26 Mart 2023 Pazar

Türk Soylu Halklarda Tabiat Ruhları-1

 


Tabiatın Efendileri


Belli bir bölgenin hâkimi olarak kabûl edilen ruhları Altay halkları o bölgenin efendisi olarak anlamlandırılırlar. Bunlar, sadece coğrafî mekânların değil, hayvanlar veya bitkilerin, hâtta nesne veya tabiat olaylarının da efendileri olabilir. Bunun için Tatarcada “ä”, “eä”, “öyä”, Yakutça da “ičči”, Buryatça da “edžen”, Tunguzcada da “amaka” şeklinde ifade edilen bu kelimelerin hepsi, efendi, sahip anlamına gelen kelimelerdir. Jukagir ve Çukçeler gibi Kuzey Sibirya halk inançları arasında bu tip ruhlar vardır, her ormanın ve gölün, hâtta her ağaç ve hayvan türünün bir “efendisi” olduğuna inanılır.


Hâkimiyetleri belli bir bölgeyle sınırlı olan bu ruhlardan bir tanesi de “ev ruhu”dur. İdil Tatarları bu ruha “Evin efendisi” anlamına gelen “Üy üyase” adını verirler. İnanışlarına göre, insan görünümünde ve uzun saçlı olan bu ruh, evdeki ocağın yanında veya evin yer döşemesinin altında yaşar. Genelde iyi bir varlık olup, evi ve evin dirliğinin, refahının koruyucusudur ama her hangi bir sebeple öfkelenecek olursa, ev halkının hastalanmasına da sebep olabilir. En çok öfkelendiği şeylerden biri, evin bodrumunda kendisi için bırakılan su kabının devrilmesidir. Onu öfkelendirmemek için her yıl en azından bir defa-genellikle de sonbaharda- ona lapa sunulması gerekir. Kimi zaman “Evin efendisi” için hayvan kurban edildiği de olur. Ailenin oğlu yeni bir ev açarken, evin uğurlu olması için yerine getirilmesi gereken âdetlerden olmak üzere, eline bir ekmek alıp, anne-babasının evine gider ve tam gece yarısı evin bodrumuna inerek üç tane mum yakıp, bodrumdan biraz toprak alarak, bunu yeni açmış olduğu kendi evinin zeminine serper. Bu, baba evindeki bereket ve dirlikten kendi evine taşımayı ifade eden bir ritüeldir. Eve dönüş yolunda bir insan veya hayvanla karşılaşıldığı takdirde, bütün bu işlemin tekrarlanması gerekir.

İdil Tatarlarının inançlarında ayrıca bir de “Ahırın efendisi” (Abzar üyase) vardır. Buda, “Evin efendisi”ne benzer bir varlık olup, muhtemelen eski dönemlerde her ikisi de aynı idi. Tatarlar bu ruhun bazen atlardan birini iyice besleyip, bakımını yaparken bir başkasını ihmâl ettiğine, yemini çaldığına, ona eziyet edip hayvanın rüyasına kabûs olarak girdiğine inanırlar. “Ahırın efendisinin” bir ata böyle eziyetler ettiği, ertesi sabah atın yorgun ve terli olmasından anlaşılır. Geleneklere göre, “Ahırın efendisine” kara bir kuzu kurban edilir ve bu kuzunun eti bir öğünde hemen yenip bitirilmeli, kemikleri ve diğer kalıntıları ahırın zeminine gömülmelidir. Bu kurbanı ailenin en yaşlı üyesi keser. Diğer Çuvaş ve İdil halklarının inançlarında bu ruhların karşılığı olan ruhlar ve bunlarla ilgili âdetler görülür.


İdil boylarında görülen bu “… Efendisi” inancı, Sibirya halkları arasında pek yaygın değildir, ama Middendorff’un hazırlamış olduğu sözlükte geçen “džiä iččitä” isimli ruh, “evin asıl sahibi ve koruyucusu olduğuna inanılan en eski sakini” olduğu ve bu sözcüğün Yakutçada geçtiğini belirtmektedir. Finlandiyada konuşmuş olduğum bazı mülteci Yakutlar, evin efendisi olan bu “džiä iččitä”nın Ruslardaki “domovoj”a (Evin ruhu) karşılık geldiğini ve asla resminin yapılmadığını anlatmışlardı. Yakutlarda ayrıca “Çadırın efendisi” yâni “balagan iččitä” ve hâtta çadır direklerinin efendisi de bulunmaktadır. Maack, Yakutların eskiden çadır direklerini dikmeden önce üzerlerine kımız ve at kanı sürdüklerini aktarır. Evin efendisine her fırsatta kımız veya başka içkiler sunulur, bunu yapmak için evin erkeği içmeden önce parmağını içkiye batırır ve sağa ve sola bir parça içki serper. Ruslardan gelme bir inanç olan “Ahırın Efendisi” inancı ise, bazı bölgelerdeki Yakutlar arasında da görülür. “Evin efendisi’nin” evin en eski sakini olduğu inancı da muhtemelen Ruslardan geçmiş olmalıdır. Bunun dışında bir de “Ateşin efendisi” vardır, ama bu ruh bazı yerlerde evin avlusunu süpürüp, ahırı temizlediğine inanılan Rusların “domovoj”u ile karışmıştır.

Bazı bölgelerdeki Buryatlar, her evde ocağa yanında bir yerlerde bir ruhun bulunduğuna inanırlar. Bunu aktaran Agapitov, Ruslarda görülen bu inanç şeklinin gerçek kökeninin neresi olduğu konusunda tereddütlerini dile getirir. Schirokogorov ise Mançuların muhtemelen Çinlilerden almış oldukları bir ev ve bahçe ruhuna inandıklarını ve onun için bazen kurban kestiklerini aktarır.


Golde inancında, “Evin ruhu” ailenin koruyucusu addedilir ve her evde bir resmi bulunur. “Džuli” adı verilen bu ruha lapa ve içki sunulur ki, özellikle evin erkeği uzun bir ava veya seyahâte çıktığında, bu ruha dua edilir ve aile fertleri ona emanet edilir. Muhtelif hastalıklarda, özellikle sırt ağrılarında bu ruha başvurularak, hastanın iyileşmesi için “džuli” evin önüne çıkartılıp, kalçalarına kadar toprağa gömülerek, hasta iyileşene kadar bu şekilde kalır.


Avrupa halkları arasında görülen ev, aile ve ev hayvanlarını koruyan “Evin ruhu”na, Sibirya’da ailenin koruyucu ruhları tekabül eder. Bu ruhlara ilişkin resimler günümüzde hâlen bazı çadırlarda görülmekte olup, bunların arasında Soyotelerin “Ev Tanrısı”nı da belirtmek gerekir. Bu “Ev Tanrısı’nın” kumaş, deri veya ahşaptan yapılma tasvirleri veya resimlerine ev halkının her yemeğe oturuşunda “Ev Tanrısı”nın payı sunulur. Birçok halkın inanışında, “Ateşin efendisi” evin koruyucu ruhu olarak karşımıza çıkarsa da, aslında buna ilişkin inanış ve ritüeller en baştan itibaren evden ziyade ateşin kendisine yöneliktir.


Çok yaygın bir başka ruh inanç da “Ormanın efendisi”dir. (Kazan Tatarlarında “Urman öyase”, Yakutlarda ”Tya iččitä”, Buryatlarda “Oin edžen”, Tunguzlarda da “ũre amaka”) Ormanlık dağlarda bu ruha “Dağın efendisi” (Dag äzi) adı verilir. Yakutlar, Ormanın efendisi için ayrıca “Bajanai” veya “barallak” gibi yüceltici sözler kullanırlar ki, her ormanın veya çalılığın bir ruhu, efendisi olduğuna inanırlar. Karagasse ve Buryatlar, her orman ve ağacın bir efendisinin olduğuna inanırken, Karagasselerin inandıkları bu tip “mahallî” ruhlar arasında Barbitai, Kãn ve Khongorok nehirleri kıyılarında tanınan “barbitai äzi”, “kãn äzi” ve “khongorok äzi” vardır ve bu ruhların avda bereket getirdiklerine inanılır.


Sibirya halkları arasındaki “Ormanın efendisi”nin özellikleri pek belirgin değildir. Çoğu zaman bir insan suretinde tasavvur edilip, öyle resmedilir. Schirokogorov’un aktardığına göre Tunguzların Orman efendisi ormanda yaşayan ve ormandaki hayvanların efendisi olan ak saçlı bir ihtiyardır. Nizâmi evlerde değil, ormanda bulunur ve resmini yapmak için önce bir ağacın kabuğu kazınır, sonra oyularak gövdesine ağız, burun, gözler ve sakal çizilir. Samoyedler, Finliler ve Laponlarda benzeri âdetlere rastlanır. “Ormanın efendisi”, Sibiryanın bazı bölgelerinde çok iri bir varlık olarak tasavvur edilir. Meselâ Yenisey vadisinde yaşayan Tunguzlar, bana “Ormanın efendisi”nin bir insandan çok daha büyük olduğunu anlatmışlardı. “Ormanın ve orman hayvanlarının efendisi” olan Moğolların “Manikãn”ı da çok iri bir insan suretinde, Buryatların “Oin edžen”i siyah, çok uzun ve insana benzeyen bir varlık şeklindedir. “Ormanın efendisi” sık sık bir hayvan veya herhangi bir nesne suretine büründüğünden, Tunguzlar çocuklarını hayvan yahut herhangi bir eşyaya benzeyen taşlarla oynamamalarını, çünkü bunların “Ormanın efendisi” olabileceği konusunda ikaz ederler.


“Ormanın efendisi” insanlara nadiren görünür, ancak insanlar sık sık onun sesini kimi zaman bağırırken, kimi zaman ağlarlarken veya kahka atarken duyabilirler. Bu tasavvurun arkasında ormanda duyulan ve kaynağı meçhûl sesler vardır. Bazen de “Ormanın efendisi” ormanda dolaşanları kendisine çekmek için insan sesini taklit ederler, ancak buna aldanıp, bu sesi takip edenler ormanın derinliklerinde yollarını yitirip, kaybolurlar. Burada insan sesini taklitten kastedilen, muhtemelen sesin yankılanmasıdır.

Zelenin, orman ruhlarının iki değişik türü olduğunu ileri sürerek, bunlardan birinin sessizliği severken, diğerinin tam tersine gürültü yapıp, bağırdığını ve güldüğünü söyler. Zelenin’e göre; “Dağın efendisi” olan ruhlar bu ilk gruptandırlar. Lamutlar ve Yakutlar, “Dağın efendisi”ni rahatsız etmemek için bir dağın yakınından geçerken gürültü çıkarmaktan çekindikleri gibi, Alarsk bölgesindeki Buryatlar, ava çıkıldığında şarkı söylenmesi veya yüksek sesle konuşulmasını uygunsuz bulurlar, çünkü Hangai dağının efendisi gürültüden hoşlanmaz. Katschinski Tatarları da dağlara çıktıklarında gürültü yapmazlar. Şorlar da eğer av esnasında gürültü yapılacak veya ıslık çalınacak, şarkı söylenecek olursa, “Ormanın efendisinin” av hayvanlarını da yanına alıp, çekip gideceğine hâtta kimi zaman kızıp bir fırtına bile çıkartabileceğine inanırlar. Altay Tatarları ava giderken, evdeki hanımlarına gürültü yapmamaları, kahkaha atmamaları veya kavga etmemelerini tembihlerler, çünkü “Ormanın efendisi” gürültüden hoşlanmaz ve kızacak olursa, avcılara hiçbir av vermezler.


Yakutların “Bayanai”si ise, buna mukabil, gürültüden ve kahkahalardan hoşlanan bir ruh olmakla, av yakalandığında onun adı bağırarak anılır ve kahkaha atılır. Bu konuda Ionov, Yakutların kurdukları bir tuzağa düşen bir geyiği gördüklerinde “Ho ho hoh”, bak, “Kara ormanın efendisi” (Kara tya iččitä) bize av sundu, hoh, hoh” diye bağırıp, sıçrayarak avın yanına koştuklarını ve kahkahalar attıklarını anlatmaktadır. Bunu yapma sebepleri, “Ormanın efendisi”ne onlara sunduğu bu av için minnet ve sevinçlerini göstermektir. Orman Jurakları da bir ayı gördüklerinde attıkları bazı özel naralar vardır. Lehtisalo’nun anlattığına göre, Juraklar ayıyı gördüklerinde “he heey, he he hey” diye bağırırlar ki, bu âdetin yerine getirilmemesi büyük bir ayıp sayılır. Bazı bölgelerde yaşayan Buryatlar, ormanda ava çıkarken yanlarına güzel hikâyeler anlatan veya şarkılar söyleyen birini aldıkları anlatılır ki, bunun sebebi, gece ormanda çadır kurduklarında “Ormanın efendisi”nin de güzel vakit geçirmesini ve kendilerine bol av ihsan etmesini sağlamaktır.


Av esnasındaki gürültü yasağı, elbette ki av hayvanlarının ürküp kaçmasını önlemek içindir, dağlardayken sessiz olunmasının sebebiyse, dağın üzerlerine bir fırtına yollamasından korkulmasıdır. Yakutların avı yakaladıktan sonra gülme ve bağırmalarının kökeninde, avı yakalamanın sevinciyle atılan çığlıklar vardır ve muhtemelen bu çığlıklar, orman seslerinin taklidinden oluşmaktadır. Av yakalanana kadar Yakutlar da avın ürkmesine sebep olacak gürültülerden kaçınırlar.


Yakutların “Ormanın efendisi”ne toprak ağası (beyi, efendisi) anlamına gelen “bayanai” de dediklerinden yukarıda bahsetmiştik. Bu sıfattan da anlaşılacağı gibi Yakutlar, “Ormanın efendisi”ni ormanın ve içindeki hayvanların sahibi olarak düşünmektedirler. Geçimini avcılıkla sağlayan kişilerin geçimlerinin bu ruhun onlara verdiği ihsanlara bağlı olması hasebiyle avcılar, “Ormanın efendisi”nin teveccühünü kazanmak için ellerinden geleni yaparlar. Avcılığın yanında hayvancılığın da yapıldığı yerlerde “Ormanın efendisi”nin itibarı aynı şekilde yüksektir ve insanlar ondan yardım isterler. Petri, “Dağın efendisi”nin (dag äzi) Karagasselerin en önemli tanrısı olduğunu ve onun kendilerine kürk hayvanları verip, ren geyiği sürülerine baktığına inandıklarını belirtir. Bu sebeple sadece belli bir olay veya maksat için değil, senenin belli dönemlerinde düzenli olarak kurban ve sunularda bulunulur. Bu dönemlerin ilki Mayıs ayında, tabiat yeşile büründüğünde gerçekleştirilir ve ren geyiği sürülerinin çoğalması, hayvanlarının yavrulaması maksadıyla “Dağın efendisi” için ateşe çay ve yağ atılır. Haziran ayında yazlık köylerine geçtiklerinde, ikinci sunu merasimi düzenlenir ve göç ettikleri yerdeki ruha da hayvan sürüleri için dua edilir. Üçüncü sunu töreniyse, güzün av mevsimi başladığında yapılır. Bu törende de herkes “Dağın efendisi”ne dua ederek, kendilerine “samur, sincap, yağlı etler ve kara ayılar” ihsan etmesi dilerler.


Sonbahar, avcı toplulukların kurban zamanı olup, bu yoldan olmak üzere Yenisey vadisi Tunguzları, sincabın tüyleri griye dönüştüğü dönemde yeni yıl bayramlarını kutlarlar ve bu bayramda “Ormanın efendisi” en önemli yeri tutar. Sonbaharda av dönemi başladığında Yakutlar “Ormanın hâkimi”ne dua eder ve sunu yaparlar, bu törende ateşe kurban eti ve tereyağı atılır. Yakutlar her dönem ilk avı yakaladıkları yerdeki bir ağacın kabuğunu soyar ve çıplak ağacın gövdesini oyup yahut kurum ile boyayarak, “bayanai”nin bir resmini çizerler.


Tunguzlarda da benzeri gelenek, ormanda ava elverişli bir bölgede bir ağacın kabuğu soyulup, bu gövdeye göz, ağız, burun ve sakallar oyularak “Ormanın efendisi”nin resmi işlenerek yerine getirilir. Ormanın efendisine sunulanlar arasında kumaşlar, kurdelalar, değerli hayvan kürkleri vardır. “Bayanai”nin avcılara av ihsan etmemesi sonucu avcılar elleri boş döndükleri takdirde, tekrar onun teveccühünü kazanmak için Yakutların uyguladığı bir âdetleri vardır: bunun için, “Orman efendisi”nin bir metre kadar boyunda ahşap bir resmini hazırlayıp, bunu çadıra götürerek, üzerini kesmiş oldukları bir hayvanın kanı ile boyarlar. Çadırın sağ tarafına yere küçük dallar yığılır ve bir nevi sunak olarak kullanılmak üzere yeşile boyanmış bir masa konulur. Masanın üzerine et, lapa kâsesi, kaşık, içki şişesi ve bardaklar bırakılır. Ayini yönetecek kişi kadın kıyafetleri ve başlığı giyip, elinde bir av tuzağıyla, “Çadırın efendisi”, “Ateşin efendisi”, “Ahırın efendisi” ve “Çadırın dört direğinin efendisi” diye dua eder.


Bu konuda Witaschevskiy’nin anlattıkları, Ionov’un gördüklerini de teyid etmekte, buna bazı ayrıntıları da ilâve etmektedir. Buna göre, bu ayin gece yapılmakta ve sabah olduğunda “Ormanın efendisi”nin resmi ormana götürülüp bir ağaca asılmaktadır. Ancak, her iki aktarımda da ayini yönetip, dua eden kişinin neden kadın kıyafetleri giydiği konusunda herhangi bir malûmat yoktur.


Ava ilişkin adetlerin doğru bir şekilde yerine getirilmemesi durumunda “Ormanın efendisi”nin öfkeleneceği ve hayvanları saklayıp, onlara av ihsan etmeyeceğine inanılır. Ormanda yetişen meyve ve yemişlerin toplanması veya ağaçların kesilmesiyle ilgili olarak, “Ormanın efendisi” ilgilenmemesinden, “Ormanın efendisi”nin aslında orman hayvanlarının koruyucu ruhu olduğu sonucuna varabiliriz. Yakutlar, her hayvan türünün ayrıca bir efendisi olduğuna inanırlar. Oroke ve Oroçeler gibi bazı Tunguz kabileleri arasında özellikle “Ayı ruhu” (Do oto)nun çok önemli bir yer işgâl ettiğini görüyoruz. Goldeler, bazı orman hayvanlarının resimlerini yaparlar ve ormana giderken veya o hayvanlarla ilişkili olduğuna inandıkları bir hastalığa yakalandıklarında bu resimlere dua ederler. “Ormanın Efendisi” çoğu zaman bir orman hayvanı suretinde veya onun sırtına binmiş olarak tasavvur edilir. Çoğunlukla bu orman ruhlarının ormanda ölenlerin ruhları olduğuna inanılır. Buryatlar, “oin edžen” adını verdikleri ve ormanda bağırıp sesler çıkartarak, insanların yollarını yitirmelerine sebep olan “Ormanın efendisinin” aslında ormanda kaybolmuş bir kişinin huzursuz ruhu olduğunu anlatırlar. Tunguzlar gibi bazı halkların inanışlarında ise, “Ormanın efendisi” ile, ormanda dolaşan ölülerin ruhları birbirlerinden açıkça ayrılmıştır. Yakutlarda “bayanai”nin bir çeşit “yör” veya “abasy” olup olmadığı pek belirgin değildir. Diğer yandan, av esnasında veya geçim kaynağı olan diğer faaliyetlerin sürdürülmesinde sık sık ölenlerden yardım dilendiğini de göz önünde bulundurmalıyız. Jochelson, Yakutların bu konudaki inanışlarını şu şekilde anlatır: ”Kabilenin yaşayan üyeleri ve ölmüş olanlar arasında yakın bir ilişki vardır. Kabile üyelerinin hayatlarının devam etmesi, geçim kaynaklarını sürdürebilmeleri buna bağlıdır. Bir avcının bir geyiği öldürebilmesi için, öncelikle ölmüş bir akrabasının ruhunun o geyiğin gölgesini öldürmesi gerekir, aksi takdirde avcı geyiği avlayamaz” Gmelin’den yukarıda naklettiğimiz üzre Tunguzların, “her av seferinin, ilk avını şeytana sunma” gelenekleri, muhtemelen bu geleneğin kökenin ölüler kültüyle ilşkilidir.


Tabiatın en esrarengiz ruhları çetin yolların, sarp dağ geçitlerinin veya dağ zirvelerinin ruhlarıdır. Yakutlar bu ruhlara “Yolların efendisi” (Suol iččitä) veya “Geçitlerin efendisi” (ãttuk iččitä) adı verirler. Maack, Yakutların bir boğazdan veya tekneyle yüksek debili bir akıntıdan geçerken bu ruhlara sunu sunduklarını anlatır ki, bu sunular, at kılı, kumaş paçaları, deri parçaları veya kuş tüylerinden ibaret olup, bunlar yakınlardaki bir ağacın dalına asılır. At sahibinin kendi atının yelesinden veya kuyruğundan kopardığı bu kılları, çok değerli sunular kabûl edilir ve Yakutlar, tekneyle bir yere gidecekleri zaman da yanlarına bu at kıllarından bulundururlar. Maack, iki nehrin birleştiği bir noktaya gelindiğinde Tunguzların bıçaklarıyla eğerlerinden bir parça deri kesip, yakındaki çalıların üzerine astıklarını ve genellikle bu çalının üzerinde daha önceden asılmış başka parçaları gördüğünü de aktarır. Âdetten olduğu üzre, mezarlıklarda da at kılı sunusuna rastlanması, geçitlerdeki bu ruhların, ölülerle bağdaştırıldığını düşündürmektedir. Sibiryanın bazı bölgelerindeki dağ sırtlarında veya ulaşılması güç olan yerlerde “Obo” adı verilen taş yığınları görülür ki, bu yığınlar her geçen kişinin yığının üzerine bir taş daha atmasıyla oluşmuş, eğer bu yerine getirilmezse, yolculuk eden kişinin başına bir belâ geleceğine inanılan gelenek hâlen sürmektedir. Radloff, yaptığı seyahâtler esnasında Altaylıların bir dağın öte yakasına veya nehrin karşı yakasına geçecekleri zaman bu vesileyle oluşmuş bir taş yığınına her geçenin bir taş koyduğu gibi, oradaki kutsal ağaçlardan birine bir kumaş parçası bağladıklarını, Majnagaschev de benzer bir şekilde Beltirlerin “Obã” adını verdikleri bu yerlerdeki yığınların üzerine bir dal veya bir taş koyduklarını veya biraz içki döktüklerini anlatır. Buryatların “Obo”ları yolculuğun tehlikeli yerlerinde bulunurken, Kalmukların “Obo”larına bozkırın herhangi bir yerinde, kimi zaman bir tepeciğin yanında veya bir derenin kıyısında rastlanır. Banzarov, Moğolların “Obo”larını yol üzerlerine yapmalarının sebebini, “yolcuların at kılı veya benzeri sunularını kolayca ifa edip, yolculuğun geri kalan bölümünde o “Obo”nun ruhunun korumasını kazanabilmeleri” olarak izah eder.

Herhangi bir yere bir taş veya dal bırakma geleneği eski dönem halkları arasında oldukça yaygın bir âdet olup, bunun örneklerine dünyanın muhtelif yerlerinde rastlamak mümkündür. Araştırmacılar bunu kimi zaman bir sunu, kimi zaman da bir büyü ayini olarak nitelendirirler. İslâm dünyasında mübarek insanlar veya evliyaların ruhuna tazim için taş yığını üzerine bir taş koyma şeklinde devam ettirdikleri görülür. Karelya bölgesinde ise taş konulurken; “Aziz Petrus, bu taşı sunuyorum” denir. Bazı durumlarda alışılmadık bir ölümün gerçekleştiği yerlere de taş bırakılır ki, bu konuda Zelenin, Rusya’da buna ilişkin bazı örnekleri aktarır.


Batı Avrupa’da bu tip taş yığınlarının olduğu yerler, genelde yer altı ruhlarıyla ilişkili yerler olup, Estonyalıların kaybolan bir hayvanı bulmak için böyle bir yere taş veya dal koyma geleneğinde görüleceği üzere, dünyanın çeşitli yerlerinden derlenen bu tür bilgilere dayanarak, bu geleneğin kökeninde ruhlar dünyasıyla ilgili inançların yattığını söylemek mümkündür. Ne var ki, bu taş koyma âdetinin nasıl ortaya çıktığı ve neyi ifade ettiğini açıklamak güçtür. Muhtemelen buradaki maksat, etrafta dolaştıklarında zarar verebilecek olan varlıkları belli bir yerde tutma olmalıdır.


Yakutlar ve başka halklar, tanımadıkları veya uzak yerlere gitmeleri gerektiğinde gizli bir dille konuşurlar ve hayvanları, silahları, tekneleri hâtta yolculuktaki olayları- meselâ bir nehri geçmek gibi- sembolik kelimeler veya yabancı kelimelerle ifade ederler. Troschtschankiy, bunun emniyet sebebiyle, bölgedeki ruhları aldatmak için yapıldığını belirtir ki, bu geleneğe av seferlerinde de riayet edilir.

Altay halk inançlarında belli bir yerin ve havalinin efendisi olan ruhlar dışında, tabiatta dolaşan pek çok başka ruhlar bulunur. Bunlar genel olarak kötü olarak addedilen ve kendilerine tapılmayan ruhlardır. Bunlardan birisi, Volga Tatarlarının “šuräle” adını verdikleri uzun parmaklı bir ruh olup, bu ruhun omuzlarının arkasına atacak kadar büyük göğüsleri olduğuna ve tuzağa düşürdüğü insanları gıdıklayarak (gıdıklanma ile boğulma) öldürdüğüne inanılır. İnanışa göre, bazen de insanların ağzına göğsünü bastırarak ölmesine sebep olur veya otlamaya çıkan atların sırtına binerek, onları çatlatıncaya kadar koştururlar. Tatarlar, bunun ata bindiğinde yüzü arkaya dönük olarak oturduğunu anlatırlar. “šuräle”nin sudan korktuğuna ve “šuräle” nin peşine düştüğü bir insanın, eğer yakınlarda bir dere varsa onun karşı tarafına geçerek kurtulabileceğine inanırlar.


Çuvaşların “Obyda”sı da, “šuräle” gibi iri göğüslü ve uzun saçlı bir insan suretinde ormanda dolaşır, ama üzerinde kıyafet olmaz. Ayaklarının geriye dönük durmasından kolayca tanınabilir. Tuzağına düşürdüğü insanları bitap düşürüp, yorgunluktan ölene kadar onları gıdıklar ve onlarla dans eder. “Obyda”nın koltuk altında bir delik vardır ve ancak ona dokunulursa bütün gücünü yitirip kurbanını bırakır. Hakkında anlatılan bir başka özellik de, bindiği atın geri geri koşmaya başlamasıdır. Bahsi geçen bazı ruhlarda gördüğümüz yüzün geriye dönük olması durumu “Obyda”da hem ayakların geriye dönük olması, hem de atın ters koşması şeklinde ortaya çıkmaktadır.


İdil Tatarlarının “Albastı”sı, hem açık alanlarda, hem de terk edilmiş virânelerde rastlanılan kötü ve tehlikeli bir ruhtur. İnsan görünümünde olmasına rağmen, sık sık ormanda veya tarlalarda her hangi bir nesnenin suretine bürünmüş şekilde görülür. Bir insana musallat olduğunda, o kişi nefes almakta zorlanmaya ve kalbi sıkışmaya başlar ve bu surette boğularak ölür. Kırgızlar, kendi “Albastı”larının kocaman kafalı, dizlerine kadar inen göğüsleri, parmaklarının ucunda pençeleri olan çok iri bir kadın olduğuna ve genelde hamile kadınlara musallat olduğuna inanırlar. Albasta’nın ele geçirdiği bir kadının ciğerlerini nehirde yıkarken görüldüğü anlatılır. Mészaros, bu hususta Türk kadınlarının loğusa yatağında onlara musallat olan “Albastı”dan kendilerini korumak için kafalarına kırmızı bir bez bağladıklarını anlatır.


Çuvaşların korktukları bir başka kötü orman ruhu da, yarım bedenli, tek eli, tek ayağı ve tek gözü olduğuna inandıkları “Ar sori”dir (yarım insan). Aynı inanç Osmanlı Türklerinde de vardır ve “yarım adam” adı verilir. Bu tek gözlü, tek kulaklı, tek kollu ve tek bacaklı yaratığın eski tapınakların harabelerinde yaşadıklarına inanırlar.


Bu özel olarak bahsedilen ruhlar, anlaşılacağı üzere bu halkların tahayyüllerinde gayet teferruatlı ve açık olarak canlandırılmışlardır. “šuräle”, “obyda” ve “albasty”nın Sibiryadaki “Orman ruhu”na benzeyen tek yönü, bazı mahâllerde çok iri bir varlık olarak tasavvur edilmesidir. Ancak, bazı bölgelerde bu ruhun boyunu uzatıp kısaltabileceğine de inanılır. Kötü olmaları ve korkulmaları sebebiyle, bir önceki bölümde bahsedilen huzursuz ruhlar sınıfına daha yakın görünmektedir. Kurbanlarını boğmak için kullanabilecekleri kadar iri göğüslerinin olması gibi, bazı özellikleri onların aslında dişi varlıklar olduklarının ortaya koyar. Birçok halk inancında vakitsiz ölen kadınların ruhları önemli bir korku unsurudur. Moğol inançlarındaki bozkır ruhu olan ve Buryatlarda benzerini gördüğümüz “Albin”de ölen kimselerin huzursuz ruhlarına örnek teşkil eder. Yolların kenarlarında insanları altadatan yanıltıcı ışıklar oluştururlar ve “Albin”in ışığını takip eden kimse, yolunu yitirerek kaybolur.


Bölgede bulunan bir göl veya nehrin ruhuna genel olarak “Suyun efendisi” adı verilir. Yakutlar her su kaynağının, gölün veya nehrin bir ruhu olduğuna inanırlar. Karagasseler gibi bazı halklar da balık avının bereketli geçmesi için “Suyun efendisi”ne sunularda bulunurlar. Petri, Karagasselerin dalyanlarda ava başlamadan önce, kıyıdaki bir ağaca “Džalama” adını verdikleri renkli bezler bağlayıp, ağacın yanında yaktıkları bir ateşe çay, süt, yağ ve tereyağı attıklarını anlatır. Bu ateşe asla ekmek ve tütün atılmaz, çünkü Suyun efendisi; “sug äzi” bunlardan hoşlanmaz. Bu törene orada avlanan bütün balıkçılar katılırlar. Sunulan maddeler suya atılmadığı gibi, olta balıkçılığı yapılacağı zaman da kıyıda sunu yapılmaz. Su kültünde temizlik en çok dikkât edilmesi gereken hususlardan biri olup, suyun içine kirli, kötü kokulu veya bozulmuş bir şeyin atılması, “Suyun efendisi”ni öfkelendirir. Temiz olmayan veya paslı bir kap ile hâtta bir süt kabıyla bile su almak yasaktır.


Karagasse inançlarındaki “Suyun efendisi”nin özellikleri hakkında Petri’nin kayda değer bir bilgi vermemesi muhtemelen Altay Tatarlarının “Suyun efendisi” gibi o da çok açık şekilde tanımlanmamış olmasıyla ilgilidir. Schaschkov, Buryatların “Suyun efendisi”nin (Ukhun edžen) hem huy, hem de yaptıkları açısından Rus inançlarındaki “Suyun efendisi”ne (Rusalka) çok benzediğini ve Buryatların onun boğularak ölmüş birinin ruhu olduğuna inandıklarını aktarır. İdil Tatarları ve Çuvaş inançlarındaki “Suyun efendisi” de, Ruslardaki su tanrılarını andırır ve ayrıntılı olarak tasvir edilir. Yakutların “Suyun efendisi”de oldukça ayrıntılı özelliklere sahiptir. Bu ruhların noel ile üç kral yortusu arasındaki dönemde karaya çıktıkları tasavvuru hiç şüphesiz Ruslardan geçmiş olan bir unsur olup, inanışa göre bu dönemde yanlarına sayıca epey fazla olan çocuklarını da alarak karaya çıkan bu ruhlar, çocuklarını bir öküzün üzerine bindirip, çeşitli sesler çıkartarak yollarda dolaşırlar. Bu sesleri duymak için insanlar yol ağızlarında, terk edilmiş evlerde veya buz tutmuş göllerin üzerinde açılan deliklerin yakınlarında bekleyip, duydukları seslerden, gelecek seneye dair kehanet çıkartmaya çalışırlar. Sığırlarıyla beraber suyun altında yaşadıklarına inanılan bu ruhlara Yakutlar “Silikin” adını verirler.


Bahar gelip buzlar çözülmeye başladığında, Yakutlar suya ekmek ve tuz atar, havaya ateş ederler. Bu sununun gayesi, “ihtiyar”ın onlara zarar vermemesidir. (Yakutlar, göl ve nehirleri “ihtiyar” anlamına gelen “äbä” (ebe) kelimesiyle ifade ederler) Ruslar ve bazı Doğu Avrupa haklarında da buzların çözüldüğü dönemlerde benzeri merasimler yapılır.


Yakutlar, ilkbahar avlarının başladığı dönemde “Suyun efendisi”ne (ũ iččitä) iyi bir balık avı sezonu geçirmek umuduyla bir düve kurban ettikleri de anlatılanlar arasında yeralır, ama genellikle, ona balık ve içki sunulur. Yakutlar “Suyun efendisi”ne ayrıca, “ukulan tojon” derler.


Batıdaki Orman Tunguzlarına “Suyun efendisi”nin yaptıkları tapınmaları sorduğumda, sunu veya kurbanların nehre atılması geleneğinin kendilerinde asla olmadığını belirtmelerine rağmen, “Suyun efendisi”nin özellikleri konusunda tatmin edici bir bilgi verememişlerdir. Çoğunluğu su kenarlarında yaşayan Goldeler, “Muke ambani” adını verdikleri bu “Suyun efendisi”nin görünmesinin ölüm habercisi olduğuna inanırlar. Lopatin, ilkbaharda buzlar çözüldüğünde Goldelerin suya bitki kökleri sunduklarını ve kimseye zarar vermemesini dilediklerini aktarır. “Suyun efendisi”nin insanları boğduğuna ve pek çok yerde her yıl en az bir kişinin canının aldığına inanılır. Bazı kabilelerin üyelerine ise “Suyun efendisi” asla tuzak kurmaz. Su üzerindeyken bir fırtınaya yakalanıldığında eğer “Suyun efendisi”ne dua edilirse, teknenin önünde dalgasız, düz bir yolun açılacağına ve bu rotada kürek çekerek sağ salim kıyıya ulaşılacağına inanılır. Bir fırtınada dua ederek kıyıya varan Goldeler, bunun adına bir domuz kesip, kanını suya dökerler. Domuz kurban edilmesi, bu geleneğin Çin kökenli olabileceğine işaret etmektedir.


Golde inançları arasında bir başka su ruhu da “Kalgama” olup, bu ruhun da balık avında onlara yardım ettiğine inanılır ve tahtadan resimleri yapılır. Bu resimlerde yuvarlak vücutlu, uzun bacaklı ve yüksek bir şapkası olan bir varlık olarak tasvir edilir. Balık avının iyi gitmediği durumlarda “Kalgama”nın desteğini alabilmek için şaman çağırılır ve bir ayin düzenlenir. Bunun için önce tahtadan bir mersin balığı tasviri oyulur ve bu tasvir kuyruğundan kulübenin tavanına asılır. Bir süre orada kaldıktan sonra indirilip, bir su kabına konup, daha sonra bu su dökülür. Bu ayin yapıldıktan sonra yakalanan ilk balık, bu balık resminin ağzına konarak “Kalgama”ya sunulur ve bir süre burada kalır. Daha sonra balık alınıp temizlenir ve solungaçlarından çıkan kan “Kalgama”nın resmine sıvanıp, balığın solungaçları “Kalgama”nın ayaklarının dibine bırakılır.


Goldelerin “Kalgama”sı bazen yalnız bir varlık olarak, bazen de evli bir çift olarak anlatılır. Yalnız bir yaratık olarak tasavvur edildiği yerlerde, bazen erkek, bazen de kadın olarak geçer. Erkek “Kalgama” çoğu zaman kendisine bir iple bağlı köpeğiyle birlikte resmedilirken, kadın olarak tasavvur edilen “Kalgama”nın resimleriyse genelde epey büyük olup, bir metre civarı yüksekliktedir. Goldeler, “Kalgama”nın, kendilerine sadece balıkçılıkta değil, diğer geçim kaynaklarında da yardımcı olduğuna inandıklarından, sadece balığa çıkarken değil, kara avına giderken de resimlerini yanlarında taşırlar.


Balık ve kara avında yardım ettiğine inanılan bir başka ruh da “čalli aga”dır, bu ruhun resimlerini erkekler ava çıktıklarında kemerlerinde taşırlar. Goldeler, “Kalgama”da olduğu gibi onu da hoşnut etmek için şamandan yardım alırlar. Goldelerin yardımını umdukları ve resmini kemerlerinde taşıdıkları bir diğer ruh da “Adžekha”dır. Bu ruh, diğerlerinden farklı olarak şamanlara yardım eder ve bu sebeple şamanlar ayin yaparken bir erkek bir de dişi “Adžekha” resmini göğüslerine asarlar. Dolayısıyla, bu ruhun diğer orman ve su ruhlarıyla aynı grupta değerlendirilmemesi gerekir.


Kutsal su kaynakları veya nehirlerin ruhları da aslında tam olarak su ruhları grubunda sayılmaz. Moğolların yaşadıkları bölgelerdeki kutsal nehirler arasında Selenge, Orhun, Kärälä ve Sarı nehir sayılabilir. Çok eski kaynaklarda bile bu nehirlere tapıldığından bahsedilmektedir. Bazı Avrupa halklarında olduğu gibi, Buryatlarda da kirletilen veya kutsallığı bozulan bir kaynağın kendine başka bir yer arayacağı inancı hakimdir. Aynı şekilde belli nehir ve derelerin yağmur yağdırabileceği inancı da oldukça yaygın olup, meselâ Altay Tatarları Abakan nehrinin efendisi olan Abakan Han’ın yağmur yağdırabileceğine inanırlar.


Moğollar arasında yaygın olarak görülen bir inanç da, göllerde yaşayan bir boğanın fırtına veya benzeri bir olay olmadan önce böğürmeye başladığına dairdir. Yakutlarda bir “Su boğası” (ũ ogusa) tasavvuruyla, bazı göllerde bu boğanın yaşadığı ve bazen de kışın gölün üzerindeki buz tabakasını kırdığı şeklinde rastlanır. Göllerde yaşayan ve böğüren bir “Su boğası” tasavvuruna Avrupada da rastlarız ki, bu tasavvurun doğması, muhtemelen böğürtüyü andıran bir ses çıkaran bir tür balaban kuşu (botaurus stellaris) sebep olsa gerektir.


Eşyaların ruhları arasında, Buryatların “Telli çalgıların efendisi” olarak andıkları ve insanlara iyi birer müzisyene dönüştürebildiğine inanılan “Huri edžen” bahsedilmeye değer bir başka ruhtur. İnanca göre, müzik kabiliyetine sahip olmak isteyen kişi, aysız bir gecede üç yolun kesiştiği bir yerde ipek dizginler takılmış olan bir atın kafasına oturmalıdır. Tam gece yarısı bu at kafası, hareket etmeye başlar ve çalgıcıyı üzerinden atmaya çalışır. Üzerindeki kişi eğer düşerse ölür, ama dikkâtli olup atın kafasının üzerinde kalmayı başarırsa, çok başarılı bir müzisyen olur. Bu tasavvura Avrupa halkları arasında da rastlanır ve muhtemelen de Buryat inançları arasına başka halklarla etkileşim sonucunda girmiştir. Yakutlar ve Buryatlarda demircilik mesleği çok değer verilen bir meslektir ve bu mesleğin bazı aletlerinin kendi “efendileri” vardır. Troschtschanskiy, hiçbir şekilde Ruslardan geçmeyen bütün demircilik aletlerinin Yakutların gözünde birer “… Efendisi”nin (İčči) olduğunu aktarır. Çekiç ve örsün ortak bir tane, kerpeten ve demirci ocağının kendilerine ait birer efendilerinin olduğuna, “Körüğün efendisi”nin ise hepsinin üzerinde olduğunu anlatır. Pripusov, demircilerin yeraltında yaşayan özel koruyucu ruhlarının olduğunu ve buna “Kuday bakşı” dendiğini aktarır. Yakutlar bu ruh için kahverengi bir inek keserler ve kanını demircilik aletlerine sürer, hayvanın kalbi ve karaciğeri demirci ocağında kızartılıp, örsün üzerine konarak tamamen ezilene kadar dövülür.


Balagansk bölgesindeki Buryatlar ise, dokuz oğlu ve bir kızı olan Boschintoi isminde bir “Demirci tanrısı”ndan bahsederler. Bu ruh, ailenin insanlara demir işleme sanatını öğretmiş olduğuna inanılır ve onlara sunu olarak demirci ocağına kımız dökülüp, hâtta bazı zamanlarda kuzu kurban edilir. Boschintoi’nin oğulları ve kızı resimlerde ellerinde çekiç, kerpeten, körük v.b. demircilik aletleri ile resmedilerek, onların bu aletlerin efendileri olduğuna inanılır.


Kafkas halklarından olan Abhazlar da Yakutlarınkini andıran benzer bazı geleneklere sahiptirler ve onların da özel bir demirci tanrısı bulunur. Abhazlarda bu tanrı için kesilen kurbanın kâlp ve karaciğerinin örs üzerinde dövülmesi geleneği vardır. Demircilerin tanrısı kültü, İran üzerinden yayılmış olabilir.


“Tabiatın efendileri” inanışının en yaygın olarak görüldüğü halk muhtemelen Yakutlardır. Goroşov, Yakutlarda suyun, dağların, taşların, otların, çalıların, otlakların, kapların, silâhların yâni hemen her şeyin bir “efendisi” (ičči)” olduğuna dikkât çekerken, Troschtschanskiy de, Yakutların inançlarında ses çıkartan, hareket edebilen veya bıçak gibi insanlarda yara açabilen her şeyin “efendisi” olduğunu anlatır. Doğu Tunguz kabileleri arasında da muhtelif yerlerin “änduri”leri dışında, çeşitli kap ve aletlerin de “efendisi” olduğuna inanılır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

25 Mart 2023 Cumartesi

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 51


ÜÇMÜSTÜ


Çocuk tanrıçası. Çocukları kötü ruhlardan korur. Üç boynuzu vardır. Burada üç tane (tek rakamlı), yani kötü varlıklara ait olan sayıda boynuzu bulunması ilgi çekicidir. Bu durumdan onun kötücül bir varlık olması gerektiği akla gelir fakat tam aksine çocukları korumaktadır. Buna yönelik yapılabilecek bir açıklama şu olabilir: Çocukları kötü ruhlardan koruduğu için en az bu kötü varlıklar kadar güçlü olmalıdır.


ÜLGEN


İyilik tanrısı. "Bay ülgen" olarak anılır. Göğün 16. katında oturur. Kayra Han'ın oğludur. Altındağda, altın kapısı olan altın bir sa¬rayda yaşar. Altın bir tahtı vardır. Kayra Han'dan sonra ikinci derecede öneme sahiptir. Göğün hakimidir ve gök cisimlerini yönetir. Gök cisimlerinin her biri kendisine ulaşmak isteyen şaman için bir engeldir. En güçlü şaman bile en fazla Altınkazık'a (Kutup Yıldızı) kadar ulaşabilir ve daha öteye gidemez. Astronomik ve meteorolojik olayların ilk kaynağıdır. Güneş, ay ve yıldızlardan (tüm gökcisimlerinden) çok uzakta yaşar. İyilik yapmayı sever. Yaşlı ve bilge bir görünümle betimlenir. Üç börkü vardır. Uzun sakallı ve uzun saçlıdır.

Yanında büyük bir kalkanı bulunur, elinde şimşekler gönderen bir yayı vardır. Dallı budaklı topuzu Yaşam Ağacı'nın köklerine benzer. Yıldırımlar onun silahıdır ve bunlarla vurduğu yer kutsallık kazanır. Kendisi için parlak, gürleyen, yakıcı, şimşekçi gibi sıfatlar kullanılır. Mavi renkle simgelenir. Dünyayı taşımaları veya destek olmaları için üç tane balık yaratmıştır. Biri sağında ve diğeri solunda iki ak güneş bulunur. Biri ak, diğeri kara iki taşla gelerek (veya Korbolko kuşuyla göndererek) insanlara ateş yakınayı öğretmiştir. Ezeli ve ebedi kabul edilir. Evrenin başlangıcında yalnızca Ülgen ve Erlik vardır. Kaz ve kuğu kılığına girerek sonsuz suyun üzerinde uçarlar. Ülgen her zaman Erlik'ten daha güçlüdür ve yaptığı hileleri anlayarak onu cezalandırır. Birkaç yerde karısının adı "Taz Hanım" (Kel Hanım) olarak geçer. Bindiği hayvan da Kelke adlı kel bir öküzdür. Üç, altı, dokuz ya da on iki yılda bir görkemli törenler yapılarak kendisine beyaz kısrak kurban edilir. Komşu kavimlerden olan Vogullarda "Ulgon" adıyla tanınır ve ateşin kaynağı olarak görülür. Yedi kızı vardır ve hiçbirinin adları bilinmez. Yedi oğlu göğün yedi katını simgeler.

Ülgen'in Oğulları


Karağus Han: Kuşlar Tanrısı.

Baktı Han: Lütuf Tanrısı.

Pura Han: At Tanrısı.

Burça Han: Zenginlik Tanrısı.

Yaşıl Han: Doğa Tanrısı.

Kanım Han: Güven Tanrısı.

Karşıt Han: Temizlik Tanrısı



ÜREN


Hasat tanrısı. Ürünlerin bereketli olmasını sağlar. Hasat mevsiminde ekinlerin harman edilmesinde çiftçilere kolaylık ve güç verir. Harman aletlerinin iyelerini (koruyucu ruhlarını) o gönderir.



ÜRGEL


Takımyıldız. Gökyüzünde görülen ve insanların hayal gücüyle belirli varlıklara benzetilen yıldız toplulukları ve kümeleri. Dünyadaki hemen  hemen tüm topluluklarda takımyıldızlara söylencelerle ilgili isimler verilmiştir. Türklerde dikkati çeken pek çok takımyıldız vardır ve bunlarla  ilgili öyküler anlatılır.  Örneğin "Yeteğen'' TakımYıldızı'nın yedi yılkı uğrusu (yedi at hırsızı) olduğu söylenir. Yaygın bir anlatıya göre bir obadan çalarak kaçırdıkları atlar ve peşlerindeki kendilerini kovalayan atlılarla göğe savrulmuşlardır. O yüzden uğruların (haydutların) bu yıldızlara bakarak yollarını buldukları söylenir.

Bazı önemli takımyıldızlar şunlardır: 

Yeteğen/Yediger: Ursa Major (Büyükayı)

Kömük/Kümük: Ursa Minor ( Küçükayı) 

Ülker/Ülger: Pleiades (Süreyya) 

Kovan/Arıkovanı: Praesepe (Yemlik)

Kambar/Kempir: Leo Minor (Küçükaslan)

 Karakurt/Karagurd: Cassiopeia (Kraliçe) 

Tayaktah/Tayahtah: Orion (Avcı).


VERİÇELEN


Görünmez yılan. Ejderhaya benzeyen devasa yılanlardır. Bulgar Mitolojisi'nde bir şehrin kuruluş efsanesinde o bölgeye gelen bir yiğit Veriçelen'le karşılaşır. Onu öldürmek istediğindeyse yılan Tanrıdan kanat ister ve böylece uçarak oradan uzaklaşır.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 1077 – 1308

 


KILIÇASLAN I ( 1092 • 1107 )


Kılıçaslan, 1073 tarihinde İsfahan'da doğmuştu. Babası Süleyman Şah, dedesi Kutalmış'tır. Annesi, bir Türkmen Beyinin kızıdır. Davud adında bir de kardeşi vardır. Eşinin adı «Sevindik Hatun» dur. Kılıçaslan'ı babası çok iyi yetiştirmişti. O, büyük bir adam olmağa namzetti. Süleyman . Şah, Halep önlerinde öldüğü zaman Kılıçaslan ile Davud, genç yaşta idiler. Henüz devleti idare edecek bir çağda değillerdi. Selçuk Sultanı Melikşah, Süleyman Şah'ı çok sevdiğinden oğullarını yanına aldınp, terbiyeleriyle meşgul oldu. Bunlara İsfahan sarayında bir daire ayırttı.


Süleyman Şah, Antakya'nın fethine giderken devlet idaresini veziri «Ebü-l-Kasım»a bırakmıştı. Fakat devletin birliği bozuldu. Herkes kendi başına buyruk oldu. Duruma Anadolu Valiliği komutanlarından «Emir Porsuk» hakim oldu. Fakat diğer beyler onunla mücadeleye giriştiler. Ebu-l-Kasım, Bizanslılarla hoş geçindi. Anadolu Selçuklu Devleti sarsıntı geçirmekte idi. Kılıçaslan altı yıl İsfahan'da kaldı. Bu sıralarda, Melikşah ölüp, yerine Börkyaruk geçti. Yeni Sultan'ın ilk işi Kılıçaslan'ı İznike gönderip tahta oturtmak oldu (20 Kasım 1092). Kılıçaslan I. i halk ve· beyler sevinç içinde karşıladılar. Kılıçaslan, babasının bütün meziyetlerini taşıyordu. Çok yakışıklı, iri ve uzun boylu bir erkek güzeli idi. O, bu yiğit tavırlı Türkmenlerin gönlünü fethetti. Halk ondan çok şeyler bekledi. O da, gerçekten büyük işler başaracak yaratılıştaydı. Genç yaşta ikinci hükümdar olarak Anadolu Selçuklu tahtına geçti. Kardeşi Davud da Konyada çalıştı. Kılçaslan, babasının devlet adamlarını toplayıp onlara danıştı. Kendisini tamınıyan beylerle mücadele etti. Hepsini yola getirdi. Doğu tarafından Danişmendliler tecavüze başlamışlardı. Kılıçaslan, Danişmendlilerin üzerine yürüyerek, onların elinden Ankara ve Kayseri'yi aldı. Anadolu'nun asayişini tamamen sağladı,


Kılıçaslan gözünü İstanbul'a dikti. Bu şehri Türk mülküne katmayı gaye edindi. İlk iş olarak bir donanma meydana getirdi. İzmir'de bir beylik kurmuş olan «Çaha Bey» kuvvetli bir donanmaya sahipti. Kılıçaslan Çaha Bey'in kızı ile evlendi. Çaha Bey, Ege Denizinde donanması sayesinde Midilli, Sakız, Rodos ve Sisam adalarını fethetmişti. Bizanslılar, Çaha Bey'le Kılıçaslan'ın arasını açtılar. Çanakkaleyi kuşatan Çaha Bey'i Kılıçaslan bir ziyafete davet ederek öldürüttü. Çünkü, Çaha Bey Selçuklular için de bir tehlike olmuştu. Bundan sonra Klıçaslan İstanbul'un fethi hazırlıklarına başladı.




HAÇLILAR HAC YOLUNDA


Selçuklu Türklerinin Anadolu'yu yurt tutmaları, bir donanma hazırlıyarak İstanbul'u almaya çalışmaları, Bizans imparatoru (Mihail) Dükas VII. yi uyardı. Bu tehlikeyi önlemek için Papa Greguvar VII. den yardım istedi. Ortodoks olan Bizans'ın, Katolik Papadan yardım istemesi, Papayı pek sevindirdi. Doğu ve Batı kiliselerini birleştirmek ihtimali vardı. Avrupa hıristiyanları da müslümanlara düşmandı. Papa, bundan faydalanarak, «Ehli salip» (Ay - haç) savaşı düşüncesini ortaya attı. İşte, Tarihte «Haçlı Seferleri» denen savaşlar bu yüzden oldu. Hıristiyanlarca, Kudüs şehri pek kutsaldı. Çünkü İsa'nın burada doğduğu sanılıyordu. Bu kutsal şehrin müslümanlar elinde olması, hıristiyanların ağrına gidiyordu.


Fransa'nın Burgunya eyaletindeki Kuluni Manastırında bir tarikat kurulmuştu. Bu Kuluni tarikatı; İngiltere, Almanya, İspanya ve Macaristan'a kadar yayıldı. Bu tarikata girenler, «Müslümanlarla savaşmağa» andiçiyorlardı. Kendi aralarında artık, savaş olmıyacaktı.


Bu sıralarda Bizans tahtına geçen Aleksi Komnen, Roma'ya bir heyet göndererek, Türklerden kendilerini korumak için, yeni Papa Urban II. den yardım istedi.


1095 yılının sonbaharında Papa İkinci Urban Fransa'nın (Kılerman) şehrinde dini bir kurul topladı. Bu toplantıya on dört başpiskopos, dört yüz rahip ve şövalyeler katıldı. Halk da toplanmıştı. Burada müslümanlara karşı bir Haçlı Seferi açılmasına, Kudüs'ü kurtarmağa karar verildi. Halk:


Allah istiyor! diye bağırdı. Bu esnada Pavi şehri piskoposu Ademös dö Montay, papanın önüne diz çökerek:


Arzı mukadese yapılacak Haçlı Seferi için beni takdis ediniz! dedi. Papa elindeki putla onu takdis etti. Sonra sıra ile şövalyeler diz çöktüler, onları da takdis etti. İncildeki Hazreti İsa'nın sözlerinin bir hatırası olmak üzere herkes kırmızı bezlerden bir haç yaparak omuzlarına ve göğüslerine diktiler. Bunlar Haçlı Seferine katılacaklardı. Bu sebeple bu sefere (Ehli Salip) veya (Haçlı Seferi) denildi. Bu sefere katılanların bütün günahlarının affedileceğini papa bildirdi. İsa'nın mezarını görmeden kimse dönmiyecekti. Papa Urbanın muavini rahip (Piyer Lermit) oturumun sonunda heyecana gelerek:


Ey Sen Piyer'in vekili! Senin ruhunda hıristiyanlığın arzuları yaşıyor. Bütün hıristiyanları topla!.. İslamların elinden Kudüs'ü al! Ben açılacak sefere kılavuz olacağım! Bir elimde haç, diğer elimde kılıç herkesi kutlu cihada davet edeceğim! dedi. Papa onu takdis etti ve:


Seni hıristiyanın yol göstericisi tayin ettim! dediği bir sırada (Yoksul Gotye) adlı bir şövalye de söz alarak:


Beni bu sefere komutan seçin!


dedi. Papa onu da kumandan tayin etti. Artık her şey tamam olduğundan Haçlı Seferine karar verildi.


Piyer Lermit yalın ayak, başı açık elinde kocaman bir put olduğu halde topal bir katıra binerek, Fransa'nın köylerini dolaşmaya başladı. Köylülere:


Ey günahı olanlar, benimle Kudüs'e gelin. Bütün günahlarızını affettireyim! Bu sözlere kanan binlerce insan peşine takıldı. Haçlı ordusunun hareketini Meryem Ananın göğe yükseldiği kutlu güne bıraktılar. Harekete geçtikleri gün bütün kiliselerin çanları bütün şiddetiyle çalmağa başladı. Papazlar İncilden parçalar okuyorlardı. Sefere karışan binlerce insan bir başıbozuk alayı idi. Çoğu yaya olup, pek azı atlı idi. Aralarında kadınlar da vardı. Haçlı Ordusu doğuya doğru ilerlemeye başladı. Bunlar Fransa'dan Almanya'ya girdiler Alman hıristiyanları da · bunlara katıldılar. Bunların önünde bir keçi ile bir kaz bulunmakta idi. Avusturya'ya gelince Yahudileri öldürdüler. Her girdikleri şehri yağma edip karınlarını doyuruyorlardı. Haçlı ordusunun sayısı 100.000 yaya, 600.000 atlı idi. Korkunç bir fırtına Anadolu'ya doğru akıyordu. Aç sefil bir sürü durmadan ilerliyordu. Komutanları Yoksul Gotye cılız bir ata binmişti.  Bu fakir insanlar Belgrad şehrini yağma ettiler. Öncü olan fakir haçlıların başında Piyer Lermit ile Yoksul Gotye bulunuyordu. Arkalarında dört kafile gelmekte idi. Birinci kol olan Almanların başında Godfuruva Dö Buyyon, İtalyanların başında ise Kont (Provans) bulunmakta idi: Normanların başında ise Prens (Bueman), üçüncülerin başında ise (Reyman Dö Senjil) vardı. Dördüncü kolun başında ise (Tatikyüs) vardı. Bunlar İngiliz ve Belçikalılar idi. Haçlılar yollarda: Allah istiyor! diye bağırarak ilerliyorlardı. Bu sefil ve perişan insanlardan bütün Avrupa halkı korkmuştu. Nereye konsalar bir çekirge sürüsü gibi orayı talan ediyorlardı. Yer yer çarpışmalar da oluyordu. Haçlılar aylarca yol aldıktan sonra İstanbul surları önüne dayandılar. Bizanslılar sayısı milyona yaklaşmış bu başıbozuk sürüsünden korktular. Haçlıları şehirden içeri almadılar. Yalnız saray nazırı, Piyer Lermit'i imparator Aleksi Kommene) takdim etti. İmparator:


Muhterem peder! Zahmet edip İstanbul'a kadar geldiniz Kudüs'ün yolu Anadolu'dan geçmektedir. İslam ülkeleri Anadolu'dan başlar. Önce Türkleri ortadan kaldırmak lazımdır. Fakat şunu biliniz ki Türkler Araplardan çetin adamlardır. Çok cesur ve iyi silah kullanırlar, dedi. Haçlılara erzak verdi. Sonra Haçlıları, gemilerle karşı yakaya çıkarma faaliyetine geçti. Şimdi bir avuç Türk, vatanları için kan dökeceklerdi. Türk milletinin· başına gelen en büyük sefer bu idi.




KILIÇARSLAN'IN HAZIRLIĞI


Haçlı ordusunun bir sel halinde Anadolu'ya doğru akdığını haber alan Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçaslan, derhal onlara karşı koymak için tedbirlerini aldı. Gelenler islam kanına susamış haçlılardı. Bunlar din uğruna cihada çıkmışlardı. Haçlıların sayısı milyona varıyordu. Türkler ise bir avuç insandı. Karşı taraf din adına çapula çıkmış insanlar. Türkler ise yurt ateşiyle içi yanan kahramanlardı. Fakat haçlılar başlarını sert bir kayaya çarpacaklarından haberleri yoktu. Andolu kan deryasına dönecekti.

Kılıçaslan Büyük Selçuk Sultanı tahtında oturan Börkyaruk'a haçlıların geldiğini haber verdi. Orada taht kavgaları devam ettiğinden bir haber çıkmadı. Ayrıca Halife'ye, Suriye, Filistin ve Mısır Araplarına da adamlar göndererek haberdar etti. Ne yazık ki, bunların hepsi uykuda idiler. Karşı koyacak halleri yoktu. Muhammedin dinini, müdafaa edecek, yalnız Türk'ün kılıcı vardı.

Bu kutlu ödev yalnız Türk'lere kalmıştı. Milyonların karşısında tek bir komutan, Kılıçaslan vardı. Bu koç yiğit, vatan nasıl müdafaa edilir, bunu cihana gösterecek, tarihlere şan verecekti. 1095 yılı Türk'ler için ölüm dirim yılı idi. Anadolu'ya yeni yerleşmiş bu ulus yok olmak tehlikesiyle başbaşa idi. Türk ulusu topyekün vatan müdafaasına karar vermişti. Yediden yetmiş yaşına kadar silahlandılar. Gelecekleri varsa, görecekleri de vardı.

Kılıçaslan İznik'te bir harp divanı topladı. Haçlı ordusuna nasıl karşı konacağı kararlaştırıldı. Harp usullerini bilen, disiplinli ve itaatlı bir askeri birliğin yenilmesi pek güçtü. Karşı taraf nizamsız bir başıbozuk topluluğu idi. Bu kuvveti parçalamak lazımdı. Kılıçaslan buna da çare buldu. Anadolu'da (Gerilla Savaşı) yapmayı karar altına aldı. Ordu, müstakil hareket edecek bölümlere ayrıldı. Her birlik çete harpleri yapmak için serbest kalacaktı. Aileleri şehirlerden alıp dağa çıkardılar. Bunların muhafızlarına da (Bacı alayları) dendi. Bunların hepsi kadın muhariplerdi. (Ahi alayları) ise akıncı birlikleri kurdular. Alevi Türkmenler de ayrıca (Abdal Alayları) meydana getirdiler. Bunlar dağ başlarında pusu kurdular. Otları ve samanları yaktılar. Kuyular zehirlendi. Yiyecek maddeleri saklandı. Palalar da bilendi. Yüce dağ başlarında düşmanı beklediler.

Kılıçaslan'ın ordusu 200.000 kişi idi. Kılıçaslan Bayat, Eymur, Beydili, Karaevli Türklerinden olan 50.000 kişinin komutasını üzerine aldı. Bunlar en cesur ve gözü pek koç yiğitlerdi. Bunların bayrakları ay ve yıldızlı olup bayrak alemleri de aydı. Oğlu Mesud'un kuvvetleri de Yazır, Salur, Kayı, Çavuldur Türkmenlerinden kurulmuştu. Bunların bayrakları da iki ay üst üste, önünde beş dilimli bir yıldız bulunmakta idi.

Başkomutan Kılıçaslan'ın ordusunda üç bayrak vardı. Birisi Sultana mahsus ok ve yaylı bayrak.  İkincisi ise Halifenin göndermiş olduğu ayetlerle süslü siyah bayrak, diğeri de ay yıldızlı Türkmen bayrakları idi. Ayrıca tuğlar ve mehter takımı bulunmakta idi. Ayrıca kırk devenin taşıdığı seyyar bir hastane vardı. Diğer Oğuz Türkmenleri de beyleriyle alaylar teşkil etmişlerdi.

Harplerde fedakarlık göstermiş alpların atlarının boyunlarında kutaş bulunmakta idi.  Nişancı askerlerin bileklerinde kaplan kuyruğu, avcı askerlerin de başlarında sorguçlar! vardı. Akıncıların başlarına kartal kanatları takılı olup, sırtlarında kaplan postları vardı. Silahlar ok, yay, kılınç, kamçı, gürz, çomak, nacak, balta, gargı idi. Başlarında miğfer ve üzerlerinde zırhları vardı. Selçuk ordusu yirmi dört Oğuz Türkmen boyu sayısınca 24 tümenden ibaretti. Bütün askerler talimli ve tecrübeli aynı zamanda cesurdu. Askerlerip çoğu atlı kuvvetlerdi. Selçuk ordusu hazır, düşmanı bekliyordu. ·




PAZARKÖY SAVAŞI


15 Haziran 1096 yılında, Marmara kıyılarındaki Bizans gemilerine, Papas Piyer Lermit'in komutasındaki ilk kafile bindirildi. Gemiler mavi Marmara'da yelken açarak, İsa askerlerini Yalova'ya çıkardı. İkinci kafile Yoksul Gotyenin idi. Bunlar da Gemliğe çıktılar. Haçlı ordusu Anadolu topraklarında yürüyüşe geçti. Hep bir ağızdan ilahiler okuyorlardı. Uzun sakallı, dişlek, açık sarı saçlı, gök mavi gözlü, çilli yüzlü, uzun boylu, sevimsiz, çirkin adamlardı. İşte bu meczup derviş sürüsü, Allah adına yola düzülmüş İsa askerleri idi. Kimi atlı kimisi yaya Gemlikte bir mola verdikten sonra İznik yoluna düzüldüler. Bu ilk öncü kafile İznik şehrinin civarında bulunan (Pazarköy) kasabasına geldiler. Burası Türk sınırı idi. Pazarköy'ün önünde bir ova vardır. Bu ovada yorgun İsa askerleri derin bir uykuya daldılar.


1Temmuz 1096 sabahı, güneş ilk ışıklarını İznik gölüne serpiyordu. Güneş din uğruna dökülecek kanları seyretmek üzere yükselirken İsa askerleri uyandılar. Gözlerini karşı tepelere diktiler. Bütün tepelerin tutulduğunu gördüler. Burada hiç tanımadıkları, hiç savaşmadıkları Türkler vardı. Acaba Türk nasıl bir yaratıktı? Sarı insanlar mı, siyah zenciler mi? Ne idi bilemiyorlardı. Şimdi ne olduklarını öğreneceklerdi.


Kılıçaslan, düşmanın bütün kuvvetlerini ovaya çektikten sonra bir sahra muharebesiyle eritecekti. Türk ordusu ki, büyük ordularla çarpışmış, savaşın her türlü usulüne sahip usta ve cesur askerlerdi. Karşı taraf meczup dervişler, çapulcu alayı idi.

Haçlılar sabahın erken saatinde gözlerini ovuştururken bir anda korkunç bir gürültü her tarafı kapladı. Herkes birbirine girdi. Gök mü yarıldı, yer mi çöktü anlıyamadılar. Çünkü şimdiye kadar böyle ses duymamışlardı. Kösler çalıyordu. Aslan derisinden yapılmış olan iri davullara koca tokmaklar iniyor, yer gök inliyordu. Yoksul Gotye zırhlı şövalyelerini taarruz için saf haline getirdi. Kılıçaslan düşmanı ovaya çekmek maksadıyla, öncü fedaileri gönderdi. Haçlılar bu yayaların ovaya indiğini görünce atlı şövalyelerine taarruz emrini verdi. İri atlar tozu dumana katarak ovaya indiler. Fakat bu öncüler ellerinde iki ucu sivri çelik çubukları yere saplayıp, ovayı bir iğneli fıçıya dönderdiler. Her taraf çelik bir siperle örülüverdi. Atlar ilerliyemedi. Sivri uçlar atların karınlarına batıyordu. Bir anda birbirine karıştı.


Kılıçaslan düşmanın bu perişanlığını görünce Mehter takımına savaş havalarının çalınmasını emretti. Davullar ve zurnalar çalarken Selçuk sipahileri yalın kılıç bir sağnak halinde ovaya iniverdiler. Selçuklular ovanın batı tarafında saf teşkil etmeye çalışan Fransız şövalyelerinin üzerinde bir yıldırım gibi çaktılar. Pazarköyü ovası mahşer yerine döndü. Kılıç kalkan oynuyor, başlar, kollar havada uçuyordu. Ova kana boyandı. Selçuk sipahileri pek şiddetli pala sallıyorlar, düşmanı harab ediyorlardı:


Piyer Lermit elinde koca bir putu sallıyor, dualar ediyordu:


Allahım! Sen İsa askerlerini koru diye göz yaşları döküyordu. Kılıçaslan ihtiyat kuvvetleriyle taarruza kalktı.

Allah Allah.


sesleriyle yayalar da hücuma kalktılar. Ova bir anda kan deryasına döndü. Akşama doğru Bohemend adında bir şövalye kuvvetleriyle son talihini denedi. Onlar da bir anda eridi. Kudüsü zapta gelenler, ecel şerbetini içtiler. Bu kuvvet tamamen Türk'ün kılıncı önünde eridi. Pek az adam canım kurtarabildi. Yoksul Gotye yedi yerinden yara alarak geri çekildi. Piyer Lermit topal katırına binerek kaçıp canını zor kurtardı. Haçlılarla gelen kadınlar, çocuklar ve köpekler ayak altında kaldılar.


Istanbul'a kaçan Piyer Lermit, Ayasofya kilisesine giderek kurtulduğuna dua etti. Birinci Haçlı muharebesi Türk'ün zaferi ile sonuçlandı.



İZNİK'İN KUŞATILMASI



Haçlı ordusunun önderi, Piyer Lermit Pazarköy ovasında yenildiği sıralarda Godfuruva Dö Buyyon İstanbul'da idi. Godfuruva, eski bir asilzade ve şöhret kazanmış bir Şövalye olup, Karolenj imparatoru Şarlman'ın torunu idi.


Alman imparatoru dördüncü Hanri'yi, Papa Godfuruva'yı bir ordu ile papanın üzerine göndermiş, onu sindirmişti. Bu sebeple dindarlar onu hiç sevmiyorlardı. Godfuruva, günahlarını af ettirmek, yeniden papaya kendini sevdirrnek için haçlı ordusuna katılmıştı. Kudüsü aldığı zaman bütün günahlarından kurtulacaktı. Cesur ve iyi bir askerdi. Godfuruva ordusunu hazırlarken, onun silahlarını Ren havzasındaki zenginler tamamlamışlardı. Ayrıca kadınlar, kocalarının ve oğullarının silahlarını tamamlamak için yüzük ve küpelerini satmışlardı. O zaman demir, altından değerli olmuştu. Godfuruva'da bu uğurda bütün emlakini satmıştı Kendisi Loren Kontu idi. Bayrağı altında 80.000 yaya, 10.000 süvari toplamıştı. Ayrıca maiyetinde Alman ve Fransız şövalyesi de bulunmakta idi. Askerleri iyi eğitimli idi. Godfuruva bu ordusuna pek mağrurdu. O her orduyu yenebileceğine inanmıştı. Ne talihsizliktir ki, karşısına savaşın ünlü ustası Türkler çıkacaktı.


Bizans imparatoru onu sarayına davet etmiş büyük ikramlarda bulunmuştu. Fakat ondan da korkmuştu. Kendisini indirip tahta oturabilirdi. Avrupa'dan durmadan gelen haçlılar Beyoğlu sırtlarından Belgrat ve Büyükdere arınlarına kadar uzanmıştı. Godfuruva da ordusunu Büyükdere çayırına yerleştirmişti Godfuruva bu çayıra hatıra olarak bir çınar ağacı diktirmişti.


İmparator, Goodfuruva'nın Türkleri mahvetmesi için ona sarayından içi altın ve gümüş dolu sandıklarla para gönderiyor, askerlerin yiyeceklerini sağlamak için de halkın elinden zorla unlarını, zeytinyağlarını, şaraplarını alıp gönderiyordu. Buna mukabil Godfuruva İznik'i Bizanslılara bırakacaktı. Haçlı ordusunu gören İmparatorun kızı:


Bunlar birer deniz dalgasını ve gökteki yıldızları andırıyor. Tümenleri ise büyük bir nehrin taşıp seller yapacağı duygusunu veriyor demişti. Bütün bu Haçlı seli Türklerin üzerine akacaktı. Büyükdere kıyılarına yanaşan Bizans gemileri haçlıları Beykoz'a çıkarmaya başladı. Papazlar Yuşa tepesine çıkıp bir ayin yaptılar. Bunlar müslüman kanı akıtmak üzere Rumlar tarafından Anadoluya çıkarılmıştı. Godfuruva'nın ordusu Üsküdar'dan Pendiğe ordan da Gemliğe gelerek Kartacalı komutan Anibal'ın mezarını ziyaret ettiler. İzmit'e geldikleri zaman Piyer Lermit'in kaçan askerlerine rast geldiler. Onlardan bilgi aldılar. Haçlılar ilerliyerek İznik şehri önlerine vardılar.


İznik şehri gölün doğusunda yarım daire şeklinde bir dağın eteğinde kurulmuş ve şehrin etrafı surlarla çevrilmişti. Bu surun üç kapısı vardı. Türkler İznik'i zaptedince burayı Başkent yapmışlardı. Kılıçaslan, kuvvetlerinin başında olduğundan, İznik'ten ayrılmış, yalnız eşini burada bırakmıştı. Godfuruva İznik şehrini aldığı zaman Bizans İmparatoruna bırakacağına söz vermişti.


Goodfuruva İznik kalesi önünde ordusunu kısımlara böldü. Godfuruva ve iki kardeşi doğu tarafını, Bokemon ile Filandes Dükü Robert batı tarafını, kuzey tarafı ise Piskopos Edemar'a, güney tarafı da Kont Reymund'a verildi. Bu suretle İznik kalesi dört taraftan kuşatıldı. Bu orduda on dokuz milletin askeri vardı Hiç birisi birbirinin dilinden anlamıyordu. Her millet borularını ve trampetlerini çalmıya başladı. Her biri mavi, kırmızı, yeşil ve beyaz bezleri başlarına sarmışlardı. Kontlar başlarına gümüşle süslü miğferler giymişlerdi. Her milletin ayrı ayrı bayrakları vardı. Bir kısmında aslan ve kaplan resimleri, birçoğunda put, bazılarında kuş ve ağaç resimleri bulunmakta idi. Silahları iri balta, kılıç, meç, bıçak, topuzdu. Zırhları, kalkanları işçilik bakımından pek basit ve sade idi. Bazılarında üç metre uzunluğunda kılıç vardı. Bunu iki eliyle sallıyarak kullanıyorlardı.



Haçlılar kılıç kalkanları ellerinde :


- Hurra! hurra!


diyerek kaleye hücuma kalktılar. Kale muhafızları bunların üzerine bir ok yağmuru yağdırdı. Kale müdafaaya devam ederken Kılıçaslan tepelerden Haçlıların üzerine şimşek gibi çaktı. Haçlılar birbirlerine girdi. Bir ova savaşı başladı. Başlar uçuyordu. Fakat düşmanın korkunç sayısı önünde kesin sonuç almanın imkanı yoktu. Çünkü Haçlı ordusunun sayısı 600.000 kişi idi. Bunlar öldürülmekle bitmiyordu. Kılıçaslan bunlara bir göz dağı ve zaiyat verdikten sonra geri çekildi. Fakat etrafı bir dehşet kaplamıştı. Bu savaş hıristiyanların Sen Mişel yortusuna tesadüf etmişti. Ova bir anda kanlı cesetle dolmuştu. Ölenlerin göğüslerindeki kızıl haçlar, birer mezar taşı gibi idi. Bu dehşetli kasırgadan korkan Godfuruva şövalyelerine:

Geçmiş olsun, karargahımıza yıldırım düştü. Allah'a şükür ki biz yaşıyoruz! dedi. Bu akında bir anda 2 000 haçlı ölmüştü.


O gün ölenlerin matemi tutuldu, dualar okundu. Godfuruvanın emri ile ağır yaralılar öldürüldü. Haçlılar hırslarını yenemediklerinden Türk şehitlerinin bazılarını keserek mancınıklarla kaleye fırlattılar. Bir kısım esirleri de kollarını bağlıyarak Bizans İmparatoruna gönderdiler.  Bizans imparatoru bu yenilgiyi duyunca Turkopol adlı hıristiyan Türklerden müteşekkil bir kuvveti İznik'e gönderdi. Dört gün sonra bir daha gece baskınına uğrıyan Haçlı askerleri:


- Türk geliyor!


diye bağırmaya başladılar.


Bir türlü kaleyi alamıyorlardı. Sıçan yolları yapıp kaleye yanaştılar. Kaleye taarruz eden Kont Forez ve Kont Bodaen öldürüldü. Askerlerin maneviyatının bozulduğunu gören Normandiyalı bir Papaz elinde bir put olduğu halde kaleye doğru koşarak kale dibine kadar geldi. Fakat başına bir kaya atılarak öldürüldü. Bir Türk askeri papazın kanlı cesedini alarak kaleye götürdü. Bu cesedi bir çengel ile kale burcuna astılar. Bunu gören haçlılar, kuşatmadan vazgeçilmesini istediler. Haçlılar İznik'i kuşatalı yedi hafta olmuştu. Haçlıların bir türlü kaleyi alamadıklarını gören Bizans imparatoru Aleksi Kommen, Gemlik limanından kayıkları karadan göle getirdi. Bizans askerleri bu kayıklara binerek kaleye yanaştılar. İmparator kale komutanına haber yollıyarak kalenin Haçlılara değil, kendisine teslimini istedi. Esasen içerde yiyecek de azalmıştı. İmparatora teslime razı oldular. Göl tarafındaki kapıları açtılar. Bizans askerleri kaleden içeri girdi. ( 15 . Haziran. 1097) Aylarca şanlı bir müdafaadan sonra İznik bir anlaşma ile teslim olmuştu. Kılıçaslanın eşi esir düştü. İmparator Sevindik hatuna saygı gösterip onu İstanbul'a gönderdi. Esirlere de iyi muamele etti. İznik Bizanslıların eline geçti. Haçlılar buna razı olup haç yolunu tuttular.



ESKİŞEHİR SAVAŞI


İznik Bizanslıların eline geçtikten sonra, Haçlı ordusu Kudüs yoluna düzüldü. Bu zaman Kılıçaslan ordusuyla Bilecik'te idi. Türkmenler durmadan orduya katılıyorlardı. Türk ordusunun sayısı 150.000 i bulmuştu. Haçlı ordusu ise 600.000 olup bunların 100 000 i süvari, 300.000 i yaya asker, geri kalan 200.000 i ise kadın ve çocuklardı. Ayrıca da kaplanlar vardı. Kılıçaslan'ın maksadı, bu büyük kuvveti gerilla savaşı yapmak suretiyle eritmek, onların Anadolu topraklarına yerleşmesini önlemekti. Ordusunu bölümlere ayırıp çete harbine hazırlandı. Düşmanı gece baskınları ve çeşitli harp usulleriyle yenmek istiyordu. Düşmanı, dağlarda dar geçitlerde pusu kurmuş bekliyordu. Haçlılar iki gün yol aldıktan sonra bir akşam Sakarya nehri kıyısında konakladılar. Burada iki gün kaldılar. Ordularını ikiye böldüler. Birinci gruba Godfuruva ile Kıral I. Filip'in kardeşi Hug ve Filandes kontu, ikinci guruba ise Boheman ile Normandiya dükü Serjil kumanda ediyordu. Godfuruva sağ kanadı, Boheman gurubu ise sol kanadı takip etti. Bu kol Sakarya nehrini takiben Eskişehir civarında Vezir Ham mevkiine vardı. Buranın kuzeyinde İnönü kasabası bulunmakta idi. Burada karargahlarını kurdular. 1 Temmuz 1097 yılının en sıcak günlerinden biri idi. Haçlılar bu civarda Kılıçaslan'ın bulunduğunu haber alarak, Eskişehir ovasına indiler. Türkler birden bire gökten inen kartallar gibi ovaya üşüştüler. Havada palalarını sallıyarak ani bir baskın yaptılar. Kont Bohemon ne olduğunu anlıyamadı. Düşman ordusu üçe bölündü. Bohemon papazlarla bir tepede kaldı. İki ordu birbirlerine girdi. Kanlı bir boğuşma başladı. Kılıçaslan en önde kahramanca çarpışıyordu. Her taraftan gurup gurup akıncılar düşmanı vuruyor, geri çekiliyordu. Bu dehşeti gören haçlıların kadınları ellerindeki mendilleri sallıyarak esir oluyorlardı. Türk'ler kaçar gibi bir gösteri yapıp düşmanı ovaya iyice çektiler, bu zaman Bohemon da öne atıldı. Düşmanı bir cep içine alan Türk'ler tekrar bir taarruzla ovayı kanlı cesedlerle doldurdular. Haçlı komutanlarından, Rober, öldü. Şövalyelerden Kilyom ağır yaralandı. Bu dehşeti gören Bohemon savaş meydanından kaçtı. Papazlar incilden parçalar okuyorlar, dua ediyorlardı. Savaş beş saat sürdü. Bu zaman Godfuruva harp meydanına gelebildi. İş işten geçmiş her taraf kanlı cesetlerle dolup taşmıştı. Kılıçaslan Eskişehir savaşı ile İznik'in intikamını almıştı. Haçlıların ruhunu Türk korkusu sardı. Godfuruva geç gelmekle canını kurtarmış oldu. Kılıçaslan Eskişehir ve buradan sonraki savaşlarda Haçlı ordusunun sayısını pek azaltmıştı. Kılıçaslan çete savaşlarına ve baskınlara devam etti. Düşmanı canından bezdirdi.



Haçlılar Eskişehir'den Konya'ya doğru yollandılar. Bu zaman ikinci facia baş gösterdi. Türkler yiyecek adına ne varsa yakmışlar, kuyuları zehirlemişlerdi. Susuz kalınca eşeklerini kesip, su yerine kanını içtiler. Atları da otsuzluk yüzünden ölmeye başladı. Eşyalarını koyun keçi ve köpeklerin üzerine yüklediler. Haçlıların bu sefaleti tarihte görülmemiş bir derstir. Bir şövalyenin emrindeki askerlerden 500 ü bir günde ölmüstü,. Aralarında bulunan gebe kadınlar yollarda doğuruyorlardı. Konya ovası bunların mezarı oldu. Bir müddet Akşehir'de kaldılar. Konya'da Selçuklu askerleri vardır diye şehre girmeyip Adana yoluna saptılar. Toroslarda bir ayı Godfuruvayı uyluğundan fena halde ısırdığından onu tahterevanla taşıdılar. Kılıçaslan, kuvvetli baskınlarına devam ediyordu. Kılıçaslan karargahını Çorum'da kurdu. Buradan akınlara devam etti. İskilip kalesi pek müstahkemdi. Buna Zengiba kalesi deniliyordu. Kılıçalsan burada kaldı. Godfuruva yorgun ve perişan bir halde Kudüs'e doğru giderken, Danimarka kıralının oğlu Süenon kamutasında bir Haçlı ordusunun İç Anadoluda ilerlediğini haber alan Kılıçaslan, bunların üzerine atıldı. Bir hamlede tümünü mahvetti.



BOLU SAVAŞI



Kılıçaslan Haçlıları Anadolu'dan temizlediği bir sırada yine ufuk karardı. Bir insan seli Avrupa'dan akıyordu. Avrupa devletlerine karşı, tek olarak Anadolu'da Türk milleti çıkıyordu. 1101 yılında 500.000 kişilik üç büyük Haçlı ordusu daha geldi. Bunlar İç Anadolu'da yakaladıkları Türkleri merhametsizce öldürmek suretiyle ilerlediler. Bunlar Alman, Lombard ve Fransız'lardan meydana getirilen ordulardı. Başlarında Milan Piskoposu ve Kont Alber, daha birçok şövalyeler bulunuyordu. Bu Haçlıların amacı da Bağdad'ı zaptetmekti. 360.000 kişilik birinci kafileyi teşkil eden Lombardlar Bolu'ya gelmişlerdi. Kılıçaslan, kuvvetleriyle Bolu ormanlarına gizlendi. Bunlar, Bolu ovasında yürüyüşe çıkınca, Türk akıncıları üzerlerine hücum etti. Neye uğradıklarını bilemeyen Haçlılar, kılıç altında can verdiler. Bu topraklar, ateş koru gibi geleni böyle yakardı. Bolu savaşı bütün şiddetiyle 25 Ağustos 1101 tarihinde akşama kadar devam etti. Bu savaşta Haçlılar 160.000 kişilerini kaybettiler. Artakalan Haçlılar, Ankara'yı zaptettiler. Fakat Kızılırmakta, Kılıçaslan yine karşılarına çıktı. Ölenlerin kanı Kızılırmağı boyadı. Şövalyeler de Sinop'a kaçarak oradan İstanbul'a gittiler. Birinci kafile tamamen yok edildi. İkinci kafile Kont Dö Never komutasında idi. Bu Alman Haçlıları önce korkularından Ankara Kalesine sığındılar. Sonra Adana'ya doğru yollandılar. Bu kafile de Türkler tarafından tamamen Toros etkelerinde yok edildi. Üçüncü kafileyi Fransızlar teşkil ediyordu. Bunlar Konya yolunu tutmuşlardı. Bu kafile Haçlıların yüzünü kızartacak derecede rezaletlerle ilerledi. İsa askerleri beraberlerinde getirdikleri şarapları içiyorlar, sarhoş oluyorlardı. Durmadan yanlarında bulunan kadınlara kötülük yapıyorlar, olmadık küfürleri savuruyorlardı. Papazlar askerlerin bu halini görünce bir toplantı yaparak, bu rezaletlere mani olmak istediler. Bir takım cezalar tertip ettiler. Sarhoşluk edenlerin saçları kesiliyor, küfür edenlerle kumar oynıyanların vücutları bir kızgın demirle dağlanıyordu. Kadınlara kötülük edenler de yere yatırılıp kırbaçla dövülüyordu. Bu cezaların biri para etmiyordu. Bu din adamlarını ancak Türk'ün kılıcı yola getiriyordu. Kılıçaslan, Danişmendli Malik Gazi'den yardım gördü. Bunları Konya Ereğlisinde İvriz'de yakalayıp hepsini kılıçtan geçirdi. Bu ordunun komutanı ikinci Giyyom bir dilenci kıyafetinde Antalya'ya kaçabildi. Birinci Haçlı seferi 1101 de yok edildi. Bir vatan nasıl müdafaa edilir, Avrupa'ya ve insanlığa tanıtıldı. Bu Haçlı tehlikesini Osmanlı Türkleri de unutmıyarak, Viyana önlerine kadar Haçlı, ordularını kovaladılar. Anadolu, Türklere vatan, Haçlılara da mezar oldu.



ANTAKYA MÜDAFAASI



Türk'ün kılıcından kurtulabilenler Antakya şehri önünde toplandılar. Haçlıların başpapazı Piyer Lermit ve cesur komutanlarından Godfuruva ve Bohemon da gelerek gözlerini bu şehrin kalesine diktiler. Antakya Hıristiyanlar için Kudüs'ten sonra kutlu bir şehirdi. Hazreti İsa'nın havvariyonundan Petros ilk defa bu şehre patrik tayin olmuştu. Burada hıristiyanların din büyüklerinden Babilanın mezarı da vardı. Bu sebeple hıristiyanlar Antakya'ya ilahi şehir anlamına (Teupoli) adını vermişlerdi. Romalılar zamanında bu şehir çok bayındırlık görmüştü. Birçok imparator, burayı hükümet merkezi yapmışlar, doğu melikesi olan Ren dö Oryan adını vermişlerdi. Bu şehrin içinden Asi nehri geçtiğinden toprak verimli idi. Yine burada Karadağ denilen kutsal bir dağ vardı. Bu şehirde hıristiyanların en ulu tanıdıkları Sen Piyer'den sonra gelen Sen Jan'ın mezarı da vardı. Şehrin etrafı sağlam bir surla çevrilmişti. İçinde üç yüz kilise ve manastır vardı. Bu şehir Selçuk Türklerinin elinde idi. Haçlılar bu şehri zapta kesin olarak karar verdiler. (21 Ekim 1097)

Godfuruva askerleriyle köprü kapısını, Boheman'ın kuvvetleri Sen Pol kapısını, Reymond'un askerleri de Duka kapısını sardı. Haçlılar boru ve trampetlerini çalmağa, hep bir ağızdan ilahiler okumağa başladılar. Kalede Türkler bu karnavala benziyen olaya gülümseyerek baktılar. Kalede 27.000 Türk askeri vardı. Haçlılar ise 100.000 e yakındı. Papazlardan Ademar askerlere:

Ey İsa askerleri! Salip, Hilale galebe çalacaktır. Aziz ruhları kurtarmaya geldiniz, cesur olunuz, dedi. Kaleye hücum ettiler. Kale komutanı (Yağı Basan) idi. Bu yiğitin elinden bu kaleyi almak kolay değildi. Yağı Basan gece yarısı bir kuvvetini HaçlıIarın üzerine baskına gönderdi. Haçlılar birbirine karıştı. Birçoğu da can verdiler. Baskında, Kont Alberon ile .karısını esir ettiler. Haçlılar birçok hücum yaptıkları halde kaleyi alamıyorlardı. Üç ay sonra ordularda açlık başladı. Askerlerinin dikenli otları yediğini gören Bohemon, askerlerine:

- Ey ruhları imanla dolu hıristiyanları Allah bize ne zaman para ve refah verdi ise gururunuz arttı. Ne zaman ki bu nimetlerden bir müddet mahrum olunca kuvvetinizi kaybediyorsunuz. Demek ki sizler Allah kulu değil, nefsinizin kulusunuz. Allah'ı sevenler yoksulluğa tahammül etsin! diye onlara sabır tavsiye etti. Açlıktan ölenlerin sayısı pek çoktu. Askerler:


Açız!.. diye bağırdılar, bu zaman papanın vekili Sen Piyer elindeki putu sallıyarak:


- Ne ağlaşıyorsunuz! Kale etrafını doldurmuş olan Türklerin kanlı cesetleri biberli Tavus etinden daha tatlıdır. Onlan pişirip yiyiniz dedi.


Bu İsa askerleri yamyamlar gibi atalarımızı yediler. Bundan insanlık utansın! Büyük bir iştahla, insan eti ile karınlarını doyurdular. Yamyamlıklarını ifade eden bir de ilahi yaptılar. Kudüs'e girerken bunu söylediler.

Antakya üzerine; Karabuğa, Aslantaş, Sukman kuvvetleriyle yardıma geldiler. Birçok haçlı kestiler. Antakya'nın kuşatılması bir yıl sürdüğü halde alamadılar. Nihayet bu şehir bir hiyanetin kurbanı oldu. Burçlardan birisinin komutanı olan (Firuz) adlı bir ermeni, Bohemonla gizlice anlaşıp, düşmanı şehre soktu, Kaleden giren haçlılar bir gecede 10.000 Türk ve Müslümanı kestiler. Komutan Yağı Basan'ı da öldürdüler. Bohemon Antakya'da bir Latin Kontluğu kurdu (28 Haziran 1098). Haçlılar Urfa'da bir Latin Kontluğu daha kurdular. Sultan Börkyaruk bir orduyu Antakya'ya gönderdiyse de şehir alınamadı.

Godfuruva askerlerini alarak Kudüs'e doğru yollandı. 600.000 kişi olan Haçlı ordusu 40.000 e inmişti. Kudüs Türk egemenliğinden çıkmış (Mirde devlet kurmuş olan) Şii Fatimilerin elinde idi. Beş yıl sonra Haçlılar Kudüs önüne gelebildiler. (15 Temmuz 1099) da şiddetli bir taarruzla Kudüs'ü aldılar. Kudüs'e giren Haçlılar 70.000 müslümanı kestiler. Godfuruva Kudüs Kralı oldu. Haçlılar nihayet muradlarına erdiler.


KILIÇASLAN'IN ÖLÜMÜ


Kılıçaslan Haçlıları Anadolu'dan temizledikten sonra, devletin düzenini yeniden kurmak için çalışmalarına başladı. Haçlıları üzerimize saldırtan Bizanslılar karlı çıkmışlardı. İznik şehrini ele geçirdiler. İzmir'i de aldılar. Selçuk devletinin denizle ilgisini kestiler. Bu yeni devletin denizi olmadan gelişmesine imkan yoktu. Kılıçaslan esirlere din serbestliği verdiği gibi hürriyetlerini de bağışladı. Kılıçaslan Konya şehrini başkent yaptı. Ailesi İstanbul'da esir idi. Onları da imparatordan istedi. Onlar da Kılıçaslan'ın ailesini Konya'ya gönderdiler.


Kılıçaslan çok ağır şartlar içinde hükümdarlık etti. Onun başına gelen cihanda hiç bir hükümdarın başına gelmemişti. Bir milleti yok olmaktan kurtardı. Onda insanüstü bir cesaret, azim ve büyük bir vatanseverlik duygusu vardı. Yılmadan 600.000 insanla boğuştu. Bunlardan yarım milyonu esirdi. Anadolu'da kan gövdeyi götürdü. İnsanlık tarihi böyle bir boğuşmayı daha yazmamıştı. Anadolu'nun her karış toprağı, Türk'ün kanıyla yoğruldu. Vatanın yüzünü kanımızla yıkadık. Ovalarımızda, dağlarımızda atalarımızın kemikleriyle tepeler meydana geldi. Anadolu'yu kanımız pahasına elde etti. Güzel Anadolu'yu ehadi bir yurt yaptığımızı bir kerre daha ilan etti. Eşsiz kahramanlığından dolayı Kılıçaslan'a (Ebül - Gazi) Gaziler Babası namı verildi. Halife de ona (Ebül Şüca) lakabını verdi. Kılıçaslan, Anadolu'nun yeniden birliğini kurmağa çalıştı.



Bizanslıların üzerine giderken, Sıvas'ta hüküm süren Danişmendlilerin tecavüzüne uğradı. Kılıçaslan Danişmendlilerin üzerine yürüyerek onlardan Ankara ve Kayseri'yi aldı. Bu sıralarda Büyük Selçuk Sultanı Börkyaruk öldü. Yerine Mehmet Tapar geçti. Kılıçaslan, Büyük Selçukluların Haçlı seferinde bir işe yaramadıklarını görerek Mehmet Tapar'ı tanımadı. Sultan unvanı alarak bağımsız bir Anadolu Selçuklu Devletini kurduğunu ilan etti. Saltanat kavgalarıyla zayıf düşmüş olan Büyük Selçuklu imparatorluğunu Anadolu Selçuklu Devletine bağlamak üzere harekete geçti. Kılıçaslan ordusu ile Doğu Anadolu'ya hareket ederek, Harput'u, Diyarbakır'ı aldıktan sonra Musul'a girdi. Sultan Mehmet Tapar, Kılıçaslan'ın üzerine (Çavlı Bey) adında bir komutanla bir ordu gönderdi. Çavlı Bey, kuvvetleri ile Sason değalarını tuttu. Kılıçaslan Dicle nehrini aşarak Batman'a, oradan da Silvan'a geldi. Kılıçaslan Çavlı'nın kendisiyle çarpışmağa geldiğini öğrendi. Kılıçaslan'ın kuvvetleri Silvan ovasında çarpıştı. (5 Temmuz 1107)


Temmuz ayının en sıcak bir günü, iki Selçuk ordusu birbiriyle şiddetli bir savaşa giriştiler. Çavlı Bey'in kuvvetleri pek fazla idi. Kılıçaslan kahramanlığına güvenerek ileri atıldı. Bütün safları yardı. Karargaha kadar ilerledi. Derhal Çavlının üzerine atıldı. Bir kılıç vuruşu ile zırhını yardı. Fakat Çavlı'yı öldürmedi. Güneş batmak üzere idi. Bir ihanete uğradı. Kılıçaslan ordusundaki bazı komutanlara Çavlı beylik adamıştı. Bunlar karşı tarafa geçiverdiler. Kılıçaslan geri çekilmeğe mecbur olarak atını Habur çayına doğru sürdü. Çayın üzerindeki köprü yıkılıverdi. Kılıçaslan atıyla çayın içine düştü. Zırhlı olduğu için kendini kurtaramayıp, suların içinde boğuldu 1107. Bu şanlı kahramanın sudan cesedini çıkarıp Silvan kazasına gömdüler. Kılıçaslan pek genç yaşta 34 yaşında ebedi aleme göçetti. Saltanatı 15 yıl sürdü. Kılıçaslan uzun boylu, yakışıklı, adil, cömert bir hükümdardı.





SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

24 Mart 2023 Cuma

SELÇUKLULARIN GAYRiMÜSLiM SiYASETi-2

 



SELÇUKLU DEVLETİ'NDE GAYRİMÜSLİM TEBAANIN GENEL VAZİYETİ



Çin sınırından Mısır'a, Kafkaslardan Yemen'e kadar dünyanın büyük bir kısmına hakim olan Selçukluların, bu geniş topraklarda değişik inançlardan insanları idare etmesi coğrafyanın ve siyasetin gereğiydi. Kendileri Sünni Müslüman olmaları sebebiyle, bu inanç sisteminin her durumda müdafii olmak ve düşmanlarına karşı onu savunmak Selçuklular için temel görevlerden birisiydi. Bunun yanında, düşman olmamakla birlikte, ülke topraklarında Selçukluların inancını paylaşmayan kesimler de mevcuttu. Bu kitleler daha çok "Gayrimüslim" veya "Zımmi" olarak adlandırılan insanlardır. Bunların da Selçuklu ülkesinde birtakım hakları ve vecibeleri mevcuttu.


1 - Hıristiyan ve Yahudi Unsurlar


Selçuklular, Islam dünyasının liderliğini ele aldıktan sonra, kendilerinden önce gelişen ve şekillenen yapılanmayı miras olarak aldılar. Hakim oldukları topraklarda teamül haline gelen uygulamalara Selçuklular da fazla müdahaleci olmadılar. Çünkü Selçukluların ana hedefi, İslam dünyası için tehdit unsuru haline gelmiş olan Fatımiler Devleti ve Hıristiyan dünyanın İslam topraklarına doğru uzanan kolu Bizanslılardı. Bu iki büyük ve her an tehlike teşkil eden unsurla uğraşmak varken, ülke içindeki gayrimüslimlerle uğraşmanın bir manası yoktu. Üstelik bu insanlar tehlike teşkil etmemenin yanında, vergilerini veriyor ve merkezi otoritenin yüksek hakimiyetini tanıyorlardı. İnsani hasletlere sahip olmanın gereği de, bu insanlara hayat hakkı tanımak ve onların inançlarına saygı göstermekti. Selçuklular gibi "Cihan hakimiyeti" davası ile yola çıkan bir devletin de, bahsedilen hususlarda toleranslı olması tabii bir sonuçtu. Nitekim, Selçuklu sultanlarının uygulamaları bu düşünceyi teyit etmektedir.


Selçuklular, Anadolu topraklarına hakim olmadan önce bu topraklara sahip olan Bizans, kendi mezhebi dışındaki Hıristiyanlara hoş gözle bakmamıştır. Bahsedilen Hıristiyan gruplardan biri ve Monofizit inanca sahip olan Ermenilere karşı da daima baskıcı politikalar uygulamışlardır. Bu yüzden de, Türkler Anadolu'ya gelmeden önce Azerbaycan ve Doğu Anadolu'da bulunan Ermeni ve Gürcü prenslikleri, Bizans'la ciddi manada anlaşmazlık içindeydiler. Tiflis, Kars ve Van çizgisinde uzanan bölgede feodal aileler halinde yaşayan Ermeni, Gürcü ve Abaza prenslikleri, Bizans imparatoru II. Basil döneminde bölgeden uzaklaştırılmışlardı. Bizans'ın gerçekleştirdiği bu tehcir zor kullanılarak yapıldığı için Ermeniler tarafından hoş karşılanmamış ve Ermeni tarihçisi Matthieu bu olaydan: "iktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum milleti Ermenistan'ın en cesur evlatlarını yurtlarından koparıp dağıttılar, milletimizi tahrip edip, Türklerin istilasını kolaylaştırdılar" şeklinde bahsederek, Bizans baskısını dile getirmiştir. Aynı türden ifadeleri başka bir Hıristiyan tarihçisinde de görmek mümkün. Urfalı Mateos: "Onlar (Bizanslılar), doğru inanca karşı küfrediyorlar, azizlik hayatından nefret ediyorlardı. Oruç ve perhize düşman ve fenalıklar işleyen adamlar olup Ermeni inancına karşı daima zulüm yapıyorlardı" demek sureti ile Bizanslıların diğer Hıristiyan mezheplere karşı tavrını göstermektedir.


Bizans'ın Ermeniler üzerindeki bu baskıcı tutumu tarafların birbirlerine karşı hasmane davranışlar içine girmesine sebep olmuştur. Ermeniler, kendilerinden daha güçlü olan Bizans'a karşı koyamayacaklarından dolayı her an uygun fırsat beklemişler ve bu kinleri onları Bizans'a karşı ihanete sevk etmiştir. Malazgirt savaşı esnasında Bizans ordusunda bulunan Ermeniler, bahsedilen duygulardan dolayı Bizans saflarını terk etmişlerdir. Süryani Mihael'in: Bizanslıların "bozuk mezheplerini kabule zorladıkları Ermeniler muharebede sırtını çevirerek kaçtılar” ifadesinden de anlaşılacağı üzere, Ermeniler Bizanslılara ihanet etmişlerdir.


Türkler, Anadolu'yu fethe başladıktan sonra Kafkaslarda ve Doğu Anadolu'da muhatap oldukları Ermenilere karşı müsamahakar davranmışlardır. Türklerin hoş görüsü ve adaleti diğer Hıristiyanlar gibi Ermenileri de Türklere karşı meylettirmiştir. Türkler, töreleri gereği hakimiyetleri altında bulunan tüm gayrimüslimlere hürriyetlerini bahşedip, onların dini vecibelerini serbestçe yerine getirmeleri için imkan tanımış, hatta bu hususta onları koruyucu tedbirler almışlardır.'" Bizans'ın toprak aristokrasisi elinde ezilen Rum köyleri ile Rumlaştırılmaya ve Ortodokslaştırılmaya zorlanan Ermeniler Türklere kucak açmaya, hatta yardım etmeye başladılar. Üstelik Selçuklular getirdikleri miri toprak sistemi ile ezilen köylülere toprak sağladıkları gibi, onların dini inançlarına da karışmadılar.


Malatya-Antakya hattında bir beylik kuran Ermeni Flaretos'ün zulmünden bıkan halk, bahsedilen sebeplerden dolayıdır ki, bu şahsın yönetiminden kurtulmak istemişlerdir. Babası tarafından hapsedilmiş olan Flaretos'un oğlu Barsan, hapisten kurtularak lznik'e gelip Süleyman Şah'ı Antakya'yı fethetmesi için teşvik etmişti. Bu şahıslar, şehrin fethi esnasında da Türklere yardımcı olmuşlardır. Antakya'yı fetheden Türkler (1085), hiç kimsenin evine girmeyerek, mallarına, canlarına dokunmayarak adaletlerini göstermişlerdi. Bu alicenaplığı gören Hıristiyanlar çok memnun olmuş ve Bizans'a karşı Türkleri tercih etmişlerdir.


Selçukluların Ermenilere karşı hoşgörüsü bundan ibaret değildir. Sultan Melikşah'ın Kafkaslardaki askeri hareketlerinden sonra Erran ve Gürcistan bölgeleri kesin olarak Selçuklu hakimiyetine bağlanmıştı (1086). Bölgedeki askeri hareketler yüzünden bahsedilen yerler tahrip olmuş ve halka ağır vergiler yüklenmişti. Anı Ermeni başpiskoposu Barseğ, yanında bazı prensler ve din adamlarından oluşan bir heyetle birlikte " vergileri azaltmak, Flaretos Brachamios'un çabalarıyla sayıları dörde çıkarılan Ermeni Patrikliğinin durumunu arz etmek üzere Isfehan'a Sultan Melikşah'a gitti. Sultan, huzuruna kabul ettiği Ermeni heyetine çok iyi davrandığı gibi, Ermeni Katolikosluğu'nun tek makamda temsil edilmesi, bütün kilise, manastır ve ruhanilerden vergi alınmamasını da kabul etti. Bu hususta bir ferman hazırlatarak Barseğ'e verdi. Heyeti Selçuklu mülki ve askeri erkanının da içinde yer aldığı bir askeri birlik korumasında memleketine uğurladı. Ayrıca Azerbaycan genel valisi Kutbeddin İsmail' e bir mektup yazarak ferman hükümlerinin uygulanması için talimat verdi (1090). Böylece Sultan Melikşah, askeri seferler sırasında istenmeden de olsa tahrip gören beldelerin yeniden imar edilmesi için bu insanlara fırsat vermiş oldu.


Ermenilerden sonra Bizans tarafından zulme ve baskıya tabi tutulan bir başka gayrimüslim grup da, Ermeniler gibi Monofizit inanca sahip olan Süryanilerdir. Süryaniler, Kadıköy Konsili'nden sonra bu kararları tanımadıkları için Anadolu, Suriye ve Filistin bölgelerinde kıyıma uğramışlardır. Romanın kendi mezhebinden olmayan Hıristiyanlara baskısı yüzünden kaçan insanlar Antakya'ya gelerek, buranın kısa sürede güçlenip bir misyon merkezi haline gelmesini sağladılar. Bizans'ın çöküşe geçmesi ve Türklerin Suriye bölgesindeki fetihleri Süryanilere de rahat bir nefes aldırmış ve Antakya merkezinin kuvvetlenmesini temin etmiştir. Bu hal Antakya'da bulunan Süryanilerin zenginleşip, debdebeli bir hayat sürmesi sonucunu doğurmuştur. Süryanilerin bu durumunu kıskanan Bizanslılar çeşitli vesilelerle onlara baskı yapmaya ve eziyete başladılar (1054). Bu işte o kadar ileri gittiler ki, patriklerinin emriyle Süryanilerin İncilini bile yaktılar.


Süryanilerin alt kolu olan Yakubiler de Selçuklular döneminde müsamaha gören Hıristiyan mezheplerindendir. Süryanilerin Bizans tarafından kıyıma uğratılmasından sonra Bizans tahtına Kraliçe Theodora oturunca, kraliçenin dini müsamahasından istifade eden Yakub Bord'ono adlı bir Süryani din adamı Antakya Süryani Kilisesine yeniden hayatiyet kazandırmıştı. Kurucusundan dolayı bu mezhep "Yakubiler" olarak tanınmıştır. Bunlara "Yakubi-Süryani" veya "Süryani Kadim Kilisesi" de denir. Bu mezhep mensupları da, Antakya'nın fethinden sonra diğer Hıristiyanlar gibi Selçukluların müsamaha ve hoşgörüsüne tabi olmuşlardır.


Doğudaki Hıristiyan mezheplerinin ekserisi Roma ve Bizans'a karşı olan insanların mensup olduğu mezhepler olup, Roma ve Bizans güdümünde yapılan konsillerin kararlarına katılmayarak değişik bir düşünceyle Hıristiyanlığı yorumlayıp, kendi mezheplerini teşekkül ettirmişlerdi. Ermeniler, Süryaniler ve Yakubilerin bağlı olduğu kiliseler bu şekilde ortaya çıktığı gibi, o dönemde doğudaki Hıristiyanlar arasında yaygın bir mezhep olarak varlığını devam ettiren Nasturilik de aynı sebeplerden dolayı hayat bulmuştur. Temel düşünce itibariyle Antakya okulunun düşüncelerini benimseyen Piskopos Nestorius, diğer teferruat konularındaki görüşleriyle yeni bir mezhebin oluşmasını sağlamıştır. Daha sonraları Antakya kilisesinden bağlarını koparan Nesturilik müstakil bir kilise haline gelmiş ve doğudaki Hıristiyanlar arasında yayılmıştır.


Nasturilik, özellikle doğu Hıristiyanları arasında yayıldığı için Antakya'dan Semerkand'a kadar bu mezhebin mensupları görülmekteydi. Nitekim 1046 olaylarından bahseden Abu'l-Farac, Semerkand'ın Nasturi Metropolitinin, Katolikos'a yazdığı ve Halife'nin de sarayında okunan mektupta, Türkleri kastederek, Doğudan gelen çekirge sürüsü gibi insanlardan bahsettiğini bildirmektedir. Bahsedilen tarih Anadolu istikametine doğru kesif Türk akınlarının yapıldığı dönemdir. Kaynağın verdiği bilgiden de anlaşılacağı üzere o devirde, Antakya'dan Semerkand'a kadar Nasturi mezhebi mensupları mevcut olup, başlarında da piskopos bulunacak kadar sayıları çoktur. Bu mezhep Selçuklular döneminde de mevcut olup, onlardan sonra da varlığını devam ettirdiğine göre, diğer Hıristiyan mezhepleri gibi bunların da Selçukluların hoş görüsünden istifade ederek varlıklarını devam ettirdiği anlaşılmaktadır.


İslam toplumu içinde yaşayan Hıristiyanların ticaret ve zanaatın dışında daha çok kitabet, yani devletin yazışma memurları olarak görev yaptığı görülmüştü. Nitekim Büveyhi Sultanlarının bazılarının emrinde Hıristiyan katipler çalıştığı kaynaklardan bilinmektedir. Abbasiler de divanda ve kitabet işlerinde gayrimüslim istihdam ederken, vezir kullanmamışlardır.


Selçuklular döneminde de aynı düşüncenin devam ettirildiğine şahit olmaktayız. Selçukluların ünlü veziri ve uzun seneler devlet işlerini çekip çeviren Nizamülmülk, Sultan'a nasihat ve devlet işlerinin yürütülmesinde uyulması gereken esaslar mahiyetinde yazdığı "Siyaset-Name" adlı eserinde, bu konuyu ele almakta ve Cüveyni'nin görüşüne benzer görüşler dile getirmektedir. Nizamülmülk'e göre kötü mezheplerin yanında gayrımüslimlerin de devlet kademelerinde görev alması eski sultanlar zamanından ben kabul edilen bir şey değildir. "Sultan Mahmud ve oğlu Mesud, Sultan Tuğrul ve Sultan Alp Arslan -Allah burhanlarını aydınlatsın­ zamanlarında hiçbir Zerdüştinin, Hıristiyanın, Rafızinin Sahraya gelmeye veya bir Türk'ün huzuruna çıkmaya cüret ve cesareti yoktu. Bütün Türklerin kethüdalığı, memur (mutasarrıf) ve zanaatkarlar (pişegan)ı temiz Hanefi veya Şafii mezheplerine mensup Horasanlı insanlardan olurdu" demektedir. Nizamülmülk'e göre Hanefi ve Şafii mezheplerinden olan Ehl-i sünnet mezhebi mensuplarının dışındaki batıl inançlılarla birlikte, "Yahudi'ye, Hıristiyan ve Zerdüştiye memuriyet (amel) buyurmak ve Müslümanların başına memur etmek" yapılmaması gereken bir iştir.



Nizamülmülk, bu düşüncesinin sebeplerini de yine kendi eserinde izah etmektedir. Ona göre, vezir başta olmak üzere devlet memurlarının görevi düzeni korumak ve halkı mutlu etmektir. "Üstelik mülk, amiller ile ve ordunun büyükleriyle düzene konur. Bütün mutasarrıfların başı ise vezirdir. Vezirin, kötü, ham zalim ve hırsız olduğu her an, bütün mutasarrıfları da öyle olurlar, belki, daha fena olurlar. Eğer bir amil amilliği iyi bilirse, bir katip, bir müstevli eşsiz olacak kadar iyi ve muamele bilir olsa, kötü mezhepli veya Yahudi, Hıristiyan ve Zerdüşti gibi kötü itikadlı olunca, Müslümanlara hesap bahanesiyle ıstırap verirler; (onları) küçümserler demek suretiyle, gayrimüslim idarecilerin, Müslüman halkı hakir görecekleri ve ellerindeki yetkiler sebebiyle onları ezebilecekleri endişesiyle, bu görevlerin bahsedilen şahıslara verilmemesini istemektedir. Nizamülmülk'ün bu düşünceleri Selçuklularda tatbik edilmiş ve önemli görevlere gayrimüslimler getirilmemiştir.


Dönemin anlayışı gereği gayrimüslimleri vezirlik gibi önemli görevlere getirmeyen Selçuklular, genel manada gayrimüslimlere hoşgörü gösterip, onların serbestçe yaşama ve dini vecibelerini yerine getirme haklarını vermişlerdir. Genel yapı bu olmakla beraber bazı özel durumlarda ve gerektiğinde devlet işlerinde onlardan istifade cihetine de gitmişlerdir. Bunun en bariz misali Basra müstelzimliğinin bir Yahudiye verilmiş olmasıdır. İbn Allan olarak tanınan bu şahıs Basra müstelzimliği yapmış, o kadar çok servete ve mala sahip olmuştu ki, artan nüfuzu yüzünden, hanımı vefat ettiği zaman şehrin kadısı hariç, bütün şehir cenazenin arkasından yürümüştü.


Selçukluların gayrimüslimlere karşı şefkatli yaklaşımı, özellikle de Sultan Melikşah'ın uygulamaları onların gönüllerini fethetmiş ve bizzat Hıristiyan tarihçiler tarafından iyi, merhametli ve Hıristiyanlara karşı tatlılıkla hareket eden bir zat olduğu, “geçtiği memleketlerin halkına baba gözü ile bakıyordu" şeklinde övülmüş ve Hıristiyanlar için baba gibi şefkatli olduğu onlar tarafından da tespit edilmiştir. Dikkat edilirse, gayrimüslimlerin Türklere bu denli sempatik ve baba gözüyle bakmalarının sebebi, maruz kaldıkları Bizans zulmü ve Türk adaletini mukayese yapmalarındandır.


Genel manada hoşgörü hakim olmakla beraber, bazı durumlarda bunun terk edilerek, onları sıkıntıya sokan uygulamaların varlığı da dikkatten uzak tutulmamalıdır. Selçuklular döneminde de Bağdad'da gayrimüslimlerle ilgili bazı tasarrufların olduğu görülür. Özellikle Bağdad'daki bazı çevrelerin etkisine kapılan halifeler ve onların çevresindeki şahısların, gayrimüslimlerle ilgili değişik tatbikatlara yöneldikleri de bir vakıadır. Gayrimüslimlere yönelik olarak 1056'da Sultan'ın emriyle Ebu Mansur b.Nasır es-Seyyari tarafından bir talimat yürürlüğe konarak, onların değişik elbiseler giymeleri ve boyalı sarıklar kullanmaları emredildiyse de, Hatun buna razı olmadı ve muhtesip bu işten men edildi. 1058'de de benzer bir uygulamaya gidilmiştir. Bu senenin Ramazan ayında Abdu's­Samed'in taraftarlarından olan bir kısım halk, gayrimüslimleri değişik elbise giymeye mecbur ettiler. Durumu görüşmek üzere toplanan divanda, İbn Sekra diye tanınan bir Haşimi, Halife'nin veziri İbnu'l­ Mesleme'ye durumdan bahsedince, aralarında tartışma çıktı ve vezir bu şahsı yaptıklarından dolayı azarladı. Hadise bir mektupla Halife Kaim Biemrillah'a iletilince, Halife de İbn Sekra'dan yana tavır koydu. Bunun üzerine Vezir İbnu'l-Mesleme, Halife'nin Hatununun katibi olan Ebu Ali b. F adlan el-Yahudi, divan katipliği görevinde bulunan İbnu'l­ Muselaya en-Nasrini ve diğer çalışan gayrimüslimlere haber göndererek evlerinden çıkmamalarını emretti. Bahsedilen şahıslar görevlerine gelmeyince Halifeliğin divan ve kitabet işleri durdu. Devlet işlerinin aksamaması için verilen karar gözden geçirildi ve gayrimüslimler (zımmiler) işlerine döndüler.


Halife Muktedi döneminde de benzer bir durum yaşanmıştır. Bir tevki çıkaran Halife (1085), caminin mukabili olarak kullanılan Yahudi evlerinin kapatılmasını, Tevrat'ı kısık sesle okumalarını ve zımmilerin hayatlarında gayrimüslim alameti olan "ğayyar"ı açıktan taşımalarını istiyordu. Bunların yanında oyun ve eğlence yerlerinin, içki satılan yerlerin kapatılması, fesat çıkaranların ülkeden kovulması da bu fermanla emredilmekteydi.


Zaman içerisinde gayrimüslimler güç ve kudret kazanmış olmalılar ki, bu durum bazı Müslümanları endişeye sevk etmiş ve birtakım önlemler almaya zorlamıştır. 1091 senesi Safer ayına gelindiğinde vezir Ebu Şuca, Halife'ye bir mektup yazarak, Zımmilerin Müslümanlar üzerinde güç sahibi olduklarını, oysa gayrimüslimlerin Müslümanlardan ayrılmaları gerektiğini ileri sürerek, gerekenlerin yapılması için izin istedi. Halife de dilediğini yapabileceği konusunda ona izin verdi. Vezirin gayretiyle Halife tarafından bir tevki çıkarılarak Zımmilerin kendi alametleri olan elbise ve zünnarı giymeleri, boyunlarında "Zımmi:" yazılı metal bir levha taşımaları mecbur edildi. Gayrimüslim kadınlarının da aynı şekilde giyinmeleri ve hamama gittiklerinde Müslüman kadınlarından fark edilmeleri için boyunlarında bu "Zımmi" yazılı levhaları taşımaları mecbur tutuldu. Ayrıca ayaklarına biri siyah, diğeri kırmızı ayakkabı giymeleri ve yürürken ses çıkaracak (çan gibi) bir şeyi ayakkabılarına takmaları zorunluluğu getirildi. Alınan bu kararların uygulanması konusunda vezir Ebu Şuca çok sıkı davrandı, Halife de ona gerekli desteği verdi.

Yapılanların gayrimüslimleri zora soktuğu bir hakikattir. Bu uygulamaların vermiş olduğu külfetten kurtulmak ve elindeki işi kaybetmemek gerekçelerinden olsa gerek ki, Halife'nin inşa divanında altmışbeş sene müddetle katiplik yapan ve Hıristiyan olan Ebu Sad b. el-Musalaya ve kız kardeşinin oğlu olan Ebu Nasr Hibetullah, 1091'de Halife'nin huzurunda Müslümanlığı seçerek görevlerine devam ettiler. Diğer kesimlerden de ihtida edenler mevcuttu. Bunlardan biri olan Hıristiyan alim Yahya b.İsa Cezle b. Velid el-Mağribi, dönemin önemli tabiplerinden birisiydi. Mutezile şeyhlerinden Ebu Ali b. el-Velid'in yanında mantık dersleri okumaktaydı. Ebu Ali, onu İslam'a davet ederek gerekli delilleri açıklamış, bu şahıs da, gerekli incelemelerden sonra Müslüman olmuştu. Daha sonra bir eser telif ederek burada, Hıristiyanlığın eksiklerini açıklayıp, İslam'ın mükemmelliğini göstermişti. İslam'a gönülden bağlılığından dolayı büyük Hanefi alim ve Bağdad Kadısı ed-Dameğani, sicillerin yazılmasında onu vekil tayin etmişti.


Cihan hakimiyeti düşüncesi ile hareket eden Selçukluların ülkelerinde yaşayan gayrimüslim azınlıklara hoşgörülü davranmaları onların milli seciyelerinin ve inançlarının bir gereğiydi. Kaynakların naklettikleri bilgiler de bunu ispat etmektedir. Eğer aksi varid olsaydı, bizzat Hıristiyan tarihçiler Selçukluları övmez, onların insani hasletlerini ve tebaaya karşı şefkatlerini göstermezlerdi. Selçuklularla başlayan bu çizgi gelişerek devam etmiş, Osmanlılarda bilinen mükemmel şekline ulaşmıştır.


2 -Gayrimüslim Türkler


Haklarında tarihi kaynaklarda geçen bilgileri aktardığımız Selçuklular dönemindeki gayrimüslim tebaa, Türklerin dışındaki Yahudi, · Ermeni, Gürcü· ve Süryani gibi gayrimüslim unsurları kapsamaktaydı. Türklerin büyük çoğunluğu İslam'ı kabul etmiş· olmakla beraber, Selçuklular döneminde henüz İslam'a girmemiş Türk toplulukları da mevcuttu.


Türklerin, İslam dinine girmeden önce değişik dinleri benimsedikleri bilinen husustur. Müslümanlarla ilk temasa geçtiklerinde, bu değişik dinlerdeki durumlarını muhafaza etmekteydiler. Türkler, Batı Türkistan'da İslam'ı yeni yeni kabul etmeye başladıklarında, diğer soydaşları Uygurlar kendi dindaşları Maniheistler için Çin ve Samani devletlerini tehdit etmekten kaçınmıyor, Hazarlar da Müslümanlara ve Hıristiyanlara karşı Yahudileri himaye ediyorlardı.


İlk defa Hz. Ömer zamanında Müslümanlarla temasa geçen Türkler, Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde karşılıklı ilişkilerini geliştirmişlerdi. Özellikle Abbasilerin iktidara gelmesinden sonra Türklere karşı taarruzi politikaları terk edilerek dostane münasebetler safhası başlatılmıştır. Ayrıca ve tüccarlar vasıtasıyla daha da gelişen ilişkilerin sonucunda IX. yüzyılın ortalarından itibaren İslam bu topluluklar arasında yayılmaya başlamış, X. yüzyılda ise Türkistan'dan Avrupanın içlerine kadar uzanan geniş coğrafyada Türkler, pek az istisna ile, Islamı kabul etmiş ve bu din onların milli dini haline gelmiştir.


X. yüzyıldan itibaren İslam dini, fetihlerle beraber Türkistan-Uzak Şark arasında işleyen büyük kervan yolunu takıp ederek Türkler arasına nüfuz etmiştir. Horasan ve Maveriünnehr'de bulunan medreseler de bu İslamlaşmada büyük rol oynamışlardır. Horasan yoluyla gelen bu Müslümanlık tamamen Iran tesiriyle gelmiş; Türkler Islam'ı Araplardan değil. İranlılardan almışlardır. Bu da, Türklerin Sünni görüşü benimsemeleri ve İslam dışı fikirlere itibar etmemeleri sonucunu doğurmuştur.

Kaynaklara bakıldığında 1041 'de Hacca giden bir Bulgar topluluğunun Bağdad'a uğradığı ve Halife divanından bu insanlara bol miktarda mal ihsan edildiği görülmektedir. Demek ki, bu insanlar İslam'ı kabul ettikten sonra bu dinin en meşakkatli ve zor ibadeti olan hac farizasını yerine getırecek kadar İslam'ın emirlerini öğrenmiş ve uygulamaya başlamışlardır.


Selçuklular döneminde de Türklerin İslam'a girmeleri devam etmekteydi. Tuğrul Bey'in, Cürcan, Taberistan, Harezm ve Cebel bölgelerini fethedip, bu bölgelerde hakimiyetini tesis ettiği tarihte, Kaşgar ve Balasagun yöresinde bulunup, İslam topraklarına taarruzlarda bulunan kafir Türkler arasından on bin çadır birden ve topluca İslam'ı kabul ettiler (1043 ). Bu olay Kurban Bayramına denk geldiği için 20 000 koyun kurban kestiler. Yazları Bulgar ülkesinde geçiren bu insanlar kışları Balasagun' da kışlarlardı. Bu zümrelerin Müslüman olmasıyla birlikte Çin sınırındaki Tatar ve Hıtayların dışında her taraf Müslümanlaşmış oldu.


Kaynakların adeta satır arası bilgi olarak verdiği bu kayıtlar aslında hiçte küçümsenmeyecek bir olaydır. On bin çadır birden Müslüman olmuş ve bu olay bayrama tevafuk ettiği için yirmi bin kurban kesmişlerdir. Her çadırın bir ev olduğu düşünülür ve her evi beş kişiden oluşan çekirdek aile kabul edersek, bu sayının elli-altmış bin kişiye ulaşan bir rakama tekabül ettiği açıkça görülür ki, bu olay dönemin nüfus yapısına göre büyük ehemmiyeti haizdir. Bu kadar çoklukta insanın birden İslam'ı kabul etmesi, o dönemde önemli sayıda gayrimüslim Türkün bulunduğunun işareti olmanın yanı sıra, bu kadar çoklukta insanı İslam'a davet edecek ve onların Müslüman olmalarını sağlayacak kadar yoğun bir İslamlaşma faaliyeti yürüten Müslüman derviş ve hocalarının (misyonerlerinin) olduğuna da işaret eder.


İslamlaşma faaliyetlerinin hız kazandığı bu dönemde, henüz İslam'ı kabul etmeyen kitlelerin de varlığı dikkati çekmektedir. Balasagun, göçebe Türklerin kışlak yeri olduğu için, 1046'da Tibet'den gelen ve sayılamayacak kadar çok olan Türkler, Balasagun hükümdarı Arslan Han'a haber göndererek, kendilerine iyi davranmasından dolayı teşekkür ve saygılarını ilettiler. Gelen bu şahıslar Arslan Han'ın ülkesine saldırmaksızın orada oturdular. Arslan Han, bunlara elçilerini göndererek İslam'a davet etti ise de, onlar bu daveti kabul etmediler. Bununla beraber Arslan Han'a karşı düşmanlık da beslemediler. Bu bilgilere dikkat edildiğinde, hiçte küçümsenemeyecek miktarda insanın henüz İslam'a girmediği ve eski dinleri üzere yaşadıkları anlaşılmaktadır.


Selçukluların hakimiyetleriyle birlikte İslamlaşma cereyanı da artmış, özellikle açılan medreselerden yetişen insanlar ve yavaş yavaş tarikatleşme yolunda olan sufi mektepleri ile Türkler arasında İslam'ı yaymaya hız verilmiştir. Dönemden bahseden önemli kaynaklar İslamlaşmadaki oranın çokluğundan dolayı her taraf Müslümanlaşmıştı diyorlarsa da, bunun tam manasıyla böyle olmadığını sonraki gelişmelerden görmekteyiz. Nitekim Sultan Alp Arslan 1065 baharında Harezm'e hareket ederek, Mankışlak bölgesindeki İslam'ı kabul etmemiş Türkler ve Moğollarla İşbirliği yaparak kervanlara saldıran Türkmenleri bozkırlara doğru uzaklaştırmıştı. İslamlaşma cereyanı ne kadar kuvvetli olursa olsun, Sultan Sancar döneminde bile henüz İslamlaşmamış Türklerin varlığına dikkat edilirse bu işin o kadar kolay olmadığı görülür.


Türkler arasında Maniheizm, Budizm ve Yahudilik gibi İslam'ın dışındakı dinlerin yanı sıra Hıristiyanlığın da mevcut olduğu görülmektedir. Türkistan bölgesinde Hıristiyanlığın izleri takip edildiğinde, IV. asırdan itibaren bölgede Hıristiyanların mevcut olduğu anlaşılır. Fakat bu din, Türkler arasında geniş bir yayılma alanı bulamamıştır. Buna rağmen, Türkler arasında İslamiyetin hızla yayılma döneminde bile bu dinin izleri devam etmekteydi. Z.V.Togan, Kazvini'nin yanlışlıklarını ortaya koyarak ve Kazvini'den iki asır önce yaşayan Kaşgarlı Mahmud'un, Oğuzları tamamen Müslüman bir kavim olarak tavsif ettiğini; ayrıca Mesudi'nin Sırderya havalisinde yaşayan Oğuzların dinlerinden bahsederken, Hıristiyanlıkları hakkında asla bir şey söylemediğini; aynı şekilde, Yedisu havalisınde bir tane bile Hıristiyan mezar taşı bulunmadığını zikrederek; özellikle de Ibn Fazlan Seyahatnamesi bulunduktan sonra ortaya çıkan bilgilerden, Oğuzların Hıristiyanlıkla hiç bir ilgilerinin olmadığının açıkça ortaya çıktığını söylemektedir.


Togan, Şerefuzzaman Mervezi'nin eserinde bahsettiği, Türklerin "Kun" isminde bir zümresinin yaşadığı ve bunların Nestori Hıristiyan mezhebine mensup olduklarına dair bilgilerin de yanlış olduğunu açıklamaktadır. Togan'ın görüşlerine katılarak Türkler arasında Hıristiyanlığın yayılma imkanı bulamadığını kabul etsek bile, gelişmelere bakıldığında İslam'ın dışındaki dinlere -ki bunlar arasında Hıristiyanlık da vardır- mensup Türklerin XIII. asırda bile mevcut olduğu görülmektedir.


Islamiyetin Maveraünnehr ve Harezm'e yerleşmesinden sonra X. asırda kuzeye doğru ulaştığı son nokta Taraz ve Aşağı Sırderya'da Yenikent (Cend) şehirleri idi. Samanoğulları döneminde fethedilen Taraz (Talas) Müslüman topraklarına katılmıştı. XIII. asrın başlarına kadar ise Cend ve Çır lrmağı "Suğur-ı İslam" olarak kalmıştı. Bu sınırın ötesindeki (kuzeydeki) Kıpçak bozkırlarında Kanglı ve Kıpçak Türkleri gayrimüslim olarak yaşamaktaydılar. Bu hadise, bu toplulukların Selçuklular döneminde de İslamlaşmadan hayatlarını devam ettirdiğini açıklamaktadır.  Nitekim Sultan Sancar'a karşı savaşan Atsız'ın (1127- 1156) ordusunda müşrik Türklerin bulunması da bunu teyit etmektedir.


Harezm hükümdarı Muhammed Harezmşah'da gayrimüslim Karahıtaylar'ı büyük bir bozguna uğratmıştı. el-Bundari, aynı olayı naklederken: "Hatailerden yeryüzünde ateş üfleyen kimse kalmadı" demek sureti ile Karahıtaylar'ın perişanlıklarını anlatmaktadır. Müellif devamla: "Sonra Muhammed Harezemşah, kafir Türklerden diğer bir taifeyi yani Tatarları kahr ve tenkil etmeye başladı. Bu tatarların memleketleri, Çin diyarının nihayetine müntehi oluyordu" demektedir. Tatarların, Türk olup olmadığı konusu ihtilaflıdır. Tarihçi Raşideddin'e göre; Tatarlar müstakil bir kavimdir. Cüveyni ise Tatarları etnik olmaktan ziyade siyasal bir terim olarak görmektedir. Buna karşılık Kaşgarlı Mahmud ve Gerdizi gibi tarihçiler ise Tatarları tamamıyla Türk kabul etmektedirler. Bu ifadelerden sonra el-Bundari'nin rivayeri değerlendirildiğinde, Harezmşahlar döneminde bile gayrimüslim Türklerin sayısının hayli kabarık ve Müslümanlara zarar verecek seviyede olduğu anlaşılır.


Sancar'ın vefatından sonra güçlenmeye başlayan Harezmşahlar zamanında Türkler arasında İslam'ı yaymada büyük gayret sarf eden ünlü mutasavvıf Ahmed Yesevi (öl. 1166), bu tarihlerde gayrimüslim Türkler arasında faaliyet gösterdiğine ve bu esnada "Yedisu", "Kolça" ve "Doğu Türkistan" civarında kuvvetli bir İslamlaşma cereyanı yaşandığına göre, bahsedilen bölgelerde gayrimüslim Türklerin önemli miktarda olduğu ortaya çıkar. Ayrıca son Karahanlı Hakanı Muhammed b. Yusuf'un (öl. 1211) Tarım Havzası ve Isık Gölü civarındaki Oğuzların İslamlaşması ve İslam'ın kökleşmesi için büyük gayret sarf ettiği düşünülürse, zikredilen dönemde de önemli sayıda gayrimüslim Türkün mevcudiyeti görülür.

Gayrimüslim Türklerle ilgili bilgilere dönemin hukuk kaynaklarında da rastlanmaktadır. Fergana'nın Merğinan beldesinden olan ve Hanefi Mezhebinin önde gelen hukukçularından olan Burhaneddin Ali b. Ebi Bekr el-Merğinani'nin ( öl. 1197) telif etmiş olduğu "el-Hidaye" adlı eserinde bu konuyu görmek mümkündür. Bu alimin eserinin "Kitibu's-Siyer kısmında bir alt başlık olan "Babu İstilai'l-Küffar" (Kafirlerin İslam ülkesini istilası) kısmında Türklerden bahsetmekte ve bu Türkleri kafir olarak göstermektedir. Müellifin ifadesi ile "Fein ğalebna ala't-Türk halle lena ma neciduhu min zalik- Eğer biz (Müslümanlar), Türkler üzerine galip gelirsek orada bulduğumuz şeyler bize helaldir" denmektedir. Bu kayıtlara bakıldığında, hukuk kitaplarına yansıyacak çoğunlukta gayrimüslim Türk olduğu sonucuna ulaşılır. Zira müellifin yaşadığı bölgede cihat edilecek devlet veya millet olarak Çin, Hıtay ve gayrimüslim Türklerin dışında kimse yoktur.


Selçuklular zamanındaki gayrimüslim Türklerden bahsederken, daha sonraki çağları ele alarak bu devirdeki bilgilerin nakledilmesinin iki temel sebebi vardır. Birinci husus, kaynaklarda Selçuklular dönemindeki gayrimüslim Türkler hakkında hemen hemen yok denecek kadar bilgi bulunmasıdır. İkinci husus ise, sonraki tarihlerdeki mevcut bilgilerden hareket ederek, bu gayrimüslim Türklerin Selçuklular'ın hükümranlığı sırasında da varlığına işaret etmektir. Zira Selçuklulardaki kuvvetli İslamlaşma cereyanından sonra hala bu kadar gayrimüslim Türk kalabildiğine göre, Selçuklular döneminde bundan daha fazlasının var olduğu manası çıkar ki, kaynakların vermiş olduğu bilgilerden ulaşılan netice de budur.



Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak