13 Mart 2023 Pazartesi

FIKIH-2

 


MÜKELLEFİYET ve HÜKÜM


İslâmî terminolojide mükellefiyet, kişinin dinin hitabına muhatap olması halini ifade eden bir terimdir. Mükellef de, dinî hitapla yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına birtakım dünyevî-uhrevî, dinî-hukukî sonuçlar bağlanan aklî melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) olan insan demektir. Mükellefiyetin temel şartı ehliyet, yani kişinin dinî-hukukî sorumluluk taşımaya elverişli olmasıdır. Ancak böyle bir ehliyetin mevcudiyeti için ne gibi şartların aranacağı hususu, iman, ibadet, toplumsal ödevler ve sorumluluklar gibi farklı alanlarda bazı farklılıklar gösterebilir.


A) EHLİYET


Ehliyet, kişinin dinî ve hukukî hükme konu (muhatap) olmaya elverişli oluşu demektir. Kur'an'da yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtilerek (el-Ahzâb 33/72) diğer bütün varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilir. İnsanın dinin hitabına ehil olması akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunması sebebiyledir. İnsanın bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna İslâm âlimleri ehliyyetü'l-hitâb derler. Bundan maksat insanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olması demektir. Bu tür dinî sorumluluk için aklın tek başına yeterli olup olmadığı veya ne gibi ilâve şartlar arandığı özellikle kelâm ve usul âlimleri arasında geniş tartışmalara konu olmuştur.


İslâm hukukunda ehliyet kavramı, kişinin hak ve borçlarının sabit olması, dinî ödevlerle mükellef tutulması, hukukî işlem ve davranışlarının geçerliliği, toplumsal ve cezaî sorumluluk taşıyabilmesi gibi farklı kademelerdeki hak ve yükümlülükleri kapsadığından ehliyetin buna uygun bazı ayırım ve kademelendirmelere tâbi tutulması kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bu kademelerden her biri, farklı seviyede aklî ve bedenî yetişkinliği gerektirir. Bunun için de ehliyet, kişinin anlama, düşünme ve yapabilme kabiliyetinin inkişaf seyrine bağlı olarak tedrîcen gelişme gösteren itibarî bir sıfat olarak algılanmıştır. Diğer bir ifadeyle, ehliyetin belirlenmesinde kişinin konumu kadar karşılaşılan hak ve borcun, dinî ve hukukî fiil ve işlemin mahiyeti de önem arzeder. Bunun sonucu olarak İslâm hukukunda ehliyet "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" şeklinde iki ana safhaya, insan hayatı da cenin, çocukluk, temyiz, bulûğ ve rüşd şeklinde devrelere ayrılmıştır.


Vücûb ehliyeti, kişinin haklara sahip olabilme ve borç altına girebilme ehliyetidir. Vücûb ehliyetinin temelini zimmet ve hukukî kişilik teşkil eder; bu ehliyetin yaş, akıl, temyiz ve rüşd ile alâkası yoktur. Aklî ve bedenî gelişimi ne durumda olursa olsun yaşayan her insanın bu tür ehliyete sahip olduğu kabul edilir. Ceninin sağ doğması kaydıyla miras, vasiyet, vakıf ve nesep haklarının bulunduğu bu sebeple de eksik vücûb ehliyetine sahip olduğu belirtilir. Edâ ehliyeti ise, kişinin dinen ve hukuken muteber olacak tarzda davranmaya ve hukukî işlem yapmaya elverişli oluşu demektir. Edâ ehliyetinin temelini akıl ve temyiz gücü teşkil eder. Akıl ve temyiz gücü tam olduğunda tam edâ ehliyetinden, eksik olduğunda ise eksik edâ ehliyetinden söz edilir.


Kişinin iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ana hatlarıyla olsun ayırabilmesi demek olan temyiz, edâ ehliyetinin başlangıcıdır. Temyiz çağına gelmeyen çocuğun, akıl hastasının ve bu hükümde olan kimselerin edâ ehliyeti yoktur, haklarını kanunî temsilciler vasıtasıyla kullanırlar. Bunların dinen ve hukuken geçerli niyet ve iradeleri bulunmadığından imanla ve ibadetlerle mükellef tutulmazlar, fiilleri sebebiyle cezaî sorumluluk da taşımazlar. Sözleri, hukukî fiil ve işlemleri hukuken geçersiz olup yok hükmündedir.


Henüz bulûğa ermemiş fakat temyiz çağına gelmiş çocuklar ise eksik edâ ehliyetine sahiptir. Kişiler yaklaşık olarak yedi yaşından bulûğa kadar mümeyyiz sayılır. Mümeyyizlerin dinî edâ ehliyeti ile hukukî (medenî) edâ ehliyeti bazı farklılıklar gösterir. Mümeyyiz çocuklar iman, namaz, oruç, hac, kefâret, cihad, iyiliği emredip kötülüğü engelleme gibi dinî ödevlerle ve bedenî ibadetlerle mükellef değildir. Davranışlarının hukukî-malî sorumluluğu bulunsa da cezaî sorumlulukları yoktur. Bu sebeple bu kimseler için dinî teklif ehliyeti ile cezaî ehliyet ortak özellikler taşır. Ancak çocukların dinî hayata, ibadetlerin ifasına erken yaşta alıştırılması ve bu yönde eğitilmesi tavsiye edilmiştir. Ayrıca Mu`tezile temyiz çağından itibaren Allah'a imanın vâcip olduğu, Ahmed b. Hanbel de çocuğun on yaşından itibaren namaz ve oruçla mükellef sayılacağı görüşündedir. İslâm âlimleri, mümeyyiz çocuk mükellef tutulsun-tutulmasın, imanın ve ifa ettiği ibadetlerin sahih olduğu görüşündedir. Ancak bulûğdan önce yapılan hac ibadeti sahih olsa bile bulûğ sonrası farz olabilecek hac farîzasını düşürmez. Mümeyyiz çocuğun ve bu hükümde olan kimselerin yaptığı hukukî işlemlere gelince hibeyi, sadakayı, vasiyeti kabul gibi sırf fayda yönü bulunan ve mal varlığında artışa yol açan hukukî işlemleri kimsenin izin ve onayına bağlı olmaksızın geçerli olur. Mahiyet icabı hem kâr hem de zarar yönü bulunan alım satım, kira, şirket gibi bedelli hukukî işlemleri ancak kanunî temsilcisinin izin veya onayı ile geçerli olur. Hibede bulunma, borç ikrarı, kefalet gibi sırf zarar sayılan hukukî işlemleri ise mümeyyiz de kanunî temsilcisi de yapamaz. Bu sınırlamalar hem sınırlı aklî yetişkinliğe ve muhakeme gücüne sahip bulunan mümeyyiz küçüğü hem de üçüncü şahısları korumayı amaçlayan tedbirlerdir.


Biyolojik ergenlik demek olan bulûğ, kişinin çocukluk döneminden çıkıp yetişkin insanlar grubuna katıldığı hayatının önemli bir dönüm noktasıdır. Bulûğ erkek ve kız çocuğunun fiilen ergenliğe kavuşması (erkeklerin ihtilâm olmaya, kızların âdet görmeye başlaması) ya da fiilen bâliğ olup olmadığına bakılmaksızın belli bir âzami yaş sınırına ulaşması demektir. Bu ikincisine hükmen bulûğ tabir edilir. Hükmen bulûğ yaşı Ebû Hanîfe'ye göre erkeklerde 18, kızlarda 17 yaş, çoğunluğa göre her ikisi için de 15 yaştır. Bulûğla birlikte kişinin yeterli aklî yetişkinlik kazandığı var sayıldığı için aksini gösteren bir delil olmadıkça kişi akıl ve bulûğ ile tam edâ ehliyeti kazanır. Dinî terminolojide buna "âkıl ve bâliğ olmak" tabir edilir. Bunun anlamı kişinin, hakları kullanmaya, sözlü yazılı ve fiilî hukukî işlemleri bizzat yapmaya, dinî ve içtimaî mükellefiyetlere muhatap olmaya ve cezaî sorumluluk taşımaya ehil hale gelmesidir. Tam edâ ehliyetine teklif ehliyeti de denir. Kişinin malî konularla normal seviyede tedbirli ve basiretli davranması demek olan rüşd, genelde bulûğ ile birlikte gerçekleşir. Kişi bâliğ olmuş da reşid olmamışsa, bu durum onun dinî ve cezaî ehliyetini etkilemez, bu iki ehliyeti tam olarak mevcuttur, sadece malî yönü bulunan hukukî işlemlerde ehliyetine bazı sınırlamalar getirilir.


Dinî ve hukukî sorumluk için kişinin edâ (teklif) ehliyetine sahip bulunması şart olduğundan bu ehliyeti yok eden veya azaltan her kalıcı veya ârızî durum haliyle kişinin mükellefiyetini de yakından etkiler. Bu sebeple edâ ehliyeti bulunmayan gayri mümeyyiz küçük ve akıl hastaları dinen mükellef sayılmazlar. Uyku, unutma, baygınlık gibi ârızî hallerde de mükellefiyet yoktur. Hz. Peygamber "Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır; uyanıncaya kadar uyuyan, bulûğa erinceye kadar çocuk ve aklî dengesine kavuşuncaya kadar deli" (Tirmizî, "Hudûd", 1; Dârimî, "Hudûd", 1) buyurarak buna işaret eder. Çünkü İslâm dininde kişilere yüklenen sorumluluk ile kişilerin bu sorumluluğu taşıma gücü arasında daima bir denge bulunur. Kur'an'da da İslâm tebliğinin rahmet ve merhametten ibaret olduğu (el-Bakara 2/178; el-A`râf 7/52; Yûnus 10/57; el-Enbiyâ 21/107), hiç kimseye gücünün üzerinde yük yüklenmeyeceği belirtilmiş (el-Bakara 2/286), hadislerde de mükellefiyetlerin vazedilmesinde tedrîcîliğin, insanların hal ve şartlarının gözetildiği, mükellefiyetlerin asgari sınırda tutulup kolaylığın esas alındığı sıklıkla vurgulanmıştır. Ehliyeti kısmen azaltan veya tamamıyla yok eden sürekli ve geçici hallerde dinî-hukukî mükellefiyetlerin de bu duruma uyumlu olarak azaltılmış veya kaldırılmış olması bu genel ilkenin bir uygulaması mahiyetindedir.


B) HÜKÜM


İslâm dininin, insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak üzere getirdiği kuralların bütününe şer`î hükümler (ahkâm-ı şer`îyye) veya ilâhî hükümler (ahkâm-ı ilâhiyye) tabir edilir. Şer`î hüküm denince, âyet ve hadislerin doğrudan ifade ettiği hükümler anlaşılır ve bunlar da konuları itibariyle itikadî, ahlâkî ve amelî olmak üzere üç ana gruba ayrılabilir. Dinin itikadî hükümleri, bütün dinî ahkâmın temelini oluşturur. İman esasları böyle olup bunlara kendi bütünlüğü içinde ve nasların bildirdiği şekilde inanılması esastır. Bu hükümlerle akaid ve kelâm ilimleri ilgilenir. Ahlâkî hükümler, insanların kendi aralarında ve diğer canlılarla ilişkilerini iyileştirip nefsin eğitilmesini hedefleyen hükümlerdir. Ahlâk ve tasavvuf ilimlerinin ana konusunu teşkil ederler.


Amelî hükümler, itikadî hükümlere nisbetle ikinci derecede oldukları için bunlara ahkâm-ı fer`iyye de denilir. Bu hükümler mükellefin dış dünyaya yansıyan davranışlarına bağlanacak sonuçları ve bunlarla ilgili kuralları konu edinir. Bunlar da ibadetler ve muâmelât şeklinde iki kısma ayrılır. İbadetler insan ruhunu ve iradesini terbiye eden, düşünme yeteneğini geliştiren, fikrî olgunluğunu artıran, dünyevî menfaati bulunsun veya bulunmasın sırf Allah'ın rızâsını kazanmak için yapılan fiil ve davranışlardır. İbadetlerle ilgili temel kurallar ve şartlar Allah ve Resulü tarafından tek tek açıklanmıştır. İbadetler Allah hakkı olarak yapılır, zamanın ve şartların değişmesiyle değişmez, artmaz eksilmez. Bu sebeple de ibadetlerle ilgili dinî hükümlere "taabbüdî hükümler" denilir. Bunlar iman esaslarından sonra dinin ikinci derecede önemli unsurunu teşkil eder. Muâmelât ahkâmı ise ferdin diğer fertlerle ve toplumla ilişkilerini düzenler, bunları belli kurallara ve sonuçlara bağlar. Bu hükümler temelde adalet ilkesine dayanmakta olup Kur'an ve Sünnet'te muâmelât ahkâmının sadece temel ilkeleri ve amaçları açıklanmış, bununla birlikte bazı konularda ayrıntılı hükümler de sevkedilmiştir. Diğer bir ifadeyle Kur'an ve Sünnet'teki muâmelât ahkâmı sınırlı sayıdadır ve çoğu ilke ve amaç tesbiti mahiyetindedir. İslâm literatür ve geleneğinde oluşan zengin muâmelât ahkâmı, genelde İslâm hukukçularının âyet ve hadisler etrafında geliştirdiği hukuk kültürünü yansıtır. Bu sebeple de muâmelet ahkâmı, Kur'an ve Sünnet'e aykırı olmamak kaydıyla zaman, yer ve örfe göre değişiklik gösterebilirler.


Dinî hükümler bu şekilde üç gruba ayrılsa bile, Kur'an ve Sünnet'te yer alan bir hükmün hangi grupta yer aldığına bakılmaksızın doğruluğuna ve geçerliliğine inanmak aynı zamanda itikadî bir vecîbedir. Meselâ namaz kılma, zekât verme, şarap içmeme, hırsızlık yapmama amelî bir hüküm ise de bu emir ve yasaklara uymanın doğru ve gerekli olduğuna, inanmak itikadî bir gerekliliktir. Bu sebeple namaz kılmama veya içki içme dinî-amelî bir hükmün ihlâli, namazın, orucun farziyetini, faizin, zinanın haramlığını inkâr ise itikadî bir hükmün ihlâli anlamını taşır. Çünkü İslâm inancına göre Allah ve Resulü neyi emretmiş ve neyi yasaklamışsa müslümanın önce bunların doğru ve gerekli olduğuna inanması sonra da gücü yettiği ölçüde bunları yerine getirmesi gerekir.


Fıkıh usulünde hüküm önce vaz`î hüküm-teklifî hüküm şeklinde iki gruba ayrılır. Her bir grupta yer alan temel kavramlar ve hükümler aynı zamanda mükellefin davranışlarının dinî ve hukukî sonucunu da yakından ilgilendirir.


a) Vaz`î Hüküm


İki durum arasında şâriin kurduğu bağı ifade eden vaz`î hüküm, kendi içinde sebep, şart ve mâni` şeklinde üçe ayrılır. Bu grupta yer alan sebep, rükün, şart, mâni, sıhhat, fesad, butlân gibi ayırım ve kavramlar özellikle ibadetler ve ahvâl-i şahsiyye alanında önemli sonuçlara sahip olduğundan öncelikle bu temel kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır.


Sebep


Şâriin varlığını hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu için alâmet kıldığı durumdur. Meselâ vakit namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisab miktarına ulaşması zekâtın sebebidir. İbadetler genelde mükellefin iradesi dışında gerçekleşen sebeplere, muâmelât ise iradesi ile gerçekleşen sebeplere bağlanmıştır. Satım akdi mülkiyetin intikali, hırsızlık ve adam öldürme öngörülmüş cezaların infazı için sebep olduğu gibi. Sebep doğmazsa hüküm de gerçekleşmez.


Rükün


Fıkıh ilminde bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden bir unsuru ifade eder. Bu daha çok Hanefîler'in tanımına göre yapılmış bir açıklamadır. Diğer fakihlere göre, bir şeyin temelde varlığı kendisine bağlı husus -o şeyin yapısından bir parça teşkil etmese de- rükün olarak anılır. İbadetlerde rükünler ve bunların yanında sıhhat şartları o ibadetin farzlarını oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması o ibadeti geçersiz (bâtıl, fâsid) kılar. Namazda Kur'an okumanın (kıraat), rükû veya secdenin terkedilmesi böyledir.


Şart


Bir hukukî sonucun varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parça teşkil etmeyen fiil veya vasıftır. Meselâ namaz için abdest, nikâh akdinde şahit şarttır. Bunlar olmadan namaz ve nikâh olmaz. Ancak bunlar namazın ve nikâhın birer parçası olmadığı gibi abdest ve şahit namazı ve nikâhı zorunlu kılmaz. Şâri` bir şartı bir hükmün muteber olması için gerekli görmüşse buna şer`î şart denir. Bu şartlar bulunmadan ibadetler ve hukukî işlemler gerçekleşmez. Küçüğe malının verilebilmesi için rüşd çağına gelmesi, zekâtta nisab miktarına mâlik olduktan sonra üzerinden bir yılın geçmesi şartları böyledir. İnsanların kendi hukukî işlemleriyle ilgili olarak ileri sürdükleri şartlara da ca`lî şartlar denir. Takyîdî ve ta`likî şartlar böyledir. Özellikle akidlerde hangi tür şartın ileri sürülebileceği ve bu şartların akde etkisi İslâm hukukçuları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır.


Mâni`


"Varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durum" şeklinde tanımlanır. Din ayrılığı ve mirasçısını öldürme mirasçı olmaya, hayız ve nifas halleri namazın farz olmasına, yakın kan hısımlığı nikâh akdine mâni` sayılmıştır. Nisab miktarı mala sahip olduğu halde aynı miktarda borcun bulunmasının zekâtın vâcip olmasına mâni` teşkil etmesi de bir diğer örnektir.


Gerek ibadet gerekse muâmelât türünden olsun mükelleften sâdır olan şer`î-hukukî nitelikteki fiiller, yukarıda sözü edilen rükün ve şartları taşıyıp taşımamasına göre sahih-bâtıl veya sahih-fâsid ve bâtıl şeklinde bir ayırıma ve nitelendirmeye tâbi tutulur. Bir ibadetin veya hukukî işlemin, öngörülen rükün ve şartları ihtiva etmesi halinde sahih olacağında görüş ayrılığı yoktur. Bu bağlamda sıhhat, bir fiilin gerekli rükün ve şartları taşıması, butlân rüknünün veya kurucu unsurlarından birinin eksik olması, fâsid de rüknü ve unsurları tamam olduğu halde şartlarının eksik olması anlamlarını taşır. Bir hukukî işlemin bâtıl olması, onun kurulmamış ve yok hükmünde olması ve bu işleme hiçbir hukukî sonucun bağlanmaması demektir. Bir hukukî işlemin fâsid olması ise, esasen onun var olup sadece bazı şartlarının eksik bulunması ve çoğu kez bu eksikliğinin sonradan giderilebilmesi ve işlemin ancak böyle bir ikmalden sonra sahih hale gelebilmesi demektir. Bu sebeple fâsid bir fiile bazı hukukî sonuçlar bağlanabilir. Muâmelâtta bâtıl-fâsid, yani butlân-fesad ayırımı özellikle Hanefîler'in ön plana çıkardığı bir yaklaşımdır.


İbadetlere gelince, fakihler butlân ile fesadın ibadetlerde aynı anlama ve sonuca sahip olduğunda görüş birliğindedir. Bu sebeple de ibadetten eksiklik ister rükünde isterse şartların birinde olsun sonuç aynıdır. Meselâ secdesiz namazda rükün, abdestsiz kılınan bir namazda şart eksiktir. Bu tür fiillere hiçbir dinî ve hukukî olumlu sonuç terettüp etmez. Netice itibariyle rükün ve şartlarından biri eksik olan ibadet fâsid veya bâtıl olacağı gibi, şer`an geçerli halde başlanmış bir ibadet, mahiyetleriyle bağdaşmayan bir davranış sebebiyle de fâsid ve bâtıl hale gelebilir. Meselâ namazda konuşulması, oruçlunun bilerek yemesi ve içmesi böyledir. İbadetler konusunda fâsid ve bâtıl aynı anlamı ifade ettiği gibi yine aynı anlamda olmak üzere sahih değil, câiz değil, muteber olmaz, geçersiz gibi tabirler de kullanılabilir. Bozulup geçersiz hale gelen ibadetin iadesi veya kazâsı gerekir. Bazan da ceza olarak ayrıca kefâret gerekli olur.


Fesadın sözlükte "bozulma", ifsadın "bozma", fâsidin de "bozuk" olan şey" anlamına geldiğini biliyoruz. Bundan hareketle, bir ibadeti bozan veya bir hukukî işlemi sakatlayan fiil ve eksikliğe müfsid denir. Diğer bir ifadeyle, ibadetler alanında müfsid, usul ve âdâbına uygun şekilde başlanmış bir ibadeti bozup geçersiz hale getiren davranış ve eksiklik demektir.


Esasen müfsid, şer`î-teklifî hükmün çeşitli ayırımlarında yer almamakla birlikte mükellefin fiilleri grubuna alınıp kişinin bilmesi gereken temel ilmihal bilgileri arasında sayılması, bir bakıma şer`î hükmün vaz`î hüküm grubunda yer alan ve yukarıda özetle temas edilen sebep, rükün, şart, mâni, sıhhat, fesad ve butlân gibi ayırım ve kavramların ibadetler ve ahvâl-i şahsiyye alanındaki önemli sonuçlarını göstermeyi ve mükellefi bu konuda bilgilendirmeyi amaçlar. Bu itibarla ilmihal literatüründe mükellefin fiilleri arasında yer alan müfsid, yukarıda özetle temas edilen bu temel kavramların bilinmesiyle netleşir.


b) Teklifî Hükümler (Mükellefin Fiilleri)


Teklifî hüküm ise, şâriin mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi veya onu yapıp yapmama arasında serbest bırakması demektir. Şâriin talebi kesin ve bağlayıcı tarzda olabileceği gibi daha yumuşak bir üslûpta da olabilir. Öte yandan bu emir ve yasağı bildiren delilin, sübût ve delâlet (yani kaynağına aidiyeti ve belli bir anlamı ifade etmesi) yönünden bazı ayırımlara tâbi tutulması da kaçınılmazdır. Bu yaklaşım ve ayırımın sonucu olarak teklifî hüküm icab, nedb, tahrîm, kerâhet ve ibâha şeklinde beş kategoride ele alınır. Öte yandan şâriin talebinin genel veya belirli durumlara has olması yönüyle teklifî hükümler azîmet-ruhsat şeklinde ikili ayırıma, gerekli rükün ve şartları ihtiva etmesi ve hukukî sonuç doğurması yönüyle de sahih-fâsid ve bâtıl şeklinde üçlü ayırıma tâbi tutulabilir. Hanefîler'in dışında kalan fakihler bu hükümleri vaz`î hüküm grubunda sayar ve kısmen farklı bir ayırıma tâbi tutarlar. Bu sayılan teklifî hükümlerin tamamı netice itibariyle dinî mükellefiyetin birer yönünü ifade ettiğinden dinî terminolojide ef`âl-i mükellefîn (mükelleflerin fiilleri) adıyla anılırlar.


Fıkıh usulü âlimlerinin çoğunluğu şer`î hükmü Allah'ın mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabı, Hanefîler ise bu hitabın neticesi olarak tanımlar. Buna göre çoğunluk (cumhur) Allah'ın haram kılma (tahrîm) veya vâcip kılma (icab) işlemine şer`î hüküm derken Hanefîler mükelleflerin fiillerinin sıfatlarına yani farz, vâcip, mekruh gibi nitelendirmelere şer`î hüküm derler. Fıkıh literatüründe teklifî hüküm ile mükellefin fiilleri (ef`âl-i mükellefîn) tabirlerinin aynı anlamda kullanılması bu gelişmenin sonucudur. Yine usulcülerin çoğunluğu teklifî hükmü şâriin hitabına nisbet ederek icab, nedb, ibâha, kerâhe ve tahrîm şeklinde beş kısma ayırırken Hanefîler bunu farz, vâcip, mendup, mubah, tenzîhen mekruh, tahrîmen mekruh, haram şeklinde yedi kısma ayırarak inceler. Bu kavramlar aynı zamanda ef`âl-i mükellefînin de bölümlerini oluşturur. Vâcibin ve mekruhun ikiye ayrılması Hanefîler'e ait bir özelliktir.


Öte yandan, arada yakın ilişki bulunmakla birlikte vaz`î hükmün rükün, sebep, şart, mâni veya sıhhat, fesad, butlân, nefâz, lüzum gibi alt bölüm ve ayırımları ilk bakışta ef`âl-i mükellefînin kapsamı dışında görünmektedir. Ancak bu durum fıkıh kitaplarında yukarıda belirtilen ayırımlara sünnet-müstehap gibi yeni ayırımlar, müfsid gibi yeni bölümler ilâve edilerek veya farz, vâcip, haram gibi kavramların kapsamı genişletilerek telâfi edilmeye çalışılmıştır. Neticede ef`âl-i mükellefîn azîmet ve ruhsat kavramlarının da ilâvesiyle mükellefin muhatap olduğu, yani bilmekle, buna uygun davranmakla yükümlü tutulduğu bütün amelî hükümleri ifade eden geniş bir kapsam kazanmıştır. Bu sebeple de ef`âl-i mükellefîn konusunda bilgilenme, fıkhın ibadet ve ahvâl-i şahsiyye alanındaki hükümlerinin doğru anlaşılabilmesi ve uygulanabilmesi için âdeta ön şart mesabesinde bir gereklilik haline gelmiştir. Fıkıh literatüründe teklifî hükümler esasen vâcip, mendup, mubah, mekruh ve haram şeklinde beş hüküm (ahkâm-ı hamse) olarak ele alınmakla birlikte, okuyucuya kolaylık sağlaması düşüncesiyle biz burada bu beş hüküm çerçevesinde kalan diğer bazı temel kavramları ve alt ayırım va adlandırmaları da bu başlıklar altında incelemeyi uygun bulduk.



aa) Beş Temel Teklifî Hüküm


1. VÂCİP


Dinî literatürde vâcip, Hanefîler hariç fakihlerin çoğunluğuna göre, kesin bir delille ve kesin bir surette yapılması istenen dinî yükümlülüğü ifade ederse de Hanefîler bunu farz ve vâcip şeklinde iki kademede ele almayı uygun görürler.


a) Farz


Sözlükte "bir şeyi kesinleştirmek, takdir etmek, pay ve parçalara ayırmak, belirlenmiş şey ve pay" anlamlarına gelen farz fıkıh ilminde, Allah ve Resulü'nün mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir.


Hanefîler delilin kat`î veya zannî oluşuna göre bir ayırım yaparak, bir fiilin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istendiğini gösteren delil kat`î ise bunu farz, zannî ise bunu vâcip terimiyle ifade ederler. Meselâ kesin delillerle sabit olan ramazan orucu, abdestte yüzün yıkanması, namazda rükû ve secdeye gitme farz olarak; vitir namazı, fıtır sadakası, namazda Fâtiha'nın okunması gibi yükümlülükler vâcip olarak nitelendirilir. Fakihlerin çoğunluğu böyle bir ayırımı gerekli görmeyip farz ile vâcibi eş anlamlı olarak kullanırlar. Bununla birlikte Hanefîler'in bazan vâcip kavramını farzı da içine alacak şekilde kullandıkları veya amelî yönden bağlayıcı oluşunu dikkate alarak vâcip için amelî farz, farz için de amelî ve itikadî farz ayırım ve adlandırmasını yaptıkları da görülür.


Hanefîler'in farz-vâcip ayırımının bazı itikadî ve fıkhî sonuçları vardır. Farzı inkâr, kişiyi dinden çıkarır, tekfir sebebi olur. Geçerli mazereti bulunmadığı halde farzı terkeden kimse fâsık durumuna düşer. Vâcibin inkârı küfrü gerektirmez. Her iki fiilin de mazeretsiz terki kişiyi uhrevî cezaya müstehak kılarsa da vâcibin terki farzın terkine nisbetle daha hafif bir kusur sayılır. İbadetler konusunda farz terkedilirse o amel bâtıl olur, aynen tekrarlanması dışında telâfi imkânı olmaz. Buna karşılık vâcibin terki ile amel bâtıl olmaz, başka bir şekilde telâfi edilmesine imkân tanınır. Meselâ hacda Arafat'ta vakfe farz (rükün) olduğundan terkedilirse hac bâtıl olur. Safâ ile Merve arasında sa`y terkedilirse, vâcip terkedilmiş olur ve ceza kurbanı ile telâfi edilebilir.


Bir fiilin farz olduğunu gösteren delillerin başlıcaları şunlardır:


Şâriin bir fiilin yapılmasını emir sigası ile istemesi ve aksine delâlet eden bir karînenin bulunmaması. Meselâ "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" (el-Bakara 2/43), "Akidleri yerine getiriniz" (el-Mâide 5/1) âyetleri böyledir. b) Şâriin bir fiilin yapılmasını "farz oldu", "emrolundu" gibi bağlayıcılık bildiren bir ifade ile istemesi. Orucun farz kılındığını, Allah'ın adaleti, iyiliği, akrabaya yardımı emrettiğini bildiren âyetler (el-Bakara 2/183; en-Nahl 16/90) böyledir. c) Haber verme değil, emir kastedilen bazı haber cümleleri de farz hükmü ifade eder. Kocası ölen kadının dört ay on gün, boşanmış kadının üç ay hali bekleyeceğini bildiren âyetler (el-Bakara 2/228, 234) böyledir. d) Bir hükmün belirli bir zümreye veya bütün insanlara yüklendiğini haber veren naslar da farz hükmü ifade eder. Meselâ, "Gücü yetenlerin o evi (Kâbe'yi) haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır" (Âl-i İmrân 3/97) âyeti haccın farziyetinin, "Onların (annelerin) dinen ve örfen mâkul ölçüler içinde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak çocuğun babasına aittir" (el-Bakara 2/280) âyeti de karısının nafakasını sağlamanın koca için farz olduğunun delilidir. e) Şâriin bir fiilin yapılmasına sevap ve güzel karşılık, terkedilmesine ise ağır ceza verileceğini bildirmesi de o fiilin farz olduğunun delilidir.


Farz, mükellefin ifa sorumluluğu açısından farz-ı ayın ve farz-ı kifâye şeklinde iki kısma ayrılır. Farz-ı ayın, şâriin her bir mükellefin ayrı ayrı ifa etmesini istediği mükellefiyettir. O emri başkalarının yerine getirmekte oluşu kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Aksine bir delil olmadıkça, şâriin emirleri o fiilin aynî farz olduğuna delâlet eder. Namaz, oruç, hac, zekât gibi temel ibadetler böyledir. Farz-ı kifâye ise, müslümanların ferden değil de toplum olarak sorumlu oldukları mükellefiyetlerdir. Cenaze namazının kılınması, cihad, ilimle meşguliyet, meslek ve sanatların icrası, iyiliklerin emredilip kötülüğün engellenmesi, şahitlik böyledir. Bu görevleri toplumun bir kesimi yerine getirince diğerlerinden sorumluluk kalkar. Hiç kimse yerine getirmezse bütün müslümanlar vebal altında kalır. Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu işleyene aittir. Toplumda farz-ı kifâyeyi ifa edecek ikinci bir ehil kimse kalmadığında artık bu farz tek ehil kimse için farz-ı ayın hükmünü alır. Toplumda bir olayla ilgili şahitlik yapacak, iyiliği emredip kötülüğü engelleyecek veya hastayı tedavi edecek başka kimse bulunmadığında bu görevlerin ifası ehliyetli kişi için aynî farz haline gelir.


b) Vâcip


Sözlükte "sabit, lâzım, var ve gerekli olan şey" anlamına gelen vâcip fıkıh ilminde fakihlerin çoğunluğuna göre farz ile eş anlamlı olup şâriin mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir. Hanefîler ise kat`î delille sabit olan hükme farz, zannî delille sabit olan hükme vâcip diyerek ikili bir ayırım yapmışlardır. Ancak Hanefîler, vâcibin de farz gibi kesin olarak yapılması gerektiği görüşündedir. Onların bu ayırımı daha çok delilin kuvvetini ve inkârın dinî sonuçlarını göstermeyi hedefler. Bu sebeple Hanefîler vâcibi çoğu yerde "amelî farz" olarak da adlandırırlar. Meselâ fıtır sadakası, namazda Fâtiha'nın okunması, vitir ve bayram namazları, kurban kesme zannî delille sabit olduğundan Hanefîler'e göre farz değil vâciptirler.


Hanefîler'e göre vâcip iki kısma ayrılır: a) Kat`î bir delile yakın derecede kuvvetli görünen zannî bir delille sabit olan vâcipler. Bu kısma giren vâcipler amelî farz veya zannî farz adını alır. Vitir namazı, abdestte başın dörtte bir miktarını meshetme böyledir. b) Zannî delil olan haber-i vâhid ile sabit olan vâcipler ise önem derecesi itibariyle amelî farzın altında ve sünnetin üstündedirler. Meselâ namazda Fâtiha okuma, vitir namazında kunut tekbiri, bayram tekbirleri, namazın sehiv secdesi ile ikmal edilen vâcipleri böyledir.


Vâcibin inkârı küfrü gerektirmez. Ancak sapıklıkla itham sebebi görülür. Vâcibin terki farzın terki ölçüsünde olmasa bile yine de günah ve sorumluluğu gerektirir. Meselâ namazın vaciplerinden birinin yanılarak terk edilmesi, sehiv secdesini gerektirir. Bir vacibi kasten terk etmek ise, tahrimen mekruhtur ve namazın iadesini gerektirir. Ahmed b. Hanbel'e nisbet edilen bir görüşe göre, Kur'an'da yapılması emredilen fiillere farz, sünnette emredilenlere ise vâcip denilir.


2. MENDUP


Mendup, teşvik edilen, yapılması kesin olmayan bir tarzda istenen, yani farz ve vâcip olmayan davranışların genel adıdır. Hanefî fıkhında, farz ve vâcip dışında yapılması uygun görülen davranışlar -kuvvetliden zayıfa doğru olmak üzere-; sünnet, müstehap (mendup) ve âdâb olarak sıralanır. Diğer mezheplerde ise mendup, bir bağlayıcılık söz konusu olmaksızın yapılması istenen şey olarak tanımlanır. Bu mezheplerin mendup anlayışı, Hanefîler'in sünnet anlayışına oldukça yakındır. Burada fıkıh ilmindeki kullanımıyla sünnet ve müstehap kavramları ele alınacaktır.


a) Sünnet


Sünnet, Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onayının genel adı olup fıkıh usulünde Kur'an'la birlikte İslâm'ın aslî iki kaynağını ve delilini teşkil eder. Fürû-ı fıkıhta, özellikle de teklifî hüküm açısından sünnet ise, Hz. Peygamber'in farz ve vâcip kapsamı dışında kalan yani kesin ve bağlayıcı olmaksızın tavsiye ve örnek olma niteliğini taşıyan söz ve fiillerinin genel adıdır. Hanefîler'in dışındaki fakihler, Allah ve Resulü'nün kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda yapılmasını istediği veya tavsiye ettiği fiillerin tamamını kapsamak üzere mendup terimini kullanırlar. Diğer bir ifadeyle, Kur'an ve hadislerden gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak bir fiilin yapılmasının kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda istendiği yani tavsiye edildiği sonucu çıkarılabiliyorsa, bu tür fiillere topluca mendup denilir. Meselâ boşanmalarda şahit bulundurulmasını, borçluya mühlet verilmesini, akidleşmelerin yazılmasını emreden âyetler fakihlerin çoğunluğunca böyle anlaşılmıştır. Mendubun da önem derecesine göre kendi içinde sünnet, müstehap, fazilet, âdâb gibi terimlerle ifade edilen bir derecelendirmeye tâbi tutulduğu görülür. Bu itibarla sünnet, mendup grubu içinde yani yapılması iyi ve güzel olan, tavsiye edilen fakat terkedilmesinde bir günah ve cezanın terettüp etmediği fiiller grubunda en üst sırayı işgal eder. Hanefîler'in ise mendubu genelde müstehap mânasında kullandıklarını bu arada belirtmek gerekir.


Sünnet kendi içinde üç kısma ayrılır: Müekked sünnet, gayr-i müekked sünnet, zevâid sünnet. Hz. Peygamber'in devamlı yaptığı, sırf bağlayıcı ve kesin bir emir olmadığını göstermek için nâdiren terkettiği fiillere müekked sünnet denilir. Bunlar bir bakıma dinî vecîbeler için koruyucu ve tamamlayıcı bir nitelik de taşımakta olup önem yönüyle farz ve vâcipten sonra üçüncü sırayı işgal eder. Meselâ abdest alırken ağza ve burna su verme, sabah namazının sünneti, ezan, kamet, cemaatle namaz böyledir. Bu nevi sünneti yerine getiren Allah katında hoş karşılanır, övgüye lâyık görülür, sevap kazanır. Terkeden cezaya ve günaha çarptırılmasa da dinen azarlanmayı ve kınanmayı hak eder. Öte yandan farz namazların cemaatle kılınması, ezan gibi dinî şiârlardan olan sünnetin fert planında terki câiz olmakla birlikte toplum olarak terk ve ihmali câiz görülmez.


Hz. Peygamber'in ibadet ve taat türünden olup bazan yaptığı bazan da terkettiği veya çoğu zaman yaptığı bazan da terkettiği fiil ve davranışlara gayr-i müekked sünnet denilir. Nâfile ve müstehap, hatta mendup tabirleri de çoğu kez bu anlamda kullanılır. İkindi ve yatsı namazlarının farzlarından önce kılınan dörder rekâtlık namazlar, vâcip kapsamında olmayan infak ve yardım böyledir. Bu tür sünneti yerine getiren sevap ve övgüye lâyık görülür, terkeden dinen kınanmaz. Bu iki sünnet (müekked ve gayr-ı müekked) çeşidine "hüdâ sünneti" de denir.


Hz. Peygamber'in, Allah katından bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği taşımaksızın insan olması itibariyle yaptığı normal ve beşerî davranışlara ise zevâid sünnet veya âdet sünneti denilir. Hz. Peygamber'in giyim ve kuşam tarzı, yeme ve içme tarzı, zevkleri, kına ile saç ve sakalını boyamış olması böyledir. Esasen bu fiiller dinî mükellefiyet çerçevesinde değildir. Yapılması dinen tavsiye de edilmemiştir. Bununla birlikte bir müslüman Hz. Peygamber'in bu tür davranışlarını ona olan sevgi ve bağlılığından dolayı yaparsa sevap ve övgüye lâyık olur. Terkederse kınanmaz ve günah işlemiş olmaz.


Farz namazlardan önce ve sonra kılınması sünnet olan namazlar için, Şâfiî mezhebinde ayrıca vitir namazı ve şevvalde tutulan altı gün oruç için revâtib sünnet tabiri kullanılır. Fakihlerin çoğunluğuna göre teravih namazları da revâtib sünnetler arasındadır.


b) Müstehap


Sözlükte, "sevimli olan, tercih edilen ve güzel bulunan iş" demektir. Hz. Peygamber'in bazan işleyip bazan terkettiği, âlimlerin ve sâlih kulların öteden beri yapageldikleri ve tavsiye ettikleri fiil ve davranışlara dinî terminolojide müstehap denilir. Müstehaplar ibadetlerin ve beşerî ilişkilerin daha güzel ve verimli olmasını sağlayan âdâb ve ahlâk kuralları niteliğindedir. Meselâ sabah namazının ortalık aydınlanıncaya kadar, sıcak mevsimlerde öğle namazının serin vakte kadar geciktirilmesi, akşam namazında acele edilmesi böyledir. Müstehabın terki dinen kınamayı gerektirmeyip sadece evlâ ve güzel olanı terk mânası taşır. Müstehap çoğu kez mendup, nâfile, tatavvu, âdâb gibi tabirlerle eş anlamlı olarak kullanılır ve yapılması terkinden evlâ olan fiiller arasında en alt sırayı işgal eder. Bundan sonra yapılması ile terkedilmesi müsâvi olan mubah fiiller gelmektedir. Sünnet ve müstehap fiiller, daha genel ifadeyle mendup fiiller, farz ve vâcip grubundaki dinî ödevlerin ve bütün beşerî-sosyal ilişkilerin daha anlamlı ve verimli olmasına yardımcı olan, bir bakıma onları koruyan, onlara maddeten ve ruhen hazırlık niteliği taşıyan yardımcı fiillerdir. Bir yönüyle Hz. Peygamber'in güzel ahlâkını, tavsiye ve teşviklerini bir yönüyle de İslâm toplumlarının ibadet hayatıyla ilgili olumlu çizgisini ve tecrübe birikimlerini yansıtır. Müstehap ve sünnetlerin devamlı terki vâciplerde ve farzlarda da tembellik ve ihmale yol açabileceğinden doğru bulunmamıştır.


3. MUBAH


Mubah kelimesi sözlükte "açığa çıkan, açıklanan, serbest bırakılan şey" demektir. Dinî bir terim olarak ise, bu sözlük anlamıyla bağlantılı olarak, şâriin mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiilleri ifade eder. Helâl, câiz, mutlak gibi terimler de, genelde aynı mânada kullanılır ve mükellefin yapması veya terketmesi halinde herhangi bir övgü yahut kınamayı gerektirmeyen davranışlarını belirtir. Bununla birlikte aralarında bazı cüz'î anlam farklılıkları bulunduğu için mubah teriminin yanı sıra câiz ve helâl terimleri üzerinde de ayrıca durmak gerekir.


Fıkıh usulünde şer`î-teklifî hüküm beş kategoride ele alınır. Bunlardan vâcip ve mendup yapılması gerekenleri, haram ve mekruh ise yapılmaması gerekenleri ifade eder. Mubah ise iki gruba da dahil olmayıp yapılması veya terkedilmesi yönünde herhangi bir şer`î-dinî yükümlülüğün bulunmadığı fiil ve konumu ifade eder. Bazı usulcüler mubahı, şâriin yapılmasına izin verdiği fiiller olarak da tarif ederler.


Bir fiilin mubah olduğu; şâriin o şeyin helâl ve mubah olduğunu bildirmesiyle (meselâ bk. Bakara 2/187, Mâide 5/5), işlenmesi halinde bir vebal ve günahın, dinî bir sakıncanın bulunmadığını ifade etmesiyle (meselâ bk. el-Bakara 2/173, 235) veya herhangi bir yasaktan sonra gelen emirle (meselâ bk. el-Mâide 5/2, el-Cuma 62/10) bilinebileceği gibi, o konuda hiçbir dinî yasaklama ve kısıtlamanın bulunmamasıyla da kendiliğinden sabit olur; usulcüler birincisine şer`î mubah, ikincisine ise aklî mubah adını verirler. Aklî mubah, berâat-i asliyye veya istishâbü'l-asl terimleriyle de açıklanır. Bu da bir fiilin dinî-şer`î hükmü konusunda herhangi bir açıklama yoksa, "Eşyada kural olan mubah olmasıdır" ilkesi gereğince o fiilin mubah olduğuna hüküm verilmesini ifade eder. Kur'an'da değişik vesilelerle zikredilen "evleniniz, yiyiniz, içiniz, gezip dolaşınız" gibi emirler, esasen helâl ve mubah olan bu fiillerin mubah oluşunu desteklemek veya açıklamaktan çok bu mubah fiillerin işlenmesinde dikkat edilecek kayıt ve şartları, hikmet ve amaçları açıklamaya yöneliktir. Bu itibarla, bu son grup fiilleri de yine aklî mubah kavramı içinde düşünmek gerekir. İbadetler naslara dayanmak durumunda olduğu için "ibadet alanında aklî mubahlık" geçerli değildir; yani şâriin naslarla belirlediği ibadetler dışında ibadet çeşidi icat edilemez, yapılamaz.


Mubahın hükmü, yapılıp yapılmamasının dinen eşit değer hükmünde olması, yapılmasında da yapılmamasında da sevap ve günahın olmamasıdır. Bununla birlikte mubahın iyi niyetle ve ibadet kastıyla işlenmesi halinde fâilin ecir ve sevap kazanacağı da ifade edilir. Bir kimsenin cihada hazırlık amacıyla spor ve beden eğitimi yapması buna örnek gösterilir. Öte yandan, bir fiilin kural olarak mubah olması, o fiilin sürekli ve ölçüsüz şekilde işlenmesi veya terkedilmesinin de mubah olduğu anlamına gelmez. Kişinin dilediği zamanda istediği yemek çeşitlerinden yemesi mubah olmakla birlikte bu konuda ölçüsüz davranırsa, meselâ aşırı beslenir veya açlık grevi yaparsa artık bu fiil mubah olmaktan çıkıp duruma göre mekruh, haram gibi dinî hükümler alır. Bu yüzden de bazı usulcüler mubah fiillerin, cüz'îye nisbetle bu hükmü taşısa bile, külliye nisbetle ya yapılması ya da terkedilmesi gereken bir fiil olduğunu belirtirler. Aynı anlayışın devamı olarak, temiz ve mubah olan şeyleri tamamen terketmenin mekruh ve bazan haram, bunlardan kişinin mâkul ve meşrû ölçüler içinde yararlanmasının genel hükmünün mendup, onlardan bazılarını bazan yapıp bazan yapmamasının özel (cüz'î) hükmünün ise mubah olduğu ifade edilmiştir. Oyun ve eğlence, gezip dolaşma ve dinlenme esasen ve tek tek ele alındığında mubah davranışlar olduğu halde bunları devamlı bir âdet ve alışkanlık haline getirip hayatın diğer ödevlerini aksatacak şekilde ölçüsüz ve aşırı davranma mekruh veya haram görülmüştür. Aynı şekilde karıkoca arası cinsel ilişki kaideten mubah olduğu halde bunun devamlı ve kasten terkedilmesi, taraflara veya taraflardan en az birine açık bir zarar vereceği ve evliliğin önemli bir amacını yok edeceği için haram sayılmıştır. Bu yaklaşım, İslâm'ın ferdî ve sosyal hayatı bir düzen ve bütünlük içinde ele alıp kişinin kendine, toplumuna ve Rabbine karşı ödevlerini birbiriyle irtibatlandırması ve böylece hayatın bütün yön ve ayrıntılarına dinî, ahlâkî hatta estetik bir anlam kazandırmasıyla açıklanabilir.


Burada ayrıca mubahla yakın anlam ilişkisi olan, yer yer eş anlamlı olarak kullanılan câiz ve helâl kavramlarına da temas etmekte yarar vardır.


a) Câiz


Câiz sözlükte "geçip gitmek, mümkün, serbest ve geçerli olmak" anlamlarına gelen "cevâz" kökünden türetilmiş bir isim olup fıkıh terimi olarak, dinen veya hukuken yapılmasına müsaade edilen fiilleri ifade eder. Bu anlamdaki müsaadeyi belirtmek üzere de "cevâz" kavramı kullanılır.


Kur'ân-ı Kerîm'de birçok fiilin serbest olduğu ve yasak olmadığı değişik ifade tarzlarıyla belirtilmiş olmakla beraber "câiz" lafzı geçmemektedir. Hadislerde ise bu kelime az da olsa kullanılmıştır (Ebû Dâvûd, "Akzıye", 12, "Dahâyâ", 6).


Câiz kelimesi daha çok sonraki devirlerde karşılarına çıkan yeni meseleleri Kur'an ve Sünnet'in hüküm ve ilkeleri ışığında değerlendirmeye ve çözmeye çalışan İslâm hukukçularınca dinî bir terim olarak geliştirilmiş ve "câiz-câiz değil" hükmü olayın dinî açıdan değerlendirmesini ifadede kullanılmaya başlanmıştır. Bu anlamda câiz, ibadetlerde "sahih" ile eş anlamlı ise de muâmelâtta daha farklı bir anlam kazanmış, sahih (geçerli) tabiri meselenin dünyevî-hukukî yönünü, "câiz" tabiri de uhrevî-dinî yönünü ifade etmiştir. Meselâ şarap imalâtçısına üzüm satmanın veya başkasının evlenme teklif ettiği bir kıza (henüz o konudaki kararını vermeden) tâlip olup onunla evlenmenin dinen câiz olmayıp hukuk düzeni açısından geçerli olması böyle izah edilebilir.


Öte yandan, ilk devir İslâm hukukçuları bilhassa "haram" hükmünü Allah'ın yetkisinde gördüklerinden haram ve helâl tabirlerini çok az ve dikkatle kullanmışlar, kendi ictihad ve yorumları sonucu ulaştıkları serbestliği veya sakıncayı ise "câiz ve câiz değil" tabirleriyle ifade etmişlerdir. Çünkü haram ve helâl kesin ve açık bir nassa dayanan ve sadece Allah'ın tayin ve takdir yetkisinde olan dinî bir hükümdür. İslâm müctehidlerinin kanaat ve hükmü ise, o meseleyi bu haram ve helâl kapsamında görüp görmeme anlamı taşıdığından, dinen kesinlik taşımayan bir yorum niteliğindedir. Bu sebeple olmalıdır ki, mezhep imamlarının da dahil olduğu ilk devir İslâm âlimleri karşılaştıkları her ihtilâflı meseleyi haram veya helâl değer hükümleriyle çözmemişler, "bence doğru değil", "mahzurlu", "sakıncası yok", "çirkin" gibi daha esnek tabirleri kullanmayı tercih etmişlerdir. İşte "câiz" ve "câiz değil" tabirleri de bu ortamda gelişmiş ve yoğunluk kazanmış terimler arasındadır.


b) Helâl


"Haram"ın karşıtı olan "helâl", sözlükte bir fiilin mubah, câiz ve serbest olması ve yasağın kalkması gibi anlamlara gelir. Dinî bir terim olarak da helâl, şer`an izin verilmiş, hakkında şer`î bir yasaklama ve kısıtlama bulunmayan davranışı ve onun dinî-hukukî hükmünü ifade eder. Câiz, mubah, mutlak gibi terimler de aralarında cüz'î anlam farklılıkları bulunmakla birlikte genelde aynı anlamda kullanılır ve mükellefin yapıp yapmamakta muhayyer bırakıldığı davranışları belirtmek üzere kullanılır.


Helâl de esasında câiz ve mubahla eş anlamlı olmakla birlikte, dinî literatürde daha çok haramın zıt anlamlısı olarak yani bir şeyin yasaklanmamış ve kınanmamış olduğunu bildiren bir terim olarak kullanılır. Kur'an'da ve hadislerde sıklıkla geçen helâl ve hill tabirleri de genelde bu son anlamda kullanılmıştır (bk. Âl-i İmrân 3/93; el-Mâide 5/5, 88; Yûnus 10/59; en-Nahl 16/16).


4. MEKRUH


Mekruh sözlükte "sevilmeyip kerih, nahoş görülen şey" demektir. Bunun mastarı olan kerâhet de sözlükte "çirkinlik, sevimsizlik, bir şeyi sevmemek ve hoşlanmamak" gibi anlamlara gelir. Fıkıh terimi olarak ise mekruh, şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda istediği fiil ve davranışlardır. Gerek şâriin bu tarz yasaklaması gerekse bu yasaklamanın sonucu kerâhet diye anılır; yasaklanan fiil için de mekruh terimi kullanılır. Mekruh da haram gibi meşrû olmayan fiil ve davranış olmakla birlikte, aralarında bazı farklılıklar bulunmaktadır.


Bir fiilin mekruh olduğunu tesbit edebilmek için nasların iyi incelenmesi gerekir. Zira şâri` bu hususu değişik üslûp ve şekillerde göstermiş olabilir:


Şâri`, bir fiilin yapılmamasını istemek üzere kerâhet lafzını kullanmış olabilir. Meselâ, "Allah, size dedikodu yapmanızı, çok soru sormanızı ve mal mülk ziyan etmenizi mekruh kılmıştır" (Buharî, "İstikrâz", 19) hadisinde, dedikodunun, çok soru sormanın ve mal mülk ziyan etmenin mekruh olduğu bildirilmiştir.


Şâri`, bir fiilin yapılmamasını istemek üzere, kendisinde haramlığa değil, mekruhluğa delâlet eden bir karînenin bulunduğu yasaklama ifadesi kullanmış olabilir. Meselâ "Allah nezdinde helâllerin en sevimsizi boşamadır" (İbn Mâce, "Talâk", 1) hadisinde, helâl lafzı kullanıldığından şâri` tarafından istenmeyen bu fiilin haram değil, mekruh olduğu anlaşılmaktadır.


Şâri` bazan da fiilin yapılmamasının tercihe şayan olduğunu dolaylı bir üslûpla istemiş olabilir. Meselâ, Hz. Peygamber, "Mehrin en iyisi en kolay olanıdır" hadisinde mehirde aşırılığın terkedilmesini teşvik etmiş ve mehirde aşırılığa gitmenin mekruh olduğunu zımnen ifade etmiştir.


Mekruh fiil işleyen cezayı hak etmez; bazan kınanma ve azarlamaya müstehak olur. Ancak mekruh fiili Allah rızâsı için terkeden, kişi, övülmeye ve sevaba müstehak olur.


Bu açıklamalar fakihlerin çoğunluğuna göredir. Hanefî fakihlere göre ise mekruh iki nevidir:


a) Tahrîmen Mekruh


Bu, şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği bir fiil olmakla birlikte, bu talep haber-i vâhid gibi zannî bir delil ile sabit olmuştur. Bu tür mekruh harama yakın olup, vâcibin karşıtıdır. İki kişi arasında yapılan bir akdi bozmak üzere yeni bir fiyat teklif etmek, başkasının evlenme teklifinde bulunduğu kadına evlenme teklifinde bulunmak gibi. Vâciplerin terkedilmesi de mekruhtur. Bu nevi mekruhun hükmü, haram bir fiili işleyenin hükmü gibidir, yani cezayı gerektirir. Ancak haramdan farkı, bunu inkâr eden kişi kâfir olmaz.


Fakihlerin çoğunluğu haramı, tahrîmen mekruhu da kapsayacak şekilde tanımlar. Onlara göre haram "şâriin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda kat`î veya zannî bir delil ile istediği fiil"dir. Şu halde Hanefîler'in tahrîmen mekruh olarak değerlendirdikleri fiillere, diğer mezhep fakihleri haram demektedirler. Hanefîler'den İmam Muhammed de tahrîmen mekruhu haram olarak nitelendirmekle birlikte, zannî delil ile sabit olduğundan onu inkâr edenin küfrüne hükmedilemeyeceği kanaatindedir.


b) Tenzîhen Mekruh


Bu, şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir. Bu tanım, cumhûr-ı fukahânın mekruh tanımına uygundur. Tenzîhen mekruh, helâle yakın olup, mendubun karşıtıdır. İkindi namazından sonra, güneşin batmasından az önce nâfile namaz kılmak, soğan, sarımsak yiyerek camiye gitmek, abdest alırken suyu israf etmek gibi fiiller bu kısma örnek verilebilir. Bu nevi mekruhun hükmü, herhangi bir cezayı ve kınanmayı gerektirmemesidir. Ancak tenzîhen mekruh hükmündeki fiili istemek, üstün ve faziletli olan davranış tarzının terkedilmesi demektir.


Dinî literatürde yer alan ve özellikle ibadetler alanında sıklıkla söz konusu edilen mekruhlar -mendublarda olduğu gibi- mükellefleri dinî hayata, haramdan, kötü ve çirkin işlerden uzak durmaya hazırlayıcı, dinî vecîbelerin daha anlamlı ve verimli şekilde ifa edilmesini destekleyici bir işlev taşır. Aynı şekilde mekruhlardan kaçınma, Hz. Peygamber'in önerilerini, güzel ahlâk ve yaşayışını, İslâm toplumlarının ortak kültürünü, tecrübe birikimini ve ahlâkî değerlerini iyi izleyebilmek açısından da son derece önemlidir.


5. HARAM


Teklifî hükümlerden biri olan haram; sözlükte "yasak, memnu" demek olup helâlin zıddıdır. Dinî terim olarak ise, "şâriin yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir ifade ve üslûpla yasakladığı fiil"dir. Yasaklama işine tahrîm veya hazr, yasaklanan şeye harâm, muharrem veya mahzûr, bu yöndeki hüküm ve vasfa da hurmet denilir.


Haram ve mekruh, şâriin yasakladığı, yapılmasını istemediği fiillerin iki nevidir. Yasaklama açık ve kesin bir üslûpla ve delille olmuşsa haramdan, daha esnek ve yumuşak bir üslûpla veya daha zayıf bir delille olmuşsa mekruhtan söz edilir.


Çoğunluğunu Hanefîler'in teşkil ettiği bir grup İslâm hukukçusu ve usulcüsü, bir fiilin haram hükmünü alabilmesi için hem Kur'an âyetleri, mütevâtir ve meşhur sünnet gibi sübûtu kesin (veya kesine yakın) bir delilin, hem de bu delilin açık ifadesinin bulunmasını şart koşarlar. Bu sebeple de, âhâd hadislerle sabit olan veya dolaylı bir şekilde ifade edilen yasaklara "tahrîmen mekruh" adını verirler. Çoğunluk ise, itikadî yönden olmasa bile amelî bakımdan zannî delilleri yeterli gördüğünden, âhâd hadislerle sabit yasakları da haram olarak adlandırırlar.


Haram Fiillerin Nevileri


Haram fiiller iki nevidir:


1. Haram li-aynihî.


Şâriin, bizzat kendisindeki kötülük sebebiyle, baştan itibaren ve temelden haramlığına hükmettiği fiildir. Zina, hırsızlık, adam öldürme, dinen murdar sayılan eti yeme, evlenme mânii olanlarla evlenme gibi. Bu tür bir haram fiili işleyen kişi günahkâr olur ve âhirette cezaya çarptırılmayı hakeder. Bu, haramın uhrevî sonucudur. Bir de haram olan bir fiile bağlanan dünyevî sonuçlar vardır. Şöyle ki: Bir müslüman böyle bir fiili yaparsa, bâtıl kabul edilir ve fiile hiçbir olumlu hüküm bağlanamaz. Meselâ, zina fiili nesep ve mirasçılığın sübûtu için sebep olamaz. Hırsızlık fiili de mülkiyetin sübûtu için bir sebep olamaz. Murdar etin satışı bâtıldır ve böyle bir sözleşmeye hukukî sonuç bağlanamaz. Ancak bu tür haramların bir kısmı zaruret durumunda mubah hale gelebilir. Meselâ, açlıktan ölecek duruma gelen bir kişinin, ölmeyecek miktarda domuz etinden yemesine müsaade edilmesi böyledir.


2. Haram li-gayrihî.


Aslında meşrû ve serbest olduğu halde, haram kılınmasını gerekli kılan geçici durumla ilgili olan fiildir. Meselâ, bayram gününde oruç tutmak böyledir. Esas itibariyle orucun kendisi meşrû bir fiildir. Fakat Allah bu fiilin bayram gününde yapılmasını haram kılmıştır. Çünkü bu günde kullar Allah'ın misafirleri sayılırlar. Bayram gününde oruç tutmak ise, böyle bir misafirliği kabullenmekten kaçınmak anlamına gelir ki, bu davranış müslümana yakışmaz.


Peygamberimiz bir hadisinde "Bir kimse, din kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık etmesin, başkasının evlenme teklifinde bulunduğu kadına evlenme teklifinde bulunmasın" (Buhârî, "Büyû`", 58; Müslim, "Nikâh", 38) buyurarak, hadiste zikredilen durumlarda alım satım ve nikâh sözleşmesini yasaklamıştır. Bu yasaklama, anılan sözleşmelerin mahiyetlerinden değil, bu sözleşmelerin dışındaki sebebe; din kardeşini incitme ve üzme sebebine dayanmaktadır.


Yine, cuma namazı ile yükümlü kişi bakımından cuma namazı esnasında alışverişle meşgul olmak, haksız olarak ele geçirilen arazide namaz kılmak, dinen yasak birer fiil olmakla beraber, yasaklık fiilin mahiyeti ile değil, onu çevreleyen zaman veya mekân faktörü ile ilgilidir. Bu ve benzeri durumlarda, yasağı ihlâl sebebiyle kişinin günahkâr ve uhrevî sorumluluk üstlenmiş olacağı hususunda fikir birliği bulunmakla birlikte, ibadetin veya hukukî işlemin dünyevî hükümler açısından geçerli sayılıp sayılmayacağı tartışılmıştır. Fakihler haramlık yönünü daha ağır buldukları durumlarda ameli, dünyevî sonuçları bakımından da geçersiz saymışlardır.


b) Haramlık Hükmü İfade Eden Lafızlar


Âyet ve hadisler bir şeyin haram olduğunu değişik üslûp ve ifade tarzlarıyla bildirirler:


Bazan âyet ve hadislerde, bir şeyin haram olduğu "haram" lafzıyla açıkça ifade edilir. Meselâ, "Anneleriniz, kızlarınız... (ile evlenmeniz) sizlere haram kılındı" (en-Nisâ 4/23), "Meyte, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşüp ölmüş, boynuzlanıp öldürülmüş, yırtıcı hayvanlarca parçalanmış hayvanlar... ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna, size haram kılındı" (el-Mâide 5/3) âyetlerinde olduğu gibi.


Bazan, "Bir müslümanın malı, rızâsı olmadıkça, bir başkasına helâl olmaz" (Müsned, V, 72) hadisinde olduğu gibi, o şeyin helâl olmadığı bildirilir.


Bazan bir işin yapılması yasaklanır, ondan uzak durulması istenir. "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin" (el-En`âm 6/151), "Zinaya yaklaşmayın, çünkü o açık bir kötülüktür ve kötü bir yoldur" (el-Hac 22/30) âyetlerinde olduğu gibi.


Bazan da bir fiilin işlenmesine ceza tertip edilir. İffetli kadınlara zina iftirasında bulunanlara seksen değnek vurulmasını isteyen (en-Nûr 24/4), yetimin malını haksız olarak yiyenlerin karınlarına ateş yemiş oldukları ve alevli ateşle cezalandırılacaklarını bildiren (en-Nisâ 4/10) âyetlerde olduğu gibi.


c) Haram Hükmünü Belirleme Yetkisi


Haram ve gayri meşrû, dinî bir kavram olup bunu tayin de sadece Allah'ın tasarrufunda olan bir konudur. Hz. Peygamber'in bu konudaki hadisleri, Allah'ın hükmünü ve iradesini beyandan ibarettir. Kur'an'ın Ehl-i kitap'la ilgili olarak "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Îsâ'yı Rab edindiler..." (et-Tevbe 9/31) âyeti nâzil olduğunda, daha önce hıristiyan iken müslüman olan Adî b. Hâtim Hz. Peygamber'e gelerek, "Ya Resûlallah! Onlar din adamlarına ibadet etmediler ki!" demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber şu açıklamayı yapmıştır: "Evet, dediğin doğrudur. Ancak yahudi ve hıristiyan din adamları helâli haram, haramı da helâl saymışlar, onlar da buna tâbi olmuşlardır. İşte onların din adamlarına ibadet etmeleri bundan ibarettir" (Tirmizî, "Tefsîr", 9-10).


Kur'an'ın konuyla ilgili başka bir âyeti ise şöyledir: "Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye "şu haramdır, bu helâldir" demeyin. Zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz" (en-Nahl 16/116).


Ancak, Kur'an ve Sünnet haramı belirlerken ayrıntıdan ziyade kaideyi ve belirli durumların hükmünü vazetmekte olup, bu genel kuralın her devirde anlaşılıp uygulanabilir tarzda takdim edilmesini o devrin İslâm toplumuna, yetkili ve bilgili İslâm bilginlerine bırakmıştır. Böyle olduğu içindir ki, özellikle ilk devir İslâm bilginleri "haram" tabiri ile Allah'ın açıkça haram kıldığı hususları kasteder, hakkında kesin ve açık nas bulunmayan şeyler içinse "haram" demekten kaçınırlar, bunları ifade de daha çok "mekruh, hoş değil, doğru değil, sakıncalı, câiz değil" gibi tabirleri kullanırlardı.


d) Haramdan Kaçınmanın Önemi


Müslümanlar, Allah'ın yasaklarını gerek maddî unsur ve gerekse nihaî hedef itibariyle iyi kavrayabildikleri ölçüde iyi müslüman olurlar, lâyık oldukları ölçüde dünyevî ve uhrevî karşılığa ulaşırlar. Bu konularda sünnetullah hâkimdir. Kur'an'da, Allah'ın koyduğu ölçülere, sınır ve yasaklara uymayanların sadece kendilerine yazık ettiğinin sıklıkla tekrarlanması herhalde buna işaret etmektedir.


Öte yandan İslâm dininin bir şeyi haram kılışı ve gayri meşrû olarak nitelendirmesi birçok hikmete dayanır. Dinin emir ve yasakları, kulun Rabbi karşısında ciddi bir sınav verişi anlamını taşıdığı gibi, emrin tutulmasının, yasağa uyulmasının kullara yönelik dünyevî ve uhrevî birçok yararı da vardır. Zaten bu, ilâhî adaletin tabii bir sonucudur.


Ayrıca, dinin haram ve gayri meşru olarak ilân edip kaçınılmasını istediği şeyler, müslümanın dünyasını zehir edecek, ona soluk aldırmayacak yoğunlukta ve ağırlıkta ve onu mahrumiyetler içinde bırakacak tarzda da değildir. Aksine her yasağın meşrû zeminde alternatifi, daha iyisi ve temizi gösterilmiştir. Çirkin ve kötü olan yasaklanmış, iyi ve temiz olan helâl kılınmıştır.


Eşyada aslolan helâl ve serbest oluştur. Bunun için de İslâm ancak çok gerekli ve önemli durumlarda yasaklar koymuş, öte yandan zaruretler, beklenmedik şartlar, zorlamalar ve hayatî tehlikeler karşısında bazı yasakların geçici olarak ve ihtiyaç miktarınca ihlâlini de belli bir müsamaha ile karşılamıştır. Ancak zaruret ve ihtiyacın tayin ve takdirinde ferdî kanaatlerden ziyade şer`î ölçülerin esas olacağı açıktır.


Şunu da belirtmek gerekir ki, bir hususun şâri` tarafından açıkça ve doğrudan haram kılınması ile dolaylı olarak yasaklanması arasında ince bir fark bulunduğu gibi, bir işin naslar tarafından ilke olarak haram kılınması ile İslâm bilginlerinin bir fiili o yasağın kapsamında kabul etmeleri arasında da belli ölçüde fark vardır. Ancak bu konuda fertlerin bireysel ve sübjektif tercih ve değerlendirmelere göre davranmalarının da isabetli bir yol olmadığı, fertleri mesuliyetten kurtarmayacağı, bu konunun İslâm hukuk disiplini içerisinde belli bir ilmî ve idarî otoriteye bağlanmasının gerekliliği de açıktır. Kanunlaştırmanın ve merkezî ortak otoritenin bulunmadığı dönemlerde bu düzenlemeyi fıkıh mezhepleri belli ölçüde başarmış, şer`î yasakların sınırını çizip muhtevasını belirlemede devirlerinin şartlarına göre bazı ölçüler geliştirmişlerdir.


Hile ve dolaylı yollar gayri meşrû olanı helâl kılmaz. Bilgisizlik bu konuda mazeret olmadığı gibi kişinin niyetinin iyi olması da çoğu zaman yeterli değildir. Vasıtaların da gayeler gibi meşrû olması gerekir. Haramın adını değiştirmek, çoğunluğun o işi yapıyor olması ölçü alınarak meşrû görmek de kişiyi mesuliyetten kurtarmaz. Haramdan ve harama yol açan vasıtalardan kaçınmak gerektiği gibi, haram şüphesi taşıyan işlerden ve kazançlardan da uzak durmak gerekir. Hz. Peygamber'in şu hadisi bu konuda ihtiyat ve takva sahipleri için güzel bir ölçü vermektedir: "Helâl apaçık belli, haram da apaçık bellidir. Bunların arasında, halktan birçoğunun helâl mi haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Dinini ve namusunu korumak için bunları yapmayan kurtuluştadır. Bunlardan bazısını yapan kimse ise haram işlemeye çok yaklaşmış olur. Nitekim korunun etrafında hayvanlarını otlatan kimse de koruya dalma tehlikesi ile burun buruna gelmiş olur. Dikkat ederseniz her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da haram kıldığı şeylerdir" (Buharî, "Büyû`", 2, Müslim, "Müsâkat", 20).


Samimi bir müslüman, hâricî şartlar, toplumun kötü gidişatı ne olursa olsun her yer ve zamanda dosdoğru olan, dinin ahkâmını uygulayan, güvenilen ve inanılan bir kimse olmak, istikameti ve hayatı ile İslâm'ın tebliğcisi ve iyi örneği olmak zorundadır.


bb) Azîmet ve Ruhsat


Sözlükte azîmet "bir şeye kesin olarak yönelmek, niyetlenmek" anlamındadır. Fıkıh ilminde ise, "meşakkat, zaruret ve ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olmaksızın ilkten konmuş olan ve normal durumlarda her bir mükellefe ayrı ayrı hitap eden aslî hüküm" demektir.


Azîmet farz, vâcip, sünnet, müstehap niteliğindeki bir davranışın yapılmasını; haram, mekruh gibi davranışların da yapılmamasını ifade eden bütün teklifî hükümleri içine alır. Meselâ namaz, oruç, hac başta olmak üzere Allah'ın kullarını yükümlü tuttuğu bütün dinî vecîbeler genel tarzda her mükellef kişi için konulmuş birer azîmet hükmüdür. Aynı şekilde şarap içme, domuz eti yeme, zina etme gibi haram olan fiiller de her mükellefi bağlayıcı genel hükümlerdir.


Azîmetin karşıtı ruhsattır. Sözlükte "kolaylık, devamlı olan" ruhsat, fıkıh ilminde "meşakkat, zaruret, ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olarak azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve yalnız söz konusu ârızî durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş ve geçici hükmü" ifade eden bir terimdir. Meselâ mükelleflerin oruç tutması bir azîmet hükmüdür. Fakat hasta ve yolculara karşılaştıkları güçlük sebebiyle, oruç tutmama kolaylığı tanınmış ve bunlardan tutamadıkları oruçlarını normal hale dönünce kazâ etmeleri istenmiştir. Domuz etinin yenmesi, şarabın içilmesi haram olduğu halde, susuzluktan veya açlıktan ölme tehlikesiyle karşılaşan kimseye bu azîmet hükmünü terkedip domuz etinden veya şaraptan hayatî tehlikeyi atlatacak miktarda yemesi içmesi mubah kılınmıştır. İbadetlerin şekil şartlarıyla ilgili birçok ruhsatın tanınmış olması da burada hatırlanmalıdır. Bu ruhsatlar, zaten mükellefiyetlerin çok az ve sınırlı tutulduğu İslâm dininin rahmet ve kolaylık dinî olmasının, Allah'ın kulları için zorluğu değil kolaylığı dilemiş bulunmasının tabii sonuçlarıdır.


Dinin teklifî hükümleri incelendiğinde birkaç çeşit ruhsatın bulunduğu görülür.


Haramı İşleme Ruhsatı. Zaruret veya zaruret derecesine varan ihtiyaç hallerinde haram bir fiil mubah hatta vâcip hale gelebilir. Haramı işleme ruhsatının bulunduğu bazı durumlarda mükellef azîmet hükmüne uymakla ruhsattan yararlanma arasında serbest bırakılır. Ölüm tehdidi altında kalan kimsenin imanını gizleyip küfrü telaffuz etmesine ruhsat vardır. Bu mubah olmakla birlikte bu kimse imanını açıklamakta direnir de öldürülürse şehid olur. Âyette böyle bir ruhsat yazıldığı gibi (en-Nahl 16/106) Hz. Peygamber böyle bir zorlama sonucu öldürülen müminin şehid olduğunu haber vermiştir. Bazı durumlarda ise mükellefin azîmet hükmünü terkedip ruhsattan yararlanması vâcip hale gelir. Açlık yüzünden ölüm tehlikesiyle karşılaşan kimsenin domuz eti yiyerek veya ölüm tehdidi altında bulunan kimsenin dini tebliğden vazgeçerek hayatını kurtarması vâcip olduğundan, bu kimsenin azîmet hükmünde ısrar edip ölmesi halinde günahkâr olacağı görüşü hâkimdir. Âyette de zaruret karşısında kalan için bu tür bir ruhsattan söz edilir (el-Bakara 2/173).


Vâcibi Terketme Ruhsatı. Farz veya vâcip olan bir fiilin edasında mükellef için ek bir meşakkat bulunduğunda, bu vâcibi terketme ruhsatı tanınır. Ramazan orucu bütün mükelleflere farz olduğu halde hasta ve yolculara, sonradan kazâ etmek üzere oruç tutmama kolaylığı tanınmıştır. Mükellef bu ruhsattan yararlanıp yararlanmamakta serbesttir.


Ölüm tehlikesi gibi ağır sonuçların söz konusu olmadığı durumlarda azîmete göre mi, ruhsata göre mi davranmanın daha sevap olduğu hususunda İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Meselâ Hanefîler'e göre, yolculuk esnasında dört rek`atlı farz namazların kısaltılarak ikişer rek`at kılınması esasen bir azîmet hükmüdür. Bu sebeple de yolcunun bu namazları ikişer rek`at kılması asıldır. Buna karşılık, yolcunun oruç tutmama ruhsatı bulunsa bile, ilgili âyetin dolaylı ifadesinden de hareketle (el-Bakara 2/184), zorlanmayacaksa oruç tutmasının daha faziletli olduğu ileri sürülmüştür.


Genel Kurala Aykırı Bazı Akidleri ve Hukukî İşlemleri Yapabilme Ruhsatı. Bazı akidler ve hukukî işlemler İslâm hukukunun o konudaki genel kurallarını veya genel şer`î delillere aykırı olduğu halde insanların duyduğu ihtiyaca bağlı olarak mubah sayılmıştır. İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satın alınması demek olan selem akdi, mevcut olmayan bir malın satımı mahiyetinde olsa da, insanların ihtiyacına binaen Hz. Peygamber tarafından câiz görülmüştür. Eser siparişi sözleşmesi de (istisna) böyledir.


Önceki semavî dinlerde mevcut ağır hükümlerin İslâm'da kaldırılmış olması da, ilâhî teşriin genel seyri içinde İslâm ümmeti için ruhsat hükmündedir. Namazın, ibadete ayrılmış yerin dışında geçerli olmaması, ganimetlerin haram olması, malın dörtte birinin zekât olarak kesilmesi hükümlerinin müslümanlar hakkında kaldırılmış veya çok hafifletilmiş olması böyledir.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

12 Mart 2023 Pazar

YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA ÇIKIŞLARI VE BUNLARIN HAYAT VE FAALİYETLERİ-1

 



ESVED ÜL- ANSİ


Esved'in soyu:


Sahte peygamberlerin en tehlikelilerinden ve ilklerinden sayılan Esved ül-Ansi, adında da anlaşılacağı üzere Yemen bölgesinde oturan Ans kabilesine mensuptu. Asıl adı Abhala bin Kââb bin Avf Zu umar (hı ile), yahut Zu'l -Hımar (ha ile) olan Esved'e da denmektedir. Birincisi peçeli, ikincisi de şekli demek olan bu iki lâkabın her ikisi de doğru olabilir Çünkü Esved'in, bazı marifetler yapan bir eşeği varmış. Diğer yandan Esved'in her zaman bir peçe ile örtülü olarak gezmesinden dolayı Zu'l - umar (h ı ile) lâkabını taşımış olması da muhtemeldir. Zira Samiler'de kâhinlerin ve peygamberlerin çok kere bir peçe taşımaları eski bir gelenek icabı idi. Musa Peygamber'in de böyle bir peçe taşıdığı yazılıdır.


Esved'in olağanüstü kabiliyetleri ve faaliyetleri:


Esved bin Kâ'b bin Avf önceleri kâhinlik eder, çok güzel konuşur, tatlı sözleriyle olduğu gibi halka gösterdiği bir takım hokkabazlıklarla da cahil insanları aldatmasını pek iyi bilirdi. Asıl yurdu ve doğduğu yer Kehf-i Hubbân idi. Esved öyle acâip maharetler gösteriyordu ki, Mezhiç kabilesinden birçokları onun her arzusuna baş eğecek duruma gelmişlerdi. Onun bir eşeği vardı. Esved hayvanın kulağına eğilip: "Rabbine secde et" dediği vakit, o secde eder, "Kalk" diye emir verdiğinde de, kalkardı. Pek çeşitli hayvanların alıştırıldıkları takdirde yaptıkları birçok marifetlerden biri olan bu hareket o zaman Esved'e itibar edenler tarafından mühimsenmişti Esved teriplediği bir nümayış gününde, yüz kadar hayvanı bir çizgi çizip bunun üzerinde sıraya dizer ve gene sırasıyla hepsini mızraklar. Halkı dehşet içinde bırakan bu vahşiyane işi bitirinceye kadar, hiçbir hayvan çizginin üstünden kımıldamaz. Birçok inanılır kaynakların verdiği bu haberler, bizde onun kâhinliğinin yanı sıra, kuvvetli bir ipnotizmacı olduğu kanaatini haklı olarak uyandırmaktadır.


Hicret'in 10. yılında Hazret -i Muhammed vedâ haccından dönerken, hastalanınca islamiyet'in henüz tam manasiyle benimsenmemiş olduğu yahut başka dinlerle omuz omuza yaşadığı bazı bölgelerde, bu haber vahim sonuçlar doğuracak bir şekilde yayıldı. Bir müddettenberi sessiz çalışan Esved bu haberi duyar duymaz peygamberliğini ilan etti. Kendisine "Rahman ül- Yemen" adını verip kahinlerin kıyafetine bürünmüş bir halde dolaşmağa ve gittiği yerlerde "Rahman" adına konuşmağa başladı. Esved'in ortaya atıldığı haberi duyulur duyulmaz Ans ve Mezhiç kabilelerinden başkaları da ona mektuplar yollayarak, ondan taraf olduklarını bildirdiler. Bu arada Hristiyanların enkesif olduğu Neeran şehri halkı da Esved'e kolaylıklar gösterdi. Yemen'de o sırada Ebna'lar hâkimdi. Habeş boyunduruğundan kurtulmak için Iranlılar'ı yardıma çağırmış olan Yemenliler, bu sefer de yıllarca süren Iran boyunduruğu altında yaşamağa mecbur kalmışlardı. İşte bu İranlılar'la Yemen'deki Araplar'ın karışmasından meydana gelen yeni nesle Ebnâ adı verilmiştir.


Peygamber'in hastalığı haberi Esved'e ulaşır ulaşmaz, o kendisinin de bir peygamber olduğunu iddia ve her tarafta ilan etmekle kalmayıp bütün Yemen'i kendi hâkimiyeti altına almaya teşebbüs etmişti. Yukarda da söylendiği gibi Mezhiç kabilesi onun gösterdiği acaip maharetlere hayran kalmış ve onun peygamberliğini kabul etmişti. Necranlılar da ona bazı vaitlerde bulunmuşlardı. O sırada Necran valisi, Hazret-i Muhammed'in oraya tâyin etmiş olduğu Amr bin Hazm, Hemdanlarınki A'mir bin Şehr, San'a valisi ise Şehr bin Bâzan idi. Mu' az bin Cebel ise Hazret -i Muhammed tarafından Yemen'e gönderilen vali ve memurların, vergileri hakkıyla alıp almadıklarını kontrol etmek ve İslam dininin teferruatı hakkındaki bilgileri halka öğretmek maksadıyla oraya yollanmış bulunuyordu.  Fida der ki ", "Esved irtidad edip peygamberliğini iddia eden yalancılardandır. Necran halkı ona mektup yazdı. Necran'da Müslümanlar'dan Amr bin Hazm ile Hâlid bin Said bin el-As " bulunuyordu. Necran halkı bunları sürüp şehri Esved'e teslim ettiler". Esved'in irtidad ettiğini ileri süren bu ünlü tarihçinin iddiasını öyle kolayca kabul etmemiz mümkün değildir. Zira Taberide onun İslâmiyet'i kabul ettiğine dair bir kayda tesadüf etmediğimiz gibi, Belâzûri'de bunun tam aksini ispat edecek olan şu sözleri görüyoruz: "Tanrı Elçisi öldüğü yıl, Cerir bin Abdullah Beceli'yi İslâmiyet'i kabule çağırmak üzere Esved'e gönderdi. Cerir o yıl Müslüman olmuştu. Esved İslâmiyet'i kabul etmedi "." Esved'in İslâmiyet'i kabul etmediğine dair başka bir delili de Seyrin rivâyetinde buluyoruz. Yemen'de isyân başlayınca Peygamber'in tâyin etmiş olduğu Amir bin Şehr, ül - Hemedâni, Firuz, Dazaveyh gibi önemli memurlar Peygamber'den aldıkları mektuplar üzerine hazırlanmağa başlamışlardı ki, Esved'den de bir mektup aldılar. O, mektubunda "Ey yabancılar, ilimizden aldığınız toprakları bize veriniz. Toprakları bize bırakınız; biz bu toprak ve toplanan mallara, sizden ziyade müstehakız" diyordu. Esved Müslüman olsaydı, Müslüman memurlara böyle bir mektup yazmazdı. Anlaşılıyor ki, Esved Medine hükümetinin Yemenli Müslüman halktan topladığı zekât malları ile Musevi, Hristiyan ve Mecusilerden aldığı cizyeye muhalefet etmekle kalmayıp Hazret-i Muhammed'in hasta olmasından faydalanarak, Kureyşliler'in Yemen'deki hakimiyetini de yıkmak istiyordu.


Şu halde Ebu'l - Fida'nın söylediği gibi Esved'in dinden dönmüş olması bahis konusu olamaz. Bu ayaklanma, sadece Medine hükûmetine karşı değil, aynı zamanda İslâmiyet sayesinde üstünlüğünü muhafaza eden Ebnalara karşı idi de.


İşte böylece milli bir isyanın başına geçmiş bulunan Esved yeni bir din kurmaktan ziyade, yeni ülkeler fethetmeğe önem vermiş, peygamberlik iddialarını ise sadece bu emelinin tahakkuk etmesi için bir vasıta olarak kullanmıştı.


Esved'in isyanı kısa zamanda bir yangın gibi güney Arabistan'a yayıldı. Buna karşı, Hazret 'i Muhammed, hasta olmasına rağmen, emirlerini ve tavsiyelerini bildiren mektuplar yollıyarak Hicaz'dan çok uzakta bulunan bu bölgelerdeki isyan hareketlerini bastırmağa koyuldu. Yemen'deki Ebnalara bir elçi göndererek Esved'le savaşmalarını ve onlara yazmış olduğu mektupta adları bildirilen bazı kimselerden yardım istemelerini emretti. Aynı zamanda bu kimselere de, Ebnalara yardım etmelerini bildirdi. Böylece Veber bin Yuhannes'i, Firûz ile Cüşeyşüd-Deylend ve Dazavehy'i istahri'ye ve Cerir bin Abdullah'ı ise Zu-l-kila ile Zu Zuleym'e elçi olarak yolladı ".


İbni Abbas'a göre Esved ül - Ansi'ye kendi ülkesinde ilk karşı koyanlar Âmir bin Şehr ül - Hemedûni ile Firûz ve Dazaeyh olmuşlardır. Mirhond daha önce ölmüş bulunan Bazan'ın Müslüman olduğunu ve Yemen halkını islam'a teşvik ettiğini kaydetmiştir ki, Medine ile Yemen arasında bir ihtilafın mevcut olmaması, onun valiliği sırasında Yemen'de islamiyetin yayılmaya başlaması, bu iddianın doğruluğuna bizi inandırmaktadır.


Bazân'ın oğlu Şehr, Esved'in ortaya atıldığı sırada San'a valisi bulunuyor ve pek tabii olarak onu en büyük düşman kabul ediyordu.


Çünkü Necran'daki Müslümanlar'dan olan Ben ül-Hâris'ler bile irtidad ederek Esved'i Necran'a davet etmişlerdi. Zebid'lerden, Mezhiç'lerden, Üded'lerden birçoğu ona uymuşlardı. Ziyad ül-Kindi ile zekât meselesi yüzünden meydana gelen anlaşmazlık sebebiyle Kinde halkı da irtidad edip Esved'den taraf olmuşlardı ". Böylece kuvvetlenen Esved, Necran'a doğru ilerledi ve isyanın onuncu gününde Necran'ı zaptetti. Birkaç gün sonra Müslüman kuvvetleri, onun Şaub bölgesinde olduğu haberini aldılar. Şehr bin Bâzân da isyanın yirminci gecesinde Esved'e karşı harekete geçti. Şehr bin Bâzân, San'a'dan dışarı çıktı. Esved'in yanında Kays bin Abd-i Yegüs (buna Kays bin Hübeyre Makşuh Muradi de denmektedir) Muaviye bin Kays ül - Cenbi, Yezid bin Husayn ül - Harisi ve Yezid bin el - Efkel ül - Ezdi gibi şahsiyetler vardı ki, bunlar mensup oldukları kabilelerin en ileri gelen insanlarındandılar; San'a'ya doğru yürüdüler ve zafer rüzgarı pek de umulmadığı halde Esved tarafına esti. Esved Şehr'i öldürdü, San'a'yı zaptetti, çok kere adet olduğu üzere mağlup başkanın karısı Merzubâne Âzad ile evlendi.



Esved kendi peygamberliğini kabul etmek istemiyen Ebnalara pek fena muamelelerde bulundu; Müslüman olanlar da ya kaçmak yahut dinlerinden dönmüş görünmek mecburiyetinde kaldılar. Bu arada Peygamber'in Yemen'e, vergi âmillerini kontrol etmesi ve İslâm dinini oradakilere öğretmesi için görevlendirip yolladığı Muaz bin Cebel de kaçtı; Mârib'de Ebu Musa el - Esdri'ye rastladı. İkisi birden Hadramavt bölgesine sığındılar. Muaz bin Cebel Sekun kabilesine, Ebu Musa da Sekersik kabilesine misafir oldular. Diğer Müslüman memurların her biri o günlerde sığınacak yerler aradılar ve bu arada Ak kabilesi de bunların adeta hâmisi olmuştu. Bu süre içinde Esved, Hadramavt bölgesi sınırından Tâif vilâyetine ve Bahreyn bölgesinden Aden'e kadar olan bütün topraklar ı eline geçirmiş bulunuyordu". Yalnız Âk kabilesi kıyı bölgelerde Esved'e boyun eğmemişti. Bu sırada Esved'in başarısı daha da arttı, bazı kıyı bölgeleri eline geçirmeğe muvaffak oldu. Aser, Şerce, Galâfika, Aden ve el Cend'i hükmü altına aldı. Geri kalan bölgelerde, Müslümanlar ona karşı cephe aldılar. Esved böylece geniş topraklara sahip olunca, vilayetlerin idaresini bazı kimselere vermeği uygun buldu. Askerin komutasını Amr bin Madikerib'in yeğeni Kays bin Abd-i Yegils'a" Ebnalar ın idaresini Firuz ve Dazaveyh'e, Mezhiç kabilesi valiliğini de Amr bin Mâdikerib'e vermişti". Esved bu büyük ve kolay zaferlerden pek ziyade gurura kapıldı; komutanlarından ve Ebna'dan olan Firuz, Dazeveyh ve Kays' ı küçümsemeğe, onlardan yüz çevirmeğe meyletti. Bu sırada Peygamber'in Sekun'lara sığınmış olan memurlarından Muâz bin Cebel bu kabilenin bir kolu olan Beni Bekr'den bir kadınla evlendi; karısına duyduğu hayranlık onu bu kabileye son derece sıkı bağlarla bağladı. Bu suretle de birçok Müslüman memurlar Muâz sayesinde bu kabile mensupları tarafından himaye gördüler. İşte tam bu sırada Hazret-i Muhammed'in mektubu bunlara ulaştı. Seyf'in bu husustaki rivâyetine bakılırsa, mektubu getiren Veber bin Yuhannes'tir (Taberi, III. S. 47). Bu mektupta Hazret-i Muhammed, dinin korunmasını, dinden dönenlerle savaşılmasım, Esved'in hiyle yoluyla yahut çarpışılarak ortadan kaldırılmasını, yardımı ümid edilen ve dininde sebat gösteren herkese sözlerinin eriştirilmesini emrediyordu. Muâz bin Cebel, Peygamber'in emirlerini yerine getirmek için derhal harekete geçti. O, Kays'ın Esved'den korktuğunu ve belki bir gün kendisini ortadan kaldırmak istemeği düşündüğünü tahmin etmişti. Bunun için Muâz ve arkadaşları Hazreti Muhammed'in emirlerini Kays'a anlattılar. Kays bu daveti gökten inmiş bir müjde gibi sevine sevine kabul etti.




Kays hakkında buraya kadar verdiğimiz bilgi Belazari'de biraz daha değişik olarak şöyle anlatılmaktadır: Hazret-i Muhammed, Kays bin Makşuh ül-Muradiyi Ebnaları kendi tarafına kazanmak için Ferve bin Müsik ül-Muradi ile birlikte Yemen'e yollamış, bunlar ise San'a civarına gelince Esved'den taraf görünerek, Mezhiçliler, Hamdanlılar ve başkalarından müteşekkil bir birlikle şehre girme müsaadesini alabilmişlerdi. Şehre girdikten sonra Ebna'lardan olan Firaz'u kendi taraflarına meylettirmeğe muvaffak olmuşlardı".


Bizce Taberinin Seyf'den aldığı yukarıda yazılı birinci rivâyet daha doğrudur. Zira Esved gibi cebbar ve zeki bir adamın, Kays gibi taraftarlara sahip ve kuşku uyandıran önemli bir şahsı, hem de Hazret-i Muhammed tarafından memur edilmiş bir şahsı, safdilâne bir şekilde San'a'ya kabul etmesi, öyle kolayca tasvib edilebilecek iddialardan değildir. Esasen Belâziri menşeini göstermediği bu rivâyetin hemen altında şöyle demektedir: Onlar Yemen'e geldiklerinde Hazret'i Muhammed'in ölüm haberini aldılar (Belâzûri, Tür. Ter. I., 172). Bu rivâyet ise ileride de gösterileceği gibi, birçok kaynakların verdikleri haberlere aykırı düşmekte, hatta bizzat Belâzâri (Ter. Ter. I. 173), bu rivâyeti gene adlarını açıklamadığı râvilere dayanarak cerhetmektedir.


Esved'in öldürülmesinden sonra vukubulan Yemen'deki ikinci Ridde sırasında, Kays'ın Halife Ebu Bekir'e karşı cephe alması, Ebna'yı sürüp çıkarması da, Seyf'in verdiği haberlerin doğruluğunu teyid etmeğe yardım etmektedir. Eğer Kays samimi bir Müslüman olsaydı, Esved'in öldürülmesinden sonra Yemen'de ikinci bir ridde olayını ortaya çıkarmak suretiyle islâmlığın başına yeni bir gaile açmazdı.


Böylece Müslümanlardan Cüşeyş üd-Deylemi, Firûz, Dazaveyh, Kays bin Abd-i Yegıls çalışmaya koyuldular ve gereken yerlere mektuplar yolladılar. Fakat Esved bu hususta casusları vasıtasiyle bazı haberler almış olacak ki, Kays bin Abd-i Yegils'u çağırtıp ona: "Ey Kays, o (Yani Esved'in şeytanı) neler söyledi biliyor musun?" dedi, "Neler" diye sorunca, " Şeytan diyor ki, sen Kays'ı yakın adamlarından sandın, o şeref derecesinde sana denk olduktan sonra, senin düşmanlarının tarafına geçti, ihaneti içinde sakladı, Şeytan bana, Ey Esved, Ey Esved, onun şerrinden sakın, ağaçtan meyve koparır gibi, onun başını kopar; yoksa devletini elinden alacak, yahut başını kesecek" diye söylüyor dedi. Kays ondan bu sözleri işittikten sonra korktu; Zul-Hinlar'ın başına and içerek, Seytan'ın yalan söylediğine, Esved'i kendi vücudundan daha aziz tuttuğuna ve hiyanet fikrinden çok uzak bulunduğuna, onu inandırmağa çalıştı. Kays'ın bu hararetli konuşmasından, Esved'in şüpheleri belki de biraz hafiflemiş olacak ki, onu serbest bıraktı. Kays arkadaşlarının yanına koşup durumu anlattı. Onlar Esved'in şüphelerinin ortaya çıkardığı bu büyük tehlike ve tehdit altında ne yapacaklarını düşünürlerken, Amir bin Şehr, Zi Zad, Zi Merran, Zi Kilâb, Zi Zuleym' ın Esved'e karşı harekete geçtiklerini ve kendilerine yardım vaadlerini ihtiva eden haberleri aldılar. San'a'dakiler, yâni Kays, Firûz, Dazaveyh, Cüşeyş ve taraftarları onlara, kendilerinden emir almadan harekete geçmemelerini yazdılarsa da, dinletemediler. Çünkü onlar Hazret-i Peygamber'den Esved'e karşı bir hareket hazırlamaları için mektup almışlardı


San'a'dakiler Esved'in şüphelerinin artmasından ve kendilerinden önce harekete geçmesinden korktukları için evvelce Şehr bin Bâzânla bunun öldürülmesinden sonra da Esved'in karısı olan Azad ile işbirliği yapmak gerektiğine karar verip Azad'ın amcasıoğlu olan, Firûz Deylemiyi saraya gönderdiler. Burada Taberi (Tür. Ter. III., S. 50) Seyf'in bizzat Cüşeyş'den nakletti ği birinci rivâyete dayanarak, Cüşeyş'in Azad'a gönderildiğini yazmaktadır. Gene Seyf bu defa menşei Firuz'a dayanan (Taberi, Tük. Ter. III., 60) rivâyetleri naklederken, Firûz üd-Deyleminin Azad'ı ziyaret ettiğini söylemektedir. Bu iki rivâyetten hangisinin doğru olduğunu kesin olarak söylemek güç olmakla beraber, Merzubâne Âzad'ı ziyaret eden kimsenin, onun amcası oğlu olan Firûz olduğunu kabul etmek her halde daha doğrudur. Çünkü Cüşeyş, kendisinin saraya iki defa gittiğini bildirmekle beraber, üçüncü ziyareti Firûz'un yaptığını bizzat itiraf etmektedir. Birinci rivayette Esved, Cüşeyş'den şüphelendiği için onu döver. Merzubâne imdada koşup akrabası olduğunu söyliyerek, belki de öldürülmekten onu kurtarır. Sonra Firûz saraya gönderilir; hemen hemen aynı vak'a tekrarlanır. Âzad Firûz'un süt kardeşi olduğunu ve onunla her zaman konuşacağını söyler; ama Esved bu söze hiç bakmaz, Firûz'u dışarı çıkartır.


Şu halde Firûz'un saraya gittiği muhakkaktır; yani Seyf'in Firûz'a dayanan ifadesi her iki fivayette de mevcut olduğuna göre ikinci rivâyet esas olarak alınabilir. Ancak hadiseler, ikinci rivâyette daha kısa, daha kestirme olarak anlatılmıştır. Şöyle ki: Firûz saraya gider, amcasının kızı Merzubâne Âzad'ın yanına girer ve Esved'in yaptığı kötülükleri ona hatırlatır. Eşini öldürdükten başka halkı sefil ettiğini, kadınların şeref ve haysiyetlerini çiğnediğini, artık onu yok etmek tamam geldiğini söyler ve ondan yardım ricasında bulunur. Âzad, kocasının katili olan Esved'in dünyada en çok nefret ettiği insan olduğunu, kendileriyle hemen işbirliği yapmağa hazır bulunduğu karşılığını verir. İşte bu sırada içeriye Esved bin Kâ'b girer; Firuz'un karısı Azad ile böyle samimi bir şekilde hasbihal ettiğini görünce, fena halde kızar; Firüz'un üstüne atılıp başına vurmağa başlar. Fakat Azad, onun kendi akrabası olduğunu söyleyerek, kocasını muaheze edince, Esved yaptığı hareketten utanç duyup özür diler.


Firuz bu tehlikeli işten böylece kurtulup arkadaşlarının yanına geldi. Esved, Firaz'u sarayında görünce şüpheleri büsbütün arttı. Esasen Hazret-i Peygamber'in mektubunu almış bulunan Necran'ın Müslüman kalan ahalisi de başka tarafa göç edip bir araya toplandıklarından, Esved'in şüpheleri korku halini almağa başlamıştı. Bir gün, o, San'a meydanında nefret uyandıran müthiş bir sahne hazırladı: Şehir halkını meydana topladı. Elinde hükümdarlık mızrakı olduğu halde sarayından çıktı. Topluluğun ortasında durdu. Sonra hükümdarlık atını getirtti, hayvanın ağzına mızrakı ile vurduktan sonra onu salıverdi. At kanlar içinde sokaklarda koşmağa başladı ve sonunda yere yıkıldı; öldü. Esved bundan sonra yüz kadar deve ve inek getirtti; meydanda kumun üzerine bir çizgi çizip bu hayvanları çizginin boyunca hep bir hizaya dizdi. Bundan sonra elindeki mızrağı ile hayvanlara vurmağa başladı. Hayvanlardan hiçbiri çizginin öte tarafına geçmiyordu. O, bundan sonra hayvanları bıraktı. Hazır bulunanlar bu müthiş manzara karşısında, hayret, nefret ve korku içinde kalmışlardı. Daha sonra Esved mızrak elinde olduğu halde yere kapandı. Bunca hayvanı uğruna kurban ettiği ruhun sesini duymak istermiş gibi kulağını yere vermişti. Böylce bir müddet durduktan sonra, başını yerden kaldırıp: Yanımda bulunan melek bana, ey Esved, Kays bin Makşuh âsidir, onun başını kes" diyor, dedi. Gene başını yere koyup dinledikten sonra, bu defa şeytanın: "Ey Esved, Firûz âsi ve azgınlardandır, onun sağ elini ve sağ ayağını kes" dediğini haber verdi. Firuz bu sözleri duyunca kalabalığın içinde kaybolmağa teşebbüs etti Fakat evine yaklaştığı sırada Esved'in adamlarından birinin, onu yakalayıp "Hükümdar seni çağırıyor, sen ise tilkilik ediyorsun" demesi üzerine, hayatından pek fazla ümidi kalmamış bir halde bu adamı takibe mecbur kaldı. Zu'l-Himar' ı devirmek isteyenlerin hepsinde olduğu gibi, Firuz'da da bir hançer saklı idi. O, bu sırada nefsini korumak gerekeceğini düşünerek, silahını gizlice hazırladı. Şayed Esved kendisini öldürmek isterse, daha evvel davranarak, onu ve sonra yanında bulunan adamlarını hançerliyecekti. Esved onu görür görmez, niyetini yüzünden anlamış olmalı ki, kendisine yaklaştırmadan, San'a halkına biraz evvel öldürdüğü hayvanların etlerini bölmesini emretti. Firûz onun emrini yerine getirdi.

Fakat, az önce Esved'in davetini kendisine tebliğe gelen adama pay vermedi. O da Firûz'u Esved'e şikayete gitti. Firûz etlerin dağıtılmasında gereken ihtimamı gösterdikten sonra, yaya olarak Esved'in yanına geldiği sırada onu, Tanrı adını anarak kendisini işkenceli bir şekilde öldüreceğini, adama vadederken buldu. Fakat bu sözleri işittiğini hissettirmeden, emri yerine getirdiğini haber verip çekildi. Artık her ne bahasına olursa olsun, vakit geçirmeden suikasti sonuçlandırmak gerekiyordu.


Bunun için Esved'in düşmanları, Merzubâne'ye bir adam yollayıp tertibat almak üzere kendilerine yardım etmesi gerektiği haberini ulaştırdılar. Merzubane, Firûz'u tekrar saraya çağırtarak, sarayın arka tarafında bir duvar'ın iç kısmından beraberce bir delik açıp sonra perdesini indirdiler. Buradan odaya geçtiler ve Esved'in o gece öldürüleceğini Firuz, Azad'a söyledi "



Esved'in öldürülmesi:



Önce suikastçiler geç vakit arkadaşlarına direktifler verdikten sonra sarayın arka tarafına açılmış bulunan deliği genişletmeğe koyuldular. Sonra Kays bin Abd-i Yegös, Firûz, Dazaveyh hep birlikte bu delikten içeriye süzüldüler. Esasen, Himyer ve Hamdan'lara haber gönderildiğinden, onlar da muhafız kuvvetler olarak vazife görmekte idiler. Esved'i öldürmek işini Dazaveyh, ihtiyarlığını ileri sürerek, reddetti. Kays ise ben gürültü ederim, Esved uyanabilir, diyerek Firuz'un onu öldürmesini teklif etti ve buna karar verildi Firûz kılıcını arkadaşlarının yanına bırakarak (ihtimal unutmuş olacak), Esved'in yattığı odaya, bir kandil ışığını takip ederek vardı. Onu yatağın içinde başı ayağı ne tarafta olduğu belirsiz bir şekilde yatmış ve horluyor buldu. Azad, onun başının bulunduğu tarafı Firûz'a işaret etti. Esved her halde bu gece iyice sarhoştu. Firûz, Esved'e yaklaşıp onun yüzünü görünce, korku ve şaşkınlık içinde kaldı. Çünkü o, gözlerini açmış Firûz'a bakıyor, bir yandan da " şeytanıyla konuştuğu hususi dille" birşeyler söylüyordu. Fırsatı kaçırdığı takdirde her şeyin mahvolacağını bilen Firûz, bir eliyle onun sakalını tutup, boynunu kırdı; öldüğünü sanarak arkadaşlarına haber vermeğe koşarken Azad onun eteğini çekip, Esved'in henüz ölmediğini söyledi. Firuz arkadaşlarının yanına koşup kılıcını aldı (Cüşeyş'in rivâyetine göre hep birlikte, Firuz'un rivâyetine göre de Firuz yalnız olarak), tekrar onun odasına döndü. Ancak hepsinin birlikte onun odasına girmiş olmaları ihtimali daha kuvvetlidir. Belli kaynaklarımız, Kays ve ötekilerin Firuz'a yardım ettikleri hususunda birleşmektedirler. Öyle anlaşılıyor ki, Kays ve diğerleri onun göğsüne oturdular. Firuz onun başını gövdesinden ayırırken Esved öyle şiddetli bir "böğürtü" çıkardı ki, odanın dışarısında bulunan muhafızlar koşuştular, kapıyı vurarak bu sesin nerden geldiğini sordular. Azad onlara "Peygambere vahiy geliyor" diye seslendi " Böylece muhafızları kapıdan uzaklaştırmağa muvaffak oldu. Dazaveyh, Firuz ve Arap Kays o geceyi sarayda Merzubane'nin yanında, ne yapacaklarını, etrafa nasıl haber salacaklarını konuşmakla geçirdiler. Sabaha karşı saraydan çıkıp arkadaşlarının yanına geldiler. Ezd kabilesine mensup Veber bin Yuhannes'i de alarak şehrin en yüksek kalesine çıktılar. Veber oradan şöyle bir ezan okudu: "Tanrı uludur, Tanrı uludur, bir Tanrıdan başka Tanrı yoktur; Muhammed'in Tanrı elçisi olduğuna tanıklık ederim. Esved Tanrı'nın düşmanıdır""


Ezanı işiten halk kalenin önünde toplanmış Veber'i, bu cüretkar Müslüman'ı ", Esved'in ne şekilde cezalandıracağını merakla beklerlerken, Veber'in yanında bulunanlar Esved'in öldürülmüş olduğunu ilan edip teyid makamında onun başını halka fırlattılar. Hayret ve korku içinde kalan Esved taraftarları kaçıştılar; kaçarlarken de önlerine gelen yerli, yahut Ebnâ'dan olan kimselerin bilhassa bunların çocuklarını rehine olarak beraberlerinde götürdüler. Buna karşılık Firuz ve Kays'in vaktinde aldıkları tedbirler sayesinde, onların arkalarından adamlar yetişip yetmiş kadar süvariyi esir almaya muvaffak oldular. Böylece San'a'yı terketmeğe mecbur kalan Esved taraftarları, San'a ile Necran şehirleri arsında dolaşıp durdular. Bu arada, küçük büyük yediyüz kişinin eksik olduğunu farkedip onların serbest bırakılmasını Müslümanlardan istediler. Bu teklif kabul edildi. Karşılık olarak, alınan rehineler geri verildi.


Taberi'nin dayandığı ravilerin hepsi Esved'in Firuz tarafından öldürüldüğünü kaydediyorlarsa da, bazı kayankların ifadeleri bu iddaya uymamaktadır. Mesela İbni Sa'd (Kitab üt - Tabakat, V. S. 383) Kays bin Hubeyre Makşuh'un peygamberlik iddiasında bulunan Esved ül - Ansi'yi öldürdüğünü yazmaktadır. Bundan başka, Belâzûri de (Fil-tuh ül - Büldân, tür., ter., I., S. 173) esas olarak Kays' ın Esved'i öldürdüğünü anlatmakta ve biraz aşağıda bazı râvilerin onun Firûz tarafından öldürüldüğünü zikrettiklerini pek kısa olarak kaydedip geçmektedir. Mirond' (Ravzat üs - Sefa, II., S. 222) da ise bu rol Kays ile Firûz arasında bölünmüştür. Burada Firûz'un silahsız olarak Esved'in odasına girdiğini, Esved'in boynunu kırdığını, sonra geri dönüp arkadaşları ile birlikte tekrar Azad'ın yanına döndüklerini, o zaman Kays'ın onun başını gövdesinden ayırdığını yazmaktadır. Halbuki Buhari (Sahih-i Buhari, III., S. 52). Zehebi (Tarih ül - İslam, I., 341.), Ebu'l-Fida (Tarih I., 164), El - Vatvat (S. 131) gibi kaynak kitaplar, onun Firûz tarafından katledildiğini pekala yazdıkları gibi, En - Nevevi (I., S. 52), İbni Haldun (Kitab ül. - İber, II., 60), Taberi (Tür., Ter., III., 57) gibi tarihçiler de Peygamber'in ölmeden önce, ilahi bir kaynaktan alarak, haber verdiği "Esved öldürüldü; onu sâlih bir insan olan Firûz üd - Deylemi öldürmüştür" sözlerine dayanarak Esved'in katilinin Firûz olduğu yolundaki kanaatlerini açıkça belirtmişlerdir. Ayrıca İbni Sâ'd gene (V., S. 389), Peygamber'in gâipten aldığı bu haberi kaydettikten sonra, "Esved'i öldürenler arasında Firûz üd-Deylemi dahi vardı" demekle Firûz'u Kays ile işbirliği halinde göstermektedir. Dikkat edilirse, Firûz'un Esved'i katlettiği hususundaki haberler daha ağır basmaktadır. Esasen Hazret -i Muhammed'in bu yoldaki "Esved öldürüldü, onu sâlih bir insan olan Firûz üd-Deylemi öldürmüştür" hadisinin kitaplarda daima tekrar edilmesi, hadiseye en yakın olan çağda bile inancın bu yolda olduğunu teyid eder.


Yukarıda açıklandığı gibi, Yemen bölgesi Esved gibi bir müstebitten kurtulduktan sonra, Müslüman memurlar gene eski yerlerine dönmeğe başladılar. Fakat, aralarından birini başkan seçmek hususunda anlaşamadılar. Nihayet Medine'den yeni bir emir gelinceye kadar Sehabe'den olan Mu'az bin Cebel'i seçtiler". Bir yandan da bütün olup bitenleri mektupla Peygamber'e bildirdiler; fakat mektup Hazret -i Muhammed'e değil, Halifesi Ebu Bekr'in eline varabilmişti Zira bazı tarihler, onun Esved'in öldürülmesinden bir gün sonra öldüğünü kaydetmişlerdir Belazûri (Fütuh ül - Buldan, tür., ter., I., 173) onun Peygamber'in ölümünden beş gün önce öldürüldüğünü ve bu haberin Ebu Bekr'in Hilafete geçişinin onuncu gününde Medine'ye ulaştığını yazmaktadır. Bu suretle Esved'in hükümdarlığı bazılarına göre üç ay sürmüştür. Seyf yoluyla bize kadar gelen Firuz'un rivâyeti, onun Kehf-i Hubban'da isyâna başlamasından ölümüne kadar geçen zamanın ancak dört ay olduğu yolundadır. Böylece Esved'in H. 11. yılın Rebi'ül-evvel ayının sonunda katledildiği meydana çıkmış oluyor.


Yemen'de ikinci Ridde:


Esved'in öldürülmesi ile Yemen'de islâmiyet yeniden zafer kazanmış oldu. Fakat çok kısa bir zaman için. Çünkü Hazret-i Muhammed'in ölüm haberi, Cahiliye devri adet ve inançlarını bırakmış ve islâmiyet'i henüz pek sathi bir şekilde kabul etmiş olan Yemen'li bir kısım halkın yeniden irtidadına vesile olmuştur.


Denebilir ki, Kays bin Makşuhül-Muradi, Yemen'de ikinci Ridde'nin önderliğini yapmıştır. Halife Ebu Bekr, Firuz'u Yemen'e vali tâyin etmişti. Daha önce Dazaveyh, Firaz, Cüşeyş hemen hemen birlikte San'a'da iş görmekte ve Yemen'i idare etmekte idiler. Firuz'un Halife tarafından, onlardan üstün bir mevkie geçirilişi, Arap Kays'ı kıskandırdı ve bundan dolayı Ezva'yı (Himyeri hükümdarlarının adı ve Zu'nun çoğuludur). "Ebnalar sizin memleketinizde yabancı ve göçmen bir kavimdirler. Onları kendi hallerine bırakırsanız daima saltanat süreceklerdir. Ben onların başkanlarını öldürerek geri kalanlarını memleketten sürüp çıkaracağım" diye tahrik etti". Fakat Himyerli u'l-Kilâ ile arkadaşları onun bu fikrini kabul etmediler. Ama Ebnalara da yaklaşmadılar. Kays gayesine erişmek için, gösterdiği bu boş gayretten sonra, şurada burada dolaşan Esved'in süvarileri ile temasa geçti ve onlarda kendisine bir dayanak buldu. Esasen serseri bir hayat süren Esved'in süvarileri, güya San'a'yı tehdide başladılar.


Şehir halkı telâşa düştü. Kays ise herkesten ziyade korkmuş göründü. Firuz ve Dazaveyh ile istişarede bulundu; onlarla dostmuş gibi hareket etti. Hattâ ertesi gün için onları yemeğe davet etti ve ilk gelen Dazaveyh'i öldürdü. Firuz yolda iken iki kadın arasında geçen konuşmadan bunu öğrenip kendisi için de aynı akibetin hazırlanmış olduğunu anlıyarak kardeşi Guşna ile Havlanlara sığındı. Kays, rakiplerini böylece uzaklaştırınca San'a'da idareyi eline aldı; Ebna'nın bir kısmını da zorla İran'a yolladı. Fakat bazı Arap kabileleri, arzuları hilafına, göç etmeğe mecbur bırakılan bu aileleri kendi topraklarından geçtikleri sırada himayelerine aldılar ve Kays tarafından görevlendirilmiş olan muhafızları öldürdüler. Bu kabileler, bu işi Firüz'un teklifine uyarak yapmışlar ve onun Kays'la savaşa başlama imkanını sağlamışlardı. Bilhassa Tâhir bin Ebi Hâk'nin idaresindeki kuvvetlerle Firüz'a yard ım ettiler. Firüz, Kays'a aleyhtar olanları toplayıp San'a yakınında Kays ile savaştı ve onu yendi. Kays daha önce Esved'in süvarilerinin dolaştığı San'a ile Necran arasındaki bölgeye kaçmak suretiyle kurtuldu.

Bu sırada Ebu Bekr, elçiler ve mektuplarla Tihâme ahalisine, Tahir bin Ebi Hale komutasında, Firüz'a yardım etmelerini bildirdi; arkasından da Muhacir bin Ümeyye'nin komutasında bir orduyu Yemen'e yolladı. Muhâcir Yemen'de teşekkül eden kuvvetlerle birleşerek kendi kuvvetini arttırdı. Bu sırada memleketine dönmüş bulunan Kays bin Makşuh ile Amr bin illa'dikerib iyi geçinemiyorlardı. Muhacir'in kuvvetlerinin çokluğu da Amr'ı korkuttuğundan, Kays'dan ayrılıp Müslüman olmadan ve aman bile elde etmeden Müslüman karargahına gelip teslim oldu. Biraz sonra Kays bin Makşuh da Müslümanlara esir düştü ve her ikisi zincirle bağlanarak Medine'ye Halife'nin yanına götürüldü.


Muhacir San'a'ya gelince memleketi çapulculardan ve Esved'in arta kalan süvarilerinden temizledi. Sükünet ve düzeni yeniden kurdu.


Medine'de bulunan iki esirden bilhassa Dâzaveyh'in katili Kays için Ebu Bekir, hiçbir vicadan azabı duymadan idam kararı verdiyse de, cinayeti işlemiş olduğuna dair elde müspet bir delil bulunmadığından ve Kays'ın Peygamber'in minberi önünde, elli kere Dazaveyh'i öldürmediğini yeminle teyid etmesi üzerine Ebu Bekir onu affetti. Ma'dikerib de affa nâil olup her ikisi ailelerinin yanına dönme müsaadesini alabildiler.


Ana kaynaklara dayanarak buraya kadar incelediğimiz Esved'in hayatı, görüldüğü gibi, biri dini, diğeri siyasi olmak üzere iki taraflıdır. Gene görülüyor ki, geçici bir zaman için de olsa gösterdiği ipnotizmacılık mârifetleriyle etrafındaki bazı insanları kendi peygamberliğine inandırmış olmasına rağmen, onun bu tarafı çok hareketli geçmiş bulunan siyasi hayatına nispetle pek sönük kalmıştır.

Esved yeni bir din kuramamış, her ne kadar yakın taraftarlarından bir kısmını kendi peygamberliğine inandırmağa muvaffak olmuşsa da, yeni ve kutsal bir kitap da bırakamamıştır. O, her ne kadar Rahman'ın adına konuşmakta olduğunu ve bir melek vasıtasıyle vahiy aldığını sık sık söylemişse de, bunlar kaynaklara nazaran daha çok kendi şahsi kuvvetini tanıtmak maksadiyle söylenmiş sözler olup ilahi bir takım emirlere benzemekten tamamiyle uzaktırlar. Bununla beraber Esved'in Musevi, Hristiyan ve İslam monoteizminin tanınmış ve yerleşmiş bulunduğu Yemen'de bir putun adına değil, görünmiyen yüksek bir Tanrının adına ortaya çıktığını iddia etmiş olduğu muhakkaktır.


Esved hakiki hüviyetiyle, sadece seziş kuvveti fazla olan kurnaz, cesur ve iktidar ihtirası ile dolu, mahir bir siyaset adamı idi. O, Peygamber'in hastalığı haberinden ve Yemen'deki bazı kabileler arasındaki vergi meselelerinden doğan Ridde'den istifade etmesini bilmiş ve gizliden gizliye hazırlanmaya başlamıştı. Esasen, Yemen din bakımından olduğu gibi, sakinleri bakımından da heterogen bir bölge idi. Bu durum da Esved'in çabuk muaffakiyet elde etmesine yardım etmiştir. Yâni Esved'in birçok taraftar bulmas ının sebebi, halkın ona sırf dini bir inançla bağlı bulunmasından ileri gelmiyordu. Yemen'de uzun yıllardan beri hâkim bir zümre halinde yaşıyan İranlılar'ın çocukları olan Ebnâlar artık Yemen Arapları'nın tahammül edemedikleri ve memleketlerinden uzaklaştırmak istedikleri bir sınıf haline gelmiş idi. İşte Esved Ebna'nın Yemen'deki nüfuzunu tamamiyle kırmış, onlara hakim olmuş ve Ebnaların idarelerini de kendilerinden olan Dâzaveyh ve Firuz'a vermek suretiyle, onları kendine bağlamıştı. Bir yandan da gün geçtikçe, eski dinlerini bırakıp islamiyet'i kabul ederek Medine hükümetine bağlanan halkı, öteden beri ticaretlerine vergi almak suretiyle engel teşkil eden, Kureyş' in hâkimiyetine tâbi kalmamak ve Yemenliler'i din bakımından da kendisine bağlamak için peygamberlik iddiasında bulunmuştur.


Esved savaşçı bir peygamber sıfatiyle ortaya atılmış ve kısa zamanda büyük toprakları eline geçirmiş, fakat bundan dolayı o kadar çok gurura kapılmıştır ki, arkadaşlarını küçümsemeğe, halka zulmetmeğe ve fazlaca sarhoş olmağa başlamıştır. Daha önce belirtildiği üzere bu durum onun hayatına malolmuştur.


Yukarıdanberi anlatılanlar da gösteriyor ki, Esved bir milli isyanın önderliğini üzerine almıştır. Eğer o, hakiki bir peygamber olarak tanınsaydı, ölümünden sonra dini eserinin devam etmesi, hiç olmazsa bunun kalıntılarının daha sonraki devirlerde yaşıyan râvilere bir nebze olsun malzeme teşkil etmesi gerekirdi.


Esved'in ölümü ile birlikte, onun peygamberliği de derhal unutulmuş, fakat önderliğini üzerine almış olduğu milli hareket Arap Kays'la gene de devam etmiştir.




İSLÂMDAN DÖNENLER VE YALANCI PEYGAMBERLER (Hicri 7.-11. Yıllar)

Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


11 Mart 2023 Cumartesi

TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER VE AKİBETLERİ-6

 HACCAC (ZALİM)


Emevi Halifesi Abdülmelik’in Irak valisidir. Zalimlik bunun sıfatı olmuştur. Bu, hem zalim, hem de Hz. Hüseyin’e ihanet ve zulmeden Küfe ve diğer Iraklıların cezası idi. Gaddarlığını kendisi de bilir ve bununla öğünürdü.


Abdülmelik hükümdar olunca, Hz. Hüseyin’e yaptıkları ihanete pişman olan Şiî’ler, Kûfe’de isyan ettiler. Abdülmelik’in ordusu ile Verda kuyusu civarında yapılan savaşta, Hz. Hüseyin’in intikamını almak için kılıçlarının kabzalarını kırarak ölünceye kadar savaşmak üzere saldıran Şiî’ler galip geldiler.


Bu defa Şiî’ler, Küfe ve Basra’da da ayaklanınca, halife, Muhallebi komutan olarak gönderdi. Fakat o da mağlup olarak halifeden yardım istedi. Bunun üzerine Abdülmelik, huzurundaki kumandanlara, Muhalleb’in mektubunu okuyarak: «İçinizden İran’a kim gidecek?» diye sordu. Kimse çıkıp bu işe gönüllü olmak istemedi. Salona çöken bir anlık sessizlikten sonra Haccac bin Yusuf ayağa kalktı: «Ya Emirilmüminin! Sizin aradığınız adam benim.» dedi. Halife: «Sen otur.» dedi. Fakat Halife ikinci, üçüncü defa olarak huzurundakilere aynı suali sorup da yine bu müslümanların arasındaki kavgaya baş olacak kimse çıkmayınca, Haccac, tekrar ayağa kalkarak şöyle dedi: «Cenab-ı Hak şahit, Ya Emirilmüminin! Bu iş için aradığınız adam benim.» Abdülmelik: «Sen bu işin ehli değilsin. Zira sen, herkesi eşek arısı gibi sokarsın.» dedi. Fakat gene de başka çıkar yol göremeyen Abdülmelik, saltanatının takviyesi için bunu Irak valisi tayin etti. Haccac birliklerini alarak yola çıktı. Küfe yakınındaki Kadisiye’ye varınca,  birliklerine kendisini takiben bütün gece yürümelerini emretti. Sonra üzerine su kırbaları yüklenmiş, ayağına tez bir hecin devesi istetti. Getirilen devenin çıplak sırtına binerek, bir elinde Kur’an-ı Kerim, üzerinde de basit bir maşlah ile basit bir sarık olduğu halde deve sırtında rüzgâr gibi çölün yollarına düştü. Bu halile ve son süratle Küfe şehrine geldi. Yalnız başına şehre girdi. Sonra caddelerde herkesi namaza çağırarak dolaşmaya başladı. O sırada ordu mensupları, evlerinde aile ve azatlı köleleri ile beraber oturmaktaydılar. Biribirlerine: «Haydi, toplanalım.» dediler.  Ve Muhammet ibni Ümeyr, azatlı köleleri peşinde, Haccac’ı camiye kadar takip etti. Camiye girdiklerinde ise; Haccac’ın kürsüde put gibi sessiz ve hareketsiz oturduğunu gördü. Bunun üzerine Ümeyr: «Böyle bir adamı Irak’ın başına getirdikleri için bütün Ümeyye oğullarının Allah canını alsın.» diye bağırdı. Sonra da Haccac’ı taşlamak için duvar diplerinden taş sökmeye başladı. Bir taraftan da. Muttasıl söyleniyordu: «Allah’ım, bu ne adam? Aransa başımıza gönderilecek daha kötü 'bir adam bulunamazdı.» diye. Etrafındakiler: «Hele dur, şu basit bedevi ne söyleyecekse söylesin de bir dinleyelim.» dediler. Bu arada cami, meraklılarla tıklım tıkılm dolmuştu.

Bunlar olup biterken sükûnetini hiç bozmayan Haccac, nihayet yüzünü örten mendili çıkardı. Başındaki sarığı çözerek ayağa 'kalktı. Besmele ve Peygamberi yad etme usulünü de terkederek konuşmaya başladı:


«Ben meşhur bir adamım. Kazandığım zaferler, yaptığım işler, benim şöhretimi her gün biraz daha artırıyor. Sarığımı çıkarayım da kim olduğumu iyice görün. Şimdi iyice gördünüz, tanıdınız mı? Ha, bakıyorum, bazılarınız beni iyice görebilmek için gözlerini kırpıştırıyor, boyunlarını uzatıyor. Bu uzanan boyunlar üzerindeki kelleler, kılıçla koparılmaya ne kadar müsait. Ben kelle uçurmakta gayet ustayımdır. Daha şimdiden şu sarıklarla, şu sarıklarla, şu sakallar arasında kesilen boyunların kanlarının pırıltısını görür gibiyim.»


«Emirilmüminin kuburunu boşalttı. Onların arasından çelik ve sert ağaçtan mamul en zalim,‘en keskin olan oku seçti. îşte o da benim. Ey Iraklılar, ey isyan ve hıyanetten başka bir şey bilmeyen âsiler, kötü kalpliler, ben öyle hamur gibi yoğrulabilen cinsten yumuşak kalpli bir insan değilim. Sizi kırbaç düşmanları, sizi köle kadın yavruları sizi, ben Yusuf oğlu Haccac’ım. Benim tehditle vakit geçirmeyip çok çabuk dediğini yapan bir adam olduğumu göreceksiniz. Ben vakit kaybetmekten, fazla konuşmaktan hoşlanmam. Bundan böyle hiçbir yerde bir kalabalık toplandığını görmeyeceğim. Her türlü toplantı hepinize yasaktır. Bundan böyle kendi aranızda gizli gizli konuşmanızı da istemem. Bundan böyle kimse kimseye «Neler oluyor?», «Yeni ne haber var?» diye sormayacak.


«Ne oluyorsa oluyor, size ne, fahişe çocukları! Herkes bundan sonra kendi işi ile meşgul olacak. Başkalarının işine karışmayacak. Elime düşenin vay haline. Dosdoğru yürüyecek, ne sağa, ne de sola bakmayacaksınız. Başınıza getirdiğim adamları takip edip halifeye biat edecek, ona itaat ve sadakat yemini ettikten sonra yola çıkacaksınız. Ve sakın şu sözlerimi hatırınızdan çıkarmayınız. Ben bir şeyi iki defa söylemekten hoşlanmam. Sizin korkaklığınız ve ihanetinizden ne 'kadar hoşlanmazsam, fazla konuşmaktan da öylece hoşlanmam. Şu kılıcım bir kere kınından çıkacak olursa onu bir daha kınına sokmıyacağım. Aradan yıllar geçse, Emirilmüminin doğru yolundan ayrılanların herbirini doğru yola sokana kadar bu kılıç kınına girmeyecek ve baş kaldıranın başını vuracağım...»


İşte çektiği böyle hakaret ve tehdit dolu bir nutukla kendisini Iraklılara tanıtan Haccac, nutkunun devamında, üç gün içinde Muhalleb’in ordusuna katılmayan askerlerin hepsinin başlarını uçurup mallarını yağma edeceğine de yemin ettikten sonra Halifenin mektubunu okuttu. Bundan sonra kürsüden inip orduya maaşlarının dağıtılmasını emretti.


Tam bu sırada, yanına yaklaşarak; yaşlandığını, kendi yerine oğullarının askere alınmasını rica eden Ümeyr adlı zatın Hz. Osman’ın katillerinden olduğu, onun üzerine çıkıp kaburga kemiklerini kırdığı söylenince, Haccac, adama sordu:


«Bunlar doğru mu?»


Ümeyr: «Osman benim babamı hapsettirmiş ve orada ölümüne sebep olmuştu...» diye cevap verdi.


Haccac: «Kürsüde söylediklerimi duydun. Haccac, kendi kendini yalancı çıkaramaz. Osman’ın ölümünün diyetini kendi ölümünle ödeyeceksin. Hem senin ölümünden Basra ve Kûfe’liler de sevinecek.» dedi ve muhafızları çağırarak oracıkta adamın kellesini uçurttu. Ve bu suretle de sözlerini ne dereceye kadar yerine getireceğini Irak’lılara göstermiş oldu.


Bundan sonra Iraklılar, Muhalleb’in ordusuna katılmak üzere yola çıktı. Yolculuktan kimse geri kalmadı. Hattâ, hiç kimse sağına soluna bakmadan dosdoğru giderek Muhallebin ordusuna dahil oldular.


Haccac daha evvel, Hicrî yetmişiki senesinde, Mekke’de ayrı bir devlet kuran Zübeyr oğlu Abdullah’ın üzerine giderek şehri kuşatmış, bir senelik 'kuşatmadan sonra şehri almıştır. Kuşatma esnasında Beytullah’a attırdığı taşlar, Beyt’e isabet ettirilemeyince Haccac, Kabe’yi meleklerin himaye ettiğini söyleyerek onların kaçması için mancınıkla atılan taşlara pislik sürülmesini emretmiş ve böyle yapılarak Kabe tahrip edilmiştir. Daha sonra şehit olan îbni Zubeyr’in başını kestiren Haccac, gövdesini Mekke’de baş aşağı astırarak başını da Şam’a göndermiştir. Haccac, Kabe’yi tekrar tamir ettirmiştir.


Oradan Medine’ye giden Haccac, Mescid-i Nebevî’ye giderek minbere çıkmış ve Medine ehline: «Ey ehli habise...» diye başlıyan, hakaret dolu bir hitabede bulunmuş, sonra da: «Neye siz Hz. Osman’a yardım etmediniz?» diye eza ve cefalar etmiştir. Hattâ Cabir, Selil, Enes gibi ileri gelen ashabın boyunlarına damgalar vurdurmuştur.


Bu zalimin zulümleri saymakla bitmez. Tam 20 sene süren böyle zulüm ve cinayetle dolu Irak ve Şam vilâyetleri valiliğinden sonra 54 yaşında iken H. 95 tarihinde kendine lâyık bir şekilde dünyadan göçmüştür.

 


İbni Eşas’la olan harpten zaferle çıkınca, Eşas’la beraber olan Irak’lıları teker teker huzuruna çağırıp; «Kâfir olduğuna kendin de şahadet eder misin?» diye sorar. Evet diyeni salar, «hayır» diyeni Öldürürmüş. Bunlardan bir tanesi huzuruna gelince Haccac:


«Bu salih bir adamdır. Her halde: «Ben kâfirim» demez» deyince adamcağız: «Ya! Beni hile ile söyletip öldürtmek istersin değil mi? Vallahi ben yeryüzünün en kâfiriyim, Firavun’dan da, Haman’dan da, Nemrut’tan da kâfirim» diye feryat etmiş. Haccac da gülerek adamı salıvermiş. İşte bu zalimin ölümü de şöyle olmuştur:


Haccac, İbni Eşas’ı Hindistan seferine gönderirken Sait İbni Cübeyr’i de levâzım işlerine bakmak üzere yanına vermişti. Daha sonra İbni Eşas, müslümanları bu zalimin elinden kurtarmak için isyan eder, halk bununla beraber olur. Tabii Sait de onunla beraberdir. Yapılan harplerde bir ara îbni Esas galip gelir. Bütün Küfe ve Basra’yı alırsa da, daha sonra mağlup olur ve yukarıda da temas edildiği gibi Haccac, Eşas'ın taraftarlarından onbinlerce insanı katleder. Bu arada Said kaçar, şehir şehir kaçarak nihayet Mekke’ye gidip saklanır. Halit bin Abdullah Kuseyrî Mekke valisi oluncaya kadar orada kalır. Dostları her ne kadar buradan da ayrılmasını, daha uzak ülkelere gitmesini tavsiye ederlerse de Sait;

— «Allah’tan utanıyorum. Beytullah’ın bulunduğu Beldeyi Emin’den de kaçıp nereye gideyim» diye reddetti.


Nihayet vali Halit onu yakalatıp Haccac’a gönderdi. Haccac, onu ele geçirdiğine sevindi. Huzuruna çağırıp: «Sen Şekî bin Kesîr’sin değil mi?» diye alay ve hakaret etmek istedi. Sait de: «Hayır, ben Sait bin Cübeyr’im» dedi. Haccac: «Yemin olsun ki seni katledeceğiz» deyince Sait de:


— «Bu suretle ben de anamın bana taktığı Sait ismine lâyık olurum» diye cevap verdi.


Bu muhavereden sonra Haccac, Sait’in katlini emretti. Emri alan cellâtlar, Sait’in ellerini bağladılar, Hacac’ın huzurunda boynunu uçurdular. Gövdesinden ayrılan Sait’in başı yerde yuvarlanırken üç defa şehadet kelimesini tekrar etti.


İşte zalim Haccac’a İlâhî adaletin tanıdığı mühlet de burada bitti. Haccac bu hal karşısında birden sarsıldı, cinnet geçirir gibi oldu. Oturduğu yerden;


— «Bukağılarımı getirin» diye feryat etti. Cellâtlar, Sait’in ayağındaki bukağıları istiyor zannettiler, koşarak Sait'in ayağını kestiler, bağları çözdüler, getirdiler. Fakat gördüler ki Haccac, bir şey söylediğinin farkında değil. Bu halden sonra Haccac artık hiç kimseyi katletmedi, ama uyku da uyuyamadı. 15 gün veya 6 ay süren bundan sonraki hayatı ıstırap içinde geçti, istirahatı, huzuru kalmadı. Ne zaman istirahat için gözlerini kapasa, Sait gelir boynunu sıkar ve:


— «Söyle ey Allahın düşmanı! Cevap ver, beni niçin öldürdün?» der. Haccac da:


— «Ah! Bu Sait Bin Cübeyri de ne istiyor benden?» diye feryat ederek yerinden fırlardı. Son günlerini, ahiretteki cezasının başlangıcı olarak, bu cinnet hali içinde tüketip helâk oldu, gitti.

«Her ümmet habis adamları ile gelse, bizde Haccac’ı alıp gelsek hepsini bastırırız.» (Ömer Bin Abdülaziz)


«Şeytan yolda benimle karşılaşırsa, korkusundan hemen bana sulh teklif eder.» (Haccac)



TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER ve Akibetleri

Yazan: Nail PAPATYA ( Bursa Müftüsü )

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


EVLENME AKDİNİN / NİKÂHIN TARİFİ ve HÜKMÜ

 



Bir fıkıh terimi olarak nikâh kelimesiyle ifade edilen evlenme akdi, birbirleriyle evlenmelerine hukuken bir engel bulunmayan bir erkek ile bir kadının sürekli bir hayat ortaklığı kurmak üzere aralarını birleştiren ve bunun için karşılıklı hak ve görevler belirleyen bağdır.


Şu halde bir evlenme akdinin meydana gelebilmesi için şu unsurlar gerekmektedir:


Cinsiyetleri ayrı iki taraf. Yani evlenme, nikâh ehliyeti taşıyan ve evlenmelerine herhangi bir engel bulunmayan bir erkek ile kadın arasında olur.


Hayat beraberliği için ortak rıza. Tarafların böyle bir akde gönülden razı olmaları, onları sadece cinsel ilişkide değil, hayatın acı-tatlı her anında ortak yapmaktadır. Zaten evlilik akdinin esas konusu da budur.


İlke olarak devamlılık. Daha sonra başgösterecek bazı sebeplerle evliliğin sona ermesi de mümkün olmakla beraber, evlilik akdinde devamlılık esastır. Belli bir süre devam ettirilmek veya bir tecrübe devresi geçirmek maksadıyla geçici evlilikler yapılamaz.


Hukukîlik. Yukarıdaki unsurların mevcudiyetine rağmen bu akit, ayrıca hukuk tarafından da tanınan bir akit olmalıdır. Bu sebeple mesela metreslik anlayışına "evlilik" denmez. Evlilik akdinin taraflara sağladığı haklar ve karşılıklı sorumluluklar, hukuk nazarında geçerli olan bir nikâhta sözkonusu olabilir.


Yukarıdaki esasları taşıyan ideal bir evlilik akdinin acaba hukukî mahiyeti nedir? Bir başka ifadeyle evlilik, iki iradenin bir noktada birleşmesinden ibaret bir medenî hukuk akdi midir; yoksa bundan daha fazla bir şey midir?


Günümüz hukukları evlenmeyi, bu akit nişanlıların evlenmelerine yönelik isteklerinin karşılıklı olarak ortaya konulması ile meydana geldiği için bir medenî hukuk sözleşmesi olarak nitelendirmektedirler, İslâm hukukçuları da nikâhı "milk-i müt'a, yani eşlerin birbirlerinden istifade etmesi üzerine yapılan bir sözleşmedir" diye tarif ederken onun akit niteliğini öne çıkarmışlardır.


Bununla birlikte îslâmın nikâha bakışı ve fakihlerin eserlerinin ilerleyen sayfalarında görülen yaklaşımları, nikâhın basit bir akitten daha fazla bir şey olduğu izlenimi vermektedir.


Kur'ân nikâh akdini mîsâk-ı ğalîz=çok büyük sorumluluğu olan bir söz olarak nitelemiştir, yüze yakın âyetini aile hukuku meselelerine ayırmış; Hz. Peygamber de (s.a.s.) onu kendisinin sünneti olarak takdim etmiştir. "Şu nikâhı etrafa duyurun, onu mescidlerde yapın ve nikâh dolayısıyla tefler çalın" hadisi nikâhta, basit bir akitte rastlanmayan bazı niteliklerin bulunduğunu göstermektedir.


Bu bilgilerden hareketle biz, nikâhın ne sırf bir medenî muamele, ne de hukukî yönü olmayan sırf bir ibadet değil, aksine, iki niteliğin de içinde bulunduğu özel bir akit olduğunu söyleyebiliriz. Bunun içindir ki bazı fakihler, aile hukuku meselelerinin incelendiği "Kitabu'n-Nikâh" bölümünü ibadet bahisleriyle hukuk bahisleri arasına yerleştirmişlerdir.


Evliliğin hükmü konusuna gelince: Bütün bir toplumu düşünerek insan neslinin devamını sağlamak amacıyla evlenmenin bir toplumsal görev (farz-ı kifâye) olduğunu söyleyebiliriz. Tek tek bireylere göre ise bazı detaylar bulunmaktadır. Şöyle ki:


Cinsel yönden iradesine sahip olup zinaya düşme tehlikesi bulunmayan kimseler için sünnettir


Yaşlılıktan veya bedenî kusur ve hastalıktan dolayı cinsel gücünü kaybetmiş kimseler için mubahtır Böyle kimseler evlenmekle, aile kurumunun cinsellik dışında kalan diğer faydalarından istifade ederler.

Evlenmediği takdirde zina yapacağı korkusu taşıyanlara farz ya da vaciptir

Eşine eziyet çektirme ve haksızlık yapma ihtimali bulunan kimselerin evlenmesi mekruhtur. Sözkonusu zulüm ihtimali kesinlik taşıyorsa o takdirde de haramdır. 


"İçinizdeki bekârları, köleleriniz ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin... Evlenemeyenler, Allah kendilerini lütfü ile zenginleştirene kadar iffetli davransınlar..."


...(Kendileriyle evlenilmeleri haram olanların dışındakileri) zinadan kaçınıp iffetli olarak mallarınızla istemeniz size helâl kılındı... "Ey gençler! Sizden evlilik yükümlülüğüne gücü yetenleriniz hemen evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve ırzı harama karşı daha fazla korur. Kimin evlenmeye gücü yetmezse oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için kalkandır." mealindeki nasslar, fukahayı böyle bir sınıflandırma yapmaya sevketmiştir.







EVLENME ÖNCESİ İLİŞKİLER


Evlenmenin tarifi ve hükmünü belirledikten sonra burada, görüşme, nişanlanma ve düğün merasimi başlıklarıyla evlilik öncesi ilişkilere değineceğiz.


A - GÖRÜŞME


Hayat boyu beraberlik hedefiyle biraraya gelecek olan kişilerin birbirlerini görmeden, tanımadan evlenmeleri düşünülemez. Tarafların birbirlerini tanımadan yapacakları bir evlilik, aile kurumunun esas maksatlarını da gerçekleştiremez.


Evlilik ilişkisini daha sağlam bir zemine oturtmak için İslâm, önceden görmeyi ve bir dereceye kadar görüşmeyi önermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bir kadınla evlenmek isteyen Muğîra b. Şu'be'ya onu görüp görmediğini sormuş, görmediğini öğrenince "Git onu gör. Çünkü bu, ileride mutlu olabilme ve birbirinize ısınabilmeniz için en iyisidir" buyurmuştur. Yine bir mübarek sözünde daha belirgin bir biçimde şöyle buyurmuştur: "Bir kadınla evlenmek istediğiniz zaman onun kadınsı niteliklerine bakabilirseniz bakın."


Hadislerin erkeklere hitap etmesi, görmenin sadece erkek tarafında olduğu anlamında algılanmamalıdır. Evlilik rızaya dayanan bir akit olduğuna göre, kadının da neye razı olduğunu bilmesi tabiî hakkıdır.


Evlilik niyeti taşımayan normal durumlarda, birbirleriyle evlenmeleri hukuken mümkün olan karşı cinslerin birbirlerinin mahrem yerlerine bakmaları, ilgili naslar ile haram kılınmışken, samimi evlenme niyeti bulununca belli sınırlamalarla buna izin verilmiştir.


Fukahanın, sadece el ve yüze bakılabilir şeklindeki dar içtihadı ile bütün bedenine bakabilir şeklindeki geniş içtihadı arasında, evlenilmesi planlanan karşı cinse bakmanın ve onunla görüşmenin ölçüsü hakkında özetle şunlar söylenebilir: Taraflar birbirlerinin fizikleri hakkında fikir verecek yerlere bakabilirler. Evliliğin asıl maksadı cinsellik olmadığına göre, görme konusunda haddi aşmak da doğru değildir.


Evlilik öncesi görüşme konusuna eklenecek bir önemli nokta da, bu görme veya görüşmenin, tarafları rencide etmeyecek tarzda olması ve bir de tarafların yalnız başlarına bırakılmamalarıdır. Bu iş, yakınlarında üçüncü kişilerin bulunduğu ortamlarda yapılmalıdır. Bu hassasiyete dikkat edilmesi şartıyla tarafların görüşüp konuşmaları caiz olacaktır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), "Sizden kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, yanında mahremi (kendi yakını) olmayan bir kadınla başbaşa kalmasın. Çünkü bunu yaparsa üçüncü kişileri şeytan olur." buyurmuştur.


B - NİŞANLANMA


Nikâh akdinden önce geçirilen bir evre olan nişanlanma, birbirlerini gören iki tarafın karşılıklı olarak evlenme vaadinde bulunmasıdır. Bir erkekle bir hatunun, ileride birbirleriyle evleneceklerine dönük niyetlerini dile getirince nişanlanmış olurlar. Böylece nikâh anına kadar sürecek olan nişanlılık hali de hukuken başlamış olur.


Nikâhtan önce böyle bir ara dönemin meşru kılınmasındaki maksat, ileride bir yuva kuracak olan iki tarafın yekdiğerini tanıması ve doğru karar verebilmek için bir düşünme fırsatını kullanmalarıdır. Bu maksat, ailenin daha sağlam temellerle kurulmasına fayda sağlayacaktır.


Nişanlanma, daha sonraki bir zamanda gerçekleşecek olan evliliğe dönük bir vaad yani söz verme olduğu için onu bizzat evlenme demek olan nikâh ile karıştırmamak gerekir. Zira her ikisi de ayrı hükümlere sahip ayrı süreçlerdir. Bu sebepledir ki, nişanlanmış kişiler nikâh kıyılıncaya kadar birbirlerine yabancıdırlar. Sadece nişanlanmakla nikâh meydana gelmeyeceğinden kız ve erkek, nişanlılık devresinde iken birbirlerine helâl olmazlar.


Düğün merasimine kadar geçecek zaman diliminde kız ve erkeğin günaha girmeden görüşmelerini sağlamak amacıyla günümüzde nişanın hemen arkasından nikâh da kıyılmaktadır. Bir mahzurdan kurtulmak için yapılan bu muamele, telafisi çok güç zararlara sebep olduğundan doğru bir uygulama değildir. Çünkü nişanlılık, İslâm hukukuna göre taraflara evlenme mecburiyeti yüklemediğinden her an bozulma ihtimaline açıktır. Dolayısıyla şu veya bu sebeple nişan bozulduğunda, nişanla beraber yapılan nikâh, genellikle resmî kaydı olmadığından aileler ve taraflar arasında husumete ve inatlaşmaya kurban verilmektedir. Bu sebeple nişan ve nikâh birbirinden bağımsız düşünülmeli ve nikâh ilerideki merasime kadar ertelenmelidir.


Söz kesme, şerbet içme, mehir üzerinde konuşup tesbit etme vs. gibi örfe dayanan hususlar dışında nişanlanma konusunda İslâm hukuku iki noktada düzenleme getirmiştir. Birisi kimlerle nişanlanabileceği, diğeri ise nişanın bozulmasından doğan neticelerdir.


Birinci meseleyle ilgili olarak kısaca, evlenmelerinde hukuken sakınca bulunmayan kimselerin nişanlanabileceklerini söyleyebiliriz. İleride ele alınacak olan evlenme mânilerinden/engellerinden birine sahip olan taraflar birbirleriyle nişanlanamazlar da. Buna bir de Hz. Peygamber'in (s.a.s.), "...Sizden biriniz kardeşinin söz kesip nişanlanmasının üzerine nişan yapmasın!" buyruğuyla nişanlanmış kız veya kadınların istenmeyeceğini eklemeliyiz.


İkinci meseleye gelince, ulvî bir gayeye sebep olduğundan nişanın gerekçesiz olarak bozulması doğru bir davranış değildir. Bununla beraber her iki taraf da nişanı bozma hakkına sahiptir. Nişan bozulduğu anda taraflar birbirlerinden bağımsız hale gelirler ve nişan süresinde alınan-verilen hediyeleri aynen iade ederler. Verildikten sonra değişikliğe uğramış hediyeler, değişikliğe uğramış şekliyle iade edilirken, harcanmak veya yenmek suretiyle elden çıkan hediyeler var ise, onların iade sorumluluğu da düşer.

Bu arada mehir olmak üzere nişanlılık devresinde kıza verilen şeyler de erkeğe aynı biçimiyle iade edilir. Kullanılmış veya elden çıkarılmışsa bedeli ödenir.


Nişanlılardan birinin ölümü halinde de mehir hakkında aynı hükümler geçerlidir; fakat hediyeler kabzedildikten sonra iade edilmez.


C - DÜĞÜN MERASİMİ


Yuvanın kuruluşunu adeta bir bayram olarak telakki eden İslâm Peygamberi, bunun bir merasimle kutlanmasını istemiştir. Böylece herkes bu sevince ortak olacaktır.


Günümüzdeki zevksiz, renksiz ve donuk anlayışa karşı Asr-ı Saadet düğünleri çok şenlikli ve canlı icra edilirdi. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) aşağıda vereceğimiz tatbikatı, günümüzün bir uçta matem havası estiren mevlidli, ağdalı; diğer uçta kimliğimizle hiç ilgisi olmayan danslı, balolu düğün anlayışının nasıl olması gerektiğine ışık tutacaktır.


Yetim kalmış bir kızı himaye edip büyüten Hz. Aişe (r.a.) daha sonra onu evlendirmiş ve kendi eliyle gelin gittiği eve yerleştirmişti. Döndüğünde merasimin nasıl yapıldığını Hz. Peygamber'e anlatınca Efendimiz farklı rivayetlere şöyle buyurmuştur:


"— Ey Aişe! Sizin eğlenceniz yok mu? Çünkü Ensar eğlenceden hoşlanır."


"—Gelinle birlikte tef çalıp şarkı söyleyecek bir cariye göndermediniz mi? 

Ma'bed el-Kays'ın düğününde Hz. Peygamber (s.a.s.) damadın yanına gelerek "Bir eğlence var mı?" diye sormuştu.

 


Rubeyyi'  isminde bir sahâbî hanımı anlatıyor:


"Zifafa gireceğim zaman Rasulullah gelip içeri girdi ve sedirimin üstüne oturdu. Genç kızlar tef çalıp Bedir'de öldürülen atalarımın iyiliklerini dile getiren şeyler söylemeye başladılar. O arada birisi 'İçimizde yarın ne olacağını bilen bir Peygamber var' diye ikaz edince, Rasulullah 'O konuyu bırak, söylemekte olduğunu söylemeye devam et' buyurdu."


Şunu da Muâz b. Cebel anlatıyor:


"Hz. Peygamber (s.a.s.) Ensardan birisinin düğünündeydi. Kısa bir konuşma yapıp nikâhı kıydı ve "Ülfet, hayır, bereket ve uğur üzere arkadaşınızın başı üzerinde tef çalın buyurdu. Onun üzerine tef çalındı. Genç kızlar, içinde badem ve şeker bulunan kaplarla gelip onların üzerine saçtılar. Oradakiler geri durup ellerini tabaklara uzatmayınca Hz. Peygamber "kapışmıyor musunuz?' buyurdu."


Bu nakiller düğünün neşe içinde eğlence ile geçirilmesinin işaretini vermektedir. Tabiatıyla bunlar, bağlayıcı şekiller değil, sadece örnek konumunda bilgilerdir. Her toplum kendi eğlence örfü ve düğün âdetlerini meşru çerçevede yaşatacak, mahallî zevkler ve canlılıklar muhafaza edilecektir. Hz. Peygamber'in günlerce düğün yemeği vermesi, Sudan'dan gelen halk oyunları ekibini eşi Hz. Aişe ile seyredip tempo tutması, O'nun bu noktalara gösterdiği yaklaşımı yeterince belirlemektedir.



İSLÂM AİLE HUKUKU

Y. Doç. Dr. Ahmet YAMAN

Konya S.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

10 Mart 2023 Cuma

MELİKŞAH 1072-1092

 


Alpaslan'ın ölümü üzerine 1072 tarihinde oğlu Melikşah Selçuk tahtına geçti. Alpaslan'ın Melikşah'tan başka Aslanlı Argun, Borübars, Tutuş, Tökiş, Toğan, Arhun adlı altı oğlu daha vardı. Alpaslan oğulları içinde saltanat tahtına layık Melikşah'ı görmüş, onu sağlığında veliaht yapmıştı. Melikşah 1054 tarihinde Horasan'ın (İsfahan) şehrinde dünyaya gelmiştir. O zamanlar babası Alpaslan Horasan Valisi bulunuyordu. Babası saltanata geçince beraber (Rey) şehrine geldi. Bu zaman henüz sekiz yaşında idi. Alpaslan oğlunun eğitimi ile fazlaca meşgul oldu. Ona çok değerli öğretmenlerden ders aldırdı. Bu zeki çocuk kısa zamanda yetişti.


Aspaslan Harzemli Yusuf adlı bir hain tarafından hançerle şehit edildikten sonra Oğuz Beylerinin huzurunda Melikşah'a biat edildi. Tahta çıkış şenliği Oğuz töresince yapıldı. Bu töreye göre sağ ülke beylerbeyliği Kayı ve Bayat boyları Beylerine, sol ülke ise Bayındır ve Çavundur Boy Beylerine verildi. Oğuzların ozanları kopuzları ile ( Oğuzname) den şunu söylediler.


Hanlar atası Oğuz Han söyledi,

Böyle töre yol ve erkan eyledi

Bu böylece vasiyet kıldı ol,

Ta! ola oğullarına töre, yol.


diyerek devamında 24 Oğuz boylarının adını sayıp hepsine yurd idaresi ve ödevlerin verildiğini belirttiler. Kınık, Kayı, Salur, Bayındır, Çavundur, Çepni, Peçenek ve diğer Boy Beyleri Oğuz töresine göre yer alıp oturdular. Geleneğe göre kımız içtiler. Sonra Melikşah'ı Han Tanıdıklarına and içtiler. Melikşah tahta geçtiği zaman henüz 18 yaşında idi. Babası zamanında Vezir-i-azam bulunan (Nizam-ül-Mülk) ü vezirlikte bıraktı. Ayrıca kendisine (Atabey) ünvanını verdi.


Melikşah, parlak talihli bir hükümdardı. Alpaslan ona büyük bir devlet, zengin bir hazine, kuvvetli bir ordu bırakmıştı. Geniş ve engin ülkeler, büyük diyarlar, onun buyruğu altına girmişti. O, ne mutlu bir hükümdardı.


O tahta çıktığı sıralarda Abbasi Halifesi (Kaim·bin-Emrullah) öldü. Bunun yerine Melikşah (Muktedi Billah) ı tayin ettirdi. 50.000 altın, cihaz ve başka kadın; gözde olmamak şartıyla kızını yeni halifeye verdi. Bu kızdan (Ebülfazl Cafer) doğdu. Halifede ona (Celalüddevle Ebül Feth) ünvanını verdi.


Büyük Selçuklu İmparatorluğu Melikşah zamanında en yüksek devrine ulaşmıştı. Devleti Tanrı Dağından itibaren Maverraünnehir, Harzem, Horasan ülkeleri, İran Anadolu, güneyden Kızıl Deniz, Umman denizi, Suriye ve Mısıra kadar uzanmıştı. Bağdat, Abbasi Halifeleri de tamamen Selçuk İmparatorluğu emri altına girmişti. Selçuklular büyük ve geniş bir devlete sahip oldular. Türk egemenliği altına Persler, Gürcüler, Ermeniler, Rumlar, Araplar, Kürtler, Müslüman Türklerden Saman Oğulları, Karahanlılar, Gazneliler, İran Azerileri, Büveyk Oğulları, Arap Fatimilerle birçok kavimler girdiler. Melikşah bu koca imparatorluğu, tam on iki defa, bir baştan o bir başa dolaşmıştı. Bağdat'a üç defa gitmişti. Bizans imparatoru ile Semerkant Hakanının damadı, Bağdat Halifesinin ise kayın pederi idi. Eşi (Türkan Hatun) dur. Ayrıca Bizans imparatorunun kızını ve Semerkant Hakanının da kızını almıştı. Altı oğlu, bir kızı vardı. Oğulları: Börkyaruk, Mehmet Tapan, Sancar, Ahmet, Mahmut, Davut idi.


Melikşah cesur, adaletli, o ilgili ve iyi bir devlet adamı idi. Onu halk (Adil Sultan) diye yad etmekte idi. Değerli alimleri sarayına toplayıp onlara altı maddelik bir kanunname yaptırmıştır. Alimleri çok severdi. Meşhur filozof (İmam Gazali) ye Bağdat'ta müderrislik vermiştir. Yine meşhur şair (Ömer Hayyam'ı) korumuştur. 1079 tarihinde devrinin bilginlerinden Ömer Hayyam'ı, Ebül-Muzaffer-ül-Esferariyi, Meynun Vasatı'yı, Mehmet Hazeriyi toplayıp bunlara bir güneş takvimi yaptırmıştır. Bu takvimin başı 467 hicri yıldır. Bu doğru ve sağlam takvim, Avrupa takvimi olan (Gregoryen) takviminden daha üstündü. Bu takvime (Tarihi Celali) denilmiştir.


Melikşah zamanında (İmamı Azam) ın mezarı üzerine kubbeli bir türbe yapılmıştır. Haç yolunu emniyet altına aldırmış, yolları gösterir trafik işaretleri koydurmuştur. Hacca giderek Mekke ve Medine halkına bol paralar ihsan etmiştir. Kendisi şairdi; birçok şiirler yazmıştır. Zamanında Nizam-ül-mülk meşhur (Siyasetname) adlı eserini yazıp, kendisine takdim etmiştir.


Selçuk devrinde devletin Kalem Teşkilatını kurmuştur. Memleketini bölümlere ayırıp askerlerine vermiştir. Yurdunun her tarafında birçok hayır müesseseleri açmıştır. Bilhassa (Nizamiye) Medreseleri) asrının üniversiteleri idi. Birçok kervansaraylar, imarethaneler, nehirler üzerine köprüler, suyolları ve birçok kaleler yaptırmıştır. İsfihan şehrini başkent yaparak; burada saraylar, birçok güzel bahçeler meydana getirmiştir. Kendisi ava meraklı idi. Pek de nişancı idi. Her vurduğu av için fakirlere para dağıtmayı adet edinmişti.



Melikşah iri vücutlu, fakat güzel yüzlü alim ve ahlaklı bir insan olduğundan onu bütün tebaası seviyordu. Başındaki kavuğun üzerindeki elmaslı sorgucu göze çarpmakta idi. Aynı zamanda cesur bir komutan idi. Alpaslan, oğlu Melikşah'ı Şehzadeliğinde savaşa alıştırmak maksadıyla Gürcistan seferine göndermişti. Melikşah, Nizam-ül-mülk ile Gürcülerin en önemli şehri (Ani) kalesini kuşatarak, almağa muvaffak olmuştu. Melikşah bu kanlı savaşta bir çok kahraman pirleri hayrette bırakacak derecede kahramanlık göstermişti. Bu yiğitliği ile babasının yerini tutacağını isbat etmişti. Melikşah her bakımdan değerli bir hükümdardı.


 

 

KAVURD'UN İSYANI


Melikşah tahta çıktığı zaman taht kavgalarıyla karşılaştı. Alpaslan'ın kardeşi (Kavurd) pek muhteris bir insandı. Hükümdar olmağa kararlı idi. Kavurd, Alpaslan'ın ölümünü duyar duymaz Kirmandan 6.000 kişilik bir kuvvetle Rey şehri üzerine yürüdü. Melikşah, Kavurd'un ilerlediğini duyar duymaz, babasının hazinesinden 500.000 dinar alarak, bu paraları Türkmen Oymaklarına dağıttı. Melikşah bu kuvvetlerle Hemedan'da Kavurd'un karşısına çıktı. Kavurd, Melikşah'ın ordusunun sağ kanadına ani bir taarruz etti. Bu yönü bozunca sol tarafa da saldırdı. Merkezde Melikşah bulunuyordu. Buraya gelince kayaya çarptı. Kavurd bozguna uğrıyarak kaçıp bir köy evine saklandı. Savtekin adındaki bir komutan Kavurd'u esir etti ( 1073 ) . Melikşah bir at üzerinde idi. Amcası Kavurd'u görünce, atından birdenbire atlayıp, elini öptü. Sonra amcasına:

«Bana karşı niçin isyan ettiniz?» dedi. O da:

«Size karşı koymağı düşünmemiştim, fakat Türkmenler beni bu isyana teşvik ettiler.»

Melikşah:

«Babam öldüğü zaman baş sağlığı dilemediğiniz gibi ölümü dolayısıyla şenlik yaptığını duydum. Kötülük düşündüğün için, Tanrı sana bu cezayı verdi.» diyerek onu Hemedan'da hapsetti. Bu olaydan sonra askerler şımardı, maaşlarının arttırılmasını istediler. Verilmez ise Kavurd'u tahta çıkaracaklarını söylediler. Bu durum devleti sarsacaktı. Bunun için Kavurd'un vücudunu ortadan kaldırmak lazımdı. Melikşah zindana bir cellad gönderdi. Kavurd başına geleceği anladığından iki rekat namaz kılıp boynunu cellada teslim etti. Kemend ile boğuldu ( 1073 ) . Askerler Kavurd'un niçin öldürüldüğünü sordukları zaman onun harpte iken parmağında bulunan bir yüzükteki zehiri içerek intihar ettiği bildirildi. Bu işe askerler diş bilediler.


Melikşah başkaldıran askerlerden 7.000 tanesini ordudan çıkardı. Bunlar Melikşah'ın kardeşi (Tökiş) in yanına giderek onu isyana teşvik ettiler. Tökiş Horasan'da isyan etti. İsyanı haber alan Melikşah, ordusunun başına geçerek asilerin üzerine yürüdü. Fakat Tökiş korkarak teslim oldu (1080 ). Bu iç mücadeleler sona erdiği bir sırada Melikşah çok sevdiği (Davut) adlı bir oğlunu kaybetti. Bu ölüm ona pek ağır gelmişti. Davut için günlerce ağladı. Bu esnada Tökiş hapisten kaçarak, tekrar isyan etti. Fakat yakalanıp gözlerine mil çekilerek kör edildi ( 1085 ) . Melikşah tahta çıktığının iİk yıllarında bu taht kavgaları ile meşgul oldu. Cesur bir asker olduğu için onunla kimse boy ölçüşemedi. Bütün rakiplerini yendi. Saltanat tahtında tek kaldı. Bu işleri başaramamış olsaydı, devlet parçalanırdı. O, kudreti ile devletin birliğini muhafaza etti.


MELİKŞAH'IN FETİHLERİ


Melikşah tahta çıkışının ilk yıllarında iç kavgalarla meşgul olmuştu. Bu tehlikeyi atlattıktan sonra fetihlere önem verdi. Melikşah Suriye'yi fethetmek üzere Şam'ı kuşattı Büyük bir ordu ile harekete geçti. Maiyetine veziri Nizam-ül-Mülk'ü de aldı. (1086 ) Selçuk ordusu bütün haşmetiyle Şam önlerine geldi Şam'lılar şehri teslim etmediler, fakat Selçuk askerlerinin hücumlarına dayanamıyarak şehri teslim etmeğe mecbur oldular. Melikşah muzaffer olarak Şam'a girdi.


Melikşah Şam'ı aldıktan sonra, ordusu ile Bağdat'a, gitti. Bağdat'a gelen Melikşah yanında veziri olduğu halde halifeyi ziyaret etti. Halife, Melikşah'i taht salonunda kabul ederek ona saygı gösterdi. Melikşah Bağdat civarında bulunan. (Bihişt Abad) da kaldıktan sonra ordusu ile İsfihan'a döndü. Melikşah iki yıl kadar İsfihan'da kalarak devlet işleriyle meşgul oldu.


Melikşah bu sefer Semerkant ve Buhara'yı fethe karar verdi (1089 ) . Hazırladığı ordu pek büyüktü. Bu ordunun miktarı her zamankinin üç misli idi.


Bizans imparatoru Selçuklulara vermekte olduğu vergiyi bir memuru ile gönderdi. Bu esnada Belçuk Ordusu Seyhun nehrini geçmekte idi. Bizanslı memur da buraya gelmişti. Elçi yıllık vergiyi Melikşah'a takdim etti. Melikşah zenginliğini Bizanslılara göstermek için vezirine, alınan bu paraları; askerleri karşı yakaya geçirmek için çalışan işçilere dağıtmasını emretti. Derhal bu parayı işçilere dağıttı. Sonra elçiye dedi ki:


- «Görülüyor ki, getirdiğiniz bu para hükümdarımızın askerlerinin yalnız karşı yakaya geçirme masrafına ancak kafi geldi. Şayet kralınız bu seferin masrafını karşılıyacak olsa, mülkünün dört beş senelik geliri bile kafi gelmez.» diyerek Türk ordusunun haşmetini göstermişti. Elçi, bu devirde eşi cihanda bulunmayan bu orduyu hayretle temaşa ederek geri döndü.


Melikşah ordusu ile Mavera-ün-nehir'e gelerek yerli hükümdarlarla çarpışa çarpışa Semerkant ve Buhara'yı fethetti. Birçok ganimetlerle geri döndü. Fethedilen ülkelere valiler tayin etti. Bir müddet sonra da tekrar Bağdat'a gitti.


NİZAM-ÜL-MÜLK


Nizam-ül-Mülk büyük Selçuklu İmparatorluğunun ünlü vezirlerinden biridir. Alpaslan ve Melikşah'a vezirlik hizmetinde bulunmuştur. Nizam-ül- Mülk Türk tarihinin ilk büyük vezirlerindendir. Büyük devlet adamı, alim ve siyasi bir şahsiyettir.


Nizam-ül-Mülk 10 Nisan 1018 tarihinde Horasan ilinin bir kültür merkezi olan (Tur) şehrinde dünyaya gelmiştir. Dedesi İshak, babası Nukan Dihkam'dır. Nizam-ül-Mülk'ün adı (Hasan) dır. Babası büyük arazi sahibi zengin bir adamdı. Babası tarafından iyi terbiye edilmiş, okumasına önem verilmişti. İlk defa Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş, sonra da fıkıh tahsil etmiştir. Edebiyata merak ederek, güzel yazmayı ve güzel söz söylemek kabiliyetini kazanmıştır. Genç yaşında idari işlere girişmiştir. İlk memuriyetini Horasan valisinin yanında yapmıştır. Bir aralık da Gazne şehrine gitmiştir. Bundan sonra Belh valisi Ebu Ali Şadan onu vilayet işlerini görmeğe memur etti. Kısa zamanda yüksek bir kabiliyet gösterince Ebu Ali onu şehzade Alpaslan'a tavsiye etti. O sıralarda Alpaslan Horasan valiliğine tayin edilince Nizam'ı da birlikte götürdü. Nizam-ül-Mülk bu zaman Alpaslan'a öğretmenlik etti (1064 ) . Ona halife Kaim - bi - Emrullah (Nizam-ül -Mülk) ünvanını verdi. Vezirliğinde yüksek bir kabiliyet gösterdi. En büyük vezirler payesine yükseldi.


Melikşah, veziri Nizam-ül-Mülk'ü devlet işlerini yürütmekle serbest bıraktı. Fakat onu çekemiyenler oldu. Kemal adında birisi Melikşah'a:


«Sultanım, veziriniz Nizam·ül-Mülk her taraftan rüşvet alıyor. O bir kötü adamdır.» diye söyledi Nizam-ül-Mülk bu şikayeti ve iftirayı duyar duymaz, derhal büyük bir ziyafet hazırlayıp Melikşah'ı ve bin kadar da Türk gulamını, yanı maiyeti askerlerini de davet etti. Ziyafetin sonunda ayağa kalkarak Melikşah'a:


«Benim için münafıktır rüşvet alıyor, devlet hazinesini soyuyor, demişler. Güya ben bütün memleket gelirinin onda birini alıyormuşum. Bu söz doğrudur. Fakat aldıklarımı hep bu askerlere sarf ederek devletinizi muhafaza ediyorum. İşte bütün mal ve mülküm elinizdedir. İstediğiniz gibi yapınız» dedi.



Bunun üzerine hakikati anlayan Melikşah müzevvirlik eden Kemal'in gözlerine mil çektirmek suretiyle bu adamı cezalandırdı.


Nizam-ül-Mülk'ün evi ülema ve şairlerle dolup taşardı. Fakirlere yardımı çok severdi. Hatta fakirlerle beraber oturup yemek yerdi. Nizam-ül-Mülk, Melikşah'ı çok seviyordu. Onun muvaffak olmasına çalışırdı. Hatta Melikşah kardeşine karşı mücadeleye hazırlandığı sırada, Nizam-ül-mülk ile beraber Hazreti Ali'nin kabrini ziyarete gitmişlerdi. Kabirden dönerlerken Melikşah vezirine sordu:

«Hazreti Ali'ye ne diye duada bulundun?» deyince Nizam-ül-Mülk: 

«Padişahımın daima muzaffer olmasına dua ettim» cevabında· bulunmuştur.  


Nizam-ül-Mülk'ü hiç sevmeyen Melikşah'ın eşi Türkan Hatundu. Onu cezalandırmak için fırsat aramakta idi. Bir aralık Nizam­ül-Mülk'ün tarunu Osman, hatalı bir iş görmüştü. Türkan Hatun bunu duyar duymaz Melikşah'a anlatmıştı. Melikşah kızarak:

  - «Devletimize ortaklığı varsa bilelim de ona göre hareket edelim. Yoksa kendisinden vezirlik rütbesini alırım.» diye haber gönderdi. Nizam-ül-Mülk'ün fena halda canı sıkılarak:

«Vezirlik benden alınırsa, saltanat tacı perişan olur.» dedi. Nizam-ül-Mülk harp meydanlarında kahraman olduğu kadar, devlet işlerde de o nisbette muvaffakiyet gösteriyordu. Selçuklulu merkez teşkilatını kurmuştu. Mezhep mücadeleleriyle de uğraştı. Sünniliği kuvvetlendirmişti. Nizam-ül-Mülk (1066) yılında Bağdat'ta meşhur (Nizamiye Medresesi)ni kurdu. Burada büyük bir de kütüphane açtı. Aynı zamanda İsfehan, Nişapur, Belh, Herat, , Merv, Basra'da da Nizamiye Medreseleri açtı. Bu yüksekokullarda binlerce öğrenci yetiştirildi. En büyük öğretmenler bu medreselere tayin olundu. Toprak Kanunu olan (İktai) usulünü de kuvvetli bir şekle soktu.


Nizam- ül-Mülk bir de (Siyasetname) adıyla politikaya ait değerli bir eser yazmıştır. Bu eser idari, siyasi, askeri, mali, sosyal, kültürel bakımlardan pek büyük bir değer taşımaktadır. Bu eser dünya dillerine tercüme edilmiştir. Nizam-ül-Mülk Selçuk devletine uzun yıllar hizmet etmiştir. Fakat onun iki düşmanı vardı. Biri Türkan Hatun, diğeri de Batıni tarikatının şeyhi (Hasan Sabbah) idi.

 


Nizam-ül-Mülk'ün çok sevdiği bir musevi dostu vardı. Çok bilgili olan bu Yahudiye yapacağı işlerin bazılarını sorar ondan faydalanırdı. Bu adamdan şüphelenenler onu Melikşah'a bildirdiler. Bunun üzerine padişah buyruğu ile suya batırılıp öldürüldü.

Nizam-ül-Mülk bu olaydan acı duyarak evinden günlerce çıkmadı:

Meiikşah'ın Cafer adında bir dalkavuğu vardı. Bu adam padişahı eğlendirmek için Nizam-ül-Mülk'ün taklidini yaparak, maskaralıklar ederdi. Bunu duyan Nizam-ül-Mülk'ün oğlu (Cemal-ül­Mülk) bu adamı yakalayıp dilini koparttırmıştı.  Buna hiddetlenen Melikşah, Cemal-ül-Mülk'ü Horasan valisine zehirletti. Nizam-ül-Mülk oğlunun ölümünden ziyadesiyle müteessir oldu. Bu olaydan sonra Melikşah ile beraber Bağdat'a gitti. Medrese-i Nizamiye'de bir hadis dersi vererek devrin ülemasını hayrete düşürdü. Nizam-ül-Mülk'ün her husustaki meziyetlerini çekemiyenler pek çoktu. Devlet büyüklerinden Cemil adında birisi Melikşah'a Nizam-ül-Mülk'ü ç,ekiştirdi. Melikşah kızarak:


- Nizam'ın uğrunda senin gibilerin bini feda olsun, diyerek bu adamı cezalandırdı. Bir gün Melikşah ile Nizam-ül-Mülk gezmeğe çıkmışlardı. Köylünün birisi padişahın önüne çıkarak;

«Memurların zulmünden yandık, yıkıldık,» diye şikayette bulundu. Bundan canı sıkılan Melikşah, atından atlıyarak köylüye:

«Yakama yapış beni sarayıma kadar götür,» dedi.

Adam ne kadar yalvardı ise padişah ısrar etti. Köylü padişahı yakasından tutarak şehrin ortasından saraya kadar getirdi.

Nizam-ül-Mülk hayretle padişaha:.

- «Sultanım bunu niçin yaptırdınız?» deyince Melikşah:

- Bu şikayetçi zulüm görmüş bir adamdır. Beni mahşerde Tanrının huzuruna bu suretle götürmek hakkına sahiptir. O zaman verecek cevap bulamıyacağımdan cezamı dünyada çekerek, hak kazanmak için yaptım, dedi. Nizam-ül-Mülk diyecek bir şey bulamadı. Nizam-ül-Mülk, Nihavend şehrinde iken öldürüldü (1092). Nizam-ül-Mülk tarihimizin yetiştirdiği büyük devlet adamlarından biridir. Oğlu ve torunları da büyük hizmetler etmişlerdir.



 

TÜRKAN HATUN


Türkan Hatun, Sultan eşlerinin en meşhurlarından biridir. Büyük Selçuklu imparatoru Melikşah'ın eşidir. Türkan Hatun'un babası Karahanlı Hükümdarı (Tangaç Han) dır. Melikşah'ın babası Alpaslan, Malazgirt savaşından sonra Semerkant'a gitmişti. O zaman oğlu Melikşah da yanında idi. Tangaç Hanın kızı Türkan Hatunu oğluna istedi. Handa razı oldu. Karahanlı sarayında emsali az görülmüş bir düğün yapıldı. Düğünden sonra gelin Rey Sarayına getirildi.


Alpaslan'ın ölümünden sonra yerine oğlu Melikşah geçince Türkan Hatun Sultan oldu. Bu zaman Melikşah eşini İsfihan Sarayına götürdü. Bu saray pek muhteşemdi. Türkan Hatun Melikşah'tan (Mahmut) adında bir oğlan doğurdu. Bu defa sarayda itibarı arttı. Oğlu büyüyünce onu veliaht yapmaya çalıştı. Fakat bu işe vezir Nizam-ül-Mülk mani oldu. O, büyük şehzade (Börk­ yaruk)u veliaht yaptırmak istiyordu. Bu yüzden Türkan Hatun, Nizam-ül-Mülk'e düşman kesildi. Onu durmadan kocasına çekiştiriyordu. Melikşah çok güzel ve sevimli eşinin tesirinden kurtulamıyordu. Türkan Hatun bir gün Nizam-ül-Mülk aleyhinde çok şey söyledi. Melikşah Nizam-ül-Mülk'e:


«Sen dilediğin adamlara memuriyetleri veriyormuşsun; bu halin devam ederse divit ile başından börkünü alırım» dedi. Selçuklularda sadrazamlık alameti bir latin divit idi. Bu divit kimde ise o sadrazam olurdu. Osmanlılarda ise Mührü - Hümayundu. Börk dediği de başındaki koca kavuktu. Nizam-ül-Mülk'ün bu alamet elinden çıkarsa sadrazamlık gidiyordu. Bundan hem korktu, hem de can sıkıntısından Padişaha:


«Devletlum, divit ve börk sadrazamlığa; taç ve taht ise sultanlığa delalet eder. Bu dört şeyin birbirinden ayrı kalması mümkün değildir. Müzevirin sözüne inanıp beni tehdit etmeyiniz,» diye cevap verince: Melikşah kızarak Nizam-ül-Mülk'ü derhal sadrazamlıktan attı. Yerine Türkan Hatunun kapı vekili ve Nizam-ül-Mlük'ün düşmanı (Tac-ül-Mülk Kami) yi tayin etti. Bu durum üzerine Nizam-ül-Mülk düşmanının eline düşmüş oldu.


Artık bu kuvvetli veziri ortadan kaldırmak lazımdı. O tekrar sadarete geçerse herkesten intikam alabilirdi. Artık padişahin gözünden de düşmüştü. Şimdi onun üç kuvvetli düşmanı vardı. Birincisi Türkan Hatun, ikincisi yeni sadrazam, üçüncü büyük düşmanı ise Batıni Tarikatının Şeyhi (Hasan Sabbah) idi. Bu üç kuvvet onun hayatını söndürecek planları hazırladı.


Yeni sadrazam Tac-ül-Mülk, batınilerle temasa geçti. Hasan Sabbah gözü pek bir fedaisini Nihavend  şehrine gönderdi; Nizam-ül-Mülk sadrazamlıktan atılınca İsfihan'dan bu şehre gelmişti. Batıni fedaisi Deylemli (Ebu Tahir-ül-Edani) adındaki genç adam, Nizam-ül-Mülk'ün evine geldi. Elinde bir arzuhal vardı.

Onu verdi, Nizam-ül-Mülk bu verilen arzuhali okurken; fedai göğsünde saklamış olduğu hançeri birden bire çekerek, 74 yaşında bulunan bu pirin kalbine sapladı. Bu yaşlı vezir bir anda kanlar içinde yere seriliverdi. Katil elinde kanlı hançeriyle dışarı çıkarken yakalanıp parça parça edildi. Ne çıkar ki devrinin büyük adamı bu yalancı dünyadan göç etmişti. (15.Ekim.1090)


Onun ölümünden sonra Selçuk Devleti sarsıntı geçirip bir daha kendini toparlıyamadı. Nizam-ül-Mülk bir kadın parmağıyla yok edilmiş oldu. Sultan Melikşah da Bağdat'a üçüncü gidişinde sıtmaya tutularak 38 yaşında öldü. ( 19. Kasım. 1092) Melikşah 20 yıl saltanat sürmüştü. Türkan Hatun da kocasının ölümünden iki yıl sonra 1094 tarihinde öldü.

HASAN SABBAH

Melikşah devrinin en önemli olayı, batıni tarikatının her tarafa dehşet salması, devleti uğraştırmasıdır. Batınilere Avrupalılar (Haşşaşin) yani (Kan dökücü) adı vermişlerdi. Bunlar yağmacı dervişler çetesi halinde har tarafa dehşet salarak, soygunculuk yapmışlar, çok kan dökmüşlerdi. İslam aleminde bunlara

(Batıni) denilmiştir. Batıniliği kuran (Hasan Sabbah) adında birisi idi. Hasan Sabbah 1049 yılında Rey şehrinde doğmuştu. Babası (Ali Bin Mehmet) adında biridir. Hasan Sabbah'ı babası 4 yaşında okula gönderdi. On dört yaşına kadar dini ilimleri öğrendi. Daha sonra yüksek bilgiler veren bir medreseye gitti. Hasan

Sabbah çok zeki idi. Burada Astronomi ve Matematik öğrendi.

Hasan Sabbah'ın bu medresede  seviştiği iki arkadaşı vardı.

Bunlardan biri (Ömer Hayyam), diğeri de (Nizam-ül-Mülk) idi.

Bunlardan Ömer Hayyam okuldan çıktıktan sonra cihan edebiyat tarihinin en meşhur bir şairi oldu: Rubaileri pek değerlidir. Aşk ve şarap şairi idi. Nizam-ül-Mülk ise Selçuklu Devletinin büyük bir veziri oldu. Hasan Sabbah ise batıni tarikatını kurup, Şeyhi oldu.

Bu üç arkadaş biribirlerini çok seviyorlardı. Bir gün Hasan Sabbah, Ömer Hayyam ile Nizam-ül-Mülk'e şu teklifte bulundu.


"Arkadaşlar, biliyorsunuz ki üstadımızın feyziyle yetişenler büyük mertebelere, yüksek makamlara geçmişlerdir. Biz de aramızda biz de aramızda söz verelim ileride hangimiz büyük bir makama geçerse birbirimize yardım edelim.


Bu teklifi hepsi de kabul ettiler. Okuldan sonra her biri bir yere gitti. 

Nizam-üI-Mülk, Alpaslan ve Melikşah'a vezir oldu. Ömer Hayyam da edebiyat aleminin meşhur Şairi oldu. Fakat Hasan Sabbah bir baltaya sap olamadı. Nizam-ül­ Mülk'ün vezir olduğunu duyunca okulda iken içtikleri andı hatırlıyarak, Nizam-ül-Mülk'ü ziyaret edip yeminlerini hatırlattı.


Selçuk imparatoru Melikşah idi. Nizam"ül-Mülk, Hasan Sabbahı Padişaha tanıttı. Kendisine sarayda önemli bir görev verildi Hasan Sabbah padişaha kendisini sevdirdi, başarılar gösterdi. Fakat muhteris bir adam olduğu için Nizam-ül-Mülk; Ayağını kaydırıp vezir olmayı kurdu. Melikşaha veziri çekiştirmeğe başladı: Hasan Sabbah padişaha bütçeyi verecekti. Fakat Nizam-ül-Mulk hazırlanan kağıdı çaldırttı.  Hasan Sabbah bütçeyi takdim edemeyince Melikşah onu cezalandırmaya karar verdi. Bunu duyan Hasan Sabbah saraydan kaçtı. Bunun üzerine Nizam-ül-Mülk'e düşman oldu.

Hasan Sabbah, Mısıra gitti. Burada bulunan (Boğazlayıcılar) adı gizli bir tarikata girdi. Bunlardan ihtilalcilik usullerini öğrendi. Mısırdan Suriyeye ve oradan da Bağdat'a, nihayet Kavzin şehrinin kuzeyinde bulunan bir yerde (Kartal Yuvası) anlamına gelen (Alamut kalesine geldi. 1090 tarihinde bu kaleyi eline geçirdi. Bu kale kolay feth edilemezdi. Selçuk memurlarını da buradan kovdu. Hasan, Sabbah, buradan insanları tarikatına davet ediyordu, girmeyenleri öldürmeye başladı: Bir kısmını da kuyulara atıyorlardı. Batıniler zenginlerin mallarını yağma edip Alamut kalesine kaçıyorlardı. Bu defa hükümet batınileri yakalayıp ateşte yakıyordu. Bu sebeple bunlara (Kan Dökücüler) manasına (Haşşaşin) denilmişti.


Her tarafı yağma ediyorlar, kan döküyorlardı.


HASAN SABBAH'IN CENNETi


Hasan Sabbah Alamut kalesinde bir cennet kurmuştu. Bu cennet dillere destan olacak kadar güzeldi. Bu kartal yuvası kalede dünyanın en güzel bir parkını meydana getirmişti. Her taraf zümrüt gibi yemyeşildi. Burayı renk renk laleler, sümbüller ve karanfiller süslemekte idi. Bu bahçeye her çeşit meyva ağaçları da dikilmişti. Bu ağaçların gölgeleri altında berrak sular akıyordu. Birçok ta çağlayanlar yapılmış, burada köpüklü suların akışı pek hoş görünüyordu. Çiçeklerin çıkardığı burcu burcu kokular ruhlara ferahlık vermekte idi. En güzel kuşlar bu cennet bahçesinde yetiştirilmişti. Zümrüt yüzlü çayırlar üzerinde tavus kuşları dolaşıyor, papağanlar ve renk renk cennet kuşlarının cıvıltıları işitiliyordu.


Sabahları dağların arasından doğan, akşam batan güneş, bu cennete ayrı bir güzellik veriyordu. Bu cennette ayrıca mermer havuzlar yapılmış, bunların bazılarına süt, bir kısmına da şerbet doldurulmuştu. Cennetin birçok yerlerinde süslü köşkler yapılmıştı. Tavanları altın yaldızlı idi, yerlere ise ipek halılar serilmişti Bu köşklerde dünyanın her tarafından getirilmiş dünya güzeli kızlar dolu idi. Her zaman bu güzel kızlar, güzel sesleriyle türküler söylüyorlar, sazlar çalıyorlar batıni fedailerini eğlendiriyorlardı. Bunlar içiyorlar zevk ediyorlardı.


Hasan Sabbah ve fedaileri hurilerle dünyanın en mutlu günlerini yaşamıştı. Hasan Sabbah yeryüzünün bir cennetini yapmıştı. Bu cennetin bir benzeri tarihte görülmemişti. İnsanlık alemini hayrete düşürmüştü. Hasan Sabbah batıni fedailerini bu cenneti vasıtasıyla kendisine bağlamıştı. Bu cennete fedai rütbesine yükselenler girebiliyorlardı. Hasan Sabbah'ın en korkunç adamları bunlardı. Hasan Sabbah bunlara ne emir verirse derhal yaparlardı. Onlara öl dese derhal kendilerini feda ederlerdi. Bu cennete adamları şöyle alırdı. Hasan Sabbah'ın bir mağarası vardı. İçerisi karanlıktı. Buraya adamı oturturlar biraz sonra mağaranın içinden Hasan Sabbah gelirdi. Saçları arasına fosfor koyduğundan başı pırıl pırıl yanardı. Adama sorardı:


Şeyhin her dediğine inanacak, her emrini yapacak mısın? Adam:

Evet yapacağım.

O halde dünya ve ahret nimetlerinden faydalanabilirsin.

Adam ayaklarına kapanınca:

- Nimetlerime kavuştum, derdi.


Bu adamı bir odaya alırlar, orada ona birşeyler, sunarlardı. Bu şerbet afyonlu olduğundan adam içince bayılırdı. Bu baygın adamı alıp cennete bırakırlardı. Etrafını huriler sarar, onlarla yer içer zevk ederdi. Adam ölüp cennete geldiğini zannederdi. Bir hafta sonra yine bir şerbet içirerek onu bayıltırlar, mağaraya bırakırlardı. Adam ayıldıktan sonra ona Cenneti gördün mü, ölürsen sonsuz olarak şeyhin cennetinde yaşıyacaksın, derlerdi.

Adam da buna inanır, bir an önce ölmek isterdi. Bu adam fedai olur, her emri yapardı. Hasan Sabbah'ın bu korkunç fedailerinin yapmadıkları iş yoktur. Hasan Sabbah fedailerinden birini yanına çağırır ona :

Git, şu adamı öldür, diye bir emir verirdi.

Fedai 'bir an önce cennete gitmek için şeyhinin emrini yerine gatirirdi. Hasan Sabbahın ortalığı kasıp kavurduğunu duyan Selçuk Sultanı Melikşah bir memurunu göndererek, Alamut kalesinin teslimini istedi. Hasan Sabbah bu emre şöyle cevap verdi:

Memura:

“Burada gördüklerini sultana bildir” dedikten sonra -bir fedaisini çağırdı, ona: Kendini öldür.

Fedai hançerini çekerek derhal kendini öldürüverdi. Diğer birine· de:

 «Kendini kaleden aşağı at.» derdemez bir fedai de kendisini kaleden aşağı atarak parça parça oldu. Hasan Sabbah memura dönerek:

«Bir işaretle canını feda edecek yirmi bin adamım var.

Sultanımıza cevabım budur.»

Memur geri dönerek gördüklerini Melikşaha anlattı. Artık Hasan Sabbah başa çıkılmaz bir hal almıştı.

Selçuk veziri Nizam-ül-Mülk, Hasan Sabbahın vücudunu ortadan kaldırmak için bir ordu hazırladı. Bu ordu Alamut kalesini kuşattı. Fakat kale alınamadı. Melikşah, Hasan Sabbah'a bir mektup gönderdi. Bu mektupta:


«Hasan Sabbah duyduğuma göre, sen yeni bir din ve millet çıkarmışsın, bu suretle insanları aldatıyormuşsun. Padişaha karşı isyan niyetindesin. Cahil dağlılar vastasiyle istediğin adamı öldürtüyormuşsun. Bu yanlış yolu bırakıp müslüman olmak gerekir. Yoksa üzerine gönderilmek üzere bir ordum hazırdır. Kendine ve adamlarına acıyorsan gel teslim ol. Yoksa Alamut'u yerle bir ederim.»


Hasan Sabbah Melikşah'a uzun bir cevap verdi. Bazı parçaları şunlardır 


«Alamut kalesinde oturan evladına şöyle dersiniz ... Yani bir din ve millet çıkarmışsın buyuruyorsunuz. Ben ki Hasanım .. Yeni bir din ve millet çıkarmak mı? Allah esirgesin. Benim dinim, Dini İslamdır. Benim dünyaya karşı hırsım yoktur. Ben Abbasi Halifelerine düşmanım. Çünkü onlar (Ebu Müslimi Horasani)yi öldürmüşlerdi. Cahil dağlıları aldatıp, insanları öldürüyormuşsun diyorsunuz. Bir kimseyi aldatıp böyle işler yapmak ne mümkündür. Bu kayabaşı hakkındaki söze gelelim. Alamut kalesinin burçları göğün· burçlarında olsa dahi yere indiririm buyuruyorsunuz. Burada oturanların bu kaleyi uzun müddet ellerinden çıkarmıyacaklarına imanları vardır. Bana bu iftiraları yapan veziriniz Nizam-ül-Mülk'tür. Tanrıdan niyazım şudur ki: Sultan ve devlet büyüklerinin doğru yola gelmeleridir. Başa iyi bir insan gelirse, fenalıkları tanrı kulları üzerinden kalkacaktır. diye yazmıştır. Bu mektuplaşmadan sonra Melikşah öldü. Yerine (Börkyaruk) geçti. Bu devirde kardeş kavgaları başladı. Selçuklular zayıfladılar. Artık meydan Hasan Sabbaha kaldı. Börkyaruk'ta öldü. Yerine (Sultan Mehmet Tapan) geçti. Bu hükümdar batınilerin üzerine (Anuştekin) adlı bir komutanı gönderdi. Kaleyi kuşattı. Sultan Mehmet de ölünce yerine (Sultan Sancar) geçti. Bu da (Boz-kuş) adında bir komutanı Alamut'a gönderdi. Hasan Sabbah saraya bir kadın fedai gönderdi. Bu kadın Sancar'ın yastığına bir hançer sapladı. Bir de bir yazı bıraktı. Şunlar yazılı idi: “Bu hançer buraya saplandığı gibi daha yumuşak olan göğsünüze de saplanabilir.” Sancar korkarak mücadeleden vazgeçti. Nihayet Hasan Sabbah 1134 tarihinde öldü. Selçuklular da bu adamdan kurtuldu.


ANADOLU'NUN TÜRKLEŞTİRİLMESİ


Alpaslan zamanında Anadolunun doğusunu Türkmenler işgal etmişlerdi. Melikşah tahta çıktığı ilk yıllarda Türkmen boy ve urukları Selçuk şehzadelerinden Kutalmış Oğulları ve başbuğlardan (Tutuk) ve (Artuk) olduğu halde Kızılırmağı geçerek Orta Anadoluya yerleşmeğe başladılar. Bunun üzerine Bizans İmparatoru (Mihail Dukas) komutanlarından (İsak Kommenas) ile bir ordu gönderdi. Selçuk kuvvetleri Bizanslılarla Kayseride çarpışarak zafer kazandı. Kumandanları İsak da esir düştü. Kutalmış oğulları birçok yerleri fethettiler. Bu yerler kendilerine verildi. Bunlar (Mansur, Süleyman, Alp, Yuluk, Dolat) adlı beş kardeştiler. Bunlardan başka Melikşah'ın emriyle Afşin, Dilmaç oğlu Mehmet, Artuk, Tarank oğlu Tutuk, Dardanoğlu fetholunmayan yerleri işgal ediyorlardı. Türkler Sakaryayı geçmişlerdi. Türkler Ankara, Bolu, Eskişehir dolayları ile, güneyde Antakya'yı da ellerine geçirdiler. Yeşilırmak havzasını (Emir Artuk), Erzincan taraflarını (Emir Mengücük), Erzurumu da (Emir Abdülkasım) zapt etmişti. Ege bölgesini de (Melik Mansur) fethetmeğe muvaffak olmuştu. ( 1074)


Suriye'yi fetheden komutan da. (Urak oğlu Atsız) ile (Şökli) idi. Halep 1076 da alındı. Artuk Bey Basra taraflarının fethine giderek Karmati denilen asilerle savaştı. Komutanlardan (Emir Danişmend) Niksar, Tokat, Sivas, Elbistan şehirlerini fethetmiştir. Yine bu yöreyi fethedenler (Turan, Çavuldur, Çaka, Karatekin) adlı komutanlar kahramanlıklar göstermişlerdi. (Gümüştekin) de Urfa ve Nizip'i almıştır. ( 1077 ) 1079 yılında Türkler Akdeniz ve Ege Denizine kadar yerleri istila etmişlerdir. 1080 tarihinde İznik şehrini zapdederek Marmara Havzasını ellerine geçirdiler. Artık Türkler İstanbul'a yaklaşmışlardı.


Alpaslan'ın 1071 Malazgirt savaşıyla başlayan Anadolunun fethi 1080 de tamamlanmıştı. Ön Asya'dan olan Anadoluya (Küçük Asya) adı verilmişti. Geniş bir kıtanın bütün fiziki karakterini taşımaktadır. Anadolu'da yedi iklim hüküm sürmektedir. Bu vasıf hiç bir memlekette yoktur. Çevresini Karadeniz, Marmara, Ege Denizi ve Akdeniz sarmıştır. Üzerinde ulu dağlar, geniş ormanlar, göller ve büyük küçük nehirler vardır. Yer altı ve yer üstü servetleri ise eşsizdir. Ovalar, vadiler ve yaylaları pek boldur. Anadolu'nun yüz ölçümü 77.689.000 hektardır.


Yeryüzünün bir cenneti olan Anadolu fetholunca Sultan Melikşah ve veziri Nizam-ül-Mülk, Türk elinde ve Horasanda bulunan Türk oymaklarını oba oba alarak Anadolu'nun bütün bölgelerine yerleştirdi. Çiftçiler ovalara, tüccar ve esnaf şehirlere, sürü sahibi Türkmenler de yaylak ve kışlaklara yerleştirildi. Anadolu'ya büyük bir göç başlamış oldu. Anadolu bir Türkmenistan haline getirildi. Oymaklar, birbiriyle kavga etmemeleri için ayrı ayrı yerlere yerleştirildi. Anadolu'yu dolduran Türkmenler köylerine kendi boy adlarını koymuşlardır. Bunlar Hala bu adla yaşamaktadırlar.



Anadolu'ya on birinci yüzyılda en kalabalık Türkmen Oğuz kabileleri gelerek yerleşmiş, Anadolu'yu Türkleştirmişlerdir. Bu göç dünya göçlerinin sonuç olarak en önemlisi olmuştur. İkinci olarak Türkmenlerin büyük kütlelerle Anadolu'ya gelişleri on ikinci yüzyılda Haçlı seferleri sırasında olmuştur. Selçuk Sultanları, Horasandan Türkmenleri göndermiştir. Bunlar Anadolu Selçuklu Sultanlığı hizmetine girmişlerdi. Üçüncü göçte Moğol istilası önünden kaçarak Anadolu'ya gelenler olmuştur. Bu göç on üçüncü yüzyılda olmuştur. Bu devirde çok miktarda Türkmen oymakları Anadolu'ya gelmiştir. Harzemşahlar Devletini Cengiz Han yıkınca, Harzemşah'lı Türkmenlerin pek çoğu Anadolu'ya gelmişlerdi. Bir kısım Kıpçaklar da deniz yolu ile Anadolu'ya göç etmişlerdi. On dördüncü yüzyılda Rumeline Türkmen oymakları geçmişlerdi. Onbeşinci yüzyılda Timurlenk istilasıyla da Türklerin bir kısmı Rumeline göç etmişlerdi. Diğer yüzyıllar İran'dan bir kısım Türkler Anadoluya gelmişlerdir. On dokuzuncu yüzyılda Rusların Kafkasya'yı istilası üzerine birçok Türkler, Çerkez ve Güretiler'le de Anadolu'ya gelip yerleşmişlerdir.   Anadolu'nun kuzey taraflarına Bozokların on iki boyları, Güney Anadoluya ise Üç Okların on iki boyları gelerek yerleşmişlerdir. Anadolu'yu 24 Oğuz boyları işgal etmişlerdir. En fazla Kınık, Bayındır, Kayı, Afşarlar; ikinci derecede ise Salur, Bayat, Çepni, Iğdır, Döğerler, üçüncü derecede Yuvalar gelmişlerdir. İlk çoğunluk Kızılırmak ve Sakarya yöresine yerleşmiştir. Bunlardan en fazla Kınıklar görülmektedir. Ayrıca Anadolu'ya Türklerden, Karluklar, Çiğiller, Kalaçlar, Uygurlar, Ağaçeri oymakları da gelmiştir. Bu Türkmenler içinde Göçerevli aşiretler muhtelif adlarla Anadolu'da dolaşmışlardır.



Melikşah zamanında Anadolu'ya ilk kafile olarak 100.000 kişi asker olarak gelip yerleşmiştir. Ayrıca Melikşah Kutalmış oğlu Süleyman ile 80.000 Türkmen eri göndermiş, bunlar da Anadolu'da kalmışlardır. Bu kuvvetlerin sayısı 200.000 e çıkmıştır. Melikşah'ın ordusunun sayısı ise 400.000 atlı idi. Anadolu'daki askerlerin sayısı da 150.000 kişi idi. Askerler Anadolu'ya gelirken davarları ile beraber aileleri de göç etmekte idi. Anadolu'ya ilk gelen Türkmenlerin sayısı bir milyonu geçmiştir. Bundan sonra da göçler devam etmiştir.

 

Askerlik eden gaziler Şehirlerin kalelerine ve kışlalara yerleşmişlerdir. Çiftçiler ise ovalara yerleşip ekici olmuşlardır. Tüccar ve sanatkarlar da şehirlere yerleştiler.

Roma medeniyetinin etkisi altında bulunan Anadoludaki kavimler, Türkler idaresinin adaleti; Türk kültürünün kuvveti karşısında bu kültürü zamanla kabul ettiler. Türk fatihlerine düşman olmadılar. Müslüman Türklerle kardeşçe yaşadılar. Esasen orta doğu Anadoluda hıristiyanların sayıları pek azdı. Anadolu köylerinin çoğunu Türkler kurdular. Türk dili Anadoluda yaygın bir hal almıştır. Yerli diller unutulmuştu. Türkler ve Müslümanlık Anadolu'ya yerleşmiştir. Selçuklular; Hıristiyanları dinlerinde ve geleneklerinde serbest bırakmışlardır. Bilhassa Melikşah Hıristiyanları korumuştur. Hiç bir Hıristiyan öldürtülmemiş, hepsi korunmuştur. Melikşah zamanında bütün Türk ülkesi en mutlu günlerini yaşamıştır, Türk medeniyette yüksek bir devre girmiştir:

Anadolunun yer adları, dağ nehir adları, köy adları Türkçe adlarla adlandırılmıştır.

İbadethaneler, türbeler, imarethaneler, kervansaraylar kurulmuş, Türk medeniyeti her tarafta yayılmıştır. Melikşah zamanında Anadolu'da 70 şehir yeniden imar edilmiş, bütün Şehirlerde minareleri bulunan Camiiler yaptırılmıştır. Anadolu bir İslam diyarı haline getirilmiştir.

Anadolu'da birlik sağlanmıştır. Anadolunun birliğini yalnız Türkler kurmuştur. Diğer istilacılar, Anadoluyu vatan yapamamışlar, bir koloni hayatı yaşamışlar, yerli halkı sömürmüşlerdir.

Anadolu'yu tüm olarak vatan yapan Türklerdir. Anadolu bu şekilde Türkleştirilmiştir. Anadolu'nun Türkleştirilmesi dünya tarihinin en önemli olaylarından biri olmuştur. Anadolunun fethi olayı İnsanlık tarihinin akışını değiştirmiştir. Türkler, Doğu Roma İmparatorluğunun varisi olmuştu.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu yıkılınca Anadolu'da (Anadolu Selçuklu Sultanlığı) kuruldu. Türkmenler kültürle medeni ve sosyal hayatlarını devam ettirdiler. Anadolu sonsuz olarak Türk'ün öz yurdu olmuştur.



SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak