20 Mart 2023 Pazartesi

DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

 İLM (İlim):

 

Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.

 

1. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.

 

Allahü teâlânın sıfatları, işleri, kendi gibi akılla anlaşılmaz ve anlatılamaz. İnsanların sıfatlarına, işlerine hiç benzemez ve uymaz. On sekiz sıfatı vardır. Bunlara sıfat-ı sübûtiyye denir. Bunlardan biri İlim sıfatıdır. Bu sıfatı da kendi gibi kadîmdir, yâni sonradan olma değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2.  Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarlarsa, Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri bunların üzerine olsun. (Nisâ sûresi: 30)

 

Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)

 

İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zîrâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

 

İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini öğretir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

İlim maldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, ilim ise seni korur. Mal sarf etmekle azalır, ilim sarf etmekle çoğalır. (Hazret-i Ali)

 

Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmeder. (Ebü'l-Esved)

 

Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neş'elerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım. (Lokman Hakîm)

 

İlimsiz bir şey olmaz, ilim her şeye baştır.

 

Karanlık yollarda o, en aziz arkadaştır.

 

İlim, uçsuz bucaksız bir ummanı andırır.

 

İlimden başka her şey insanı usandırır.

 

(M. Sıddîk bin Saîd)

 

İlm-i Ahlâk:

 

İyi huylar edinme ve kötü huylardan sakınma yollarını öğreten ilim. (Ahlâk)

 

İlm-i Âlet:

 

Ulûm-i âliyye denilen sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan yardımcı ilimlerdir. Bunlara ulûm-i ibtidâiyye, başlangıç ilimleri de denir. Ulûm-i âliyye şunlardır: Tefsîr, usûl -i kelâm, kelâm, usûl-i hadîs, ilm-i hadîs, usûl-i fıkh, fıkh, ilm-i tasavvuf. Böylece din bilgileri yirmi olmaktadır.

 

İlm-i Bâtın:

 

Kalb ilmi, mânâ ilmi, tasavvuf ilmi.

 

İlm-i bâtın evliyânın yükseklerinin ilmidir. Bu ilim, kötü huylardan arınıldığında kalbe doğan bir nurdan ibârettir. Bu sâyede çok şeyler görülür, derin ve ince mânâlara vâkıf olunur. Geniş ufuklar açılır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İlm-i Bedî':

 

Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar yaparak sözün süslenmesini öğreten ilim.

 

İlm-i Belâgât:

 

Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten ilim.

 

İlm-i Beyân:

 

Belâgât ilminin hakîkat, mecaz, kinâye, teşbîh (benzetme) ve istiâre gibi konularından bahseden ilim.

 

İlm-i Ezelî:

 

Allahü teâlânın başlangıcı olmayan ilmi.

 

Allahü teâlânın kazâsı, taktîri ve levh-i mahfûza yazması ilm-i ezelîsine uygundur. Her şeyi ilerde ne zamanda ve nasıl olacak ise veya olmıyacak ise, ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) öylece bilmiştir. Bu şeyler zamanı gelince ilm-i ezelisine uygun olarak meydana gelmektedir. (Muhammed Akkermânî)

 

İlm-i Ferâiz:

 

Vefât eden kimsenin bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl taksim edileceğini öğreten ilim (Ferâiz).

 

İlm-i Fıkıh:

 

Dînimizin emir ve yasaklarını bildiren ilim. (Fıkıh)

 

İlm-i Hadîs:

 

Peygamber efendimizin mübârek sözlerini, işlerini ve görüp de mâni olmadığı şeylerden bahseden ilim. (Hadîs)

 

İlm-i Hâl (İlmihâl):

 

Her müslümanın îmân, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bilmesi gereken şeyler veya bu bilgileri anlatan kitap.

 

Dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluk-çocuğuna öğretmesi, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren, câhil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehennem'e atmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

Önce ilm-i hâli öğren, çocuğuna da öğret

Din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişman

 

(M. Sıddîk Gümüş)

 

İlm-i Hey'et:

 

Astronomi ilmi.

 

İlm-i Hudûrî (İlm-i Huzûrî):

 

Bir şeyi, zihinde onun sûreti (görüntüsü) meydana gelmeksizin bilmek.

 

Bir kimsenin kendi dışında bulunan bir şeyi bilmesi için o şeyin sûretinin, şeklinin görüntüsünün zihinde meydana gelmesi lâzımdır. Fakat ilm-i huzûrîde durum böyle değildir. İnsan kendisini ilm-i hudûrî ile bilir. Çünkü kendisi zâten zihninde vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İlm-i Husûlî:

 

Bir şeyi onun sûreti, görüntüsü zihinde bulunduğu müddetçe bilmek. O şeyin zihindeki sûreti yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı ilm-i husûlî devamlı değildir.

 

İlm-i İlâhî:

 

Allahü teâlânın ezelî ilmi.

 

İlm-i Kelâm:

 

Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan îmânın altı temel bilgisini öğreten ilim.

 

İlm-i kelâm, inanılacak bilgileri, Ehl-i sünnet îtikâdına göre geniş olarak ve delilleriyle anlattığı gibi, îtikâdı bozuk olanlara karşı Ehl-i sünnet îtikâdını da müdâfaa eder. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İlm-i Kesbî:

 

Çalışarak elde edilen ilim.

 

İlm-i Kırâat:

 

Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin doğru olarak okunuşundan bâzı kelimelerin ise, farklı okunmasından bahseden ilim.

 

İlm -i kırâat, Allahü teâlânın kelâmını bozulmak ve değişmekten korur. (Taşköprüzâde Ahmed Efendi)

 

İlm-i Ledünn:

 

Allahü teâlânın ihsânı olup, çalışmadan kavuşulan ilim.

 

İlm-i Ledünn verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır. (Muhammed Pârisâ)

 

İlm-i Lügat:

 

Bir dilin kelimelerinin tamâmını inceleyen ilim.

 

İlm-i Meânî:

 

Sözün hâle uygunluğundan bahseden edebî ilim dallarından biri.

 

İlm-i Nâfi':

 

İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.

 

İlm-i Nahv:

 

Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre sonlarının aldığı durumlardan (harekelerden) bahseden ilim.

 

İlimlerden bir kısmı diğer ilimlere bir mukaddime (başlangıç) olup, o ilimleri elde etmeğe birer âlet, vâsıta durumundadırlar. Lugat ve nahv ilimleri de böyledir. Bunlar aslında dînî ilimlerden değildir. Ancak Kur'ân-ı kerîm ve hadîs gibi dînî ilimlerin anlaşılmalarında lüzumludurlar. Çünkü kitab (Kur'ân-ı kerîm) ve hadîs-i şerîfler, Arabça olduğundan, dînimizi anlayabilmek için bu ilimlere ihtiyâc vardır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İlim öğrenirken, en mühim olanını öne almalıdır. İlmin en önemlisi sâhibine doğru yolu gösterendir. Bu sebeple akâid, fıkıh, tefsîr, hadîs ilimleri en önemli ilimlerdir. Arabî ilimlerden önemlileri de nahv ve meâni (edebiyât) ilimleridir. (Seyyid Alizâde)

 

İlm-i Sarf:

 

Kelime bilgisi. Arabîde kelimenin aldığı şekillerden bahseden ilim. Morfoloji.

 

İlm-i Sarfın konusu isim ve fiil çekimleridir. Bunların çekimlerinde alışkanlık kazandırarak hatâya düşmekten korur. (Taşköprüzâde Ahmed Efendi)

 

İlm-i Tefsîr:

 

Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı açıklayan ilim.

 

İlm-i Usûl-i Fıkıh:

 

Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

 

İlm-i Usûl-i Hadîs:

 

Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini anlatan ilim.

 

İlm-i usûl- i hadîsin ortaya koyduğu metodlar ile hadîs-i şerîflerin nev'ileri, çeşidleri ayırd edilir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

İlm-i Usûl-i Kelâm:

 

Kelâm ilminin, îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

 

İlm-i Usûl-i Tefsîr:

 

Tefsîr ilminin metodlarından, kâidelerinden, müfessirde bulunması gereken şartlarından, âyet-i kerîmelerin; nâsih ve mensûhundan, hâss ve âmmından bahseden ilim.

 

İlm-i Vehbî:

 

Çalışmadan öğrenilen, Allahü teâlâ tarafından ihsân edilen ilim. (İlm-i Ledünnî)

 

İlm-ül-Yakîn:

 

Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.

 

İLTİCÂ:

 

Sığınma.

 

Teheccüd (gece namazı) ve sabah namazlarına uyanmak isteyen, yatsı namazını kılınca hemen yatmalı, gece, boş şeylerle uykusuz kalmamalıdır. Teheccüd zamânında tövbe istiğfâr etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günâhlarını düşünmek, ayıplarını, kusurlarını hatırlamak, kıyâmetteki azâbları düşünüp korkmak, Cehennem'in sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Afv ve mağfiret için çok yalvarmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ey âsîlerin, günâhkârların sığınağı! Sana sığındım; sayısız hatâlar işledim. Şimdi sana ilticâ eyledim. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Bu dünyâ bir köprüdür gelen bir bir geçer durmaz

Hani âba u ecdâdın ne oldu kimseler sormaz

Hani annen baban nerde bu dünyâ kimseye kalmaz

Gelenler hep sefer eyler muhakkak dâr-ı Bekâya 

Yüzün dön ilticâ eyle Cenâb-ı zât-ı Mevlâya

 

(Tâceddîn-i Velî)

 

İLYÂS ALEYHİSSELÂM:

 

Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden biri. Hârûn aleyhisselâmın neslindendir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

İlyâs da, şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerden idi. O vakit kavmine (şöyle) demişti; "Siz Allahü teâlânın azâbından korkmaz mısınız? Allahü teâlâ sizin de Rabbinizdir, evvelki atalarınızın da Rabbidir." Fakat onlar İlyâs'ı (aleyhisselâm) yalanladılar. Şüphesiz onlar hazırlanıp (Cehennem'e) götürüleceklerdir. Ancak Allah'ın ihlâs sâhibi (mü'min) kulları müstesnâdır. (Sâffât sûresi: 123-128)

 

Zekeriyyâ, Yahya, Îsâ ve İlyâs'a da (aleyhimüsselâm) hidâyet (peygamberlik) verdik. Onların hepsi sâlihlerden idiler. (En'âm sûresi: 85)

 

Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan sonra İsrâiloğullarına Yûşâ aleyhisselâm ve Hazkîl aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiler. Onlara Tevrât'ın hükümlerini bildirdiler. Hazkîl aleyhisselâmdan sonra İlyâs aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. İsrâiloğullarından Ba'lbek'te yerleşen kabîleyi îmâna dâvet etti. Ba'lbek'te hüküm süren ve insanları Ba'l adındaki puta tapmaya zorlayan zâlim hükümdârı ve ona tâbi insanları, puta tapmaktan sakındırdı ve Allahü teâlâya îmân etmeye çağırdı. İnsanlar onu dinlemediler. İlyâs aleyhisselâm onları azâbla korkuttu ise de karşı gelip onu memleketlerinden çıkardılar. İsyânları sebebiyle Allahü teâlâ bereketi kaldırdı. Yağmurlar yağmaz oldu. Hayvanları susuzluktan kırıldı. Başlarına çeşitli musîbet ve belâlar geldi. İlyâs aleyhisselâmı Ba'lbek'ten çıkardıklarına pişman olan İsrâiloğulları, sonunda ondan af dilediler. Onların isteği üzerine, İlyâs aleyhisselâm Ba'lbek'e geri döndü. İsrâiloğullarını puta tapmaktan sakındırdı. Onlar, İlyâs aleyhisselâma îmân ettiler ve ona tâbi olacaklarına söz verdiler. İlyâs aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ kıtlık ve musîbetleri kaldırıp bolluk ve bereket ihsân etti. Bir müddet İlyâs aleyhisselâma tâbi oldular fakat sonunda isyân ederek eski sapıklıklarına döndüler. İlyâs aleyhisselâmın yaptığı nasîhatleri dinlemediler. Doğru yola gelmeyeceklerini iyice anlayıp, çok üzüldü ve bu azgın insanlardan ayrılması için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl buyurdu. İlyâs aleyhisselâm o beldeden hicret edip başka yerlere gitti. İsrâiloğullarına tekrar belâ ve musîbetler geldi. İlyâs aleyhisselâm gittiği beldelerden birinde ihtiyâr bir kadının evine misâfir oldu. Bu kadının Elyesâ' isimli hasta oğluna duâ etti. Onun duâsı bereketiyle Elyesa'nın hastalığı iyileşip, İlyâs aleyhisselâmın yanından ayrılmadı. Ondan Tevrât'ı öğrendi. İlyâs aleyhisselâmdan sonra İsrâiloğullarına peygamber olarak Elyesa' aleyhisselâm gönderildi. (Elyesa' Aleyhisselâm) (İbn-ül-Esîr, Sa'lebî, Nişâncızâde)

 

ÎMÂ:

 

İşâret etme. Bir özür sebebiyle başını yere koyamayan kimsenin rükû' için biraz, secde için rükû'dan daha çok eğilmesi.

 

Namazda rükû ve secdeleri yapamayan îmâ ile kılar. (Halebî)

 

Alnında yara olan, yalnız burnu ile, burnunda yara olan da yalnız alnı ile secde eder. Alnında ve burnunda birlikte yara olup, başını yere veya böyle sert bir şey üzerine koyamıyan, ayakta durabilse bile, yere oturarak îmâ ile kılar. (İbn-i Âbidîn)

 

Yatarak başı ile îmâ edemeyecek kadar ağır hastalığı yirmi dört saatten çok devâm eden kimseden, aklı başında olsa bile, namaz sâkıt olur (düşer, kılması lâzım gelmez). (Halebî)

 

Îmâ ile dahî kılması mümkün iken kılmadan ölüm hâline gelen kimsenin, namazlarının keffâreti için vasiyet etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)

 

İMÂM:

 

1. Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.


 

Cemâate, Kur'ân -ı kerîmi iyi okuyanınız imâm olsun. Bunda eşit olunca sünneti en iyi bileniniz, bunda da eşit olunca, en yaşlı olanınız imâm olsun! (Hadîs-i şerîf-Müslim, Sünen-i Tirmizî)


İmâm kalkan gibidir. Noksan kıldırırsa, sizin şerîf-Taberânî)


Namazı tam kıldırırsa; hem onun, hem sizin lehinize olur. namazınız yine tamdır. Noksanlık ondan sorulur. (Hadîs-i


 

İmâmın namaza dururken ve rüknden rükne geçerken ve selâm verirken, cemâat işitecek kadar sesini yükseltmesi sünnettir. Daha fazla yükseltmesi mekruhtur. Kırâeti güzel olan yâni Kur'an-ı kerîmin harflerini tanıyan, tecvid ile okumasını bilen imâm olur. Sesi güzel ve tegannî ile okuyan değil. (İbn-i Âbidîn)

 

2.   Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî ilimlerden birinde en yüksek mertebeye ulaşan âlim.

 

Dört büyük mezheb imâmına uymak, Kur'ân-ı kerîme ve sünnete (Peygamber efendimizin emirlerine) uymanın tâ kendisidir. (Abdurrahmân Silhetî)

 

3. Müslümanların devlet reîsi. (Halîfe)

 

Huzeyfe; "Yâ Resûlallah! Fitne devrine ulaşırsam ne yapmamı emredersiniz" deyince; "Müslümanların cemâatına ve imâmına tâbi ol!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)

 

İmâm-ı Müslimîn: Müslümanların imâmı, devlet reîsi, halîfe. (Halîfe)

 

İMÂME:

 

1. Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.

 

İmâme ile kılınan iki rek'at namaz, imâmesiz kılınan yetmiş rek'at namazdan efdâldir, üstündür. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)

 

Mescidlere imâmesiz olarak da imâmeli olarak da geliniz. Ancak imâmeli olmak mü'minlerin alâmetlerindendir. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem imâmeyi sarar ve ucunu arkadan iki kürek arasına sarkıtırdı. (Râmûz-ül-Ehâdîs)

 

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hicretin sekizinci senesi Ramazan-ı şerîfin onuncu Pazartesi günü, on iki bin kahraman ile birlikte Medîne'den çıkarak, Ramazânın yirminci Perşembe günü Mekke-i mükerremeyi feth etti. Ertesi Cumâ günü hutbe okurken mübârek başında siyâh imâme sarılı idi. (İmâm-ı Kastalânî)

 

2. Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

 

İMÂMET:

 

İmâmlık, reislik, başkanlık, rehberlik.

 

İmâmet-i Kübrâ:

 

Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfesi, hilâfet. (Hilâfet)

 

İmâmet-i Suğra:

 

Namaz kıldırmak için imâm olmak. (İmâm)

 

İMÂMEYN:

 

İki imâm. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişmiş olan İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e verilen lakab. İkisi de mezhebde müctehiddirler.

 

Müftî ve hâkim, İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe'nin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını


onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf'un sözünü alır. Onun sözlerinde de bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin sözünü alır. İmâmeyn'in sözü bir tarafta, İmâm-ı a'zam'ın sözü karşı tarafta ise, müftî her iki tarafa göre fetvâ verebilir. (İbn-i Âbidîn)

ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 1077 – 1308 VE KUTALMIŞ OĞLU SÜLEYMAN ŞAH ( 1077 · 1086 ) Dönemi

 



1071 Malazgirt Savaşından sonra 1077 de, «Güneş memleketi» anlamına gelen Horasan elinde Oğuz Türkmenlerinin kurduğu Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun yerine Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu. Böylece, Selçuklu tarihini iki döneme ayırabiliriz:


I - Büyük Selçuklu İmparatorluğu (985 - 1157)


II -   Anadolu Selçuklu Devleti ( 1077 - 1308)


Oğuz Türkmenlerinin Horasan elinde kurdukları Selçuklu İmparatorluğu, Türkiye tarihinin başlangıcı olmuştur. Oğuzlar, «Selçuklu» adiyle yepyeni bir ulus olarak Tarih sahnesine çıktılar. Çünkü Oğuz Türkmenleri dil, din, ahlak, tarih, kültür, gelenek ve ülkü birliğine tam manasıyla sahip idiler. Belirli bir vatan üzerine yerleşip, güçlü bir devlet kurmuş, siyasal bir varlık olmuşlardı. Bu birlik ve beraberlik sayesinde, bilim ve sanat alanlarında ortaya konan yapıtlarla, Selçuklu Uygarlığı meydana geldi.



1071 yılında, Malazgirt savaşıyla, Tarihin en şanlı ve önemli bir zaferi kazanıldı. Bu zafer, Anadolu'nun alınyazısını değiştirmiş. Doğu Roma İmparatorluğu'nun yerini, Türkler almaya başlamıştı. Anadolu gibi cennet bir vatana sahip olmuştuk.


Alpaslan'ın kahramanlığı, Melikşah'ın ileri görüşlülüğü sayesinde Türkmenler oymak oymak yerleştirilerek; Anadolu, Türkleştirildi Artık, Anadolu'nun birçok kalesinde Türk'ün bayrağı dalgalanıyor, köy ve kentlerde Türkçe konuşuluyordu. Türk akıncıları, Kızılırmak'tan itibaren at koşturarak, 1077 tarihinde Marmara kıyılarına kadar geldiler. Anadolu'nun fethi tamamlanmış, böylece, sonsuz olarak, Anadolu bizim olmuştur.

 


Atalarımız olan Selçuklu Türklerinin eline, cihanda bir eşi bulunmıyan, bir hazine geçmiştir. Anadolu, öylesine bir pırlantadır ki, ona sahip olabilecek bir zengin daha yer yüzünde yoktur. Her zengin, onun paha biçilmez değeri karşısında yetersizdir.


Bu hazineye sahip olmak mutluluğunu Yüce Tanrı, bize vermiştir. Türkoğlu bu öz yurtta ebediyen yaşamaya andiçmiştir. Yüce dağlara yaslanmış olan Türkoğlu kapalı bir kutudur. Sırrını daha kimse öğrenememiştir. Kimi çoşkun bir denize benzer, kimi de dingin olup iç varlığa çekilir. O, başkalarınca, anlaşılmaz bir varlıktır, yurdunun aşıkıdır. Toprak onun canıdır. Anadolu, Asya ile Avrupa arasında bir firuzedir. Küçük bir Asya olan bu ülkede her çeşit zenginlik vardır. Bu ülkenin doğal güzelliği, coğrafi konusu, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri hiçbir ulusun yurdunda toplanmamıştır. Bu ülkenin etrafını Karadeniz, Marmara, Ege Denizi, Akdeniz sarmıştır. Bol akarsuları, gölleri bu ülkeye daha fazla bir zenginlik kazandırmaktadır. Anadolu'da yedi iklim hüküm sürmektedir. Akdeniz ikliminin her türlü ürünleri, bu topraklarda eşsiz bir servet kaynağıdır. Anadolu'nun yüzeyi 10.384.000 hektar ormanla kaplıdır. 29 milyon hektarlık zümrüt gibi yeşil, meralarında 70 milyon büyük ve küçük baş hayvan yaşamaktadır. Anadolu'nun yüz ölçümü 743.634 kilometrekaredir. Şimdi bu topraklarda 34 milyon Türk vardır.



Anadolu, «Tanrılar Ülkesi» anlamınadır. Bu ülkenin eski kavimleri eriyip yok olmuş, bunların yerine sonradan gelen istilacı kavimler yerleşmiştir. Az sayıda olan bu kavimlerle Selçuklular karışmadılar. Öz varlıklarını korumak için büyük çaba gösterdiler. Diğer kavimleri dillerinde, dinlerinde serbest bıraktılar. Türkler, özlüklerinin bozulmaması konusunda çok bilinçli idiler. Bu öz maya ile Türk egemenliğinin ve Devletinin devamını sağladılar.



Türkler, kurdukları şehirlerde Hıristiyanların mahalle ve semtlerini ayırdılar. Eski kavimlere karışmadılar. Bu suretle bir (Anadolu Türk Ulusu) doğdu. Türk, öz varlığını korumada pek kıskanç davrandı. Bugün Anadolu'da büyük çoğunluk Türk'tür. Konuşulan dil Türkçe'dir. Hepsi müslümandır. Türkler bu toprağın gerçek sahipleri ve fatihlerin oğulları oldukları için, devlet hizmetinde ödev aldılar. Hakan, komutan, asker, ilim adamı ve memur oldular. Halk da (Mal) adını verdikleri sürülerine ve toprağa bağlanarak geçimlerini sağladı. Devlete ait arazi, savaşlarda yararlığı görülenlere (Mukata) adiyle verilirdi. Arazi tımarlara ayrılarak, sipahilere verilirdi. Her tımar sahibi, tımarının gelirine göre asker çıkarırdı. Selçuklular, kısa bir zamanda Anadolu'yu bayındır hale getirdiler. Her tarafta camiler, medreseler, kütüphaneler, imarethaneler, hastaneler, kervan saraylar yaptılar. Böylece, Anadolu baştan başa Türkleştirildi.



KUTALMIŞ OĞLU SÜLEYMAN ŞAH ( 1077 · 1086 )


Anadolu Selçuklu Sultanlığının kurucusu, «Kutalmış oğlu Süleyman Şah» dır. Süleyman Şahın babası Kutalmıştır. Onun babası da Selçuk Hanın büyük oğlu Aslan Beydir. Aslan Bey, tutsak olarak bir kalede ölmüştü. Kutalmış da Alpaslanla savaşırken ölmüştü. Kutalmışın iki oğlu vardı. Biri Süleyman, diğeri de · Mansur idi. Süleyman 1045 de doğmuştu. Alpaslan Kutalmışın oğulları Süleyman ile Mansur'u öldürtmek istemişti. Fakat veziri Nizam-ül-Mülk, onların affını diledi. Alpaslan, Süleyman'ı aile efradı ile birlikte, Urfa taraflarında bulunan Kişver'e gönderdi.


Buraya birçok Türkmen yerleşmişti. Süleyman Şah bunların arasında uzun müddet yaşadı. Alpaslan, ölüp yerine oğlu Melikşah geçince; Urfa'da sürgün olan Süleymanı komutan yaparak, Kızılırmak'tan öte, Batı Anadolu'nun alınması işinde görevlendirdi (1074). Kudretli ve cesur Süleyman Şah büyük bir Selçuklu ordusu ile Bizansın dağınık kuvvetlerini yene yene Marmara'ya doğru   Anadolu'nun fethini tamamladı. Süleyman Şah maiyetindeki Artuk, Tutuk, Saltuk, Danişmend Gazi gibi kudretli komutanlar sayesinde zaferden zafere koştu. Anadolu'da bulunan Bizans komutanları birbiriyle uğraşıyorlar, ahlakları bozulmuş, vicdanlarındaki vatan sevgisi sönmüştü. Selçuklular Orta Anadolu'dan Batıya doğru ilerleyip İznik önlerine dayandılar. Bunu duyan Bizans İmparatoru Romenos Diyojenes'in kardeşi ve Prens Konstantin ile İsakios idaresinde bir orduyu Anadolu'ya gönderdi. Bu ordu, Antakya önlerinde Süleyman Şah tarafından bozguna uğratıldı Konstantin öldü, diğeri de esir edildi (1075). Süleyman Şah'ın kardeşi Mansur da Ege Bölgesine doğru ilerlemeye başladı. Süleyman Şah, bu zaferden sonra İznik şehrini fethetti. Süleyman Şah, daha sonra Edincik'i alarak Bizans'ı tehdide başladı. Fakat Bizans'da saltanat kavgaları devam ediyor, Süleyman Şahtan yardım istiyordu. Süleyman Şah, İzmit'i de ele geçirince, Selçuklu askerleri Üsküdar'a kadar gelerek, İstanbul'un ihtişamlı manzarasını seyre daldılar. Çanakkale ve İstanbul boğazlarına Türkler hakim oldular. Süleyman Şah, Batı Anadolunun fatihi olmuştu. Hıristiyan halka çok iyi muamele ettiğinden, onları idaresine ısındırdı. Mal ve canlarını bağışladı. Süleyman Şah 100.000 Türkmen hane halkını fethettiği yerlere yerleştirdi. Batı Anadolu da böylece Türkleştirilmiş oldu.


Süleyman Şah'ın birdenbire kardeşi Mansur Beyle arası açıldı. Mansur büyük Sultan'dan ayrılıp, Anadolu'da bir devlet kurmak istiyordu. Süleyman Şah, kardeşini bu işten vazgeçirmek istedi. Çünkü bu yüzden Anadolu'nun birliği bozulabilirdi. Mansur dinlemeyince bu meseleyi Melikşah'a bildirdi. Sultan, Süleyman Şah'ı çok seviyordu. Emir Porsuk ile büyük bir orduyu İznik'e gönderdi. Emir Porsuk ile Süleyman orduları birleşerek, Mansur'un üzerine yürüdüler. Nihayet Mansur yenildi Kendisi de öldürüldü.




SÜLEYMAN'IN HAN OLUŞU


Kutalmış oğlu Süleyman'ın Anadolu'daki başarılarından memnun olan Sultan Melikşah, Süleyman'a bir ferman göndererek ona «Sultan» ünvanını verdi (1077). Bu suretle «Anadolu Selçuklu Devleti» kurulmuş oldu. İznik şehri de, bu yeni devletin başkenti oldu.


O gün, İznik en büyük bayramını yaşadı. Türkmenler başlarında beyler olduğu halde İznik şehrini doldurdu. Kutalmış'ın oğlu Süleyman Şah'ı Han seçmek üzere toplandılar. Oğuz töresince onu dokuz defa havaya kaldırıp önünde kımız içtiler. Onu Han tanıdıklarına and içtiler. Bütün beyler ona biat ettiler.


O gün bir sölen yapıldı. Tuğlar ve bayraklar dikildi. Davullar çalındı, yemekler yenildi, kımızlar içildi, Oğuzlar sazlarıyla Oğuz nameden parçalar okudular. Horasan elinde kurulmuş olan Büyük Selçuklu Devletinden sonra bu kez Anadolu'da yeni bir devlet kurulmuş oldu. Cihan tarihine yeni bir sahife daha açılmıştı.


Anadolu'da yeni bir müslüman devletinin kurulduğunu duyan Abbasi Halifesi Süleyman Şah'a bir menşur göndererek ona (Sultan) unvanını verdi. Ona İmparator diye hitabetti. O, «Sultan, Şah, Han» unvanlarıyla yadedildi. Batı Anadolu'nun fatihi olduğu için de «Gazi» diye anıldı. Süleyman Şah, Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu ve birinci hükümdarı oldu. Onu çekemiyen bazı komutanlar İznik'i terk ettiler. Suriye'de melik bulunan, Melikşah'ın kardeşi «Tutuş» un yanına gittiler.

Batı Anadolu fetholunmuş, fakat güney tarafları daha alınmamıştı. Antakya, Urfa Bizanslıların elinde idi. Antakya, tarihi bir şehir olup kalesi de pek müstahkemdi. Antakya valisinin oğlu ile arası bozulduğu için, Süleyman Şah'dan yardım istedi. Bunu fırsat bilen Süleyman Şah, büyük komutanlardan olan «Ebulkasım» ı İznik'te bırakarak bir ordu ile Antakya'ya hareket etti. Derhal kaleyi sarıp şehri teslim aldı. (1084) Hazreti İsa'nın Havvariyunun tapındıkları ünlü kiliseyi camiye çevirdi. Bu camide 120 müezzin ezan okudu. Hıristiyanlara yeniden iki kilise yapma iznini verdi. Onların bütün haklarını tanıdı. Askerlerine hıristiyan kızlarıyla evlenmeyi yasak etti. Hatay alındıktan sonra, İskenderun, Antep ve Maraş da alındı. «Çubuk Bey» adlı bir komutan da Harput, Eğin, Tunçeli bölgesini Bizanslılardan temizledi. Antakya'nın fethi her tarafta sevinç doğurdu. Melikşah, Süleyman'ı tebrik etti. Şairler onun için şiirler yazdılar. Süleyman Şah, Halep şehrini de almaya karar verdi. Halep Emiri Şerefüddevle ile savaşıp onu yendi. Şerefüddevle, Melikşah'ın kardeşi Tutuş'tan yardım istedi. Süleyman Şah ile Tutuşun ordusu çarpıştılar, fakat Süleyman'ın ordusu bozguna uğradı. (1086) Her zaman muzaffer olan Süleyman Şah'ın bu yenilgi pek ağırına gitti. Bugün talih onun yüzüne gülmemişti. Süleyman ordusunun dağıldığını görünce bir tepeye çekildi. Kendisine teslim olması için haber göndermişlerdi. Süleyman, hiç bir şey söylemedi. Canı çok sıkkındı. Bu halini kendine yediremedi. Esir olmaktan ise, bu candan vazgeçmeyi doğru bulup, kılıcını çekerek kellesine saplayıp intihar etti. (1086)


Tutuş harp meydanında Süleyman'ın cesedini aradı. Nihayet kanlar içinde bir ölünün yattığını gördü. Tutuş heyecanlandı:


İşte bu Süleymandır.

İşte bu Süleyman'dır! Diye bağırdı. Ona:

Nereden bildin? dediler:

Ayaklarından tanıdım. Selçuk Oğullarının ayakları birbirine benzer! Sonra, bu eşsiz kahramanın üzerine kapanıp:


Bütün soyumuza zulmettik, diye ağlamaya başladı. Ordusuna matem emri verdi. Kutlamış oğlu Süleyman Şah'ın cenaze namazını kıldırıp, törenle gömdürdü. Ne yazık ki Anadolu'nun ikinci fatihi canını, ona vermiş olduğu tanrıya teslim etti. Onu toprağa verdiler. Evet, dünya felaket aklarına nişangah olduğu için, dört elle sarılacak yer değildi. Buraya gelen kalmaz gider. Ne yaparsan yap, ne kadar şan sahibi, hazinelere malik olursan ol.. Yine gideceksin, dünya böyledir. Çabuk geçer.  Bu alem rüya içinde rüya görmektir. Zaman böyle manasızdır. Şahlık tacını oğlu Kılıçaslan'ın başına geçirdiler.


Melikşah, Süleyman Şah'ın ölümünden dolayı fena halde canı sıkıldı. Büyük bir ordu ile Tutuş'un üzerine yürüdü. Tutuş korkarak Şam'a çekildi. Melikşah da onu takip etmedi.


Süleyman Şah'ın «Kılıçaslan» ve «Davud» adlı iki oğlu olmuştu.



SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

JAPONYA'DAKİ DİNLER

 


Şintoizm - Japon Konfüçyanizm'i - Japon Budizm'i



Japonya'nın yerli dini olan Şintoizm de tıpkı Kinizmin Çin'de olduğu gibi, aslında Animizmin bir biçimiydi. Kimi çevrelerde eskiden kalma bir Totemizmin izlerine de raslanır. Şintoizme Çin'den ve Kore'den gelen iki din, Konfüçyanizmle Budizm de katılmıştır.

Totemik kalıntılara özellikle ülkenin ilk halkları olan Aino'larda raslanır ki şimdi bunlar Kuzey'deki Hokkaido (ya da Yezo) adasına sürülmüş durumdadırlar. Aino'ların totemi ayıdır: Dünyanın en gür sakallı ve kıllı insanlarından oluşan bu kavim, bir efsaneye göre, bir kadınla bir ayının birleşmesinden oluşmuştur. Başlıca bayramı da ayı bayramıdır: Bayram dolayısıyla görkemli bir tören yapılarak bir ayı yavrusu kurban edilir. Bu yavru küçük yaşta anasının kucağından alınıp bir Aino kadınınca emzirilir, sonra dinsel yönteme uygun olarak, kadınların karşı çıkışları arasında bir erkek tarafından boğulur, parçalanıp yenir.


Kimi Japon halk çevrelerinde tilkiyle ilgili bir takım acayip boş inançlara raslanır: Tilki de herhalde eskiden kutsal bir hayvandı. Bu hayvan pirinç tanrısı İnari ile eş tutulur, Tanrıya özgü tüm tapınaklarda tilkinin tasviri bulunur. Kendine telkin yüzünden oluşan ve halk kadınlarının kimi zaman tutuldukları acayip bir akıl hastalığı vardır ki buna tilki basmış da denir. Sanıldığına göre hayvan insanın içine göğsünden ya da etle tırnak arasındaki boşluktan girer ve bu kimsenin içinde, kendisininkinden bağımsız bir yaşam sürer.

Japonya'da büyük din, Şintoizm'dir. Bu yerli dinin uzun zaman bir adı olmamıştır. M.S. VI. yüzyılda Buda'nın Yolu anlamına gelen Butsudo terimine karşılık olarak, Tanrılar Yolu, Tanrısa! Yol anlamına gelen Şinto sözü icat edilmiştir.


Japonlar yazı yazmayı bilmediklerinden ve yazı da onlara ancak M.S. V. yüzyılda Çinlilerden gelmiş olduğundan, dinle ilgili gelenekleri saptamak yüzyıllar boyu mümkün olamamıştır.  Başlıca kutsal metin Kociki (Eski Nesneler Kitabı )dir, VIII. yüzyılda yazılmış olmakla birlikte çok daha eski görüşleri açıklamaktadır. Aynı sıralarda, başka bir kutsal kitap olan Nihongi, Çince olarak yazılmıştır.


Şintoizm özellikle Kami'lere, yani ölülerin ruhlarına tapmıştır. Japoncada Kami sözü genel olarak konuşanın üzerinde olan her şey anlamına gelir.


Ölülerin ruhları tanrılaşarak yaşayanlar arasında dolaşmayı sürdürürler, mezarlarında kalırlar, eski evlerde, kendilerinden sonraki çocuklarının konutlarında kalırlar. Çocukları ile torunlarının sevinçlerine kederlerine ortak, onların hal ve gidişlerine göz-kulak olurlar. Ölerek doğaüstü bir takım güçlere sahip olmuşlardır. XIII-XIX. yüzyıllarda Şintoizmin bir yorumcusu olan Hirata'nın da yazdığı gibi, "tüm ölüler tanrı haline gelirler." Doğa olaylarını yöneten onlardır: Dünyayı nüfuslandırırlar, tarlaları bereketlendirirler, mevsimlerin geri gelmelerini sağlarlar, ayrıca afetlerle kıtlıklara da neden olurlar. İyilikte olduğu kadar kötülükte de güçlü olduklarından, yaşayanlar onların anılarını koruyup armağanlar sunarlarsa iyicil, onları unutup ihmal ederlerse kötücül davranırlar. Ödül verdikleri gibi, ceza da verirler.

Böylece, ölülerle diriler arasında karşılıklı bir bağ oluşur. Ölülerin yaşayanlara gereksinimleri vardır. İlkel inanca göre ölülerin rahatlığı, dirilerin onlara karşı gösterdikleri iyi bakıma, mezarlarının üzerine koydukları yiyeceklere, içkilere, eşyaya bağlıdır: Buna göre bir savaşçıya kılıç, bir kadına da ayna vermek gerekir. Sonradan bu düşünce tinselleşir: Ölüler saygıya, minnete muhtaçtırlar. Yaşayanlar ölülerin egemenliği altındadır: Ölülerin korunması ya da düşman olması yüzünden, yaşayanlar da mutlu ya da mutsuz olurlar.


Birçok Kami çeşitleri bu arada ailenin Kami'leri, köyün Kami'leri, klanın Kami'leri; sonra ulusun Kami'leri, yani özellikle İmparatorun atalarının ruhları vardır; son olarak da kimi Kami'ler doğaya, göke, ağaçlara, taşlara, hatta aletlere ve mutfak kap -kacağına kadar her şeye can verirler. Japon hayal gücü dünyayı iyi ya da kötü ruhlarla doldurmuştur. Görünenle görünmeyen, gizemli ilişkilerle birleşmiş haldedirler.

Kimi metinlere göre, "sekiz milyon Kami" vardır.

Daha güçlü olan kimi ruhlar gerçek tanrılar haline gelmişlerdir ve bunlarla ilgili çok eski efsanelere rastlanır.


Birbirleriyle kardeş, aynı zamanda sevenle sevilen olan iki tanrı vardır, birinin adı İdzanagi (davetkar erkek), ötekinin adı da İdzanami (davetkar dişi) dir. Öteki tanrılar bu ikisine dünyayı yaratma işini vermişlerdir. Kadın "ilk kez konuştuğundan", ilk zamanlarda çocukları eksik, düşük doğar. Örneğin bir seferinde de sülük biçiminde bir çocukları olur ki bunu (tıpkı Hz. Musa gibi) kamıştan yapılma küçük bir kayığa koyup suya salıverirler. Sonra, -erkek, gerektiği üzere, ilkin konuştuğundan- bunların kardeşçe ve tanrısal sevişmelerinden Japon adaları, son olarak da doğa tanrıları doğar.


İdzanami son çocuğu olan ateş tanrısını doğururken ölür. İdzanagi (Orpheus gibi) sevgilisini ve kardeşini bulmak için cehenneme iner. Yeraltı tanrılarına verdiği söze karşın İdzanami'yi görmek arzusuna dayanamadığından, cehennemden kovulur. Gidip bir nehirde arınır. Burnundan akan sudan Susanoo (Şanlı ve sert erkek) doğar, ki bu, Okyanus üzerinde hüküm süren fırtına tanrısıdır. İdzanagi'nin sağ gözünden düşen bir damladan, ay tanrısı olan Tsukino kami doğar. Sol gözünden düşen bir damladan da güneş tanrıçası olan Amaterasu doğar.


O sırada fırtına tanrısı Susanoo göke çıkıp güneş tanrıçasını ziyarete gider, fakat güneş tanrıçası onun sertliklerinden kurtulmak için bir mağaraya çekilir. Tanrılar onu çıkarmaya uğraşarak mağaranın kapısına kocaman bir ayna, mücevherlerden bir gerdanlık, sonra kumaşlar koyarlar. Udzume'ye de erotik danslar yaptırırlar ve bu, herkesi güldürür. Amaterasu (yani güneş tanrıçası) bunları işitince mağaranın kapısını aralar, kendisini aynadan görür, ilerler; arkasına samandan örülmüş bir ip gererler. Böylece de dünya yeniden ışığa kavuşur.


Fırtına tanrısı susanoo yeryüzüne inince, bir genç kızı yemek üzere olan bir canavarı öldürür: Bu ejderhanın bedeninde de "otları dize getiren büyük kılıç"ı bulur.


Güneş tanrıçası Amaterasu Japon adalarının yazgısını kendi torunlarından birine emanet etmeye karar verir ve bu da temıo, ya da hikado'ların birincisi olur. İktidarın belirtisi olan üç tanrısal hazineyi alır; bunlar ayna, mücevher gerdanlık, otları dize getiren büyük kılıçtır ...


XVIIl. Yüzyılda Şintoizm'in bir yorumcusu olan Motoori bu hoş efsanelerin anlamsızlığından, bu öykülerin doğruluğunu saptayan bir kanıt çıkararak: "Bu öykü gerçek olmasaydı böylesine gülünç, böylesine inanılmaz bir şeyi kim uydurdu?" diyor.

Şintoizm'in yorumcuları kendi dinlerinde ne ahlak yasası, ne de "On Buyruk" bulunduğunu, çünkü Japonların böyle şeye hiçbir zaman gereksinimleri olmadığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü tanrısal bir ırk olduklarından, kendi doğalarına uymaktan başka yapacakları şey yoktur. Motoori'ye göre, izlenecek yol olmadığını bilmek, tanrılar yolunu bilmek ve izlemek demektir."


Bununla birlikte eski geleneklerden bir düşünce topluluğu da çıkarmak mümkündür ki bu, kamuoyu ya da yasa tarafından kısıtlandırılmış, neyi yapmanın, neyi yapmamanın gerektiği açıklanmıştır.


Bir aile ahlakı vardır. Yunan-İrlanda aslından olup Japon yurttaşlığına geçen büyük yazar Lafcadio Hearn'e göre - ki Japon dinleri hakkında ilgi çeken görüşler ileri sürmüştür- "aile bir dindir, aile ocağı ise bir tapınaktır". Ataların tabletleri önünde dua etmek, onlara armağanlar sunmak gerekir. Sonra, Lafcadio Hearn'in yazdığı gibi, "ölüler geçmişin manevi deneyimini, yazılı olmayan yasayı temsil ederler." Namusa, onura aykırı bir tutumla onları üzmek, büyük suçtur. Hirata'ya göre, "ataların anısına bağlılık, tüm erdemlerin kaynağıdır." Ayrıca, "ölülere karşı ödevlerini iyice yerine getiren insan, yaşayanlara karşı olan ödevlerini de iyice yerine getirecektir. Çocukların ana-babaya, kadınların erkeklere boyun eğmeleri gerekmektedir. Evlenip çocuk yetiştirerek aileyi sürdürmek de ana bir ödevdir; insan erkek bir çocuğa sahip olmalı, olamazsa böylesini evlat edinmelidir. O da atalara saygı göstermeye devam edecektir."


Kamun ahlakı ise klanın atalarına tapınmayı ve tüm köy halkının birbirleriyle iyi geçinmelerini emreder.


Ulusal ahlak özellikle ana-babaya saygı ve sevgiyi yurtseverlik ve rejime bağlılık halinde genişletmiştir. Japon adaları, İdzanagi ile İdzanami tarafından yaratılmıştır, Japonya tanrılar ülkesidir; Japon ırkı, tanrısal kökten, ayrıcalıklı bir ırktır. Mikado güneş Tanrıçasının soyundan gelmelidir, kral ve başrahiptir, tanrısal nesnenin cisimlenmiş halidir. Yakın zamanlara dek mikadonun ölümlülerle hiçbir temasta bulunmaması gerekiyordu, çünkü bu ölümlüler tanrısal özle dolu bu varlıkla temastan acı duyabilirlerdi. Bir Japon bütün hallerde mikadonun iradesine uymak zorundadır. Hükümdar ve ulus uğrunda her şeyini, malını mülkünü, özgürlüğünü, canını, hatta ailesini fedaya hep hazır olmak zorundadır.


Ve son olarak, hangileri olursa olsun tüm Kami'lere saygı göstermiş olmak için, Şintoizm, üyülerine yüreğini ve bedenini temiz tutmayı da emretmektedir. Yüreğini temiz tutmak, ruhları hatta farkında olmaksızın bile incitmiş olmaktan ötürü kendi kendine takaza gerekmektedir. Sonra da en yakın tapınağa, ya da aile tapınağına badeni temiz olduğu halde gitmek gerekmektedir. Beden temizliği dinsel bir ödevdir.


Japonya bugün bile ibadet evleri ve Şinto tapınakları ile doludur. Rahiplerin bekar kalmaları zorunlu değildir, hatta bunlar başka bir zanaat da yapabilirler.


Tapınma, çok eski zamanlardan kalma birtakım duaları ya da büyülü bir takım formülleri ezbere okumaktan ve tanrılara pirinç, sebze, yemiş, balık gibi armağanlar sunmaktan ibarettir. Bu tapınışta genç kızlar tarafından yapılan danslar da vardır ve papazlar gibi genç kızlar da tanrıya karşı herhangi bir ahitte bulunmak zorunda değildirler. Bu danslar Udzume'nin güneş tanrıçasının mağarası önünde yapmış olduğu dansları ve ışığın yeryüzüne dönüşünü anıp kutlamak için yapılır.


Büyük dinsel merkez İse'dir ki Amaterasu'nun en çok gidilen tapınağı burada bulunmaktadır.

Japonya'ya sokulan ilk yabancı din, Konfüçyanizm olmuştur. Bu din Japonya'ya Çin uygarlığının başka ürünleriyle birlikte, Hristiyanlık çağının başlangıcında girmiştir. XVII. yüzyıla dek de etkisi ancak aydın kimi çevrelere özgü bulunmaktaydı. Konfüçyüs'ün klasik yapıtları o sırada yayınlanıp geniş ölçüde dağıtıldı; eğitim üzerinde bunlar büyük bir etki yaptılar.


Japon ulusunun çok sevdiği bir ahlak kitabı da Ana-baba sevgisinin yimi dört örneği adlı Konfüçyüs efsaneleri dergisidir.


Aileye dayanan ve tutucu olan Konfüçyüs ahlakı, Şintoizm'in aile sevgisi ve geçmişe saygı ilkeleriyle yetiştirdiği Japon ruhuna pek uygun düşmekteydi.

M.S.VI. yüzyılda Koreliler, Çinlilerden almış oldukları Mahayana Budizmini Japonya'ya getirdiler.

Şintoizm'in içine işlemiş olduğu Japon ruhu ile bu din, birçok noktalarda çatışma halindeydi. Şintoizm birçok tanrıların bulunabileceğini kabul etmektedir, Budizm ise katkısız biçiminde hiçbir tanrı kabul etmemektedir. Şintoizm ruhların ödülsüz ve cezasız, sürekli olarak yaşadıklarını ilan etmektedir; bu görüş karşısında Budizm ruh göçünü kabul etmektedir.

Japon bilincine uyabilmek için Budizm kendini değiştirmek zorunda kalmıştır. IX. yüzyılın başlangıcında, daha çok Kobodaişi ismi altında tanınan Kukai adında zeki bir bağdaştırıcı, Budizmi Şintoizme yaklaştırmıştır. Bu adam, Şintoizmin büyük tanrılarını Buda'nın cisimlenmiş biçimleri saymak önerisinde bulunmuştur. Budizm dinindeki Bodhisatva (geleceğin Buda'sı) düşüncesi, (Japoncada buna Bosatsu denir) bu bağdaştırmaya olanak vermiştir. Sonra da Japon Budizmi Şintoizme şöyle bir ödünde bulunmuştur: Ölülerin ruhları yüzyıl kadar canlıların yanlarında yaşarlar; ancak ondan sonradır ki yeni bir yaşama başlamak için başka bir bedene geçerler.


Son olarak da Japon Budistleri dinlerini, kendi ırklarının daha iyimser olan anlayışına uydurmuşlardır. Budizm nesnelerle varlıkların geçici olduklarını gözleyip saptamış, Buda da evrensel acının bu geçicilikten doğduğunu ileri sürmüştü. Estetik duygulu Japon ise, tersine, evrenin kendi hayranlığına boyuna değişen görünümler sunmasından sevinç duymaktadır; bunlar, erik ve kiraz çiçeklerinin gözalıcı sevimliliği, ay ışığının tatlı parıltıları, isfendan ağaçlarının kızarmış yapraklarının görkemi, karın büyülü güzelliğidir. XVJII. yüzyılda ozan İssa çok hoş bir Haikai'de çok yaygın bir Budizm formülünü ele alıp bundan hiç beklenmedik bir sonuç çıkarmaktadır (Haikai, on yedi hecelik küçük bir şiirdir. Yaygın olduğunu söylediğimiz Budizm formülü, bir şebnem alemi'nden sözetmektedir; burada şebnem, geçiciliği simgelemektedir):



Bu hayal dünyası

Bir hayal dünyasından ibarettir;

Ama yine def..

Ama yine de bu hayal dünyasında yaşamak çok tatlı bir şeydir!..



Bu Mahayana Budizmi en mutsuz kimselere Amida'nın Cennetinin avutucu umudunu sunmaktadır.


Halk tarafından en sevilen tanrı, Kuannon'dur ve Çinliler buna Kuanin derler: Merhamet tanrısıdır ve bütün acıların üzerine eğilmiş olarak tasvir edilir: "Tüm avuntuları, tüm yardımları, tüm sevgileri getiren odur: Onun dininin, merhametin esrarlı panteizmiymiş gibi bir hali vardır.


Halkın sevdiği bir başka tanrı da çocukların dostu olan Cizo' dur. Dişlerin çıkması için onlara yardım eder, ağladıklarında gelip beşiklerini sallar, öldüklerinde de gidip öbür dünyada onlarla oynar.

Halk çevrelerinde Kuannon ve Cizo ile birlikte, ayrıca Buda azizlerinden biri olan Bindzuru da sevilmektedir. Bu Bindzuru güzel bir kadına fazla alıcı gözle baktığı için gözden düşmüşse de, hastalıkları iyileştirmek gibi bir özelliği vardır.


Budist tapınakları boyalı ya da lake, oymalı tahtadan, sanat yapıtlarıyla süslenmiş yapılardır. Bunların en güzelleri Kyoto ile dolaylarında bulunur.  


Tapınış, halka ahlak eğitimi vermeye yarayan vaızlarla, katolik ayinlerini andıran törenlerden ibarettir: Rahipler dualar ve ilahiler okurlar, diz çökerler, tören küçük çan sesleriyle ayarlanır; mumlar yakılır; tutuşturulan buhurlar havaya kokular saçar; İnananlar dua ederler, ya da "Namu Amida Butsu!" türünden kısa sureler mırıldanarak Buda Amida'nın kendilerini korumasını dilerler.

Japonların çoğu yüzyıllar boyunca önlerine çıkan büyük dinler arasında bir seçim yapmaya kendilerini zorunlu saymadılar: Bunlar, içine bazen Konfüçyüs'ün ahlaki düşüncelerinin de karıştığı, Şinto gelenekleriyle Budist görüşlerden oluşan bir karışımı kabul etmiş bulunuyorlardı.


XVIII. yüzyılla XIX. yüzyılın ilk yarısında kimi düşünürler -bunların en ünlüleri Motoori ile Hirata'dır- gerçekten ulusal, yerli din olan Şintoizmi, yabancı dinler olan Konfüçyanizm ve Budizmin karşısına çıkarıp göklere yükselttiler. 1868'de, güneş tanrıçasının soyundan gelme olan mikadonya gerçek iktidarın geri verilişi sırasında eski Şintoizm resmi din ilan edildi ve Budist kilise devletten ayrıldı.


Bu geçici rekabetlere karşın, özellikle halk ve köylü çevrelerindeki birçok Japonlar her iki dini de benimsemiş bulunmaktadırlar.

Dinsel bir yurtseverliğin göklere çıkarılması Japonları, başka ulusların haklarını hor gören ve dolayısıyla insanlığın gerçek çıkarlarına aykırı olan bir emperyalizme götürdü. Nitekim Japon emperyalistlerinin ilkesi olan Nihon İçi (Önce Japonya), tümüyle Şintoizm'den gelmedir.


Bununla birlikte Japonların evrensel uygarlığa, atalara karşı minnet duygusunu, ince terbiyelerini ve gülümser neşelerini yaratan doğa sevgilerini getirdikleri kabul edilebilir.



Felicien Challaye dinler tarihi

Çeviren: Samih Tiryakioğlu

Mardin

 


19 Mart 2023 Pazar

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 50

 


UBIR


Vampir. Günahkar kimseler mezarda bir hayvan şekline bürünür. Genellikle ölen büyücülerin Ubır'a dönüştüğüne inanılır. iri başlı, uzun kuyruklu bir yaratıktır. Ağzından ateş püskürür. Günlerce hatta aylarca hareketsiz kalabileceği gibi istediğinde uçabilir de. Hiç kimseden korkmaz. Etrafına bulaşıcı hastalık yayar. Ne bulursa yer.  İstediği şekle girebilir, hatta güzel bir kız kılığına bürünebilir.

Kurt veya yaban köpeği kılığına girip koyunları parçalar. Leşle beslendiği de söylenir. Bir dağın başında toplanıp, kaçırdıkları insanları yedikleri de anlatılır. Kadınları ve hayvanları emmeyi sever. Başka bazı halk inançlarında ise ele geçirdiği insanın içinde yaşayan korkunç bir yaratık olarak betimlenir. İçine Ubır giren kimseler yemeye doymazlar ve geceleri kalkıp yemek ararlar ve bulamadıklarındaysa gidip başka evlerden çalarlar. Üstelik çok yemelerine karşın zayıf kalırlar. Çünkü yedikleri yemek kendilerine değil, Ubır'a yarar.

Tatareada "Ubır kendisi doysa da gözü doymaz" şeklinde bir deyim bulunur. Yakalanacakları zaman bir ateş topuna dönüşerek bacadan kaçarlar. Ubır da tıpkı ateş gibi her şeyi yutan, doymak bilmez bir varlıktır. Ubır olduğu anlaşılan bir ölünün mezarı açılıp çivi çakılır, ayrıca şüphelenilen bir cesedin Ubır'a dönüşmemesi için ateşin altından geçirilmesi gerekir. Bu sözcük daha çok Romanya ve Moldova'da yaşayan Türk topluluklarınca "vampir" anlamında kullanılır. Fin Ugor kavimlerinde de benzer terimlere rastlanır. Ayrıca Çekçeye ve Slovakçaya "upir" olarak geçmiştir ve Çek kültüründe tam olarak "vampir" anlamında kullanılır. Slav halklarında ölen büyücülerin Upir olduğuna inanılır. Balkan ülkelerinde de farklı ifadelerle de olsa benzer varlıklara rastlanır. Hatta bunlar gerçek kabul edilerek bazen ciddiye alınır. Örneğin; 1833 yılında Bulgaristan'ın Tırnova şehrinin kadısı Ahmet Şükrü Efendi tarafından hükümet merkezine gönderilmiş ve Takvim-i Vekayi Gazetesi'nin 69. sayısında yayınlanmış olan bir belgede şu ifadeler yer alır: "Mezarlar açıldı. Cesetler yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları da üçer dörder uzamış bulundu. Gözlerini kan bürümüş, gayet korkunçtu. Mezarlıktaki bütün kalabalık bunu gördü.  Bu adamlar sağlıklarında her türlü pis çirkin işi yapmış, ırza, namusa, mala saldırmış, adam öldürmüş, Yeniçeri ocakları kaldırıldığı zaman her nasılsa yaşlarına bakılarak cellada verilmemiş ecelleriyle ölmüş kişilerdi. Sağlıklarında yaptıkları yetmezmiş gibi şimdi de halka habis ruh olarak tebelleş olmuşlardı.



UÇUH


Hastalık cini. İnsanlara hastalık veren kötü bir ruhtur. Daha çok uykudan uyanıldığında dudak ve ağız kenarında görülen kabarıklıklara (bazen de vücutta kızarıklıklar ve kabarmalara) sebep olduğuna inanılır. "Uçuk yaladı" ifadesi gece insanın ağzını veya bedenini bu ruhun yaladığı ve bu nedenle de uçuk (hatta kızamık, kızıl, siğil) gibi hastalıklara yakalandığı anlayışından kaynaklanır. Halk inancına göre böyle bir durumda özel bir tedavi uygulanır. Şaman nasıl bir kurban kesilmesi gerektiğini belirleyip tarif eder, hasta kişi veya bir yakını da onun verdiği bu tanıma uygun bir hayvanı bulup boğazlar. Bazı basit hastalıklarda doğaya "saçığ" (sunu) verilir. Anadoluda uçuk ve siğil tedavisinde toprağa okunmuş buğday gömülmesi bu geleneğin bir devamıdır. Bazen de ıdığ (azat kurbanı) olarak bir hayvan salınır. "Uçuk" sözcüğü günümüzde de dudak kabarığı anlamında kullanılmaya devam etmektedir. "Ruh Bayramı" olarak tanımlanabilecek bir şenlik de bu adla anılır.



UD ANA


İnek tanrıça. Sığırları korur. Mesela Umay Ana boynuzlu olarak betimlenir. Kırgızlar ilk analarının bir inek olduğuna ve bir mağarada yaşadığına inanırlar. Ayrıca kısır kadınlar kutsal mağaralardaki boynuzlara ip bağlayarak çocuk dilerler. Güç simgesi olan boynuz unsuru pek çok tanrıçada bulunur.



UD ATA


Boğa tanrı. Boğaları korur. Gücü temsil eder. Oğuz Kağan'a adını veren de Boğa Ata'dır. Kahramanlarda bulunan boynuz kavramı boğadan esinlenmiştir. Bu boynuzlar gücü simgeler ve ayı çağrıştırırlar. Gerçekten de boynuz hem tek başına hem de ikisi yan yana getirildiğinde ayın hilal biçimine benzemektedir. Kırgızlar dünyanın bir öküzün boynuzları üzerinde durduğuna inanırlardı. Boğa Ata'nın bazen boz bir boğa kılığına girerek başka boğalarla güreştiği anlatılır. Boğa kılığındaki bir tanrının birleştiği bir kızdan çocuğu olur ve Buryat kavmi onun soyundan gelir. O yüzden Buryatlar tarafından geçmişte kendisine boz boğa kurban edildiği bilinmektedir.


ULUG ANA


Yaratıcı tanrıça. Büyük yaratıcı gücü ifade eder ve bu gücün eril yönünü simgeler. Soyut bir varlıktır. Ancak bazen Ak Ana, Od Ana, Gün Ana, Toprak Ana, Gök Ana, Yel Ana gibi yaratıcı güçlerin tamamını da ifade eder. Pek çok varlığın ayrışmadan önceki biçimidir. Ezeli ve önsel bir bağıntı olarak, ondan koparak ayrılan ruhların ve varlıkların yeniden yaklaştırıcısı hatta birleştiricisi olarak düşünülebilir. Her şeyi bilir. Yaşam verici gücün en üst noktasında bulunur. O yaşlanmazdır ve ölümsüzdür. Hem düzenleyici başlangıç, hem de karmaşık sonlanış onda bir araya gelir. Karşıtlıkları kendi içinde barındırır. Bu nedenle zıtlar onda birbirleriyle yer değiştirebilir ve ters işlevli varlıklar ortaya çıkabilir. Saf ve el değmemiştir ancak varlığı cinselliği de kapsar ve doğurgandır. İyiliği temsil ettiği gibi aynı zamanda şeytani unsurları da içerir. İnsani olduğu kadar hayvani bir yönü de bulunur. Hem yeraltı dünyasının, hem de göğün sahibidir. Bolluk ve bereketin yaratıcısıdır. Bazen insani niteliklerle kişileştirilecek sallanan iri göğüsleri olan bir kadın biçiminde betimlenir. Baksılara yaşlı ve bilge bir kadın görünümünde uykularında göründüğü söylenir.



ULUG ATA


Yaratıcı tanrı. "Ulu Tüyer" olarak da anılır. Büyük yaratıcı gücü ifade eder ve eril yönünü simgeler. Şamanların koruyucusudur ve onları yeryüzüne gönderdiğine inanılır. Kayıp ve adı bilinmeyen gök ruhlarının önderidir. Ayıhı olarak bilinen iyi ruhların başı olarak anılır. Ancak zıtlıkları içerisinde barındırdığı için istediğinde kötü varlıklar olan Ahası ruhlarının kılığına bürünebilir. "Sür" olarak bilinen ruhu insanlara o vermiştir. Gökyüzünün yedinci katında yaşar. Oğulları ak veya boz atlarla gökyüzünden yere inerler. Moğollarda pek çok tanrıya "Ulan/Ulağan" (kızıl) sözcüğünün sıfat olarak verilmesi nedeninin kavramsal olarak bu tanrıyla bağlantılı olması muhtemeldir.



ULUKAYIN


"Yaşam Ağacı" olarak da bilinir. Yerle göğü birbirine bağlayan efsanevi ağaçtır. Dünyayla birlikte yaratılmış ve Kayra Han tarafından dikilmiştir. Dünyanın, yeraltının ve göğün tam merkezinde yer alır. Gökleri delip bilinmez yüksekliklere çıkar. Dalları gökyüzünü ayakta tutar, kökleriyse toprağın tüm katlarını delip yeraltı okyanusuna kadar uzanır. Tepesinde Tanrı Ülgen oturur. Öksökö kuşu etrafında dönerek uçar ve bazen de zirvesine konar. Dokuz boy (Türklerin dokuz kavmi veya yeryüzündeki dokuz büyük insan ırkı) bu ağacın dokuz dalından türemiştir. Umay onun sahibidir ve yeryüzüne inerken bu ağacı kullanır. Kübey Hanım bu ağacın içinde yaşar. Köklerinden yaşam suyu (Bengüsu) akar. Her dalı yetmiş yapraklı olarak tanımlanır. Yaprakları altındandır ve büyüklükleri birer at derisi kadardır. Dallarından biri güneşe, biri de aya uzanır. Bazı efsanelerdeyse bir yanında ay, diğer yanındaysa güneş bulunur ve Demir Dağ'ın üzerinde durduğu kabul edilir. Sekiz gölgeli, dokuz köklü olarak anılır. İnsanların, kuş kılığındaki ruhları bu ağacın dalları arasında uçuşur durur. Ağaca bez/çaput bağlayarak dilekte bulunma  (çalama)  uygulaması da yine  Ulukayın'la bağlantılı  görünmektedir ve yeryüzündeki kutlu sayılan ağaçlar onun bir temsilcisi olarak algılanmaktadır. Bazen bir çam ağacı olarak kabul edilir ve İlge denilen reçinesi, onu yiyenlere olağanüstü bir güç verir. Yaşam Ağacı anlayışına yaklaşık aynı özelliklerle ama biraz yalın bir  biçimde  Macar  Mitolojisi'nde de rastlanır. Macarlara göre şaman trans halindeki yolculuğunda bu ağaca tırmanarak göğe çıkar. Günümüzde Çuvaş bayrağında sembolize edilmiş bir hayat ağacı bulunur.


UMAY


İyilik tanrıçası. İyiliği simgeleyen kutlu bir varlıktır. Bazen yaşam tanrıçası olarak da tanımlanır. Doğacak çocukları belirler. Üç boynuzlu olarak betimlenir. Beyaz elbiselidir ve yere kadar uzanan gümüş saçları vardır. Etrafına ışık saçar. Görünümü orta yaşlıdır.

Kuş kılığına bürünebilir ve kanatlıdır. Yaşam Ağacı'nın sahibidir. Yeryüzüne bereket dağıtır. Kimi zaman kızarak insanları korkutabilir. Çocukların koruyucusu olarak da anılır. Çocuğu olmayanlar kendisine kurban adarlar. Hamile kadınları ve yavru hayvanları da korur. Gökyüzünde yaşar, ancak bazen yeryüzüne iner. Yanında bir buğu (ceylan) veya zarif bir geyikle dolaştığı söylenir. Sıklıkla çocuk ölümlerinin yaşandığı evlerde onun korumasını çektiğine inanılır ve bu hallerde kendisine "Kara Umay" diye hitap edilir. "Taskıl Umay" (Kel Umay) olarak adlandırıldığı da olur, ancak yapılan betimlemelerde uzun saçları olduğu dikkate alındığında ara sıra büründüğü bir görüntü olduğu söylenebilir, çünkü kellik bir güç ve zeka simgesidir. Ayrıca kendisine ithafen "Taskıl Umay" adlı bir dağın varlığı da bilinmektedir. Mavi veya beyaz kuş kılığına girebilir. Adının "Humay" biçimindeki söylenişi ise "Hüma Kuşu" ile ilişkilendirilir. Amma Hanım adlı tanrıçayla bağlantılı olduğu öne sürülmektedir.



UTKAÇI


Kurban tanrısı. Ülgen'e en yakın konumdaki tanrıdır. Gökyüzünde yaşar. Şamanların trans halindeyken getirdikleri kurbanları alarak ülgen'e götürür. Çünkü Şaman en fazla Altınkazık Yıldızı'na (Kutup Yıldızı) kadar ulaşabilir ve daha ileriye gidemez. Kurbanları kendisine teslim eden Şamanlaraysa kaz (olasılıkla düşünsel ilham) hediye eder ve onlar da bu kaza binerek geri döner.


UYLAK


Israrcı cin. Geceleri dışarıda dolaşarak yolculuk yapanlara musallat olurlar. Kişiye adıyla seslenen, sataşan, alay eden, kötü sözler söyleyen, taş atan yaratıklardır. Köpek, koyun, kedi ve hatta başka bir insan kılığına, bazen de tabut gibi ürkütücü nesnelerin biçimlerine girdikleri söylenir.



UZUH


Çok eski devirlerde yaşamış iri cüsseli, azman varlıklardır. O kadar uzun ve büyüktürler ki, güneşi ocakları olarak kullanırlar ve bunun için yiyecekleri gökyüzüne kaldırarak pişirirler. Irmakları bir adımda geçerler. Devasa halılar dokurlar. Başları bulutlara kadar uzanır. Normal bir insanın boyu ancak onların topuğu kadardır. Onların ölülerinin bir tek kemiğinden koca bir köprü yapılabilir. Nuh Tufanı'nın suları ancak dizkapaklarına gelebilir. Bin yıldan fazla yaşarlar. Daha sonra yok olup gitmişlerdir. Bir kıyaslama yapılacak olursa bu betimlemelere uygun bir insan ancak dinozorlar çağına uygun olabilir. "Ucugulu" ve "Uzunbuluk" adlarıyla da anılırlar.




Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak