18 Şubat 2023 Cumartesi

İslam Devletinde Posta, İstihbarat, Adliye ve Belediye Teşkilatları

 


Berid (Posta ve İstihbarat)


lslam devletlerinde kurulan berid (posta) dairesi günümüzdeki posta idaresi gibi değildi. O dönemde berid idaresinin müdür veya başkanı, günümüzdeki istihbarat dairesi başkanı veya müfettişlerine benzerdi. Berid reisi, halifenin veya emirin özel ajanı, gören gözü ve işiten kulağıydı. Bu durumda berid dairesi bugünkü anlamda bir istihbarat teşkilatı demektir.


Halifeler berid teşkilatı başkanlığına, akıllı, otoriter ve güvenilir kişileri tayin ederlerdi. Halifelerin valiler vs. ile muamelelerini berid başkanının verdiği raporlara göre düzenlenirdi. Kisra, berid teşkilatı başkanlığına kendi çocuklarından başka kimseyi tayin etmezdi.


Berid idaresi oldukça eskidir. İranlılarda ve Rumlarda da vardı. Müslümanlardan berid idaresini ilk kuran kişi Muaviye Ebü Süfyandı. Muaviye bu daireyi Şam'da kendisinden önce bulunmuş olan yöneticileri taklid ederek veya Irak'taki valilerinin görüş ve düşüncelerine uyarak kurmuştu. Berid ilk kurulduğu zaman amaç, Şam'da bulunan halifeyle Mısır, Irak ve Iran'daki valileri arasında yapılan haberleşmenin süratli bir şekilde yapılmasından ibaretti. Daha sonra bu memurluk genişleyerek valiler, saray adamları ve diğer hükumet memurları hakkında tahkikat ve ihbarlarda bulunmak görevi de eklendi. Horasan'da Tahiroğulları devletini kuran Tahir b. Hüseyin, Horasan vilayetinde valiyken bağımsızlık sevdasına düşerek söz konusu kentte yedinci Abbasi halifesi Me'mun'un adına hutbeyi kesince berid memuru kendisini sorguya çekti. Tahir hutbenin okunmamasının bir unutkanlıktan kaynaklandığını söyleyerek bunun halifeye bildirilmemesini rica etti. Ancak bu durum üç kez tekrarlanınca berid memuru kendi yerinden korkarak vali Tahir'e "Burası ile Bağdat arasında tüccarlar arasında sürekli mektuplaşmalar olur. Benden başka birinden halife bu işi haber alırsa benim makamım tehlikeye düşer" uyarısıyla olayı halifeye bildireceğini söylediğinden Tahir "peki yazabilirsin!" demiş memur da durumu halife Me'mun'a bildirmişti.


Berid idaresi valilerle halife arasındaki bağlantıyı oluşturuyordu. Halifeden gelen emirler valilere ve valilerin durumu da halifeye bu idare aracılığıyla ulaştırılırdı. Berid reisleri; asker, devlet malları, hükumetle ilgili diğer işler hakkında karar verme, düzenleme yapma vs.'den dolayı devlet tarafından görevlendirilmiş müfettişler konumundaydılar. Bir vali ile halife arasında ilişkiler bozulup da vali bağımsızlığını ilan veya temerrüdde bulunmak isteyince halifeye postayı yani haberleşmeyi keserdi. Nitekim Me'mun babası Harunürreşid'in hayatında Horasan valisiyken babasının ölümünden sonra halifelik makamına geçen erkek kardeşi Emin'in kendi biatını tanımayıp oğlu Musa'yı veliahd tayin ettiğini işitince Emin'in adını tırazdan çıkarmış ve kendisiyle yapılan haberleşmeyi de kesmiştir.


Abbasiler diğer halifelerden daha çok berid idaresine önem vermişlerdi. Üstelik bunlardan birinin valilerle diğer memurların ve reayanın durumlarını anlamak için kendisi bu idarenin başkanlığını üzerlerine aldıkları da rivayet olunmuştur. Muhtemelen bu berid idaresi aracılığıyla sıradan halkın durumunu araştırmak derecesinde ileri giderlerdi. Halifelerden bazıları bu izleme ve gözetleme için açıkça memurlar bile görevlendirirdi. Vezirin refakatine böyle bir ajan görevlendirilirdi. Vezir bu casus veya ajan hazır olmadan hiçbir kimseye iyilikte bulunamaz, hiçbir kimseyle görüşemezdi. Vezirin her hareketi casus tarafından halifeye haber verilirdi. Kadı naib (vekil) vali gibi memurların yanında da böyle ajanlar bulundurulurdu. Abbasi halifelerinin ikincisi olan Mansur şöyle demişti: "devletin erkanı olmak üzere dört namuslu adama ihtiyacım var. Devlet işleri ancak bunlarla güzel idare olunur. Biri doğruluktan ayrılmayan kadı. Diğeri zayıfın hakkını kuvvetliden almaya gücü yeten otoriter zabıta görevlisi, üçüncüsü halka zulüm yapmadan devlet mallarını en güzel şekilde toplayan haraç reisi." Mansur bu son söze gelince şahadet parmağını üç kez dişleri arasına alarak her seferinde "Aaah ... aaah" diye söylenmiş. "Ey müminlerin halifesi dördüncüsü kim?" diye sorulunca Mansur "Bu üç memurun durumunu doğru olarak haber veren bir istihbarat şefi" demiş.


Bundan anlaşılıyor ki, o zamanki berid nazırları veya şefleri günümüzdeki istihbarat görevlileri gibiydiler. Berid reisleri ile halifeler veya valiler arasında aracı yoktu. Bir berid başkanı veya reisi bir konuyu arz ettirmek için halifenin sarayına gelince doğrudan doğruya huzura çıkar ve arz etmek istediği konuyu kendisi arz ederdi. Bu maruzat halife ile berid reisi arasında sır olarak kalır, açıklanması gerekirse berid reisi tarafından kendi düşüncesi ve görüşüne göre açıklanırdı.

Çoğunlukla sultanlar veya valiler berid reisleriyle kendileri arasında gizlice bir özel işaret (şifre veya parola) edinirlerdi. Sözü edilen sultanlar ve valiler berid reislerinden aldıkları mektuplarda bu işaret bulunmazsa -berid reisinin kendi el yazısıyla yazılmış ve mührü ile mühürlenmiş olsa bile- o mektuplara güvenmezlerdi. Çünkü mektupların baskı altında yazdırılmış olma ihtimali vardı. Nitekim Abbasi Devleti'ni Abbasiler adına kurulmasını sağlayan Ebu müslim Horasani, ikinci Abbasi halifesi Mansur tarafından Horasan'dan Bağdat'a çağrılıp hayatından endişe ettiği zaman öyle yapmıştı. Ebu Müslim, Mansur'un daveti üzerine Horasan'dan ayrılınca emrindeki askerin komutanlığını vekaletle Ebu Nasr Malik b. Heysem'e teslim ederek "sana mektubum gelinceye kadar burada bekle, eğer mektubum sana yarım mühürle gelirse o mektubu benim mühürlediğimi anlarsın. Bütün mühürle ulaşırsa o durumda ben mühürlemiş olmam" tavsiyesinde bulundu. Ebu Müslim Medain'e varıp da öldürülünce Mansur, Ebu Müslim'in dilinden Ebu Nasr'a yanında bıraktığı malı ve serveti alıp beraber gelmesi emrini içeren bir mektup yazarak, Ebu Müslim'in mührüyle mühürledi. Ebu Nasr mührü tamam görünce Ebu Müslim'in o mektubu yazmamış olduğunu hemen anladı.


Berid idaresi büyük ve önemli bir idareydi. Beridin reisliğinde veya nazırlığında bulunan kişi, birçok memura muhtaç olduğu gibi, bunların bağlılıklarını ve sadakatlerini sağlamak için kendilerine bol maaşlar verilmesi gerektiğinden büyük harcamalar yapıyordu. Yolların yol kesicilerden, hırsızlardan ve düşman saldırılarından korunması, gerektiğinde karadan ve denizden ajanlar gönderilmesi, berid nazırının görevleri arasındaydı. Sınırlar ve kumandanlarının ve valilerinin mektupları bu daireye teslim olunurdu. Berid dairesi bu mektupları en kısa yol ve en çabuk vasıtayla yerli yerine ulaştırmak zorundaydı.


Berid Yolları


Beridin hilafet merkezinden ülkenin diğer yerlerine, buralardan da yabancı yakın ülkelere bitişik birçok yolları vardı. Her yol belli duraklara bölünmüştü. Her durakta atlar ve hecin (tek hörgüçlü hızlı bir deve cinsi) develeri bulunuyordu. Posta sürücüleri süratle yol almak için yorgun bineklerini her durakta dinlenmiş bineklerle değiştirirlerdi. Arabalar çoğunlukla posta taşımacılığında hecin develeri kullanırlardı. lranlılar ise at kullanıyorlardı. Abbasiler zamanında posta yolları 930'a ve posta nakliyatı için kullanılan hayvanların fiyatı ile yem masrafları, sürücü vs. görevli personelin maaşları vs. yıllık 159 bin yüz dinara ulaşmıştır. Emeviler zamanında Sevad bölgesinden toplanan haraç konusunda Emeviler devrinde berid idaresine 4 milyon dirhem harcanıyordu. Bu meblağ Abbasiler devrindeki giderlerin iki katıdır. Bu durum Emevilerin saltanatlarını güçlendirmek için oldukça fazla para sarf ettiklerine dair daha önce de birkaç kez tekrarladığımız bilgileri desteklemektedir.


Posta katarı (kafilesi) birden elliye kadar değişen sayıda hayvandan oluşuyordu. Çok kere posta atları halife veya valiler tarafından çağırılan kişilerin çok çabuk gönderilmeleri amacıyla hazır tutulurdu. Bu çabukluk yolun ve hayvanın çeşidine göre farklıydı. Hayvanların boyunlarına çanlar ve küçük çanlı gerdanlıklar konurdu ki, bunlar sallandıkça uzaklara kadar sesleri giderdi. Buna "posta patırtısı" derlerdi. Kimi kez postalar deniz yoluyla da gönderilirdi.

Postayla haberleşme araçlarından hayvanlar üzerinde karadan ve gemilerle denizden mektuplar götürmenin dışında "sai'' ler (hızlı yürüyen) de görevlendirilebiliyordu. Bunlar çabuk yürümeye ve dayanıklılığa alışmış hazır adamlardı. Üç günlük yolu bir günde alırlardı. Taşra halkı bu işi yapmada kentlilerden daha yetenekliydi. Abbasiler devrinde böyle hızlı adamları ilk görevlendiren kişi Büveyh ailesinden Irak valisi Muizü'ddevle idi. Bu zat kardeşi lsfehan emiri Rüknüddevle'ye gelişmeler konusunda çabuk bilgi ulaştırabilmek için Bağdat'ta sailere ait bir idare kurdu. O devirde biri Fazl, diğeri Merüş adında hızlı yürüyen iki postacı çok meşhur olmuştu. Bunlar çabuklukta tüm diğer habercileri geride bırakıyorlardı. Bunlardan her biri günde kırk fersah yani yüz kırk mil yol alabiliyordu.


Bu metodlar dışında, haberleşme içinde posta güvercinleri de kullanılıyordu. Bu tür güvercinlerin büyük önemi vardı. Aslında güvercinle haberleşme yöntemi daha önceki toplumlarca da bilinen ve kullanılan bir yöntemdi. Ancak Müslümanlar bu işi oldukça geliştirmişler ve diğer milletlere göre daha fazla önem vermişlerdir.

Söz konusu devirlerde haber ulaştırılması için kullanılan metotlardan biri de şöyleydi: Haber bir kağıda yazıldıktan sonra bir kamışın ucuna asılırdı. Kamışta bir tutam otun üzerine dikilerek ırmağa bırakılırdı. Ot, suyun akışına göre yüzerek alıcının bulunduğu yere kadar gönderilirdi. Haberi bekleyen kişi ırmak kenarında bekler ve gelen kamışı alırdı. Bir başka metot da okla yapılan haberleşmeydi. Haber ve bilgiler bir ok üzerine yazılarak atılırdı. Bu metot çoğunlukla kuşatma zamanlarında diğer araçların işlemediği zaman kullanılırdı.


Haberleşme işlerinde, sözünü ettiğimiz bu hızlı yürüyen görevlilerden başka "şuüzi" adı verilen bir memur da kullanılırdı. Bu memur valiler tarafından haber için gönderilen özel memur sıfatını taşırdı. Haberleri zamanında öğrenme ve araştırma için özel olarak görevlendirilen kişilere da "kühbanlar" adı verilirdi ki bunlar da berid memurları sınıfına giriyorlardı. Postayla gelen torbaları halkın önünde açma görevini yapan özel memurlar da vardı. Posta torbaları deriden yapılırdı. Bu torbalara mektuplar konduktan sonra ağızları gönderenin mührüyle mühürlenir ve alıcısına gönderilirdi. Alıcı ya kendi eliyle veya görevlendirdiği memuruyla mührü açtırırdı.


Kaza (Yargı ve Yargılama) - Tarihi Gelişim


İslam'dan Önce Yargı


Halk arasında olan anlaşmazlıkların çözülmesi için uğraşan makama "kaza makamı" denilir. Kazanın tarihi oldukça eski dönemlere ulaşır. lnsan yaratılışından beri kendisiyle diğer insanlar arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözüp ortadan kaldıracak bir başka kişiye her zaman ihtiyaç duymuştur. Kabilelerin kadıları o kabilelerin en akıllıları ve büyükleriydi. Bunlar aynı zamanda kabilenin hükümdarları ve beyleriydiler. Bir insan akıl ve kuvvet bakımından toplum içinde sivrilince kabilesinin hakimi ve kadısı olur böylece ortaya çıkan davalara da kendisi bakardı. Göçebelik çağını yaşayan tüm toplumların durumu böyleydi. Araplar da Cahiliye döneminde benzer durumdaydılar. Akıl ve gücüyle kendini göstermiş, tecrübeli ve bilgili büyüklerine davalarını arz ederlerdi. lslam'dan önce bu tür hakimler arasında birçok kişi ün kazanmıştır. Bunlardan her biri kendi kabilesinde kadılık yapardı. Temim kabilesinden Hacib b. Zerare, Akra' b. Habis, Sakif kabilesinden Gaylan b. Mesleme, Kureyş kabilesinden Haşim b. Abdimenaf, Abdülmuttalib b. Haşim, Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib, As b. Vail, Beni Esed kabilesinden Rebia b. Cezzar vs. bu şekilde ün yapmış kadılardan bazılarıdır. Bunlardan başka bazı kadılar tüm kabileler arasında ünlenmişlerdi. Araplar kahinlere, müneccim ve falcılara da davalarını arz ederler ve çözüme kavuşturmalarını isterlerdi.


İslam'da Yargı ve Yargılama (Kaza)


lslam'da yargı işlerini ilk uygulayan bizzat Hz. Peygamber idi. Daha sonra peygamberin halifeleri bu görevi sürdürdüler. Kural olarak, yargılama işi halifenin görevleri arasındadır. Bu yüzden lslam'ın ilk yıllarında halifeler bizzat bu görevi yürütürlerdi. Daha sonra lslam devleti genişleyip işler ve görevler çoğalınca halifeler, gerek halifelik merkezinde gerekse diğer merkezlerde insanların davalarını görmeleri için özel memurlar görevlendirmek zorunda kaldılar. lslam'da bu uygulamayı ilk başlatan halife Hz. Ömer'di. Sahabeden Ebudderda'yı kendisiyle beraber Medine'ye; Şurayh'ı Basra'ya; Ebu Musa el-Eşa­ri'yi Kufe'ye kadı olarak gönderdi. Hz. Ömer o günlerde Ebu Musa'ya yargılama kurallarıyla ilgili ünlü mektubunu yazmıştır. Bu mektup aynı zamanda lslam hukukunun (fıkıh) temelini oluşturur. Günümüze kadar lslam yargı sisteminin genel esasları da bu mektupla belirlenmiştir.


Mısır'da kadı görevlendirmek veya atamak valilerin yetkileri arasındaydı. Bu yetkinin valilere geçmesinin nedeni de şu olaydır: Hz. Ömer Medine, Basra ve Kufe'ye kadılar gönderdiği gibi, Mısır'a da göndermek istemiş; Amr b. el-As'a, Ka'b b. Yesar'ı kadı tayin etmesini yazmıştır. Ka'b, Cahiliye Dönemi'nde kadılık yapmış birisiydi. Bir kadının vereceği hükümlerin her açıdan adalet ve doğruluğa tamamen uygun olması çok güç olduğundan kadı olmayı kabul etmedi, "Cahiliye Dönemi'nde kadılık yaptım lslami dönemde tekrar yapmam" dedi. Bunun üzerine Amr b. el-As, Osman b. Kays'ı Mısır'a kadı tayin etti. lslam devleti Abbasilere geçinceye kadar Mısır kadıları Mısır valileri tarafından görevlendirilirdi. Abbasiler halifelik makamına geçince Mısır'daki güçlerini artırmak istediklerinden kadıların tayinini halifeler kendileri yapmaya başladı. Bu şekilde Mısır'da görevlendirilen ilk kadı Abdullah b. Lehla el-Hadrami idi. H. 155 yılında Mansur tarafından görevlendirildi. Bu tarihten günümüze kadar (M. 1901) Mısır'a kadı tayin etme yetkisi halifelerin elindeydi.


Kaza teşkilatının oluşmaya başladığı ilk yıllarda, vilayetlerin her birine bir kadı gönderilirdi. Zamanla ülke genişleyip geliştikçe her yerleşim yerine bir kadı tayin edilmeye, üstelik büyük kentlere birden fazla kadı gönderilmeye başlanmıştır. Bunların hepsi de yine bizzat halifece görevlendirilirdi. Abbasilerden Harünürreşid zamanında Bağdat kenti oldukça büyümüş ve gelişmişti. O tarihte ünlü kadı Ebü Yusuf erdem, kültür, derin bilgi ve güçlü sezileriyle sivrilmişti. Harünürreşid bu yüzden kendisine son derece saygılı davranırdı. Bu saygının bir göstergesi olarak ona kadılkudat (kadıların kadısı veya şeyhülislam) adını verdi. Ebü Yusuf bu isimle lakaplanan ilk kadıdır. Kendisi yüce himmet ve iktidar sahibi bir kişi olduğundan kendisine verilen makama büyük hizmetlerde bulundu. Alimlere özel elbiseler yaptırtarak halktan ayrı, özel bir giysi giymelerini emreden ilk kişi de Ebü Yusuf idi. Ebü Yüsuf'tan sonra gelen kadılkudatlar, Bağdat kadılarını, daha sonra bütün ülke kadılarını tayin etmeye başladılar. Endülüs ve Mısır'da Abbasilerle çağdaş olan veya daha sonra gelen halifeler bu konuda Abbasilerin yolunu izlediler.


lslam'ın ilk yıllarında kadıların görevi; kişiler arasında olan davaları görüp çözmekten ibaretti. Daha sonra halifelerin diğer işlerle meşgul olmalarına bağlı olarak, duruma göre başka birtakım işlerle de uğraşmaya başladılar. Zamanla Müslümanların genel hukukuyla ilgili tüm işleri görüp gözetmek de kadıların görevlerine eklendi. Sonraki dönemlerde, yollar ve binaları kontrol, gibi belediye işleri de kadılara havale edildi. Bazı halifeler kadıların görev alanlarını daha da genişletmişlerdir. Öyle ki savaşa gönderilen askerlerin komutanlığını bile kadıya verenler olmuştur. Yahya b. Ektem, Me'mün zamanında yazın Rum ülkesine gönderilen ordunun kumandanı yapılmıştı. Endülüs halifelerinden 3. Abdurrahmanın kadısı Münzir b. Said de aynı göıevi yapıyordu. Fatımi halifelerinden Azizbillah, kadı Ali b. Nu'man'a Mısır kadılığını verdiği zaman Şam, Haremeyn, Mağrib ve ülkenin diğer kadılıklarını, hatipliklerini, imamlıklarını ek memurluk olarak kendisine teslim ettiği gibi, altın ve gümüşün ayarını, kile ve terazilerin doğruluğunu kontrol etme görevini de ona vermişti.


Fatımilerden Mustansır zamanında kadılık memuriyeti H. 441/M. 1049 yılında Ebu Muhammed el Baruzi'nin eline verilmiş vezirlik memuriyeti de ek bir görev olarak kendisine teslim olunmuştur. Bu iki görevi üzerinde toplayan ilk kişi bu zattır.


Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılıyor ki, kaza mansıbı veya memurluğu son derece geniş görevleri içine alan bir görevdi. Yine anlaşılıyor ki bu memuriyet her yüzyılda aynı kapsamda olmayıp devletlere göre değişiklikler göstermiştir. lslam'ın ilk yıllarında halifeler kendi soylarından olan Araplardan veya kendilerine çeşitli yollarla bağlanan kişilerden aldıkları maaş ile kanaat edeceğine güvendikleri kişilerden başka kimseye kadılık görevini vermezlerdi. Daha sonra halifelik, saltanata dönünce bu noktaya eski özen gösterilmemeye başlandı. Zamanla yönetim Arap olmayan insanlara geçince kadının görevi yavaş yavaş hasımlar arasında ortaya çıkan davaların çözümüne, şahsi hukuk hakkında hüküm vermekle sınırlı kaldı. Sonunda günümüzdeki şer'i mahkemelerde olduğu gibi şahsi hukukla sınırlandırıldı.


lslam'ın ilk yıllarında kadılar halka açık meclis şeklinde davalara bakarlardı. Bunun içinde mescid veya camileri seçerlerdi. Davacılar kadıların yanına gelerek dertlerini ve şikayetlerini bizzat anlatırlardı. Kadı da kararını halkın önünde açık bir biçimde verirdi. Yargılama vazifesi dini açıdan oldukça zor, tehlikeli ve manevi sorumluluğu yüksek bir görev olarak kabil edilirdi. Kadı bir yanlışlık sonucu olarak hak ve adalete aykırı vereceği bir hüküm ile kasıt olmaksızın bir hak sahibinin hakkını yok edip haklıyken zulmedebilirdi. Bu ise dini açıdan büyük bir tehlikedir. Bu yüzden birçok alim ve dindar kişi kadılık görevinden kaçınırdı. Yukarıda belirttiğimiz gibi Hz. Ömer Mısır kadılığını Ka'b b. Yesar'a teklif ettiğinde bu kişi böyle bir azap ve vicdan sorumluluğundan ve Allah'ın huzurunda hesap vermekten kaçınarak kadılık görevini kabul etmemişti. Ünlü imam Ebü Hanife de ikinci Abbasi halifesi Mansur tarafından kadı olarak görevlendirilmek istenildiğinde aynı düşüncelerle bu görevi kabul etmemiş ve şöyle demişti: "Allah'tan korkarak Allah'tan korkanlardan başka kimseye işleri teslim etme. Benden sürekli memnun kalacağınızdan emin değilim. Nerde kaldı ki benden öç almaya kalkışmayacağınıza güveneyim. Bir davada aleyhinize yargıda bulunmam gerekse yapacağım. Ama siz beni Fırat'a atıp boğmakla tehdit ederseniz bu bana kesinlikle etki etmez. Fırat'ta boğulmayı tam bir doğrulukla verdiğim bir hükmü geri almaya tercih ederim. Oysa maiyetinizde ayrıcalıklı muamele görmek isteyen birtakım kişiler var. Bu nedenle bu makam daha çok onların işine yarar ben ona layık ve uygun birisi değilim."


Kadılık görevi bir kişiye verildiği zaman o kişi bir tören alayıyla camiye götürülür ve orada görevlendirildiğine dair halife tarafından verilen "sicil" (berat) okunması töreni yapılırdı.


Mısır kadıları Şafi mezhebinin doğuşu tarihinden itibaren bu mezhep kadılarından seçiliyordu. Bununla birlikte kadı diğer mezhepte bulunan kadılardan istediğini kendine vekil yapabilirdi. H. 525/M. 1130 yılında Fatımi halifelerinden el-Hafız b. Muhammed zamanında vezirlik makamında bulunan Ebü Ahmet b. el Efdal tarafından her biri dört mezhepten birine göre hüküm vermek üzere dört kadı tayin edildi. Daha sonra Memlüklular zamanında bu uygulamaya devam edildi.


Kadıya verilen maaşa gelince: Devletlere ve zamana göre farklı uygulamalar yapılmıştır. Hz. Ömer, Şureyh'i Basra kadılığına tayin ettiği zaman, kendisine her ay 100 dirhem nakit ile idaresine yetecek bir miktar buğday tahsis etmişti. Raşid Halifeler zamanında kadıların aylıkları bu ölçüde devam etti. Emevilerde asker vs. devlet memurlarının maaşlarının artışı gibi kadıların maaşları da artırıldı. Abbasilerde, Mısır kadısının maaşı aylık 30 dinara ulaşmıştı. Bu maaşı ilk alan kişi halife Mansur'un görevlendirdiği lbn Lehia idi. Daha sonra Me'mün devrinde kadıların maaşı daha da yükseltildi. O tarihte Mısır kadısı Isa b. el-Münkedir'e aylık 4 bin dirhem yani 280 dinar maaş verildi. Maaşın bu dereceye yükseltilmesinin özel bir amacı olmalıdır. Çünkü bu paranın üstünde 1000 dinar daha ödül verilmesi uygun görülmüştü. Bu tarihten 20 yıl sonra Mısır kadısının maaşı yılda 1000 dinara çevrildi. Bu kadar maaş alan ilk kadı H. 245 yılında Ahmet b. Tolun zamanında Mısır kadılığına tayin olunan Bekar b. Kuteybe idi. Fatımiler devrinde ise kadının maaşı yılda 1200 dinara yükseltildi. O tarihlerde kadılkudatlık lakabı kullanılıyordu. Kadıya verilen erzak ve hediyeler maaşa dahil değildi. Kadı maaşları daha sonra Eyyübiler devrinde ve onlardan sonraki devirlerde de bu şekilde devam etmiş olmalıdır.


Abbasiler devrinde Bağdat'taki kadılara verilen maaşların miktarına ait hiçbir yerde bir kayıt, işaret ve bilgiye rastlayamadık. Ancak kazanın o tarihlerde iltizam (kesenek) olarak verildiğini gördük. Kadılar, kadılık memuriyetini halifeye veya valilere ödemeye söz verdikleri bir bedel karşılığında alıyorlardı. Bunun ilk uygulaması H. 350 yılında Buveyhilerden Muizüddevle zamanında Abdullah b. Hasan b. Ehi Şurab'dır. Bu kişi yıllık 200 bin dirhem ödemek şartıyla Bağdat'ın başkadısı olmuştu. Daha sonra kadılık memuriyetinin iltizam şeklinde verilmesi bir gelenek olmuştur. Hisbe, (muhtesiblik memuriyeti), şurta (zabıta memurluğu) da iltizam yöntemiyle taliplilere veriliyordu.


Şikayet Divanları (Divanü'l-mezalim)


Mezalim (zulümden şikayet) divanı: Bir dereceye kadar günümüzdeki istinaf mahkemelerine benzer. Bu kurumun amacı, kadılardan vs. görevliler hakkında halkın şikayetlerini dinleme inceleme ve çözüme kavuşturmaydı. Arablar, Cahiliye Döneminde de buna önem verdiklerinden, halka zulüm yapmayacaklarına, zulüm ve haksızlığa uğrayanları koruyacaklarına dair aralarında yemin ederlerdi. Nitekim Kureyş kabilesi lslam'dan önce böyle yapmıştı. Kureyş arasında başkanlar çoğalıp da ihtilaf ve rekabetler artınca, söz konusu kabilenin boyları bir yerde toplanarak zulmün ortadan kaldırılması ve zulme uğrayanların zalimlerden korunması konusunda anlaşma yaptılar. Bu meclis Hz. Peygamber 25 yaşındayken Mekke'de kurulan ünlü "hufü'l-füdul" adındaki meclistir. Raşid Halifeler devrinde Hz. Ali'den başka hiçbir halife insanların şikayetini dinlemek için mezalim meclisi kurdurmadı. Çünkü lslam'ın ilk yıllarında herkes, kendi özünde bulunan iman, insaf ve sorumluluk duygusunun bir gereği olarak, başkalarına zulüm ve haksızlık yapmaktan kaçınırdı. Özellikle Halifeliğin Hz. Ali'ye geçtiği kargaşa döneminde halkın şikayetlerini dinleme ve çözüme kavuşturma konusu önem kazandı. Ancak bu dönemdeki şikayetlere bakma biçimi daha sonraki dönemlerdeki gibi de değildi. Hz. Ali halkın şikayetini dinlemek için özel bir gün ve belli bir saat belirlememişti. Bir şikayetçi yanına gelince onu dinler ve şikayetini araştırarak sorunu çözer veya çözdürürdü. Haklının hakkını haksızdan geciktirmeksizin alırdı.


Daha sonra gelen halifeler de halkın şikayetlerini dinlemek için özel bir gün tayin ettiler. Bunu ilk uygulayan, Emevilerden halife Abdülmelik b. Mervan idi. Ancak Abdülmelik kendisine sunulan şikayetler içinde çözülmesi zor bir konu olduğunda, o işi kadısı lbn ldris'e havale ederdi. Halkın şikayetlerini bizzat dinleyen ilk halifelerden biri de Ömer b. Abdülaziz'di. Daha sonra şikayetleri dinleme konusu Abbasilerin devrine kadar ihmal edilmiştir. Abbasilerden özel bir meclis kurup şikayetleri dinleyen ilk halife Mehdi (H. 158-169/M. 774-785) dir. Daha sonra Hadi, Harünürreşid, Me'mün aynı yolu takip ettiler. Abbasilerden bu yöntemi sürdüren en son halife ise Mühtedibillah (H. 255-256/M. 868-869) dır. Halifeler halkın şikayetlerini bizzat dinlerler ve çözüme kavuştururlardı. Halk, vali ve mutasarrıflardan, vergi memurlarından, devlet dairelerindeki katiblerden, bizzat ve halifelerin çocuklarından, ve kadılardan şikayetçi oluyorlardı. Şikayetleri görüp gözeten mahkeme veya kurum, günümüz istinaf mahkemesinden daha geniş yetkilere sahipti. Ayrıca yargılama gücü ve yaptırımı da daha etkili ve hızlıydı. Halifelerin bu şekilde gördükleri mezalim olaylarına bir iki örnek verelim: Ömer b. Abdülaziz bir gün namaza çıkmıştı. Kendisine Yemenli bir adam rast gelerek "lmdat! zülme uğradım" dedi. Ömer, "sana kim zulmetti?" diye sorduğunda Yemenli; "Velid b. Abdülmelik köyümü elimden aldı" cevabını verdi. Olaya el koyan halife Ömer b. Abdülaziz derhal kayıt defterini getirtti. "Falan köyün falanın elinden Velid b. Abdülmelik'in üzerine geçtiği"ne dair kayıtlı görünce, köyün sahibine geri verilmesini ve o adama verilen maaşın iki kat ödenmesini emretti.


Abbasi halifelerinden Me'mün halkın şikayetini dinlemek için pazar gününü ayırmıştı. Bir gün şikayet meclisinden çıkarken üstü başı perişan bir kadınla karşılaştı. Kadının, Me'mün'un oğlu Abbas'tan bir şikayeti vardı. Me'mün, Abbas'ı kadınla yüzleştirdi. Kadını haklı görünce lehine hüküm verdi. Abbasi halifelerinden on dördüncüsü olan Mühtedi'den (255) sonra Abbasi halifelerinden hiçbiri mezalim meclisinde oturmadı. Bununla birlikte çoğunlukla bu konuların görülmesi işini kendi vezirlerine bırakıyorlardı. Örneğin Me'mun, çok kere bu işleri zamanında başkadı olan Yahya b. Eksem'e ve Mu'tasım da kendi devrinde Ahmet b. Davud'a bırakıyordu. Daha sonra valiler devletin otorite ve gücünü halifelerin elinden alınca mezalim işlerini de kendileri görmeye başladılar.


Mısır'da halkın şikayetine bakan ilk kişi H. 257/M. 870 yılında bağımsızlığını ilan eden Ahmet b. Tolun idi. Bu kişi mezalim için haftada iki gün ayırmıştı. Kendisinden sonra gelen halefleri -Mısır, Fatımiler tarafından ele geçirilip Kahire kuruluncaya kadar- bu divanları dinleme işini adamlarına bırakıyorlardı. Fatımiler Mısır'ı ele geçirince mezalim divanlarına da gerekli özeni gösterdiler. İlk mezalim divanını kuran ve davaları dinleyen kişi kumandanları Mısır fatihi ünlü başkomutan Cevher idi. Cevher gördüğü şikayet mektuplarına verdiği kararı bizzat kendi eliyle yazardı. Cevher'den sonra Fatımi halifeleri mezalim işini başkadılara veya devletin ileri gelen adamlarına bırakırlardı. Daha sonra Fatımilerin egemenliği eski gücünü yitirip devlet işleri vezirlerin eline geçince, mezalim işlerine bakmakta vezirlerin işi haline geldi. Bu vezirlerden birisi, Mustansır zamanında (H. 427-487) "emiru'l-cuyuş" (orduların başkomutanı) lakabını taşıyan Bedir Cemali idi. Bu kişi divanda oturur ve mezalimi bizzat dinler ve çözüme kavuştururdu. Daha sonra gelenler onun izini takip etmişlerdir. Mezalim divanının kapısında bir münadi olurdu. Münadi "Kimin şikayeti varsa gelsin!" diye bağırırdı. Şikayeti olanlar divana gelir, şikayetlerini bildirirler ve davaları görülürdü.


Adliye (Diru'l-adl)


Mısır'ın yönetimi Eyyübilerin eline geçince mezalim davaları için özel bir konak inşa etmişler ve buna "Darü'l-adl" (adalet dairesi) adını vermişlerdir. Nurettin Zengi, Eyyübilerden daha önce Şam'da böyle bir daire kurmuştu. Bu kişi Türk soyundandı. Eyyübiler bizzat adalet dairesinde bulunarak halkın şikayetlerini dinleyip, araştırırlar ve çözüme kavuştururlardı. Daha sonra gelen Kölemen valileri de aynı şekilde hareket ettiler. Eyyübiler bu davaların görülmesine ve halk arasında hak ve adaletin yerleşmesine büyük önem verirler ve meclis-i kaza'ya (mahkeme-i kübra) özel bir saygı gösterirlerdi. Mezalime baktıkları zaman saltanat tahtı üzerinde oturmazlardı. Tahtın yanında ayakları yere değecek bir halde bir kürsü üzerinde otururlardı. Sultan bu kürsüye oturunca sağ tarafında dört mezhebin başkadıları ve önünde hazine vekili ve diğer memurlarıyla muhafızlar, özel hizmetliler yer alırlardı. Bu arada şikayetleri sultana okuyacak zat da hazır bulunurdu. Şikayetler okundukça sultan kadılara veya komutanlarıyla ilgili konuları kendilerinden sorduktan sonra uygun gördüğü hükmü verirdi.


lslam sultanları ve valileri halk tarafından sunulan şikayetleri görüp gözetmek ve haksızlık suçlaması kendileri veya öz çocuklarının hakkında olsa bile o zulmü kaldırıp yok etmeye olağanüstü gayret ederlerdi. lslam tarihinde bununla ilgili olaylar çoktur. Halkta şikayetlerini belli günlerde halife veya sultanlarına arz etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Üstelik bunu farz kabul ederlerdi. Bu yüzden eğer halife veya sultan belli günlerde bir veya birkaç kez davaları dinlemek için çıkmazsa, halk telaşlanır söylenmeye başlardı. Halifelerden bazıları bu şikayetleri bir kısmı askerden şikayet, diğer bir kısmı valilerden şikayet, diğerleri de başka kişilerden şikayet olarak değişik bölümlere ayırırdı.


Hisbe Teşkilatı


Kaza gibi bir dini görevdir. Hisbe memuru (vaya muhtesib) münkeratı (şeriata aykırı işler ve eylemleri) araştırarak, yapanları suçuna göre cezalandırıp düzeni sağladıkları gibi, yollarda gelip geçene sıkıntı verecek şeyleri de kaldırırlar. Hamallar ve gemileri fazla yük almaktan men ederler. Yıkılmaya yüz tutmuş binaların sahiplerini uyarırlar, başkalarına zarar vermesi olası olan tehlikeyi ortadan kaldırırlar, okullar ve diğer eğitim yerlerinde denetlemeler yaparlar, öğrencilere dayak atan öğretmeleri cezalandırırlardı. Tüm bunlar dışında halkın genel menfaati ile ilgili konularla ilgilenirlerdi. Muhtesibler, yiyecek ve içeceklere hile karışmasını, eksik ölçüm aletleri kullanılmasını engellemek gibi, bugün belediyelere ait olan görevlere de bakarlardı. Aslında bunlar kadıların görev alanına giren konulardandır. Ancak kadının makamını bu gibi işlerle meşgul etmemek için hisbe teşkilatını kurmuşlardır. Bununla birlikte gerek Fatımiler, gerekse Endülüs Emevileri, söz konusu görevleri çoğunlukla kadıların görevleri arasına koyarlardı. Daha sonra saltanat makamı halifelikten ayrılınca hisbe görevi de valilerin görevleri arasına girmiştir.


Hisbe dini bir hizmet olduğundan bu göreve Müslümanların ileri gelenlerinden başka kimse tayin olunmazdı. lhtisab nazırı diğer vilayet ve kasabalara ihtisab görevine bakmak üzere kendisi özel memurlar gönderirdi. lhtisab nazırı veya muhtesib her gün camide oturur ve adamlarını esnaf dükkanlarını kontrole gönderirdi. Kahire'deki muhtesib nöbetleşe olarak bir gün Kahire Camii'nde bir gün de Füstat Camii'nde otururdu. Buradan adamlarını, kasab, ahçı dükkanlarının teftişine ve yük hayvanlarına fazla yük yüklenmesinin engellenmesi için gönderirdi. Hayvanlara fazla yük yüklenmesine izin verilmezdi. lhtisab memurları, su kırbasıyla su taşıyan sakalara kırba ve tulumlarını kumaşla örtmelerini emrederlerdi. Su için bir ölçü koymuşlardı. Bu ölçü her kovası kırk rıtıl (bir rıtıl 130 dirhemdir) olmak üzere 20 kovadan ibaretti. Sakaların mavi kısa şalvarlar giymelerine dikkat edilirdi. Yine bu maiyet memurları okulları dolaşarak öğretmenlerin çocuklara şiddet uygulamalarını ve özellikle öldürecek bir yere vurmaktan kaçınmaları için kendilerini uyarırlardı. Böylece ustalara, maiyetlerindeki çırakları baştan çıkarmamalarına dair öğüt ve uyarılarda bulunurlardı. Kötülükleriyle bilinenleri sürekli göz önünde ve kontrolde tutarlardı. Teraziler ve diğer ölçülerin doğru olmasına dikkat ederlerdi. "Darü'l-ayar" a (ölçüevi) bakmak ve kontrol etmek de muhtesibin görevleri arasındaydı.


Endülüs'de ihtisab görevine "hıttatü'l-ihtisab" adı verilirdi. Ve bir kadının (hakim) kontrolüne bırakılırdı. Orada adet olduğu üzere, kadı ata binmiş olarak adamları yanında kendisini çevrelemiş bir biçimde, görevli bir memur ekmeğin ölçümünü yapan bir terazi taşır ve beraberce çarşılarda kontrol ve ölçüm yaparlardı. Kasablar et üzerinde etin fiyatını gösteren bir kağıt (etiket) bulundurmaya mecburdu. Yazılı fiyattan fazlaya satarsa cezalandırılırdı. Erzak ve yiyecek satan esnafın konan fiyattan fazla bir parayla veya eksik ölçüyle satmamaları için gereğinde muhtesib tarafından özel bir şekilde bir çocuk veya bir cariye gönderilerek şüpheli dükkanlardan alışveriş yaptırılırdı. Eksik ölçü veya fazla fiyatla satanlar veya hile yapanlar bu şekilde ele geçirilirdi. Bu işe cesaret edenler herkese aynı işi yapmış kabul edilerek hak ettikleri cezalara çarptırılırdı. lhtisab görevlerine ait birtakım kanun ve nizamlar vardı ki, hukuk hükümleri nasıl öğretilip uygulanıyorsa, ihtisab hükümleri de öylece ders olarak okutulup uygulaması yapılırdı.


Şurta (Zabıta)


Şurta görevi de hisbe gibi kaza ile ilgili konulardandır. Bundan amaç kadıların verdiği hükümleri uygulamak veya suç oluşmasına engel olacak önlemleri alarak, suç işlemekten çekinmeyenleri uyarmaktan ibarettir. Şu durumda şuna (zabıta) yargılama işine hizmet eden bir görevdi. Suçluların suçlarının tesbiti işinde kadılara yardım ettiği gibi kadıların verdiği hükümlerin uygulanması için hükumetin bir yürütme organını oluşturuyordu. Şurta reis veya müdürü, zina yapanlarla alkollü içki kullananlar hakkında şeriatça verilmesi gerekli olan cezaları (hudud) uygularlardı. Bunun gibi şer'i işlerden olup makamlarına saygı olarak, kadılara verilmeyen diğer birçok konu da zabıtaya ait görevler arasına dahil edilmişti.


Daha sonra Bağdat'taki Abbasi Devleti ve Endülüs'teki Emevi Devleti ve Mısır'daki Fatımiler zamanlarında doğrudan doğruya suçlara bakmak ve şer'i cezalarını vermek görevi kadılardan alınarak zabıta reisine teslim edildi. Zabıta görevi de büyük memuriyet kabul edilerek büyük komutanlara ve halifelerin yakın adamlarına veriliyordu. Endülüs'te zabıta yönetimi, biri büyük diğeri küçük zabıta olarak ikiye bölünmüştü. Büyük zabıta; ileri gelen adamlar, başkanlar, makam ve yer sahipleriyle ilgili işlere bakardı. Bu kişilerden veya yakınlarından veya adamlarından biri bir haksızlık ve zorbalıkta bulunursa onun cezasını verirlerdi. Küçük zabıta ise, sıradan halkın işlerine bakardı. Büyük zabıta reisi, hükümdarın kapısında kurulan bir sandalyeye otururdu. Yakın adamları etrafında yerlerini alırlardı. Reisten emir çıkmadıkça yerlerinden kımıldamazlardı. Zabıta reisliği makamı, vezirliğe veya hükümdarın hacibliğine (mabeyncilik) bir geçiş makamı sayılırdı. Şurta reisine "sahibü'l medine" (şehir emini, belediye başkanı veya valisi) veya "sahibül leyi" (gece muhafızı) adı verilirdi. Ümera (tavaifi müluk) devletlerinde zabıta reisine vali, Afrika'da ise hakim derlerdi.

.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

17 Şubat 2023 Cuma

KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-4

 


Karmati Hareketini Hazırlayan Sebepler “İktisadi Sebepler”


Ortadoğu tarihi süreç içinde sürekli önemini kaybetmemiş olan bir coğrafyadır. Bu özelliğiyle sürekli cazibe merkezi olmuştur. İlk çağlardan beri sakinlerinin çok değişmesine rağmen, bölge doğu ile batı arasında, ticaret ve kültürün yayılmasına daima aracılık yapmıştır. Tarih boyunca bölgenin bu konumuyla bağlantılı olarak saldırılar, işgaller ve savaşlar olmuştur. Ebrehe'nin (Fil yılında) Hicaz'a yaptığı sefer, yarımadanın batısından geçen ticaret yolu üzerinde hakimiyet kurma teşebbüslerinin sonuncusu idi. Sasaniler ve Bizanslıların; ticaret yolları, özellikle bir taraftan Basra Körfezi yoluyla Irak üzerinden Şam'a diğer taraftan da Yemen, oradan Kızıl Deniz ya da yarımadanın batısı üzerinden geçerek Akdeniz'e varan Hint yolu üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştılar.


Bizanslılar ve Sasaniler'in Yarımadanın kuzeydoğu, batı ve güney kıyılarındaki ticaret yollarını ele geçirme, siyasi hakimiyet ve nüfuzlarını genişletme teşebbüsleri sürekli bir huzursuzluk ve karmaşa kaynağı olmuştu. Bazen buna siyasi bilinçlenme de eşlik ediyordu. Mesela, İmru 'l-Kays, dördüncü asrın başlarında yarımadanın ortası ve batısı üzerinde otoritesini kuruyor ve kendine "Arapların Meliki" unvanını veriyordu. Aynı şekilde, Kindeliler, yarımadanın orta kısımlarında kabile topluluklarından bir siyasi birlik oluşturdu. Bunlar, gelecekteki muhtemel gelişmelere işaret eden örneklerdir. Altıncı yüzyılda Mekke ön plana çıktığında ise çatışma halindeki iki güç arasında bir tarafsızlık politikası izleyerek kendine özgü bağımsız bir rota izledi. Diğer taraftan bazı yerleşik toplumlarda sosyal çalkantılar baş gösterdi. Bu çalkantılar, iktisadi farklılaşma temeline dayanmakta idi. Mekke'de göçebelik ekonomisinden ticari ekonomiye geçiş sonucunda ve Medine'de yine bir göçebelik ekonomisinden zirai bir ekonomiye geçiş sonucunda da sosyal çalkantılar ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Irak, Suriye ve Yemen gibi bazı tarımsal alanlarda ikta rejiminin genişlemesine çiftçilerin sömürülmesinin ve çok kere kölelik statüsüne düşmelerinin eşlik etmesi hoşnutsuzlukları körüklemiştir. Öyle görünüyor ki İslam devleti başlangıç ve öncesinde Arap yarımadasında yaygın olan sosyo-politik anlayışlar, sanıldığından daha uzun bir dönemde etkisini göstermiştir. Tarım alanındaki zayıf kökleriyle ve ticarette olan kısmi bağlarıyla savaşçı bir aristokrat sınıf olan Arap Müslümanlar, daha zayıf toplulukları himaye eden hakim kabile rolünü oynamaya devam ettiler. Himaye görmeyen veya yeni inanışı kabul etmeyen diğer yerli halk başlıca mali sorunlarla karşılaşıyordu. Kamu düzenini bozmamak kaydıyla ibadet özgürlükleri olan bu kitleler vergi ödemekte idiler. Verginin ne şeklinde ödeneceği bölgeden bölgeye bazı farklılıklar göstermekte idi. Suriye'de vergi, ödeme şeklinde bir ayırım yapılmaksızın götürü usulde topluluklardan kendi nezaretlerinde alınıp katiblere veriliyordu. Fakat en çok uygulanan usul, özellikle İran ve Irak'ta ve biraz daha farklı olmakla birlikte Mısır'da olduğu gibi, halkın bir yandan toprakları üzerinden haraç; öte yandan kişi başına cizye adı altında vergi alınması idi. Böylesine geniş bir bölgenin tek bir imparatorluk içinde özümlenmesi, sadece büyüklüğü bakımından değil, zamanla uygar dünyanın iki büyük deniz havzasını, Akdeniz ve Hint Okyanusunu, birbirine bağladığı için de önemli olan bir ekonomik birim yaratmıştı. Orduların, tüccarların, zanaatkarların, bilginlerin ve hacıların bu iki bölge arasında gidip gelmeleri, aynı zamanda fikirlerin, hayat tarzlarının ve tekniklerin alış verişini kolaylaştırdı. Bu geniş etkileşim alanında, güçlü hükümetlerin, büyük kentlerin, uluslararası ticaretin, gelişen kırsal bölgelerin, birbirinin varlık koşullarını muhafaza ederek gelişmeleri mümkün oldu. Hilafetin merkezi olan Bağdat, Dicle ile Fırat'ın birbirine yaklaştığı bir noktada kurulmuş olup burada oluşturulan kanallar sistemi, büyük bir kent için yiyecek ve hükümet için gelir sağlayabilen zengin bir bölge yarattı. Bağdat, İran'a ve ötesine, tahıl üretimi yapılan Cezire'ye, Emevilerin hala güçlü oldukları Suriye ve Mısır'a giden stratejik yolların üzerine kuruldu. Bağdat yeni bir kent olduğu için hükümdarlar Kufe ve Basra'nın Arap Müslüman sakinlerinden gelen baskıdan özgür olabildiler. Yakındoğu hükümdarlarının uzun süredir benimsedikleri, kendilerini yönettiklerinden ayrı tutma geleneğine uygun olarak kent, hükümdarın ihtişamını ve uzaklığını belirtecek şekilde planlandı. Merkezde, Dicle'nin batı kıyısında, saray, kışlalar ve bürolardan oluşan "yuvarlak kent" yer alır; pazarlar ve meskun semtler bu bölgenin dışındadır. Bağdat'ın inşası hükümdarların kendilerini yönettiklerinden ayrı tutma isteğinden kaynaklanmaktadır.


Yukarıda belirtmeye çalıştığımız unsurların kaynaşmasıyla yeni bir toplum meydana geldi. Ayrıca Arap Yarımadasındaki zengin kervan ticareti, Kureyşliler'in eline geçmiş olmasıyla Hindistan ve Habeşistan kaynaklı lüks malların, Yemen ve Hadramut'un miktarca az, fakat değerce pahalı olup önceleri tapınaklarda, sonraları kiliselerde kullanılan parfumeri (Bahur)nin, lavanta imalinde kullanılan mür'in (bir çeşit sarı sakız), belsem'in ve sümbül yağlarının, Şam ve Akdeniz ülkelerinin ürünleriyle mübadelesini sağlamanın yanı sıra, ticari bağlarının Basra Körfezi ve lrak'a kadar uzanan bölgede iktisadi farklılaşmayı körükleyen başka bir unsur oldu. Kureyşliler hem mal hem de para ticareti yapıyorlardı. Bunların sonucu olarak Kureyşliler arasında tekelcilik yoluyla servetlerini artırmaya çalışan ve malları kudret ve nüfuzlarını pekiştirme aracı olarak kullanan bir aristokrasi oluştu. Bu gidiş güçsüzlerin ve fakirlerin şiddetli bir şekilde sömürülmesine, sıkıntılı bir sosyal çelişkiye yol açtı. Bireyci ve sömürücü bakış açısını pekiştirdi. Bu gidiş diğer bir yandan da kabilevi kavramları sarstı, kabilenin kolektif ruhunu zayıflattı ve Kureyş'in alt ve üst tabakaları arasındaki mesafeyi açtı. Zenginlerin, servetlerini bir güç ve güvenlik kaynağı olarak gördüğü bir dönemde, diğer insanlar, cemaat bağlarının çözülmesi ve sömürünün acımasızlığı sonucu, bir çeşit endişe ve burukluk hissi içinde yaşıyorlardı. Böylece Arap yarımadasında yeni bir sosyal tabakalaşma ortaya çıktı.



Abbasi dönemi iktisadi hayatın, isyanlar üzerine etkisi ve isyanların ortaya çıkmasına kaynaklık ettiği, dönemin ekonomik yapısında gizlidir. İhtilalin getirdiği değişiklikleri açık bir şekilde Abbasi İmparatorluğu'nun ekonomik hayatında görebiliriz. Sulanabilen büyük nehir vadilerinde yetiştirilen buğday, arpa ve pirinç, imparatorluğun önemli mahsulleri arasında yer alıyordu; hurma ve zeytin ise ikinci derecede önemli besin kaynakları idi. imparatorluk zengin maden kaynaklarına da sahipti. Gümüş doğu eyaletlerinde, bilhassa Hindukuş bölgesinde çıkarılıyordu. Burada kapitalist sistem çerçevesinde 10.000 maden işçisi çalıştırılıyordu. Altın batıdan, özellikle Nubya ve Sudan'dan geliyordu; bakır İsfahan çerçevesinden elde ediliyordu. IX. yüzyılda burada bulunan maden ocakları Orta Asya ve Sicilya'dan geliyordu. İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde kıymetli taşlar da bulunuyordu. Basra Körfezi 'nde bol miktarda inci elde ediliyordu. İnşaat kerestesi batı eyaletlerinde az bulunuyor, oranın ihtiyacının bir kısmı doğu eyaletlerinde, sağlanıyor, diğer kısmı da Hindistan ve çevresinden ithal ediliyordu. Ortaçağ İslam dünyasının bir başka sorunlu bölgesi de Mezopotamya bölgesidir. Mezopotamya'nın ihraç malları arasında nakışlı kumaşlar, zift, hurma yer almakta idi. Irak'ın coğrafi bir merkez olması, kara ve deniz ulaşım yollarının üzerinde bulunması, Abbasilerin ticareti teşvik etmesi ve sosyal gelişmeler, ticarete olan ilginin artmasına ve ticari faaliyetlerin genişlemesine yol açtı. Ticari faaliyet, bir yandan Uzak Batıya Endülüs'e ve Doğu Afrika'ya, bir yandan Rusya ve Baltık havzasına, bir yandan da Hindistan'a Çin'e ve Kore'ye kadar uzandı. Tüccarlar, deniz yollarındaki aktivitelerinin yanı sıra kara yollarını da kullandılar. Böylece Hindistan'a ve Uzak Doğuya giden yollar üzerinde hakimiyet kurdular. İslam dünyasında hicri III. ve IV. yüzyıllardaki ticaret mallarıyla ilgili olarak elimizde kıymetli bilgiler var. Örnek olarak bu dönemin bazı ithal mallarını zikredelim. Altın ve köle Doğu Afrika'dan; misk Tibet'ten; kaliteli kurşun Malaga'dan; ipek elbiseler, toprak mamulleri ve kağıt Çin'den; kilim ve yaygılar Ermenistan'dan; baharat, değerli taşlar, ilaçlar, mızraklar ve kafur Hindistan'dan; pamuk, ipek dokumalar, kağıt, kürk ve köle Maveraünnehir'den; kilimler, başlıklar, meyveler ve içecekler İran'dan; Bizans ipekleri, keten elbiseler, eteklikler ve yaygılar Bizans'tan getirilirdi. Hirelilerle Basralıların gelişmesi darb-ı mesel olmuştu. Muazzam servetlere sahip bir tüccar tabakası oluşmuştu. Bir kısmının serveti milyonlara ulaşıyordu. Dinamik bir sermayedar grup ortaya çıkmış ve "Şirket ed-Damarı",  "Şirket el Mufavada" ve "Şirket el-Vucuh" gibi çeşitli şirket şekilleri ortaya çıktı.



Ticaret ve sanayinin ilerlemesi ve sanayi dallarının çoğalması da iktisadi canlanmanın başka bir faktörü idi. Fakat sanayinin, tek kişilik işler ile az sayıda kişinin bir dükkan veya küçük bir imalathanede bir arada çalıştığı sanayiler arasında değişen sınırlı imkanları vardı. Sanayi, sınıfsal bir farklılaşma doğuran bir zenginliğe yol açacak ölçüde gelişmemişti. Fakat tarım alanındaki gelişmeler için bunu söylemek mümkün değildir. Bu alandaki olumsuzluklar, sınıfsal bir farklılaşmaya neden olmuştur. Devlet, sanayi alanı içinde değerlendirebileceğimiz alanlarda özellikle bayrak, sancak ve resmi elbiselerin imal edildiği terzihaneler ve darphaneler gibi nispeten daha geniş atölyeleri olduğu bilinmektedir. Keza, cam imalathaneleri ve dokuma atölyeleri gibi büyük sivil imalathaneler de vardı. Böylece genel halktan insanların artmasının yanı sıra, toplumun, tüccar ve ikta edilmiş zirai mülk sahibi gibi zengin grupların yükselişine ve bu gruplar arasında büyük iktisadi farkların ortaya çıkışmasına da tanık olunmakta idi. Ayrıca bölgelere arası farklılık ve bu bölgelerden alınan vergilerin halkta uyandırdığı tepkiler huzursuzlukların çıkmasında etkili olmuştur. Özellikle başkente yakınlığından dolayı idare merkeziyle özel ilişkileri olan Irak Sevad'ı diye bilinen bu verimli bölge, alelade idareciler tarafından değil, Abbasi üst yöneticileri olarak kabul edilen yöneticiler tarafından yönetilmiştir. Dolayısıyla bu yakınlık devletin ihtiyaçların kısa sürede bu yakın olan bölgelerden tedarik edilmesine neden olmuştur. Bu durum toplumda rahatsızlıkları tetikleyen bir unsur olmuştur.




Bu dönemdeki sanayi, ticaret ve tarım'ın gelişmesinin sonucunda İhvan-ı Safa, insanları üç tebaaya ayırmıştır: Zenginler, orta halliler ve fakirler. İktisadi hayatın gelişmesi ve Arapların başlıca üretim faaliyeti olan fetih harplerinin sona ermesi neticesinde, fütuhatın yarattığı Arap askeri aristokrasisini bertaraf eden, ırk ve din bakımından homojen olmayan idareci ve tacirlerden mürekkep yeni bir hakim sınıf meydana geldi. Bu değişiklik hükümet teşkilatı ve idareci zümresine aynen aksetti. Ayrıca zirai hayatın gelişmesiyle bir başka sosyal sınıf; köleler ortaya çıktı. Bundan sonraki süreçte adından çokça söz ettirecek olan kölelerin isyanları oldu. Zenci kölelerin çıkarmış olduğu ayaklanma bu duruma verilecek en güzel örneklerden biridir. Bu dönemde zirai hayat da gelişmiş buna paralel olarak zirai mülkiyetler genişlemiş ve tarımsal bir ikta rejimi açık ve yaygın bir şekilde ortaya çıktı. Bazı tüccarların da bunda rolü olmuştu. Toprak sahipleri gübre kullanarak, arazi ıslahı için tuz bataklıklarının kurutarak tarımı geliştirmeye yöneldiler ve böylece entansif tarım ortaya çıktı. Büyük toprak sahipleri geleneksel çiftçilikle yetinmeyerek, toprağın ıslahı ve işlenmesinde çalıştırmak üzere büyük sayılarda köle satın almaya çalıştılar. Afrika'dan getirilen binlerce zencinin çalıştırıldığı Basra bölgesi bunun iyi bir örneğini oluşturuyordu. Kufe'nin kırsal kesimi de topraklarının büyük ölçekli birimler halinde ikta edildi. Bu da köylülerin sömürülmesine yol açtı. Bu durum bölge halkının Karmati faaliyetlerine destek vermelerine yol açtı.


Aynı şekilde Sevad'da uygulanan gelir sistemi Karmatilerin ortaya çıktığı coğrafya olması açısından önem arz etmektedir. Bu bölge, ikiye ayrılmakta idi. Her bölge de, çeşitli alt bölümlerden meydana geliyordu. Bediriyye, bunların en zenginiydi; on iki kırsal alandan oluşmakta idi. Bu kırsal alanların en iyi durumda olanı ise Kerkh idi ve on iki köyü içine alıyordu. Bir başka bölge Horasan' dır. Bu bölgenin de merkezi de Bakuba idi. Bu bölge de bir takım alt bölümlere ayrılmıştı. Vasıt çevresinde toplanan öteki bölge, çeşitli kasabaların gelir birliğini sağlıyordu. Amilin kontrolü altındaki daha geniş idare birimleri gibi, köylerin sınırları da sabit değildi. Merkezi hükümetin iradesiyle genişletilebilir veya öteki bölgelerin bir parçası haline dönüştürülebilirdi,



Abbasi idaresi, yukarıda adını verdiğimiz bölgelerde en küçük birim olan köylerin gelirlerini dahi bu denli kontrol etmeye çalışması ve bu gelirlerin idaresi için amiller atamış olması, bölge sakinlerini rahatsız eden unsurlardan olmuştu. Ayrıca atanan idarecilerin, bölgenin gelirinden aşırı rant elde etmek istemesi sonucu, iktisadi farklılaşma belirgin hale gelmiştir. İktisadi farklılaşma, mevcut durumun niteliğini açığa vuran bir sosyal huzursuzluğa, sosyal harekete ve ayaklanmalara yol açtı. Abbasiler sulama faaliyetine girişerek, tarım yapılan araziyi genişlettiler ve bataklıkları kurutarak verimin yüksek bir seviyeye çıkmasını sağladılar. ihtilalle birlikte, köylülere yeni mülkiyet hakları ve adil bir vergi sistemi geliştirilmeye çalışıldı. Bu sisteme göre, vergi tespit edilmiş sabit bir miktar yerine ürünün yüzdesi üzerinden alınıyordu. Fakat köylülerin hayat seviyesi hala düşüktü ve onların durumları zengin tüccar ve arazi sahiplerinin spekülasyonları ve büyük çiftliklerde köle işçilerin çalışmaya başlaması neticesinde daha da kötüleşti. Çiftçilerin, bölgelerdeki karışıklıklar içinde yer alması, Ortadoğu'nun coğrafi yapısı ve iklim şartlarıyla bağlantılıdır. Özellikle Ortadoğu'da tarım ancak sulamayla yapılabilmekteydi. Toprağı sulayan kanallar devamlı bakım istemekte idi. Çiftçiler bu bakımı yapamıyorlardı. Devletinde sulama kanallarının bakımını yapmaması bölgede fakirliğin gittikçe artmasına neden oldu. Toplumun karşılamış olduğu bu sosyoekonomik problemler bireyler arası farklılaşmayı beraberinde getirdi. İktisadi farklılaşma, toplumu merkezi otoriteye karşı muhalif olan grupların yanında yer almaya itmekte idi. Nitekim toplum; hicri üçüncü yüzyılda ve sonrasında, her biri ayrı bir öneme ve anlama sahip olan Ayyarun ve Şuttar (serseriler ve dolandırıcılar) hareketine, zenci ayaklanmasına, Karmatilik ve İsma'ililik hareketlerine şahit oldu.


Konumuz açısından, zencilerin çıkarmış oldukları isyan ayrı bir öneme haizdir. Zenci ayaklanması, Basra'da ikta'nın genişlemesinin ve Afrika'dan getirilen binlerce kölenin istihdam edilmesinin bir sonucuydu. Zenci adıyla bilinen siyahi kölelerin 868-883 yılları arasındaki isyan, çok farklı bir karakter taşıyordu. Çünkü bölgeye getirilen Zenciler, sabırlı oldukları, iş yapmaya dayanıklı olarak kabul edildiği için tüccarlar onları avlayarak veya Doğu ve Orta Afrika'da onları satın alarak, çeşitli iş dallarında çalıştırıldılar. Doğu Basra tuz bataklıklarında çalıştırılan çok sayıda köle bu kategoriye dahildi. Burada köleler, tarım yapılabilmesi için toprağı hazırlamak, tuz sahalarında tuz elde etmek için zenginler tarafından çalıştırılıyorlardı. Ayrıca bununla beraber bazı istisnai haller de vardı; köleler bataklık ve tuz sahaları dışında şeker plantasyonlarında, maden ocaklarında, denizcilikte, bataklıkların kurutulmasında ve diğer önemli teşebbüslerde kullanılıyorlardı. Büyük müteşebbislerden meydana gelen bir sınıfın yayılması, tarım işlerinde çok miktarda kölelerin satın alınması ve kullanılması neticesini doğurdu. Köleler barakalarda barınıyorlardı. Yalnız arazi sahipleri, binlerce köleye sahipti. Köleler gruplar halinde çalışıyorlardı. Bu grupların sayıları 500 ile 5000 arasında değişmekte idi. Hatta 15.000 kişilik bir gruptan da bahsedilmektedir. Kölelerin yaşam şartları son derece elverişsiz idi. Onların gıdaları ekmek, irmik ve hurmadan ibaretti. Zenci ayaklanması, bölgedeki siyah kölelerin hürleştirilmesinden başka bir hedefi olmayan, ama taraftarlarının fırsat bulunca beyaz efendileri köleleştirmekte de tereddüt göstermediği, dar ufuklu, sınıfsal bir ayaklanmaydı. Sayı olarak üç yüz bini aşan zenci topluluklarının, ekseriya, içinde çalıştıkları topluma yabancı oldukları ve öyle kaldıkları görülmektedir. Hatta birçokları Arapça'yı bile bilmiyorlardı. Ayaklanmaları, kötü hayat şartlarını ve maruz kaldıkları sömürünün korkunçluğunu dile getirmekte idi. Onları kinle dolduran ve tüyler ürpertici gaddarlıklar yapmaya iten sebepler bölgedeki iktisadi ve sosyokültürel yapılanmadır. Bu yapılanma kölelerin huzursuzluğunu "siyah öfkeye" dönüştürmüştür. Fakat bu öfkede taban bulabilmek amacıyla, İslami ilkeler adına ve İslam'ın gerçekleşmesini talep ettiği adalet adına ortaya çıktıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu yarı barbar hareket bile, dini ifade aramak bakımından İslam cemiyetinin hakim temayülünün etkisi altında kalmıştır. Zenciler'in lideri her ne kadar Hz. Ali soyundan geldiğini iddia ediyor ise de Şia'ya bağlı değildi, fakat insanların en mükemmelinin, Habeşli bir köle dahi olsa, halife olacağını kabul eden eşitlikçi anarşist Hariciler'in mezhebini benimsemişti. Bu hususta Haricilerin fikirleriyle uyuşan Zenci hareketi bütün diğer Müslümanları imansız gözüyle görüyor ve onları ele geçirdiklerinde köle haline getirilmesini yahut kılıçtan geçirilmesini kabul ediyordu Karmatilerin ortaya çıkış dönemi olan, Zenci ayaklanmasını oluşturan sosyo-ekonomik çevre, Karmati isyanlarının da alt yapısını oluşturmuştur. Hatta idarecilerin uygulamaları çiftçinin iktisadi durumunu zora sokmuştu. Zenci isyanın geride bırakmış olduğu tahribatlar durumu daha da ileri noktalara taşıdı. Yalnız Karmati isyanları, Zenci isyanından farklı olarak görünüşü, dini; hedefi, siyasi, sosyal ve iktisadi olan bir isyan idi. Bu durumu daha net anlayabilmek için Zenci isyanın oluşum safhasını değerlendirmekte fayda vardır. Zenci isyanı ortaya çıktıktan sonra, birbiri arkasından yeni grupların katılmasıyla süratle gelişmiş daha sonra muhtemelen şehir ve köylerden kaçıp gelenlerle kölelerin sayısı oldukça arttı. Halife ordularının siyahi birlikleri de isyancılara katıldılar ve böylece asilerin talimli asker ihtiyacını karşıladılar. Diğer taraftan yağma imkanından dolayı, komşu bedevi kabilelerin onlara destek olmasını sağladı. Bölgenin hür köyleri Zenciler'in liderlerinin tarafını tutup onu zahire bakımında desteklediler. Her ne kadar kaynaklar Ali 'nin iki kumandanından birinin değirmenci, diğerinin de şerbetçi olduğu bildirmekte iseler de şehirlerdeki gayr-ı memnunlar arasından bu hareketi destekleyenlerin bulunduğuna dair pek az işaret vardır. Zenciler'in askeri harekatı çok parlak oldu; halifenin birlikleri birbiri arkasından mağlup edildi ve böylece Zenciler yeni köleler, ganimet ve bilhassa silah ele geçirdiler. Ekim 868'da Basra'ya karşı hücuma geçtiler, fakat şehri zaptedemediler. Bu sırada Basra halkının karşı taarruzu püskürtüldü ve kısa zaman sonra Zenciler tuzlaların ortasında kuru bir bölgede el­ Muhtara adı verilen yeni bir merkez kurdular. Kaynaklarımızda onların idari yapılanmalarıyla ilgili olarak herhangi bilgi yer almamaktadır. Zenciler, 19 Haziran 870 tarihinde zengin ticari liman olan Ubulla'yı ele geçirdiler ve şehri yağma ederek halkını kılıçtan geçirdiler. Serbest bırakılan kölelerle birlikte bölgede yer alan Ahvaz şehrini zapt ettiler. Bu hareket, Abbasi devleti için ciddi bir tehlike halini aldı. Zenciler Güney Irak'ın Güneybatı İran'ın önemli bölgelerini hakimiyetleri altına aldılar, bir çok şehri zapt ettiler, merkezi eyaletin önemli şehri Basra'yı baskı altında tuttular ve Bağdat'ın güneydoğusundaki ulaşım yollarını işgal ettiler. 7 Ekim 871 tarihinde Basra'ya girdiler ve yerinde bir hareketle şehri yağmaladıktan sonra geri çekildiler. Bu arada halife ordusunu mağlup ederek 878 yılında eski ordugah şehri Vasıt'ı zapt ettiler. Ertesi yıl Basra'nın 17 mil yakınına kadar akınlarını devam ettirdiler; bu hareket onların başarılarının zirvesini teşkil eder. Halifenin kardeşi ve naibi el-Muvaffak, büyük masraflar yaparak sefer hazırlığına girişti. 881 Şubat'ına kadar Zenciler'i zapt etmiş oldukları bütün yerlerden kovdular. Onları, merkezleri el-Muhtara'ya sığınmaya mecbur etti. Zenciler'in lideri, el-Muvaffak'ın aman ve ölümüne kadar belirli para verileceği teklifini reddetti. Uzun bir muhasaradan sonra 11 Ağustos 883 tarihinde el-Muhtara teslim oldu. Aynı yılın Kasım ayında Zenciler'in lideri Ali b. Muhammed'in başı kesilerek mızrağa takılı olduğu halde Bağdat'a getirildi. Siyasi mücadelenin bitmesi, sosyal etkilerin de bitmesi anlamına gelmediği için, bu etkileri daha sonraki hareketlerde de görmekteyiz. Bunun en belirgin örneği Karmati hareketidir. Sosyal tabakalaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan zenci ayaklanması ve sonrasındaki Karmati isyanını hazırlayan sebeplerden biri de, İslam dünyasındaki şehirlerde birbirine bağlı olarak ticaret ve ticaret burjuvazisinin yükselişinin sosyo-ekonomik yapıya tesiridir. III/IX. yüzyılda burjuva sınıfına ilaveten idareci ve memurların da aynı derecede önemli bir mevkie sahip oldular. X. yüzyıldan itibaren ulema sınıfıyla birleşen askerlerin tüccar burjuvazisinden daha yüksek bir mevkii işgal etti. Karmati hareketinin İslam dünyasının diğer bölgelerinde de yankı uyandırması, Arap kitlelerin Irak, Horasan, Mısır ve Şam gibi bölgelerde arazi edinmeye başlamaları da etkili olmuştur.


Ekonomik değişiklikler halkın sosyal ve etnik grupları arasında yeni ilişkilerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Savaşçı sınıf devlet hazinesinden artık pay alamıyordu; eski imtiyazlarını kaybetti. İslam ile birlikte kabileler arasındaki çatışmalar tam anlamıyla bitmemiştir. Bunun en güzel örneği Suriye'de Kays ve Kelb kabilelerinin yapmış oldukları mücadeledir. Bu aristokrasi artık büyük bir önem taşımayan mücadele ve düşmanlıklarda, kabile fertlerine tesir edemiyordu. Böylece İslam şehri, fethedilmiş bölgelerde bir ordunun bulunduğu askeri garnizondan, içinde tüccarların ve zanaatların karşılıklı yardım ve dayanışmaya dayanan bir teşkilat kurduktan ticaret merkezi haline geldi. Toplum da oluşan iktisadi farklılaşma sosyal huzursuzluklara, muhalif hareket ve ayaklanmalara yol açmıştır. İktisadi farklılaşmanın etkileri yanında, yoksulluk ve ihtiyaç içinde olup Karmati hareketine girmekle bolluğa ve zenginliğe kavuşacaklarını düşünen grupların da isyanın yaygınlaşmasına katkıları olmuştur.



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

İslâm'da Mesih ve Mehdî

 


İslâm'da Mesîh:


İlâhi dinler birbirini takip etmekte; bir sonrakinin gelmesi ile bir öncekinin hükmü kısmen veya tamamen kalkmakta; bu dinî gelenek «İslâmî bir çizgi»de, kendi içinde tekâmül etmekte ve îslâm ile noktalanmaktadır.


Geçmişten bahseden, hal üzerinde duran ve gelecek için yol gösteren İslâm, hızla yayılıyordu. İslâm’ın yayılışını önlemeye muvaffak olamayan diğer din mensupları, kendi inançlarını muhafaza ve müdafaa durumunda kalıyorlardı. Onların din bilginleri, bu arzuyla, çeşitli vesileler bulup İslâm’a hücum ediyor ve onun kendi dinlerinden daha doğru olmadığım isbata çalışıyorlardı. Yahudilikte «Tektanrı» inancının bulunması, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İsa hakkında âyetlerin yeralması gibi husûslar çeşitli şekillerde te’vil ediliyordu. Bu te’villerde Allah’ın “Kelâm” sıfatı ile ilgili âyetler rol oynuyordu. Onlara göre Allah’ın bütün sıfatları gibi Kelâm sıfatı da kadîmdir. Bundan dolayı Allah’ın Kelâm’ı olan Kur’ân-ı Kerîm de kadîmdir. Allah’ın Kelimesi de Kelâm’ı gibi kadim olduğuna ve Kur’ân’da Hz. İsa için «Kelimetullah» denildiğine göre, o halde o da (İsa) kadîmdir, dolayısiyle İsa da Allah’tır. Çünkü ezelî ve ebedî olmak yalnız Allah’a mahsustur.


Ehl-i Kitab’ın kadîmdir dediği «Kelimetullah» lafzı ise Kur’ân’da şu şekilde geçmektedir: «Ey Ehl-i Kitap, dininizde haddi aşmayın. Allah’a karşı sadece hak olanı söyleyin. Meryemoğiu Mesih İsa, Allah’ın Resûlü ve Meryem’e bıraktığı kelimesidir. O, Allah’tan bir ruhtur. Artık Allah’a ve O’nun Resûllerine iman edin de Allah üç’tür demeyin. Bundan vazgeçmeniz sizin için daha hayırlı olur. Allah, ancak bir tek ilahtır, çocuğu olmaktan da münezzehtir...».


Bu Âyette geçen “kelime”nin, Hıristiyanların iddia ettiği gibi, kadîm olduğuna delalet eden bir işaret görülmemektedir. Ayrıca Hıristiyanlardan, Allah’a «Üçtür» demeyi bırakıp, tek ilah olduğunu ve Hz. İsa'nın Allah’ın resûlü bulunduğunu kabul etmeleri istenmektedir.


Âl-i İmrân Sûresi 45 - 46. Âyetlerinde bu husûs daha da açıklığa kavuşmaktadır: «Melekler: ‘Ey Meryem, Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Onun ismi Meryemoğlu Mesih İsa’dır. Dünyada da, âhirette de şanı yücedir, hem de Allah’a yakın olanlardandır. Beşikte iken de, yetişkin iken de insanlara konuşacak ve o, sâlihlerden olacaktır’ demişlerdir!». Meleklerin bu müjdesi, Hz. Meryem’i şaşırtmıştır. O, «Ey Rabbim, bana hiçbir kimse dokunmamışken nereden benim bir çocuğum olabilir?» demiş ve Allah da «Doğrudur, sana hiçkimse dokunmamıştır; fakat Allah dilediğini yaratır ve bir şeyi murad edince ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir» buyurmuştur.


Âyetlerde geçen «Meryemoğlu Mesîh İsa» terimindeki İsa isim, Mesih lâkabı O ve İbn Meryem (Meryemoğlu) de sıfat olarak açıklanmaktadır. Hamdi Yazır, Hıristiyanların tanrılaştırdığı ve üç şahıs dedikleri İsa’nın biri lâkab, biri isim ve biri de sıfat olmak üzere vasfı bulunduğunu; bundan dolayı onun oğul fakat «Allah’ın oğlu» değil, Meryem’in oğlu olduğunu; mübarek ve “Ruhü’l Kuds” ile müeyyed kılındığını belirtmekte ve şöyle demektedir: «İsa, Allah’tan bir kelimedir, lâkin cemi’i kelimât değildir, hem de vahid’dir, cem’i değildir. Allah’tan bir kelimeye Allah’ın bir kelimesi denebilirse de Allah denemez. İsa, bir kelime olmak üzere Allah’a mütealliktir. Bir oğul, bir veled olmak üzere ise ancak Meryem'e muzaftır»,


Hz. İsa için bir lâkab olduğu belirtilen Mesîh kelimesi Kur’ân’da hem Mesih İbn Meryem, hem Mesîh İsa İbn Meryem  ve hem de yalnız başına Mesîh şeklinde geçmektedir. Ancak, bu âyetlerin hiçbirinde, bu kelime, Yahudi ve Hıristiyanlıktaki anlamda, yani «beklenen kurtarıcı» anlamında, kullanılmamaktadır. Bu âyetlerde «Mesîh» ile Hz. İsa’nın kasdedildiği anlaşılmaktadır. Bununla beraber, Yahudilerin bekledikleri «Mesîh» ile Hıristiyanların dönüşünü bekledikleri «Mesîh» konusunda, İslâm’ın ve Müslümanların tavrı, anlayışı nasıldır? Kur’ân, Yahudi ve Hıristiyanların «Mesîh» konusundaki görüşlerine açık olarak yer vermemiştir. Buna rağmen «Mehdi» inancı ile birlikte «Mesîh» anlayışı İslâm kültüründe ve Müslümanlar arasında önemli sayılabilecek bir yer tutmaktadır.


Kur’ân’da, İsa İbn Meryem (Meryemoğlu İsa), mucizevî olarak doğmuş ve îsrailoğullarına gönderilmiş Allah’ın bir peygamberidir. O, kendinden önce gelen Tevrat’ı tasdik eden, İsrailoğullarına Kitab’ı, hikmeti, Tevrat ve încili öğretecek, onları Allah’a kul olmaya yöneltecek bir nebidir. Buna rağmen İsrailoğulları onu inkâr ederek, Hıristiyanlar da onu «Allah’ın oğlu» ve hattâ “Allah” olduğunu söyleyerek aşırılığa kaçmışlardır. Halbuki o, sadece Allah’ın bir kulu ve peygamberinden başkası değildir. Yahudiler onu yalanlamış ve “öldürdük” demişlerdir. Aslında ne öldürmüş ve ne de asmışlardır; onlara öyle görünmüştür, onlar sadece kuru bir zanna kapılmışlardır. Allah onu kendi katına ref’etmiş, yükseltmiş ve yüceltmiştir. Onun ref’inin bedenle mi, ruhla mı; beden ve ruh diri olarak mı, yoksa beden ölü, ruh diri olarak mı ref’olunduğu ve Kıyamet’ten önce dönüşü hususları oldukça kapalıdır. Bu konu, müfessirleri, ilk devirlerden beri hayli meşgul etmiş; değişik açıklama ve yorumlara götürmüştür.


İslâm bilginlerinin ve müfessirlerinin değişik yorumlara ve anlayışlara gitmesine, Kur’ân’da bu konudaki âyetlerin kapalılığı ve buna karşılık hadîslerde çeşitli şekillerde bilgilerin bulunması sebep olmuştur.

Allah, Âl-i İmrân Sûresi 55. Âyet’te şöyle buyurmaktadır: “Ey İsa! Ben, seni, eceline yetireceğim, kendime yükselteceğim (innî mütevefuke ve râü’uki ileyye), inkâr edenlerden seni tertemiz ayıracağım; sana uyanları, Kıyamet Gününe kadar, inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz Bana’dır. Ayrılığa düştüğünüz husûslarda aranızda hükmedeceğim”. Nisa Sûresi 155 - 159. âyetlerinin de bu Âyetle beraber mütalâa edilmesi, konunun bütünlüğü ve anlaşılması bakımından, gereklidir : «Sözleşmelerini bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri, ‘kalplerimiz perdelidir’ demelerinden ötürü Allah, inkârlarına karşılık, onların kalblerini mühürledi. Onun için, pek azı hariç, onlar iman etmezler. Bu, bir de inkârlarından, Meryem'e büyük bir iftirada bulunmalarından ve 'Allah’ın Resûlü Meryemoğlu İsa Mesih’i öldürdük’ demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde, doğrusu şüphededirler, bu husûstaki bilgileri ancak zanna uymaktan ibarettir, kesin olarak onu öldürmediler; bilâkis Allah onu Kendi katına yükseltti (bel rafa’ahullahu ileyhi). Kitap ehlinden, ölmeden önce, İsa’ya inanmayacak yoktur. O, -gerektiği gibi inanmadıklarından- Kıyamet Günü onların aleyhine şâhid olur.»


Allah, Hz. İsa’ya, kendini ve annesini «tanrı» edinmelerini insanlara söylemediğini ortaya koymak ve onların aşırılıklarını gösterebilmek bakımından sorular sormakta, cevaplar almakta ve doğru olanı şöylece ortaya koymaktadır: «Allah, ey Meryemoğlu İsa! Sen mi insanlara ‘Beni ve anamı Allah’tan başka iki tanrı olarak benimseyin’ dedin? İsa da ‘Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin. Sen benim içimde olan herşeyi bilirsin, fakat ben seninkini bilmem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak sensin’ demişti. «Ben onlara sadece ‘Rabbim ve Rabbınız olan Allah’a kulluk edin’ diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şâhiddim; beni öldürdüğünde (fe-lemmâ teveffeytenî) onları Sen gözlüyordun. Herşeye şâhid Şensin» (Maide, 116-117).


Yukarıdaki âyetlerde, düşmanlarının Hz. İsa’yı öldürmedikleri, Allah’ın onu kendine yükselttiği ve onların bu konuda şüpheye düştükleri; «Çarmıh» hadisesi ve dolayısiyle Hz. İsa’nın Çarmıh’ta onların elinde ölmediği ortaya konulmaktadır. Kur’ân’daki bu ifadeler, İslâm Dünyası’nda, bazı âlimlerce, Hz. İsa’nın ölmediği ve Kıyâmet’ten önce geleceği şeklinde yorumlanırken, bir kısım âlim de onun öldüğünü ve yükseltilmenin manevî olduğunu savunmuşlardır. Bu yorumlarda, Kur’ân’daki ifadelerin kapalılığı yanında, hadîslerde, onun Kıyâmet’ten önce döneceğine dair hükümlerin bulunması rol oynamış ve bundan dolayı da bazı müfessirler âyetleri o doğrultuda te’vil etme yolunu benimsemişlerdir.


Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadîste Hz. Muhammed’in (S.A.S.) şöyle dediği belirtilmektedir : «Hayatım yedinde (elinde) olan Allah’a yemin ederimki Meryemoğlu İsa, muhakkak yakında, Muhammed ümmeti arasında bir hâkîm-i âdil olarak inecektir. O, Salih’i (Haç) kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, mal çoğalacak, hattâ, hiç kimse mal kabul etmez olacaktır». Ebu Hureyre’den gelen diğer bir hadîs ise şöyledir: Meryemoğlu (İsa), gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden, namazda imamınız olduğu halde bakalım nasıl olursunuz?».


Hz. İsa’nın nuzûlü, açık olarak, Deccal’ın çıkışı ile İlgili ahâd haberlerde yeralmaktadır. Bu haberlerde; Kıyamet'in kopmasına dair on alâmet arasında Hz. Isa’nın «inişi», iniş yeri, inişinden sonraki faaliyetleri ve Deccal ile çarpışması, Hz. Muhammed’in halifesi ve bir ümmeti, olarak, Müslümanların imamı durumunda olan Mehdî’nin arkasında namaz kılışı, dünyada kalış süresi ve ölüp Hz. Muhammed’in yanına gömülmesi işlenmektedir.


Mesîh ve Deccal konusunda rivayet edilen hadîsleri destekleyen açık bir âyete Kur’ân’da rastlanmamaktadır. Bununla beraber bazı müfessirler, Nisa Sûresi’nin Âyetini delil olarak almakta, te’vil ve tefsir etmektedir. Bu Âyetin tefsiri ise şöyle iki şekilde yapılmaktadır: 1— Ehl-i Kitap’tan (Yahudi ve Hıristiyan) herkes, kendi ölümünden önce, Hz, İsa’ya iman edecektir. 2 — Hz. İsa’nın vefatından önce yeryüzüne indiği zaman iman edecektir. O zaman bütün insanlar İslâm’a nail olacak ve bir İslâm milleti halinde bulunacaklardır. Bu ölümünden önceden kasıt; Yahudilerin onu inkârdan, Hıristiyanların da ona “ulûhıyet” (tanrılık) İsnadından vazgeçmeleri, tevbe etmeleridir.


Mevdûdî, Âhir zamanda Mesih'in gökten yere inmesi meselesinin, tâ başlangıçtan bugüne kadar, Müslümanların üzerinde ittifak ettikleri bir konu olduğunu; Kitap, Sünnet ve İcma-i Ümmet’e dayandığını; her ne kadar Kur’ân onu, açık olarak, belirtmemişse de, Nisâ Âyetle ez-Zuhruf 61. Âyetinin bu meseleye işaret ettiğini ve Müfessirlerin de bu iki âyeti Mesih’in son zamanda gökten yere ineceği şeklinde yorumladıklarını ifade etmektedir. 

Mevdûdî’nin bahsettiği ikinci âyette (birinci âyet olan Nisâ 159’dan daha önce bahsedildi) şöyle denilmektedir: «O, size kıyametin kopacağını bildirir; o saatin geleceğinden şüphe etmeyin, Bana uyun. Doğru yolda budur» (ez-Zuhruf 61).


Bu Âyet de iki şekilde tefsir edilmektedir: 1 — Hz. İsa’nın inişi Âhiretin varolduğuna, 2 — Kıyamet Günü’nün yaklaştığına delil teşkil ettiğidir, Müfessirlerin büyük çoğunluğu ikinci görüşü benimsemişlerdir. Buna rağmen Mevdudî; Kur’ân’da Hz. İsa’nın inişinin açık kelimelerle belirtilmemesiyle birlikte, Kıyâmet’ten önce ineceğini işaret ettiğini; Hz. Muhammed’in 24 ashabından 75’den fazla, bu konuda, hadis rivayet edildiğini ve onların güvenilir kimseler olduğunu belirtmekte ye Peygamberin, Meryemoğlu İsa'nın Kıyâmet’ten önce yeryüzüne ineceğini haber vermesinin şüpheye yer vermeyecek kesin hususlardan bulunduğunu; ilk asırdan günümüze kadar âlimlerin, fakîhlerin, müfessirlerin ve muhaddislerin, İsa’nın Kıyâmet’ten önce yeryüzüne bir defa daha ineceği konusunda icmâ ettiklerini ve bu meselenin peygamberliğin son bulması inancı ile çelişmeyeceğini ileri sürmektedir.


Kur’ân-ı Kerîm’de, Âl-i İmrân Sûresi 55 ve Nisâ Sûresi 158. Âyetlerinde Hz. îsa’nın «ref’i konusunda da kesin bir açıklık yoktur. Bu âyetlerde, Hz. îsa’mn Çarmıhla gerilmediği veya Çarmıh’ta ölmediği, «ref» olunduğu açıktır. Ancak ref olunma hadisesinden diri olarak Allah katında bulunuyor, oradan gelecek anlamı da çıkmamaktadır. Çünkü Arapça'da “ref” kelimesi, «bir şeyi yukarıya koymak, manen yüceltmek, yükseltmek, kaldırmak» manalarına gelmektedir. Kur’ân’da, birçok âyette, «ref» ve bu kökten gelen kelimelerin de bu anlamlarda kullanıldığı dikkati çekmektedir.


Kur’ân’daki muhtelif âyetlerde «ref» kelimesi manevî yükseklik, üstünlük ifade etmektedir. «Buna rağmen bir kısım müfessirler, Hz. İsa’nın geri gelişine “ric’at” daki haberlerin gerçekleşmesini veya başka bir ifadeyle doğrulanmasını sağlamak için Nisa Sûresi’nin âyetini maddî anlamda ele almakla kalmamış, ref’e bir de ‘sema’ kelimesini ekleyerek ,İsa b. Meryem’in canlı olarak bedeniyle semaya kaldırıldığını (ref’) ve hâlen orada canlı olduğunu, ayrıca bu konuda lîl 'innî müteveffîke ve rafı’uke ileyye’ (Âli îmrân, 55) âyetindeki kelimelerde ‘takdim-te’hîr’ bulunduğunu ve böylece âyetin ‘seni Kendime kaldırıp, sonra eceline yetireceğim’ şeklinde anlaşılması gerektiğini ve ayrıca Nisa Sûresi’nin 159. âyetinde geçen ‘kable mevtihi’ (ölümünden , önce)' sözündeki ‘huva’ (o) zamirinin îsa’ya râci olduğunu, dolayısiyle de âyetin İsa’nın ölümünden önce Kitâp ehli ona inanacaktır’ anlamında açıklanmasını söylemişler ve yine ‘İnsanlarla beşikte iken de, yetişkin iken de iyilerden olarak konuşacaktır’ (Âli İmrân, 46; Maide, 110) ve ‘O, Kıyamet’in kopacağını bildirir..!’ (Zuhruf, 61) âyetlerinin de onun nuzûlu, başka bir deyişle ölmediğine birer işaret olduğunu belirtmişlerdir».


Bunun yanında, onun, yalnızca ruhunun ref’olunduğunu, manen yükseltilerek «melekût âlemi» ne kaldırıldığını ve Kıyamet’ten önce başka,  bir bedenle diriltilip gönderileceğini de söyleyenler bulunmaktadır.  Bunlar,  âyetlerde bir taskdim ve tehire lüzûm görmemekte ve gündelik dildeki anlamıyle ele alıp  manen  ref’in  söz  konusu  olduğunu  savunmaktadırlar. Bunlar, ayrıca, «kable mevtihi»deki  (ölümünden önce)  «hu»  (o)  zamirini de İsa’ya değil, Ehl-i Kitâb’a hamlederler, «Ölüm meselesinde de yalnız İsa’nın değil, bütün peygamberlerin ruhları 'hayy’dır, diridir,  canlıdır. Onların ruhlarının eceli,  ümmetlerinin ecellerine bağlıdır. Bu bakımdan Hz. İsa, Yahudilerin inkârlarından, Allah’ın Yüce Kudreti ile aşağılanmaktan kurtarılmış  ve manen yüceltilerek, Yahudilerin  çirkin isnadlarından temize çıkarılmıştır. Nitekim Hz. İsa’nın tabiî bir ölümle öldüğüne, âyetlerin açıkça buna işaret ettiğine, dilde de, Kur’ân’da da ölüm kelimesinin böyle anlaşıldığına ve Hz. İsa’nın nuzûlünün de îmanla ilgili bir husûs olmadığına, dolayısiyle İsa’nın cesedi ile semâya yükseltildiğine ve orada şu ana kadar canlı olduğuna ve âhir zamanda oradan dünyaya ineceğine dair ne Kur’ân’da ne de Resûlullahın hadîslerinde tatminkâr birşey bulunmadığı için, bu konuları inkâr eden kişinin, kesin delillerle sabit olmuş bir şeyi inkâr etmiş olmayacağına ve bu yüzden de ne dînden ne de îmândan çıkacağına dair bir fetvâ verilmiştir».


Yahudiler, gizli hileye sapıp Hz. İsa’yı öldürtmek istedikleri zaman Allah onların hilelerini boşa çıkarmış; onu Kendi katına yüceltmiş, yükseltmiştir. Öldürülen İsa’ya benzetilmiş ve onlar da o konuda şüpheye düşmüşlerdir. Öldürdüklerinin Hz. îsa olduğu husûsunda hiçbir bilgileri bulunmamakta ve sadece zanna uymaktadırlar.


Allah’ın Hz. İsa’yı Kendine yükseltmesi olayı, Yahudi ve Hıristiyanlar arasında çeşitli yorumlara ve tartışmalara yolaçmıştır. Yahudiler onun «Haç» ta öldüğüne inanırken, Hıristiyanlar da öldükten sonra dirilip taraftarlarına göründüğüne, ondan sonra Tanrı’nın yanına çıkıp sağında oturduğuna ve oradan tekrar gelip «Tanrı Kırallığı»nı kuracağına, Kıyamet’in de bundan sonra kopacağına inanmaktadır. Bu arada Müslümanlardan bir kısmı arasında da Hz. İsa’nın geleceği ve Kıyamet alâmetlerinden olan Deccâl’ı öldüreceği şeklinde bir inanç bulunmaktadır. Buna, yukarıda temas edilmiş Olan âyet ve hadîslerle Kıyamet alâmetlerinden bahseden hadîsler yolaçmıştır. Bu tür hadîslerde, dünyanın son zamanlarında Deccalın çıkacağı yeralmakta ve onunla beraber vuku bulacak şeyler zikredilmektedir.


Hadîslerde «deccal»; yalancı, hilekâr anlamında da; karıştırmak, iyiyi - kötüyü, hakkı-batılı birbirine karıştıran anlamında da kullanılmıştır. Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed’in (S.A.S.) kızı Fâtıma’nın izdivaçına talip olduğunda Peygamberimiz, ona, «Emin ol, kızımı Ali’ye vadettim; yoksa deccâl değilim» cevabını vermiştir. Müslim’in Sahîhi’nde yaralan bir hadîste, «Hemen otuz kadar yalancı deccâllar türeyip hepsi nübüvvet iddia etmedikçe Kıyamet kopmayacaktır» denilmektedir. Çünkü bu tür iddialara Hz. Muhammed'in kendi döneminde de rastlanmaktadır. O devirde, Ensâr'ın Bçnî Megâle soyundan İbni Sayyâd, nübüvvet iddiasında bulunmuş; yalancı ve karıştırıcı olmasından dolayı «Deccâl» olarak vasıflandırılmıştır. Görüldüğü gibi bu hadîslerde deccâl; yalancı, aldatıcı, riyakâr vb. anlamlarda kullanılmıştır.


Buharî ve Müslim’de Ebû Musa’dan (el-Eş’arî) rivayet edilen bir hadîste Resûl-i Ekrem şöyle buyurmaktadır: “însanlar için öyle bir zaman gelecektir ki; bir adam altın sadakayla dolaşacak da elinden o sadakayı alacak fakir bulamayacaktır. Yine o sırada kadınlar çok, erkekler az olacak; bir erkeğin himayesine kırk kadının sığındığı görülecektir”. Şârih Aynî, yeryüzünde birtakım fitneler zuhûr edip insanlar birbirini katletmeğe başladıkları sırada bu sosyal hal ve vaziyet zuhûr edecek; 'herkes yakını akrabası olan kadınlarla iffetli Müslüman kadınlarını himaye mecburiyetinde kalacak ve her erkeğin hissesine çok sayıda kadın gurubu düşecek ve bu da Kıyamet alâmetlerinden olacak, sonra İsâ, Deccâl ve küffârı katledecek, İslâm diyarında kâfir kalmayacak, şeklinde bir izahta bulunmaktadır. Bu hadîsin metninde İsâ ve Deccal lafzı geçmemektedir; ayrıca Kıyamet ile ilgili açık bir işaret de görülmemektedir. Ancak Şârih, hadîsi şerh ederken, yorum yapmaktadır.


Yine Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadîste, Hz. Muhammed’in «Mesîhî Deccâl fitnesinden Allah'a sığınırım» şeklinde, namazın sonunda, dua ettiği yeralmaktadır. Bu hadîsin izahında, Mesih’in, hem Hz. İsa'ya, hem de Deccâl’a ıtlak olunduğu; İkincisinin daima «Deccâl» kaydiyle birinciden ayrıldığı belirtilmektedir. Bunun yanında Deccâl’a Mesîh denilmesinin; ondan (deccâl’dan) hayrın silinmesi veyahut gözlerinden birinin silik olup tek gözlü, bulunmasından dolayı olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Deccâlla Mesîh’i ayıran başka bir rivayet de Müslim’de bulunmaktadır. Orada, Hz. Muhammed’in kendini Kabe yanında gördüğünü ve birisine rastladığını; ona kim olduğunu sorduğunda «Meryemoğlu Mesih», sonra sağ gözü şaşı birisiyle karşılaşıp kim olduğunu sorduğunda da «Mesih Deccâl» cevabını aldığı yeralmaktadır.


Âyet ve hadîslerde görüldüğü gibi Mesîh, iki şekilde kullanılmıştır. Biri, sıddık, takdis edilmiş vb. anlamlara gelen Mesîh; hakkı tastik edici ve doğrulayıcı olmasından dolayı Hz. İsa’ya alem olmuştur. Diğeri yalancı, karıştırıcı, hakkı batıl gibi göstermeye çalışan, sahte mesîhleri de kapsayan Mesîh olup «Deccâl» için kullanılmıştır. Birincisi, Hz. İsa’nın lâkabı ve bir vasfı olarak nitelendirilirken İkincisi, «Deccâl«ı vasıflandırır olmuştur. Bunun için biz, «Mesihlik» iddiasiyle ortaya çıkan sahte mesîhleri de «Deccâl»la aynı anlamda görüyor ve sıddik mânasında olup Hz. îsâ’ya lâkap, sıfat olmuş Mesih’ten ayırıyoruz. Özel anlamda Mesîh, Hz. îsâ’ya has bir vasıftır; îsâ’dan başka mesîhler sahte ve yalancıdır.


Âyet, hadîs ve tefsirlerde görüldüğü gibi Hz. İsa’ya Mesîh lâkabının verilmesi; onun şan ve şöhret sahibi olmasından, Allah’a yakın bulunmasından ve «ref» inden dolayıdır. Buradaki Mesîh, Yahudi ve Hıristiyanların anladığı anlamda bir «Mesîh» değildir, Hz. İsâ’ya Mesîh ünvanının verilmesi; Yahudilerin bekledikleri kurtarıcı olarak ona sarılıp hidayete ermeleri için olsa gerektir. Hz. İsa’nın şan - şöhret sahibi olması, Allah’a yakın bulunması vasfı, belki, Yahudileri, bekledikleri «kurtarıcı»ya uyması bakımından, kendisine bağlayabilirdi. Fakat bu özellikleri bile Hz. îsâ’ya Yahudileri bağlamaya yetmemiş ve onlardaki «Mesîh» beklentisini sona erdirmemiştir. Yahudiler batıl inanç ve hissî tutumlarını devam ettirmiş ve son peygamber olan Hz. Muhammed’i de kabullenmemişlerdir. Halbuki muharref olmayan Yahudilik ve Hıristiyanlıkta «son Peygamber»in geleceği bildirilmiştir. Nitekim bunun bir tezâhürü olarak, Hz. Muhammed amcası Ebû Talib ile Şam seyahatine çıktığında, Busra’da Rahip Bahira, daha önceden bildiği vasıfları sayesinde Resulullah’ı tanımış ve amcasına, Yahudilerle Hıristiyanların onu tanıyıp fenalık edebilecekleri ve bunun için Muhammed’i hemen götürmesi tavsiyesinde bulunmuştur. Ayrıca, Medine’de, ilim, fazilet ve servet sahibi Muhayrik adında bir Yahudi, İlahî Kitaplarda Âhir Zaman Nebisi’nin zikredildiğini ve Yahudilerin ona inanıp yardım etmelerinin gerektiğini söylemiştir. Yine Medine’deki Yahudiler, “Tevrat’ta yazılı olan âhir zaman Peygamberi budur” demeye başlamış; bazıları iman etmiş, bazıları da iman etmiş gözükmüş ve böylece İslâm’da bir hayli münâfik ortaya çıkmıştır. Aslında, daha önce de, Medine Yahudileri «Âhir Zaman Peygamberi»nin geleceğinden haberdârdılar. Çünkü onlar bunu bir üstünlük vasfı sayıyor ve oradaki müşrik Araplara yakında bir Peygamberin geleceğini, ona tâbi olacaklarını söylüyorlardı. Ancak böyle bir Peygamber, yani Hz. Muhammed gelip onları iman etmeye çağırdığında Yahudilerin azı hariç ona inanmamışlardır. Eğer onlar o Peygambere uymuş olsalardı, bu sonu gelmez tedirginlikten kurtulup dünyevî ve uhrevî kurtuluşa erebilirlerdi. Onlar, Hz. îsâ’yı Hz. Davud soyundan gelmedi bahanesiyle reddettikleri gibi, Hz. Muhammed’i de inatları ve ırkçılıkları uğruna kabul etmemiş; hattâ İslâm tarihi boyunca açık ve gizli düşmanlıklarını -azı hariç- devam ettirmişlerdir.


Önceki sahifelerde temas ettiğimiz, Buharî ve Müslim’de yeralan hadîste geçen salib’in (haç) kırılması, Hıristiyanlığın yürürlükten kalkacağı, domuzun öldürülüp cizyenin kaldırılması, İslâm'ın dışında kalan bütün din mensuplarına tanınan müsamahanın son bulacağı; Hz. İsa’nın âdil bir hâkim olarak inmesinin de, ona yapılan iftiraların, o yolda meydana getirilen hurafelerin kökünün kazınıp İslâm’ın her yere hâkim olması ve bütün hakikatlerin anlaşılması şeklinde te’vil edilebilmektedir.


Mevdûdî; İsa’nın bizzat kendisinin ineceği husûsunda İcmai Ümmet olduğunu; onun nüzûlünden maksadın Âhir Zaman’da bir «Deccâl»ın ortaya çıkarak kendisinin Mesîh olduğunu ilân edeceğini ve bütün Yahudilerin de ona tâbi’olup yeryüzünde fitne çıkaracaklarını ve bu fitnenin kökünü kurutup insanları «Deccâl»ın şerrinden kurtarmak üzere Allah’ın Mesih’i dünyaya göndereceğini ileri sürmektedir. O, İsâ’nın «Haç’ı kırması ve «Domuz»u öldürmesinden bahseden sözlerini bütün âlimler, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki savaşı sona erdireceği ve ikisinin tek bir millet haline geleceği şeklinde tefsir ettiklerini; «deccâl»ın ölümüyle de bütün Yahudilerin tarumar olacağı; savaş, cizye ve haracın kalkmasını ise muhaddislerin bütün milletlerin ortadan kalkıp sadece İslâm ümmetinin bakî kaldığı zaman harbin son bulacağı anlamında icma ettiklerini kaydetmektedir,


Mevdûdî; hadîslerde zikredildiğî ve İslâm âlimlerinin anladığı veçhile, Mesih’in nuzûlü inancının nübüvvetin son bulması inancıyle çelişmeyeceğini kesin olarak kabul etmek gerektiğini; hadîslerin ona yeniden iman etmeye çağırmadığını, zaten Müslümanların ona iman ettiklerini ve Deccâl’ın katledilmesinde onun Müslümanlara katılacağını; o zaman inecek olan İsâ’nın, Allah’ın bir peygamberi olarak değil, Hz. Muhammed’e ve şeriatına tâbi olarak geleceğini, yeni hükümler getirmeyeceğini, Hz. Muhammed’in getirdiği hükümlere uyarak görevini ifâ edeceğini; çünkü onun peygamberliğinin Hz. Muhammed’in gönderilmesiyle son bulduğunu savunmaktadır. Bazı İslâm bilginleri de, İsa’nın nüzulünün vuku'bulacağını, ancak bunda İslâm’a muhalif bir durum olmayacağını; onun da Hz. Muhammed’in şeriatiyle amel edeceğini ve onun ümmetinden olacağını; çünkü İsâ’nın şeriatının Hz. Muhammed’inkiyle neshedildiğini ve ancak Hz. Muhammed’in şeriatının bakî kalacağını ileri sürmektedir. Bazı bilginler ise İsâ’nın Hz. Muhammed’in halifesi olacağı kanaatindedir.


Buharî ve Müslim’de yeralan ve önceki sahifelerde zikrettiğimiz hadîslerin birincisinde Hz. Isa’nın âdil bir hâkim olarak vasıflandırılması Allah’ın adaletini hâkim kılacak, doğru yoldan sapmış olanları hakka çağıracak bir müceddid olması yönünden bir teşbih; «Domuz»u öldüreceğinden kasıt, Deccâl olsa gerektir.


İkinci hadîste de bir soru sorulmaktadır. Bu da, Müslümanların Ehl-i Kitab’ın bu hal karşısındaki tavırlarının nasıl olacağını ve Hz. İsa bile olsa doğru yolda bulunan Müslümanlara uyacağını beyan etmekle o güne kadar İsâ’yı bekleyen Hıristiyanlarla «Mesîh» beklemekte olan Yahudiler için bir tenbih, ihtar olmalıdır.


Hz. İsâ çıkacaksa, bir peygamber olması mümkün değildir; çünkü peygamberlik müessesesi Hz. Muhammed ile son bulmuştur. O halde İsa, Hz. Muhammed’in ümmetinden olacak veya, Taftazânî ve Haysemî’nin ileri sürdükleri gibi, Hz. Muhammed’in bir halifesi olacaktır. Böyle bir gelişte de fevkalede bir hal olmayacaktır. Çünkü, yerde ve gökte olanlar Allah’ın “Kûn” emriyle olduğu ve buna da inandığımıza göre, eğer Allah Hz. İsa’yı yeniden göndermek isterse bu da O’na zor değildir. Ancak onun bir “şeriat” getirmesi sözkonusu olamaz, o, İslâm ile ikmâl edilmiş, tamamlanmıştır.


İslâm Dünyasında ve Müslümanlar arasında Mesih ile beraber Mehdî inancı da yaşamaktadır. Kutluay, Yahudilikteki «Mesih’i intizâr inancı»nın Hıristiyanlıkta “İsa’nın rücu’u” inancına dönüştürüldüğünü ve bazı sapık mezhepler yoluyla İslâm Dünyası’na da «Mehdi’yi intizâr» şeklinde geçtiğini belirtmektedir, Böyle olunca İslâm’da Mehdî ve Mehdîlik üzerinde de kısaca durmamız gerekmektedir.


İslâm’da Mehdi ve Mehdîlik:


Müslümanlar arasında, «Mesîh» inancı ile beraber, «zulümle dolmuş dünyayı adaletle dolduracak» bir «Mehdî inancı» da bulunmaktadır. Ancak, Mesîh gibi, Mehdî konusunda da Kur’ân’da açık bir hüküm yoktur. Kur’ân’dan sonra, Müslümanlar yanında, ikinci derecede önemli kaynaklardan sayılan, Sahîhân denilen Buharî (256/870) ve Müslim’in (261/874) hadîs kitaplarında da Mehdiden söz edilmemektedir. Bunun yanında İmam Azam Ebu Hanife, el Eş’arî, el Maturidî ve benzeri Sünnî kelâm bilginleri de bu konuya temas etmemiş ve eserlerinde yer vermemiştir. Çünkü Mehdîlik, daha sonra, “imamet” ile ilgili ve onun bir parçası olarak ortaya çıkmıştır, Ehl-i Sünnet’e göre “imamet” inanç esaslarındân değildir. Bunun için ilkdevir eserlerinde “imamet” konusu ele alınmamıştır. Sonraları, insanlar arasında sapık inançlar ortaya çıkınca, kelâmcılar bu konulara eğilmiş; «imamet», «mehdîlik» gibi husûslara da yer vermişlerdir.


Sahîhân’da yeralmadığı halde Tirmizî, İbn Mace, Ebu Davud, İbn Hanbel gibi muhaddîslerin eserlerinde «Mehdi» konusunun işlenmesi, Müslüman halkın kültüründe «Mehdî İnanışı»nın canlı olarak yaşamasına yol açmıştır. Ancak bu tür hadîsler, çeşitli yönlerden tenkidden kurtulamamış, lehte ve aleyhte görüş beyan edenler olmuştur. İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde bunları toplamış ve değerlendirmiştir.


İbn Haldun, «bütün asırlar boyunca Müslümanlar arasında yayılan fikir ve haberlere göre Kıyamet yaklaştığında peygamberler ailesi azasından bir zât zuhur ederek dini kuvvetlendirecek, adaleti hâkim kılacak ve Müslümanlar da ona tâbiiyet edeceklerdir. Bu zât bütün İslâm yurtlarını idare ve hükmü altına alacak, bu İslahatçı ‘Mehdi’ adı ile anılacaktır. Nihayet sahîh hadiste anlatıldığı gibi... Kıyâmet’in yaklaşmasının bir alâmeti olan Deccâl zuhur edecek ve Kıyametin diğer alâmetleri de gözükecektir:' Bundan sonra İsa gökten inerek Deccâli öldürecek veyahut Mehdî’nin Deccâl’ı öldürmesine yardım edecek; İsa, Mehdî’nin arkasında namaz kılacaktır» demekte ve Mehdî’nin zuhurunu kabul eden bilginlerin bunu, hadîs üstatları tarafından rivayet edilen hadîslerden istidlâl ettiklerini; inkâr edenler ise, bazı eser ve haberlere dayanarak bu hadîsleri red ve ta’n ettiklerini belirtmektedir.


Mehdî hakkında nakledilen hadîsler lehinde ve aleyhinde olan âlimler çıkmıştır. Muhaddislerden Tirmizî, Ebu Davud, Bezzaz, İbn Mâce, Hâkim, Taberanî ve Ebu Ya’lâ Musulî; Mehdî hakkında rivayet edilen hadîsleri, bir kısım senetlerle, sahabelerden Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, Ebu Hureyre, Enes, Ebu Sâid Hudrî, Ümmi Habibe, Ümmi Seleme, Sevbân, Kurre b. lyas, Ali Hilâli ve Abdullah’ta Hâris b. Cüz’e isnad etmişlerdir. .Mehdî’nin zuhurunu kabul etmeyenler ise, bu hadîsleri inkâr etmiş; doğruluğuna tan ve itirazda bulunmuşlardır, İbn Haldun, Ebu Bekir b. Ebu Heyserne’nin, Ebu Bekir İskâfın «Feva’ldu’l-Ahbar» adlı eserinde Muhammed b, Münkedir’in Câbir’den, onun da Mâlik b. Enes’ten rivayet ettiği hadîse göre Peygamberin «Mehdî’nin zuhurunu inkâr eden kimse kâfir olur ve Deccâl’in zuhuru haberini yalanlayan kimse yalan söz söyler» dediğini; bu sözlerin ne kadar esassız ve mübalağalı olduğunu; Enes’în rivayetinin doğru olup olmadığını Allah’ın bileceğini; ayrıca hadîs imamlarının Ebu Bekir İskaf’ı hadîsler uyduran bir adam olarak tanıdıklarını kaydetmektedir.


Tirmizî ile Ebu Davud, Asım b. Ebi Necud’dan, o da Zırr b. Hubeyş’ten, o da Abdullah b. Mes’ut vasıtasiyle Peygamber'den şu hadisi naklederler: “Dünyanın ömrü bir gün kalmış olsa dahi benim evlâdımdan veyahut benim ailemden birini göndermek üzere Allah o günü uzatır. Allah’ın göndereceği bu adamın adı adıma, babasının adı benim babamın adına uygundur.” Diğer rivayetlerinde ise, «Benim aileme mensup olanlardan biri zuhur edip Arap ülkelerine sahip olmadıkça Kıyâmet kopmaz. Onun adı benim adıma uygundur». Bu iki hadîs güzel (hasen) ve sahih hadîslerden sayılmıştır. Bir kısmı, Asım’ın rivayetlerini doğru; bir kısmı onun rivayetlerinde yanılabileceğini; bir kısmı da, onun hadîslerinin zabıtsız ve hıfzının da kötü olduğunu ile sürmüşlerdir. Ebu Davud da bu hadîsi, Ali’ye dayanan bir râvî silsilesinden şöyle naklediyor: “Dünyanın sona ermesine bir gün kalmış olsa dahi Allah benim ailemden birini gönderir, o zât zulüm ile dolu olan dünyayı adaletle doldurur”. Bu râvîler arasında Kattan b. Halife de vardır.


Iclî, «Kattan’ın rivayet etiği hadîsler makbul ise de onun hadîslerinde Peygamber ailesine az çok taraftarlık gözüküyor» demektedir. îbn Mu’in de onun Şiî olduğunu; Ahmet b. Abdullah b. Yunus da ondan hiçbir şey alınmayacağını; Darekutnî ise onun rivayetlerinin delil olarak alınamayacağını; Ebu Bekir b. Ayyâs, Kattan’ın mezhebinin kötü olduğunu; Cürcânî ise, imanı bozuk olduğu için onun rivayetinin kabul edilmiyeceğini belirtmektedir.


Bu hadîslerin çeşitli şekillerde rivayet edildiği görülüyor. Ancak öz hepsinde hemen hemen aynıdır. Zulümle dolmuş dünyayı adaletle dolduracak birisidir. Bazı rivayetlerde Mehdî; peygamber soyundan gelecek; beş, yedi yahut dokuz yıl yaşayacakdır. Bir başka rivayette, Tirmizî, Mehdi’nin avuç avuç para dağıtacağını belirtiyor ve bu hadîsin hasen olduğunu, amel edilebileceğini kaydediyor. Tirmizî bu hadîsin, Müslim’in Câbir’den naklettiği “Ümmetimin hayatının son günlerinde biri halifelik eder, o halife mal ve paraları avuç avuç verir, servet çok olduğu için para ve malını saymaz.” hadîsinin tefsiri mahiyetinde olabileceğini belirtiyor, İbni Said’in rivayetinde ise bu hadîs, «Sizin halifeleriniz arasında mal ve paraları avuç avuç (saymadan) veren bir halife gelir» şeklindedir. Müslim’in rivayetlerinde Mehdî lâfzı geçmiyor, Mal bolluğu ve kimsenin mal, para kabul etmez olacağı ile ilgili hadîsler Buhari’nin Sahih’leri arasında, Kıyamet alâmetleri ile ilgili olarak zikredilmektedir. Burada da Mehdî lâfzı geçmemektedir. Buhari şârihleri, Hz. Ömer’in tedbirleri neticesinde Hz. Osman devrinde bu halin görüldüğünü kaydetmektedir.


Mehdî ve onun dünyanın sonu geldiğinde zuhuruna dair rivayet edilen hadîslerin azı müstesna hepsi tenkid edilmektedir. Mehdî’nin zuhurunu inkâr edenler, Hasan Basrî'nin şu hadîsini de delil olarak alırlar: «İsa b. Meryem müstesna olmak üzere Mehdî yoktur». Bu hadîsi Hasan Basri'den rivayet eden Muhammed b. Halid Cendi’nin güvenilir olduğunu söyleyenler, yanında, onun kimliğinin bilinmediğini de ileri sürenler vardır. Bundan başka «îsa b. Meryem’den başka Mehdi yoktur» hadîsi, «İsa’dan başka beşikte iken konuşan yoktur» şeklinde açıklanarak Mehdi beşik anlamına hamledilmiştir. îbn Haldun, bu tür açıklama ile Mehdî’nin geleceği yolunun kesilmek istendiğini; ancak Cüraye (Cüreyc) hadisesinde çocuğun konuşması gibi harikalarla bu görüşün reddedildiğini belirtmektedir.


Sufilerden Mehdî hakkında en çok söz söyleyen zât, Muhiddin İbn Arabî ile îbn Kissı olmuştur. Bunlar, azgınlık ve kötülük çağından sonra hakikat ve hidayet yolunun peygamberler tarafından aydınlatıldığını; Peygamberliğin arkasından halifelik, halifeliğin arkasından hükümdarlığın geldiğini, velayetle Fatıma evlâdından zuhur edecek kimseye, onun arkasından Deccâl’ın hurucuna ve bunu küfür çağının takip edeceğine işaret ederler. M. İbn Arabî, «Anka-î Mağrib» adlı eserinde, dünyanın sonu geldiğinde zuhur edecek olan Mehdi’yi “Hatemü’l-Evliya = Velîlerin sonuncusu” adı ile anmış; Mehdî’nin Fatıma evlâdından olduğunu, Cümel hesabına göre 683 hicri yılında zuhur edeceğini söylemiş; fakat bu çağ gelip geçtiği halde Mehdî zuhur etmeyince, onu doğum yılına hamlederek, 710 hicri de zuhur edeceğini ve 26 yaşında olacağını ileri sürmüştür. Kindî de, «Ebced hesabı» ile Deccâl’in 743’de çıkacağını, İsa’nın da hicrî 698’de gökten yere ineceğini iddia etmiştir.


Şiî fırkaları bu hususta rivayet edilen hadîsleri delil olarak kabul ederek «İmamet» ve «Halifeliğin», Peygamber ailesine döneceğini beklerler. îmamiyye ve Rafızıler, bu delillerden hareketle, Ali’nin Ebu Bekir ve Ömer’den daha faziletli olduğunu; Peygamber’in «İmamet»i Ali’ye vasiyet etmiş bulunduğunu; Ebu Bekir ve Ömer’den bezmelerinin bu delillere dayandığını; îsmailiyye de «hulûl» tarikiyle «İmam» ın ulûhiyetini iddia ederler. Bunlardan bazıları ruhun tenasühü (ölen İmam’ın ruhunun imam olacak zâta intikali) yoluyla ölen İmam’ın dirileceği; bazıları da ölmüş olan imamın «ric’at»ını beklerler.


İsnaaşeriyye (12 İmama inananlar); Onikinci İmam Muhammed bin Asker’i Mehdî lâkabiyle anar ve onun annesiyle Hille’de bir bodrumda gizlendiğine, zamanın sonu geldiğinde, dünyayı adaletle doldurmak için geleceğine inanır. Bunlar, bugüne kadar, bodrumun kapısına gelip onu çıkmaya çağırır, o çıkmayınca çağırmayı ikinci güne bırakıp dağılırlar.


Ehl-i Sünnet’e göre Yahudiliğini devam ettiren Abdullah b. Sebe (Sevda), Tevrat’taki velâyet doktrinini ve daha ilerisini söyleyerek, Müslümanların dinini ifsada çalışmış; Yahudilerin ve Hıristiyanların İsa’nın katli konusundaki görüşlerini Hz. Ali için kullanmış grubu Mehdî’nin, Ali b. Ebi Talib’den başkası olmadığını savunmuştur.


Şiî fırkalarından «Gulat» adını alanlar, daha ileri giderek, imamların ilâhlığına kail olmuştur. Bundan dolayı «Mehdî» iddiasıyle çok sayıda kimse ortaya çıkmıştır. Hattâ bazıları, Mehdî olduklarını ilân ederek ortaya çıkıp, etraflarına inanan bir zümre toplamış; fakat öldükten sonra bu gürûh dağılmış ve böylece de hedeflerine ulaşamadıkları görülmüştür. Her yüzyılda haber verilen Mehdî’nin kendisi olduğu iddiası ile ortaya çıkan insanların sayısı da az olmamıştır.


Bir kısım araştırıcı, Şia gruplarınca inanılan «Mehdî-i Muntazar» fikrinin Yahudilikteki «Mesîh-i Muntazar» fikrinden alındığı kanaatindedir. Yine Şiî-Bâtınî bir mezhep olduğu kabul edilen Babaîliğin kurucusu kendinin beklenen «Mehdî»; Kadiyanîliğin kurucusu Mirza Gulam Ahmed de kendisinin «Mehdî-Mesîh» olduğunu iddia ve ilân etmiştir.


Yaşar Kutluay, Mehdî konusunda şöyle diyor:


‘Kurtaran', ‘Hidayete erdiren’ gibi anlamları olan Mehdî müessesesi bilhassa Şiî mezheplerinde çok yer tutmaktadır. Bir liderin önderliğinde isyana girişen bir mezhep, başarı kazanamayıp liderini kaybedince hemen onun ölmediğini, bunun görünüşte bir ölüm olduğunu ileri sürüp, tekrar rücuûnu beklemektedir. Başlangıçtan sona kadar bu akide bütün Şiî mezheplerinde bulunmaktadır. Aynı tarihî maceraları geçiren haricîlerin bazı kollarında, îsmailîlerde ve hattâ Sûnnîlerde Mehdi görüş ve rivayetlerine rastlanır.


Hıristiyanlık ve Yahudilikteki Mesîh ve mesîhlerin ric’atlerini intizar görüş ve akideleri ile Mehdî akideleri arasında bir bağ bulunup bulunmadığı üzerinde durmaya lüzum görmüyoruz. Her iki cephede de İçtimaî şartların tesiriyle aynı yola gidildiği şeklindeki görüş kabul edilmiş görülmektedir. Tatmin olunmayan, başarı kazanamayan kitleler, ümmetlerini böyle bir ideale bağlamakta olabilirler. Gerçek ne olursa olsun, müstakbel bir kurtarıcı fikri cemaatler arasında daima yaşayagelmiştir. Bu fikirden hareket ile son yüzyıl içerisinde iki büyük hareket meydana gelmiştir. Bunlar önce Bahaîlik (1817-1892), az sonra da Ahmedilik (Kadiyânilik, 1835 1908) hareketleridir.


Şehristanî, Şia’nın Galiye grubuna dahil olanların “İmam”ları konusunda çok aşırı gittiklerini; bazan Yaratan’ı yaratığa, bazan da yaratığı (imam’ları) Yaratan’a benzettiklerini kaydediyor ve şöyle diyor : «Onların bu görüşlerinin kaynağı; Hulûliye, Tenasûhîye, Yahudi ve Hıristiyan inançlarıdır. Çühkü Yahudiler, Yaratan'ı yaratığa; Hıristiyanlar da yaratığı Yaratan’a benzetmişlerdir. İşte bu benzetmeler, Şia’nın aşırılarının zihinlerine yer etmiş ve bununla da ‘îmam’larına tanrılık isnadına varmışlardır».


İbn Haldun'un Mukaddime’sini tercüme eden Z. Kadrî Ugan, eklediği notta (Halifelik’le ilgili 77. not) şöyle diyor : «... Şiilik, İslâmlığın düşmanı ve İslâm’a kin besleyen yahut ancak hayatın icabı olarak îslâmlığı kabul eden Zerdüşt, Yahudi, Hıristiyan ve Brahman gibilerin ata ve babalarının dini öğretilerini İslâmlığa sokmak ve karıştırmak isteyenlerin bir sığınağı olmuştur». Devammda o, Kur’ân tefsirleri ve hadîsler aracına Tevrat, İncil ve Talmut gibi İsrailiyât unsurlarının karıştırıldığını; Şiîlikteki Ali’ye «İlâhlık» isnadı, İmamların öldükten sonra dirilmeleri veya kimseye görünmeden yaşamaları; Yahudilerin pek cüz’i azap göreceklerine inandıkları gibi, Şiîlerin de Şiî olanların cüz’î bir azap göreceğine inanmaları; Peygamberliğin arkasının kesilmemesi gibi inançların Yahudilikten Şiîliğe geçtiğini kaydediyor. Ruhların tenasühü, Tanrı’ya cismanî vasılların isnadı, Tanrı’nın insanlara hulûlü gibi Brahman ve Mecusî akidelerinin hep Şiîlikte görüldüğü; İmam’ın Tanrı’ya nisbetinin, Hıristiyanlıktaki İsa’nın Tanrı’ya lüsbeti şeklinde Şiîlik inancı arasına sokulduğu ve pek çok müsteşrik, Şiî akidesinin temelinin Yahudilik (Vellihausen’e göre); Fars akideleri (Dozi’ye göre) olarak gösterdiğini ileri sürdüklerine de yer verilmektedir.


Keskioğlu da, «Mehdîlik nazariyesi, Yahudilikten gelmedir. Nüzûl-î İsa akidesine de benzer» demektedir.

O, bu hususta, hiç bir âyet bulunmadığı gibi, sahîh hiçbir hadîsin de olmadığını; halbuki şimdiye kadar yüzlerce Mehdî türediğini ve İslâm’ın başına belâ kesildiğini; bu hususu da Ömer Seyfettin’in (Mehdi) adlı hikâyesinde güzel işlediğini kaydetmektedir.


Muhsin Abdülhamid; bu fikrin esas ve kökleri itibariyle şark inançlarından, Hıristiyanlıktan ve bilhassa Yahudilikten İslâm toplumuna intikal etmiş olan ric’at (geri dönüş) fikrine dayandığını; bu fikri Abdullah b. Sebe’nin terennüm ettiğini ve Hz. Muhammed’e tatbik ettiğini belirtmektedir. Şiîlerin maruz kaldığı haksızlıkların, kendilerinde intikam hisleri doğurduğunu ve bu esnada zihinlerine Mehdîlik fikrinin yerleştiğini; Kur’an’da Mehdî’nin geleceğiyle ilgili âyet bulamayınca hadîse sığınmak zorunda kaldıklarını; bu yüzden birçok hadîs uydurup cemiyete yaydıklarını ileri sürmektedir.


H. 910'da ölen, kendisini Mehdî olarak ilân eden birisi ile ilgili Mezhep imamları ve bazı âlimler görüş beyân ederek onun sahte, asılsız ve bâtıl olduğuna dair fetvalar vermişlerdir. Ancak, bu âlimler, Âhır-Zaman’da bir Mehdî’nin çıkacağını kabul eder görünüyorlar.


Muhamrned Tanci; Şiîlerin, Mehdî meselesini siyasî bir hareket olarak aldıklarını; Mehdî’nin Ehl-i Beyt’ten olacağını söyledikten sonra, Ehli Sünnet tarafından zorla zaptedilmiş Hilâfet’i, onlardan kurtararak Ehl-i Beyt’e iade edeceğini iddia ettiklerini; Ehl-i Sünnet ise Mehdî’nin, hidâyet etmek, doğru yolu göstermek fiiliyle ilgili olduğundan, bu vasıfları taşıyan her Müslüman âliminin Mehdî olabileceğini; müceddidlerin de insanları din üzere doğru yola götürdükleri, iyiyi ve güzeli tavsiye ettikleri için birer «Mehdî» olabilecekleri görüşüne sahip olduklarını ifade etmektedir.


Bu husûsu, insanın bir zaafı olarak gören Gövsa şöyle diyor : «Gaibden haberler beklemek ve harikuladeliklere ihtimal vermek, insanların umumî bir zaafıdır. İslâm avamı arasında da Mehdî ve Deccâl inanışları buna benzer. Mehdî, kurtarıcı ve doğru yolu gösterici bir timsal, Deccâl ise, dünyayı karıştıracak, alt -üst edecek bir tiptir ve İkincisi güya Kıyâmet’e yakın zamanlarda zuhur edecek ve îsa, gökyüzünden inip onu öldürerek, insanları, onun şerrinden kurtaracaktır. Bu tarzdaki müphem rivayetler ve inanışlar bazı devirlerde hâdiselerin ilkasile (zorlamasiyle) yahut maddî ihtiyaçların tazyiki ile ve bilhassa cehaletin ve esrarengiz meselelerle uğraşmanın fazlalığı nisbetinde, kuvvet kazanmıştır».


İbn Haldun; bu hususta bir gerçek kabul edip kat’î bir hüküm verecek bir şey varsa, o da; gerek dine davetin ve gerek devletin ancak kudretli ve şevketli bir asabiyyet sayesinde yayılacağı ve kurulabileceği; bu asabiyyetin o din ve devleti üstün kılmak için çalışması, karşı koymak isteyenleri defetmesi ve Tanrı'nın iradesi yerini buluncaya kadar bu şekilde hareket etmesinin lâzım geldiğini belirtiyor ve ahmak tabiatlı, tecrübesiz, kendilerini doğru yola sevkedecek akıl ve bilgileri olmayan kimselerin ancak Fatıma neslindenim deyip ortaya çıkanların davetlerine uyduklarını, bu hâlin, Arapların göçebelik devrinde yollarının kesilmesi, yağma edilmeleri ve dinî bilgilerinin eksikliğinden ileri geldiğini ifade ediyor.


Mehdi ile ilgili hadîsler iki grupta mütalâa edilmektedir:


1 — Metninde, Mehdî kelimesi geçen hadîsler.

2 — Metninde, Mehdî ismi geçmeksizin, sadece âdil bir halifenin zuhur edeceğini haber veren hadîsler.


Muhaddisler, âdil halifeden maksadın «Mehdî» olduğu görüşündedirler.


Bazı hadislerde Mehdî’nin Ehli Beyt’ten, Fatıma evladından olacağı işlendiğinden dolayı bu hadisler çeşitli şüphelere ve tenkidlere yolaçmıştır. Bununla beraber Mehdîlik, daha ziyade, Şia’nın inanç akideleri arasında yer almakta ve inanç esaslarının kilit taşlarından birini oluşturmaktadır. Bunlarda Ali neslinden bir Mehdî, Yahudilerin Davud soyundan bir Mesih beklemeleri akidelerine çok benzemektedir. Bu da, yukarıda görüş beyan eden âlimlerin Şiîlik'in, Yahudiliğin tesirinde kaldığı görüşlerini kuvvetlendirmektedir. Çünkü İslâm’a giren Yahudiler, eski inançlarından getirdikleri an’anelerini, çeşitli kisveler altında, özellikle bu akidelerine imkân veren olaylardan istifade ederek yerleştirmiştir. Ancak bu inançlar, diğer Ehl-i Sünnet’ten olan halk arasına da girmiştir. Mehdi; hidayete erdiren, doğru yolu gösteren anlamındadır. Böyle olunca her müceddid, bir Mehdî'dir. Ayrı bir vasıfta Mehdî beklemek ve her mehdiyim diyene inanmak çeşitli huzursuzluklara yol açar ve açmıştır. Çünkü, hayli kimse “Mehdiyim” deyip ortaya çıkmıştır. Eğer bu Kıyamet alâmeti olarak kabul edilse idi, şimdiye kadar çok kıyametler kopardı. Kıyâmet’in ne zaman kopacağını ancak Allah’ın bileceği ve Hz, Muhammed’in Son Peygamber olduğu ve O’ndan sonra Peygamber gelmiyeceği beyan duyurulmaktadır. Böyle olunca; «Peygamberim» iddiasıyla ortaya çıkanların yalancı olduğu da bilinmektedir.


İslâm Ansiklopedisi’nde, Şiîlerle Sünnîler arasındaki mühim bir nokta şöyle ifade ediliyor; Mehdîlik mes'elesi, Şiî itikadının esası bir kısmını teşkil ettiği halde, Sünnî itikadında öyle değildir. Her Sünnî Müslüman, Kıyâmet hakkında düşüncelerinin bir noktası olarak, dini yeniden kuracak bir kimse olacağını kabul eder, fakat buna Mehdî denileceğini kabul etmez. İki Sahîh’in hiç birisinde (Müslim ve Buhari’de) ‘Mehdî’ bahis mevzuu edilmez. Aynı şekilde, Sünnî kelâm âlimleri bundan bahsetmezler.

M. Abdülhamid, bu hususta şöyle görüş beyan etmektedir; «Bu itikadî mes’ele, İslâm toplumunun ve bütün insanlığın varlığı ile ilgilidir. Hakikatte hiç bir kıymet ifade etmeyen ve inanç gerektirmeyen zannî haberlere dayandırılması da mümkün değildir. Bu haberlerin bir an için sahîh olduğunu düşünsek bile Kur’-ân-ı Kerîm her ana mes’elede gerekli açıklığı getirmiş ve kat’î sözü söylemiştir. Çok önemli bir itikadî mevzu olmasına rağmen Kur’ânı Kerîm’de buna dair bir haberin bulunmayışı, meselenin bâtıl olduğuna ve yokluğuna kuvvetli ve yeter bir delildir».


Bazı kaynaklar, Yahudilikteki Mesîh inancı ile İslâm’daki Mehdî inancını aynı görmüş olmalı ki, Mesih’ten ve Kabbala’dan bahsederken Mehdîlikten bahsediyorlar.


Hıristiyan an’ânesine göre, İsa’nın doğuşunda, mensup olduğu ailede, doğduğu memlekette ve ölümünde; Mukaddes Kitapların haber verdikleri bütün şartlar tahakkuk etmiştir. Fakat Yahudiler, İsa’yı Mesîh olarak kabul etmedikleri için, asırlarca «Mesîh»! beklemişlerdir. Onlar, vatanlarını kaybettikten sonra, gelecek Mesih’in kendilerine vatanlarını iade edeceğini ve onun başkanlığında devletlerini kuracaklarını ümit etmiş; Mesih’i yalnız bir Peygamber olarak değil, aynı zamanda (Hz.) Davut soyundan bir kral olarak, büyük bir devlet kuracak ve bütün dünyaya Yahudiliğin hükümran olmasını sağlayacak yüce bir kişi olarak görmüşlerdir. Dinler Tarihi, eski milletlerin hepsinde buna benzer inançların yaşadığını kaydetmektedir. Bu inançla, hemen hemen her yüzyılda mesîhlik iddiasında bulunan kişiler zuhur etmiştir. Hz. îsa, Allah katından bir Mesih olarak gelip, memleketler fethedecek bir ordu getirmeyince, Yahudiler onun mesîhliğine inanmadı ve onu öldürmek için tuzaklar kurdular. O günden bu tarafa Yahudiler, kendilerine va'dedilen Mesih'in gelişini beklemektedirler. Kitapları da, onun getireceği altın çağın renkli hülyaları ile doludur. Yahudilerce Tanrı'nın devleti MESÎH’le kurulacaktır. Bu gelecek Mesih, Hz. Davud’un tahtı üzerinde oturacak, adaleti sağlayacak, kurt kuzu ile, kaplan oğlakla, buzağı arslanla bir arada olacak ve İsrail’in sürgünlerini de Mesih toplayacaktır.


Yahudiler arasında, her memlekette, her devirde, Mesihlik iddia eden kimseler çıkmış ve taraftar bulmuştur. Hâlâ da bu görüş yaşamakta ve taraftar bulmaya devam etmektedir. İşte bunlardan biri SABATAY SEVİ’dir.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır.

Japonya'nın Yükselişi

 


1900'lerde Japonya sanayileşmiş bir dünya gücü haline geldi. 1920'lerde dünyanın üçüncü büyük ordusu olarak modern bir kara ve deniz gücüne kavuşmuştu. Bu yeni güçlenme ona Çin (Birinci Çin- Japon Savaşı, 1894-1895) ve Rusya (Rus-Japon Savaşı 1904-1905) karşısında zaferler sağladı. Ayrıca Tayvan (1895) ve Kore'yi (1910) işgal etti.

Daha sonraları Japonya giderek artan bir biçimde yayılmacı ve militarist   politikalar   izledi.   Çin' i   ve   Uzakdoğu 'yu   ele   geçirmeyi amaçlıyordu. Böylece kaynakları sınırlı olan Japonya'nın kalkınması için hayati önem taşıyan hammadde kaynaklarını ve piyasaları kontrol altına almış olacaktı. Japonların müttefiklerin safında yer aldığı I. Dünya Savaşı Japonlara topraklarını genişletme imkanı sundu (Kuzey Pasifik'teki Alman   adalarını ele   geçirmişti).   Kuzeydoğu   Çin'deki Mançurya üzerinde önemli bir etkileri vardı. Buradaki kömür ve demir kaynaklarını kontrol etmeyi amaçlıyorlardı. 1931 yılında Japon güçleri Mançurya'nın başkenti Mukden' i ele geçirdiler. 1932 yılında kukla Manchukuko devleti kuruldu (imparator  Puyi  göstermelik bir hükümdar olarak devletin başına geçirildi).

1937 yılında Japonya, Çin'in diğer bölgelerini ele geçirdi.  Bu durum ikinci Çin-Japon Savaşı'nı (1937-1945) tetikledi. 1938'in sonlarına doğru Japonya Kuzey Çin'i ele geçirmişti. Sangay, Nankin, Guangzhou ve Hankou Japonya kontrolündeydi. Nankin Saldırısında 100 bin sivil Japon güçleri tarafından öldürülmüştü. 1939'da savaş çıkmaza girmişti. Japon güçleri Sensi'deki komünist güçleri yenemiyordu. 1940 yılında Japonya Fransız Hindiçini'ni işgal etti. 1941 yılında Pearl Harbor'daki Amerikan deniz üssüne saldırdı. Böylece II. Dünya Savaşı'na girmiş oldu. Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atılması ve Japonya'nın 1945 yılında kayıtsız şartsız teslim olmasının   ardından, Japon güçleri Çin'den çekildiler. Japon imparatorluğu eski kolonilerinin bağımsızlığını sağlayan müttefikler tarafından büyük ölçüde ortadan kaldırıldı.


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak