20 Şubat 2023 Pazartesi

DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

 İBRET:

 

İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği hâdiselerden ders alması, kendi hâlini düşünmesi.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

 

Gerçekten onların (peygamberlerin) kıssalarında, akıl sâhibleri için birer ibret vardır. (Bu Kur'ân) uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden evvel (inen kitabların) tastîki ve (dîne âit) her şeyin tafsîlidir (beyânıdır). O, îmân edecek bir kavim için, bir hidâyet ve bir rahmettir. (Yûsuf sûresi: 111)

 

Davarlarda  (deve,  sığır,  koyun,  keçide)  da sizin için elbette bir ibret vardır.

 

Karınlarında bulunan sütten size içiririz. Sizin için onlarda daha birçok faydalar vardır.

Hem onları (etlerini) da yersiniz. (Mü'minûn sûresi: 21)

 

Allahü teâlâ, gece ile gündüzü değiştiriyor (biri gidiyor, yerine öbürü geliyor; birini uzatıyor, öbürünü kısaltıyor; hâllerinde karanlık, aydınlık, sıcaklık, soğukluk gibi değişiklikler yaratıyor). Bütün bunlarda, basîret sâhibleri (görür gözlere mâlik olanlar) için elbette birer ibret vardır. (Nûr sûresi: 44)

 

Cenâb-ı Hak, kullarını küfürden (îmânsızlıktan), suçtan korumak için, herkesin anlayamayacağı fen bilgilerini, kitaplarında açıklayıp, bunlara işâret buyurmuş; yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri gibi anlatarak bunlardan ibret alınmasını; varlığının, büyüklüğünün anlaşılmasını emir buyurmuştur. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Allahü teâlânın adı bulunmayan söz, kıymetsizdir. Allahü teâlâyı hatırlamadan susmak, boşuna vakit geçirmektir. İbret almadan bakmak, faydasızdır. (Ebü'l-Hüseyin bin Sem'ûn)

 

İbret almak istersen, hatâ sâhiblerinin ve günahkârların âkıbetlerine (sonlarının nasıl olduklarına) bak da kalbini topla. (İmâm-ı Şâfiî)

 

Her kim gördüğünden ibret almazsa, onun görmemezliği görmesinden üstündür. (Cüneyd-i Bağdâdî)

 

İBTİLÂ:

 

1. İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli sıkıntılar vermek sûretiyle imtihan etmesi, denemesi.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:


 

İşte orada îmân sâhibleri ibtilâdan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardır.

 (Ahzâb sûresi: 11)



 

2. Bir şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.

 

Amerika'da yapılan açıklamada, alkollü içkilerin, bu memlekette, senede iki yüz beş bin kişinin ölümüne sebeb olduğu tesbit edilmiştir. Bunların çoğu karaciğer sirozundan ve içkili araba kullanmaktan ölmüşlerdir. On dört ve on yedi yaşları arasında alkol ibtilâsının arttığı, bu sebepten mekteplerde vurucu, kırıcı saldırıların çoğaldığı da bildirilmiştir. (M. Sıddîk Gümüş)

 

ÎCÂB:

 

1. İhtiyaç.

 

İslâmiyet; kıyâmete kadar bütün îcâbları, karşılayacak en mükemmel ve en üstün bir dindir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

2. Teklif, bir sözleşme için alıcı veya satıcı tarafından ilk söylenen söz.

 

Îcâb ve kabûl, söz ile olduğu gibi, bir taraftan veya iki taraftan mektublaşma ile veya adam göndermekle de olur. (Kâşânî)

 

Îcâb, karşıdakinin anlayacağı bir lisan ile, sattım, hediye ettim gibi; kabûl ise, aynen kabûl ettim, râzı oldum gibi geçmiş zamân bildiren sözlerle olur. (Kâşânî)

 

İCÂBET ETMEK:

 

1. Kabûl etmek.

 

Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine icâbet etmek, aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükellah diyerek cevâb vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

 

2.  Allahü teâlânın duâları kabûl buyurması. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Bana duâ ediniz size icâbet edeyim. (Mü'minûn sûresi: 60)

 

(Ey Resûlüm!) Kullarım sana benden sorarlarsa, ben (ilim ve icâbetle) yakınım. Bana duâ ettikleri zaman duâlarına icâbet ederim... (Bekara sûresi: 186)

 

Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâya nasıl icâbet olunur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

Arkadan yapılan duâ icâbete makrûndur (kabûle yakındır). (İbn-i Cezerî)

 

ÎCÂD:

 

Yoktan var etme, vücûda getirme, yaratma.

 

İnsanlar, mahlûk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de Allahü teâlânın mahlûkudur. Çünkü O'ndan başka, kimse bir şey yaratamaz. Kendi mahlûk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretinin az olduğuna alâmettir ve ilmin noksan olduğuna işârettir. Bilgisi kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yâni o iş, kendi cüz'î, sınırlı kudreti ve irâdesi ve istemesi ile olmuştur. Fakat o  işi yaratan, yapan Allahü teâlâdır. Kesb eden kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi, istemesi, seçmesi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı yâni beğenmesi olmasa, o iş titreme şeklini alır, mîdenin, kalbin hareketleri gibi olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ey Âdemoğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz ne hepsiniz, ne de hiçsiniz; herhâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz îcâd etmekten, her şeye hâkim ve gâlib olmaktan şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan, bir hürriyet ve ihtiyârınız, serbest hareketiniz sizi hâkim kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan birer me'mursunuz!.. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

ÎCÂR:

Kirâya verme, kirâya verilme, kirâ parası. (İcâre)

 

İCÂRE:

 

Belli bir menfaati belli bir bedel karşılığında satmak, kirâlamak.

 

Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o maksatla icâreye verilir. İcârenin sahîh (uygun, geçerli) olması için ücretin (kirâ olarak ödenecek bedelin) ve menfâatin bildirilmesi şarttır. (İbn-i Âbidîn)

 

İcâre olarak verilen mal kirâcıya teslim edilince, emânet olup kirâcının elinde kastsız (istemeyerek, elinde olmadan) telef olunca ödemez. Âdet hâricinde kullanmak kast sayılır. Tarla icâreye verilirken ne ekileceği bildirilmeli veya her şey ekilebilir demelidir. (Fetâvâ-i Hindiyye)

 

İcâredeki binânın ve eşyânın tâmiri ve zamanla tıkanmış boruların tâmiri ev sâhibine âittir. Kirâcı, ev sâhibinin izni ile kendi yaparsa parasını kesebilir, ev sâhibinin izni olmadan kendiliğinden yaparsa kesemez. (Tahtâvî)

 

İcâre müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise kirâcı çıkar. Malı, olduğu gibi teslim etmesi gerekir. Teslim etmezse gasb etmiş olur. Fakat kullanma sebebi ile herkes için hâsıl olması âdet olan harâblık, yıkılma ve dökülmeler kabahat sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)

 

ÎCÂZ:

 

Az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak çok mânâ ifâde etme.

 

Muhammed aleyhisselâm; "Bu Kur'ân, Allah kelâmıdır, inanmıyorsanız bir âyeti kadar siz de söyleyiniz. Söyleyemezsiniz" buyurdu. O kadar düşman oldukları, el ele verip uğraştıkları hâlde söyleyemediler. Kimisi Kur'ân-ı kerîmin belâgat ve îcâzını görür görmez îmân etti. Kimisi insan bunu söyleyemez diyerek ister istemez tastîk etti. (Sırrı Paşa)

 

Arapçayı iyi bilen kimse Kur'ân-ı kerîmin îcâzını açıkça anlar. Kâdı Bâkıllânî dedi ki: "Îcâz, hem belâgatinin yüksek olmasından hem de nazmının (lafızlarının dizilişinin) garîb olmasındandır. Yâni hiç görülmemiş bir nazm olduğu içindir. Bâzıları Kur'ân-ı kerîmin îcâzı gaybden (gelecekten) haber vermesidir dediler. Bâzı âlimlere göre Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, çok uzun ve tekrarlı olduğu hâlde hiçbir yerinde ihtilâf yâni uygunsuzluk bulunmamasıdır dediler. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğü Kur'ân-ı kerîmdir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyâtçılar, Kur'ân-ı kerîmin nazmına ve mânâsına hayran kalmışlar, bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâgati insan sözüne benzemiyor. Yâni bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense; lafzındaki, mânâsındaki güzellik bozuluyor. (Nişâncızâde Muhammed Efendi)

 

İ'CÂZ:

 

Âciz bırakma, benzerini ortaya koymada herkesi acze düşürme.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin i'câzıyla ilgili olarak meâlen buyurdu ki: (Ey Resûlüm!) De ki: Yemîn ederim bu Kur'ân'ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirine destek olsalar da yine benzerini getiremezler. (İsrâ sûresi: 88)

 

(Muhammed bin Hamza)

 

İCÂZET:

 

İzin, diploma, şehâdetnâme. Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine, yetiştiğine dâir verdiği belge, diploma.

 

İcâzet verilecek talebenin bâtınının (kalbinin) iyi hâllere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması, sabr, tevekkül (sebeplere yapıştıktan sonra, işini Allahü teâlânın taktirine bırakma), kanâat, rızâ, teslîmiyet sâhibi olması ve dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

 

İcâzet-i Mutlaka:

 

Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verdiği izin veya bu izni ifâde eden belge, diploma.

 

Hâce Bâki-billâh kuddise sirruh, İmâm-ı Rabbânî'yi icâzet-i mutlaka ile Serhend şehrine gönderirken, kendisi makâmından çekilip, bütün talebesinin, hattâ kendi oğullarının terbiyesini ve yetişmesini ona havâle etti ve; "Ahmed, bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir. Bu ümmette onun gibi ancak iki üç tâne vardır. Şimdi ise gök kubbe altında onun gibisi yoktur" buyurdu. (Muhammed Mazhâr)

 

İCBÂR-I NEFS:

 

İnsanın kendini bir işe zorlaması.

 

Kur'ân-ı kerîm okurken ağlayın, eğer ağlayamazsanız, ağlar gibi yapın yâni ağlamaya icbâr-ı nefs edin. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

 

İbn-i Abbâs radıyallahü anh buyurdu ki: "Sübhânellezî"nin (İsrâ sûresinin) secde âyetini okuduğunuz zaman ağlamadan secde etmeyin. Eğer gözünüz ağlamıyorsa, buna üzülerek kalbiniz ağlasın, sonra secde edin." Ağlamaya nefsini icbâr etmenin yolu, içinden hüzün duymaktır. İnsan bu sâyede kolayca ağlar. Güzel ahlâka yönelmek isteyen meselâ cömerd olmak isteyen kimse için çâre infâka (sadaka vermeye) icbâr-ı nefs etmesidir. Zorlaya zorlaya bu hâl kendisinde tabiî hâle gelir ve nihâyet cömerd bir insan olur. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İCMÂ':

 

1. Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.

 

Hicrî dördüncü asırdan sonra mutlak müctehîd yetişmediği için icmâ' da kalmamıştır. Bu sebeble icmâ' denilince Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı gören büyüklerin) ve Tebe-i tâbiînin (Tâbiîn'i görenlerin) icmâ'ı anlaşılır. (İbn-i Âbidîn)

 

Bir şeyi Eshâb-ı kirâm icmâ' ile bildirmedi ise, Tâbiîn'in sözbirliği bu şey için icmâ' olur. Tâbiîn de bu şeyi icmâ' ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbiînin sözbirliği bu şey için icmâ' olur. Çünkü bu üç asrın âlimleri yâni müctehidleri hadîs-i şerîf ile övülmüştür. Bunlara selef-i sâlihîn denilir. (İbn-i Âbidîn)

 

Dinde zarûrî olan yâni câhillerin de bildikleri icmâ' bilgilerine inanmayan kimsenin îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

 

2.  Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzım olmayan ve dinde açıkça bildirilen şeyleri âlim olan, olmayan her müslümanın bilmesi, böyle olduklarında sözbirliği yapmaları.

 

Zarûriyyât-ı dîniyyeden yâni dînin temel bilgilerinden olup, her müslümanın mutlak bilmesi lâzım olan bilgilerde müctehid olmayanların icmâ'ı da mûteberdir. Ancak bu, onların icmâ'ı olmazsa, bu hükümler sâbit olmaz demek değildir. Bu kısım icmâ', üzerinde icmâ' yapılan husûsun her müslüman tarafından bilindiğini, bu sebeple her müslümanın bunları bilip öğrenmesinin lâzım olduğunu, bilmiyerek de olsa bunları yerine getirmemenin câiz olmadığını ifâde içindir. (Molla Hüsrev, Serahsî, Hâdimî)

 

İCMÂLÎ ÎMÂN:

 

Kısaca inanmak. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm ne bildirmiş ise hepsine inandım demek. (Îmân)

 

İCTİBÂ:

 

Seçmek, seçilmek. Evliyâlıkta, vâsıtanın, aracının şart olmadığı cezbe (çekilme) ile ilerleme.

 

İctibâ Yolu:

 

Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için peygamberlerin aleyhimüsselâm ve seçilmiş evliyâların yolu. Mürid değil, murâdlar ve mahbûblar yolu. Sevilenleri, çabuk ilerletme yolu.

 

İctibâ yolunda riyâzetler çekmek (nefsin isteklerini yapmamak), kavuşmak nîmetine şükretmek içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İctibâ yolunda kavuşmak, kavuşturulmak yolu ile hâsıl olduğu için sıkıntı ve meşakkat (eziyet) çok azdır. O'nun riyâzeti ahkâm-ı şer'iyyeye (dînimizin emir ve yasaklarına) ve sünnet-i seniyyeye uymak ve bid'atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp dînimize ibâdet olarak sonradan sokulan şeylerden) sakınmaktır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

İCTİHÂD:

 

İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek meydana çıkarma.

 

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Muâz bin Cebel'i, Yemen'e hâkim olarak gönderirken; "Orada nasıl hüküm edeceksin?" buyurunca; "Allahü teâlânın kitâbı ile" dedi. "Allah'ın kitâbında bulamazsan?" buyurdu. "Allah'ın Resûlünün sünneti ile" dedi. "Resûlullah'ın sünnetinde de bulamazsan?" buyurunca; "İctihâd ederek, anladığımla" dedi. Resûlullah efendimiz, mübârek elini Muâz'ın göğsüne koyup; "Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü (elçisini), Resûlullah'ın rızâsına uygun eyledi" buyurdu. (Tirmizî, Ebû Dâvûd, Dârimî)

 

İsâbet etmiyen, yâni doğruyu bulamamış olan müctehide (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran kimseye) bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır. İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek sevâbıdır. İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)

 

Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen şeylerde, ictihâd edilemez. Nass (Kur'ân-ı kerîm ve sahih hadîs-i şerîf) bulunan yerde ictihâda izin yoktur. (İbn-i Nüceym, Hâdimî)

 

İslâm âlimlerinin söz birliği ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan, inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir. (Abdülganî Nablüsî)

 

Mezheb imâmlarının hepsi bir mes'ele ile karşılaştıklarında cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı . Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Burada da bulamazlarsa, icmâ-ı ümmette ararlardı. İcmâda da bulamayınca, bu mes'eleye benziyen başka mes'elelerin, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet (hadîs-i ş erîfler) ve icmâ'da bulunan cevâblarını esas alıp mukâyese ederek, ictihâd edip benzeri cevâbı bulurlardı. (İmâm-ı Şa'rânî)

 

Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete yakın bir zamanda, gökten inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkaracaktır. Îsâ aleyhisselâm gibi büyük bir peygamberin ictihâd ile çıkaracağı bütün hükümler, Hanefî mezhebindeki hükümlere benzeyecek yâni İmâm-ı a'zam'ın ictihâdına uygun olacaktır. (İmâm-ı Muhammed Pârisâ)


Her müctehidin (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlimin), kendi ictihâdıyla bulduğu bilgiye uygun iş yapması farzdır. (Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî)

 

Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş arkadaşlarının) hepsi müctehîd olup, kendi ictihâdlarına uymaları farz idi. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

 

İctihâd, bir ibâdet yâni ehli olana Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid başka bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez. Çünkü, her müctehide kendi ictihâdı haktır ve doğrudur. Meselâ İmâm-ı Şâfiî hazretleri, Hanefî mezhebinde olmadığı hâlde; "İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe'nin ictihâdını beğenmeyene, Allahü teâlâ lânet etsin, yâni merhamet etmesin" buyurmuştur. (İbn-i Âbidîn)

 

İctihâd ve kıyâs bid'at değildir. Çünkü kıyâs ve ictihâd, nassların mânâsını ortaya çıkarır. Başka bir şeyi ortaya koymaz. (İmâm-ı Rabbânî)

SULTAN ALPARSLA'NA KADAR SELÇUKLU

 

SELÇUK'UN HANLIĞI


Müslüman olan Oğuz Türkmenler sınırda cihada hazırlandılar. Savaşlar başlayınca birçok Oğuz boyları sınırda bir kuvvet haline geldiler. Oğuz Türkmenler Cend şehrine yerleşince, müslüman olmayan Uygurlar Cend halkından vergi almıya geldiler. Selçuk müslümanların, müslüman olmayanlara vergi veremiyeceğini bildirdi. Vergi memurlarını da kovarak, Uygurlardan öcünü aldı. Oğuz Türkmenler onuncu yüzyılda, ilk müslüman devletlerden (Karahanlılar) la, (Saman Oğulları) ile komşu oldular. Selçuk'un müslüman olmayanlara vergi vermemesi şöhretini bir anda yükseltti. Oğuz boyları etrafında toplanmaya başladılar. Kısa zamanda (Gaziler) teşkilatı kuruldu. Gaziler ordusu asayişi bozuk olan Oğuz elinin muhafızları oldu. Gazilerle beraber (Ahilik) teşkilatı da kuruldu. Ahiler de ayrıca (Ahi yiğit alaylarını) meydana getirdiler. İşte Selçuk devletinin Çekirdeğini bunlar teşkil etti.


Selçuk bu şöhrete sahip olunca yüz kadar Oğuz beyi oklarını verdiler. Bu işaretli okları bir torbaya koyup, bir çocuğa çektirdiler. Bu çocuk içlerinden bir tanesini çekti. Çıkan ok Selçuk'un idi.


Selçuk'u bir ak keçeye oturtup Oğuz töresince dokuz defa kaldırıp Han seçtiler. Şölen verilip Kımız içildi Sonra and içtiler. Selçuk (985) tarihinde kendi adıyla (Selçuklu Devleti) nin çekirdeğini attı. Selçuk, Han seçilince etrafındakilerle savaşa başladı. Devletine Cend şehri dar gelmeğe başladı. Saman Oğulları Selçuklularla iyi geçinmek için onlara yaylak olarak Buhara yakınlarında (Nur) kasabasını verdi. Selçuklular sürülerini yaylaya sürdüler. Selçuklularda Saman Oğulları sınırlarının müdafaasını üzerlerine aldılar (986).


Selçuk Han, Oğuz töresine göre yeni devletinin esaslarını kurdu. Bu yeni devletin kurucusu Selçuk olduğu için (Selçuklu Devleti) denildi. Selçuklu Devleti babadan oğula geçen bir ferdi saltanat usulü meydana getirdi. Bu soy Oğuzların (Kınık) boyuna mensuptular. Fakat sonraları diğer Oğuz Türkmen boyları, Selçuk soyunun devamını istemediler. Bunlara karşı Türkmen isyanları oldu. Selçuk'un kurduğu devlet hükümdarın ve hanedanın malı oldu. Selçuk Han namına hutbe okundu. Fakat para bastırmadı. Bir müslüman devletin kurulması için üç şart lazımdı. Hutbe okutmak, para bastırmak, Halifeden menşur almaktı. Selçuk yalnız hutbe okutmuştu. Parayı bastıran ve menşur alan torunu Tuğrul Bey olmuştur. Bundan dolayı ona kurucu denilmiştir. Selçuk Han, oğullarını zapt edilen yerlere vali tayin etti. Bu şehzadeler adına hutbe okundu. Selçuk kendini halktan ayırmazdı. Hükümdarın sofrası herkese açıktı. Selçuk çok hak güderdi. Otağında oturur; halkın şikayetlerini dinlerdi. Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Her zaman ordugahında bulunurdu. Dine saygı göstermekle beraber, Oğuz töresini de dikkatten uzak tutmazdı. Selçuk, Oğuz töresince, daima Oğuz Beyleri ile danışmada bulunurdu. Yirmi dört boyun beyleri Selçuk Han'a bağlandılar. Selçuk, devlet teşkilatını da kurdu. İcra kuvveti, pervaneci, çaşniğir, sahibi divan, defterdar, ayrıca başvekil olan veziri de vardı. Selçuk Devletinin ilk kurucusu Selçuk Han oldu. Abbasi Halifesine saygı gösterdi. Sünniliğin müdafii oldu. Fakat bir kısım Türkmenler Alevi oldular. Ebu Müslimi Horasani, Türklere eziyet eden Emevi Araplarını yok etmiş, saltanatlarını yıkmıştı 751 tarihinde Çinlileri korkunç bir yenilgiye uğrattığından Çin tehlikesi de ortadan kalkmıştı. Emevi Araplar Batı Türk elinin ekonomisini ve asayişini alt üst etmişlerdi. Kağıt yapan Semerkand Fabrikaları, kumaş tezgahları kapanmıştı. Horasan çeliği dış pazarlara gönderilmez olmuştu. Çin'den gelen ticaret yolları eski önemini kaybetmişti. Onuncu yüzyılda kurulmuş olan Saman Oğulları, Karahanlılar Gazneliler devletleri ise birbirleri ile uğraşıyorlardı. Abbasiler de Batı Türk eline hakim olamıyorlardı. Bağdat Halifelerinin nüfuzu kırılmıştı.


Oğuz elinin bu karışık anlarında Selçuklu devleti kurulmuş bulunuyordu. Selçuk bu devletin ancak çekirdeğini kurmuş, arsasını sağlamıştı. Selçuk devletinin kuvvetlendirilmesi oğullariyle torunlarına kalıyordu. Selçuk'un beş oğlu vardı.


Bunlar:


Aslan Mihail Musa Yunus Yusuf


idi. Selçuk'un oğulları birer kuvvetin başına geçmişler, bu yeni devleti kuvvetlendirmek azmi ile çalışıyorlardı. Selçuk oğullarından Mihail'i çok seviyordu. Mihail bir kaleyi kuşatırken şehit düştü. Selçuk, Mihail'in (Tuğrul) ve (Çağrı) adlı oğullarına sevgisini verdi. Hanlığı Tuğrul'a bırakmak istemedi. Fakat büyük oğlu Aslan vardı. O büyük kuvvetlere komuta ediyordu. Artık Selçuklular kendilerini tanıtmışlardı. Bu sıralarda Karahanlılar ile Saman Oğulları birbiriyle savaşıyorlardı. Karahanlı hükümdarı (Buğra Han Harun) Maveraünnehiri işgal etti. (992) Samanlı hükümdarı (İkinci Nuh) Selçuk'tan yardım istedi. Oğlu Aslan Bey'i bir ordu ile gönderdi. Aslan Bey Buhara'yı aldı. Bir çok mal elde etti. Bu esnada Gazneli Mahmut Horasan'ı işgal etti : (999) Selçuklular tekrar Karahanlılarla savaştılar. Bir gece baskını ile onları yendiler. 18 komutanları ile bir çok da esir aldılar. Batı Türkleri bu savaşlarla zayıf bir hale düşerken Selçuklular bu fırsattan faydalanıyorlardı. Gün geçtikçe kuvvetleniyorlardı. Devletlerini büyütmek amacı ile Selçuklular, fazla gayret gösteriyorlardı. Artık onlara bir vatan ve üzerinde köklü bir devlet lazımdı.


Oğuz Türkmenler oba oba Selçuk'un etrafında toplanıyorlardı. Artık Selçuk Han iyice ihtiyarlamış bütün devlet işlerine büyük oğlu Aslan Bey bakıyordu. Siyasal işlerde başarı gösteriyordu. Selçuk Han Cend şehrinde 107 yaşında olduğu halde (1007) tarihinde öldü. Selçuklu Devletinin kurucusu Selçuk'un ölümüne Türkmenler çok ağladılar. Ona yuğ yaptılar. Cend'e onu gömdüler. Selçuk'un ölümü üzerine Oğuz Türkmenler Aslan Bey'in etrafında toplanıp Cend'i terkederek Buhara'ya gittiler. Bu ülke Karahanlıların egemenliğinde idi. Zayıf durumda olduklarından Selçuk oğullarına ses çıkarmadılar. Onlar da bir hareket göstermediler. Karahanlılara mensup olan (Ali Tekin) (1021) yılında Buhara'yı zaptetti. Büyük bir kuvveti olmayan Ali Tekin Aslan Bey'le anlaştı. Bu zaman Selçuklular harekete geçerek Horasan'ı aldılar. Horasan Gaznelilerin elinde idi. Bunun üzerine Gazne Sultanı Gazneli Mahmut 1025 yılında ordusu ile beraber harekete geçip Maveraünnehire geldi. Ali Tekin kaçtı. Gazneli Mahmut Aslan Bey'le görüşmek arzu etti. Aslan Bey kuvvetlerini alarak çöllere çekildi. Sultan Mahmut, Aslan Bey'e bir elçi göndererek onunla dostluk yapacağını bildirdi. Selçuk oğullarının büyük bir tehlike olduğunu sezen Gazneli Mahmut onları mahvetmek istiyordu. Gazneli Sultan Mahmut'un gönderdiği elçi Aslan Bey'e şu sözleri bildirdi.

Bize daima Hint taraflarına doğru cenge gitmek düşüyor. Müslüman yurtlarının her köşesindeki seçkin savaş erleri kendi istekleriyle bize katılmak dileğinde bulunuyorlar. Hayret edilir ki hiç bir vakit Selçuk oğullarından bir bölük bizimle beraber kafirlere karşı cenge gitmiyor. Bu yüce saadeti ve parlak ünü kazanmaya yanaşmadılar. Aradaki mesafenin yakınlığına göre oymağınızın büyükleri huzurumuza kolayca gelebilirler, yapılması lazım gelen işleri birlikte konuşup, çare düşünürüz. Sonra iltifatlarımız, ihsanlarımıza uğrayarak yurtlarına dönerler.


Elçi Gazneli'nin bu sözlerini söyleyince Oğuzların pek hoşuna gitti. Aslan Bey'in Sultanın huzuruna· gitmesine razı oldular. Aslan Bey seçkin 10.000 kişi ile birlikte Sultan'ın katına yollandı. Yanına oğlu Kutalmışı da almıştı. Sultan Mahmut Semerkant'da bulunuyordu. Aslan Bey Semerkand'a gelince Sultana haber verdiler. Adamlarından birini göndererek: Şimdilik askere ihtiyaç yoktur. Ordunuzu geri göndermenizi Sultan emrettiler. Huzura yalnız gelmenizi arzu ettiler, dedi. Aslan kuvvetlerini geri gönderdi. Oğlu ile beraber gürbüz ve yakışıklı üç yüz yiğit ile saraya geldi. Aslan yalnız olarak huzura girdi, saygı ile yer öptü. Aslan'ın bu terbiyeli hali Gazneli Mahmud'un pek hoşuna gitti. Aslan'a büyük ikramlarda bulundu. Tahtı'nın yanına, bir kürsü koydurtarak konuğunu yanına oturttu. Huzurunda dernek kuruldu. Aslan'ın yiğitliğini görenler pek hoşlandılar, biraz sonra Gazneli Mahmud Aslan'a dedi ki: 


Eğer ihtiyacımız olursa bize ne kadar asker ile yardım edebilirsiniz?

Aslan, tirkeşinden bir ok çıkarıp:

Her ne zaman bu oku oymağıma gönderirsem çarçabuk on bin er gelir dedi. Sultan:

Daha fazlasına lüzum görülürse.

Aslan ikinci bir ok çekti.

-Bu defa yirmi bin er gelir deyince Gazneli Mahmut hayretle.

Bunlar da kafi gelmezse. Aslan bu defa yayını çıkardı;

Bu yayı ne zaman gönderirseniz otuz bin atlı er emrinize


Gelir, derdemez bu sözü hayretle karşıladı. Bu anda hayreti korkuya ve nefrete döndü. Kendi kendine : «Bir adam ki üç ok bir yayla 60 bin asker gönderir. Bu adam saltanat için büyük tehlikedir.» diye mırıldandı. Aslan ve askerlerine gurup gurup ziyafetler verdiler. Hepsine bol bol şarap içirdiler. Hepsi geç vakit yatmaya gittiler. Gazneli Mahmut Aslan'ı öldürmek istedi. Fakat bu yiğit'e kıyamadı, Saray adamları sabaha karşı Aslan'ın odasına bir baskın yaparak onu yatağında tutsak ettiler. Ellerini bağlayıp, Sultanın emri ile Hindistan sınırında bulunan (Kalencer) kalesine hapsettiler. (1025). Sultan'ın bu alçakça hilesi tarihin bir yüz karası oldu. Oğuz neslinin bu aslanının hayatı bir kartal yuvası olan bu kalede esir olarak acılar içinde geçti. Yedi yıl sonra bu kalede öldü. (1032)


Gazneli Mahmut hilekar bir adamdı. Selçuk Oğullarını kandırmak için onlara birçok hediyeler gönderdi. Aslan'ın Sultan tarafından bir müddet daha misafir edileceğini söyletti. Aslan'ın oğlu Kutalmış babasının hapsedildiğini duyunca onu kurtarmağa and içti. Kale civarına kadar gitti, fakat onu kurtaramadı. Bu haince yapılan işten, Selçuk Oğulları acı duydular, Gazneliler'den intikama hazırlandılar. Aslan'ın ölümünden sonra Oğuz Tükmenlerinin başına Mihail'in Oğulları (Tuğrul) ve (Çağrı) Bey'ler geçtiler. Selçuk devletini kuvvetli olarak kurmak şerefine Tuğrul Bey nail oldu. Selçuklu Devleti zamanla büyüyüp (10) milyon kilometre kare yüz ölçümüne sahip oldu. Bu ülkede (150) milyon insan yaşamıştı. Selçukluların egemenliğine İran'lılar, Abbasiler, Doğu Roma İmparatorluğu ile irili ufaklı 10 kadar devlet girdi. Selçuklular tarihin bir mucizesi olarak cihan tarihine çıktılar. Bu devletin ilk kuruluş çekirdeğini atan (Selçuk Han) olmuştur. Selçuklular (Büyük Selçuklu İmparatorluğu) ve (Anadolu Selçuklu Sultanlığı) olarak iki devre devlet kurmuşlardır. Büyük Selçuklular (985) den (1157) yılına kadar yaşamışlardır. Saltanatları 172 yıl sürmüş. Sekiz hükümdar gelmiştir. İran ve Horasan'da kurulmuş olan bu devlet yerine (Anadolu Selçuklu Sultanlığı) kurulmuştur.


TUĞRUL 

1007 - 1063

Selçuk'un Torunları


Oğuz Türklerinin Başoğlu (Selçuk Han) nun oğulları arasında en çok sevdiği (Mikail) idi. Mikail bir kaleyi kuşatırken öldü. Bu defa Selçuk sevgisini Mikail'in oğulları (Tuğrul) ile (Çağrı-Çakır) a bağladı. Bu iki kardeş keskin zekalı ve pek hareketli idiler. Tuğrul 993 tarihinde doğmuştu. Bunlar dedeleri Selçuk'un kurduğu devleti esaslı olarak yönetecek istidatta idiler. Bu iki kardeş çok iyi yetişmişti. Her ikisi de üstün meziyetlere sahiptiler. Fakat Tuğrul'da Hükümdarlık vasfı daha kuvetli idi.


Selçuk Han, devletinin çekirdeğini attığı devirde, Oğuz elinin doğusunda ilk müslüman devletlerinden (Karahanlılar), ile Maveraünnehir ve Horasan'da (Saman Oğulları) ve bir de (Gazneli) devleti birbiriyle uğraşıyorlar, Türk elinin huzurunu kaçırıyorlardı. Gazneliler de Maveraünnehir'e doğru ilerlemişlerdi. Bu karışık zamanda Selçuk, Seyhun Nehrinin Kuzeyinde bulunan Cend şehrinde bulunuyordu. Büyük oğlu Aslan, Gazneli Mahmut tarafından hile ile tutuklanınca Selçuk, Oğuzların başına torunları Tuğrul ile Çağrı Bey'leri geçirdi. Onları devlet işlerine alıştırdı. Fakat kendisi çok ihtiyarlamıştı. Nihayet 107 yaşında Cend şehrinde öldü. (1007).

Selçuk ölünce devlet işleri doğrudan doğruya Tuğrul ile Çağrı'ya kaldı. Tuğrul'un bir adı (Mehmet), Çağrı'nın da (Davud) idi. Tuğrul ve Çağrı dedelerinin ölümü üzerine Cend şehrini terke karar verdiler. Türkmen oymaklarla birlikte yayla aradılar; nihayet sürülerine yaylak buldular. Selçuk Oğulları, Saman Oğullarının devlet merkezi olan Buhara'ya yaklaşmışlardı. Saman Oğlu Hükümdarı bundan kuşkulandı. Oğuz Türkmenlerini uzaklaştırmak için bir ordu hazırladı (1016).


Tuğrul ve Çağrı Bey'ler, Saman Oğlu Hükümdarı (İlek Nasır) ın bir oğlu ile üzerlerine geldiğini duyunca, Karahanlıların topraklarına sığındılar. Bu defa Karahanlı Hükümdarı (Buğra Han) bunlardan korktu. Çünkü, Selçuk Oğulları cesur v.s hareketli idiler. Devletini yıkabilirlerdi. Bunları kuvvetle yenemiyeceğini anlayan Buğra Han, Tuğrul ile Çağrı'yı bir hile ile ele geçirmek, bu uruğu başbuğsuz bırakmak istedi. Bu maksatla Selçuk Oğullarına bir elçi gönderdi. Bu elçi Tuğrul Bey'e:


Hükümdarımız buyurdular ki; «bundan böyle Saltanat bizimle Selçuk Oğulları arasında ortak olacaktır. Gelsinler görüşelim.» Tuğrul Bey bu sözlerin samimiliğine inanmadı, fakat görüşmeyi de arzu etti. Tuğrul, Han'a gidecek; Çağrı da herhangi bir tehlikeyi önlemek üzere tertibat alacaktı. Nitekim böyle yaptılar. Tuğrul, Han'ın yanına gitti. Fakat Han, Tuğrul'u derhal yakalatıp tutukladı. Çağrı Bey kardeşinin bir tuzağa düştüğünü duyunca, bu alçakça işe çok içerledi ve silah arkadaşlarıyla savaşa hazırlandı. Önce kardeşinin serbest bırakılmasını istedi. Fakat bu olmayınca Karahanlıların üzerine şimşek gibi saldırdı. İki ordu bir ovada karşılaştılar. Savaş pek şiddetli oldu. Akıncıların önünde durmanın imkanı yoktu. Her taraf kanlı cesetlerle dolup taştı. Karahanlı askerleri perişan oldular. Ancak kaçanlar canlarını kurtarabildiler. Bu savaşta Karahanlıların 130 komutanı Çağrı Bey'in eline esir düştü. Çağrı Bay Buğra Han'a haber saldı:


Ya kardeşim Tuğrul'u verirsin, yahut yüz otuz komutanını feda edersin!


Buğra Han, Selçuk Oğullarından korktu. Yaptığından pişman oldu. Oğuzlar şakaya gelmeyen bir kuvvetti. Buğra Han Tuğrul'u hapisten çıkartıp huzura getirtti. Tuğrul bu alçak ruhlu Hükümdarın yüzüne nefretle baktı, sonra:

Yaptığınızı beğendiniz mi? Tanrı yahşiya yahşi, yamana yaman verir! dedi ...


Buğra Han:

Bir hata işledim, affedersin. Atanıza layıkmışsınız, dedikten sonra Tuğrul Bey'e hilat giydirdi Ayrıca kırk köle ve cariye ve 10.000 dinar para verdi ve Tuğrul Bey'i serbest bıraktı. Selçuklular Tuğrul'u törenle karşıladılar. Çağrı Beyde aldığı bütün esirleri iade etti. Selçuk Oğullarının muvaffakiyetlerinden dolayı ünleri arttı. Türkeli onlardan çok şey bekliyordu.


ÇAĞRI BEY


Oğuz Türkmen Aşiretleri Karahanlı savaşından sonra bu havalide yerleşemiyeceklerini anladılar ve Semerkand yöresine doğru yola çıktılar. Türkeli Saman Oğulları, Karahanlılar ve Gazneliler tarafından tutulmuştu. Oğuzlara, sürüleri için yaylak ve kışlak lazımdı. Devlet henüz göçer evli idi. Oymaklar halinde Saman Oğulları ve Karahanlı topraklarında dolaşıp duruyorlardı. Büyük bir devlet kurmak istiyen Oğuzlara bir yurt gerekti. Ana yurtları olan (Gün Ortaç) da ise Çinliler rahat bırakmamışlar, kurmuş oldukları devletleri hep yıkmışlardı. Bu silahlı, cesur Oğuzlardan herkes korkuyordu.



Oğuzlar Semerkand civarında büyük bir kurultay toplamıya karar verdiler. İç ve dış Oğuz Beyleri bu tarihi kurultaya katıldı. Günlerce süren kurultayda «Göçer evli mi kalalım? Yoksa yurt tutup, site hayatı mı yaşayalım? Yurt tutarsak nerede tutalım? Hangi millete karşı savaşalım?» gibi, konular tartışıldı.


Şimdilik komşu devletlerle savaşmamayı, Anadolu sınırındaki Hıristiyanlara karşı akınlar yapmayı, kuvvetleri artınca Anadolu'yu öz yurt haline getirmeyi kat'i olarak kararlaştırdılar. Bundan sonra Oğuzlar kurultay kararına sadık kalarak, akınlarını Anadolu'ya yönelttiler. Sınır boylarındaki Hıristiyanlara yapılacak akınlarla ganimetler elde edilecek, servete sahip olununca devlet kurmak ta kolaylaşacaktı. Bu karar çok isabetli ve hayırlı idi. Sınır boyundaki akınları Çağrı Bey idare edecekti. Tuğrul da Oğuz Boylarının başında bulunacaktı. Kurultay'dan alınan karara göre Çağrı Bey 3.000 kişilik bir kuvvetle Semerkant'tan Doğu Anadolu'ya hareket etti (1016). O zamanlar Doğu Anadolu'da Ermeni ve Gürcü Devletleri vardı. Çağrı Bey Horasan'dan geçecekti. Fakat burası Gazneliler'in elinde idi. Gazneliler geçişe mani olmak istedilerse de, buna muvaffak olamadılar. Çağrı Bey'in akınlarını duyan ve gören Horasan Türkmenleri ona katıldılar. Önce Ermenilerin üzerine saldırdılar.  Ermeniler mukavemet edemediler. Akıncıların eline pek değerli servetler geçti. Bu, Hıristiyanlara karşı ilk zafer oldu. Bundan sonra Gürcülerin üzerine yürüdüler, fakat Gürcüler savaşı göze alamadılar. Böylece Anadolu topraklarına ilk ayak basmak şerefine Çağrı Bey erişti. Çağrı Bey bir çok ganimetlerle geri döndü. Fakat Gazneli Mahmut yolları kapamıştı. Bunu haber alan Çağrı Bey kuvvetlerini küçük parçalara bölerek, izbe yerlerden gece yürüyüşleriyle ordusunu geçirdi. Kendisi de tüccar kıyafetine girerek Horasan'ı aştı (1021) . Tuğrul bu muvaffakiyetten çok memnun oldu. Bir çok Türkmen oymakları Selçuk Oğullarına katıldılar. Türkmenler ümitlerini bunlara bağladılar. Bu iki kardeş Selçuklu Devletini esaslı olarak kuracak ve büyüteceklerdi. Artık bütün Oğuz Türkmenleri buna inanmışlardı.



ALİ TEKiN


Çağrı Bey'in Anadolu'daki muvaffakiyetleri Selçuk Oğullarının şöhretini artırdı. Selçuklular yavaş yavaş birlik kurmaya başladılar. Amcaları Aslan Bey'in askerleri bunlara katılmadı. Bu sıralarda Karahanlılar sülalesinden (Ali Tekin) adında birisi de birden bire ortaya atıldı. Ali Tekin pek muhteris bir adamdı. Karahanlı tahtına oturmak için ortalığı karıştırmaya başladı. Ali Tekin, Karahanlılar kadar Selçuklular için de tehlikeli idi. Harzem Valilerinden (Altıntaş), Ali Tekin'in tehlikeli olduğunu Gazneli Sultanı Mahmut'a bildirmiş ve bu adam için (Kuyruğu kopmuş bir yılan) demişti. 1030 tarihinde Sultan Mahmut'un ölümü üzerine yerine oğlu (Sultan Mes'ut) geçti.



  Ali Tekin amacını gerçekleştirmek için faaliyete geçti. Gaznelilerden yer istedi. Fakat Mesut vermedi. Bunun üzerine Gaznelilerle savaşa girişti. Bu arada Selçuklularla anlaştı. Bu iç çarpışmalarda Selçukluların kahramanlığı görüldü (1032). Komşu devletler Selçuklularla dostluk sağladılar. Bu Selçuklular için ışık tutucu bir durumdu. (1034) Harzemlilerle dostluk sağlanınca sürüleri için yaylak temin ettiler. Tuğrul Bey talimli ve kuvvetli bir ordu hazırlamıştı. Sürüleri de çoğalmıştı.


Tuğrul, Harzemli Türkleri ile anlaştıktan sonra bir yurda yerleşmeğe kat'i olarak karar verdi. Çünkü halk artık göçer evlilikten usanmıştı. (Güneş Memleketi) anlamına gelen Horasan'ı alıp buraya yerleşmeyi düşündüler. Ali Tekin Selçukluların emellerini anlayınca onları zayıf düşürmek için çareler aradı. Tuğrul Bey'in amcası (Musa) nın oğlu (Yusuf) u yanına çağırıp, kendi emrinde bulunan Türkmenlerin başbuğu yaptı. Ona (Yabgu) unvanını verdi. Bu suretle Türkmenleri ikiye bölmüş oldu. Tuğrul Yusuf'un Yabgu olduğunu duyunca fena halde hiddetlendi. Yusuf'un üzerine kuvvet yollamak istedi. Fakat Çağrı Bey, Selçuk Oğullarının birbiriyle uğraşmalarının kötü sonuçlar doğuracağını söyliyerek onu bu düşüncesinden vaz geçirdi. Ali Tekin kardeş· kavgasını başaramayınca, Selçuk Oğullarına karşı açıkça düşmanlığa başladı. Yusuf'un bir şey yapamadığını görünce, adamlarından (Alp Kara) vasıtasiyle onu öldürttü. Sonra da Alp Kara'yı kuvvetleriyle Tuğrul'un üzerine saldırttı. Yapılan savaşta Alp Kara öldü, Bu defa Yabgu'luğa Selçuk'un oğlu (Musa) geçti. Türkmenlerin başında üç başbuğ vardı. Biri Tuğrul, diğeri Çağrı, üçüncüsü de Musa idi. Bir nev'i üçlü idare kurulmuştu. Bu sıralarda Ali Tekin öldü. Gün geçtikçe Selçukluların önemli bir kuvvet haline geldiğini gören, Gazne Hükümdarı Sultan Mesut, bunlara büyük bir darbe vurmayı düşündü. Cend Başbuğu (Şah Melik) ile anlaştı. Şah Melik kuvvetlerini alarak, ani olarak Selçukluların üzerine baskın yaptı. Tuğrul, Şah Melik ile dost olduğundan, ondan düşmanlık geleceğini tahmin etmemişti. Tuğrul ve Çağrı Bey'lerin kuvvetleri perişan oldular. Bu baskında 8.000 ölü ve esir verdiler. (1034) Tuğrul Bey'in maiyetinde ancak 900 atlı kaldı. Böyle bir felaket Selçuk Oğullarının başına gelmemişti. Selçuk Oğulları henüz bir yurt tutamadıklarından dolayı bu felakete uğramışlardı.



HORASAN'IN FETHi


Horasan, Oğuz Türkmenlerinin ideali olan bir ülke idi. Oğuzlar buraya (güneş memleketi) derlerdi. Çünkü bu diyarın her bucağı Oğuz Oymaklarının yatağı idi. Yirmi dört Oğuz Boyu buralara yerleşmişti, fakat bu Türkmen yurdu durmadan işgale uğruyor, el değiştiriyordu. Tuğrul Bey, uğradığı felaketten sonra Horasan'ı fethe karar verdi. Türkmenler birliği ancak burada kurulabilecekti. Tuğrul Bey, kısa zamanda dağılan Türkmenleri etrafına toplamağa muvaffak oldu. Bu kuvvetlerle ani olarak Horasan üzerine yürüdü. Gaznelileri yenerek Horasan'ı fethe muvaffak oldu. (1034) Merv şehri civarını işgal etti. Oğuzların ana yurdu (Gün Ortaç) tan sonra (Horasan) ikinci ana vatanları oldu. Selçuk Devleti kuvvetini bu ülkede buldu. Üçüncü ana vatan da (Anadolu) olacaktır.


Tuğrul Bey, Selçuk Oğullarının en yiğitlerinden biri idi. İri ve erkek vücutlu idi. Cesur olduğu kadar siyasi görüşleri de kuvvetli idi. Çok iyi ata binerdi, iyi bir nişancı idi. Başına tunç bir miğfer giyerdi. Üzerinde bir zırh taşırdı. İri bir kılıç, kullanırdı. Oğuzların Üçok Boyundan olan Kınık Boyu, ona bütün varlığıyla bağlı idi.


Tuğrul Bey kısa zamanda 10.000 atlı bir kuvvet meydana getirdi. Horasan'a yerleşen Tuğrul Bey, Gazne Hükümdarı Mesut'a haber gönderip, Gazneli Devletine dost olduğunu bildirdi. Fakat Gazneli Mesut, Tuğrul Beyin bir tehlike olduğunu anladı. Selçukluların kuvvetlenmesine meydan vermemek üzere 17.000 kişilik bir askeri kuvveti Horasan'a gönderdi. Selçukluların üzerine ani bir taarruza geçen bu kuvvete, Selçuklular karşı koyamadılar, Gazneliler 8.000 Türkmeni öldürdüler. Tuğrul Bey bu olaydan fena halde müteessir oldu. Maiyetindeki kuvvetlerle bu ordunun üzerine tekrar saldırdı. Selçuk süvarileri yalın kılıç, bir yıldırım gibi Gaznelilerin üzerine yürüdüler. Kanlı bir savaş oldu. Mesut'un askerleri neye uğradıklarını bilemiyerek, çil yavrusu gibi darmadağın oldular. Baş Komutanları (Beydoğdu) canını zor kurtardı. Selçukluların eline pek çok ganimet geçti.


Tuğrul Bey kazandığı bu zaferden dolayı pek mutlu idi. Çünkü Selçuklu Devletinin yenilmez bir kuvvet olduğunu ispat etmişti. Bu zafer üzerine Gazneliler, Selçuklularla bir anlaşma yapmak zorunda kaldılar. Bu anlaşmaya göre üç vilayet Selçuklulara verildi. Bundan sonra Gazne Sultanı Mesut, Tuğrul Beye bir sancakla hilat ve menşur gönderdi. Buna mukabil Selçuklular da Gazne Sultanları ile dost olacaklardı (25.Eylül.1035). Bu suretle Gazneliler Selçuklu Devletini tanımışlardı. Bu siyasi antlaşma Selçuklu Devleti için çok önemli idi. Selçuk Han zamanından beri devletin belirli bir sınır içinde yurdu yoktu. Devlet büyük bir site halinde göçer evli idi. Artık Selçuk Devletinin yurdu Horasan'dı. Selçuklular bu antlaşma ile büyük haklara sahip oldular. Şimdiye kadar başka devletlerin topraklarında dolaşan Selçuklular, Tuğrul Bey sayesinde Horan'a kılıç hakkı olarak sahip oldular. Bu durumu gören Türkmen oymakları Tuğrul Beyin Bayrağı altında toplanmaya başladılar. Artık akın akın Türkmenler Horasan'a geliyorlardı. Bu ülkede Türk Oğlunun bir kaynaşması göze çarpıyordu. Selçuklular Önasya için bir tehlike oldu. Horasan'a sığmayan Türkmenler sınırları aşmaya başladılar. Bu hali gören Gazneli Mesut Selçukluların üzerine bir ordu göndermeğe mecbur kaldı. (1036) Bu ordu Horasan'a yaklaşınca taarruz etmeğe korktu. Bunu gören Selçuklular Gaznelilerden yeni yerler istediler. Fakat Gazneli Mesut bu isteği oyalama siyaseti ile halle çalıştı. Selçuklular kaynaşıyor, kuvvetli bir devlet olmağa var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Bu idealin önünde durmağa imkan yoktu.



TUĞRUL'UN HAN OLUŞU


Gazneliler Devleti Alp Tekin ve Bilge Tekin, sonra da Sevük Tekin sayesinde kurulmuş, Gazneli Mahmut zamanında ise kuvvetli ve zengin bir devlet haline gelmişti. Bu devirde Harzem Türkleri arasından matematikte (Ebülreyhan Biruni) tarihçi (Utbi) ve şair (Firdevsi) yetişmişti. Bu zenginlik Gaznelilerin Hind'e yaptıkları seferlerle sağlanmıştı. Gazneli Mahmut Hind'e tam on yedi sefer yapmıştı. Mahmut'un oğlu Mesut da babası gibi Hint seferine çıktı. Tuğrul Bey, Mesut'un Hindistan seferinde olduğunu duyunca, bundan faydalanarak kuvvetleri ile Rey şehrini kuşattı ve bu yöreyi eline geçirdi. Bunun üzerine Sultan Mesut Selçukluların üzerine kuvvet gönderdi. (Serks) civarında yapılan savaşta Gazneliler yenildiler. Artık Selçukluların yenilmez bir kuvvet olduğu meydana çıktı. (1038) Tuğrul Bey bu zaferi kazanır kazanmaz, iç ve dış Oğuz Beylerini bir kurultaya çağırdı. Görüşmeler sonunda kurultay üyeleri Tuğrul Beyi Han seçtiler. Selçuk Han'dan sonraki ikinci Salçuk Han'ı Tuğrul oldu. (1.Haziran.1038)


Tuğrul Bey (İbrahim Yinal)ı Nişabur'a gönderdi. Şehir halkı rızalarıyla teslim oldular. Cuma günü büyük bir camide Tuğrul adına Hutbe okundu. Tuğrul Hutbede Sultanül-Muazzam (Büyük Sultan) unvanıyla anıldı. On gün sonra Sultan Tuğrul 4.000 atlı ile Mesru şehrinden kalkarak Nişabur'a geldi. Tuğrul Bey Nişabur'a girerken şehrin büyükleri onu parlak bir törenle karşıladılar. Tuğrul'un üzerinde pek sade bir elbise vardı. O devrin hükümdarları gibi süslü elbise giymemişti. Başında miğfer, elinde kılıcı, yanında yayı ve okları bulunmakta idi. Nişaburlular bu Türkmen Hükümdarını hayretle seyrettiler. Askerlerinin silahları tam ve hepsi zırhlı idi.


Tuğrul'un askerlerine büyük bir bahçede çadırlar ve Tuğrul'a da bir taht kuruldu. Tuğrul bu tahta 0turarak kendisini tebrike gelenleri kabul etti. Başında miğferi ve zırhı, ayağında ise keçe bir çizme vardı. Bu kıyafet daha ziyade bir komutan kıyafeti idi. Vakur bir insan olduğundan bakışları pek tesirli idi. Bu haliyle saygı aşılıyordu.


O gün kardeşi Çağrı Bey de adına hutbe okuttu. Fakat (Melikül-Mülk) ünvanı aldı ve Tuğrul'a tabi oldu. Artık Tuğrul, Selçuklu Sultanı yani bir yurda yerleşmiş, bağımsız bir devletin hakanı olmuştu.


Nişabur büyük bir şehirdi. Selçukluların Cend'den sonra ikinci başkenti oldu. Tuğrul adaletli ve yüksek ahlaklı bir insan olduğu için, kısa zamanda halka kendini sevdirdi. Halkı geleneklerinde serbest bıraktı. Sultan Mesut, Tuğrul'un Nişabur şehrini hükümet merkezi yaptığını duyunca derin bir teessüre kapıldı. Vezirine:


Görüyor musunuz? Bu Türkmenler işi nereye vardırdılar dedi; ve Selçukluları mahvetmeğe karar verdi.


DANDENEKAN SAVAŞI


Tuğrul Sultan seçildikten sonra devletin temel teşkilatını Oğuz töresine göre kurdu. Kuvvetli bir ordu meydana getirdi. Artık Saman Oğulları ve Karahanlılarla mücadeleyi bırakıp Gaznelilere yüzünü çevirdi. Selçukluların en büyük düşmanı onlardı ve onlardan hiyanet de görmüşlerdi. Aslan Beyi hile ile zindana atmışlardı. Bunun intikamını almak gerekti. Sultan Mesut cesur ve değerli bir askerdi. Fakat iyi bir idare adamı değildi. Aynı zamanda içkiye de düşkündü. Halk onu sevmiyordu. Babası Mahmut ve kendisi halktan ağır vergiler alıyorlardı.


Mesut zamanında Horasan ahalisi, valilerin zulmünden dolayı Oğuzlara müracaat ederek, kendilerini kurtarmalarını rica etmişlerdi. Halk soyuluyordu. Bir harbin masrafını halktan çıkarıyordu. Ayrıca Acem kültürünü kabul etmişlerdi.


Horasan'daki Türkmenler, Gaznelilere tahammül edememişlerdi. Tuğrul, adaleti ile halkı hoş tuttu. Halk Selçuklulardan memnun oldu. Selçuklularda bir imparatorluk kurmak için bütün vasıflar vardı.


Gazneli Sultanı Mesut, Selçukluları Horasan'dan atmak, onları yok etmek için 50.000 süvari ve piyade ve 300 fil ile 7 Ekim 1038 de harekete geçti. Yolda iken (Börütekin) adlı bir komutanın her tarafı yağma ettiğini duyunca, onun üzerine yürüdü. Fakat onu yenemedi. Bundan sonra Selçukluların bir kısım kuvvetiyle çarpışarak yendi. (1039) Selçuklular durmadan baskınlar yaparak Gazne ordusunu yıpratıyorlardı. Mesut'un amacı Nişabur'u almak, Tuğrul'u esir etmekti. Fakat buna muvaffak olamayınca, Selçuklularla bir mütareke yaptı. Buna rağmen her iki ordu faaliyette idi. Bu esnada Çağrı Bey kuvvetleriyle Nişabur'a gelerek kardeşini ziyaret etti. Çağrı Bey (Şadyak) köşkünde misafir edildi. Tuğrul kardeşine değerli hediyeler verdi. Bir akıncı kuvvetiyle Gaznelilerin karşısına çıktı. (1039) Gerilla harpleriyle düşmanı yıprattı. Türkmen Beylerinden (Yağmur Bey) öldürüldü. Türkmen Oymakları başlarında Kızıl Bey ve Buğa, Dana, Göktaş olduğu halde Gaznelilerle Irak, Acem taraflarında savaşıyorlardı. Bu Türkmenlerin bir kısmı Azerbeycan'a yerleştiler.

Gazneli Mesut, Selçukluları yenmek için ordusunun başına geçmişti. Bu esnada Mesut'tan memnun olmıyan Gazneli komutanlarından bazıları Selçuklular tarafına geçtiler. Tuğrul bunları öncü olarak kullandı. Selçuk ordusu da arkadan hareket etti.  Mesut ordusunu şu şekilde harp nizamına koydu. Merkezde kendisi yer aldı. Sağ kanada Ali Beyi, sol kanada bir Subaşıyı, ihtiyata da Ertekin'i yerleştirdi. Bu kuvvetler birden bire Selçuk Ordusuna hücum ettiler. Kanlı bir boğuşma oldu. Selçuklular safları yaramadılar, geri çekilmeğe mecbur oldular. Fakat bu yörede bulunan bir çayın yatağını değiştirip, Gaznelileri susuz bıraktılar. Bundan sonra gündüz ve gece baskınları yaparak onları yıprattılar. Gazneliler fena bir duruma düştüler. Mesut Selçuklularla barış yapmak üzere vezirini gönderdi. Aralarında bir anlaşma yapıldı. (21 Haziran 1039) Gazneliler Herat şehrine çekilecek, Selçuklular da üç bölgeyi boşaltacaklardı. Bu anlaşma bir oyalama idi. Çünkü her iki ordu da büyük bir savaşa hazırlanıyorlardı. Selçuklular anlaşma hükümlerine saygı göstermediler. Bunun üzerine Mesut ordusuyla Herat şehrinden harekete geçti. Tuğrul'da Nişabur'da büyük bir ordu hazırladı. Artık Türkmen Oğuzların kaderini tayin edecek olan büyük savaş başlamak üzere idi. Bu tarihi mücadele (Dandenakan Savaşı) olacaktı. Sultan Mesut'un planı, Nişabur'u her taraftan kuşatıp, Tuğrul'u esir etmekti. Aynı zamanda diğer komutanların Tuğrul'a yardımını kesmekti. Tuğrul bu planı anlayınca Nişabur'u terketti. Ordusunu (Baverd) de topladı. Bunu haber alan Mesut ordusuyla Baverd'e yollandı. Bu defa Tuğrul ordusunu çöllere çekti. Planı, kışa kadar düşmanı oyalamaktı. Tuğrul ağırlıklarını (Balkan) dağına gönderdi; ne kadar ot, saman ve arpa varsa hepsini yaktı. Kuyuların içine leşler attırdı. Bu durum karşısında Mesut'un ordusu otsuz ve susuz kaldı. Bunu gören Mesut 18.0cak.1040 da Nişabur'a dönmeğe mecbur oldu. Nişabur'da büyük bir kıtlık vardı. Hayvanlar ölmeğe başladılar. Askerler de açlıktan kırıldılar. Felaket baş gösterdi. Mesut ordusunu Merv şehrine çekti. Kat'i sonucu burada almak istiyordu. Tuğrul ordusunu (Curcan)a çekmek istedi. Fakat Çağrı Bey:


Mademki savaşa karar verdik, sonunu getirmek lazım. Gazne ordusu müşkül bir durumda dedi.


Komutanlar da savaşa taraftar oldular. Gazneliler üzerine hücuma karar verildi. Tuğrul 2.000 atlı kuvveti ihtiyata bıraktı. Selçuk ordusu 16.000 kişi, Gazne ordusu ise 50.000 olup 300 de fili vardı. Yınal oğullarını öncü olarak gönderdi. Selçuk ordusunun öncü akıncıları Gazne ordusuyla çarpıştı. Gazneliler bu kuvveti dağıtıp ileri harekata geçtiler. Merv şehrine yaklaşınca, Selçuk ordusu harp nizamını aldı.

Gazne ordusu Selçukluları görünce onlar da harp nizamına geçtiler. Öncü kuvvetlerin başında komutan (Ertekin) bulunuyordu. Maiyyet askeri olan saray gulamlarının başında da komutanları (Baydoğdu) vardı. Mesut'ta merkezde yer almıştı. Önde üç yüz fil, hortumlarını sallıyarak ilerlemeğe başladı. Bu ordu daha önce on yedi defa Hintlileri yenmişti. Şimdi iki Türk ordusu birbirlerini kıracaklar, her taraf kana bulanacaktı. 

22.Mayıs.1040 sıcak bir gündü. Ölüm dirim kavgası başlamak üzere idi. Filler yaklaştığı anda Selçuk sipahileri onları ok yağmuruna tuttular. Selçuk askerleri dört taraftan (Allah! Allah!) sesleriyle korkunç bir hücuma kalktılar. Atlarının nallarından kıvılcımlar çıkıyor, attıkları oklar düşman üzerine yağıyordu. Çok cesur ve çevik olan Selçukluların önünde durmanın imkanı yoktu. Ova atların kaldırdığı tozlarla göz gözü görmez bir hal aldı. Gazneliler müdafaaya çekildiler. Gazne ordusu içinden bozulmuştu. Komutanlar birbirlerine düşmüşlerdi. Selçuk askerleri tabiyelerine göre birden bire geri çekildiler. Düşmanı bir ay içine almak planını tatbik ettiler. Düşmanı Dandenekan Çölüne çektiler. Gazne ordusu Dandenakanda durdu. 23 Mayıs, Cuma günü Selçuklu ordusu Gaznelilerin karşısına saf saf dizildi Tekrar savaş kızıştı. Selçuklu askerleri bu defa yalın kılıç hücuma kalktılar. Dandenekan Çölü bir anda kana boyandı. Türkmenler pek çevik idiler. Palaları ile vurdukları düşmanı ikiye bölüyorlardı. Gazneliler o ana kadar böyle bir ordu ile karşılaşmamışlardı. Başlar uçuyor, kanlı cesetler yerde yığınlar haline geliyordu. Selçuklular düşmanı iyice içeri çekmişler, kıskaça almışlardı. Öğleye doğru Gazneliler susuzluktan bitkin bir hale geldiler. Çünkü Selçuklular bütün kuyuların içine hayvan leşleri atmışlar, bazılarını da doldurmuşlardı.


Askerler:

- Su .. Su! ... diye bağırmaya başladılar. Sultan Mesut da susuz kaldığından cephe arkasında bulunan bir havuza doğru atını sürdü. Bu hali gören 370 koruyucu askeri Selçukluların tarafına geçiverdi. Gazneli ordusu müthiş bir paniğe uğradı. Bunu gören Mesut ile kardeşi ve oğlu atlarını mahmuzlayıp Merv Ovasında bulunan (Berkdiz) kalesine kaçtılar. Selçuklu sipahileri düşmanı bir cep içine alarak mahvetti. Bir kısmı kılıçtan geçirildi, bir çoğu da esir edildi. Kılıçtan kurtulanlar, kaçmayı ölüme tercih ettiler. Gazne ordusu Dandenekan savaşında çekiç vurulup bir anda parçalanan bir küpe benzemişdi. Gazneliler zaferi Selçuklulara bıraktılar. Mesut ancak canını ve otağını kurtarabildi Fakat bütün ağırlıkları Selçukluların eline geçti (1040).



Sultan Tuğrul düşmanı yendiği Dandenekan'da büyük bir otağ kurdurdu. Bu otağın içindeki tahta oturdu. Burada zafer tebriklerini kabul etti. Komutanlar onu Horasan Sultanı olarak selamladılar. Tuğrul bin kadar sipahi ile Nişabur'a gitti. Halk ona zafer alayları tertip etti. Devlet reisleri ona zafer tebriklerini gönderdi. Dandenekan zaferiyle Horasan'da kat'i olarak Selçuk Devleti kuruldu. (1040) Dandenekan zaferi Türk ulusunun kaderini tayin eden ilk büyük zafer oldu.


Gazne Sultanı Masut, Dandenekan yenilgisinden sonra, Horasan ve Harzem ülkeleriyle İran elinden çekildi. Bu olaydan sonra Gazne Devleti önemini kaybetti. Selçuklular İslam Türk dünyasının en kuvvetli bir devleti haline gelmeğe başladılar.


Gaznelilerin üzerine (Gurlular) da hücum ederek Gazne şehrini zaptettiler. Gazneliler merkezlerini Hindistan'da (Jahar) şehrine naklettiler. 1183 tarihinde de ortadan kalktılar.


Tuğrul en büyük düşmanı olan Gaznelileri ortadan kaldırdıktan sonra devletinin genişlemesini sağladı. Genel af ilan etti. Halktan vergi alınmadı. Bu suretle devleti içinde bulunan küçük ulusları kendi idaresine bağladı. Onları dinlerinde, dillerinde serbest bıraktı.


PASİN SAVAŞI


Büyük bir devlet adamı ve kudretli bir asker olan Tuğrul, bundan sonra durmadı. Baş döndürücü bir hızla fetihlere başladı. Horasan'ın, İran'ın, Azerbeycan'ın önemli şehirlerini zaptetti. Curcan, Taberistan, Hemedan, Kazvin ve Azerbeycan'ı ele geçirdi. Tahran civarında bulunan (Rey) şehrini hükümet merkezi yaptı. (1042)


Tuğrul Bey bu zaferlerini, Türkistan Hanlarına, Abbasi Halifesine bildirdi. Merv şehrinde bir kurultay topladı. Bu toplantıda devletin teşkilatına yeni bir düzen vermek için kararlar aldı. Saltanatın kendi ailesine geçtiğini ilan etti. Bu suretle devletin rejimi, babadan oğula geçen kişisel saltanat rejimi haline geldi. Bağdat'ta oturan Halifeye de mektup yazarak bağlılığını bildirdi. Bu suretle sünniliğin müdafii olacağını anlattı. Devletin Sultanlık haline getirilmesi, saltanatın Kınık Boyuna geçişi, sünniliğin korunması, alevi Türkmenleri kırdı. Fakat Halife ile iyi geçinerek, devletin gelişmesine yardım edecekti. Bu suretle Selçuk ordusu müslümanlığın müdafaasını üzerine almış oluyordu.

Tuğrul memleket idaresini akrabalarına verdi: Çağrı Beyin büyük oğlu Kavurd Taberistan ile Kirman taraflarını, Musa Herat'ı, Yakut, Kutalmış, İbrahim Yınal da Irak taraflarını idare edeceklerdi.


Devletin baş vezirliğine (Ebul Kasım Burcani) yi getirdi. Devletin memurlarını tayin etti. Kendi adına para bastırdı. (1041) Artık Selçuk Devleti esaslı olarak kurulmuştu.


Tuğrul Bey, devletinin doğu tarafını emniyet altına aldıktan sonra, batı taraflarında akınlara önem verdi. Asıl amaç Anadolu idi. Fakat Anadoluya Bizanslılar hakim bulunuyordu. Bu hıristiyan devlete karşı harbe karar verildi. Emeviler ve Abbasiler devrinden beri Anadolu'ya akınlar yapılmakta idi. Abbasiler Anadolu'ya doğru ilerlemek amacıyla Horasan'dan bir çok Oğuz boylarını güney Anadolu'ya yerleştirip (Suğur) ve (Avasım) adlı, sınır valilikleri kurmuşlardı. Bu sınır Tarsus, Misis, Adana, Maraş, Malatya, Diyarbakır, Ahlat, Malazgirt ve Erzurum'a kadar uzanmakta idi. Buralara yerleşen Oğuzlar, durmadan iç Anadolu'ya akınlar yapmışlardı. Bu akınları yapan ünlü komutanlar şunlardı: Afşin, Ferganeli ömer, Semerkantlı Haris'di.

Bizanslılar Balkanlarda bulunan hıristiyan Oğuzları sınır bölgesine yerleştirmişlerdi. Abbasiler zayıf düşünce bu akınlar durmuştu. Selçuklu Devleti kurulunca, Tuğrul Bey zamanında bu akınlara tekrar hız verildi.


Tuğrul Bey zamanında Anadolu'ya ilk akını Tuğrul'un amcası, Musa'nın oğlu (Hasan) yaptı. Hasan kuvvetleriyle Van bölgesinde Bizanslılarla savaştı. Fakat pusuya düşerek şehit oldu. (1048) Tuğrul Bey Hasan'ın intikamını almak için kardeşi (İbrahim Yınal) ı Anadolu seferine memur etti. Yınal 100.000 kişilik bir ordu ile Anadolu'ya daldı. (1049) Bu kuvvetler Anadolu'nun fetih kapılarını açıyorlardı. Bizanslılar büyük bir ordunun Anadolu'ya girdiğini görünce Pasin'e çekildiler. Selçuk kuvvetleri Muş havalisine doğru ilerledi. Bizanslılar İmparatordan takviye istediler. İmparator da kendine bağlı olan Gürcistan Kıralı (Ziparit) i Selçuklularla savaşa çağırdı. Ziparit Gürcü ve Abaza kuvvetlerinden müteşekkil 33.000 kişi ile Pasin ovasındaki (Kapertu) kalesi önünde mevzi aldı. Düsmanı arayan 100.000 kişilik Selçuk ordusu da bu kale civarına gelip kondu. Sağ kanada İbrahim Yınal, sol kanada ise Kutalmış yerleşti. Bizans ordusunda ise, sağ kanatta Katakalan, sol kanatta da Avram adlı komutanlar yer aldı ve Ziparit te merkezde kaldı.


18.Eylül.1049 tarihinde Pasin savaşı başladı. Düşman anidan taarruza geçti. Selçukluların okları sağnak halindeki bir yağmura benziyor ve etrafa ölüm saçıyordu. Kapertu kalesinin önü ölü ve yaralılarla dolmuştu. Çok hareketli ve çevik olan Türkkmenlerin önünde durmak kabil değildi. Buna rağmen Gürcüler ve Abazalar geceye kadar mukavemet ettiler. Ziparit'in yeğeni, ağzından girip ensesinden çıkan bir okla yere cansız serildi. Bunu gören Ziparit öne atıldı. Selçuk askerleri bir anda etrafını sarıp, Ziparit'i esir ettiler. Bu kanlı savaş güneş doğana kadar devam etti. Selçukluların bitmek bilmeyen hücumlarıyla takatsız kalan Bizanslılar bozguna uğradılar ve (Ani) şehrine sığındılar. Binlerce esir ve çok sayıda ganimet ele geçirildi. (1049) Bu savaş Anadolu'da kazanılan ilk büyük zafer oldu. İbrahim Yınal ganimetlerle esir Ziparit'i Rey şehrinde bulunan Sultan Tuğrul'a gönderdi. Tuğrul, Ziparit'in cesur bir asker olduğunu bildiği için ona saygı gösterdi. Rey sarayında misafir etti. Ziparit bu insani muameleden dolayı mutluluk duydu. Çünkü öldürüleceğini sanıyordu. Ziparit'in esir düşmesine Bizans imparatoru çok üzüldü ve Sultan Tuğrul'a bir elçi gönderdi. Elçi Ziparit'in teslimi için ne kadar kurtuluş akçesi istersiniz Sultanım? deyince Tuğrul asilane bir tavırla:

Ben tüccar değilim. Paraya da ihtiyacım yok diye cevap verdi. Elçi bunun üzerine:

O halde ne düşünüyorsunuz? dediği zaman; Tuğrul:

Onu affediyorum. Serbestçe yurduna dönebilir, dedi ve Ziparit'i serbest bıraktı. Onu bir elçi ile İstanbul'a gönderdi.


Bir müddet sonra Tuğrul, Bizans imparatoru (Konstantin Monomak) a bir elçi gönderdi. İmparatordan Dokuzuncu yüzyılda İstanbul'da inşa edilmiş olan fakat harap olan camiin onarılmasını ve bu camide adına hutbe okunmasını, Araplara ödenen yıllık verginin bundan böyle kendisine verilmesini istedi. İmparator derhal bu camii tamir ettirdi ve duvarına da Selçuk armasını koydurttu. (Bu arma bir yayın kirişinde bir oku gösteriyordu. Armanın Selçuk Bayrağında da bulunması kuvvetle muhtemeldir. Osmanlı bayrağındaki ay ve yıldızın da bu yay ile oktan doğduğu anlaşılmaktadır.) Bu camide Tuğrul namına hutbe okuttu. Fakat vergiyi ödemedi.


Tuğrul'un en büyük gayesi Anadolu'nun fetih kapısını açmaktı. Bu maksatla ordusunun başına geçerek Anadolu'ya daldı. İlk defa Van gölü bölgesinde bulunan Muradiye'yi ve daha sonra (Erciş) i zaptetti. Bura halkı Sultana hediyeler vermek suretiyle esirlikten kurtuldu.



MALAZGİRT'İN KUŞATILMASI


Sultan Tuğrul, Anadolu'nun kilidi olan Malazgirt şehrini fethetmeğe karar verdi. Çünkü Malazgirt alınınca Anadolu'nun kapısı açılacaktı. Tuğrul ordusu ile Malazgirt müstahkem kalesi önüne geldi ve şehri kuşattı. Bu kalenin komutanı, Bizans valisi (Vasil) adında birisi idi. Tuğrul düşmanın maneviyatını kırmak için kalenin etrafında davullar çaldırmağa başladı. Bu arada da askerler kaleye hücuma geçtiler. Fakat Vasil bütün kudreti ile kaleyi müdafaa ediyordu. Selçuk askerleri durmadan dalgalar halinde hücumlarını tekrarlıyorlarsa da kaleyi bir türlü alamıyorlardı. Çünkü kalede düşmanlar yaklaşanların üzerlerine kaynar sular döküyorlar, iri kayalar atıyorlardı. Sahra harplerinde başarı gösteren askerler kale savaşında zorluk çekiyorlardı. Bunun üzerine Tuğrul, kalenin altına doğru lağımlar kazdırmaya başladı. Bunu anlayan Bizanslılar da karşılıklı olarak lağım açıp lağımcıları esir ettiler. Bizanslılar bu esirleri kalenin mazgallarına çıkarıp balta ile başlarını kestiler ve kaleye dizdiler. Bu esirler arasında Tuğrul'un kayın pederi de vardı. Bu cinayetlerle onlar Selçuk askerlerine göz dağı vermek istiyorlardı. Tuğrul bu cinayete çok müteessir oldu.


Malazgirt kalesini almak için bütün gayretini sarfetti. Bitlis'te bulunan büyük bir mancınığı kale önüne getirtti. Mancınık kuruldu ilk atılan taşlarla üç nöbetçi kulesi büyük bir gürültü ile yıkıldı. Nöbetçiler paramparça oldu. Düşman askerlerinin manevi kuvvetleri kırıldı. Bunun üzerine Bizans askerlerinin moralini kuvvetlendirmek için bir papaz, kaleden çıkıp bir aletle taş atarak mancınığı kullanan askeri öldürdü. Fakat Selçuklular tekrar surları dövmeğe başladılar. Vasil bu mancınığı yakacak bir fedai aradı. Bir Narman askeri bu ödevi üzerine aldı. Atına atlayıp mızrağının ucuna da bir mektup taktı. Kendisine elçi süsü verdi Göğsüne de üç kutu neft koydu. Atıyla ilerleyerek mancınığın yanına gelip durdu. Birden bire neftleri ateşleyip mancınığın üzerine atıverdi. Mancınık yanarken Narman askeri sür'atle geri kaçıp kurtuldu. Bu cesarete Selçuklular bile hayran oldular. Tuğrul kaleye tekrar hücum etti, fakat alamadı. Bunun üzerine kuşatmadan vazgeçti. Ordusunu alarak Kars'a doğru çekildi. Bir süre sonra tekrar Malazgirt'e döndü. Bu defa 4000 askerin yürütebildiği muazzam bir mancınığı kale önüne getirdi. Attığı iri taşlar surları yıkmağa başladı. Açılan gediğe doğru hücum eden askerler kaleden içeri giremediler. Kış yaklaşmıştı. Tuğrul Malazgirt'in zaptından vazgeçerek bir çok ganimetlerle geri döndü. (1055)

 

Selçuk akıncıları Anadoludaki akınlarına başka alanlarda devam ettiler. Bu akıncılar 1059 da Sivas'a girdiler. 1062 de ise Ergani Bölgesini istila ettiler.  



İBRAHiM YINAL


Selçuklu devletinin kuruluşunda büyük yardımları olan bir komutan da (İbrahim Yınal) dı. Babası Yusuf Yınal 994 tarihinde ölmüştü. Selçuk Bey o zaman sağdı. İlk defa ölen oğlu budur. Yusuf Yınal ölünce eşini kardeşi Mikail almıştı. Bu hatundan Tuğrul Bey dünyaya geldi. Tuğrul, İbrahim Yınal ile anabir kardeş olmuştu. Yusuf Yınal'ın ayrıca Ertaş ve Ersığın adlı iki oğlu daha vardı. Tuğrul, Han seçilince, Ertaş'ı Herat genel valisi tayin etti. Ersığın da Bizanslılara esir düşmüş ve İstanbul'da ölmüştü.


İbrahim Yınal çok kuvvetli ve cesur bir komutandı. Tuğrul Bey üvey kardeşi İbrahim Yınal'ı Azarbeycan Valiliğine tayin etti. Sonra da onu Anadolu seferine memur etti. İbrahim Yınal 1049 da 100.000 kişilik ordusu ile Anadolu'ya gelip Bizanslıları yendi. Bu savaşta Gürcü Kıralı Ziparit'i esir eden İbrahim Yınal olmuştu.



İbrahim Yınal, Tuğrul'un müsaadesini almadan Kars'ı kuşattı. Fakat alamadı. Tuğrul; İbrahim Yınal'ı Irak'ı, Acem eyaletini zapt için gönderdi. Bu sıralarda Rey şehri İbrahim Yınal'ın elinde idi. Tuğrul buraya geldi ve bu şehri devletin başkenti yaptı. Sonra da Hemedan'ın idaresini üzerine almak istedi. Fakat İbrahim Yınal fethettiği bu şehri veremiyeceğini bildirdi. Bu suretle bir saltanat kavgası çıktı. Her ikisi çarşıptı. Yınal yeniidi ve ortadan kayboldu. Tuğrul saklandığı (Sermas) kalesinde onu kuşattı. Yınal teslim olmağa mecbur oldu. Tuğrul ona iyi muamele etti. O da yanında kalmayı tercih etti. (1050)


Bunun üzerine Tuğrul, Yınal'ı Mısır yöresine gönderdi. O buranın asayişini sağladı. Kendisinden Abbasi Halifesi ve Tuğrul memnun oldular 1058. Fakat İbrahim Yınal'ın emeli Selçuk Sultanı olmaktı. Bu arzusunu yerine getirmek için Mısır Fatımilerinden yardım istedi ve yine isyan etti. Buna mukabil Tuğrul'a Alpaslan, Yakuti ve Kavurd yardım ettiler. Yapılan savaşta İbrahim Yınal esir düştü. Tuğrul, onu yayının kirişi ile boğdurttu. Bu suretle devletin birliğini bozan kardeşi Yınal'dan kurtuldu. Yınal isyanından sonra, Tuğrul'a baş kaldıranlardan biri de amcasının oğlu Kutalmış oldu. Kutalmış'ı Tuğrul'un veziri bir kalede kuşattı, fakat esir edemedi. 


TUĞRUL VE HALiFE


Tuğrul, Selçuklu Devletine Han seçildikten sonra camilerde adına hutbe okuttu ve adına para bastırdı. Bunlar hanlığın esasları idi. Hutbe okutmayan, para bastırmayanın hanlığı sayılmazdı. Üçüncü esas da, halifelerden (Menşur) almaktı. Müslüman devletler bunu hiç ihmal etmemişlerdir. Tuğrul 1040 tarihindeki Kurultay'ı Bağdat Abbasi Halifesinin adına menşur istemek, Müslüman alemi ile dost geçinmek gayesi ile toplamış ve bu suretle halifenin sevgisini kazanmıştı. Tuğrul zaferden zafere koşunca Halife de ondan faydalanma yolunu tuttu. Abbasi Halifesi (Kaaim bi Emrullah) 1043 yılında başkadısı (Maverdi) adlı birisini Tuğrul'a elçli tayin etti ve Tuğrul'a devletini tanıdığına dair bir (menşur), yani ferman gönderdi. Bundan sonra Tuğrul (Sultan) unvanını aldı.



Abbasi Halifeleri memleketini idareden aciz bir durumda idi. Saltanat yıkılmak üzere idi. Halife varlığını korumak için büyük zaferler kazanmış olan Tuğrul'u kazanmak istiyordu. Selçuklular birden bire islam aleminin en kuvvetli devleti haline gelmişlerdi.


Abbasi Halifesini korkutan (Aslan Besasiri) adında bir Türk komutanı idi. Besasiri, Abbasilerin zayıfladığını görünce, bu devleti yıkmayı tasarladı. Onun bu emelini hisseden Halife, Selçuklularla dostluğunu artırdı. Besasiri, Mısır Fatimi Devletinden yardım istedi. Onlar da yardım ettiler. Fatımiler Bağdat'ı alırlarsa Selçuklular için yeni bir tehlike meydana çıkacaktı. Bu sebeple Halifeyi tutmak lazımdı. Halife Tuğrul'dan yardım diledi. Bu dilek Selçukluların siyasetine uygun geldi. İlerde bütün Irak Türklerin egemenliğine geçebilir, Türkler bütün Müslümanların koruyucusu olabilirlerdi. Bu bakımdan Besasiri meselesi ve Büveyh Oğulları tehlikesi bu iki devleti dost olmaya sevk etti. (1055)


Horasan'lı Ebu Müslim'in yardımı ile kurulmuş olan Bağdat Abbasi devleti yıkılmaya yüz tutunca, yine Türklerin yardımıyla kurtulmaya çalışıyordu. Artık Selçuklu Devleti bir imparatorluk oluyordu. Selçuklular Orta Doğu'nun asayişinin koruyucusu olmuşlardı. Abbasi Halifesi (Kaam bi Emrullah) Tuğrul'u Bağdat'a çağırdı. Tuğrul da ordusu ile yola çıktı.



TUĞRUL'UN BAĞDAT'A GELİŞİ


Selçuk Sultanı Tuğrul, ordusu ile Bağdat çevresine gelince Tuğrul otuz kişilik bir heyeti Halifeye gönderdi. Bu heyet divanda kabul olundu. Burada Tuğrul'un mektubu okundu. Tuğrul diyordu ki : «Bağdat'a gelişimin sebebi, bu şehri görmek şerefine nail olmaktır. Buradan hacca gideceğim. Ondan sonra Suriye ve Mısır'ı fethederek Şii olan Fatımi Devletini ortadan kaldıracağım. Büveyh Oğulları ile Besasiri'yi de yola getireceğim.»  Bu mektup okunduktan sonra karşılamak için Halifenin veziri ve devlet büyükleri yola çıktılar. Bunları Tuğrul'un veziri (Kuduri) karşıladı. Her iki vezir kucaklaştılar. Beraberce Tuğrul'un huzuruna çıktılar. Abbasi veziri Tuğrul'a Halifenin selamlarını bildirdi ve bir mektup sundu. Tuğrul vezire;


- Halifenin yüksek emriyle buraya geldim. Maksadım ona yardımlar, dedi. Vezir de:

Tanrı size büyük dünyayı verdi, diye iltifatta bulundu. Tuğrul'un maksadı Irak'ta kuvvetlenmiş olan Şii mezhebindeki Büveyh Oğulları Devletini ortadan kaldırmak, Besasiri adlı türediyi yok etmekti. Çünkü bunlar Halifenin nüfuzunu kırıyorlardı. Aynı zamanda Mısır'daki Şii Fatımileri de tehlikeli idi. Tuğrul kurduğu imparatorluğu Hilafetin manevi nüfuzu ile kuvvetlendirmek istiyordu. Bağdat varoşlarında konaklayan, cesur koç yiğitlerden kurulu 60 bin kişilik Tuğrul ordusu Bağdat'a doğru yürüyüşe geçti. Selçuk ordusunun gelmekte olduğunu duyan Büveyh Oğullarının askerleri telaşa düşerek şehirden uzaklaştılar. Halkın bir kısmı da Dicle'nin öte yakasına kaçtılar. Tuğrul'un Bağdat'a girişi tarihin en şanlı bir sahifesini teşkil eder. Bağdat, Bağdat olalı böyle bir askeri birlik görmemişti. Askerlerin intizamı ve güzellikte oluşu ihtişamlı bir manzara teşkil ediyordu. Herkesi bir korku aldı. Emevi ve Abbasi Devletlerini kurup her tarafı istila etmiş Arap milleti şimdi Türk'ün himayesine sığınıyordu. İslam aleminin hilafet merkezi olan Bağdat şehrine Türk'ler girdiler.



Selçuk askerleri, Bağdat halkının evlerine misafir edildi. Selçuk ordusu günlük ihtiyaçlarını para ile halktan satın aldı. Tuğrul Büveyh Oğulları Hükümdarı (Melikül-Rahman) ı yakalayıp bu devlete son verdi.


Tuğrul askerlerini yerleştirdikten sonra Abbasi Halifesi (Kaaim bi Emrullah), Sultan Tuğrul'u sarayına davet etti. Tuğrul derhal atına atlayıp saraya geldi. Saraydan içeri girdi. Salonun ortasında büyük bir havuz vardı. Havuzun ortasında, altından yapılmış bir ağaç ve muhtelif renkte kuşlar vardı. Bu kuşlar ayrı ayrı sesler çıkararak ötüyorlardı. Fiskiyelerden sular fışkırıyordu. Sarayın bütün duvarları altın yaldızla işlenmişti. Yerlere ipek halılar döşenmişti. Tuğrul bu salondan geçerek Halifenin bulunduğu taht odasına geldi. Halife Kaaim bi Emrullah siyah bir örtü ile kaplanmış, üç metre yüksekliğinde bir tahta oturmuş olduğu halde Tuğrul'u kabul etti.


Üzerinde siyah bir elbise, bir elinde Hazret'i Muhammed'in asası bulunmakta idi. Tuğrul Halifeye yaklaşınca eğilip üç defa yeri öptü. Sonra o şahin gözlerini Halifeye dikti.


Halife eliyle işaret ederek Tuğrul'u yanındaki diğer bir tahta oturttu. Biraz sonra vezir Halife'nin fermanını okudu. Bu fermanda Halife Kaaim bi Emrullah Tuğrul Bey'i Allah'ın ona bahşetmiş olduğu bütün ülkelerin sahibi ve bütün Müslümanların hakimi olarak tanıdığını bildiriyordu. Ferman okunduktan sonra Tuğrul'a yedi hilat giydirdi. Abbasi imparatorluğunu teşkil eden yedi muhtelif diyara mensup köleler kendisine armağan edildi. Sultan Tuğrul'un başına misk kokulu ve altın işlemeli bir kumaş örtüldü ve beline altınla işlenmiş iki kılınç kuşatıldı. Bu iki kılınçla Tuğrul Batı ve Doğu Sultanı ilan ediliyordu. Halife Tuğrul'a «Rüknü-d-din Şahinşah» unvanını verdi (Rüknü-d-din, dinin direği demektir.) Tuğrul'un misafir olduğu yere de (Darül-memleke) denildi. Bu şekildeki bir tören ancak fatihe yapılabilirdi. (23 Ocak 1058)


Tuğrul, Halifenin huzurundan ayrılırken elini öptü. Bu törenle Abbasi Hükümdarı bütün yetkilerini Türk Hakanına devretmiş oluyordu. Artık Abbasi Halifeleri bir gölgeden ibaretti. Orta Doğu'nun en büyük Hükümdarı Tuğrul oldu.


Tuğrul memleketine döndükten sonra Besasiri Bağdat'a girip Halifeyi yakalayıp hapsetti. Tuğrul tekrar Bağdata gelerek Besasiri'yi yakalayıp öldürttü.


Tuğrul Halife ile akrabalık kurmak da istiyordu. Bu arzusunu yerine getirmek üzere kardeşi Çağrı Bey'in kızı (Hatice Aslan Hatun) u Halifeye verdi. Tuğrul'un eşi (Altun Hatun) ölünce Tuğrul Halifenin kızı (Seyyide) yi istedi. Halife Tuğrul'u çok sevdiğinden ona kızını verdi. Bağdat'ta büyük bir düğün yapıldı. Seyyide Hatun çok güzel bir kızdı. Sultan Tuğrul dört ay sonra güneş vurmasından 1063 yılında 73 yaşında hayata gözlerini yumdu. Tuğrul zeki olduğu kadar cesur idi. Devlet işlerinde ise pek kudretli idi. Türk tarihinin en büyüklerindendir. Yerine Alp Arslan geçti.



SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

19 Şubat 2023 Pazar

Genel Olarak Endülüs Medeniyeti, Tesirleri ve Tarihi Önemi

 


Medeniyet, biriken ve miras bırakılan irfandır. Hem sürekli hem değişmekte olanı bünyesinde barındırır. Kültürel malları hem ithal eder hem ihraç eder. İster doğu ve isterse batı medeniyetlerinde olsun, bu prensibin işleyişine şahit olmaktayız.


Endülüs, Müslüman ve Gayri Müslim vatandaşlarının ortak çalışmaları sayesinde büyük bir medeniyetin gelişimine beşiklik ettiği bilinmektedir. İslam'ın ilk yüzyılı fetih ve egemenlik, ikincisi bu gerçeği hükmü altında bıraktığı insanların özlemlerine olduğu kadar, ideolojik-dinsel gerçeklere uyarlama yüzyılıydı. Bu ilk iki yüzyıl boyunca Doğu İslam dünyasında doğup yükselen İslam medeniyetinin, özgün bir toplumsal ortamda son ve en büyük hamlesini gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Hz. Muhammed'in vefatını izleyen iki yüzyıl boyunca Müslümanlar, Batı'da Pireneler'den Doğu' da Filipinler' e dek yayılan yeni ve özgün bir kültür alanı üretmişlerdir. Genel olarak İslam'ın altın çağı şeklinde adlandırılan VIII-X. yüzyıllarda medeni dünyanın çoğu bölgelerinde bir pax islamica (dünya islam barışı) kurulmuştu. Bilimsel, felsefi, edebi ve sanatla ilgili çalışmalar insanlık tarihinde benzeri pek az görülebilen doruklara yükseldi.


VIII./X. Asırdan sonra gelen duraklama çağlarının ardından ise, bu sefer İslamiyet sancağını omuzlayan Türk milleti olmuştur. Murabıtlar'ın Endülüs'ü Hıristiyanlara karşı korumak için gittikleri yıllarda Türkler de Anadolu'yu fethetmişler ve Üzerlerine gelen aynı Hıristiyan Haçlı tehlikesini bertaraf etmekle meşgullerdi. Batıda Endülüs'ün Müslüman-Hıristiyan ilişkileri açısından yaşadığı durumun biraz benzerini doğuda Türkler de yaşıyordu. Dolayısıyla, Endülüs ile aynı çağlarda Avrupalılar ile ilişkiler vasıtasıyla Müslüman Türk bilim kültürünün Batı'ya etki ve katkıları söz konusudur.

İslam medeniyeti unsurlarından bazılarının Avrupa'ya aktarıldığını tespit ederken, bu medeniyetin asıl kaynağı olan Doğu-İslam dünyasının (el-Meşrık), kendi Batı'sı yani Kuzey Afrika ve Endülüs (el-Mağrib ve'l-Endelüs) ile sürekli doğrudan ilişki içerisinde olduğu gerçeğini hiçbir zaman unutamayız. Asr-ı Saadet'ten beri kazanılan toplumsal ve kültürel birikim, daha çok talebe ve alim kişilerin Doğu'dan Endülüs'e gelerek yerleşmeleri veya seyahatleri yoluyla Batı'ya taşınmıştır. Özellikle ilk dönemlerde Endülüslülerin kendi medeniyetlerinin kaynağı olan Doğu'ya ilim tahsili ve seyahat maksadıyla yoğun şekilde gidip gelmeleri ise, Doğu-İslam kültürü birikimlerinin Endülüs'e taşınmasında en önemli kanallardan birisi olmuştur. Ayrıca, karşılıklı siyasi-askeri ilişkilerin yoğunluğunu da göz önüne almalıyız.


Endülüs ve Doğu-İslam medeniyetinin gelişmişliğine karşın, aynı çağlarda Avrupa dünyası dine aykırı kabul edildiği için bilim ve sanat faaliyetlerinin yasaklandığı karanlık çağını yaşamaktaydı. Burada "Hıristiyan dünyası" demek yerine sadece "Avrupa dünyası" dememizin nedeni ise, o çağlarda Doğu Hıristiyanlığının Batı'ya nispetle daha farklı bir medeni düzeye sahip olmasıdır. "Hıristiyan Doğu, Batı' dan çok daha gelişmiş bulunmakla beraber, kendisine karşı belirgin bir şekilde hoşgörülü, ama kayıtsız da olmayan bir devletin parçası olarak yaşıyordu. V./XI. yüzyılda Endülüs'e ve Doğu İslam dünyasına karşı Hıristiyanların yaptıkları haçlı seferleri, kendilerinin İslam medeniyetini tanımalarına fırsat vermişti. Bundan sonradır ki, Batılılar İslam medeniyetini anlama çalışmalarına başlamışlardı. Bu meyanda Arapça yazılmış bilimsel-felsefi eserlerin Latince'ye tercümesi başlamış ve bu faaliyetin merkezleri Sicilya ve daha çok Endülüs olmuştu.


Haddizatında, "Batı kapitalizminde ithal kökenli ne varsa, mahreci Müslümanlardır: Kambiyo senedi (süftece), commenda adıyla bilinen sermaye ortaklığı (mudarebe), önden satış (muhatre), pirinç, ipek, şeker kamışı, kağıt, pamuk, Arap rakamları, abaküs, Müslümanlar vasıtasıyla keşfedilen Yunan bilimi, barut, pusula .. Bu ödünçlerin varlığını kabul etmek Batı tarihinin, Batı'nın rasyonaliteye doğru giden yolda tek başına öncü dahl ve hocasız mucit olduğu tarzındaki geleneksel izahlarına sırtımızı çevirmek demektir. İtalyan şehir devletlerinin modern ticaret hayatının araçlarını icat etmiş oldukları iddiasını reddetmek demektir. Ve bu, mantıken Roma İmparatorluğunun ilerlemenin beşiği olma rolünü reddetme noktasına kadar gider. İslam bir ticaret medeniyetiydi. Ama İslam da tıpkı Hıristiyanlık gibi riba duvarına çarpıyordu: Madeni' paranın dolanımıyla bulaşan ve her tarafa yayılan bir hastalık olan riba. İslam dünyası dinar (altın para) ve dirhemleriyle (gümüş para) üstün bir iktisadi konumdaydı ve adeta sonraki asırların Avrupa ekonomisini haber veriyordu. Erken dönem Avrupa kapitalizminin uzun mesafeli ticareti Roma'nın mirası değildi. Onbir ve onikinci yüzyıllardaki büyük İslam çağından devralındı. İktisat alanında Avrupa, 1252 yılında altın paranın yeniden basmaya başlamasıyla çıraklıktan kurtulmuştur.


V./XI. yüzyıldan itibaren Endülüs'ü ele geçirmeye başlayan İspanyollar, Endülüs medeniyetine hayranlıkları sebebiyle Arapça öğrenimini ve Arapça eserlerin Latince'ye tercümesini teşvik etmeye başlamışlardı. Nitekim, Müslümanların elindeyken olduğu gibi işgalden sonra da Endülüs'ün özellikle Kurtuba, İşbiliye ve Sarakusta gibi şehirleri Avrupalı öğrenciler için bir cazibe merkezleri olmaya devam etmişti. ·İslam medeniyeti birikimlerinin batıya aktarılması yönünde yapılan faaliyetlerden birisi, Tuleytula Başpiskoposu Raimund'un şehirde kurduğu akademiydi. Bağdad'taki Beytül­hikme benzeri olan bu müessesede Arap dili ve edebiyatını öğrenen Müslüman ve Hıristiyan uzmanlar tarafından felsefe, astronomi, matematik, tıp, kimya, tarih, coğrafya ve edebiyat gibi dallardaki çok sayıda Arapça eser Latince'ye çevrilmişti. Bundan başka, VIl./XIII. yüzyılda İşbiliyye ve Mürsiye'de de tercüme akademileri açılmıştı.



Müslüman filozofların din ile aklı uzlaştırma yönündeki fikirleri, Ortaçağ Avrupa'sında büyük yankı uyandırmış ve bir düşünce inkılabına neden olmuştu. Bu meyanda İbn Rüşd, Aristo üzerine yazdığı şerhleri ve Tehafüt adlı eseriyle Avrupa' da kendisine en çok itibar edilen filozof haline gelmiş, eserleri Paris ve diğer akademilerde XVI. yüzyıl sonuna kadar temel kitap olarak okutulmuştu. Adını İbn Rüşd'ten alan Averroism, hakim bir düşünce ekolü haline gelmişti. İbn Rüşd'ü takip eden Endülüslü filozof Yahudi Musa b. Meymun, Yahudi ve Hıristiyan teoloji çevrelerine tesir etmişti. İbn Meymun ve İbn Bace'den etkilenenler arasında Albert Magnus, Duns Scottus, Spinoza ve Immanual Kant, Kastilya-Leon Kralı X.Alfonso (el Sabio, 1252-1284), Dante ve Bacon gibi düşünürler vardır.


Tıp sahasında yapılan tercümeler sayesinde VI./XII. yüzyıla kadar Avrupa'ya hakim olan 'hastalıkların insanın içine giren Şeytan' dan kaynaklandığı, bundan kurtulmak için de bir rahibin dua ederek onu kovması gerektiği şeklindeki anlayış, yerini modern temelli tedavi usullerine bırakmıştı. Bugün Avrupa'da kullanılan Arap rakamları, Romen rakamlarının yerini almış, matematik ve astronomi alanındaki 'algebra' (el­ cebr), 'betelgeuse' (beytü'l-cevze) ve 'cenit' (es-semt) terimleri, Müslümanlardan alınmıştı. XI. yüzyılda Zerkali'nin Tuleytula'da kurmuş olduğu rasathanenin çalışmaları da Avrupa'ya tesir etmiştir. Avrupa'da halkın doğu dünyası hakkındaki bilgilerinin kaynağı ise, Müslüman coğrafyacı ve seyyahların eserlerine dayanmaktadır. Edebiyat alanında Avrupa'da 'fabl' türünün ortaya çıkışı, Endülüs'e has 'zecel' ve 'müveşşah' türündeki şiirlerin etkisiyle Kastilya halk şiirinde yılbaşı ilahilerinde kullanılan 'villancico' türünün doğması ve Vl./XII. yüzyıl Fransa halk şairlerinin 'troubadour baladları'nda zecel türünü örnek almaları gibi misaller Müslümanların etkilerini ispatlar niteliktedir. Ortaçağlarda Aragon ve Kastilya saraylarında Müslüman müzisyenler tarafından icra edilen musikinin etkilerini, bugünkü İspanyol müziğinde de bulmak mümkündür. Ayrıca, müzikte nota usulü kullanımının Endülüslü müzisyenlerin V./XI. yüzyıldan öncelerine dayanan bir buluşları olduğu ve batıya onlardan aktarıldığı da bilinmektedir.


Avrupa'ya tarım ve mimari alanlarındaki Endülüs etkilerine gelince, pirinç, şeker kamışı ve pamuğu Avrupa'ya sokanlar; suyun buharlaşarak azalmasını önlemek için yer altından kanallarla naklini gerçekleştirenler; kağıdın Avrupa'ya intikalini sağlayanlar; palamut ve hurma ağaçlarından katran elde etmeyi öğretenler ve mimaride VI./XII. yüzyıldan itibaren İspanya ve Portekiz saray yapımına, hatta Kuzey Afrika, doğu ve Amerika kıtası mimarisine tesir edenler Endülüslü Müslümanlardır. Bu konuda sayısız araştırma yapılmıştır.


Endülüs toplumunun en bariz vasıflarından birisi, şüphesiz Araplar, Berberiler, Mevali, Müvelledler, Mozaraplar (Hıristiyan ve Yahudiler) gibi çok farklı toplumsal ve dini unsurları bünyesinde barındırıyor olmasıydı. Bu özelliği sebebiyle, toplumda ilk dönemlerde toplumsal ve siyasi' karışıklıklar meydana gelmişse de, onuncu yüzyıl ile birlikte sağlanan uzun süreli siyasi istikrar, ekonomik gelişme ve hepsinden önemlisi iç kargaşanın asıl müsebbibi sayılan asabiye yani, bir nevi ırkçılık ile yapılan başarılı mücadele sayesinde, bir Endülüslülük ruhu ve Endülüslüler toplumu bilinci teşekkül etmeye başladı. Özellikle Murabıtlar ve Muvahhidler dönemlerinde bu bilinç daha da pekişti. Sebebi ise, kendileri gibi Müslüman da olsa, Mağribliler'in yabancı ve biraz da medeni ortam görmemiş idareciler olarak görülmeleriydi. Ancak, her şeye rağmen olayın müsbet yanı daha dikkate şayandır. Dışarıdan gelen yeni adetler, mevcutlarıyla kaynaşarak Endülüs toplumunu Doğu İslam toplumlarından farklı kılan "Endülüs hayat kültürü/tarzı"nı meydana getirmişti. Yani, Endülüs'ü Doğu'dan ayıran kültür farkının kaynağı, çok kültürlü ortamda ortaklaşa hayat düzeni olmalıdır. Doğu İslam kültürünü İberya Yarımadası'na taşıyan Müslümanlar ile orada mevcut Hıristiyanların evlilik ve savaş gibi ana etkenlere bağlı yukarıda açıklanan kanallarla ilişki kurup kaynaşmaları sonucu, Endülüs toplumunun toplumsal karakteristikleri oluşmuştur. Arapça ağırlıklı Endülüs Acemiyesi, Endülüs kültürüne en güzel örnek olsa gerektir.


Endülüs kültürü, Avrupa coğrafyası üzerinde bir Müslüman kimliğiyle, buraya kadar sayılan etkileşim vasıtalarıyla başta Hıristiyan kültürü olmak üzere çok çeşitli milletlerin kültürleriyle karşılaşmış, kaynaşmış ve sonuçları itibarıyla kendine özgü tarzını oluşturmuştu. Sade ve sert bir karaktere sahip Mağrib kültürüyle Endülüs' e çıkan Murabıtlar ile Muvahhidler ise, ilk zamanlar bu ortama karşı katı bir tavır takındılarsa da, zamanla Endülüs kültürünü benimsemişlerdi.


Yarımadaya daha fetih yıllarında gelmiş olan Berberi kültürü, Murabıtlar ve Muvahhidler vasıtasıyla da işlenmiş, böylece kültürel karışım daha da perçinlenmişti. Dolayısıyla dini hoşgörü, bilim, kültür ve medeniyet üzerine kurulmuş sekiz yüzyıllık bir tarih olan Endülüs, kendine has coğrafi, siyasi, askeri, toplumsal, kültürel ve medeni özellikleriyle, birbirine karşı saygı ve hoşgörü çerçevesinde birarada yaşama sanatının en güzel modelini sunmuştur.



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN

Gündelik Hayatımızda Yeme içme-2


Margarin


Türkçede tereyağ ve sıvı yağ sözcükleri yağları iki sınıf altında toplarken, Avrupa dillerinde ikisi ayrı sözcüklerle adlandırılmıştır. Sıvı yağ neredeyse bütün Avrupa dillerinde ortak kökten gelmektedir ve adını zeytin ve zeytinyağından almaktadır (Eski Yunanca oleon, Latince oleum). Sıvı yağ kadar değilse de Avrupa dillerinin çoğunda ortak olan yağ sözcüğünün kökeni Eski Yunanca buturon sözcüğü Iskitçeye bağlanmaktadır, Latincesi butyrum’dur. Plinius tereyağın barbar yiyeceği olduğunu söylerken, Straken Pirene yerlilerinin zeytinyağı yerine tereyağıyla yemek pişirdiklerini vurgular. Tereyağ Avrupa’da inek besleyen dağlık yörelerin üretimidir. Hatta Papalık oruç dönemlerinde yemeklik yağ olarak yalnız sıvı yağ kullanılmasına izin vererek Kuzeylilere epey acı çektirmiş, kral ve aristokratlara tereyağ kullanma ruhsatı satmıştı. Luther Papalık’a karşı mücadelesinde, 1520’de yazdığı bir risalesinde, “Bize tereyağ yerine terliklerini yağladıktan gres yağını yediriyorlar, tereyağ yemenin yalancılık, küfretmek ve iffetsizlikten daha büyük günah olduğunu söyleyip sonra tereyağ yeme ruhsatı satıyorlar ve dini oyuncak ediyorlar,” diyerek çelişkileri sergilemişti.


Napoleon tahta çıkmadan önce ayaklanma girişiminde bulunmuş, hapiste de yatmıştı. Hapisteyken yazdığı kitap da Yoksulluğun Ortadan Kaldırılması adını taşıyordu. Fransa’nın denizaşırı topraklarda, Amerika kıtasında yayılması emelinde olan III. Napoleon, Meksika’da bir Katolik imparatorluk oluşturma hevesindeydi. Okyanusu aşan gemicilerin ihtiyacını karşılayacak, küflenmeyecek ve yağın yerini tutacak bir gıda maddesine ihtiyaç vardı. Fransız kimyager Mege-Mouries 1869 yılında bu maddeyi üretti. Mege-Mouries “inci tanesi beyazlığında” diye nitelediği bu gıdaya Yunanca inci anlamına gelen margaron'dan (ve karısının adının Margarite olmasından) esinlenerek margarin adını taktı.


Margarinin patenti 1871-74 yılları arasında İngiltere, Hollanda ve Almanya’ya satıldı. Margarin üretiminin köylünün itirazlarına yol açması üzerine, 1897’de tereyağı üretim ve satışı yapılan yerlerde margarin satışı kanunla yasaklandı.


İki dünya savaşı margarin tüketimini artırdı. Birinçi Dünya Savaşı’ndan sonra Hollanda’nın önde gelen tereyağı tüccarlarından ve 1870’lerdeki margarin üretiminin öncülerinden Van den Bergh ve Jurgens’in firması Margarine Union ile, İngiltere’nin 1850’lerde bakkallıktan sabun üreticiliğine geçen ve sabun piyasasının önderlerinden olan W. H. Lever’in firması Lever Brothers, margarin ve sabun dışında denizcilik, et ürünleri, dondurma ve nihayet birbirlerinin ürünlerini üretmeye başlayınca, 1930 yılında hedef kitleleri ve temel ürünlerinin hammaddesi aynı olduğundan Unilever adı altında birleştiler.


1951 yılında Unilever ile Türkiye Iş Bankası’nın Unilever-Iş ortaklığını kurarak Bakırköy’de yılda 8 .000 ton yağ üretecek bir fabrika kurulmasına karar verildi. 1953 yılında Sana (Latince sağlık) ve Vita (Latince yaşam) adları verilen iki ürün piyasaya çıktı. Vita, Türkiye’deki yağ alışkanlığı araştırılarak, Trabzon ve Urfa yağlarını andırır biçimde, salt Türkiye için üretilmişti. Gazete reklamları, el ilanları yanında, Hollanda giysileri içinde yağ sürülmüş ekmek dağıtan kızlar, yeni ürünü tanıtmaya çalıştılar. Türkiye’de buzdolabının yaygınlaşmamış olması ve elektrik yetersizliği margarin tüketiminde sorunlar yaratsa da, Sana margarinin adı oldu.


Ülkenin 5 sente muhtaç olduğu dönemde en uzun kuyruklardan biri de margarin kuyruğuydu. Eylül 1974 - Ağustos 1975 arasında Tariş 2 milyon kilo margarin ithal etti. Eylül 1977’de zam yapılmadığı için Vita ve Sana üretimi durduruldu. 1979’da devam eden sıkıntı nedeniyle ithal kararı alındı ve yıl sonunda margarine yüzde yüz zam yapıldı. 1980’li yıllardan itibaren margarin üreten başka firmalar da kuruldu. 1989 yılında Sana, dünyadaki tek marka ve ambalaj altında en büyük satış rakamı olan 129.000 tona ulaşmıştı.


Margarin tereyağ karşısında, şehirli orta sınıf çocukların tereyağ tadına yabancılaşacakları derecede başarı kazanırken, birçok bölgede köylü ürettiği daha pahalı tereyağı satarak, satın aldığı margarini yedi. Sıvı yağlar da Türkiye’de büyük pazar buldu. Ayçiçek ve mısırözü yağları, son dönemde tekrar canlanmış olan zeytinyağı üretimini bir dönem çok geriletmişti.




Konserve


Savaşların insanlara bir armağanı da konservedir. Muhtemelen geceleri rüyasında kendisini Büyük İskender olarak görenlerden biri olan Fransa imparatoru Napoleon Bonaparte, III. Napoleon’un kendisinden sonra margarin üretimine yol açması gibi, konserve üretimini bu rüyalar nedeniyle teşvik etmişti. 1795’te, savaşlara giden ordunun besin sıkıntısı çekmemesi için özel bir muhafaza yöntemi geliştirilmesini isteyen Napoleon böyle bir yöntem bulana 12000 frank ödül verileceğini açıklamıştı. Nicolas Appert adındaki sabırlı bir ödül avcısı 14 yıl süren çalışmaları sonunda 1809 yılında başarıya ulaştı. Bazı besinleri şişelere koyup şişe ağızlarını mantarla sıkıca kapatan Appert, bu şişeleri içi su dolu bir kazanda değişik derecelerde ısıttı ve sonunda bu yöntemle pişirilen yiyeceklerin şişe içinde uzun süre bozulmadan kaldığını tespit etti.


Appert konserveciliğin temel ilkesini geliştirmiş olmakla birlikte, besinlerin bozulma nedenlerini tespit edemedi; yıllar sonra, 1860 yılında, yine bir Fransız, Pasteur, besin maddelerinin bozulmalarına bakterilerin neden olduğunu ve kaynatma sonucunda tamamen ölen bakterilerin faaliyet gösteremediklerini ortaya çıkardı. Besin maddelerinin bozulma sebebi bulunduktan sonra, kapalı bir kazan içinde 110° C ’ye kadar ısıtılan besin maddelerinde her tür mikroorganizmanın öldüğü görüldü ve konservecilik hızla gelişti.


Konservecilik domates ve biber salçaları ile gelişerek Türkiye’de de sektör oldu. Bir dönem kooperatifçilik teşvik edilirken, dolma, sarma gibi meşakkatli yemekleri yapamayanlar, balıkla fazla haşır neşir olmayanlar, acele bir pilaki yemek isteyenlerin sayısı arttıkça, güçlü konserve şirketleri doğdu. Hamsi tuzlayıp bastırmak yerine hamsi konservesi bile almak mümkün oldu. 5 Mart 1990’da Türk Standartlar Enstitüsü, patlıcan, biber, lahana, salatalık ve karışık turşu standartlarını belirledi. Eskiden kurutulup kış için saklanması gereken birçok sebzenin konservesi hazırlandı.


Seracılığın gelişmesi ve dondurma yönteminin yaygınlaşması, hatta derin dondurucuların evlere girmeye başlamasıyla, konserveciliğin yeni rakipleri ortaya çıktı.



Pastırma, Sucuk, Salam, Sosis


Pastırma ve sucuk yerli, salam ve sosis ithaldir. Nihat Genç eserlerinde sucuk - sosis karşılaştırmasına ve sosisi yerli kültüre yakıştıramayanlara birkaç kez değinir, işin esası köylülerin kapalı ekonomi ve yoksunluk günlerinde kışlık yiyecek olarak eti saklama biçimleri geliştirmeleridir. Eskiden evlerde yapılan işlem bugün fabrikasyon hale gelmiş, tadlandırıcı ek malzeme adedi artırılarak koruyucu tuz ve kimyasallar eklenmiştir. Avrupa’da köylü için eti bastırılacak hayvan domuzken, Kırgızlarda attır; hatta en sevileni ‘tay sucuğu’dur.


Divanü Lügat-İt-Türk’de bağırsağa et doldurulmasının birkaç çeşidinden söz edilir. Fransa ve İtalya’da sosisin yapılışının iki bin yıldır değişmeden devam ettiği anlaşılmaktadır. Sosis sözcüğü Fransızca saucisse yani Latince salsus (tuzlu) sözcüğünden gelmektedir. Avrupa’da her bölge kendi sosisini üretmiş ve 19. yüzyıldan itibaren bazı çeşitler daha fazla pazar bularak tanınmış, tür ve adlarını yaymıştır. Italyan sosis cinslerinden salamı için de böyle olmuştur; salamın Fransızcaya girişi 1852'dedir.


Fiyatı kadar domuz etinden olduğu düşüncesinin de bir zaman Türk mutfağından uzak tuttuğu sosis ve salam, pastırma fiyatı gereği sofralardan kalkınca, her bakkala girdi. Sandviçlerde daha çok tercih edilen sosis, Alman yemeği diye kabul edildiğinden, İstanbul Alman Lisesi 1970’li yıllarda ‘geleneksel okul yemeği’ olarak sosisi benimsedi. Bugün tavuk ve hindi de şarküteri ürünü haline gelme yolunda. Tavukçuluk konusunda Mudurnu çevresinin yaptığı atılım, Pakalın’ın tanıttığı 1697 tarihli belgeyle, rakam şaşırtıcı olsa da tarihsel köklerini buluyor: Göynük, Göl, Taraklı çevresi bu belgede ‘Tavuk kazaları’ olarak anılarak, saray için hane başına kırk tavuk vermeleri isteniyor.



Sandviç


John Montagu Sandwich (1718-1792) İngiltere’de çeşitli bakanlıklarda bulunmuş, iki kez de donanma bakanlığı yapmış, kâşif James Cook’un bugünkü Hawaii Adaları’na ona atfen zamanında Sandwich Adaları adını verdiği konttur. Sandwich’in adı, herhalde çok eski bir alışkanlık olan iki ekmek dilimi arasına çoğunlukla kahvaltılık malzeme konularak yenilen yiyeceğe de verilmiştir. Kont, kumar düşkünüdür, o kadar ki yemek için oyun masasından kalkmak istememekte, dilimlenmiş ekmek ve etle karnını doyurmaktadır. 1762’de, bakanken, yirmi dört saat masadan kalkmayarak, bir eliyle oynarken, bir eliyle ekmek dilimleri arasına yerleştirdiği et ve peyniri yemesiyle kazandığı ün, yiyeceğe sandviç adı verilmesiyle pekiştirilmiş, bu ad İngiltere’den dünyaya yayılmıştır.

“Sandviç yemek kendi başına bir değişiklik, yenilikti çoklarınca. Ucuz oluşu, çok ucuza tencere kaynatmağa alışık olanlar için inandırıcı sayılmasa da saatlerce ocaklarda kaynayan, bol soğanlı, az kıymalı patates yemeklerinden usanmış insanlar için bir yenilik, değişiklikti. Kaç yıl önce çıkmıştı ilk sandviçler? İlk sandviççi, Büyük Sinemanın yanındaki dar pasajda açılmıştı. Bulvar kaldırımının üstüne ‘Hot Dog’ diye bir ilan asmıştı sahibi. Açılır açılmaz iğne atsan yere düşmeyecek kadar dolmuştu Yenişehir kolejinin kızları oğlanlarıyla. (...) Evdeki mis gibi yemekler dururken, sandviçle iştah kaçıran çocuklarına kızan ailelerin derdiydi. Sonra, ansızın, bütün kente yayıldı sandviççiler. Kızılay’daki, Yenişehir’deki, başka işe yaramayacak bütün dükkân boşlukları, apartman dehlizleri, kömürlük artıkları sandviççi oldu,” (Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, 1973).



Tost


Ekmeğin ‘tost’ yapılarak yenilmesi belki Eski Mısırlılara kadar uzanır ama onlar ekmeğe yeni bir tat katmak için değil, daha fazla saklayabilmek amacıyla nemden arındırmak için ‘tost’u yapıyorlardı.


Tost yüzyıllarca ekmek kızartmaktan ibaretti. Amerikan ailesinin piknik alışkanlıklarının değişmez manzarasını oluşturan ‘tost fırını’ (toaster öven) 19. yüzyılda piyasaya çıktı. Kömürlü bir ocak üstüne yerleştirilen ızgara telden ibaret bu ilk tost makinesi, ancak elektriğin icadıyla ekmek kızartma alanında gerçekten değişikliğe yol açacaktı. Elektrikli tost makineleri ekmeği yakma tehlikesi açısından yenilik getirmiyordu ama her seferinde birkaç dilim ekmek için fırın veya ocak yakma sorununa son veriyordu. 1910 yılında yapılan reklam da mutfağa gitmeden günün her saatinde kahvaltı edebilmeyi ön plana çıkartmaktaydı.


Birinci Dünya Savaşı’nda çalıştığı şirketin kafeteryasında yanmış tost ekmeklerinden sıkılan Charles Strite, 1929 yılının 29 Mayıs’ında ürettiği makinesinin patentini alarak emeklerinin sonucunu gördü; artık tost makinesi zaman ayarlıydı. Arkadaşlarının mali desteğiyle ilk yüz makinesini bir lokanta zincirine teslim eden Strite, hemen bütün makinelerinin çeşitli arızalar nedeniyle iade edildiğini gördü. Fakat lokantacılar makineyi sevmişlerdi ve aksaklıkların düzeltilmesini bekliyorlardı.


Evler için 1926’dan itibaren üretilmeye başlanılan ilk tost makineleri istenilen derecede kızartılan ekmeği yukarı fırlatıyordu ama filmlerde görüldüğü gibi bunu biraz şiddetli yapıyordu. Reklamlarda artık ekmeklerin beklenmesinin, döndürülmesinin gerekmediği, yanmadığı yazılsa da bu pek doğru değildi, çünkü makine zamanla kızıyor, ilk konulan ekmekle sonuncu arasında önemli fark oluyordu. Gazeteler makinenin önce ısıtılıp soğumaya başladığı andan itibaren kullanılmasını öğütlemeye başladılar, ama sorun önemli değildi, kısa sürede otomatik tost makineleri üretildi.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER VE AKİBETLERİ-3

 




BYURA SEP—DAHHAK


Kadim İran şahlârındandır. Efsanevî bir zalimdir. Meşhur İran hükümdarı Cemşîd’e karşı yaptığı bir ihtilâl neticesinde tahta çıkmıştı. Son zamanlarında zulüm ve gurura sapan Cemgîd’ten halk soğumuş, onu istemez olmuştu. Aslında zadegan olmayan, fakat Cemşid’in ileri gelen memurlarından olan Dahhâk, halkın önüne geçmiş, Cemşîd’e karşı bir ihtilâl yapmıştı. Cemşîd, mağlûp olarak kaçmış, fakat Dahhâk onu yakalayarak öldürmüş ve yerine tahta çıkmıştır.


Bazıları, bunun arap asıllı olduğunu söyler. Fakat gerçeğe yakın olanın şu olduğu kabul edilir ki; Dahhâk, Cemşîd’in hemşiresinin oğludur. Lâkabı olan Dahhâk, farsça Deh-Âk’ten gelmedir ve «On ayıp» manasınadır. Zulüm ve kötülüğüne işaret olarak takılmış olması muhtemeldir.


Bunun zulümleri efsaneleşmiştir. Meşhur zalim Nemrud’un da bunun valilerinden biri olduğu ve Hz. İbrahim’in bunun son günlerinde geldiği nakledilir. Yani bu adam, Nemrud’un da kendisine bağlı olduğu bir zalim Nemrud idi.


Hükümdar olunca halka türlü gümrükler ve ağır vergiler yüklemiş, gerek bu ağır vergileri ödeyemeyen, gerek muhtelif vesilelerle yakalanan sayısız insanların kimini öldürtmüş, kiminin elini, ayağını kestirtmiştir.

Zamanında, geniş İran saltanatı toprakları tam bir zulüm meşheri ve bir insan salhanesi haline gelmiştir.

 


 

Aksilik bu ya, omuzlarında iki mühim yara peydah olmuş, her iki omuzundaki yaraya hergün birer insan beyni koymadıkça ağrıları dinmezmiş. Dolayısı ile her gün sıra ile iki insan yakalanır, kesilir, beyni çıkarılarak bu zalimin yaralarına sürülür ve bu suretle ağrıları dindirilirmiş. Bu hal ise, saltanatı devamınca tam bin sene sürmüş.


Nihayet sıra, Kâbî ismindeki bir adamcağızın göz bebeği mesabesindeki oğullarına gelmiş. Dahhâk, bunları da yakalatarak öldürtmüş. Isfehanlı bir demirci olan Kâbi, çocuklarının acısını bir türlü unutamamış ve bu zalimden intikam almaya karar vermiş. Uzun bir sırık hazırlayan Kâbî, belindeki deri önlüğü bu sırığa bayrak olarak asmış, bu suretle bayrak kaldırarak isyan etmiş.


Bu zalimin idaresinden bizar olan halk, Kâbî’nin etrafına toplanarak saraya yürümüş. Bu durum karşısında tutunamayan Dahhâk, kaçmış ve saray işgal edilmiş.


Halk, bu kahraman Kâbî’yi hükümdar yapmak istemişse de Kâbî; kendisinin şehzade olmadığını söyleyerek bunu reddetmiş ve Dahhâk’ın zulmünden anası ile beraber bir köye kaçıp halen saklanan Feridun isminde bir şehzadenin var olduğunu söyleyerek onu getirtmiş ve onu padişah yapmışlar.


Feridûn, saraya ve tahta yerleşerek Dahhâk’ın bütün emvaline el koymuş, zalim Dahhâk’ı takip ederek Devamend’te yakalamış ve habis ruhunu, kendine yakışır şekilde cesedinden ayırmıştır.


Bu zalimden kurtulan zavallı İran halkı, onun öldürüldüğü günü Mihrican bayramı olarak ilân etmiştir, ki hâlen takvimlerde bu gün kaydedilir.


Feridûn, Kâbî’nin bayrak yaptığı deriyi envai çeşit kıymetli taşlarla süsleyip padişah sancağı yapmış ve Kâbi’yi de baş vezir tayin etmiştir.


Feridun’un «Derfeşkâviyânî» ismini koyduttuğu bu sancak, mukaddes bir emanet olmuştu. Mühim harp ve hadiselerde açılır, kendisinden zafer ve uğur beklenirdi.


Nihayet bu sancak, Kadisiye harbinde Müslümanların eline geçmiştir.



TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER ve Akibetleri

Yazan: Nail PAPATYA ( Bursa Müftüsü )

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak