzlaşmasını temin etmiş ve siyaset teorisini bu yönde geliştirmiştir.


Teori nasıl olursa olsun, uygulamanın ne şekilde geliştiğini ve otoritenin kimin elinde olduğunu biz, tarihi kaynaklardan görebilmekteyiz. Bu otorite, Selçuklu Sultanları'nın elinde olan güç ve kuvvetin otoritesidir. Dolayısıyla bahsedilen dönemdeki bütün tartışmalara ve meşruiyet arayışlarına rağmen Sünni İslam dünyasının lideri Selçuklular olup, hilafet makamına hürmet ve saygılarından dolayı, bu makamın durumunu tartışmamışlardır. Aksine, yetkileri dini liderlikte sınırlı kalan halifenin bu durumunun devamını, kendi siyasi nüfuzları açısından da faydalı görmüşlerdir. Siyasi otoritenin, hemen hemen her önemli olayda belirleyici husus olduğu, ileride açıklanacağı gibi, Tuğrul Bey'in evliliği ve Melikşah'ın Halife'yi Bağdad'dan çıkarma teşebbüslerinde de görülecektir.


Hilafet-Saltanat teorisyenlerinin tartıştığı ve neticede İslami bir hüviyet verdikleri "Sultan" mefhumu, Selçuklularla birlikte yeni bir anlam ve muhteva kazanmış, cihanşumul bir imparatorluk unvanı kadar gösterişli yeni bir iddiayı temsil etmenin yanında, Abbasi Halifeleri tarafından da tanınmıştır. Bunun en açık şeklini, Halife Kaim Biemrillah'ın Tuğrul Bey'i Bağdad'a davet etmesi ve Besasiri gailesinin ortadan kaldırılmasından sonra Tuğrul Bey'e "Meliku'l-Maşrık ve'l-Mağrib" (Doğunun ve Batının Sultanı) unvanını vermesinde görmek mümkündür.


Selçuklu Sultanları, her ne kadar dini önder olarak halifenin hizmetinde idiyseler de, iktidarı kimseyle paylaşmadan ve tek başlarına, İslam adına, bağımsız olarak ellerinde tuttular. Halife'nin ülkesi artık Selçuklular ülkesinin bir parçası haline gelmiş, görünüşte Sultanlar Halife'nin emrinde olduklarından dolayı, Abbasi Halifesi'nin gücü ve kudreti artmıştı. Fakat bunlar sadece şekilden ibaretti. Hakikatte Abbasi Halifeleri'nin nüfuzu kısılmış, ülkenin her tarafındaki minberlerde onların adı okunmasına rağmen, bu sembolik olmaktan öteye gidememiştir. Halifelik, artık dini teşrifat ve başkanlık haline dönüşmüş; halifeler de dini ve içtimai meseleler yerine, dini şairleri ve şahsiyetleri himaye ile uğraşmışlardır.


Halifelik karşısında güçleri iyice artan Selçuklu Sultanları, sultanlığın Müslümanlar için, en azından teoride, dini bir anlam ifade ettiğini bilmekteydiler. Bu sebepten dolayı, İslam'ın başı olarak, otoritelerinde dini bir temel olduğunu iddia etmişler, fakat bu iddiayı siyasi ve askeri alanla sınırlamasını da bilerek, dini liderliği halifeye bırakmışlardır. Selçukluların bu düşüncesi, dönemin siyaset teorisyenlerince de desteklenmiştir. Nizamülmülk eserinde, saltanatın Allah'ın vergisi olduğunu ve sultanın bu nimete karşı Allah'a karşı sorumlu olduğunu belirtirken; Gazall de, "Din ve sultan iki ikiz kardeştir. Yine bundan dolayıdır ki: Din esas ve sultan koruyucudur. Esası, temeli bulunmayan bir bina yıkılmağa mahkum olduğu gibi, koruyucusu bulunmayan bir şey de yok olmağa mahkumdur", " ... dünya düzeni zorunlu olduğu için sultanın varlığı ve din düzeni için dünya düzeni zorunluluğu gibi, Ahiret saadetini kazanmak için de din düzeni zorunludur" şeklinde yorum getirerek sultanın varlığını meşrulaştırmakla kalmamış, ona dini bir gereklilik de vermiştir.




Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

BUŞİDO POLİTİKASI

 


Kazanamayacaklarını Bildikleri Halde Savaşa Girdiler

1941, Japonya


Bazen propaganda o kadar iyi yapılır ki, propagandayı yapan bile söylediklerine inanır. 1941'de Japonların ABD ile savaşa girme kararı almaları böyle bir aldanmaya örnektir.

Japonların samuraylara kadar giden ihtişamlı askeri geleneği pek meşhurdur. Japonya hızla gelişen Batı dünyasına ayak uydurmak için canla başla çabaladı ve 1904-1905 Rus-Japon savaşında Rusya gibi bir Batı devini yenerek dünyayı şaşırttı. Birkaç yıl sonra Japonya, İngiltere ile Pasifik'te bir ittifak anlaşması yaptı ve Birinci Dünya Savaşı boyunca Batı'ya sadık kaldı. Ancak savaş sonrası pastanın bölüşülmesi sırasında Müttefikler Japonya'yı unutmakla büyük bir hata yaptılar.

Japon elçilerinin Versailles'da anlaşma yapılırken takdimi çok komikti, çünkü geleneksel Japon kıyafetleriyle gelmişlerdi. Truk ve Gilbert adaları gibi uyduruk, eski Alman kolonileri verilip yollanmıştı Japonlar, Bu arada görüşmeler ve anlaşmalar da esas oğlanlar arasında devam ediyordu.

1920'lerin anlaşmaları Japonlar için bir hakaret gibiydi, çünkü bir ada devleti olan Japonya'nın donanmasına sınır getiriliyordu. Batı dünyası Japonya'nın Pasifik'in dışına çıkmasını istemiyordu. Ayrıca bir büyük hakaret daha yapıldı. Mançurya'da askerleri olan Japonya'ya karşı ABD, Çin'in kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olduğunu ve kimsenin Mançurya'ya göz koymaması gerektiğini bildiren bir açıklama yaptı.

Japonya için bu dayanılmaz bir ikiyüzlülüktü. Daha bir kuşak önce İngiltere, Fransa, Almanya ve minik Belçika bile tüm dünyada acımasızca bir sürü sömürge ele geçirmişti. ABD ise İspanyollarla bir savaşı körüklemekten çekinmemiş ve Pasifik'te kalan son İspanyol sömürgelerini almıştı. Japonlar ilk başta şaşırdı.

1930'da Sovyet birlikleri Mançurya'ya uydurma bir nedenden dolayı girdi ve sonra çekildi. 1931'de ise Japonya, Mançurya'da bir darbe yaptı ve birkaç ay içinde kendi kontrolünde kukla bir hükümet kurdurdu. Rus yayılmacılığına karşı önlem aldığını söylüyordu ancak bu gerekçe Batı'yı memnun etmedi.

Çin'in sırası birkaç yıl sonra geldi. Japonya eski bir tekniği kullanarak Çin'e gönderdiği askerlerin buradaki anarşiyi engelleme amacında olduğunu açıkladı. Milliyetçi Çin, Komünist Çin ve Japonya arasında üçlü bir savaş başladı. Ama dışarıdan bakıldığında, özellikle ABD'de en büyük düşman Japonya gibi gözüküyordu.

Japonya 1937'de Nanking'e saldırarak ABD'nin Çin'i korumasını zora soktu. 250 binden fazla sivil öldü. Amerikan misyonerleri olaylara şahit oldu ve kameralarla görüntüledi. Bunun üzerine ABD, Japonya'ya karşı sertleşti.

ABD'nin uyguladığı baskıyla Japonya Çin'in tamamını fethetmekten vazgeçti ve daha az saldırgan bir politika izlemeye karar verdi. Ancak ABD, Japonya'dan nefret etmeye başlarken bir şey oldu; Panay Olayı!

Aralık 1937'de Japonlar Nanking yakınlarında demirlemiş Amerikan savaş gemisi Panay'e saldırdı. Amerikan askerlerinden ölenler oldu. (Aya ilk ayak basan adam Neil Armstrong'un babası da bu gemiden kurtulanlar arasındaydı.) Japonya daha sonra özür diledi ve tazminat ödedi. Ama iki taraf da bunun bilinçli bir saldırı olduğunu biliyordu.

Japonların olaya bakışı sertleşiyordu. Öteki büyük güçler sömürgelerini almışlardı ve Japonların da böyle bir hakkı olmalıydı. Japon ordusunda iki farklı görüş belirdi: "Kuzey Ekolü" ve "Güney Ekolü". Kuzey Ekolü, Çin'e daha sert çıkılmasını ve Rusya'ya karşı savaş açılmasını savunuyordu. Sibirya'nın geniş toprakları ve Orta Asya'nın petrol kaynakları Japonları bekliyordu. Ancak 1938 ve 1939'da Rusya'yla girişilen çatışmalarda Japon ordusu dağıldı.

Bu durumda Güney Ekolü ağırlık kazandı. Bu ekolün esas amacı sömürge kazanmaktı. Hollanda ve Fransa'nın sahip olduğu sömürgelerde zaten petrol vardı. Ve Avrupa'da savaş patlak verince buralar daha da çekici hale geldi. Bu sömürgelerdeki petrolün ele geçirilmesi Japon donanması için sınırsız yakıt anlamına gelecekti ve belki de İngiltere tahtının mücevheri Hindistan Japonların olacaktı.

Karar anı gelmişti. Onlara engel olabilecek tek bir güç kalmıştı: ABD. Ama bu arada da ortaya ilginç bir durum çıkıyordu, çünkü 20, yüzyılın başından beri birçok Japon genci üniversite eğitimi için Amerika'ya gidiyordu. Japon donanmasının stratejisti, ünlü amiral Yamamato bile eğitimini Amerika'da almıştı. ABD'nin yetiştirdikleri şimdi ABD'ye karşı savaşacaklardı.

Hitler, ırkların karışması, Hollywood ve caz müziği gibi şeyler yüzünden ABD'nin gücünü kaybettiğini iddia ediyordu. Kendi ırkçı teorileri ve üstün savaşçılıklarıyla kafayı bozmuş olan Japonlar da Amerikalıların savaş meydanında kendilerinden korkacağını düşünüyorlardı. Buşido geleneğinden Amerikalıların haberi yoktu. Buşido göğüs göğüse çarpışma demekti. Böyle bir çatışmada doğal olarak Amerikalılar kaçacak ve zafer Japonların olacaktı.

Güney ekolü üstün geldi ve Pasifik bölgesindeki sömürgelere ilerlemek için planlar geliştirildi. Fransız hükümetinin düşüşünden hemen sonra 1940'da Japonlar Fransa'ya ait Hindi Çin kıyılarına gösterişli bir birlik gönderdi. 1940 Eylülünde ise Fransızlara ait bölgede hava üsleri kurmaya başlayınca ABD de Japonya'ya çelik ambargosu koydu. Ayrıca Japonya Hindi Çin'in tümünü ele geçirmeye kalkarsa Japonya'nın petrolünü de keseceğini duyurdu.

1941 baharının sonlarında Japonya harekete geçti. Hindi Çin'in geri kalanını kontrol altına aldı ve ABD daha önce söylediği gibi Japonya'nın petrolünü su keser gibi kesiverdi. Japonya çizgiyi geçmişti ve iki taraf da buna hazırdı.

Japonya büyük miktarlarda petrol stoku yapmıştı. Ancak savaş şartlarında Doğu Endonezya'daki stoklar ele geçirilmezse bir yıldan daha kısa bir sürede bu stok tükenirdi. Güney Ekolü Japonya'yı ABD ile kafa kafaya bir savaşa girmeye zorladı.

Doğru olan bu gibi görünmüştü. Bu stratejiyi planlayan adamların hemen hemen hepsi 1904-1905'teki Rus-Japon Savaşı'ndan geliyordu. Bu savaş, Arthur limanı civarındaki Rus donanmasına yapılan sürpriz bir saldırıyla başlamıştı. Rus donanması Tsuşima Savaşı'nda yok edilmiş ve Ruslar barış istemek zorunda kalmıştı.

Bu savaş modeli şimdi ABD'ye karşı da uygulanacaktı. Açılıştaki sürpriz saldırı ABD'nin Pasifik Filosunun Pearl Harbour'da imha edilmesi olacaktı. Saldırı güçleri Hollanda'ya ait Doğu Endonezya'yı ele geçirirken, kalan birlikler de Pasifik'teki Amerikan üslerini ele geçirip Filipinler'deki Amerikan güçlerini imha edecekti. Amerikan filosundan geri kalanlar -buna Atlantik gemileri de dahildi-Manila'ya yardıma gelmeye zorlanacak ve son bir savaşla Japonya zaferi kazanacaktı. Batı Pasifik'teki güçlü düşmanlarıyla karşılaşınca ABD kendi ülkesine çekilecek ve sesini kesmek zorunda kalacaktı.

Tüm bu plan en azından kağıt üzerinde iyi bir fikir gibi görünmüştü. Japonlar da buna inanmıştı. Yamamoto, Amerikan donanmasını tanıdığından birtakım şüpheler içindeydi. Şöyle bir nokta vardı: Bu bir sürpriz saldırıydı, ama saldırıdan birkaç saat önce Amerikan hükümetine bildirilmek zorundaydı. Yamamoto Amerikalıları iyi tanıyordu. Savaş ilan edip birkaç saat sonra da saldırıldığında Amerikan halkı o kadar öfkelenmeyecek ve bir an önce barış yapmak isteyecekti.

Bu konuda yoğun bir tartışma başladı. Sonuçta savaş savaştı ve Doğu ekolü sürpriz saldırının geleneksel bir savaş yöntemi olduğunu düşünüyordu. Hatta olması gereken buydu. Burada bir Doğu-Batı çelişkisi yaşanması kaçınılmazdı. Ordudaki batı eğitimli subaylar uyarıda bulunuyorlardı.

Yapılan propaganda Amerikalıların yerinde bir tepki veremeyeceğine ikna etti Japonları. Zaten savaşçının sahip olması gereken Buşido disiplininden haberleri de yoktu.

Ve saldırı başladı. Tarihin en parlak saldırılarından biriydi. Dünyanın neredeyse altıda birini kaplayan geniş bir alanda uçaklar ve gemiler koordinasyon içinde düşman hedeflerini sürpriz saldırılarla vurdular. O hız ve güvenle de kendilerine karşı çıkan herkese savaş açtılar. Ama bu da savaşı kaybetmelerine neden olacaktı. Askeri planları harikaydı ama diplomasileri çok zayıftı Japonların. Diplomatik ilişkileri kestiklerini üçüncü sınıf bir haberleşme sistemiyle bildirdikleri için bu bilgi saldırıdan saatler sonra Amerika'ya ulaşmıştı. Bu gafı duyan Yamamoto "Korkarım tüm yaptığımız uyuyan bir devi uyandırmak oldu" demişti.

Savaş ilanı saldırıdan Önce ulaşmış olsa bile işe yaramayacaktı, çünkü ABD apar topar Filipinler'deki birliklerine yardıma koşmadı. Filipinler'deki orduyu feda edip daha sonra daha güçlü bir orduyla ortaya çıkabileceğini düşündü.

Japonların Amerikalıları savaşa girmeye zorlamasının ardından Midway'deki deniz savaşında kesin zaferi elde edeceklerini düşünüyorlardı. Ancak hiç de öyle olmadı, Japonlar düşmanlarını fazlaca küçümsemişlerdi. Amerikan pilotlarının bombalarıyla denizin dibini boylayan gemilerini gördükçe Japon donanmasının komutanı Nagumo yanındakileri dönüp "Vay anasını bu Amerikalıların da Bushido'su varmış" dedi.

Japonların saldırısının Roosevelt'i savaşa girmek zorunda bıraktığına dikkat çeken birçok tarihçi Japonların bu saldırı ve tahrikleri olmasa ABD'nin savaşa fiilen girmeyebileceğini ileri sürerler. Japonya'da Kuzey Ekolu ipleri eline geçirseydi ABD'ye saldırmayacak ve muhtemelen savaşın gidişatı ve tabii bugünkü dünya çok farklı olacaktı.


Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak