3 Şubat 2023 Cuma

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-10 “Hindistan” Râmâyana

 

VI. Bölüm


(Kosala halkı Sitâ’nın erdemini yeniden sorgular ve Râma onu sürgüne mahkûm eder. Sitâ sürgünde Râma'nın ikiz oğullarını doğurur. Valmıki onlara Râmâyana'yı öğretir. Râma bu öyküyü duyup oğullarıyla karşılaşınca Sita'yı geri getirir ve onun saflığının yeniden sınanmasını ister. Ancak Sitâ, anası Toprak Anaya döner. Bin yıl daha hüküm sürdükten sonra Râma ve erkek kardeşleri, Vişnu olarak cennete dönerler.)



Râma'nın on bin yıllık hükümdarlığının sonunda Sitâ hamile kaldı ve bilge adamların kutsal Ganj Nehri boyundaki inziva yerini ziyaret etmek istedi. Bu yolculuğa başlamadan bir gece önce Râma arkadaşlarına ve danışmanlarına sordu: "Halkım, erkek kardeşlerim, Sitâ ve benim hakkımda ne söylüyorlar?"


Biri yanıt verdi: "Sizin maymunlarla dostluğunuzu ve Rakşasa ve Râvana'yı ele geçirişinizi takdirle karşılıyorlar."


"Bütün söyledikleri bu kadar olamaz" dedi Râma. "Başka bir şey söylemiyorlar mı?"


Bu kez bir başkası yanıtladı: "Madem ısrar ediyorsunuz, bilmeniz gerekir ki, sizin Sîta'yı Râvana ile Lanka'da yaşadıktan sonra geri getirmenizi doğru bulmuyorlar. Kralları bunu yaptığı için kendilerinin de kanlarının uygunsuz davranışlarını kabul etmek zorunda kalacaklarını düşünüyorlar."


Râma'nın kalbi kederle doldu. Arkadaşlarını gönderdikten sonra erkek kardeşlerini çağırdı. Onlara ağlayarak neler duyduğunu anlattı. "Kalbim Sitâ'nın saflığından kuşku duymuyor, o saflığını ateşle kanıtladı. Ancak halkım beni, sadık karımı ikinci kez reddetmeye zorluyor. Bir kral, adına gölge düşerse saltanatını sürdüremez."


"Bu nedenle" diye devam etti Râma, "senin Lakşmana, Sitâ'yı Valmıki'nin Ganj Nehri kıyısındaki inzivasına sanki onun isteğini yerine getiriyormuş gibi götürmeni istiyorum. Ancak sonra onu orada bırakman gerekiyor."


Lakşmana, Sitâ'yı Valmîki'ye götürüp ona Râma'nın durumunu anlatınca, Sîtâ şöyle söyledi: "Geçmiş yaşamımda öyle büyük günahlar işlemiş olmalıyım ki, masum olmama rağmen bu şekilde ikinci kez cezalandırılıyorum. Eğer Râma'nın çocuğunu taşımasaydım, kendimi Ganj Nehri'ne atardım."


"Râma'ya şu mesajı götür" diye devam etti Sîtâ. "Her zaman olduğu gibi dharmaya daima sadık kalacağım. Koşullar ne olursa olsun, kocama bir kadının en derin bağlılığıyla hizmet etmeye devam edeceğim. Sürgünü kabulleniyorum, ancak bu kötü ünüm nedeniyle yas içindeyim."


Lakşmana, Râma'ya Sîtâ'nın mesajını götürdü. Sonra şöyle dedi: "Yapmak zorunda kaldığın şey için kederlenme. Hepimiz yaşamın bize getirdiklerini kabullenmek zorundayız Gelişmenin olduğu yerde çürüme vardır, doğumun olduğu yerde ölümün olduğu gibi. Zenginliğin olduğu yerde yoksulluk vardır. Arkadaşlık ve sevginin olduğu yerde ayrılık vardır."


Bir zaman sonra Sîtâ ikiz oğullarını doğurdu ve çocuklar ormanda anneleri ve kutsal münzeviler arasında büyüdüler. Münzevi Valmıki, onlara bilgelik ve ezberden okuma becerisi kazandırdı. Daha sonra onlara Râmâyana'yı söylemeyi öğretti.


Vaimıki, Râma'nın öyküsünü biliyordu, çünkü yıllar önce bir gün büyük bilge adam Narada'ya şöyle sormuştu: "Bu dünya da mükemmel bir doğruluğa ve cesarete sahip bir adam yaşıyor mu?" Narada şöyle yanıt vermişti: "Râma böyle bir adamdır. Sana onu anlatacağım."


Bundan kısa bir süre sonra dünyanın büyükbabası ve yaratıcısı Brahma, Valmîki'ye göründü ve şöyle dedi: "Senin yaşantını izledim. Düşüncelerin ve hareketlerin senin bilge ve şefkatli bir adam olduğunu gösterdi bana. Bu nedenle Râma'nın öyküsünü güzel dizelere dökmek ve gerçeği baştan sona açığa çıkarmak için seni seçtim."


Brahma devam etti: "Emin ol ki sen, insan doğasını anlama yeteneğine ve şiir yazma sanatına sahipsin. Râma hakkında daha fazla bilmek istediğin her şeyi keşfetmene ben yardımcı olacağım. Karla kaplı tepeler, Toprak Ana'nın üzerinde yükselmeye, pırıltılı denizler onun sahillerini yıkamaya devam ettiği sürece, senin Ramayana'n kuşaktan kuşağa aktarılacaktır." Bu sözleri söyledikten sonra Brahma kayboldu.


Valmîki derin düşüncelere dalmış otururken, Râma'nın yaşamındaki insanlar, zihninde canlandı ve öykülerini anlattılar. Kutsal adam onların sözlerini ve hareketlerini dizelere döktü. Râmayana’yı Râma'nın oğullarına ve Sîtâ'ya böylece öğretebildi.


Yalnız ve mutsuz geçen pek çok yılın ardından Râma kutsal at kurbanı düzenlemeye karar verdi. Atın özgürlük içinde dolaştığı yıl boyunca yoksullara armağanlar dağıttı, ihtiyacı olanlara giyecek, açlara yiyecek ve içecek, zayıf ve yaşlılara barınak, yetimlere altın ve ev verdi. Bütün halkıyla birlikte maymunları ve Rakşasa kralı Vibhişana'yı son törene davet etti.


Zamanı geldiğinde Valmîki, Râma'nın oğullarıyla geldi. Onların Râmâyana'yı baştan sona kadar söylemelerini istedi; her gün sabahtan akşama kadar beş yüz kantodan ikisini ezbere söyleyeceklerdi. "Kendi şanssızlıklarınızdan söz etmeyin" diye uyardı Valmîki. "Eğer Râma size ana babanızı sorarsa, ona benim sizin öğretmeniniz ve babanız olduğumu söyleyin."


Çocuklar, şarkıyı dinleyen herkesi büyülediler. İnsanlar birbirlerine onların ne kadar Râma'ya benzediklerini fısıldadılar. Günler geçip çocuklar gösterilerine devam ettikçe, Râma onların kendi oğulları olduğunu anladı. Valmlki'yi yanına çağırıp şöyle dedi: "Sitâ'yı yanımda görmeyi çok özledim, aşkımızı hiç unutmadım. Onun bir araya toplanmış konuklar önünde bir kez daha saflığını kanıtlamasına izin verelim. Böyleca tacımı ve krallığımı yine benimle paylaşsın."


Sîtâ Ayodhya'ya geldiğinde, Râma şöyle dedi: "Tatlı, fedakâr, sadık Sîtâ. Dünyanın senin erdemini bir kez daha görmesine izin ver. Senin saflığını hiç sorgulamadım. Halkımı memnun etmek için seni sürgüne göndermemi bağışla. Bu utanç verici bir hareket ve hataydı, ancak bu söylenceyi bastıracak başka bir yol bulamadım."


Sîtâ toplanan kalabalığa şöyle bir baktı. Kocasını ve kralını gördü, bir yıldız kadar parlaktı. Sonra münzevi-ozan olarak gösteri yapan oğullarını gördü, iki ay gibi ışık saçıyorlardı. Birçok diyarın krallarını ve gökteki tanrıları gördü. "Kaç kez saflığımı kanıtlamak zorunda kalacağım" diye sordu kendi kendine. "Ben Râma'nın kraliçesi, Toprak Ana'nın ve büyük bir kralın kızıyım. Artık bu yaşamı geride bırakıp dünyayı terk etmenin zamanı geldi."


Sonra Sîtâ üzüntüyle şöyle seslendi: "Eğer düşüncelerim ve hareketlerim doğduğum günden beri safsa ve eğer ben kocama olan bağlılığım ve sorumluluğumda dharmayâ sadık kalabilmişsem, sana sesleniyorum Toprak Ana, çocuğunu geri al. Hayatımdaki acıya ve yaşamımdaki utanca bir son ver ve bana sahip çık."


Kalabalığın şaşkın bakışları arasında toprak açıldı ve derinliklerinden ölüler diyarının yılanlarının taşıdığı bir altın taht yükseldi, yapraklarla çevrelenmiş bir gül tomurcuğuna benziyordu. Toprak Ana erdemli kızını kucaklamak ve onu kendi tahtının üzerine yerleştirmek için şefkatli kollarını uzattı. Sonra ana, kızı ve taht, toprağın derinlerine indiler ve toprak üzerlerine kapandı.

Râma bu görüntüyü acı ve kızgınlık içinde izledi. Sonra büyükbaba ve yaratıcı Brama göründü ve şöyle dedi: "Râma, Sîtâ ve kendin için yas tutma. Sîtâ saf ve masumdur ve onun ödülü anasına kavuşmak oldu. Unutma ki sen büyük kral Vişnu'sun. Sîtâ'yla bir kez daha göklerde bir araya geleceksin ve o senin karın Lakşmi olacak. Valmîki'nin öyküsünün sonu, sana geleceğinin ne olacağını gösterecek."


Râma mutsuz bir şekilde bin yıl daha hükümdarlığını sürdürdü. Zanaatkarlarına Sîtâ'nın altın bir heykelini yaptırdı ve onu hep yanında sakladı. Krallığı bu dönemde zenginleşti.


Bir gün Zaman'ın hayali Râma'nın sarayına geldi ve Râma'ya şöyle dedi: "Râma olarak dünyada on bir bin yıldır hüküm sürüyorsun. Büyükbaba sana şunu sormak için beni yolladı. Ölümlülere hükümdarlığa devam etmek mi istiyorsun yoksa yeniden bütün tanrılara hükümdarlık etmeye hazır mısın?"

Râma yanıt verdi: "Cennetteki tanrıların arasındaki yerime dönmeye hazırım."


Râma dünyadan ayrılacağını ve cennete döneceğini ilan edince; erkek kardeşleri tahtlarını oğullarına bırakarak ona katıldılar. Maymunlar kralı Sugriva da onlara katıldı. "Nereye giderseniz gidin, ben de sizi izleyeceğim" dedi.


Râma, Hanuman dışında onlarla gelmeyi tercih eden bütün maymunlara izin verdi. "Uzun zaman önce benden istediğin bağışı anımsıyor musun?" diye sordu Hanuman'a. "İnsanlar benim gerçekleştirdiğim şeyleri konuşmaya devam ettiği sürece dünyada yaşamayı istemiştin. Bu nedenle burada sonsuza kadar yaşayacaksın. Mutlu olmanı dilerim."


Veda törenlerini, Rakşasa kralı Vibhişana düzenledi. Râma'nın erkek kardeşleri, karıları, danışmanları, uşakları, Ayodhya ve Rakşasa'nın bütün ahalisi, maymunlar, ayılar ve kuşlar bir araya toplandığında, Brahma yüz bin arabayla dünyada göründü. Tanrıların kralı indra sadık kalabalığa gülümsedi. Onların üzerlerine bir tomurcuk sağanağı ve göklerden büyük bir çiçek yağmuru yağdırdı.


Brahma heyecanla bağırdı: "Hey, Vişnu, dünyadaki canlıların koruyucusu. Cennete nasıl istersen o şekilde gir."

Râma ve erkek kardeşleri cennete Vişnu olarak girdiler ve bütün tanrılar sevinçle onları karşılayıp önlerinde eğildiler. Sonra Vişnu şöyle dedi: "Brahma, burada toplanan herkes beni izlemek istiyor, çünkü beni seviyorlar. Benimle kalabilmek için, dünyadaki yaşamlarından vazgeçiyorlar. Bunun için, onların her birine cennette yer ver."


Rivayete göre, Râma'yı izleyenler tanrısal biçimler aldılar ve şu anda cennette yaşıyorlar.

Valmîki tarafından yaratılan, büyükbaba ve yaratıcı Brahma tarafından onurlandırılan Ramâyana böylece sona erer. Onu ezbere söyleyenler inek ve altınla ödüllendirilir. Onu duyan veya okuyanlar bütün günahlarından arınır, uzun ve onurlu bir yaşamları olur. Hem dünyada hem cennette çocuklarının ve torunlarının hayır dualarının keyfini yaşarlar. 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Mardin Ulu Camii

 


2 Şubat 2023 Perşembe

Gündelik Hayatımızda Sağlık-2

 


Lokman Ruhu


Prusya kralı Friedrich Wilhelm’in özel doktoru olan Avusturyalı Friedrich Hoffmann (1660-1742) “Gövdede suyun azlığı kronik, çokluğu akut hastalıklara yol açar, birinci durumda kuvvetlendirici tonikler, ikinci durum da yatıştırıcılar verilmeli” teziyle tıpta organizm olarak bilinen okulun kurucusu olmuştu. Doktorun Hoffmann anodyne veya liquerd’Hoffmann adıyla hazırladığı ilaç İstanbul eczacılarının hazırlayıp Lokman ruhu adıyla sattıkları ilk ilaçlardandır. Lokman ruhunun eter olduğu belirtilmektedir.


Eterin iki anlamı vardır. Bir oksijen atomuna iki hidrokarbon kökünün bağlandığı organik bileşiklerin genel adıdır. Tıpta özellikle etil eter anestezik olarak, kimya alanında çeşitli bileşimleri çözücü olarak ve zehirli olanlar böcek öldürmekte kullanılır. İkinci anlamı ilk çağlardan beri bilim dünyasını meşgul eden ve Doğuda esir olarak adlandırılan, uzay boşluğunu doldurduğuna inanılan esnek maddedir. Einstein’ın 1905’de açıkladığı özel görelilik kuramı ile esirin anlamı kalmamıştır.


Çin’de İS 3. yüzyılda şarapla karıştırılarak kullanılan anestezik ot Mandragora officinarum (mandrake, adamotu) zaman içinde unutulmuş, İS 1300’lerde Çinli coğrafyacı Çou Mi, Moğol göçebeler arasında otun kullanıldığını şaşkınlıkla görmüş, 1313’de Nan-fang Üniversitesi’nde doktor Weii-lin anesteziyi Çin tıp dünyasına tekrar sokmuştur. 1805’de Japon doktor Hanaoka Seişu’nun mandrake kullanarak yaptığı göğüs kanseri ameliyatından bir kuşak sonra 1846’da Boston’da yapılan bir tümör ameliyatında Dr. William Thomas Morton’un kloroform eteri anestezik olarak kullanması, modern anestezinin başlangıcı sayılmaktadır, ilk mezununu 1843 yılında veren Tıbhane’de aynı yöntemle anestezi yapılması da, bu gelişmelerin yakından izlenmesiyle, 1847-48 öğrenim döneminde olmuştur.


Adı Kuran’da geçen, kendisine atfedilen Kitab’ül-hikmet, Hükmet'ül-Lokman gibi kitaplar halen halk hekimleri tarafından kullanılan, yedi kartal ömrü (560 yıl) yaşayıp, yedinci kartalı ölünce kendisinin de öldüğüne ve bu arada bitkilerle konuşup hangisinin hangi derde deva olduğunu öğrenip, ölümsüzlük ilacını da bulan ama ilacın nasıl yapıldığını yazdığı kâğıdı Misis Köprüsü’nde sulara kaptırdığına inanılan Lokman Hekim’in adının böyle bir ilaca verilmesi de ayrı bir buluştur.



Kinin


“Çeltikçi ağalar tenezzühe biner/Tarlayı seyredip şehire döner/Ummet-i Muhammed sararıp söner/Kalmıyor millet, kırılıyor Paşam”; Kozanlı Durmuş İsmet İnönü’ye sıtmadan böyle şikâyet ediyordu. Anadolu’nun çeşitli bölgeleri sıtma yatağıydı. Çukurova’ya zorla iskân edilen Türkmenler sıtmadan kırıldığı gibi, Kafkasya’dan göç etmek zorunda kalan Çerkesler de yerleştikleri sıtma bölgelerinde büyük kayıplar vermişlerdi. Halk arasında azılı suçluların hükümet tarafından sıtma yatağı Çarşamba’ya kasten sürüldüğü söyleniyordu. Birinci Dünya Savaşı’na kadar üç yüz yıl süreyle sıtmaya karşı tek ilaç kınakına alkaloidi olan kinindi (Fransızca quinine).


Kininin hammaddesi kınakına Peru ve Bolivya kökenli bir bitkidir. 1513 yılında Avrupa’ya getirilmiştir. Sıtmaya karşı kullanılışının İtalyan buluşu olduğu ve ilacın yapılışının uzun yıllar sır olarak saklandığı, XIV. Louis’nin (hükümdarlığı: 1643-1715) bu sırrı öğrenerek insanlık yararına açıkladığı anlatılır. 17. yüzyıldan itibaren kullanımı yaygınlaşan kınakına bulunması zor bir bitkiyken, 1884 yılından beri Hollandalıların gayreti ile sömürgeleri Doğu Hint Adaları’nda üretilmeye ve Avrupa’ya önemli bölümü buradan getirtilmeye başlanmıştır. Bursalı hekim Ali Münşi (öl. 1733) Avrupa kaynaklarından yararlanarak kınakınanın tıbbi özellikleri hakkında bir risale hazırlamıştır.


1940lı yıllarda dünyada 800 milyon sıtma hastası bulunduğu ve 40 milyonunun öldüğü bildirildiğine göre, sıtmanın yakın yıllara kadar büyük afetler arasında olduğu anlaşılır. 29 Mart 1913’de ‘Sıtmalı Mahallerde Fukara Ahaliye ve Zürraa Meccanen Kinin Tevzii Hakkında Nizamname’ çıkarılmışsa da, Birinci Dünya Savaşı yıllarında sıtma Osmanlı ülkesinde iyice yayılmış, Mütareke döneminde işgalci ordu subaylarının köylülere dağıttığı kinin tek çare olmuştur.

Sıtmayla savaş 1925’de başlatıldı; 1926’da beş bölge halinde 1.454 köy, 1945’de yirmi bölgede 4614 köy tarandı, illerde sıtma savaş başkanlıkları kuruldu ve 1957’ye kadar 16934 köyde DDT ile sıtma mücadelesi verildi. Böylece genç kuşaklar için zamanın edebiyatında sık kullanılan kinin gibi acı, sıtmalı gibi titremek, sıtma görmemiş ses benzetmeleri anlamını yitirdi.


Sentetik bir böcek ilacı olan DDT ilk kez 1874’de üretilmiş olmasına karşın 1939’a kadar böcek öldürücü özelliği keşfedilememiştir, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra tarım zararlıları kadar veba, tifüs, sıtma gibi hastalık taşıyıcı bit, pire, sivrisineğe karşı da etkili olduğu anlaşılmış ve kullanımı yaygınlaşmıştır. Böceklerin çoğu DDT ’ye karşı hızla bağışıklık kazandığı gibi, böcekleri yiyen hayvanlarda zehirlenmelere yol açması nedeniyle 1960’lardan sonra itibarını yitiren DDT ’nin kullanımı sınırlandırılmış veya yasaklanmıştır.



Öksürük Şurubu


Öksürükle mücadelenin iki yöntemi vardır; beyne etki eden narkotik kodeinler ve gırtlağa etki eden şekerlemeler.

Şekerlemeler IÖ 1000 yılından beri Eski Mısır’dan başlayarak öksürüğe karşı kullanılmıştır. Mısır’da o zaman şeker olmadığı için bal ve çeşitli otlar kullanılmıştır. Tarih boyunca iklime ve bitki örtüsüne göre nane, okaliptüs yağı, kavkas (bir adıyla köpekayası) gibi birçok bitkiden yararlanılmıştır.


Öksürüğe karşı kullanılan morfin Almanya’da 1805’de olgunlaşmamış haşhaş tomurcuklarından elde edilmiştir. 1898’de kimyagerler morfinin türevi olan eroini bulmuşlardır. İkisi de öksürüğe karşı yaygın biçimde kullanılmış ve rahatça satılmıştır. 1903’de tıbbın nefes açıcı son buluşu olarak gliko-eroinin reklamı yapılmaktadır.


Morfin ve eroinin bağımlılık yarattığı ve nefes almayı engellediği görülünce, kullanımlarına sınırlamalar getirildi ve ciddi sorunlarda daha zayıf bir morfin türevi olan kodein kullanılmaya başlandı.



Vazelin



Vazelin ham petrolden elde edilen ve 31 °C ’de eriyen bir çeşit mineral yağdır. Tıpta pansuman malzemesi olarak kullanılır, merhemlere ve kozmetik ürünlere, parlatıcı, yağlayıcı ve pas önleyicilere de katılır.

Brooklynli (New York) kimyager Robert Augustus Chesebrough, karosen ticareti yaparken, Pennsylvania’da bulunan petrol yüzünden iflasın eşiğine gelmiştir. 1859’da yeni arayışlar için bölgeye giden Chesebrough, kuyu açan işçilerden ayaklarına yapışan parafin benzeri maddeyi öğrenir, işçiler pompalarını tıkayan bu maddeden şikâyet ederken, kesik ve yanıklarının iyileşmesini hızlandırdığını da söylemişlerdir. Chesebrough Brooklyn’e kavanozlara bu maddeden doldurarak döner, aylarca bu maddeyi ayrıştırmaya çalışarak ‘petrol jeli' adını verir ve kendi gövdesinde yaptığı deneylerden sonra iyileştirici etkisine tanık olur. 1870’de ‘Vazelin Petrol Jeli’ni piyasaya verir.


Vazelin adının, laboratuvarında kullandığı karısının çiçek vazolarından (vase) ve zamanın moda ilaç eki line’den veya Almanca su anlamındaki Wasser ile Yunanca zeytinyağı oleon’dan geldiği iddia edilmiştir.


Vazelini köylere kadar götürerek bedava dağıtan Chesebrough bir buçuk yıl içinde büyük başarı elde eder ve on iki atlı arabalı dağıtıcı istihdam edecek duruma gelir. Ev kadınları vazelinin ahşap mobilyayı koruduğundan, çiftçiler açık havada bırakılan makinelerin paslanmasını önlediğinden, kurumuş derileri canlandırdığından, boyacılar döşemeye sıçrayan boyaları söktüğünden, eczacılar kendi merhem ve kozmetiklerine kattıklarından, vazelinden çok memnundurlar. Vazelin hastanelerin ve evlerdeki ecza dolaplarının standart ilacı olduğu gibi, araba akülerinin paslanmasına karşı sanayinin vazgeçilmez maddesi olmuştur; uzun mesafe yüzücüleri, kayakçılar gövde ve vücutlarına, rugbiciler eldivenlerine vazelin sürmektedirler.


Amazon yerlileri vazelini mutfak yağı olarak kullanıp ekmeklerine sürdükleri gibi, Chesebrough da günde bir kaşık vazelin yerdi ve uzun yaşamasını ona borçlu olduğunu söylerdi. 1933’de doksan altı yaşında öldü.




Viks


Gövdenin ısısıyla buharlaşan Viks, içindeki kimyasallarla kapanan bronşları açtığı gibi, temas yoluyla kan dolaşımını da hızlandırır. Viks’in 1905’de üretilmesine iki madde katkıda bulunmuştur; Vazelin üretilen petrol jeli de Ben-Gay adıyla ABD piyasasına giren yakı. Adını Fransız Jules Bengue’den alan Ben-Gay, mentolün ısı üretici etkisiyle gut, romatoid artrit ve nevraljiye karşı kullanılmakta, üşütmelerde sinüsleri açtığı da söylenmektedir.

Kayınbiraderi Joshua Vick’in eczanesinde iş hayatına başlayan ve Viks araştırmalarını onun laboratuvarında yapan Lunsford Richardson, mentol ve petrol jelini temel alarak hazırladığı buğuya ad olarak onun soyadını seçti. Göğüs ve baş şikâyetlerinde lapa ve yakıdan başka çare bilinmiyordu. Beş bin yıldır Ortadoğu’da kullanılan nane ve hardal yakıları çoğu hastada deri rahatsızlıklarına yol açıyordu. Difteri hastalarına tavsiye edilen sıcak su buğusu ise, 1900'lü yıllarda su ısıtma tekniklerinin de sınırlı oluşu nedeniyle, aşırı sıcağın yarattığı olumsuzluklara yol açmaktaydı. Bu olumsuzlukları ortadan kaldıran Viks kısa sürede tüm dünyaya yayıldı.



Aspirin


Söğüt kabuğundan elde edilen toz çağlar boyunca kullanılmıştı, fakat bu toz aspirinle akraba salisilik bileşeni içerirken, mide bozuklukları ve kanamalara da yol açabiliyordu.


Aspirin adı verilen salisilik asiti 1853 yılında Alsaslı Charles Frederick von Gerhardt buldu, fakat bu buluş kırk yıl süreyle unutuldu.


1893 yılında Bayer firmasında çalışan Felix Hoffman, babasının romatizma ağrılarına karşı her türlü çareye başvurmuş, sonunda salisilik asiti denemeye karar vermişti. Fakat insan yapımı salisilik asit beklenmedik biçimde babasına çok iyi gelince, Bayer şirketi harekete geçti. ‘Spiraea ulmaria’dan üretilmesine karar verilen ilaca asetil’in a’sı, spiraea’nın spir’i ve o zaman ilaç adlarında âdet olduğu üzere -in eki takılarak Aspirin adı konuldu. 1899’da piyasaya toz, 1915’de hap olarak çıktı.


1919 Versailles Anlaşması ile Müttefikler İngiltere, Fransa, Rusya ve ABD Alman ilaç patentleriyle birlikte Aspirin’in patentini de savaş tazminatı olarak aldılar. 192l ’de ilaç firmaları Aspirin üretimi nedeniyle mahkemelik olduklarında, patente bağlı olmadığı kararı alındı. Eczacı Şakir İsmet Somer 1931 yılında kurduğu laboratuvarında ürettiği ilk müstahzar ilacına Asabrin adını vermişti. İlk soyadını Bayer olarak alan Şakir İsmet Bey Bayer firmasıyla mahkemelik oldu, hem ilacı hem soyadını kaybetti.



Antibiyotikler


Antibiyotikler bakteri ve mantarların kendilerini korumak için ürettikleri maddelerdir. Dr. Alexander Fleming (1881-1955) 1928 yılında stafilokok kültürü üstüne düşen küf mantarının bakterinin gelişimini engelleyen bir etki yaptığını gözlemledi; mantarın ‘Penicillum notatum’ olduğunu saptayarak bu maddeye penicilline adını verdi. Aynı ilkeden yararlanarak yara üstlerine lapa hazırlamak yüzlerce yıldan beri kullanılan bir yön temdir. 1877’de Louis Pasteur ile Jules-François Joubert şarbona yol açan bakterinin içinde mikroorganizmalar bulunan idrarda üreyemediğini saptamışlardı.


Penisilinin tedavi sahasına girmesi 1943 yılını buldu. Aynı yıllarda antibiyotiğin babası olarak bilinen Waksman streptomisin üstünde çalışıyordu. Dünyanın çeşitli yerlerinden getirilen 100.000 toprak örneği üstünde yapılan araştırmayla Terramycin 1950’de keşfedildi.


Bir canlının başka canlıyı yok etmesi anlamındaki antibiyoz sözcüğünden adını alan antibiyotiklerin kültürü yapıldığı gibi, sentetik olarak da üretilmeye başlandı. Enfeksiyonlu hastalıklar nedeniyle ölümü büyük ölçüde azalttılar. Fakat temel ilkesi hastalık yapan bakteriye karşı etkili, ama yan etki yapmayacak cins ve dozu almakken, en çok satan ilaçlar arasına giren antibiyotikler bağışıklık sistemi düşünülmeden kullanılır oldu. II. Mahmud ve Abdülmecid dönemlerinde hekimbaşılık yapan ve reisülulema unvanı verilen Abdülhak Molla’nın, bugün de deyimleşip kullanılan “Ne aransa bulunur/Derde devadan gayri” beytiyle kendi ecza dolabını anlattığı söylenir; antibiyotiğin bu tarz kullanımı evleri ilaç deposuna çevirmiştir.


1967 yılında DEVA ile ortaklık kuran 7 ilaç şirketi ANSA Antibiyotik ve İlaç Hammaddeleri Sanayi A.Ş.’ni oluşturarak Türkiye’de antibiyotik üretimine başladılar.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-1

 Kavramsal-Tarihsel Analiz


Karmati veya çoğul olarak Karamita, İsma'iliyye'nin dallarından birine verilen isimdir. Bu kavram Kufe'nin Sevad'ında bir İsma'ili lider olan Hamdan Karmat'ın taraftarlarına verildi. Karmat, Hamdan'ın lakabı idi. Karmat kelimesinin kökeniyle ilgili bilgiler kaynaklarda değişik manalar içermektedir. Onun kaynağı hakkında tarihçiler, mezhep tarihçileri, herezioğafiler (milel ve nihaller) ve coğafyacılar arasında bitmez tükenmez tartışmalar yapılmıştır. Kaynaklarımızda kısa bacaklı, kırmızı gözlü veya kırmızı derili adam, hatta Hamdan'a ait bir buffalo'nun adı olarak değişik şekillerde açıklanır.


Karmat'ın asıl adı Aş'as oğlu Hamdan'dır. Kendisi ve ayakları kısa olması dolayısıyla adımlarını sık attığından ona Karmat lakabı verilmiştir. Karmati kelimesi Arami dilinde "Gizli Öğretmen" manasma gelmektedir. İbn Esir, Kufe'li köylü Hamdan'ın kan kırmızı gözlere sahip olduğundan kendisine Kermite lakabı verilmiş olduğunu belirtir. Kermite, Nebati dilinde kırmızı göz anlamına gelir. Bağdadi,  Hamdan Karmat yazısını yengeç gibi karmakarışık yazdığı için bu lakabın verildiğini belirtir.


Arap ve Avrupalı modem tarihçiler de Karmat kelimesinin kaynağı için değişik anlamlar vermişlerdir. Massignon, bu kelimenin Vasıt'ın yerel Arami diyalektinden almış olduğunu iddia eder. İvanow ise, bu kelimenin kökenini Aşağı Mezopotamya'da aramaktadır. Bu bölgede Karmitha veya Kannutha olarak kullanıldığını belirtirler. Kelime tarım işçisi veya basit bir köylüyü ifade eder. De Goeje, kelimenin başlangıçta Kennitha olarak kullanıldığını daha sonra yumuşatılarak Kannath olarak telaffuz edildiğini belirtir. Güvenilir dilbilimci İbn Ma'zur, çoğul olan Karamita ile tekil Karmati kelimelerinin aynı olduğunu ve farklı bir ırk olduğunu vurgulayacak kadar genişletir. 255 yılında Nubialar ve Faratiyyeler ile birlikte bir zenci isyanını destekleyen bir grup olarak Karmatiyyun ismini kaynaklarda görmekteyiz. Bu düşünceyi hem Kannatiyyun hem de Nubialar Sudan'dan gruplar olarak düşünen Makdisi, bu düşünceyi daha ileri bir noktaya götürür. Bu manalar üzerine odaklanan Shaban, Karmata'nın bir ırk olduğunu ifade eder. Shaban, Karmatileri, Çad ve Trablusşam arasında en kısa kuzey-güney kervan yolundaki orta yol, eski Libya limanı Garama ile ilişkilendirir. Shaban, Batı ile Doğu Afrika'yı birbirine bağlayan değişik ticaret yollarını tanımlar. Daha sonra da Kızıldeniz'den Arabistan'a ve Körfez Garama'yı Karmati ile ilişkilendirmeye devam eder. Shaban, Arap ticaretinin gelişmiş olduğu yerlerdeki sakinleriyle ilişki kurar. Ona göre, Afrika'nın doğu kıyısında Kızıl denizin doğusunda çok önemli bir liman olan ve Cidde 'ye paralel olarak Ayd Hab gibi inşaat merkezleri inşa edilerek birçok tüccarlar oraya yerleştiler ve nüfusun önemli bölümünü oluşturdular. İlk açıklama olarak Shaban, Afrika hakkındaki bilgisi ve körfeze yerleşenler rivayeti açık değildir. İkinci açıklama olarak zenci isyanıyla bağlantılı bahsedilen Nubialar ve Zaghavalar ile ilişkilidir. Afrika kökenli bu insanlar ticaret için bu sahadan gelmiş olabilirler. Daha sonra Afrika ticaretinden daha fazla faydalanmak için Körfeze gelmişlerdir. Shaban, Nuhianlar ve Zaghavalara benzeyen Afrika'dan insanların Karmati olduğunu düşünür ve onları Garama ile ilişkilendirir. Özellikle bu bölgedeki ve Bahreyn'deki Karmatiler'in, zenci isyanının kalıntıları olduğu kesindir, Ayrıca Karmatiler veya Karamita kelimesinin Arapça kaynaklı bir kelime olduğunu da belirtmiştir. Görüldüğü gibi Karmati kelimesinin kökeni ile ilgili değerlendirmeler farklıdır. Bu değerlendirmelerin birçoğunun doğruluk payı vardır. Çünkü Karmati hareketine katılan gruplar homojen bir yapı içermemektedir. Karmati daileri merkezi idareden memnun olmayan bütün grupları saflarına çekmek istemiş olmaları hareketin tabanın farklı unsurlara dayanmasına neden olmuştur. Karmati kavramını ve Karmatilere katılan grupları bire indirmek ve yalnızca bir bölgeye veya bir gruba odaklamak Karmatilerin yayılma politikalarıyla da örtüşmemektedir. Karmati kelimesinin dar manada, bir isim olarak zenci kölelerin isyanından sonra 264/877'den itibaren Aşağı Mezopotamya'da esrara müptela olan bir nevi iştirakiyye esasına göre teşekkül eden asi Arap ve Nabati topluluklarına verilmekteydi.


Son dönem İsma'ili araştırmacılarından Farhad Daftary ise, Karmati kavramının Abdullah el-Mehdi'nin imamlık iddiası ile ortaya çıkmasından sonra ortaya çıktığını ifade etmektedir. Ona göre, İsma'ili hareketi 286/899'da büyük bir ayrılıkla bölünmüştür. Hareketin merkezi lideri ve Fatımi devletinin kurucusu olarak kabul edilen Abdullah el-Mehdi'nin kendisinin Muhammed b. İsmail'den sonra İsma'ili hareketinin gerçek lideri olduğu iddiasıyla bölünmüştür. İmamlık öğretisindeki bu reform girişimini kabul eden lsma'illler, Fatımi İsma'ilileri; kabul etmeyen Irak'taki İsma'ili dai olan Hamdan Karmat'ın taraftarları ise Karmanler olarak adlandırılmıştır. Karmatiler Abdullah el-Mehdi'nin açıklamalarını reddettiler ve Muhammed b. İsmail'in mehdiliği inancını sürdürdüler. Bundan böyle, Karmati terimi Abdullah el-Mehdi'nin ve atalarının ve Fatımi hanedanlığındaki taraftarların imamlığını kabul etmeyen muhalif İsma'ililer için kullandı. Başlangıçta Bahreyn, Irak, Suriye, Horasan ve Semerkant bölgesinde oturan İsma'ililer Karmati grubu içinde değerlendirilmektedir. Geniş manada ise, Karmat tabiri IX-XII. asırlar arasında İslam alemini sarsan eşitlik esasına dayanan geniş bir içtimai ıslahat ve adalet hareketini ifade eder. Karmatilerin Zenci isyanıyla bağlantılarının olduğu kesindir. Zenci isyanının bastırılmasından sonra ve Mu'tedid'in halifeliği döneminde Kufe Sevad'ında idareciler, Karmati hareketi hakkında bilgi edinmek istemiş olmasına rağmen hareketin bu dönemden önce başlamış olduğu muhakkaktır. Kaynaklarımızda, 269/882 yılında Ahmed el-Tai tarafından bozguna uğratılan, bütün malları ve toprakları alınan el-Heysem el-İcli'yi Karmati faaliyetlerinin tehlikesinin farkına varan ilk kişi olarak görmekteyiz. Karmatilerin tehlikesinin farkına varan el­ Heysem, Karmati liderini tutuklar. Fakat Karmati lideri gizemli bir şekilde kaçmayı başarır. Bu rivayet 270/883 'te Zencilerin liderinin ölümünden önce Kufe Sevadındaki ordularda birçok taraftarı olan Karmati hareketi ve liderinin olduğunu çıkarabiliriz. Bu rivayete göre Karmat, merkezi hükümete karşı Zenci isyanına katılmak istemişti. Fakat zenci lideri ile bir anlaşmaya varamadıkları için isyana katılmadılar.



Buna göre, Karmati hareketi ya Zenci isyanıyla çağdaştır, ya da zenci isyanı öncesi köklerinin olduğu da ihtimal dahilindedir. Ama şu da bir gerçektir ki, Karmatiler, zenci isyanına hareket olarak ittifak kurmak istemişlerdir. İki grup arasında antlaşma olmayınca muhtemelen bireysel olarak bazı Karmati mensupları zenci isyanını desteklemiştir. Kaynaklarda belirtilen iki hareketin ittifak yapma teşebbüslerinin olduğu, her iki hareketin de temel hedefi merkezi hükümeti yıkmak olmasına karşın, çok farklı yollarla bunu gerçekleştirmeye çalıştırmışlardır. Bu farklılıkları destekleyicilerin mahiyetinde, organizasyonunda ve ideolojisinde görmek mümkündür. Zenci isyanlarının sebebi ticaret idi. Onlar, Basra'nın ticaret zenginliğine dayanmıştı. Bu destek iyi organize olmuş bir ordu ve donanmaya müsaade etti. Bu da merkezi hükümetin askeri güçlerine karşı yaklaşık 15 yıl koyabilecek gücü sağlamış oldu. Halbuki ilk dönem Karmati hareketinin ise, ticaret ile ilgisi olmamıştır. Zaten hareketin başlamış olduğu muhit olan Kufe Sevad'ı kırsal bir bölge idi. Bu nedenle Karmatiler'e katılanlar daha çok ziraat ile uğraşan köylüler idi. Zaten Karmati hareketini yaygınlaştıran dailer bu bölge köylülerinin torunları idiler. Karmati hareketini destekleyicileri arasında Sudan veya zencilerin olduğu görüşü tam olarak benimsenmeyeceği ortaya çıkmış olmaktadır. Bu gruplardan da bir kısım insanlar Karmati hareketini desteklememiş olabilirler. Ancak Karmati hareketi bölgedeki bazı Arap kabileleri arasında da destek bulmuştur. Amir b. Sa'sa federasyonundan Benu Ukayl'ın Benu Kannat ismini gösteren önemli bir rivayet vardır. Aslında Benu Ukayl aşiretinin Karmati hareketinin ilk görüldüğü Kufe Sevadında rolü açık değildir. Fakat Bahreyn'deki Karmati hareketini oluşturan güçte çabası vardır. Hatta Karmati hareketinin ordusunu kumanda eden Beni Ukayliler olmuştur. Makrizi'ye göre, Hamdan Karmat'ın ana desteği Kufe Sevadında oturan farklı Arap kabilelerinden gelmiştir. Makrizi bir adım daha ileri giderek Hamdan b. el-Aş'as'ın da bu Arap kabilesinde olduğunu belirtir.




Karmati Hareketinin Önceki Akımlarla Bağlantısı


İslam toplumunda, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Ali'nin meşru halife olarak kabul edilmesini hareket noktası addeden, birbirinden çok farklı İslami mezheplerin büyük bir zümresi için kullanılan müşterek bir isim olarak Şia kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Şii müellifleri, Şia'yı Hz. Peygamber döneminde vucud bulmuş bir fırka olduğu intibaını uyandırmak istemelerine rağmen, Şiilik; Hz. Peygamber dönemi şöyle dursun Hz. Ali'nin ve hatta oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin zamanında bir fırka haline gelmiş değildir. Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilmesi toplum üzerinde sadece maddi sonuçlar vermemiş, aynı zamanda hatıralar yoluyla insanlar üzerinde psikolojik tesirler bırakmıştır. Şiiliğin üzerine oturduğu zemin de zamanla değişmiştir. Başlangıçta Arap zemine oturmuş sosyal taban olarak eşraf; daha sonra Mevali harekete sokulmuştur. Halk tabakaları ile bağlantı kurulduktan sonra Şia yavaş yavaş Arap zemininden kaymıştır. Şia'nın yapı itibariyle şekil değiştirmesi farklı cografyalar ve toplumlarda değişik şekillerde tezahür etmesine neden olmuştur. Bu farklı tezahürlerin içeriğine baktığımızda temel inanışlardaki ihtilaf Şia'nın zamanla fırkalara ve şubelere ayrılmasına neden olmuştur. Konumuz olan Karmatiliğin Şia ile ilişkisinin olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Karmatiliğin bağlantılı olduğu Batıniyye veya İsma'iliyye fırkasının da Şianın çizgisinde olduğu unutulmamalıdır. Karmatilerin ortaya çıkışından önce Ortadoğu'da Şii mezhepler farklı ve çok sayıda idi. Bu gruplar merkezi hükümete muhalefetten ve imamın Peygamber ailesinden seçilmesinin zorunluluğunu ifade ettiler. Özellikle nassların zahiri manalarını kabul etmeyen gerçek anlamlarını ancak Tanrı ile ilişki kurabilen "masum imamın bilebileceği'' temel görüşünü savunan fırkalara ad olarak Batıniyye denilmiştir. Bu adla anılan hareketler İslam dünyasını yalnızca fikirleri ile meşgul etmediler aynı zamanda terörist faaliyetleriyle halkı bezdirdiler.


Hattabiyye


Hamdan'ın hareketinden önce ve sırasında birçok değişik Şii mezhebi vardı. Bu gruplar merkezi hükümete muhalefetten ve imamın Peygamber ailesinden seçilmesinin zorunluluğuna inanmışlardı. Bu gruplardan birisi de Hattabiyye'dir. Sünni ve on iki imamcı Şii kaynakları ilk Batıni (esoterik) hareketini başlatan ve İsma'ili inancın kurucularından biri olarak Ebu'l Hattab'ın ismini vermektedirler. Bu açıdan isma'ili öğreti ile Ebu'l Hattab'ın öğretmiş olduğu doktrin arasında benzerlikler vardır. Fakat sadece aşamalarında bir sınırlama vardır. Kurucusu olan Ebu'l Hattab, Muhammed b. Ebu Zeyneb Miktas el-Esedi el Kufı el-Ecda olarak bilinir ve Ebu İsmail olarak da anılmaktadır. Beni Esed kabilesinin azatlı bir mevlası olup Kufe'de yetişmiş ve faaliyetlerini de burada sürdürrnüştür. Ebu'l Hattab'ın Muhammed el-Bakır ve Cafer es-Saddık'la iyi münasebetler kurduğu, Cafer es-Sıddık'ın vasisi sıfatıyla ondan İsm-i Azam'ı ögrendiğini iddia eden, daha sonra Horasan'da Ebu Müslimi Horasani tarafından öldürülen Abdullah b. Muaviye'nin Kufe'ye dönen taraftarlarını (Cenahiyye) kendi başkanlığında toplatarak, diğer taraftarlarıyla birlikte yeni bir gali fırka örgütledi. Hattabiye fırkasının tarihi ilgili bilgiler, Vali İsa b. Musa'nın, Abbasi halifesi Mansur'a durumu bildirmesi üzerine başlar. Bu aşamadan sonra Kufe valisi İsa b. Musa tarafından, izlenilmiş ve yenilgiye uğratılmışlardı.


Abbasi yönetimi, Ebu'l Hattab'ın mensupları üzerine bir kuvvet gönderdi. Buna karşı kendi taraftarlarını muharebe düzenine koyan Ebu'l Hattab taş ve sopalarla ok yerine kullandıkları kamışlada mağlup edeceklerini, muhaliflerinin silahlarının kendilerine zarar vermeyeceğini iddia ederek mensuplarına cesaret vermeye çalıştı. Fakat taraftarları mağlup olmaya başlayınca daha önce Allah'ın kendisine öyle bildirdiğini, bu durumun ona yeni malum olduğunu söyleyip Muhtar es -Sakafi'den sonra "beda" görüşünü ileri süren ikinci kişi oldu. Ebu'l Hattab önde gelen mensuplanyla birlikte 138/755 veya 143/ 760 yılında Fırat nehri üzerindeki Daru'r rızk denilen yerde öldürüldü ve başları kesilerek Bağdat'a gönderildi; cesetleri bir süre asılıp teşhir edildikten sonra topluca yakıldı. Hattabiyye taraftarlarının çoğu Kufe 'de eğitilmiştir. Kufe'de taraftarlarından yetmiş kadarı Kufe çevresinde Vali İsa b. Musa'nın emriyle öldürülmüştür. Hattabiyye görüşleri itibariyle Ebu Hattab 'tan sonra gelen siyasi ve fikri akımları etkilemiştir. Özellikle Karmatiler bu akımdan etkilenmiştir. Hattabiyye'nin akidelerine dair pek az bilgi vardır ve bunları da ihtiyatla kabul etmek gerekir. En çarpıcı fikirleri, Hz. Peygamber'in Gadır Hum gününde uhdesindeki risalet vazifesini Ali'ye devrettiğini iddia etmeleridir. Bu düşünce tarzı daha sonraki İsma'ili inancın temelini oluşturmuştur. Ebu'l Hattab Cafer es-Sadık'ın koruyucu temsilcisi ve kendisinden imameti devralacak vasisi olarak görülmüştür. Cafer es-Sadık diğerlerinden farklı olmak üzere ona Allah'ın en büyük ismini (İsm-i Azam) öğretmiştir. Bütün imamların peygamber olduğunu iddia etmişlerdir. Ona göre her devirde iki nebi bulunmaktadır. Bunlardan biri konuşan (natik) imam, diğeri ise onun susan (samit) vasisidir. Bu görüş kısmen değiştirilerek Batıni gruplar ve İsma'ili (Karmati) gibi akımların da temel prensipleri arasında yer almıştır. Bu nedenle Hattabiyye ile İsma'ili arasında bir ilişki olduğu kanaati yaygındır. Bu iki imam arasında bir kademe mevcut olup natık imam samit imamdan üstün olduğu kabul edilmekte idi. Buna göre Muhammed ve Ebu'l Hattab'ın ikisi de natik imamlar olarak sırasıyla samit imamlar olan Ali ve Cafer'den üstündürler. Bir tarafta İmam Hüseyin soyundan gelenlerin hepsi, öte yandan Ebu'l Hattab'ın bütün talebeleri Allah'ın sevdiği seçkin fırka olarak değerlendirilmişlerdir. Ebu'l Hattab imamlık görüşüyle de birtakım farklı düşünceleri ortaya koydular. O, imamlarda ve özellikle Cafer es-Sıddık'ta ilahlık vasfının bulunduğunu iddia etmiştir. Kufe'deki mensuplarını Cafer'e ibadete çağırmıştı. Onlara "lebbeyk ya Cafer lebbeyk" diye nida ettiği ifade edilir. Daha sonra Ebu'l Hattab kendisinin ilah olduğunu ilan etti. Bu düşünceden yola çıkarak bütün imamların da ilah olduğuna inandılar. Cafer es-Sadık babası ve dedesi de ilahtır. Onlar Allah'ın oğulları ve sevdikleridir. Allah önce Ali'ye daha sonra sırasıyla Hasan, Hüseyin, Zeyne'l Abidin Muhammed Bakır ve Cafer es-Sadık'a hulul etmiştir. Ebu'l Hattab bu iddiasıyla açık olarak fertlerin ilahlığını ortaya koyan ilk kişidir. Bu iddia Cafer es-Sadık tarafından facirlik ve yalancılıkla vasıflandırılmıştır. Ebu'l Hattab'ın ilahlığını ilan ederek dini emir ve yasakları kaldırdığını söyleyerek Hattabiyye mensuplarının tavırları Kufe'deki düzeni bozmuştur. Bu nedenle yukarıda bahsettiğimiz şekliyle vali İsa b. Musa tarafından bastırılmıştır.





Bu davranışları daha da ileri götüren Hattabiye mensupları bütün haramların helal sayılması ve ibahiliğin yayılması, Hattabiyye'nin nihai hedefi olmuştur. Rivayete göre Hattabiyye mensupları dini vecibelerin kendilerine ağır geldiğini iddia ederek Ebu'l Hattab'dan hafifletmesini istemişler. O da cemaatini bütün görevlerden muaf tuttu. Bu şekilde namaz, zekat, oruç, hac gibi farzlar terk edilip zina, hırsızlık içki, eşcinsellik ve fırka dışındakilerin aleyhine yalancı şahitlik yapmak gibi haram veya hoş görülmeyen davranışlar helal ve normal tavırlar olarak görülmüştür. Ebu'l Hattab'ın ölümünden sonra Hattabiyye çeşitli fırkalara ayrıldı. Ebu'l Hattab'ın yakın takipçisi Meymun el-Kaddah'ın kurmuş olduğu Meymuniyye fırkası Hattabiye sonrası ortaya çıkan en önemli hareketlerden birisidir. Meymun el Kaddah Bardaysan'ın fikirlerinden etkilendiği kabul edilmektedir. Meymun Kaddah' dan sonra oğlu Abdullah hareketin propagandasını sürdürmüştür. Meymuniyye dışında Hattabiyye'den zaman içinde ayrılarak bağımsız hareket etmeye başlayan başlıca gruplar şunlardır.


Beziğiyye Fırkası


Beziğiyye, Cafer Sadık hayatta iken öldürülen ve dokumacılıkla uğraşan Bezig b. Musa'nın taraftarlarına verilen addır. Bezig'in taraftarları Ebu'l Hattab gibi Bezig'in de Cafer es-Sadık tarafindan nebi ve resul olarak gönderilmiş olduğuna inanıyorlardı. Bezig ve taraftarları Ebu'l Hattab'ın peygamberliğini benimsemiş olmalarına karşın Ebu'l Hattab Bezig'in iddialarını çürüttü. Bezime veya Mübeyyize olarak adlandırılan grup uzun bir dönem İran'ın farklı bölgelerinde faaliyetIerini sürdürdü.


Beziğiyye taraftarları Beziğ'i natık imam olarak görüyorlardı. Onlara göre her mümin te'vil yapma hakkına ve kendisini vahiy getiren meleklerden üstün kılabilecek ilahi feyizler ilhamlar alma imkanına sahiptir. Allah'a tam bir teslimiyetle iman ettikten sonra ölen bir müminin, seçkin bir topluluğun mensuplarına katıldığı ve meleküt alemine yükselmiş olacağını iddia ettiler. Beziğiyye veya Mubeyyize'nin fikirleri uzun bir dönemde İran'da etkili oldu.


Ümeyriyye


Ümeyr b. Beyan el-İcli taraftarlarına verilen addır. Ümeyriyye ve Ümeyr b. Beyan el-İcli tarafından Beziğiyye'nin ölümsüzlük iddiaları reddedildi. Bununla birlikte Ümeyriyye Beziğiyye gibi Cafer'in ilah olduğunu ve bütün imamların peygamber olduğunu iddia etmişlerdir. Ümeyriyye taraftarları Kufe'de Cafer'e ibadet etmek amacıyla toplandıklarında vali Yezid b. Ömer b. Hubeyre tarafından yakalanıldı ve öldürüldü. 



Muammeriyye


Mısır satıcısı olan Muammer b. el-Ahmer'in taraftarlarına verilen addır. Kufeliler, Muammer'i kendilerine natık imam yaptılar. Bunlara göre Allah'ın vasilerinin kendilerine hulul eden bir nur olduğunu, iddia ettiler. Nur, Abdülmütalib'ten, Ebu Talib'e, Muhammed'e, Ali'ye, imamlardan Cafer'e, Ebu'l Hattab'a ve sonuçta Muammer'e geçmiş olduğunu iddia ettiler. Nurun, Cafer es-Sadık ve Ebu'l Hattab'a hulul etmesinden dolayı onların ilahlığa yükseldiklerini, daha sonra bunun Muammer b. Ahmer'e geçmesiyle Cafer ve Ebu'l Hattab'ın melekler arasına katıldığını iddia etmişlerdir. Muammer yeryüzündeki ilah idi. Çünkü O, cennette en büyük İlah'a itaat etti. Muammeriyye dünyanın bir sonunun olduğu yani kıyametin olacağını yalanlamışlardır. Buna paralel olarak yeryüzünde cennet saadetine sahip olunduğunu ve cehennem azabının yer aldığını savundular. Vücutları ile göğe yükseleceklerini iddia ettiler. Aynı zamanda sefahet (libertinizm) eğitimi öngördüler. Bu düşünceden yola çıkarak Allah katındaki her şeyi kulları için yaratmış olduğundan haram-helal diye bir sınırlama getirilmez. Bundan dolayı zina ve hırsızlık gibi haramları içki içmek ve domuz eti, kan, ölmüş hayvanların etini yemek; anne, kız,: evlat ve kız kardeşle evlenmek hatta erkeklerin birbiriyle evlenmesi meşru kabul edilmiştir. Bu fırka, kıyametle ilgili görüşlerindeki Batıni anlayış ile ve ta'til'e inanmalarından dolayı Mansuriyye fırkasına yakındır.



Mufaddaliyye, Muhammise ve Meymuniyye


Mufaddal b. Ömer es-Seyrafi'ye tabi olan bu grup, Cafer es-Sadık'ın peygamber olmadığını, tanrı olduğunu iddia etmişlerdir. Kendisinin ise Peygamber olduğunu iddia etti. Ebu'l Hattab'ı tanımayarak onlardan aynlmışlardır. el-Mufaddal, Ebu'l Hattab'ın kınanmasından sonra Ebu'l Hattab'ın taraftarlarına rehberlik etmesi için Cafer Sadık tarafından tayin edildi. Mufaddal'a Cafer b. Sadık'ın bazı olumsuz ifadelerinin rapor edilmesine rağmen hiçbir zaman diğer Hattabi liderlerin aksine cemaatten çıkarılmadı. Mufaddal yaşamı boyunca İmam Musa b. Cafer'in en Sadık daisi olarak kaldı. Cafer Sadık'ın ifadesiyle hareketin sosyal tabanı hakkında bilgi edinmekteyiz. Bu açıklamaya göre, sefil, ayak takımı, şuttar (serseri) olarak karakterize edilen Ebu'l Hattab ve el-Mufaddal'ın taraftarlarının düşük seviyedeki sosyal statüleri oldukları anlaşılmaktadır.



Bazı kaynaklar Hattabiyye ile Muhammise'yi aynı fırka olarak gösterseler de bu görüş ilk Hattabiyye fırkaları için geçerli görülmemektedir. Bununla birlikte daha sonraki dönemlerde Hattabiyye mensuplarının Muhammise ile irtibatı bulunduğu düşünülebilir. Hattabiyye'nin diğer bir kolu, Cafer es-Sadık'ın kuvvetli ve emin olarak vasıflandırdığı kendisinde Hz. Musa'nın ruhu bulunduğuna inanılan Seri el-Aksam'ın mensuplarıdır. Bu fırkaya göre Seri el-Aksam'da Ebu'l Hattab gibi Cafer tarafından gönderilmiş bir resuldür. Bu grup namaz, oruç, hac gibi ibadetleri, ilah olduğuna inandıkları Cafer es-Sadık için eda etmişlerdir. El-Kummi, Ebu'l Hattab'ın ölümü üzerine ilk dönem Hattabiyye'nin dallarından biri Muhammed b. İsmail'e bağlılıklarını bildirdiler. El-Kummi'nin bu ifadelerinden ilk dönem Hattabiyye'nin Muhammed b. İsmail lehinde propaganda yapmadıklarını ve bağımsız hareket ettiklerini anlayabiliriz. Zaten İsma'ili hareketin sonraki dönemine ait hemen hemen bütün İsma'ili kaynakları, İsma'il'i doktrini ile Hattabiyye arasındaki herhangi bir bağı yalanlamaktadır. Bu kaynakları dayanak alan İvanow, Ebu'l Hattab'ı İsma'ili inancı ile Ebu'l Hattab arasındaki ilişkiyi reddeder. Ebu'l Hattab'ın İsma'ili inancı için hiçbir şey yapmamış olduğu kanaatini taşır. Ebu'l Hattab'ın sadece bir heretik olduğunu düşünür. Ama Ebu'l Hattab (138/755) ile İsma'ililer arasında yakın bir dostluk söz konusudur. Daha sonra İsma'iliyye adı altında gelişme göstermek Batıni fırkasının akidesinin ve bu fırkanın ihtilalci teşkilatının temellerinin kurulmuş olması da Ebu'l Hattab'la ilişkili olduğu bir gerçektir. Meymun el Kaddah, Ebu'l Hattab'ın fanatik bir taraftarı olup daha sonra Meymuniyye diye isimlendirilen bir hareketi oluşturmuştur. Ardından oğlu Abdullah ise babası Meymun'un oluşturmuş olduğu hareketi, daha ileri bir noktaya taşıdı. Abdullah b. Meymun kendisinin peygamber olduğunu iddia etti. Meymun'un yaşadığı coğrafya ve dönemle ilgili olarak kaynaklarımızda onun, 3/9. yüzyılın ortalarında yaşadığı ifade edilir. İbn Rizam'a göre Meymun, Ahvaz yakınlarındaki Kuraj'dan gelmiştir. Daha sonra oğlu Abdullah Huzistan'da küçük bir kasaba olan Askar Makram'a taşındı, sonra da Sabat Ebu Nuh'a yerleşti. Orada Şia ve Mutezile tarafından Abdullah'ın düşünceleri deşifre olunca Basra'ya kaçtı. Basra'da Akil b. Ebu Talib'in soyundan olduğunu ileri sürerek onun evlatlarına sığındı. Burada halkı Muhammed b. İsmail b. Cafer es-Sadık'ın imametini kabule devam ettirdiği için askerler tarafından takibe uğradı. Son olarak da sadık ve hararetli dostu Muhammed b. Hüseyin ile birlikte Şam civarındaki Selemiye'ye kaçtı. Ölümüne kadar (261/874) burada yaşamış ve Muhammed b. İsmail'in sadık bir taraftarı olarak propaganda faaliyetlerini sürdürdü.



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

1 Şubat 2023 Çarşamba

Mevlana Meydanı / Konya

 


Kastamonu

 


İSLAM BİZANS ARASINDA BİLİM VE SANAT ALANINDA İLİŞKİLER.-1

 


Bilim


Tarih boyunca ortaya çıkmış ve kalıcı izler bırakmış medeniyetlerin, kendilerine mahsus anlayış ve değerleri esas almakla birlikte, kendi içinde kapalı kalmayıp daha önceki veya muasır insanlık mirası ve tecrübesinden istifade ettikleri ölçüde etkili oldukları görülmektedir. Bu manada maddi yönüyle medeniyet çizgisinin, Eski Sümer ve Mısır'dan Yunan'a, oradan Hind medeniyetiyle birlikte İslam ve Latin'e, daha sonra da Rönesans'la Avrupa'ya doğru bir seyir izlediği kabul edilmektedir. Medeniyetlerin uyanış dönemleri olarak vasıflandırılan yeni fikir ve sanat ürünlerinin ortaya çıkmaya başladığı safhalarda, bunların gerçekleşmesi için daha önceki medeniyetlere ait eserlerin tercüme edilmesi, özel önem taşımaktadır. Burada lslam'ın muasırı olan Bizans'ın, özellikle Yunan bilim ve felsefesinin lslam dünyasına intikalinde dikkate alınması gerekli bir unsur olduğu noktasından hareketle konunun işlenmesine çalışılacaktır.


Bizanslılarla müslümanlar arasında bilim alanında gerçekleşen ilişkilerin incelenmesi, birkaç açıdan bazı zorluklar içermektedir. Bunların başında VII.-IX. yüzyıllarda Bizans'taki bilimsel faaliyetlerin, diğer bir ifadeyle "Bizans bilimi"nin mahiyeti hakkındaki bilgilerin sınırlı olması gelmektedir. Şurası muhakkaktır ki, lslam'a nisbetle tarih sahnesine daha önce çıkmış olmasının yanısıra, eski Yunan ve Roma mirasına sahip olması dolayısıyla Bizans, aşağıda zikredilecek bazı merkezlerde belirli seviyede de olsa bilim geleneğini sürdürmekteydi. Öte yandan lslam'ın bilim geleneğine sahip olmayan topraklarda ortaya çıkması, başlangıçta kendi toplumunu belirli ilkeler çerçevesinde şekillendirmeye ağırlık vermesi ve bazı iç karışıklıkların yanısıra fetih faaliyetleriyle meşguliyet gibi sebeplerle doğal olarak özellikle ilk asırda tabiat bilimleriyle ilgili çalışmaların gerçekleşmediği görülmektedir. Ancak müslümanları ilme teşvik eden ayet ve hadislerin yanısıra, Hz. Peygamber ve Raşid halifeler döneminden itibaren görülen siyasi ve kurumsal yapılanmadan da anlaşılacağı üzere, bilimsel faaliyetlere ilgi duyacak ve bunu gerçekleştirmeye çalışacak bir ruh yapısının temellerinin atıldığında şüphe yoktur. Tercüme hareketleri başta olmak üzere daha sonra din ve coğrafya farkı gözetmeksizin, hatta daha çok gayri müslimlerin istihdam edilmesiyle gerçekleşecek olan bilimsel faaliyetler, böyle bir ruhi altyapının varlığıyla izah edilebilir. Ana çizgileriyle işaret edilen bu durumun tabii bir sonucu olarak lslamiyet'in ilk asırlarında müslümanlar, bilim alanında daha ziyade alıcı konumunda olmuşlardır. Bu husus, Bizans ve müslümanlar açısından dikkate alındığında da geçerli gözükmektedir.


Bizans biliminin mahiyetinden başka, konuyla ilgili bir diğer problem, özellikle çok yönlü tercüme faaliyetleriyle gerçekleştiği kabul edilen lslam medeniyetinin uyanış dönemine Bizans'ın katkısının hangi boyutlarda olduğunun belirlenmesidir. Aşağıda zikredileceği üzere gerek devlet düzeyinde, gerekse ferdi teşebbüslerle Bizans'tan birçok eser getirtildiği bilinmekle birlikte, bu eserlerin ve bunlar vasıtasıyla İslam kültürüne aktarılması sağlanan bilimin, Bizans'la ne derece bağlantılı olduğu, üzerinde durulması gereken bir husus olarak görülmektedir. Buna ilave olarak Yahudi, Süryani, Nesturi ve Monofizitler gibi uzun zamandan beri Bizans hakimiyetinde yaşayıp bilim geleneğini sürdüren ve daha sonra bu çalışmalarına lslam hakimiyeti döneminde de devam eden farklı etnik veya dini/mezhepsel kimliklere sahip yerli unsurların Bizans'la ne derece ilişkili olarak ele alınabileceği meselesi de önem taşımaktadır. Zaman zaman iniş ve çıkışlar yaşamakla birlikte bilim geleneğine sahne olmuş bazı bölgelerin ve az önce işaret edilen unsurların özellikle fetihler neticesinde Bizans'tan devralınmış oldukları, diğer bir ifadeyle Bizans'ın mirası oldukları dikkate alındığında, daha sonraki bilimsel çalışmalara zemin teşkil etmeleri açısından Bizans etkisi veya katkısı şeklinde değerlendirilmeleri mümkündür. Şüphesiz burada lslam kültür ve medeniyetinin kendine mahsus bir yapıya ve bu anlamda orijinaliteye sahip olduğuna, ayrıca bu yapının zenginleşmesine sadece Bizans'ın değil İran, Hint vb. kültürlerin de katkıları bulunduğuna işaret etmek gerekmektedir. Burada konu doğal olarak az önce belirtilen yaklaşımla Bizans üzerinde yoğunlaşılmak suretiyle ele alınacaktır.


Greko-Romen felsefe ve bilimini miras almış olan Bizans'ta, özellikle dini sebeplerden kaynaklanan resmi bazı müdahaleler ile zaman zaman görülen kesintiler dışında, klasik felsefe ve bilim geleneği sürdürülmeye çalışılmıştır. Ancak, gerek felsefe ve gerekse tabiat bilimleri alanında, Yunan filozof ve bilimadamları düzeyinde şahsiyetlerin varlığına rastlanmamaktadır. Felsefe ve tabiat bilimleri alanındaki çalışmalar, daha çok öncekilerin tekrarı veya şerhlerinin yapılması şeklinde gerçekleşmiştir. Bununla birlikte bir eserin anlaşılabilmesi ve uygun bir şekilde açıklanabilmesi için konuyla ilgili yeterli düzeyde ilmi birikimin gerekli olduğu dikkate alındığında, bu çalışmaların da büyük önem taşıdığı görülür. Öte yandan gerek istinsah ve gerekse şerhler yoluyla klasik eserlerin muhafaza edilip sonraki nesillere intikal ettirildiği de bilinen bir husustur. Bilimsel geleneğin bir neticesi olarak klasik eserler okunup açıklanmakta, yeni bilgiler ışığında tenkit edilmekte, terimler izah edilmekte ve her şeyden önemlisi bu geleneği sürdürebilecek öğrenciler yetiştirilmekteydi. Bu faaliyetler bizzat devlet tarafından yürütüldüğü gibi özel şahıs veya guruplar tarafından da sürdürülmekteydi. Bizans'ta yükseköğrenim aşamasında öğrencilere okutulan ilimler arasında felsefe, tıp, fizik ve quadrivium=tetrabiblos (dört kitap) denilen aritmetik, geometri, müzik ve astronomi yer almaktaydı. Bu derslerde, Hippokrates (ö. mö. 257), Platon (ö. m.ö. 347), Aristoteles (ö. m.ö. 322), Euclides (Ôklid, ö. m.ö. 300 yılları), Pergeli Apollonios (ö. m.ö. 190?), Ptolemaios (Batlamyus, ö. m.s. 168?) ve Galenos (Calimis, ö. m.s. 200?) gibi daha sonra İslam dünyasında da etkilerini hissettiren meşhur filozof ve tabiat bilimcilerinin eserleri veya görüşleri okutulmaktaydı.


Bizans'ta herbiri belirli dönemlerde veya belirli alanlarda önem kazanmış birçok ilim ve kültür merkezinin varlığı bilinmektedir. İstanbul, İskenderiye, Antakya, Beyrut, Atina ve Gazze bu merkezlerin başlıcalarıydı. İstanbul'u Bizans devletinin başkenti olarak ilan eden imparator Konstantinos (324-337), aynı zamanda burada ilk üniversitenin de kurucusu olmuştur. Hıristiyanlık karşıtı tavırlarından dolayı mürted olarak vasıflandırılan ve Neoplatonist felsefe taraftarı olan İmparator lulianos (361-363), hıristiyan hocaların bu üniversitede görev yapmalarını yasaklarken, II. Theodosios (408-450) 425 yılında üniversiteyi yeniden teşkilatlandırmış ve çeşitli branşlarda Grekçe ve Latince öğretim verebilecek 31 hoca tayin etmiştir. Üniversitenin, 476 yılında çıkan bir yangında yok olan kütüphanesinde 120.000 cilt kitabın bulunduğu belirtilmektedir. Daha sonra Phokas (602-610) döneminde kapatılan üniversite, eğitimi kilisenin kontrolünde olmak üzere Herakleios (610-641) tarafından yeniden açılmıştır. Aristoteles'in Peri Hermeneias'ını (Kitübü'l-lbdre) şerhetmiş ve bir astronomi eseri yazmış olan lskenderiyeli matematikçi Etienne, burada başhoca sıfatıyla felsefe ve quadrivium dersleri vermekteydi. Üniversitenin bundan sonra iki asırlık süre içerisindeki durumu bilinmemekle birlikte, III. Mikhail (842-867) döneminde Bardas tarafından yeniden canlandırıldığı nakledilmektedir. Halife Me'mun'un Bağdat'a getirtmek istediği Bizanslı filozof Leon, bu kurumun başkanlığını yürütmenin yanısıra, felsefe ve matematik okutmaktaydı. Dönemin ünlülerinden olup muhtemelen 855'te elçi olarak Abbasi devletine gönderildiği belirtilen İstanbul patriği ve bilimadamı Photios da burada görevlendirilenler arasındaydı.


Uzun zamanlar Yunan felsefe ve kültürünün önemli merkezlerinden biri olan Atina'da Bizans döneminde Neo-Platoncu felsefe eğitimi yapan bir akademi bulunmaktaydı. Bu akademi I. Iustinianos (527-565) tarafından, hocaları pagan olduğu ve Hıristiyanlıkla uyuşmayan görüşlere dayalı öğretim yapıldığı gerekçesiyle 529 yılında kapatıldı. Aralarında, maddenin yaratıldığını kabul eden Hıristiyanlık inancı yerine, maddenin ezeli ve ebediliğini savunan akademinin son başkanı Damaskios'un (ö. 553) da bulunduğu yedi felsefeci, Yunan felsefe ve bilimine ilgi duyan İran şahı I. Hüsrev' in (53 1 -579) iltifatına mazhar olarak muhtemelen 532 yılında Cündişapur'a gittiler ve buradaki akademide ders verdiler. Ancak kısa bir süre sonra İmparator Iustinianos'un garantisi üzerine tekrar Bizans'a dönerek antik felsefe geleneğini sürdürmeye çalıştılar. Atina akademisinin kapatılmasına rağmen daha önce burada öğrenim görmüş olan Neo­ Platoncu filozoflar, öğrenci yetiştirme ve eser yazma faaliyetlerine devam ettiler. 



Büyük İskender'in Doğu seferi sırasında kurulmuş (m.ö. 331) ve daha sonra idari, dini, askeri ve iktisadi önemi yanında asırlarca Doğu'nun ilim ve kültür merkezi olarak şöhret kazanmış olan İskenderiye, özellikle m. V. yüzyılla Vll. yüzyıl başları arasında felsefe ve tabiat bilimlerinin tahsil edildiği Hellenistik kültürün başlıca merkezlerinden biriydi. Ptolemaioslar sülalesine mensup I. Ptolemaios Soter (m.ö. 304-285) ve oğlu II. Ptolemaios Philadelphos'un (m.ö. 285-246) gayretleriyle kurulup geliştirilen ve daha sonra muhtelif dönemlerdeki yangın veya karışıklıklar sırasında yok olma noktasına gelen İskenderiye kütüphanesi, Antik çağın en büyük ve en meşhur kütüphanesi olarak hatırlanmaktadır. lslam döneminde Mısır'ın, Amr b. As tarafından fethi sırasında İskenderiye kütüphanesinin Hz. Ömer'in emri doğrultusunda yakıldığına dair rivayetlerin doğru olmadığı ve tarihi gerçeklere uymadığı araştırmacılar tarafından ortaya konulmuştur. lskenderiye'nin müslümanlar tarafından fethi sırasında burada tıp ilmi başta olmak üzere tabiat bilimleriyle ilgili bir okulun varlığından söz edilmektedir. Bilimin müslümanlara geçişinde bu okulun önemli bir unsur olduğu düşünülebilir. Sa'id el-Endelüsi lskenderiye'nin, lslam fetihleri sırasında "ilim" ve "hikmet" merkezi olmaya devam ettiğini kaydetmektedir. lslam tıp tarihinde Cevilmi'u'l-lskenderilniyyin adıyla şöhret kazanan külliyat, lskenderiyeli tabipler tarafından okutulan Galenos'a ait onaltı eserden oluşmaktaydı. Bu eser daha sonra Huneyn b. İshak ve yeğeni Hubeyş tarafından tercüme edilmiş ve üzerinde çeşitli çalışmalar yapılmıştır.


lskenderiye mektebi ile burada yetişen veya bu ekole bağlı felsefe ve tabiat bilimcileri hakkındaki rivayetler, Yunan bilim ve felsefesinin müslümanlara geçinceye kadar nasıl bir yol izlediğini ve bu seyirde Bizanslı bilginlerin katkılarını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Burada konuyu aydınlatıcı mahiyette bazı örnekler üzerinde durulacaktır. Bizans hakimiyeti döneminde lskenderiye'de yetişen felsefe ve tabiat bilimcileri arasında birçok isim dikkat çekmektedir. Özellikle matematik ve astronomide şöhret kazanan lskenderiyeli Theon (ö. m. 360-80?), Batlamyus'un ve Euclides'in eserlerine şerhler yazmıştır. Onun eserleri İslam dönemindeki meşhur Süryani bilginlerden Kınnesrin piskoposu Severus Sebokht'a (ö. 667) kaynaklık ettiği gibi, IX. yüzyıl başlarında Kitilbü'l-Eflak, Kitabü'l-Kanün, ve Kitabü'I-amel bi'l-Usturlüb gibi adlarla Arapça'ya çevrilmiş ve daha geniş ölçüde istifade edilmesi sağlanmıştır.


lskenderiye'de yetişen bir diğer Bizans filozofu ve tabiat bilimcisi Proklos'tur (ö. m. 485). Kendi eserlerinin yanısıra Euclides, Ptolemaios, Aristoteles ve Platon'un eserlerine yazdığı şerhlerle tanınmıştır. Onun eserleri Atina ve lskenderiye başta olmak üzere dönemin felsefe okullarında etkili olmuştur. Bir dönem Atina akademisinin başkanlığını da yapmış olan Proklos, lskenderiye mektebine başkanlık eden talebesi Ammonios (ö. m. 51 ?'den sonra) ile birlikte, Yeni Eflatuncu Bizans felsefe geleneğinin kurucuları arasında zikredilmektedir. Aristoteles'e atfedilen Esülucya (Theologia, er-Rubübiyye) ve lslam filozoflarını etkilemiş olan el­ Hayru'l-Mahzın, aslında Proklos'a ait olduğu belirtilmektedir. Öğrencisi Ammonios, annesi tarafından getirildiği Atina'da Proclos'tan ders alıp yetişmiş ve bir müddet lstanbul'da kaldıktan sonra memleketi olan lskenderiye'ye dönerek Platon ve Aristoteles üzerine dersler vermiş, ayrıca astronomi ve geometride de meşhur olmuştur. İslam kaynaklarında Ammonios'tan bahsedilmekte ve mesela Aristoteles'e ait Organon'un beşinci kitabı Topika'ya yazdığı şerhin İshak b. Huneyn tarafından Süryanice'ye, Yahya b. Adiy (ö. 364/965) tarafından da Arapça'ya çevrilip kullanıldığı kaydedilmektedir. Ammonios, Porphyrius (ö. 306?) tarafından Organon'daki Katagorias'a giriş mahiyetinde yazılan Eisagoge'yi (İsagüci) şerhetmiş ve bu şerh, daha sonra Yunan bilim ve felsefesinin müslümanlara geçişinde önemli katkılar sağlayacak olan Nesturilerin temel kaynakları arasına girmiştir.


Ioannes Philoponos m. VI. asır lskenderiye mektebinin belli başlı simalarından biriydi. Yeni Eflatunculuk felsefesi ile Hıristiyanlığı uzlaştırmış, diyalektik metotla teslisi müdafaa etmiştir. Hıristiyanlıktaki yaratılış akidesini Yunan ve lskenderiye felsefeleri ile açıklamaya çalışmıştır. Proklos'a karşı alemin ezeli olmadığını savunmuş ve Aristoteles'in Organon, De An ima, Physica, De Generatione et Corruptione ve Meteorologica gibi eserlerine yazdığı Yeni Eflatuncu şerhleriyle şöhret kazanmıştır. O da hocası gibi Porphyrius'un Eisagoge'sini şerhetmiş ve bu şerh de özellikle Monofızitler tarafından benimsenmişti. Daha sonra İslam filozofları onun eserlerini tercüme veya tenkit etmişlerdir. Walzer, özellikle alemin yaratılışıyla ilgili konularda Ioannes Philoponos ile ilk İslam filozofu Kindi (ö. 256/870) ve Gazzali'nin (ö. 505/ 1 1 1 1) görüşleri arasındaki paralelliğe dikkat çekmektedir.



VI. Yüzyılın lskenderiyeli bir diğer bilimadamı, Ioannes Philopopos'un çağdaşı Askalanlı Eutocios'tur. Eutocios, Archimedes ile Pergeli Apollonios'un bazı eserlerinin yanısıra Ptolemaios'un Almagesfini şerhetmiştir. lbnü'n-Nedim ve lbnü'l-Kıfti, onun eserlerinin Sabit b. Kurra tarafından Arapça'ya çevrildiğini kaydetmekte ve isimlerini vermektedir. VII. Yüzyıl başlarında ise, İmparator Herakleios tarafından sarayda görevlendirildiği belirtilen Stephanos (ö. m. 620'den sonra) dikkat çekmektedir. Aristoteles, Porphyrius, Theon ve Ptolemaios'un eserlerine açıklamalar yazan Stephanos, lskenderiye'de yetişmiş ve meşhur olmuştu. Onun daha sonra İslam toplumunda da el-lskenderani nisbesiyle bilindiği anlaşılmaktadır.

İslam döneminde bilim ve felsefenin müslümanlara geçişinde Süryanilerin önemli rol oynadıkları bilinen bir husustur. Yunan kültürünü İskenderiye ve Antakya'dan alarak doğudaki Urfa, Nusaybin, Harran ve Cündişapur'a taşıyanların başında Süryaniler gelmektedir. Süryaniler m. IV. asırdan itibaren klasik eserlerin tercüme ve şerhleriyle meşgul olduklarından böyle bir gelenek bunlar arasında yaygınlık kazanmış ve daha sonra İslam döneminde de devam etmiştir. Bu geçişte önemli isimlerden biri de felsefe, tıp ve astronomi alanlarında orijinal eserler telif etmiş olan Re'sü'l-'Aynlı (Theodosiopolis) piskopos Sergios'tur (ö. m. 536). Sergios bir müddet lskenderiye'de kalarak Grekçe öğrendiği gibi lskenderiye tıp okulunda tıp ve kimya da tahsil etmiştir. Bir müddet Antakya ve lstanbul'da da bulunan Sergios, özellikle Galenos'un tıpla ilgili eserlerini Süryanice'ye kazandırmıştır. Onun çalışmaları daha sonra lslam'da tıp biliminin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Sergios'un Galenos'tan tercüme ettiği onaltı eser Huneyn b. lshak tarafından incelenip tashih edilmiştir.




lskenderiye okulunda yetişen ve daha sonra lslam toplumundaki bilimsel çalışmalarda etkisini gösteren diğer felsefe ve tabiat bilimcileri arasında VI. asrın hıristiyan filozoflarından Apameialı (bugünkü Suriye sınırlarında) Ioannes ve Amidalı (Diyarbakır) Aetios ile VII. asrın başlarında yaşayan Aeginalı Paulos ve Ahron da yer almaktadır. Bunlardan, m. 530-560 yıllarında lskenderiye ve İstanbul'da önemli bilimadamlarından biri olarak bilinen Aetios, klasik eserlerden yararlanarak onaltı kitaptan oluşan Tetrabiblon isimli bir tıp ansiklopedisi yazmıştır. Aeginah Paulos (el­ Ecaniti, ö. m. 642'den sonra) İskenderiye'nin müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra da buradaki bilimsel çalışmalarını sürdürmüş ve kadın hastalıklarıyla ilgili bir kitaptan başka, tıp ansiklopedisi sayılabilecek nitelikte bir eser daha telif etmiştir. Paulos'un, İslamda tıp çalışmalarına büyük katkı sağlamış olan Epitome (Künndş) adlı bu eseri, Huneyn b. İshak tarafından Arapça'ya çevrilmiştir. Ahron'un (Ehrün b. A'yun el-Kıss) yazmış olduğu 30 bölümden oluşan tıp kitabı (Künndş), Emevi halifesi Mervan b. Hakem (64-65/683-685) döneminde yahudi doktor Maserceveyh tarafından iki bölüm ilavesiyle Arapça'ya tercüme edilmiş ve İslam tıbbını etkileyen kaynaklardan biri olarak meşhur olmuştur.



Felsefenin müslümanlara geçişiyle ilgili olarak Mes'üdi'nin ve Farabi'den naklen İbn Ebi Usaybi'a'nın verdikleri bilgiler, lskenderiye'nin bu serüvendeki önemini vurgulayıcı mahiyettedir. Buna göre, Atina'da gelişen Yunan felsefesi, lskenderiye ve Roma'ya nakledilmiş, daha sonra lskenderiye, Yunan dünyasının eğitim ve öğretim merkezi haline gelmişti.


İslam döneminde ise önce Ömer b. Abdilaziz zamanında Antakya'ya, daha sonra Harran ve Merv'e, Harran'dan da Bağdat'a doğru bir seyir izlemiştir. lbn Ebi Usaybi'a'nın naklettiğine göre lskenderiye'de tıp vb. ilimlerin öğretimi ile meşgul olan Abdülmelik b. Ebcer el-Kinani, Ömer b. Abdilaziz'in Mısır valiliği sırasında müslüman olmuş ve onun dostluğunu kazanmıştı. Bu dostluk Ömer b. Abdilaziz halife olduktan sonra da devam etmiş ve Abdülmelik b. Ebcer, gerektiğinde halifenin tedavisiyle de ilgilenmiştir. Tıp öğretiminin Antakya'ya intikalinde adı geçen doktorun başlıca rol oynadığı nakledilmektedir.



Trallesli (Aydın) İskender (ö. m. 605) de İslam'da tıp biliminin gelişmesine katkıda bulunmuş Bizanslı tabiplerdendir. Üroloji ve göz hastalıklarıyla ilgili eserlerinin yanısıra, oniki ciltlik bir tıp ansiklopedisi yazdığı bilinmektedir. Arapça'ya tercüme edilen eserleri arasında el-Künniiş, Kitübü 'Ileli'l-'Ayn ve Kitiibü'l-Birsüm zikredilmektedir.


Bizans hakimiyeti döneminde Antakya, Beyrut, Gazze, Hınıs, Urfa, Harran vs. merkezlerde de çeşitli bilim ve felsefe çalışmaları yapılmıştır. Her ne kadar bu merkezler, tabii afetler, siyasi ve dini bazı iç problemler ile Bizans-Sasani savaşları sebebiyle İslam fetihleri sırasında daha önceki parlak durumlarından uzaklaşmış iseler de eski geleneğin kısmen devam ettiği anlaşılmaktadır. Mabet ve kütüphanelerde bulunan eserler ve bazı ferdi gayretlerin ürünü olan çalışmaların varlığı, bunu göstermektedir. lslam döneminde Ömer b. Abdilaziz tarafından Antakya'nın, Mütevekkil­ Alellah tarafından da Harran'ın başlıca ilim ve kültür merkezleri olarak seçilmesinde bu tarihi geçmişin önemli payı olmalıdır. Yukarıda zikredilen bölgelerde yaşayan farklı dini ve etnik unsurların, tercümeler başta olmak üzere çeşitli ilmi faaliyetlerde ilk sıralarda yer aldıkları bilinmektedir.



lslam'ın ilk asırlarında gerçekleşen fetihler sırasında, Bizans hakimiyetindeki bazı eski bilim merkezlerinin müslümanların eline geçmesi, Bizans'taki bilim mirasının müslümanlara geçiş noktalarından birini oluşturur. Fetihler neticesinde lslam coğrafyası hızla genişlemiş ve müslümanlar önemli bir kısmını Sasani ve Bizans'tan kazandıkları bu topraklarda Hellenistik, Iran, Hint ve diğer kültürlerle yüz yüze gelmişlerdi. Salt fikri ve ilmi saikler yanında müslümanlar, kendi hakimiyetlerini pekiştirmek için onların sahip olduğu bilgi birikimini elde etme ihtiyacı hissettiler. Öte yandan bazen bu farklı kültür mensuplarıyla özellikle dini alanlarda ortaya çıkan tartışmalarda, kendi inanç ve düşüncelerini sistemli bir şekilde savunmak ve lslam'ın üstünlüğünü göstermek gerekmekteydi. Bu sebeplerden ötürü eski dünyanın ilim ve düşünce ürünlerini Arapça'ya çevirme gereği ortaya çıktı. Böylece II/VIII. yüzyıldan itibaren bazı şahısların özel merakı ve lslam halifelerinin girişimleriyle tercüme faaliyeti başlamış oldu.



Sa'id el-Endelüsi'nin de kaydettiği gibi-, İslamiyetin ilk dönemlerinde müslümanlar, daha önce de toplumda yaygın olan dil ve edebiyata ek olarak özellikle dini ahkamın bilinip yerleşmesine ağırlık verdiklerinden, diğer ilimlerle meşgul olmamışlardır. Bununla birlikte pratik ihtiyaçlar sebebiyle sınırlı derecede tıbbi bilgi ve uygulamaların varlığından söz edilmektedir. lslam öncesinde lran'a gidip Cündişapur medresesinde tıp tahsil etmiş olan Taifli Haris b. Kelede, "Arapların doktoru" (tabibü'l-'Arab) olarak şöhret kazanmıştı. Hz. Muhammed'in de tedavi için tavsiye ettiği Haris, Muaviye döneminde vefat edinceye kadar (ö. 33/653 veya 50/670?) bu mesleğini sürdürmüştür. Bundan başka, Haris'in oğlu Nadr, Ebu Rimse et-Teymi (veya lbn Ebi Rimse et-Temimi), Benu Evd kabilesinden Zeyneb, Muaviye'nin doktorları İbn Asal ve Ebu'l-Hakem ile Haccac b. Yusuf'un doktoru Teyazuk ve daha önce adı geçen Abdülmelik b. Ebcer, Abbasi döneminden önce yaşamış doktorlar arasında zikredilmektedirler.


Müslümanların yabancı kültürlerde ortaya çıkmış felsefe ve bilimi elde etmeye yönelik olarak gerçekleştirdikleri ilk tercüme faaliyeti, Emevi prensi Halid b. Yezid'e (ö. 85/704) dayandırılır. llk Emevi halifesi Muaviye'nin torunu olan ve "Mervan ailesinin filozofu (hakim)" olarak isimlendirilen Halid'in ilme yönelmesi, her ne kadar iktidarı ele geçirmekten ümidini kesmiş olmasına bağlanmakta ise de, onun ilk tercüme faaliyetlerini başlatmakla, özellikle lslam bilim tarihinde önemli bir dönüm noktasına damgasını vµrduğunda şüphe yoktur. Halid b. Yezid lskenderiyeli Rum asıllı rahip Marianus'tan (Mar Yuhanna) kimya öğrendiği gibi, Mısır'da yaşayan ve aynı zamanda iyi Arapça bilen bir gurup felsefe alimini Dımaşk'a davet ederek Yunanca ve Kobtça'dan tıp, astronomi ve kimya ile ilgili birçok eseri Arapça'ya tercüme etmelerini sağlamıştır. llk mütercimler arasında az önce adı geçen Marianus'la birlikte Stephanos'un (el-Kadim) ismi zikredildiği gibi, tercüme edilen eserler arasında da Galenos'un tıpla ilgili eseri bulunmaktaydı. lbnü'n-Nedim bu faaliyeti, lslam'da bir dilden diğer bir dile yapılan ilk tercüme olarak vasıflandırmakta ve bu faaliyette görev alan mütercimleri de "felasifetü'l-Yünaniyyin=Yunan felsefecileri" olarak isimlendirmektedir. V/XI. Yüzyıl astronomi alimlerinden lbnü's-Senbedi'den nakledildiğine göre, 435/ 1043 yılında vezir Ebu'l-Kasım Ali b. Ahmed el-Cürcani Kahire kütüphanesinin düzenlenmesini istemişti. Bu düzenlemeler sırasında, üzerinde "Emir Halid b. Yezid b. Muaviye'den alındığı" kaydedilen Batlamyus'tan (Ptolemaios) kalma bir küre (küreten nuhasen min 'ameli Batlamyus) dikkat çekmiş ve bunca zaman geçmiş olmasına rağmen kürenin muhafaza  edilmiş olması orada bulunanların hayretine neden olmuştu.

Halid b. Yezid'le başlayan tercüme hareketinin, Emevi halifelerinden Mervan b. Hakem ve Ömer b. Abdilaziz dönemlerinde pratik ihtiyaçlar sebebiyle tıp alanında yoğunlaştığı ve bu alanla sınırlı kaldığı anlaşılmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, lskenderiyeli tabiplerden Ahron'un eseri, Maserceveyh tarafından Mervan döneminde Arapça'ya çevrilmiş, yine lskenderiyeli tabip Abdülmelik b. Ebcer, Ömer b. Abdilaziz tarafından istihdam edilmiştir.


Abbasi halifesi Ebu Ca'fer el-Mansur döneminde gerçekleşen genel ilmi faaliyetlere paralel olarak, tercüme hareketi de hız kazanmış ve daha geniş alanları kapsamaya başlamıştır. Mansur, hadis, fıkıh, dil ve edebiyat gibi geleneksel ilimlerin yanısıra mantık, felsefe, matematik, geometri, astronomi ve tıp gibi akli ve tecrübi ilimlere karşı da büyük ilgi duymaktaydı. Kelfle ve Dimne'yi Arapça'ya kazandırmakla meşhur lranlı mühtedi İbnü'l-Mukaffa', Aristo'nun Organon adlı eserinin ilk üç kitabı ile Porphyrius'un Eisagoge'sini (İsagucl) bu dönemde çevirmiştir. Abbasi sarayında birkaç nesil hizmet verecek olan Bahtişu ailesinden Cündişapur tıp okulu başkanı Curcis (Georgios) b. Bahtişu'yu Bağdat'a davet edip saray başhekimi olarak görevlendiren Mansur, ona Grekçe ve Farsça'dan tercümeler yaptırmıştır. İbn Haldun'un naklettiğine göre Ebu Ca'fer el­ Mansur, İmparator V. Konstantinos'a elçi göndererek eski Yunan bilimine ait eserlerin (kütübü't-te'alim) gönderilmesini istemiştir. Halifenin bu ricasına imparator, Euclides'in hendeseye dair Elemento Geometricae (Les Elements) adlı eserini ve fen bilimleri alanındaki bazı kitapları (kütü­ bü 't-tabi'ayat) göndermek suretiyle karşılık vermiştir. Usulü'l-Hendese (Kitabü'l-Usüllel-'Anasıru'l-ülil) adıyla Arapça'ya çevrilen Euclides'in eseri, İbn Haldun'a göre konuyla ilgili en muhtevalı eser olup, Halife Mansur zamanında Arapça'ya çevrilen ilk eser olma özelliği taşımaktadır. Eser, değişik zamanlarda Haccac b. Yusuf b. Matar, Huneyn b. İshak ve Sabit b. Kurra tarafından ayrı ayrı terçüme edilmiştir. İbn Haldun, imparator tarafından gönderilen eserleri okuyup inceleyen müslümanların, Bizans'ta bulunan başka eserleri de elde etme konusunda kesin karar verdiklerini de eklemektedir. Bizans'tan getirtilenlerle birlikte, toplanan eserler için Halife Mansur'un sarayında Hizanetü'l-Hikme adı verilen özel bir kütüphane oluşturuldu ki, bu kütüphane daha sonra Me'mun tarafından kurulacak olan Beytü'l-Hikme'nin temelini oluşturmuştur. Mansur'un girişimleriyle buradaki eserlerin tercümesine başlanmış, ancak bu tercümeler sınırlı bir düzeyde kalmıştır.


Halife Ebu Ca'fer el-Mansur tarafından imparator V. Konstantinos'a elçi olarak gönderilmiş olan 'Umare b. Hamza'nın, görevini ifa ettikten sonra döndüğünde halifeye aktardığı gezi izlenimleri arasında Bizans'taki bazı teknik, kimyevi ve tıbbi uygulamalarla ilgili ipuçları bulunmaktadır. lbnü'l-Fakih'in rivayetine göre elçinin karşılanışı sırasında birer canlı arslan gibi kükreyen ve elçi yaklaştığında susan suni arslanlar, insanı adeta kesecekmiş gibi sağlı-sollu hareket eden ve yine yaklaşıldığında duran iki kılıç ve farklı renklerde duman oluşturan bir mekanizma kurulmuştu. 'Umare'yi güzel bir şekilde ağırlayan imparator, bir gün onu yanına alarak bir gezinti yapmış ve ona tedavi amaçlı olarak kullanılan bazı bitkilerle, kimya (simya=alşimı) alanında bakır ve kurşundan/kalaydan (risas) altın ve gümüş elde etmeye yönelik birtakım uygulamalar göstermişti. Aynı kaynağın kaydettiğine göre, 'Umare'nin imparatorla birlikte izlemiş olduğu, bazı metallerden altın ve gümüş elde etmeyi amaçlayan teknik çalışmalarla ilgili anlattıkları, halifenin kimyaya özel ilgi duymasına neden olmuştu.



Halife Mehdi-Billah dönemi için, saray müneccimliğini yürüten ve özellikle askeri seferler konusunda danışmanlık yaptığı bilinen Rum asıllı Theophilos b. Turna er-Ruhavi( ö. 169/785) dikkat çekmektedir. Homeros'un llyada ve Odysseia'sını tercüme etmiş olan Theophilos'un astroloji ile ilgili eserleri, etkisi XII. yüzyıl Bizans'ına da yansıyan Ortaçağın en orijinal ve önemli Grekçe kaynakları arasındadır. Aristoteles'e ait Organon'un son kitabı De Sophisticis Elenchis'i Süryanice'ye çevirmiş, eseri Arapça'ya tercüme eden Yahya b. Adiy, Theophilos'un bu çevirisini esas almıştır.


Halife Harun er-Reşid, Bizans'ın Amorion (Amuriyye) ve Ankara gibi şehirlerinde gerçekleştirilen kuşatmalar sırasında ele geçirilen kitapların muhafaza edilmesini özellikle emretmiştir. Dönemin ileri gelen ilim adamlarından oluşturduğu bir ekibi önemli gördükleri tıp, felsefe, astronomi vb. ilimlere dair eserleri elde etmekle görevlendirmiş ve bu şeklide birçok ünlü eserin Bağdat'a getirilmesini sağlamıştır. Bağdat'ta toplanan eserler, Halifenin görevlendirdiği dönemin meşhur doktorlarından Yuhanna/Yahya b. Maseveyh'in başkanlığındaki bir heyet tarafından tercüme edilmiştir. Yuhanna b. Maseveyh, Harun er-Reşid döneminde olduğu gibi Mütevekkil zamanı dahil olmak üzere daha sonraki halifeler döneminde de özellikle tıp öğretimi ve tercüme gibi ilmi faaliyetlerde aktif görevler üstlenmeye devam etmiştir. Harun er-Reşid döneminde telif ve tercüme edilen eserlerin daha önce Mansur tarafından düzenlenmiş olan Hizanetü'l-Hikme'ye sığmaması ve Bizans'tan getirilenler dahil, toplanan eserlerin değerlendirilmesi için sarayda aynı adla (veya Beytü'l­ Hikme olarak) zikredilen daha geniş bir kütüphane kurulmuş olması, dönemin ilmi faaliyetleri hakkında bir fikir vermektedir. lbnü'n-Nedim, Euclides'in eserinin Haccac b. Yüsufb. Matar tarafından Usülü'l-Hendese adıyla önce Harun er-Reşid zamanında, sonra da Me'mun döneminde tercüme edildiğini, bunlardan birincisine "el-Harfini", daha güvenilir olan ikincisine ise "el-Me'muni" denildiğini nakletmekte ve eserin başka mütercimler tarafından da Arapça'ya çevrildiğini belirtmektedir. Tabiat filozofu ve en meşhur lslam kimyacısı Cabir b. Hayyan'la (ö. 200/815) ilgili bir rivayet, kimya, felsefe ve tıp alanlarında onlarca eser yazmış olan bu çok yönlü bilim adamının bilgi kaynakları arasında, Bizans'tan temin edilen eserlerin de yer aldığını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Cildeki'nin Bermeke adlı eserinden nakledildiğine göre Cabir, dostluğunu kazandığı Harun er-Reşid'e müracaat ederek kendisine lstanbul'dan bazı kitapların getirtilmesini sağlamıştı. Harun er-Reşid döneminde Bermeki ailesi de tercüme ve diğer ilmi faaliyetleri desteklemekteydi. Mesela lbnü'n-Nedim'in kimya ile ilgilenen felsefeciler arasında saydığı vezir Yahya b. Halid, Hint kaynaklı olanların yanısıra Yunan bilim ve felsefesine ait kitaplara da ilgi duymuş ve Haccac b. Yusuf b. Matar'a Batlamyus'un Kitiibü'l-Mecisti'sini tercüme ettirmiştir.


Klasik felsefe ve tabiat bilimlerine en çok ilgi duyan ve bu ilimlerin elde edilebilmesi için gerek bilimadamlarını destekleme, gerekse kurumlar oluşturma yoluyla en fazla katkıda bulunan kimse, Halife Me'mun olmuştur. Me'mun tarafından 832 yılında kurulan Beytü'l-Hikme (Darü'l­ Hikme), ilim ve tercüme faaliyetlerine altın çağını yaşatan bir ilim merkezi olarak tarihteki yerini almıştır. Me'mun, Bizans'a karşı gerçekleştirdiği başarılı bir sefer sırasında toplattığı kitapları, beraberinde Bağdat'a getirmiştir. Bunun yanında, gerek ülke içindeki kilise okullarından, gerekse komşu ülkelerden ve Kıbrıs'tan, satın alma vb. yollarla sağlanan eserlerle birlikte Beytü'l-Hikme'nin kuruluşunu gerçekleştirmiştir. Dönemin en meşhur bilimadamlarının istihdam edildiği bu kurumda tbnü'n-Nedim'e göre, Grekçe'den Süryanice aracılığıyla Arapça'ya veya doğrudan Grekçe'den Arapça'ya tercüme yapanların sayısı kırktan fazlaydı. Me'mun'un sadece Grekçe'den yaptırdığı tercümeler için 300.000 dinar harcadığı, Huneyn b. İshak gibi bazı mütercimlere ise tercüme ettikleri eser ağırlığında altın hediye ettiği rivayet edilmektedir. tbnü'n-Nedim, Me'mun'la çağdaş Bizans imparatoru (muhtemelen Theophilos) arasında birçok yazışmalar gerçekleştiğini belirttikten sonra, halifenin imparatora mektup yazıp Bizans'taki eski Yunan yazmaları arasında önemli bazı eserlerin temini için izin istediğini, teklife başlangıçta olumsuz bakan imparatorun daha sonra halifenin bu isteğini kabul ettiğini kaydeder. Bunun üzerine Me'mun, aralarında dönemin meşhur tercüman ve ilim adamlarından Haccac b. Yusuf b. Matar, Yuhanna b. el-Batrik ve Beytü'l-Hikme'nin "sahibi" olarak adlandırılan Selm'in de (Salim?) bulunduğu bir gurubu Bizans'a gönderir. Yuhanna b. Maseveyh'in de içerisinde yer aldığı belirtilen bu heyet, Bizans'tan getirdiği felsefe, matematik, tıp ve musiki'ye dair eserleri yine halifenin isteği üzerine Arapça'ya tercüme etmiştir. Me'mun'un ilme merakını vurgulayan Sa'id el-Endelüsi, onun Bizans imparatorlarına kıymetli hediyeler gönderip felsefe kitaplarının temini için aracı olmaları ricasında bulunduğunu belirttikten sonra, halifenin bu isteğine karşılık imparatorların da Platon, Aristoteles, Hippokrates, Galenos, Euclides ve Batlamyus gibi filozof ve tabiat bilimcilerine ait eserleri gönderdiklerini kaydetmektedir.


Me'mun'un Bizans'a gönderdiği ilim heyeti içerisinde yer alan lbn Batrik biraz mübalağalı bir uslüpla klasik eserleri elde etmek amacıyla yaptığı faaliyetleri şöyle anlatır: "Filozofların sırlarını (eserlerini) sakladıkları mabetlerden hiçbirini bırakmadan gezdim. Aradığımı yanlarında bulabileceğimi umduğum en büyük rahipleri dolaştım. En sonunda Asklepios'un kendisi için yaptırdığı mabede vardım. Orada alim ve anlayışlı bir rahiple dostluk kurdum. Bir yolunu bularak kitapların bulunduğu mabede girmeyi başardım. Onların arasında aradığımı buldum ve istenileni elde etmiş olarak döndüm. Şimdi onu Yunanca'dan Arapça'ya tercüme etmekteyim."


Kendisinden barış isteyen Kıbrıs valisine Halife Me'mun'un ileri sürdüğü şartlar arasında, adada bulunan Yunan felsefe klasiklerinin gönderilmesi de yer almaktaydı. Kıbrıs 'ta bir depoda bulunduğu belirtilen eserler, anlaşma gereği halifeye gönderilmiş ve o da bu kitaplarla ilgilenmek üzere Beytü'l-Hikme'nin "sahibi" Sehl b. Harun'a göndermişti. Me'mun'un eski Yunan bilimine ait eserlerin toplanması amacıyla Sicilya'ya da görevliler gönderdiği rivayet edilmektedir.



Gerek halifelerin girişimleri ve gerekse alimlerin ferdi çabaları sonucu Bizans'tan çeşitli ilimlere dair birçok eser getirildiği kaydedilmekle birlikte, kitapların isimleri ve müellifleri konusunda açık bilgiler verilmemektedir. Bununla birlikte bazı rivayetler bu hususta bir fikir edinmeye yardımcı olacak mahiyettedir. Konu işlenirken zikredilenlerin yanında lbnü'l-Kıfti'nin naklettiğine göre Me'mun döneminde Bizans'tan getirilen eserler arasında Pergeli (Pergaeus) meşhur matematikçi Apollonios'un (ö. m.ö. 190?) İslam dünyasında Kitabü'l-Mahrutat adıyla bilinen konilerle ilgili sekiz kitaptan oluşan Kônika adlı eserinin birinci bölümü de bulunmaktaydı. Eskiçağın en büyük ilmi kaynaklarından biri olarak kabul edilen bu eserin daha sonra ilk dört kitabı Hilal b. Ebi Hilal el-Hınısi, diğerleri ise Sabit b. Kurra tarafından Arapça'ya çevrilmiş ve Ben omosa kardeşler tarafından da ıslah edilmiştir. Bugünün geometri ilmini doğrudan etkileyen ve araştırmacılarca dahiyane kabul edilen orijinal tesbitler içeren eser, uzun yıllar sahasında başvuru kaynağı olma özelliğini sürdürmüştür.


Bizans'ta bulunan eski Yunan bilimine ait eserlere büyük ilgi duyan ve bir kısmını ülkesine getirten Halife Me'mun'un bu ilgisi, sadece eserlerle sınırlı kalmamış, klasik ilimlerin o gün yaşayan temsilcilerini de kapsamıştır. Bu temsilcilerden biri, şöhreti talebeleri vasıtasıyla Bizans sınırları dışına taşarak Bağdat'a kadar ulaşan matematik, astroloji ve felsefe alimi Leon'dur (ö. 869?). Leon'un, özellikle birbirinden belirli uzaklıktaki yüksek tepeler üzerinde oluşturulan ışık işaretleri sayesinde, Arap akınlarını kısa sürede başkente bildirmek üzere bir mekanizma icad ettiği ve daha bol ürün elde etme amacıyla geliştirdiği yöntemlerin Mu'tasım dönemindeki Amorion kuşatmasında (m. 838) uygulanarak halkın açlık tehlikesine karşı olumlu sonuçlar elde edildiği rivayet edilmektedir. Leon'a mektup yazarak onu sarayına davet eden Halife Me'mun'un, bu girişiminde başarılı olamadığı belirtilmektedir. Çünkü halifenin mektubundan haberdar edilen İmparator Theophilos, Leon'un ücretini artırdığı gibi, onu İstanbul'un önemli kiliselerinden birine tayin etmişti. Me'mun bizzat imparatora mektup göndererek kısa bir süre için dahi olsa Leon'un Bağdat'a gelmesine izin vermesini rica etti. Halife mektubunda imparatora, isteğini yerine getirdiği takdirde bunu bir dostluk işareti sayarak kalıcı bir barış imzalayacağına söz vermekte, bunun yanında 2.000 dinar altın teklifinde bulunmaktaydı. Bütün bu girişimlerine rağmen Me'mun, imparatordan olumlu bir cevap alamamıştır.


Kitabü'l-Hıyel adlı eserle tanınan ve Me'mun'un isteği üzerine dünyanın enlem ve boylamlarını tesbit ettikleri bilinen Benu Musa kardeşler, dönemin bilimlerini elde etmek amacıyla maddi hiçbir fedakarlıktan kaçınmamışlardır. Klasik kaynakların tercümesi için Huneyn b. İshak, Hubeyş b. Hasan ve Sabit b. Kurra'nın da aralarında bulunduğu mütercimlere, aylık 500 dinar ödedikleri kaydedilmektedir. Huneyn b. İshak gibi meşhur bilginleri Bizans'a göndererek felsefe, geometri, musıki, aritmetik ve tıp alanında birçok eserin satın alınarak İslam ülkesine getirilip tercüme edilmesini sağlamışlardır. Kusta b. Luka el-Ba'albeki de Bizans'tan eser getirip tercüme faaliyetlerine katılanlar arasında zikredilmektedir. Astronomi ve astroloji bilgini (müneccim) Yahya b. Ebi Mansur'un Me'mun'un Bizans topraklarına düzenlediği bir sefer sırasında vefat ettiği kaydedilir.



Halife Vasık-Billah döneminde bilimsel gezi ve gözlem amacıyla Bizans'a ilimadamı gönderilmesi, Abbasi devleti ile Bizans arasındaki bilimsel ilişkilerin farklı bir boyutunu teşkil eder. Vasık, Ashab-ı Kehf'e ait olduğu söylenen Efes'teki mağarada incelemeler yapmak üzere dönemin meşhur alimlerinden Muhammed b. Musa el-Harizmi'yi (el-Müneccim) Bizans'a gönderir. Halife aynı zamanda İmparator III. Mikhail'e (842) de bir mektup yazarak araştırmacıya gerekli kolaylığın sağlanmasını rica eder. İmparator gerekli izni verdiği gibi araştırmacıya yardımcı olmak üzere bir de rehber görevlendirir. Rehberle birlikte mağaranın bulunduğu dağlık bölgeye tırmanan Harizmi, içerisinde cesetlerin muhafaza edildiği ve taştan bir kapıyla kapatılmış olan bölüme kadar gelir. Burada iki hadım hizmetçiyle birlikte görev yapan muhafızla karşılaşır. Ziyaretçilerden bir miktar maddi gelir de elde ettikleri anlaşılan mağara görevlileri, cesetlere dokunulduğu takdirde herhangi bir uğursuzluk gelebileceğini belirterek içeriye girilmesine engel olmak isterlerse de Harizmi, sorumluluğu üzerine aldığını beyan eder ve ısrarı neticesinde içeriye girmeyi başarır. Cesetler üzerinde inceleme yapan Harizmi, bunlar için çeşitli bitkisel ilaçlar kullanıldığını, ayrıca sapasağlam oldukları izlenimi vermek için kılların vücut üzerine ekilmesi gibi bazı yollara başvurulmuş olduğunu müşahede eder. Bu arada istek üzerine mağara görevlileri tarafından getirilen yemeğin de zehirleme amacına yönelik olarak hazırlandığı anlaşılır. Harizmi'ye göre bu, içerideki cesetlerin Ashab-ı Kehf'e ait olduğuna dair söylenenlerin asılsızlığını örtbas etmek için görevlilerin başvurduğu bir tedbirdi. Sapasağlam cesetlerle karşılaşacağı ümidiyle uzun yolculuk ve sıkıntıya katlanmış olan Harizmi, uğradığı hayal kırıklığını mağara muhafızına ifade ettikten sonra oradan ayrılır.


Yunan biliminin müslümanlara geçişinde İslam toplumunda yaşayan birçok alimin önemli rol oynadığı görülmektedir. Bu alimlerden biri, Hireli lbad kabilesine mensup Nesturi hıristiyanlarından eczacı bir babanın oğlu olan Huneyn b. lshak'tır (194-260/809-873). Huneyn, Bağdat'ta dönemin meşhur saray doktorlarından Yuhanna b. Maseveyh'ten tıp tahsiline devam ettiği sırada, giderek zorlaşmaya başlayan çetrefilli ve ısrarlı soruları üzerine hocası tarafından kovulur. Bu durumu içine sindiremeyen Huneyn, hocasının daha çok para kazandıracağını belirterek tavsiye ettiği sarraflık yerine Bizans'a (biladü'r-Rum) gitmeyi tercih eder. Huneyn'ın konumuzla ilgisi özellikle bu noktada başlamaktadır. İlgili kaynaklardaki rivayetlerden Huneyn'in birçok Bizans şehrine gittiği ve buralarda sadece dil öğrenmekle kalmayıp ilim tahsil ettiği de anlaşılmaktadır. lbnü'n-Nedim, klasik eserler elde etmek için diyar diyar dolaşan Huneyn'ın bu arada Bizans'a da (beledü'r-Rum) gittiğini naklederken lbnü'l-Kıfti, felsefeye (hikmet) dair eserleri elde etmek amacıyla Bizans'a (biladü'r-Rum) giden Huneyn'in, gittiği yerlerde Grekçe'yi de öğrendiğini ve önemli felsefi eserlerle döndüğünü açık bir şekilde belirtir. İbn Ebi Usaybi'a ise tercüme etmeyi düşündüğü kitapları elde etmek için birçok ülkelere (bilad) giden Huneyn'in, bu arada Bizans topraklarının en uç noktasına kadar (ila aksa biladi'r-Rum) ulaştığını kaydeder.

Birkaç yıl sonra Bizans kıyafetleriyle Bağdat'a dönen Huneyn'in arkadaşlarını hayrete düşürecek şekilde Homeros'tan şiirler okuması ve yanında getirip tercüme ettiği Galenos'un tıbbi ameliyatlarla ilgili bir eseri hakkında, mütercimi söylenmeden kendisine gösterilen Yuhanna Maseveyh'in oldukça mübalağalı övgülerde bulunmuş olması, Huneyn'in Bizans'tan ne kadar verimli bir şekilde döndüğü hususunda fikir vermektedir. Bundan sonra Huneyn, hocası Yuhanna ile arasını düzeltmiş ve onun desteğini kazanmış olarak ilmi faaliyetlerine devam etmiş ve gerek halifeler ve gerekse Benu Musa b. Şakir'in himayeleriyle verimli tercümelerde bulunmuştur. Halife Me'mun'un, Grekçe tıp kitaplarını Arapça'ya çevirmek ve başkaları tarafından yapılmış olan çevirileri kontrol etmekle görevlendirdiği Huneyn'e, tercüme ettiği eserlerin ağırlığınca altın verdiği rivayet edilmektedir. Eski ve Yeni Ahid ile Euclides, Hippokrates, Arşimedes, Apollonios ve Platon'un bazı eserlerini Arapça'ya kazandırdığı gibi, gerek Bizans ve gerekse İslam tıbbına önemli derecede etkileri bulunan Bergamalı (Pergamon) tabip ve filozof Galenos'un birçok eserini Süryanice ve Arapça'ya çevirmiştir. Huneyn b. İshak, Halife Mütevekkil'in dostu ve katibi Ali b. Yahya el-Müneccim (ö. 275/888-89) için yazdığı risalede Galenos'un eserleri ile, kendisi tarafından yapılanlar başta olmak üzere, bu eserlerin Süryanice ve Arapça tercümeleri hakkında bilgi vermektedir.


Harranlı meşhur Sabii alim ve mütercim Sabit b. Kurra'nın da (ö. 288/901) Bizans topraklarından döndükten sonra Benu Musa kardeşlerden Muhammed'in dikkatini çekmiş olması burada hatırlanmaya değer görülmektedir. Ayrıca matematik, astronomi, tıp ve musıki alanlarında şöhret kazanmış Suriyeli hıristiyan felsefecilerden muhtemelen Rum asıllı Kusta (Konstans?) b. Luka el-Ba'albekl'nin de Bizans'a gidip oradan birçok eserle Suriye'ye döndüğü ve bundan sonra Yunanca'dan Arapça'ya tercümeler yapmak üzere Bağdat'a davet edildiği bilinmektedir.


Sonuç olarak denilebilir ki, Greko-Romen ve Hellenistik kültürün varisi olan Bizans'ta, zaman zaman dini ve sosyal sebeplerden kaynaklanan kesintiler görülmüş olmakla birlikte, klasik bilim ve felsefe geleneği, değişik zamanlarda ve belirli alanlarda önem kazanan bazı merkezlerde devam etmiştir. Bu yapısıyla Bizans, Grek düşüncesi ve biliminin müslümanlara geçişinde önemli boyutlarda rol oynamıştır. Bizans'ın bu fonksiyonu şu şekilde tesbit edilebilir:


a). İskenderiye, Antakya, Gazze, Beyrut, Urfa ve Harran gibi, belirli dönemlerde ilim ve kültür merkezi haline gelmiş şehirlerin müslümanlar tarafından fethedilmesiyle, tercüme ve diğer ilmi faaliyetlerini sürdürmeye çalışan veya bu potansiyele sahip olan yerli unsurlar, İslam hakimiyetine girmiş bulunmaktaydı. İslam dönemindeki ilmi faaliyetlerde bu yerli unsurlardan büyük ölçüde istifade edildiği gibi, çeşitli mabet ve kütüphanelerde bulunan eserler de değerlendirilmeye çalışılmıştır. 


b). Bizans topraklarına düzenlenen seferler sırasında ele geçirilen kitaplar, hilafet merkezine getirilmiş ve oluşturulan kütüphanelere konularak muhafazası sağlanmıştır.


Halife Ebu Ca'fer el-Mansur ve Me'mun örneklerinde olduğu gibi bizzat halifeler tarafından Bizans imparatorlarına mektuplar yazılarak klasik eserlerin gönderilmesi veya temininde kolaylık gösterilmesi istenmiştir. Hatta klasik eserlerin gönderilmesi barış anlaşmalarına konu olmuştur.


Resmi girişimlerden ayrı olarak Benu Musa ve Huneyn b. İshak örneklerinde olduğu gibi, Bizans'a bizzat gitmek veya bilim adamlarını göndermek suretiyle gerçekleştirilen özel teşebbüslerle, birçok eserin elde edilmesi ve Grekçe'nin ileri düzeyde öğrenilmesi mümkün olmuştur.


Resmi veya özel girişimler neticesinde toplama, satın alma vb. yollarla elde edilen eserler, etnik köken ve din farkı gözetilmeksizin görevlendirilen şahıslara tercüme ettirilmiştir. Hizanetü'l-Hikme ve Beytü'l-Hikme'nin ilmi zenginliğe kavuşmasında bu eserlerin ve gayri müslim unsurların hatırı sayılır bir yeri olmuştur.


Yukarıdaki yollarla Bizans'tan sağlanan klasik eserlerle İslam toplumu, sadece Yunan filozoflarını değil Theon, Proklos, Ammonios, Simplikios, Ioannes Philoponos gibi Bizans felsefe ve tabiat bilimcilerinin yorumlarını, görüşlerini de öğrenme imkanı bulmuştur.


Bilim alanındaki ilişkiler yaşayan bilim adamlarıyla da ilgili olmuştur. Me'mun, şöhretini duyduğu Bizans filozof ve matematikçisi Leon'u Bağdat'a getirebilmek için başarısızlıkla sonuçlanan bir girişimde bulunmuş, buna karşılık Vasık, imparatora gönderdiği mektupla, Ashab-ı Kehf'e ait olduğu söylenen mağarada incelemeler yapacak olan Harizmi'ye gerekli kolaylığın gösterilmesini sağlamıştır.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak