16 Mart 2023 Perşembe

SİYONİZM

 



Siyonizm, Yahudi halkının politik olarak özerk bir varlık ve bir ulus-devlet oluşturmak amacıyla, başlangıçtaki yurtları olan "İsrail Toprağı"na dönmesini hedefleyen ulusal bir harekettir.


Deyim yenidir: Kudüse hakim bir mevkide bulunan Kutsal Şehir ve Kutsal Kitap zamanından beri İsrail ülkesinin tümünü tanımlayan Siyon Dağı'na göndermede bulunarak ilk kez 1891'de Selbstemancipation (Özkurtuluş) gazetesi redaktörü Nathan Birnbaum tarafından Almanca olarak ifade edilmiştir. Siyonizmin etimolojisi bile İsrail halkını, İsrail Töre'sini ve İsrail toprağını birleştiren bağların eskiliğini çağrıştırır.


Ama "izm" soneki, onu 19. yüzyıl ideolojilerine, özellikle de ulusal hareketlerine bağlar. Siyonizm binlerce yıllık özlemlere dayanıyor olsa da, örgütlü bir hareket konumuna ancak geçen yüzyılın sonlarında gelebilmiştir.

 

Daha adı konmamışken bile Siyonizm, Yahudi halkının ulusal kurtuluşunun siyasi tasarısı olarak, düşünsel düzeyde Hess ya da Pinsker'le birlikte, örgütsel düzeyde de Siyonizme Bağış Hareketi ve çeşitli Palestinophile (Filistinsever) topluluklar aracılığı ile 19. yüzyıl boyunca yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Siyonizmin Avrupa'daki milliyetçilik hareketlerine kıyasla, görece geç oluşmasının nedeni, modern antisemitizmin meydan okumalarına inandırıcı ve ikna edici yanıtlar verme konusunda yetersizliğinin ortaya çıkmasından önce, emansipasyon (bireysel özgürleşme) ve asimilasyon (özümsenme) ideolojileriyle daha başlangıçta karşı karşıya kalmış olmasıdır.


Tanımın geniş olması, Siyonizmin anlamında olduğu kadar kapsamında da çok farklı biçimlerinin varolmasını getirmiştir. Getto döneminde sınırları rahatça belirlenmiş ve kolayca ayırdedilebilir olan ''Yahudi halkı" nosyonu, "özgürleşme" ile belirliliğini kaybetmiş; ikamet ettikleri ülkelerin yurttaşı haline gelen Yahudiler çoğu kez ayırdedici özelliklerini yitirmişler ve Yahudilik bireysel seçimle dahil olunan dinsel bir topluluk haline gelmişti. Din değiştirmeler ve karma evlilikler yüzünden artık Halakha'nın geleneksel tanımıyla yanıtlanamayan ''Yahudi kimdir?" sorusu ortaya çıkıyordu. Ayrıca "İsrail Toprağı"nın yerinin belirlenmesi pek sorun çıkarmıyorsa da, özellikle Doğu'ya doğru sınırlarının belirlenmesi güçleşiyordu. Ama asıl ayrılıklar, özel olarak, kurulacak varlığın hukuksal statüsü (özerk koloni, ulusal yurt, devlet), ekonomik ve toplumsal yapısı (kollektif ya da özel mülkiyet, liberal ekonomi, kooperatif ya da sosyalist rejim) gibi konular üzerinde yoğunlaşıyordu.


Öte yandan, Siyonist adını verdiğimiz ama tanıma yalnızca kısmen uyan, yani başlı başına değil de salt   karşılaştırma amacıyla bahsedeceğimiz kimi eğilimler mevcuttu. "Siyonsuz Siyonizm"den, Yahudi halkının İsrail dışındaki ulusal yeniden doğuş tasarılarını temsil etmek üzere sözedilmişti. Çok geçmeden toprak seçimi ve böyle bir hak iddiasının temellendirilmesi sorunu belirmiş; boş bir toprak arayışının, burjuva fetihler ve sömürgeci imparatorluklarla "dolu bir dünyada yanılsamadan ibaret olduğu ortaya çıkmıştı.


Bu, "topraksız bir halk için halksız bir toprak" hülyasını temsil eden Filistin mitinin Arap varlığı gerçeğine çarpmasını hatırlatıyor; üzerinde çok hak iddia edilen bir toprak olmasından ötürü, "o topraklar üzerinde fazladan bir ulus mu var" sorusu ortaya çıkıyordu. Ama başka hangi topraklar üzerinde Yahudi devleti kurulabilirdi? Tasarılarda Madagaskar, Arjantin ve Uganda bile yer aldı, ama hepsi de diğer bütün ulusal geleneklere kıyasla hiçbir meşruiyetleri olmamasından ötürü başarısızlığa uğrayacaktı.


"Hristiyan Siyonistler" denen ve teolojik nedenlerle vaatlerin yerine gelmesini ve İsa'nın yeryüzüne dönüşünü hızlandırmak için Yahudilerin topraklarına kavuşmalarına yardım etmeye çalışan eğilimler de görülmüştü. Wurtemberg'deki "Temple Tarikatı gibi kimi piyetist tarikatlar ülkenin kalkınmasına yardımcı olmak ve böylelikle Mesih inancına katkıda bulunmak amacıyla Filistin'de koloniler kurmuşlardı. Bahsettiğimiz akımlar davaya sempatiyle bakılmasını sağlamışlarsa da Siyonizm yalnızca: Yahudi halkının" hareketi olagelmiştir.



SİYONİZMİN KÖKENLERİ


ALAIN BOYER


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


14 Mart 2023 Salı

İSLAM BİZANS ARASINDA BİLİM VE SANAT ALANINDA İLİŞKİLER-5

 


Şiirler


İnsanın hislerine hitap ederek ruh dünyasında kalıcı izler bırakan şiirler, hem karşılaşılan olayları kısa ve vurgulu ifadelerle yaşayan topluma maletmekte, hem de gelecek nesiller için etkileyici mahiyet taşımaktadır. İslam öncesinden başlamak üzere, Arapların şiire verdikleri önem bilinmektedir. eş-Şi'ru divanü'l-'Arab (Şiir Arapların divanıdır/arşividir) sözü bu önemi vurgulamaktadır. Temel olarak kabilelerarası savaşları dile getiren Eyyamü'l-Arab edebiyatının nazım türleri ile, İslam öncesi ve sonrası dönemde yetişmiş birçok şairin varlığı burada hatırlanabilir. Bizans'ta da imparatorluk zaferleri, dini veya daha başka ferdi ve toplumsal sebeplerle birçok şiirin ortaya çıktığı görülmektedir. Digenis Akritas destanının manzum olması, bu açıdan dikkat çekicidir.


Sürekli yapılan fetihlerin bir neticesi olarak İslam topraklarının hızla genişlediği Emeviler döneminde, Bizans başkenti İstanbul'u almak için düzenlenen kuşatmalar yanında, Anadolu'ya, kesin sonuç alınamasa da hemen her yıl yaz ve kış seferlerinin yapıldığı bilinmektedir. Emevi sarayına intisap edip uzun yıllar saray şairliği yapmış olan hıristiyan şair Ahta! (ö. 92/710-711), Abdülmelik b. Mervan'ı övdüğü şiirinde onun Bizans'a yönelik seferlerine de yer verir ve şöyle der:


Aksatmaksızın her yıl, açar Bizans'a sefer/ Uzun yollar aşılır, atlar peşpeşe gider.

iki gün önemlidir; biri ikamet günü Dar geçitler geçilir, biter şikayet günü.

Emeviler döneminde Bizans'a yönelik savaşların ana hedefi, öyle anlaşılıyor ki; başkent lstanbul'un alınmasıydı. Bu amaçla ikisi Muaviye b. Ebi Süfyan döneminde biri de Süleyman b. Abdilmelik döneminde olmak üzere üç önemli kuşatmanın gerçekleştirildiği görülmektedir. Ancak büyük ümitlerle çıkılan bu seferlerde istenilen sonuç elde edilemediği gibi, lslam ordusu büyük kayıplar vermiştir. Bizanslıların sahip oldukları ve bileşimini sır gibi sakladıkları suda yanabilen Grek ateşinin, bu sonuçlarda Bizans lehine payı büyük olmuştur. Burada hem Bizans şiirine örnek olması, hem de lstanbul'u kuşatmaya gelen müslümanların uğradıkları yenilgi karşısında, Bizanslıların zaferini dile getirmesi bakımından Theodosios Grammatikos'un şiirine yer verilecektir. Hakkında bilgi bulunmayan Theodosios Grammatikos'un bu şiiri, 81 mısra olup yeni ortaya çıkan Arap-İslam gücüne karşı, Bizanslıların gösterdikleri tepkinin edebiyata yansıyan ve daha sonraki nesillere intikal etmiş ilk örnekler arasında yer alması bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Şiirin, başlığından da anlaşılacağı gibi müslümanların lstanbul'u kuşatmalarını konu edindiği açık olmakla birlikte, hangi muhasaradan bahsedildiği tartışmalıdır. S. Lampros, şiirin 717-718 yılında gerçekleşen kuşatmayla ilgili olduğunu düşünürken, D. Olster 674-678 yılları arasındaki dört yıllık kuşatmayla ilgili olduğunu savunmaktadır. Hangi kuşatmayla ilgili olursa olsun şiir, Bizans başkentini kuşatan müslüman Arapların uğradıkları yenilginin, Bizans'taki yankıları hakkında fikir vermesi açısından önemlidir. Şiirde dini motiflerin vurgulanmış olması ayrıca dikkat çekicidir. Bu açıklamalardan sonra Olster'in nesir tarzındaki tercümesinden yararlanılarak şiir şöyle sunulabilir:



Efendimiz lsa'nın yakında gerçekleşen büyük mucizelerine şahid olanlar! Lanetlik Arabın şimdi cansız bir şekilde yerde yattığını görenler!

Geliniz, zaferlerden sonra adet olduğu üzere hep birlikte ellerimizi kaldırıp bütün samimiyetimizle şöyle dua edelim: 'Rabbimiz, sen en büyüksün. Kainatın yaratıcısı ve herşeye kadirsin!

Ey her şeyin Rabbi! Sen bu topraklarını, kötü Arapların kırıp geçiren saldırılarından korudun. Onların korku ve ürpertisini bizden uzaklaştırdın. Firavun 'un ordusunu mahvettiğin gibi, onların güçlü ve kuvvetli ordularını da helak ettin. Onların ödlek kalplerini hoplattın. Hikmetli kudretini gösterdin. Ey lsa! Senin, kainatın Babası olan Tanrı'dan gelen güce sahip, kadir Tanrı olduğunu bilmeyenlerin düşmanı olduğunu gösterdin. Onların bağlarını kopardın. Oklarını öylesine yere çaldın ki, sağ elinin gücü karşısında ağızlarını dahi açamadılar. Tanrı'nın Kelimesi! Sen, şehirlerini rahmet ve kereminle doldurdun; insanları mutluluğa erdirdin.


Doğrusu geçmişiyle öğünüp de şimdi yere yıkılan zavallıların durumunu merak ediyorum. Ey lanetliler! Nerede o parıldayan oklarınız; koro halinde vızıldayan yaylarınız? Nerede gösterişli kılıçlarınız, mızraklarınız, zırhlarınız, miğferleriniz, palalarınız ve siyah kalkanlarınız? Nerede ateşli yığınlarınız, oklarınız, mızraklarınız, kızıl ve siyah sancaklarınız? Nerede Lübnanlı talihsiz sedir ağaçlarından yapılan yüksek gemileriniz? Nerede iki katlı, ateş fırlatan gemiler ve yine nerede savaş alanına ilerleyen tek katlı gemiler? Başlangıçta, şehire ulaşmadan önce siz düşmanlar, coşuyor, öğünüyor ve kendinizi yere göğe sığdıramıyordunuz. Fakat savaş kızıştığında canınızı kurtarmaktan başka bir şey düşünmediniz; birbirinizle kaçma yarışına girdiniz. Böyle mücadelelerden kaçan zayıf ve cılız insanlar olarak siz, imparatorluğu yenilmekten kurtarmış oldunuz.


Kölelerden gelme kabadayı ırkınız nerede? Ve nerede hayal ettiğiniz oburca ziyafetler? Bu halinizle mi hıristiyan şehirleri fethetmeye kalktınız! Fakat yanıldınız. Herşey hiçbir fayda sağlamadan aleyhinize döndü ve sizin için utanç verici oldu. Böylece anladınız, peygamberinizin yalancı olduğunu. Kendinizi gösterirken açığınızı gösterdiniz. Kehanette bulunmak için ağzını açanlar, acı acı bağıran kemik yığınından farksızdır.


İleri atıldınız; bir duman bulutu gibi dalgalar halinde ilerlediniz. Fakat ne olduğunuzu ancak şimdi anladınız. Dün cengaver ve mağrur idiniz; şimdi ise hakir ve zelil oldunuz. Dün muzafferdiniz; bugün yere serildiniz. Dün kükreyen arslanlar gibiydiniz; bugün kapana kısılmış tavşanlara döndünüz. Dün kalkanlarınızı doğrultup savaş hileleri planlıyordunuz; bugün onları bırakarak beş parasız kaldınız; müflis tüccar gibi oldunuz.


Şimdi ne diyeceksin ey zavallı ve doyumsuz Arap? Bil ki, İsa kurtuluşu sağlamaya kadirdir. O Tanrı ve Rab olarak herkese hükmetmektedir. Kuvvet veren ve savaşanlara yardım eden odur. Okları parçalayan ve beşer gücünü hükümsüz kılan odur. Bütün bunlar size göre apaçık değil mi? Nasıl hala çıldırmıyor, duyularınızı kaybetmiyorsunuz? Bu halinizle belayı farkedemeyen akılsız insanlara benziyorsunuz.


Ey parçalanmış cesetleri kıyıya fırlatan deniz, Tanrı'yı tesbih et! Ey gerçeği ortaya çıkaran yer, Tanrı'yı tesbih et! Lütuf ve keremi sonsuz, kudreti sınırsız olan Tanrı'yı topluca zikredin.


Müslümanlarla Bizanslılar arasındaki mücadeleler Abbasiler döneminde yaşamış birçok şairin şiirlerine konu olmuştur. Halifeleri öven şiirlerde, ilgili halifenin ahlaki özellikleri ve ülke içi icraatlarının yanında Bizans'a karşı yürüttüğü mücadeleler ve elde ettiği başarıların da vurgulandığı görülmektedir. Halife Harun er-Reşid dönemiyle ilgili bir rivayete göre, 181/797 yılında Mervan b. Ebi Hafsa, halifenin huzurunda onu ve Abbasoğullarını öven bir şiir okur. Şiiri oldukça beğenen halife, Mervan'a 5.000 dinar verip kendi hil'atını giydirir ve 10 Bizanslı köle verilmesini emrettikten sonra, kendisine mahsus iyi cins ata bindirerek uğurlar. Şiirin bazı mısraları şöyledir:


Harun döneminde sugur tahkim edildi /Müslümanların işleri yoluna girdi.


Bayrağı zaferlerle dalgalandı hep/ Ordusuyla ordular parçalandı hep.


Bütün Bizans kralları geldiler birer birer/ Eğilerek cizyelerini sundular birer birer.


Abbasi döneminin ünlü şairlerinden Ebu'l-Atahiyye (ö. 210/825?) hakkındaki bir rivayet, ilginç bazı noktaları içermektedir. Bizans imparatoru tarafından Harun er-Reşid'e gönderilen ve iyi Arapça bilen Bizans elçisi, Ebu'l-Atahiyye'nin şiirlerine hayran kalır ve dönüşte bu hususu imparatorun huzurunda dile getirir. İmparator, elçiyi Harun er-Reşid'e tekrar göndererek Ebu'l-Atahiyye'nin Bizans'a gönderilmesini rica eder ve karşılığında istediği kimseleri rehin alabileceğini belirtir. Harun er-Reşid, konuyu Ebu'l-Atahiyye'ye açar, fakat aynı zamanda zühd ve takvaya meyletmiş olan şair bu teklifi kabul etmez. Girişiminde başarısız kalan imparator, kendi kabul odası başta olmak üzere bazı önemli yerlere Ebu'l-Atahiyye'nin şu şiirini yazdırır:


İzler gündüzleri geceler, ara vermeden /Döner gökte yıldızlar, yörüngede durmadan.


Süresi dolan bir kral insin diye tahtından/ Vakti gelen taç giysin, nasiplensin bahtından.


İmparatoriçe lrene'den sonra tahta çıkan Nikephoros'un, Harun er­ Reşid'e mektup yazıp daha önce İrene ile aralarında yapmış oldukları anlaşmayı tanımadığını bildirmesi üzerine, iki ülke arasında gergin günler yaşanır ve halife, Ereğli seferine çıkıp İmparatoru barış istemek zorunda bırakır. Ancak kısa bir süre sonra Nikephoros'un anlaşmayı tekrar bozduğu haberi gelir (187 /802). Rivayete göre önceki anlaşmanın bozulmasına gösterdiği tepkinin sertliği henüz hafızalardan silinmediği için, hiç kimse bu durumu Harun'a bildirmeye cesaret edemez. Sonunda yakın dostu, şair Ebu Muhammed Abdullah b. Yusuf veya Haccac b. Yusuf et-Teymi gider ve halifeye durumu şiirle şöyle anlatır:


Caydı sözünden Nikephoros, bozdu ahdını /Helak etti kendini, kararttı hem bahtını.

Müjde Emiru'l-mü'minine! Gönlü hoş olsun / Bunu Allah'tan gelen büyük ganimet bilsin.

Birgün imparatorun aklı başa gelecek/ Huzurunda diz çöküp cizyesini verecek.

Anlaşmayı bozup da kurtuldu mu sanıyor/Halifemiz aldanmaz kendisi aldanıyor.


Gerçekten de şairin dediği doğru çıkar ve İmparator Nikephoros, Ereğli'yi fethedip Tyana'ya (Tuvane, Niğde) kadar ilerleyen Harun'a, ağır bir vergi dışında kendisi, oğlu ve ileri gelen devlet büyükleri için "cizye" ödemek zorunda kalır (190/806). Şair Ebu'l-Atahiyye, başarılarından dolayı Harun'u överken bu duruma da atıfta bulunarak şöyle der:


Allah takdir buyurdu, mülkü kalsın Harun'a / Mahlukatın haddi mi itiraz bu kanuna!


Dünya sevgiyle doldu, hep saygı duydu ona / Cizye verdi Nikephoros, zimmi oldu Harun'a!


Bizans imparatoru Theophilos'un Zabatra'ya saldırıp (223/838) kadın çocuk demeden birçok kişiyi esir alması, müslümanları oldukça üzmüştü. Bunun üzerine Mu'tasım'ın, Bizans'ın ikinci başkenti durumundaki Amorion (Amuriyye) üzerine giderek (224/839) zaferle dönmesi, halkı büyük bir sevince boğduğu gibi, şairlerin de mısralarına yansımıştır. Dönemin ünlü şairi Ebu Temmam Habib b. Evs et-Tal (ö. 231/846) Amorion zaferi üzerine yazdığı 71 beyitlik uzun şiirinde hem sevincini dile getirmekte, hem de bu zaferi gerçekleştiren Halife Mu'tasım'ı övmektedir. Rivayet edildiğine göre sefere çıkıp çıkmama hususunda müneccimlere danışan Mu'tasım'a, zamanın sefer için uygun olmadığı söylenir. Diğer taraftan Bizanslı müneccimler de Mu'tasım'ın çok yanlış bir zamanda sefer hazırlıkları yaptığını belirtip, ellerindeki kitaplara göre başaramayacağını söylerler. Buna rağmen halife sefere çıkıp zaferle dönünce, müneccimlerin yanıldıkları anlaşılır. Bu hususa işaretle "es-Seyfü asdaku enbôen mine'l-kütüb... " şeklinde başlayan şiirin bazı mısraları şöyledir:


Kılıç daha doğrudur, kitabın dediğinden / O ayırır, şaka ve gerçeği birbirinden.


İki ordu içinde parıldayan mızraklar/ Yıldızların aksine, tüm gerçekleri saklar.


Fetihlerin fethidir Amorion'un fethi / Ne mısra yeter ona, ne hatip hitabeti!


O gün yerle bir oldu, düştü küfrün kalesi / Adım atamadılar, korku aldı herkesi.


Theophilos görünce bizzat bu müthiş harbi / Vergiler teklif etti, istemese de kalbi.


Ey Halife! Ecir alasın tüm işlerinden / Din-i İslam uğruna yapıp ettiklerinden.


Baktım da birer birer senin zaferlerine / Ne kadar da benziyor o Bedir günlerine!


Adı gibi sarardı Benu'l-Asfar'ın yüzü / Zaferlerinle coştu, güldü Arabın yüzü.


Öyle anlaşılıyor ki, gerek İslam toplumunda gerekse Bizans'ta ortaya çıkan iki toplumla ilgili şiirler genellikle, geniş halk kitleleri üzerinde derin etkiler bırakan savaşların, gerginliklerin bir neticesi olarak söylenmiştir. Dolayısıyla mübalağa, olaya sadece kendi açısından bakma, karşı tarafı küçültücü ifadeler kullanırken kendisiyle ilgili olumlu hususları vurgulayarak dile getirme, taraftarlarına heyecan kazandırıp hislerini harekete geçirme gibi bu tür ortamlarda sözkonusu olabilen bütün edebi ve psikolojik unsurların kullanıldığı görülmektedir. Öte yandan devlet yöneticilerinin değeri, düşmanlara karşı kazandıkları zaferlerle doğru orantılı bir şekilde değişmektedir. Her iki toplumda ortaya çıkıp günümüze kadar gelebilen şiirlerin tümü üzerinde yapılacak bir çalışma, iki toplumun en azından bazı dönemlerde birbirleriyle ilgili bakış ve kanaatlerini, his dünyalarındaki yerlerini daha net bir şekilde görmeye yardımcı olacaktır.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


13 Mart 2023 Pazartesi

Türk Soylu Halklarda Ruh, Ölüm Tasavvuru (Defin, Yas ve Şölenler)-6

 


Ölülerle, Yaşayanlar Arasındaki İlişki


M. A. Castrén, Sibirya Tatarlarının inançlarından bahsederken, Tatarların tabiatta sayısız ruhun bulunduğuna inandıklarını anlatır. Bu ruhlara bazı kabileler “Aina”, bazıları “Üzüt”, bazıları da “Aza” adını verirler. Bunlar genelde toprağın içinde olmakla beraber, çevrede dolaşırlar. Şamanların ayin ve dualarla bunları kendi yanlarına çağırabileceklerine inanılır. Tunguzlar gibi Tatarlar da her şamanın kendine ait böyle bir takım ruhları olduğuna ve bu ruhların büyük bir sadakat ve bağlılıkla şamanın emirlerini yerine getirdiklerine inanırlar. Bu ruhların iyileri ve kötüleri vardır, ama günümüzde bu ruhların genelde “İrle Han”ın emirleriyle insanlara hastalık ve hâtta ölüm getiren kötü ruhlar olduklarına inanılır. Yukarıda Castrén’in aktarmış olduğu isimlerden “Aina” (Farsçadaki, Aenanh’tan gelme bir kelime) ve “Aza” özellikle kötülüğe sebep olan ruhlar olarak anılırlar. Radloff’un aktardığına göre Şorlar, yeraltında yaşayan “Aina”ların ölen insanların ruhlarını yediklerine, Lebed Tatarları da “Aza”nın zaman zaman insanlara musallat olduğuna ve böyle bir durumda ancak şamanın siyah bir hayvanı kurban ettiğinde o insanı rahat bırakacağına inanırlar. Mevzubahs olan bu ruhlar, muhtemelen ölen insanların ruhları olup, bu ruhlar için kullanılan diğer isim olan “Üzüt” (Yzyt) de halk inançlarında bu anlamda geçmektedir. Majnagaschev, Minussinsk Tatarlarının ölen kişinin ruhunu anma şölenine kadar “Sünä” ya da “Sürnü” olarak adlandırılıp, ancak şölenden sonra “Üzüt” kelimesini kullandıklarına dikkât çekerken, Anohin, Teleütlerin “Üzüt”ünün Rusların “Pokojnik”i ile aynı şey olduğunu ifade etmektedir. Bu kelime, daha önce bahsi geçmiş olan “Ölüler Bayramı”nda da (Üzüt pairamy) geçmektedir. Geceleri görülen bir kelebek de, suret değiştirmiş bir ölü olarak tasavvur edilmekte ve bu sebeple bu kelebek cinsine “Üzüt kubaghan” (Ölü kelebeği), bataklıklarda görülen ışıklara da “Üzüt odi” (Ölü ışığı) adı verilmektedir. Davet edilmemiş olduğu halde konuk olarak bir eve gelen “Üzüt” de aynı “Aina” veya “Aza” kadar korkutucu bir varlığı ifade eder. Teleütlerde ölünün anma şöleni 40. gün yapılır ve inanışlarına göre bu süre boyunca ölen kişinin ruhu mezarlıkta yaşadığı gibi, bazı geceler eve gelip kapıyı çalar. Bu durumda evin içerisindeki akrabaları korku içinde ocağın kapağını açıp kapatırlar veya ellerine bir kırbaç veya bıçak alarak “neden geldin, kendi yoluna git” diye ruha seslenirler. Şamanın dışındaki insanlar ruhu göremezler, sadece köpekler ruhun geldiğini fark edip, havlamaya veya ulumaya başlarlar.


Bu sebeple hortum gören insanlar “git, git” diye bağırırlar. “Üzüt”, bir eve girdiğinde, evdekilerden birinin ağzından girip, onun midesine inebileceği ve ağır sancılara sebep olabilir. Bu ruhun uzaklaştırılması için bir şaman çağrılır. Şaman, tahtadan küçük bir kürek alır ve küreğe kor hâlinde kömürler ve onun üzerine biraz un, tereyağı ve tütün koyarak hastanın yattığı yatağa yaklaşır. Bu esnada önce hafif sesle fısıldayarak, sonra gittikçe sesini haykırma seviyesine kadar yükselterek, sihirli sözcükler okur ve ölünün ruhunu oradan ayrılmaya davet eder. Daha sonra elinde kürekle avluya çıkar, küreği fırlatır ve “haydi, kendi yoluna git” diye bağırır.


Böyle bir ayinde şamanın ruha hitabı ve söylediklerine ilişkin ilginç bir örnek şöyledir:


Sen nasıl bir “Üzüt”,

nasıl bir kötü kara ruhsun (Jäk)?

Her köşeye giriyor,

Her çalılığa saklanıyorsun,

Bir hortum kılığında dolaşıyorsun,

Rüzgarın ruhu olarak çekip git buradan.

Beyaz bir dağın üzerinden mi geldin?

yoksa, bir sel gibi bir nehirden mi?

Adını söyle bana ve yolunu,

Dişlerini sıkma,

Sorduğumda ağzını aç, 

Seni yeşil ateşe atar,

ve kırmızı korlar üzerine yatırırım.

Seni mızrağımla yok eder,

Seni kılıcımla vurup düşürür,

Mavi demirle kıstırıp, seni

derin uçurumlara atarım.

Acele et, çık oradan

İsmini ve hangi kabileden olduğunu söyle bana!

Senin için hazırlanan tabuta geri dön

Senin için kazılan mezara geri dön

Aldačy (ölüm meleği) ile beraber geri dön

Acele et, çık dışarı

Köpeğim seni ısıracak,

İneğim sana boynuz vuracak,

Tayım sana çifte atacak,

Bana adını ve yolunu söyle,

kendi yoluna git.


Üzüt’ün maddi zararlara da sebep olduğu olur. Meselâ Teleüt kadınları içki yaparken maya tutmadığı takdirde, “Üzüt”ün susayarak içki kabına girip, susuzluğunu bastırdığına inanırlar. Bu durumda hastalara uygulanan “ruh uzaklaştırma” ayini yapılır.

Altyalılar ve Telengitler’in “Körmös” adıyla bahsettikleri varlıklar ölülerin ruhlarıdır. Bunlardan bazıları Erlik’in hizmetinde ve belli belirsiz zamanlarda insanların arasına gelerek, hastalık yayıp, insanların ruhlarını çalar veya başka kötülüklerde bulunurlar. Birisi hastalandığında “Körmös yiyor” denir ve kişi ölürse, “Körmös yedi” diye anlatılır. Bu yönüyle “Körmös” bize daha önce bahsi geçen “Aina”yı hatırlatır.


Yeraltındaki “Ölüler Ülkesinin” derinliklerinde yaşayan bu kötü huylu “Körmös”lerin dışında, yeryüzüne daha yakın yerlerde yaşayan ve orada insanlar gibi bir hayat süren başka “Körmös”ler de vardır. Bunlar, her ne kadar kızdırıldıkları zaman, akrabalarına ağır eziyetler yapabilen varlıklar olmalarına rağmen, yardım istendiğinde yaşayan akrabalarını koruyup, yardımcı da olurlar. Yaşayan insanlar, onlarla sadece rûyalarında değil, gündelik hayatlarında meselâ evde, ormanda veya dağda karşılaşabilirler. Bu ruhların dikenli ot ve çalılardan uzak durduklarına inanılıyor olması, onların fizikî bir bedenleri olduğuna da inanıldığını göstermektedir. Ölüler ülkesinin en değerli sakinlerinin ölen şamanlar olduklarına inanılır. Altaylılar, şamanların öldükten sonra akrabalarını terk etmediklerine inanırlar. Ölen bir şaman, kimi zaman uzun yıllar geçtiğinde bile, sonraki kuşaklardan birine görünebilir ve ona kendisinin akraba çevresinin koruyucusu olduğunu anlatıp, kendisi için kurban vermelerini ister. Ölen bir kişinin isteğini reddetmek, kötü sonuçlara yol açacağından, akrabalar hemen özel bir tören düzenlerler. Bu tören için ölen kişinin “čalũ” adı verilen bir resmi hazırlanır ve çadırın baş köşesine konur. Böylece ölen kimse, artık nesilden nesile evin ve ailenin koruyucusu olmuş olan “Körmös”lerin arasına katılmış olur. Ölen kişinin ruhunun yapılan resme gelmesini sağlamak için çağrılan şaman, resmin üzerine içki serper ve sihirli sözcükler söyler.


Anohin, bu konuda Altay halklarının anne ve baba tarafından atalarını yedinci kuşağa kadar bildiklerini aktarır. Bir ailenin oğlu evlenip, kendisine yeni bir yuva kurduğunda, hem kendisi hem de karısı baba evlerinden “Körmös” resimleri getirirler, erkek evinden gelen resimler çadırın erkek tarafına, kadın evinden gelen resimler ise kadın tarafına konulur. Altay geleneklerine göre erkek ve kız tarafının koruyucu ruhları birbirlerinden ayrı muhafaza edilirler. Aynı soy (sök) içinde birbirleri ile evlenmek yasaktır ve her soyun ayrı “Körmös”leri vardır. Ama genel olarak kız tarafının “Körmös”lerine daha az önem verilir, hâtta kimi zaman unutulup, gözardı edildiği olur. Dolayısıyla, bir ailenin “Körmös”lerinin sayısı sanıldığından fazla olmaz. Bu koruyucu ruhlar arasında büyükler ve küçükler vardır. Küçüklerin özel bir isimleri yoktur ve onlara kısaca “babanın babaları” veya “annenin babaları” adı verilir. Büyüklere ise “Ulu körmös” adı verilir ve bunlar sıklıkla destanlarda da geçer.


Ailenin başına hastalık veya benzeri bir kötülük geldiğinde, şaman gelerek bu uğursuzluğa hangi “Körmös”ün sebep olduğunu bulmaya çalışır ve bunu yaparken, ruhu teskin etmek için bir de kurban verir. Bu ilk kurban verilen ruhun yardım etmemesi durumunda, başka ruhlara da kurban vermek gerekebilir. Ölmüş akrabalara dua edilir ve onlardan çadırlarını korumaları ve yuvalarının etrafında dolaşan yabancı ruhları uzaklaştırmaları dilenir. Bunun dışında gündelik işler içinde bir seyahâte çıkarken, ava veya balığa giderken, hâtta ağaçtan yemiş toplarken bile ölmüş akrabaların ruhlarından yardım istenebilir. Şaman herhangi bir sebeple bir âyin düzenlenmesi gerektiğine karar verdiğinde, genelde “Körmös” resimlerinin üzerine içki serper.


Tomsk bölgesinde yaşayan hıristiyan Tatarlar, elleri ayakları olmayan, ama göz yerinde iki tane düğme olan küçük bebekler hazırlarlar ve bunları evlerinin kilerlerinde saklayıp, küçük hayvanların veya kuşların derilerini bu bebeklere sunu olarak yakın bir yere asarlar. Hastalık veya benzeri bir başka sıkıntı meydana geldiğinde, bu bebekler evin içine getirilir ve onlara yemeleri için süt çorbası veya kurban edilmiş bir koyunun kanı ikram edilir. Günümüze kadar muhtelif şekillerde ulaşmış olan bu yaygın ritüel ve inançlar, hiç şüphesiz Altay halklarının bir zamanlar bir “ata kültü” inancına sahip olduklarını göstermektedir.


Altay Tatarlarının “Körmös” adını verdikleri varlığın Yakutlardaki karşılığı “Abasy” ve “Yör” adını verdikleri ruhlardır. “Abasy”, çok eskiden ölen ruhların dönüştükleri ve genelde kötü olarak addedilen bir ruh olup, Yakut efsanelerinde sık sık adı geçer ve bazı hastalıklarda “Abasy’nin hastayı yediği” söylenir. “Yör” denildiğinde ise, etrafta dolanan huzursuz bir ruh kastedilir. Yakutlar, bazı kişilerin ruhlarının yaşamış oldukları yerlerden ayrılmayı istemediklerine ve hep yakınlarında dolaşarak akrabalarını huzursuz ettiklerine inanırlar. Bu ruhlar genellikle, ya yaşadıkları dönemde etraflarındaki akrabalarına çok bağlı olan ve onları çok seven kişilerin ruhları, ya yaptıkları iş beklenmedik ölümleriyle yarıda kalmış kişilerin veya doğal olmayan yollardan öldürülerek hayatını kaybetmiş kişilerin ruhlarıdır. Evlenmeden ölen kadınların huzursuz hâlleri de, bu tarz huzursuzluklara sebep olabilir. Dişleri olmayan insanların “Yör”e dönüşemeyeceğine dair taşıdıkları inanç, bu ruhların dişleri olan varlıklar olarak tasavvur edildiğini gösterir.


“Abasy” gibi “Yör”de korku veren bir varlıktır ve bir insanın içine girdiği takdirde, şiddetli ağrılara hâtta akıl hastalıklarına sebep olabileceğinden, o ruhu ordan çıkarmak için şaman çağrılması gerekir. Seroschevski; “Yör”lerin kimi zaman kuşlar gibi sürüler hâlinde dolaştıkları ve uçarken avaz avaz bağırarak gürültü yaptıklarını” Priklonskij ise, her ailenin kendine göre “Yör”leri olduğu ve ailenin bu “Yör”lerin kimlere ait “Yör”ler olduklarını bildiğini aktarır. Sadece insanlara değil, ailenin sahip olduğu hayvanlara da zarar verebilen bu “Yör”lerden kurtulmak için kurban vermek gerekir. Cenazeleri toprağa verilmemiş olan ölülerse, en tehlikeli olanlardır. Çünkü fırtına veya kasırgalara sebep olabilirler. Ölen kişinin ileride aileye musallat olup, huzursuzluk vereceği düşünüldüğünde veya bunu yapmaya başladığında Yakutlar, ölen kişinin bir resmini yapıp, geleneksel bir ayinle ruhu bu resmin içine hapsederler. Troschtschanskij’nin anlattığına göre bunun için öncelikle şaman, ölen kişinin kayın kabuğu üzerine bir resmini yapar ve ruhu bunun içine hapseder. Böylelikle zaman içerisinde aile evinde bir huzursuz akrabaların hapsedilmiş ruhlarından oluşan bir “Yör” galerisi oluşur ve bu resimlere zaman zaman yemek verilir. Troschtschanskij’nin anlattığı bu gelenek, muhtemelen kendi görmediği ama duymuş olduğu bir gelenektir, çünkü onun araştırma yaptığı dönemde artık hemen hemen hiçbir Yakut’un evinde bu tarz “ev Tanrısı” denilebilecek resimler bulundurulmuyordu, ama daha eski dönemlerdeki kaynaklarda bu gelenekten bahsedildiğini biliyoruz. Schtschukin’in 1844 yılında neşredilen “Yakutska Seyahât” adlı eserinde bu tarz bir âyini anlatır. Eserde belirtildiğine göre, bu âyin hakkındaki bilgiler yazarın bulduğu iki el yazmasına dayanmakta ve eserde şöyle ilginç bir bölüm yeralmaktadır: “Çadırlarında kehribar gözlü ve kayın derisiyle kaplânmış tahta heykelcikler vardı. Bu “Ev tanrıları”na saygıda asla kusur edilmiyor ve kurban edilen bir hayvanın etini yerken, bu heykelin yüzüne bir parça yağ sürüyorlardı” Ölen kişinin resme hapsedilmesi fikrinin kökeninde, hiç süphesiz resme hapsedilmiş bir ruhun serbestçe dolaşan bir ruha nazaran çok daha rahat edebileceği fikri hâkim olup, onu hoş tutup memnun etmenin karşılığında, ondan umulan bazı şeyler de vardır.

Pripuzov, her evin, her soyun ve her kabilenin kendine has bazı ruhları olduğunu anlatırken, bazı bölgelerde bilinen bazı ruhların isimlerini de bildirir. Ancak, burada özellikle dikkât çekici olan taraf, bunların çoğunlukla erkek veya kadın şamanlar olduklarıdır. Şamanların diğer insanlara nazaran daha imtiyazlı konumlarının öldükten sonra da devam etmesi anlaşılır bir şeydir.


Banzarov, Moğolların ölen kişinin ruhunun geride kalanlara iyilik veya kötülük getirebileceğine inanmaları durumunda, bu ruha “Ongon” adını verdikleri ve bu ruha büyük saygı duyduklarını aktarır. Hangi ruhun “Ongon” olabileceğini ise şaman tespit eder. Hem tek tek bölgelerde, hem çeşitli kabileler, hem de bütün Moğol boyları arasında ortak olan bu tarz birçok “Ongon” vardır. Öldükten sonra “Ongon” olanlar arasında genellikle beylerin ataları, bazı bölgelerin şamanları veya tanınmış büyük komutanlar olduğu gibi, bunun dışında her ailenin yakın akrabalarından oluşan kendi “Ongon”ları bulunur. Moğollar, bu “Ongon”ların figürlerini de yaparlar. 13.yy’da bu bölgeden geçen Ruysbroeck, Moğolların ölen kişilerin keçeden yaptıkları figürlerine, göz alıcı elbiseler giydirerek, bunları arabalarına koyduklarını anlatır. Anlattığına göre bu figürlere şamanlardan başkası el süremezmiş. Törenlerde veya her ayın birinci günü bu figürler çadırın içine getirilir, bütün ev ahâlisi toplanır ve ona ibadet ederler. Bu sırada hiçbir yabancının çadıra girmesine izin verilmezmiş. Muhtemelen daha üst tabakadan Moğolların hayatına dair bir kesit sunan bu bilginin ilginç yanı, bu figürlerin arabalarda saklanmasıdır ki, bu da Moğolların göçebe hayat tarzıyla ilgili yönüne işaret etmiş olup, benzeri şekilde Samoyedler de, Tanrı veya ruh figürlerini kızaklarında saklayıp, taşırlar. Ruysbroeck, eserinin bir başka yerinde, Moğolların bu “ruh resimlerini” evlerinde sakladıklarından bahseder. Anlattığına göre evin erkeğinin yatağının üzerinde keçeden yapılma bir bebek bulunur ve buna “evin erkeğinin, erkek kardeşi” adı verilir. Evin kadının yatağının üzerinde yine bir başka keçe bebek bulunur ve ona da “evin kadının, erkek kardeşi” adı verilir. Duvarda, her ikisi arasında ve biraz daha yüksekte ailenin koruyucu ruhunun resmi, evin kadınının ayakucunda bulunan bir başka “ruh resmi” ise, genelde evdeki köle kadınlar ve diğerlerini temsil eder. Bir şölen esnasında bir parça içecek, önce erkeğin yatağının üzerindeki resme, sonra sırayla diğerlerinin üzerine serpilir. En son bahsi geçen, kadının ayakucundaki resme ne isim verildiği ve neyi ifade ettiği konusunda Ruysbroeck bilgi vermemektedir.


Moğollar gibi, Buryatlar ve Kalmuk inançları arasında “Ongon”a rastlanır ve onlar da bununla ilgili bebek veya benzeri resimler kullanırlar. Georgi, Buryatların hazırladıkları Ongon figürlerinin keçe, tahta, koyun postu veya tenekeden olduklarını, bunları bazen giydirdiklerini, bazen de sadece boyadıklarını anlatır. Keçeden yapılan bebeklerin gözleri kuşgözü veya cam boncuklardan yapılır, koyun postundan yapılanlara ise “İmegilčin” adı verilir. Bunu yapmak için ayakları çıkartılmamış siyah bir koyun postunun kafa bölümüne bir insan kafasını sembolize eden bir tahta parçası konulup, bu tahtanın üzerine mercandan gözler yapılır. Bazan bu postun içi doldurulup, kenarları dikildiği de olur. Pallas, “İmegilčin”leri “Ongon” saymayıp, onları koyunları ve diğer hayvanları korumak için yapılmış, ayrı bir işleve sahip olduklarını ileri sürerken, ayrıca “İmegilčin”lerin erkek ve dişi olmak üzere iki çeşit oldukları bilgisini verir. Georgi’ye göre kumaş üzerine boyanarak yapılan “Ongon”lar çok yaygın olup, bunlar genelde dörtgen bir kumaş parçası üzerine kırmızı boya ile resmedilen bir veya en fazla üç tane insan resminden meydana gelir. Resmin gözleri, mercandan veya tahıl tanelerinden yapılır ve kafa bölümünde bir tutam kartal tüyü bulunur. 


Lamaların “Burk Han” için yaptıkları resimlere benzeyen bu tip kumaş veya deri üzerine yapılmış resimler, Buryat kültüründe günümüze kadar ulaşmıştır. “Ongon” lar sadece ölen kişileri değil, çeşitli hayvanları yahut gizemli yaratıkları, hâtta gök cisimlerini bile temsil edebilirler. Bazı “Ongon”lardan ancak belli hastalıklarda yardım istenir, buna örnek olarak Buryatların “Zuruktan Ongon” adını verdikleri “Ongon”u gösterebiliriz. Kırmızı renk boya ile çizilmiş olan bu “Ongon” da 27 tane şaman başlığı takmış, şaman resmedilmiştir. Buryatlar bunlardan dokuzunun kör, dokuzunun ellerinde, dokuzunun da ayaklarında bir sakatlık olduğunu anlatırlar ki, şamanlar dışında muhtelif hayvanların resmedilmiş olduğu bu “Ongon”dan sadece gözü, eli veya ayağında bir sakatlık olanlar yardım isteyebilirler.


Georgi’nin tarif ettiği bir tür ongon ise, 20-25 cm kadar yükseklikte tahtadan yapılma bir insan heykelciğidir. Bu ongon, kimi zaman şaman davulunun çemberini andıran bir çemberin içine, kimi zaman da bir kutunun içine yerleştirilir. Bu ongonların elleri, ayakları ve kafaları vardır ama bazıları giydirilmemiştir, diğerlerine ise Buryat kıyafetleri giydirilmiştir. Agapitov’da Baykal bölgesindeki çadırların hemen hepsinde aynı tip ongonlardan gördüğünü anlatır. Bunlar, kırmızı kumaştan yapılma insan biçimli figürler olup, kayın ağacından yapılma bir çemberin içine yerleştirilmişlerdir. Figürün boyun bölgesine kolye gibi kurşun plâkalar yerleştirilmiş, etrafına beyaz ve açık kırmızı kurdeleler takılmıştır. Figürün içine yerleştirildiği çemberin içinde bir tane dikine konmuş ahşap çubukla, bir de enine konmuş metal bir çubukla bu çubuğun üzerine konulmuş çıngıraklar yeralır.


Changalov’un Buryat şamanizmi üzerine yazdığı eserde resmedilen bir başka ongon ise, çemberin içindeki dikine ahşap çubuk insan şeklinde yontulmuş ve deriyle kaplânmış, gözleri beyaz boncuklardan yapılmıştır. Şaman davulunun içini andıran bu ongonlar,  Altay Tatarları arasında da görülürler ve ongon fikrinin şamanizm inancıyla yakından ilgili olduğunu gösterirler.


Bazı kabilelerde çok değişik türde ongonlar görülebilir. “Börtö” isimli ongon bunlara iyi bir örnek teşkil etmekle, Hangin boyunu temsil eden bu ongon, büyükçe bir insan kafası şeklinde, saçları, sakalları ve göz bebekleri kara kuzu derisinden yapılmıştır. 


Bu “Ongon”un bir zamanlar bir şamanın kafası olduğu ve oğulları Horedoi ve Horton’un Moğolistan’dan kaçarken yanlarında getirdikleri anlatılır. Changalov, bu kabiledeki hemen her ailenin evinde bu ongondan bulunduğunu aktarır. Burada adı geçen bütün ongonlar, şamanlar tarafından hazırlanıp, çadır kapısından girişte sol tarafta veya erkek bölümünde bulunur. Zira, çadırın sağ tarafı kadınlara ait olup, bu tarafta sadece kadınların koruyucu ruhları, yâni hamilelik ve doğumda yardımcı olan veya çocuklarla, ev hayvanlarını koruyan ruhların ongonları bulunur. Altay Tatarlarında da kişinin cinsiyete göre kullanım alanları belirlenmiş ve Ruysbroeck çadırların kapılarının Güneye baktığını, erkeklerin Batı, kadınların da Doğu tarafını kullandıklarını, ailenin reisi olan erkeğin yerinin, çadırın en arkasında, çadıra giren erkekler yaylarını kadınların tarafına asamadıklarını belirtirken, Georgi’de, kadınların erkek tarafında bulunan ongonlara yaklaşmaları ve çadırın o tarafına geçmeye hakları olmadığını anlatır.


Evde muhafaza edilen ongonların dışında, Buryatların dışarıda duran ongonları da vardır. “Dağ ongonları” adı verilen bu ongonlara daha çok Kudinsk, Vercholensk ve Olchonsk bölgelerinde rastlanır. Agapitov, evlenen bir Buryat çiftinin düğünlerinde şamanın onlar için özel bir ongon hazırladığını, bu ongonun kumaş üzerine çizilen insan görünümünde resimlerin, gözlerinin cam veya metal boncuktan, saçlarının samur kürkünden yapılıp, kafasına da birkaç baykuş tüyü takıldığını anlatır. Gördüğümüz bu tarz bazı Ongon resimlerinden anlaşıldığı kadarıyla, resimlerin bedenlerinin alt tarafında samur kürkü kullanılmakta, ongon üzerindeki her resmin göğüs hizasında, insan şeklinde küçük bir metal levhalar asılmakta ve üzerine çizilmiş olduğu kumaş parçasına beyaz ve sarı kurdeleler takılmaktadır. Bu ongonlar, ahşap kutulara veya deri çantalara konduktan sonra üst tarafı oyularak, bir kovuk açılıp, ağzı da bir tahta sürgü ile kapatılabilen kütüklerin içinde muhafaza edilen ve kabilenin kışlarını geçirdiği köyün dışında bir yere dikilirler. Bu direklerin üzerine, içindekileri korumak için küçük bir de çatı yapılır. Bu kutuların içindeki ongonların üzerindeki resimler, ailenin atasını veya bir şamanı ve oğullarını temsil etmekle, çeşitli kurban merasimlerinde kullanılır. Aile reisi öldüğünde, bu ongonla birlikte, ongonun muhafaza edildiği direk de yıkılır.


Her ne kadar Agapitov’un bahsettiği veya B. E. Petri’nin fotoğraflamış oldukları direkler, bozkırda görünmelerine rağmen, isimlerinden anlaşılacağı üzere bu “Ongon”lar genel olarak dağlarda bulunurlar. “Dağ ongonları”nın dışında, Buryatlarda “Dağın İhtiyarı/yaşlısı” inancı vardır. Changalov, her bölgenin, kabilenin veya köyün böyle bir “Dağ ihtiyarı”nın olduğunu ve bu “Dağ İhtiyarı”nın o yerin yahut kabilenin koruyucu ruhu (zajan) olduğuna inanıldığını aktarır. İnanışlarına göre bu “Dağ İhtiyarları”, o dağda veya ormanda defnedilmiş olan erkek veya dişi şamanların ruhları olup, güçleri de sadece o bölgeyle sınırlıdır. İçlerinden bazılarının tanındığı ve saygı gördüğü bölge çok geniş olabilir, ama tesir sahaları mahallî olduğundan, başka bölgelerde yaşayanlar, bu ruhlar için kurban veya sunuda bulunmazlar.


Buryatlar, iyi ruhların hayvan sürülerini koruyup gözettikleri inancıyla, yaşadıkları bölgelerdeki dağlara bazı küçük çadırlar yapıp bırakırlar. “Hayvanların ve hayvancılığın tanrıları”nın geceleri veya kötü havalarda bu çadırlarda barınıp, sürüyü gözeteceğine inanırlar. Benzeri biçimde Soyoteler de kötü havalarda ruhların içine girebilmeleri için, kutsal olarak nitelendirdikleri dağlarda “ãva” adını verdikleri çadır kurup bırakırlar.


Buryat inançlarında bir tapınma nesnesi hâlini almış olan bu ruhlar dışında, kurban vermeye gerek olmayan ama uğursuzluk getirebileceğine inanılan başka birçok tabiatüstü varlık bulunur. Bu yaratıklardan biri, geceleri dolaşan, tek gözlü ve gözü kedi gözü gibi parlayan “Anakhai” olup, başka hayvanların suretine girdiğinde bile, yine tek gözü vardır. İnsanlar onun çıkarttığı sesleri ve kendine has kokusunu duyarlarsa da, onu ancak şamanlar görebilirler. Bir Buryat tekerlemesinde; “Ocaktan uzaklaşanı kurt, köyden uzaklaşanı anakhai yer” sözleri, bu yaratığın kötü karakterini anlatır. Anakhainin çocuğu olmadan ölmüş bir kadının ruhu olduğu ve bu sebeple genellikle çocuklara musallat olduğu ve onlara eziyet ettiği anlatılır. Çocukları ondan korumak için, çocukların beşiğine Anakhainin korkacağı bir nesne bırakılır ki, bu nesneler genelde metal bir ayna, kırbaç veya çıngıraktır. Anakhainin özellikle silahlardan, metal nesnelerin birbirine çarpma sesinden, ateşten ve dumandan korktuğuna inanılır. Bir çocuğa Anakhai musallat olduğunda, çocuğun bir resmi çizilir ve bir beşiğin içine konarak, bozkıra bırakılır. Anakhainin bundan sonra çocuk yerine bu resme eziyet edeceğine inanılır. Bu yaratığı sadece şamanlar görüp yakalayabilirler ve anlatılana göre, şaman onu yakalayıp döverek cezalandırdığında dayanılmaz derecede ağır bir koku salar. Anakhai’ye benzeyen ve kötü kokan bir başka yaratık da “Uker”dir. Bu yaratık, aç ve üşümüş hâlde insanların kulübelerine girerek, karnını doyurup, ısınmaya çalışır. Küçük çocukları tuzağa düşürmeye çalışan bu yaratık, genç yaşta ölmüş bir kadının ruhudur. Musallat olduğu kişi tabii yollardan öldüğünde, “uker” de nihayet ölüler ülkesine gider.


Loğusa yatağında ölen genç kadınların veya genç kızların huzursuz ruhları olan “Dakhul” ve “Ada” da evlere musallat olarak, küçük çocuklara eziyet ederler. Çocukların boğazlarını sıktıkları ve çocukların boyunlarında mor parmak izlerinin kaldığı anlatılır. Bu ruhlardan “Ada” isimli olanı, genelde açtır ve evlerde yemek arar. Onun yemiş olduğu yemeklerden yiyenler, balgamlı bir öksürüğe tutulurlar. “Ada”nın insan görünümlü küçük bir yaratık olduğuna inanıldığından, evlerden uzak tutmak için baykuş derisi kullanılır. “Ada”nın bir başka özelliği de sarımsağı andıran bir koku yaymasıdır. Bazen gizemli bir ışık demeti içerisinde ortaya çıkar ki, bu tarz ışık yayan başka iki ruh da “Ablin” ve “Zya”dır.


İnsanların evlerinin civarında toplanıp, yaşayanların ruhlarını ele geçirmek için sık sık istenmeyen misafirler olarak ziyafet ve düğünlere gelen ruhlara Buryatlar “Bokholdoi” adını verirler. Bu ruhların özellikle ayın karanlığında veya yeni hilâlin yeni göründüğü gecelerde dolaştıklarına inanıldığından, böyle gecelerde şamanlar bu ruhları kovmak için gürültülü ayinler tertip ederler. Bu yersiz-yurtsuz ruhlar, kimi zaman toplanıp terk edilmiş boş bir kulübe veya çadıra girip, mavi bir ateş yakarak, geceyi orada ateşin başında geçirirler. Bu ruhlar, ateşin başında otururken veya dans ederken asla tam bir çember oluşturmayıp, daima bir açıklık bırakırlar. İnanışa göre, bu açıklıktan girip ruhların ateşinden çalabilen bir kişi zengin olur. Zaman zaman bozkırdaki otların arasında çember biçiminde izler görülür ki, bunların “ruh dansı”nın izleri olduğuna inanılır (İsveççede aynı anlamda elvdans kelimesi vardır). Ruhların bu toplantılarına reisleri olan tek gözlü bir ruh başkanlık eder ve reis, istediği ruhu insan ruhu avlamaya gönderir. Bir efsanede, bir insanın böyle bir ruh toplantısına gelip, reisi alnından vurduğu ve reisin nasıl kalça kemiğine dönüştüğü anlatılır. Söz konusu kalça kemiği, üç gün sonra tekrar ruha dönüşmüştür. Bu ruhların söyledikleri şarkıların insanlar tarafından duyulabildiğine inanılır.

Batarov, “kişinin üç tane ruhu” olduğuna inanan Buryatların kişi öldüğünde bu ruhların birinin yeraltı ülkesine, diğerinin “Bokholdoi” olarak bizim dünyamızda kaldığına, üçüncüsünün de tekrar insan olarak doğduğuna inandıklarını anlatır ki, ölen kişilerin ruhlarının daha sonraki nesillerdeki akrabalarında tekrar dünyaya gelebileceği inancına Tunguzlar ve Yakutlar arasında rastlanır.


Tunguz kabilelerine dair tetkiklerde, ölenlerin ruhlarının burada birçok ayin ve inanışın ana unsuru olduğunu görürüz. Bu konuda en önemli husus, aile içinde nesilden nesile miras gibi aktarılan akraba ruhlardır. Schirokogorov, bu akraba ruhlarının, babanın ölümünden sonra oğullarına ve kızlarına musallat olduğunu aktarır. Bu ruhlar, kızı evlendikten sonra da takip ederler ve yeni ailesine ve çocuklarına musallat olurlar. Musallat olan ruhun anne tarafından aktarılması nadirdir, kadın öldükten sonra ona musallat olan ruh, çocuklarına musallat olmaya devam etmez. Böyle bir ruhun musallat olduğu kişi, bu ruhun bir resmini yapar ve hayatının geri kalanın da ona saygı gösterir ve tapar. Evin erkeği, karısının akrabası olan ruh için de kurban verip, sunular hazırlar. Doğu Tunguzları, nesilden nesile aktarılan ruhlara ve onların resimlerine “šavoki”, bazı kabileler “Syven”, Goldeler ise “Seon” adını verirler. Bazı yerlerdeyse, kökeni ve kim olduğu belli olmayan böyle pek çok ruh vardır. Bu ruhların resimleri, kimileri tahtadan oyularak, kimileri metalden bükülüp veya kağıt veya kumaş üzerine çizilerek, çok çeşitli şekillerde yapılırlar. Trans-Baykal bölge Tunguzlar ve Goldeleri de üzerinde birden fazla unsurun; insanlar, hayvanlar, tabiatüstü varlıklar, hâtta gök cisimlerinin yeraldığı “toplu resimler” hazırlarlar. Bu tarz resimlerin atalar veya akrabaların ruhlarını temsil etmedikleri kesindir, zira bunların yapım tarzlarında açık bir Çin etkisi sezilmekle, bu resimlere bazı Tunguz kabileleri, Moğollar gibi “Burkhan” adını vermektedirler.

17.yy başlarında Tunguzlar arasında araştırmalar yapan Gmelin; “Kendilerinin ahşaptan oydukları yarım dirsek boyunda Tanrıları vardı” diyerek anlattığı bu resimlerin, günümüzde görülenlerin daha eski bir hâlini temsil etmektedirler. Gmelin, “Tunguzların ava veya balık tutmaya elverişli bir yer bulduklarında, bu putlara her akşam sabah bir şeyler vererek, avda başarı ve bereket dilediklerini” ve “av başladıktan sonra ilk yakaladıkları avı, yakaladıkları yerde “şeytana” sunduklarını” aktarır. Aynı bölgeye birkaç on yıl sonra gitmiş olan Georgi ise, bozkırda yaşayan Tunguzların bu Tanrı resimlerini çadırlarının girişinin sol tarafına astıklarını ve her çadırda bu resimlerden on, belki daha fazlasının olduğunu, Orman Tunguzlarının ise bu resimleri çadırın dışına, açıklık yerlerde bulundurduklarını anlatır. Georgi’nin özellikle dikkât çektiği husus, Orman Tunguzlarının bu resimleri muhafaza için bir nevi çadır hazırlayıp, “šonan” adı verilen bu çadırı, üç kazığın piramit oluşturacak şekilde toprağa çakıp, üzerlerine hayvan postundan bir örtü konulmasıyla yapıldığı ve genelde ailenin barındığı çadırın birkaç adım arkasına kurulu olduğudur. “Šavoki” adı verilen bu ahşap tanrı tasvirleri veya resimleri, şaman tarafından hazırlanıp kutsanır. Bu tasvirlerin, mercan yahut kurşundan gözleri olmasına karşılık, elsiz, ayakları oldukça kaba ve hantal, bazılarının kıyafetleri yokken, diğerlerine şaman kıyafetleri giydirilmiş, yükseklikleri bir buçuk ayak kadardır. Yine Georgi’nin aktardığına göre bazı bölgelerdeki Tunguzların, ayrıca taştan tanrıları da bulunmakta olup, bunlar genellikle dağlarda veya ormanlarda tesadüfen bulunmuş biçimsiz taşlardan ibaret, çoğunlukla biraz zorlama bir tahayyülle yontulmuş, bir insan siması şeklinde olduğudur.


Georgi’nin, özellikle bu koruyucu ruhların tasvirlerinin muhafazası hakkında anlattıkları oldukça ilgi çekicidir. Bozkır Tunguzları, Moğol ve Altay Tatarlarıyla benzeri bir âdeti benimserken, Orman Tunguzlarının çadır dışında bir açıklığı tercih etmeleri dikkât çekicidir. Bu konuyu Yenisey Tunguzlarına sorduğumda bana; bu resimlerin şaman çadırında muhafaza edilmediklerini, göç zamanı kayın kabuğundan çantalar içine konup, kutsal rengeyiğinin sırtına astıklarını anlattılar. Bu bölgede rastladığım “ruh resimleri/tasvirleri”nin hepsi ahşaptan olup, metal veya kâğıt veya kumaş üzerine resim yapma âdetine burada rastlanmaz.

Ailenin koruyucu ruhları genelde ailenin geçim kaynağı olan meslek ve zanaatların başarılı şekilde sürdürülmesine yardımcı olsa da, aslında çok yönlü faydaları vardır. Fakat, bazı durumlarda belli bir gayeye yönelik olarak, belli bir ruh resmi/tasviri kullanılır ki, meselâ bazı bölgelerde belli hastalıklar için dua edilen özel bir ruh vardır. Şamanların görevlerine yardımcı olan ve kendilerini sadece şamanlara gösteren ruhlar, bu özel ruhlar arasında en önemlilerdendirler. Tunguzların koruyucu ruhlarının önemli bir bölümü de ölmüş şamanlardır. Georgi, bu ruh resimleri/tasvirlerinin bazılarına şaman kıyafeti giydirilmiş olduğuna ve her kurban töreninde ölmüş şamanların ruhlarından yardım istendiğine dikkât çeker. Yaşanılan bölgeye has ruhların dışında, yabancı bazı ruhlara da dua edildiği olur ki, bu yabancı ruhlara Goldeler ve Doğu Tunguzları “Dona” adı verirler. İnanışa göre, “Dona” şamanın içine girecek olursa, şaman yabancı bir dilde konuşmaya başlar. Her ne kadar yabancı kökenli birçok “Syven” bulunsa da, her ailenin kendi koruyucu ruhu, ailenin geldiği bölgeden bir ruh olması, ölmüş atalara tapma kültüne işaret etmektedir. Goldelerin en çok bilinen “mahallî” koruyucu ruhu “Putsiku”dur ve vatanı Tungus(ka) nehridir.


Lopatin, Goldelerin çok korktukları ruhların resmini yapıp, ruhu bir ayinle bu resme yerleştirdiklerini aktarır. İnanışlarına göre, resmine hürmet gösterilen ve ağzına yağ sürmek suretiyle beslenen ruhlar, ehlileşip, artık tehlike yaratmazlar, hâtta insanlara yardımcı olmaya ikna edilebilirler. Ruhun resmin içine girmesi için, resme bir ip bağlanır, böylece ruh, ipi takip ederek resmin içine girer. Golde ve Doğu Tunguz efsanelerinde ruhların takip ettikleri “ruh patikaları” kavramı, bu ayindeki ip, “ruh patikası”nın yerini alır. Akrabalarının koruyucu ruhuna dönüşen ve bu sebeple kendi akrabaları tarafından hürmet ve bakım gören ruhların sayısı fazla olmayıp, onlardan çok daha fazlası böyle bir şerefe sahip olmadıkları için zayıf, aç, açgözlü ve kötü karakterlidirler. İnsanlara sık sık kötü sürprizler yapan bu huzursuz ruhların çoğunluğu, insanlar arasında dolaşabilmek için ölüler ülkesine gitmeyip, bu dünyada kalmış ruhlardır ve onları yatıştırmak ve memnun etmek için kurbanlar verilir. Öldükten sonra gömülmeyen insanların ruhları da bu son gruba dahildir, bunlara Goldeler ve Doğu Tunguzları “Arenki” adını verirler. Bu ruhlar genelde dağlarda, ormanlarda, nehir ve göllerde ve aniden gelen ecelle nerede karşılaşmışlarsa oralarda dolaşır, ormanlarda sahte ışıklar olarak ortaya çıkar, bağırıp haykırarak veya ıslık çalarak insanları korkuturlar. Ormanın gizemli sesleri onların insanları korkutmak veya tuzağa düşürmek için çıkardıkları seslerdir. Bulundukları yere göre insanları suyun içine veya uçurumlara çekebilir veya ormanın derinliklerinde kaybolmalarına sebep oldukları gibi, bazen de geçenlere küçük taşlar veya ağaç dalları atarlar ve sık sık insanların rüyalarına girerler.


“Buseu” adını verdikleri varlıklar, Goldelerin en çok korktukları ruhlar arasındadır. Ölü doğan, intihar eden veya tabiî olmayan yollardan ölen kişilerin ruhlarının “Buseu”ya dönüştüklerine inanılır. “Buseu”lar bütün mutlu insanları kıskanırlar ve onlara kötülük yapmaya çalışırlar. Bir “Buseu” tehlike yaratmaya başlarsa, şaman bir ayin tertipleyerek, kuru otlardan “Buseu”nun bir resmini hazırlayıp, resmi kulübeden dışarı fırlatırken, bu esnada ayine katılanlar hep bir ağızdan “dışarı” diye bağırırlar. Bu ayinle kötü ruhun kovulmuş olduğuna inanılır. Efsanelerde “Buseu” korkunç görünümü, kocaman dişleri ve devasa bedeniyle, insan yiyici olarak tarif edilirken, istendiği zaman vahşi hayvanların veya kuşların suretine bürünebilen bu yaratık, kulübelerde saklanır ve gece insanlar uyuduğunda onlara azap çektirmeye başlar, hâtta onların bedeninin içine bile girebilir. Hem çocukların, hem de büyüklerin korktukları bir başka yaratıksa, demir tüylü “Gaza” kuşudur. Bu kuşun hem pençeleri, hem de gagası demirdendir.


“Sekka” adlı yaratıksa, kardeş evliliğinden doğma birinin ruhu olup, sadece şamanlar tarafından görülebilen küçük bir piç görünümündedir. Kadınlara musallat olan bu yaratık, onların göğüsleri ve rahimlerini kemirir. Bu ruhu kovabilmek için şaman onu bir resmini yaparak, ruhu içine hapseder ve sonra da bu resmi balık derisinden yapılma bir torbaya koyar.


Doğu Tunguzların “Bon” adını verdikleri yaratığın ise, insana benzer bir bedeni vardır ve damarlarında koyu kırmızı renkte kan akar. İnsanların uyurken kabûs görmelerine sebep olarak onlara eziyet eder. Tunguzlar “Bon”ların, cesedi gömülmemiş bir ölünün ruhunun başka bir ölü bedene girerek onu canlandırmasıyla ortaya çıktıklarına inanırlar. Anlatılana göre, doğum yapmadan ölmüş bir hamile kadının bedenine giren bir “Bon” mezarda doğum bile yapabilir. “Bon” efsanelerde çok sık geçen bir varlıktır.


Bahsi geçen bu yaratıklar için genelde kurban kesilmez, çoğunlukla, bağırarak, davul çalarak, metal eşyaları birbirine vurarak veya ok atıp, ateş ederek bu ruhların kovulabileceğine inanılır. 



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


SELÇUKLUNUN SON HÜKÜMDARLARI

 SULTAN BÖRKYARUK (1093 · 1104)


Büyük Selçuklu İmparatorluğunun en geniş ve yükselme devrinde yaşamış olan Melikşah yirmi yıl saltanattan sonra 1092 yılında hayata gözlerini yumdu. Anadolu onun zamanında Türkleşmişti. Komşu devletlerin tarihçileri Melikşah'ın ölümü üzerine şunları yazmışlardır: «Ülke genişliği itibariyle dünyaya gelen hükümdarların en büyüğü, insanların içinde en seçilmişi, hareket itibariyle en zarifi, tam manasiyle iyi ve haluk, her bakımdan kusursuz ve günahsız, yağmacılığı ve adam öldürmeyi şiddetle men eden, son derece merhametli ve şefkatli, yüksek vicdanlı, tabasının babası, herkese ve bilhassa hıristiyanlara karşı çok hoşgörücü ve koruyucu idi.» diye bu büyük hakanı övmüşlerdir. Devlet teşkilatını kuvvetlendirdi. İlmi korudu. Büyük bir rasathane kurup bilginleri burada topladı.


Melikşah orta boylu, kızıl benizli beyaz tenli, güzel yüzlü, iri ve kuvvetli vücutlu idi. Türk ve İslam dünyasının en büyük İmparatorlarından birisi idi. Eşi Türkan Hatun ise çok güzel, cazibeli, Fakat çok kurnaz ve hilekar idi. Sarayda siyasi entrikalar çevirmişti. Melikşah'ın Börkyaruk, Mehmet Tapar, Ahmet, Sancar, Davud ve Mahmut adlı altı oğlu vardı. En büyüğü Börkyaruk'tu. Melikşah ölünce yerine bunun geçmesi lazımdı. Fakat çok muhteris olan Türkan Hatun oğlu Mahmut'u tahta çıkarmak için yapmadığını bırakmadı.


Türkan Hatun daha Melikşah'ın sağlığında kendi oğlu olan dört yaşındaki oğlu Mahmud'u (Sultan Nasırüddin Veddünya) ünvanıyla veliaht yapmıştı. Bunu duyan veziri azam Nizam-ül· Mülk'de on dört yaşında bulunan Şehzade Börkyaruk'u (Sultan Ebül Muzaffer Rüknüddin) ünvanıyla veliaht seçtirmişti. Bu sebeple Türkan Hatun Nizam-ül-Mülk'e düşman olmuş, ölümüne sebep olmuştur.


Melikşah öldüğü zaman, Türkan Hatun oğlu Mahmut ile Bağdat'ta Halifenin sarayında misafir bulunuyordu. Börkyaruk ta hükümet başkenti olan İsfihan'da idi. Türkan Hatun, Melikşah'ın ölümünü duyar duymaz Abbasi Halifesi (Elmuktefi Biemrullah) tan oğlunun Selçuk tahtına geçmesine müsaade aldı. Kocasının ölümünü halktan saklattı. Şehzade Börkyaruk'u da adamları vasıtasıyla hapse attırdı. Halk bunu duyar duymaz hapishaneyi basıp Börkyaruk'u kurtardılar. Börkyaruk'u Rey şehrine getirerek Sultan ilan ettiler. Bunu duyan Türkan Hatun Bağdat'tan İsfihan'a geldi. Oğlunu Sultan ilan etti. Börkyaruk Rey'de topladığı yirmi bin kişilik bir ordu ile İsfihan'a yürüdü. İki ordu (Berucid) de çarpıştılar fakat Türkan Hatun'un'un ordusu yenildi. Börkyaruk ordusu İsfihan önüne gelip şehri kuşattı. Türkan Hatun Börkyaruk'la bir anlaşma yapt. Börkyaruk'a 500.000 altın vermek suretiyle barış yaptı. Bu anlaşmaya göre İsfihan ve Fars eyaletleri oğlu Sultan Mahmut'a, Börkyaruk da devletin diğer yerlerinin Büyük Sultanı oluyordu. (1092)


İmparatorluk ikiye bölünmüştü. Fakat bu durum uzun sürmedi. Türkan Hatun Börkyaruk'u öldürtmeğe karar verdi. O tek başına valde sultanlık etmek sevdasında idi. Emelini yerine getirmek amacıyla Börkyaruk'un dayısı ve Azarbeycan valisi olan (İsmail) beyle anlaştı. İsmail Bey bir ordu ile Börkyaruk'un üzerine yürüdü. Fakat (Karaç) mevkiinde yenilerek İsfahan'a kaçtı (1093) . Türkan Hatun'un emelleri suya düştü. İsmail Bey de öldürüldü. Bir yıl sonra 1094 yılında Türkan Hatun öldü. Bir müddet sonra da Sultan Mahmut çiçek hastalığına tutularak öldü. Sultan Börkyarukta yalnız başına Sultan kaldı. Esasen asıl Sultan o idi. Börkyaruk'un adı (Bört · Kalpak) (Yaruk · Nur) anlamına gelmektedir. Börkyaruk (Nurlu Börk) demektir. Börkyaruk kendisine vezir olarak Nizam-ül-Mülk'ün oğlu, Müeyyid-ül-Mülk’ü tayin etti. Fakat işleri Atabeyi ( Gümüştekin) görmekte idi.


Börkyaruk'a karşı amcası (Tutuş) isyan etti. Birçok yerleri zaptetti. Rey şehri önlerine kadar geldi. Askerlerinin karşı tarafa geçmesi üzerine yenildi. Harp meydanında öldürüldü (1095). Bu taht kavgaları İmparatorluğun zayıf düşmesine sebep oldu. Selçukluları sarsan (Batıniler) meydanı boş buldular. Bu zamanla Türklüğü mahvedecek en büyük fırtına batı Hıristiyanlarının İslam dünyasına karşı (Haçlı Seferleri) hazırlayıp, Anadolu'ya saldırmaları olmuştur. Kılıç Aslan sayısı milyonları bulan HaçIılarla ölüm dirim boğuşması yaparken Börkyaruk'un Kılıçaslan'a yardım edememesi pek acı olmuştu. Bunun sebebi de taht kavgaları idi. Koskoca bir imparatorluk kökünden sarsılmış, bir daha da kendini toparlayamamıştır.


Börkyaruk bu defa Melikşah'ın kardeşi (Aslan Argun) un isyanıyla karşılaştı. Bunun üzerine Alpaslan'ın diğer oğlu (Börü Bars) ı gönderdi. Fakat yenildi ( 1095) . Bir yıl sonra da kölesi tarafından öldürüldü ( 1096 ) . Bundan sonra da Börkyaruk'un kardeşi Mehmet Tapar taht kavgasına başladı ( 1096 ) . Fakat Mehmet'le başa çıkamadı Börkyaruk'u kötü duruma düşürdü. Nihayet Börkyaruk, Mehmet'le anlaşıp devleti böldüler ( 1104) . İsfihan, Rey, Hemeden Börkyaruk'a; Azarbeycan, Diyarbakır, Musul Mehmet'e bırakıldı. Bu suretle birlik bozuldu. Taht kavgaları devletin yıkılmasına sebep oldu.


Börkyaruk'un zamanı karışıklık içinde geçmiş, kardeşi Mehmet Tapar isyanıyla devleti sarsmış, batıniler yağmacılık etmişler, Anadolu da Haçlıların istilasına uğramıştır. Börkyaruk, Rey, şehrine çekildi, kendine ayrılan yerleri idare etti. Mehmet Tapar da Azarbeycan'da ayrı olarak saltanat sürmekte idi. Diğer kardeşi Sancar da Börkyaruk'u tanımıyordu. Devlet üçlü olarak idare edilmekte idi. Sancar Horasan'a hakim oldu. Bunlar birbirleriyle vezirleri vasıtasıyla görüşüyorlardı. Bu durum imparatorluk için çok fena olmuştu. Büyük Selçuklu İmparatorluğu pek yakında çökebilirdi.


Börkyaruk Abbasi Halifesini ziyaret etmek için Bağdat'a gitmek üzere İsfihan'dan çıktığı zaman, ağır bir hastalığa tutuldu. Fenalaştığını anlayınca yolda ordusunu topladı. O zaman beş yaşında oğlu (Melikşah'ı) tahta geçirdiğini söyledi. Askerlerine biat ettirdi. Genç Şehzadeyi idare etmek üzere (Emir Ayazi) yi Atabey tayin etti. Bir müddet sonra yolda öldü. Ölüsü İsfihan'a götürülerek gözdelerinden birinin yaptırmış olduğu türbeye gömüldü. Börkyaruk 1104 tarihinde öldüğü zaman 27 yaşında idi. 12 yıl 4 ay saltanat sürmüştü. Cömert, iyi ruhlu, halim bir hükümdardı. Bu devirde saltanat süren (Mahmud'u Hükümdar sayanlar varsa da doğru değildir. Büyük Sultan Börkyaruk'tu.)


MEHMET TAPAR ( 1104 -·1117 )


Börkyaruk'un ölümünden sonra Mehmet Tapar'a gün doğdu. O devleti tek başına idare edecekti. Fakat Börkyaruk'un oğlu Melikşah Atabeyi Ayaz ile Bağdat'a giderek adına hutbe okuttu. Bunu duyan Mehmet Tapar derhal Bağdat'a geldi. Savaş olacağı esnada Atabey Ayaz, barış teklif etti. Bu anlaşmaya göre Mehmet Tapar Sultan unvanını taşıyacaktı. Fakat bir müddet sonra Melikşah Sultanlığını ilan edebilirdi. Bir gün Mehmet Tapar, Atabey Ayaz'ı yanına çağırttı. Adamlarına Ayaz'ı boğdurttu. Tek başına Sultan kaldı.


Mehmet Tapar zamanında Batıniler işi azıttılar. Bunları yenmek kabil olmuyordu. Kervanlar yola çıkamaz olmuşlardı. Merkeze giden tüccarların mallarını yağma ettiler. Mehmet Tapar memleketin birliğini korumaya çalıştı. Batınilerle uğraştı. Fakat en büyük tehlike Haçlılar meselesi oldu. Bu işi komutanlarından (Çavlı) ya bıraktı. Fakat Çavlı Haçlılarla uğraşacağına Anadolu Sultanı Kılıç Aslanla savaştı. Bu büyük Sultanı öldürdü ( 1077) Fakat Haçlılara karşı bir şey yapamadı. Buna rağmen Mehmet Tapar Haçlılarla uğraştı.


Batıniler. İsfihan civarında bir kaleyi zapttetmişlerdi. Mehmet Tapar bu kaleyi kuşattı. Batıniler kötü duruma düştüler. Bu defa Mehmet. Tapar'ı bir hile ile öldürmeği düşündüler. Sultan her ay kan aldırırdı. Batıniler kan alacak adama bin altın vererek elde ettiler. Kan alıcı, zehirli bir neşter ile kan alarak Mehmet Tapar'ı zehirliyecekti. Sultan'ın hizmetçilerinden biri bunu haber alarak, Sultana söyledi. Sultan derhal cerrahını çağırdı. Adam damarı keseceği zaman Mehmet Tapar adama pek şiddetli bakınca korkusundan elindeki neşter yere düşüverdi. Saray adamları bu zehirli neşterle cerrahın kanını aldılar o anda öldü. Bundan sonra kaleye taarruz edilerek zaptedildi. Batınilerin başı olan Ahmet yakalanıp derisi yüzüldü.


Sultan Mehmet Tapar İsfihan'da birdenbire hastalandı. Öleceğini anlayınca oğlu Mahmut'u yanına çağırdı. Göz yaşlarıyla oğlunu kucakladı. Elile başına Sultanlık tacını giydirdi. Kollarına bileziklerini geçirdi. Tahta çıkmasını emretti. Oğlu Mahmut babasına:


«Bana bugün Sultan olmak için eşref saat gelmemiştir» deyince Mehmet Tapar :

«Bugün benim için eşref saat değildir, fakat senin eşref saatindir» dedi. Bir müddet sonra öldü (1117). Saltanat, 13 yıl 8 ay sürdü. Servet olarak bir milyon altın bıraktı.


SULTAN SANCAR ( 1117 · 1157 )


Sultan Mehmet Tapar'ın ölümünden bir kaç gün sonra, oğlu Mahmut adına hutbe okuttu. Fakat Horasanda hükümet süren Melikşah'ın oğlu Sancar Sultanlığını ilan etti (1117). Horasandan bir ordu ile Mahmut'un üzerine yürüyerek onu yendi. Aralarında bir anlaşma yapıldı. Mahmut Sancar'a tabi oldu. Mahmut ava çok meraklı idi. Sayısı 400 e varan köpeklerinin her birisinde sırma ve ince işlemeli birer tasma ile örtüleri vardı Çok geçmeden öldü. Yerine oğlu Davud'u geçirmek istediler.


Devlet Sultan Sancar'a kaldı. Sancar cesur bir cenk adamı idi. Kanuna, töreye saygı gösterirdi. Şairleri çok severdi. Şair Enveri'yi bütün seferlerinde beraberinde götürmüştü. İlk zamanlarında parlak zaferler kazanmıştı. Gaznelilerin başkenti Gazneyi zaptetmişti. Sancarın en büyük düşmanları orta Asya'da Karahıtaylar, Harzemşahlar, Şaman Oğuzlar idi. Harzem Hanı Adsız Han isyan ettiyse de bu isyanı bastırdı. Karahıtaylar Mavera-ün­ nehir'e hücum ettiler. Semerkant civarında yapılan savaşlarda Sancar yenildi.


Sultan Sancar'a Şaman Oğuzlar isyan ettiler. Eskiden beri Şamanizmi devam ettiren Oğuzların bir kısmı Belh şehri bölgesinde yaylak ve kışlakları olan 40.000 çadır halkı, Selçuk sarayı mutfağına vergi olarak yılda 24.000 koyun veriyorlardı. Oğuzların başbuğu (Kurd Bey) bulunuyordu. Selçuk memurları Oğuzlara zulm etmeğe başladılar. İstenilen vergiyi vermediler. Sultan Sancar Oğuzların üzerine 100.000 kişilik atlı bir ordu ile harekete geçti. Bunu haber alan Oğuzlar, bütün mal ve hayvanlarını çadırlarının etrafına topladılar. Kendileri de bu yığınak'ın etrafına halka oldular. Mallarını, ordularını, canlarını öne koydular.


1153 yılında müslüman Oğuzlarla, atalarının dininden olan Şaman Oğuzlar savaşa giriştiler. Selçuk ordusu kısa bir zamanda paniğe uğradı. Pek çoğu da can verdiler. Kaçanların ardına düştüler. Bu esnada Sultan Sancar da Şaman Oğuzların eline esir düştü. Sultan Sancar'a görünüşte saygı gösterdiler, fakat esir olarak her gittilkeri yere götürdüler, dileklerini yaptırdılar. Sultan Sancar'a bu esaret pek ağır gelmekte idi. Oğuzlar Horasan'ı işgal ettiler. Birçok şehirleri de yağmaladılar. Üç yıl sonra bir sürek avı esnasında Sultan Sancar'ı Oğuzların elinden kaçırdılar. Bu suretle esaretten kurtuldu (1156). Halk onun esaretten kurtuluşuna çok sevindi. Devleti yeniden düzene koymağa çalıştı. Fakat o eski devirlerin kuvveti yerine getirilemedi. Sultan Sancar'a esirlik pek ağır gelmişti. Hastalanıp yatağa düştü. 29 Nisan 1157 tarihinde 72 yaşında Merv şehrinde vefat etti.



Sancar ölür ölmez ona tabi olan beyler istiklallerini ilan ettiler. Selçuklu saltanatı Horasan ve İran'da tarihe karıştı. Mavera-ün-nehir bölgesi Karahıtaylarla, Harzemşahlıların eline geçti, yıllardan beri Türkmen Egemenliği altında yaşayan Bağdat halifeleri de egemen oldular. Sancar'dan sonra Mahmut ve Tuğrul devlete hakim olmak istedilerse de muvaffak olamadılar. Büyük Selçuklu Devletinin yerine Oğuzlardan olan Harzemşahlar devleti hakim oldu.


Türkiye tarihinin şan ve şerefle dolu bir tarihini yaşatmış olan (Büyük Selçuklu İmparatorluğu) sona erdi. Selçuk, Tuğrul, Alpaslan ve Melikşah gibi büyük hakanlara malik olmuş olan bu koca imparatorluk 1157 tarihinde tarihini kapadı.


Büyük Selçuklu İmparatorluğu Selçuk Hanın tahta geçiş tarihi olan 985 den, Sultan Sancar'ın ölümü olan 1157 tarihine kadar (172) yıl yaşamıştır.  



SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak