21 Ocak 2023 Cumartesi
Karmati Hareketinin Arka Planı “Hıristiyanlık”
Hıristiyanlık Doğu mistizminin, Yahudi Mesihçiliğin, Yunan düşüncesinin ve Roma evrenselliğinin kavşak yerinde, ortaya çıktı. Hıristiyanlar, Hristos (Christ, İsa) a bağlı, onun öğretisine inananlardır. Hristos sözü, İbranice Mesih sözünün Yunanca'ya çevrilmiş şeklidir. Tektanrıcı bir dindir. İnsanlığın kurtarıcısı ve Tanrının oğlu olan İsa'nın aracılığıyla kulun Baba-Tanrı ile haşir-neşir olmasını ön planda tutar. Hıristiyanlığın kutsal kitabı (Kitab-ı Mukaddes, Bible) Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid'den oluşmaktadır. Yahudilerin kutsal kitabı olan Ahd-i Atik, Hıristiyanlarca Kitab-ı Mukaddes'in ilk bölümünü teşkil etmekte, Ahd-i Cedid ise Yahudiler tarafından kabul edilmemektedir. Burada Hıristiyanlığın geniş bir tarihçesi ve dini temel prensiplerini anlatma yerine bu dinin mensuplarının bir kısmının yaşamış olduğu coğrafya ile Karmati-İsma'ili gruplarının yaşamış oldukları coğrafyanın yakın oluşu veya bazen de aynı bölgelerde yaşamış olmaları sonucunda oluşan etkileşim konumuz açısından önemlidir. Özellikle bazı Hıristiyan grupları ile bu gruplar arasındaki coğrafyanın inanış üzerindeki etkisi dikkat çekicidir. Bu açıdan birtakım Hıristiyan inanışları, Karmatiler üzerinde etkili olmuştur.
Hıristiyanlığın ortaya çıktığı Filistin, m.ö. I. yüzyıldan itibaren hızlı bir şekilde Helenleşmeye başlamıştı. Aynca bu dönemde Yahudilik, gerek ibadet şekli gerekse inanç çeşitliliği açısından Helenistik senkretizmin getirdiği bütün etkileri yansıtır. İsa'dan önceki I. Yüzyıl Yahudiliği bu etkileri geniş bir mezhepler prizmasında yansıtmıştır. Bu mezhepler, Yahudilik kadar Hıristiyanlık için de etkili olmuştur. Ferisilik, Sadukilik, Zeolat, Essenilik, Herodcular olarak adlandırılan bu mezheplerin etkileri daha sonraki hareketlerde de görülmektedir. Hıristiyanların durumu diğer inançların durumundan farklı idi. Bir kısmının Bizans İmparatorluğu ile dinsel bağları vardı. Fakat savaş zamanında kuşku uyandırabiliyorlardı. Yahudilerinki gibi sıkı bağları olan bir cemaat örgütlenmeleri yoktu; kırsal bölgelerin bazı kesimlerinde Hıristiyanlığa bağlılık çok uzun süreli olmayıp daha sonra da tamamen ortadan kalktı; bazı yerlerde ise bir azınlık inancı olarak yaşamaya devam etti. İspanya'da nüfusun büyük bir kesimi Roma Katolik kilisesi'ne mensup olmaya devam etti; başka yerlerde, varlıklarını sürdürenler, ilk yüzyıllarda isa'nın yaratılışı hakkında çıkan büyük anlaşmazlıklar nedeniyle ana gövdeden kopmuş olan, Nesturiler, Mohofizitler ve Monotelider gibi muhalif kiliselere mensup olma eğilimi gösterdiler. Hıristiyanlar sadece kentlerde değil, kırsal bölgelerde, özellikle yukarı Mısır, Lübnan dağları ve Kuzey Irak'ta yaşadılar. Dinin, dili de beraberinde taşıması yoluyla olmuştur. Din değiştirenlerin Arap kökenli olmayanları, özellikle İranlılar, Kur'an'ı Arapça okudular ve Kur'an'dan kaynaklanan düşünce ve hukuk sisteminin eklenmesinde büyük bir rol oynar iken, din değiştirmeyenler dinsel amaçlarla kendi dillerini kullanmaya devam ettiler; bazı doğu kiliselerinin din kitapları Süryanice ve Kiptice olarak kaldı; İbranice ve Aramice Yahudiler için ibadet ve dinsel öğreti dili oldu.
Bu açıdan İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, iç içe geçmiş iki sürecin başladığı görülür. İnsanın kendisiyle ilgili düşüncelerinin ve dünyasal zevklerinin sadeleştirilmesini ve bunlardan feragat edilmesini amaçlayan bir dindarlık ya da ibadet hareketi, bir de Kur'an'ın anlamı üzerinde düşünme hareketi vardı. Her iki hareket de Hicaz'dan çok Suriye ve Irak'tan çıktı ve bunların, Müslümanların yaşamakta oldukları dünyada o sırada varolan düşün ve ahlaki eylem kalıplarından kaynaklanması doğaldı. İslam dinini benimseyenler bu dine kendi tarzlarını getirmişlerdi; hala Müslüman'dan çok Hıristiyanların ve Yahudilerin bulunduğu bir ortamda yaşıyorlardı. Bu dönem Doğu Hıristiyan manastır hayatının ve dervişlik düşünce ve pratiğinin son büyük çağıydı. Peygamber, ilkesel olarak, manastır hayatını menetmişti. Sufi düşüncesi içinde, Doğu Hıristiyanlığının manastır hayatından kaynaklanmış olması, İslam toplulukları içinde olan Melametiler bu eğilimden etkilenmişti. Bu eğilimde başkalarının ayıplayacağı işler yaparak kişinin kendisini alçaltma arzusu, kişinin öz-saygısının bir tür ezaya tabi tutma prensip edinilmiştir.
İlk kuşak Müslüman yönetimi sırasında Grekçe'den Süryanice'ye ve Arapça'ya çeviri yapmak gerekli değildi, çünkü bu geleneği taşıyan kişilerin çoğu hala Hıristiyan, Yahudi ya da Zerdüşti idiler ve din değiştirmiş olsalar bile düşünce dillerini koruyarlardı ya da en azından bu dilleri bilenlerle temas halindeydiler. Arap hakim grubu onların hangi konuları inceledikleriyle pek ilgilenmemiş ya da nadiren ilgilenmiş olmalılar. Çünkü Arap dili, bilim ve felsefe kavramlarını tam olarak ifade etme kapasitesine henüz sahip değildi. İkinci İslam yüzyılın son döneminden dördüncü İslam yüzyılına kadar geçen süre içinde (sekizinci yüzyıldan dokuzuncu yüzyıla kadar) çeviri faaliyeti etkin bir biçimde sürdürüldü. Bu konuda nadiren bazı Abbasi halifelerinin teşviki de görüldü. Bu faaliyet genellikle, birinci kültür dili Süryanice olan ve Süryanice'den de Arapça'ya çeviri yapan Hıristiyanlar tarafından sürdürüldü. Ancak Grekçe'den Arapça'ya bazı çeviri çalışmaları da yapıldı. Bu çalışmaların önemli bir parçası Arap dilinin kaynaklarını, sözlüğünü ve deyimlerini çoğaltmak ve bu dili çağın entelektüel hayatı için yeterli bir araç haline getirmekti.
Burada çevirmenlerin en büyüğü olan Huneyn İbn İshak önemli bir rol oynadı.
Sonuçta zamanın Grek kültürünün tamamı, okullarda yaşatılan biçimiyle, bu genişleyen dil içinde özümlendi. Bazı bakımlardan bu daralan bir kültürdü. Retorik, Şiir, drama ve tarih artık öğretilmiyor ya da pek incelenmiyordu. Benzer araştırmalar, felsefeyi (Aristoteles'in felsefesi, Platon'un bazı diyalogları, bazı Yeni Platoncu çalışmalar); tıp, pozitif bilimler, matematik ve astronomi; gizemsel bilimler, astroloji, simya ve büyü gibi konulan kapsıyordu. Felsefe, bilim ve gizem araştırmaları şimdiki gibi açık biçimde ayırt edilmiyordu. "Bilimsel" kabul edilenlerin sınırları zaman zaman değişmiştir. Evrenin niteliği hakkında bilinenlerle, doğanın insan hayatını düzenlediği ve ayın ötesindeki semavi güçlerin dünyada olup bitenleri denetlediği inancıyla ve bu güçleri anlama ve onları kullanma çabasıyla tamamen tutarlı idi. Müslüman yönetimindeki Suriye'de aynı şekilde Irak ve Mısır'da yaşayan Hıristiyanlar için bir açıklama yapmak gerekir. Özellikle Bölgedeki Hıristiyanlar Arap fethinden sonra Irak ve İran'da Zerdüştlerin hızlı bir şekilde kaybolmalarının aksine Hıristiyanlık kendi durumunu korumuştur. İran ve Irak'ta Zerdüştlük dinini benimseyen Sasani İmparatorluğunun ortadan kalkmasıyla, büyük bir Zerdüşt kitlesi manidar bir şekilde lmparatorluğun tahrip oluşu ile Zerdüştler dinlerini bıraktılar. Bölgede Hıristiyanlığın durumu tamamen farklıdır. VII. yüzyıldan sonra Bizans'tan arta kalan büyük bir Hıristiyan kitlesi İslam hakimiyetinde Hıristiyanlığın saygınlığını sürdürmeye hizmet ettiler. Bu, Bizans Anadolu sınırından karşısına kadar uzanan Suriye'deki durumunu göstermekte idi. Suriye'de, üstelik Emevi halifelerinin çoğu, Hıristiyanları desteklemek noktasında oldular. Hıristiyanlar kayda değer bir şekilde devlet hamisi yöneticileri olarak yüksek memurluklara atandılar veya Halifeler tahta oturduklarında huzurlarında yapılan tartışmalar için farklı mezhepteki Hıristiyanları davet etmekle, onları özel bir konuma getirdiler.
Gerçekten, Ortodoks dini bakış açısından Hıristiyanlar üzerinden Arap fethinin etkileri kötü değildi. Fetihten önce Bizans yönetimine karşı olan Suriyelileri büyük bir sayıda heterodoksa dönmüşlerdi. Bizans'ın gitmesiyle Bizans ortodoksi'sinden etkilenmeme doğal bir şekilde azaldı. Önceki Hıristiyan Imparatorluk yetkileri ve teolojisi vergi koymuş oldukları için aktif bir muhalefeti bölgede yükselttiler. Bir sonuç olarak Bizans ortodoksi'nin taraftarları olan Melkit kilisesi Yakubilere karşı onun yerini almada etkili oldu ve bu vasıtasıyla Suriye Kilisesinin liderliğini kabul etmeyi başardılar. Yakubi kilisesi bununla birlikte ne kayboldular ne de diğer Hıristiyan heterodoksisinde tamamen yok oldular. VII. yüzyılın sonuyla yeni bir Hıristiyan mezhebi-Maruniler-dağlarda ve Orontes vadisinde ayrı bir topluluk olarak organize oldular. Maruni kilisesi Müslümanların fetihten sonra Suriye varlığını sürdüren bir Hıristiyan kitlesi olarak bilinir. V. yüzyıldan itibaren Deyr Marun (veya Dar Miuun)manastırı Suriye kuzeyinde, Hama ve Şayzer yakınlarında, Oruntes'in orta bölgesinde köylü fellahların önde gelen dini bir merkezi olmuştu. Deyr Marun bu yüzyılın başında ölen Marun diye isimlendirilen yerel bir efendinin öğrencilerince kuruldu, Ortodoks Melkitleri olan Dayr Marun'un rabipleri teolojik uzlaşmaları ile Bizans Ortodoksisi bastırılma girişimi olduğu zaman olan Heraklius'un krallığı döneminde uzlaşma kabul edildi. Bizans Ortodoksları iddia ettiler ki Hz. İsa hem Tanrı hem de insan idi. Bu yüzden iki tabiat biri diğerinden ayırt edilemeyenin kişiliğinde yakın bir şekilde birleştirilmiştir. Yakubiler iddia ettiler ki Hz İsa Tanrı idi, insan oldu. Hz İsa için önerilen Ortodokslar için sapkınlık idi. Temelde sadece bir Tanrı tabiatı onun insanlık tabiatı sadece bir şekildi.
Hz İsa için önerilen 638'e kadar tamamen formülleştirilemeyen Heraklius tarafından önerilen uzlaşma ortodoksların inandığı gibi iki tabiatlı idi. Fakat bunlar sadece bir enerji ve bir irade ürettiği için çürütüldü. Bu monotehist formül, 680'e kadar Bizans Devleti tarafından müstehzi bir şekilde devam edilmesine ve resmi şekilde olmasına rağmen sadece Yakubilerce reddedilmedi. Aynı zamanda teolojiye tabi politik beklentileri olan Ortodokslar tarafından da reddedildi. 638'de Müslüman yönetimine geçen Suriye ve Mısır için pratik değeri olan Uzlaşma çok geç geldi. 680'de formül Ortodokslar içinde o kadar çok ihtilafa sebep oldu ki bir özel konsül formülü bir sapkınlık olarak değerlendirerek İstanbul da yapıldı. Deyr Marun rahipleri Melkit Kilisesinde çıkan ve ayrı bir şekilde organize olmuş olan Konsül'ün kararlarını reddettiler. 680'den sonra Melkitlerle ayrılmaya sebep olan Antakya'nın papalığı için kendi patriğini seçmek zorunda oldukları için Suriye papalığı için başarılı bir mücadele oldu. Suriye papalığı (Patrikliği) dışında, Kudüs'te de bir patriklik vardı. Bu patriklik Antioch (Antakya) kadar asla önemli olmamıştır. Her ne durumda olursa olsun Maruniler Suriye Hıristiyan toplumu içinde hızlı bir şekilde geliştiler. Uzun bir zaman önce Orontes vadisini terk etmeye ve ekseriyetle Lübnan dağlarında yoğunlaşmaya başladılar. Müslüman devletinin bedevi saldırılarında çöl sınırındaki kırsal sahaları koruma başarısızlığı bu göçmenleri cesaretlendirmede tek faktör olduğunda şüphe yoktur. Maruniler Suriye'de ve başka yerlerde ekseriyetle Lübnan dağlarında Sannir, Hıms ve ona bağlı Hama, Şayzer ve Ma'arrad el-Numan gibi kasabalarda bulunur. Hama ve Şayzer'in batısında etkileyici büyüklükteki manastırlarda otururlardı. Bölge çevresindeki rahipler için üç yüzden daha fazla kulübeler kullanılırdı. Çevrede altın, gümüş kapları ve değerli taşlarla doludur. Bu Manastır bununla birlikte sürekli Bedevi akınlarının ve yöneticilerin (otoritelerin) ihmallerinin bir sonucu olarak harekete onun çevresindeki keşiş kulübelerine akınlar başarısız oldu. Manastır Antakya ve Hıms nehri olan Orontes yakınlarına yerleştirilmiştir. Bununla birlikte Melkitler, Nesturiler ve Yakubiler hem eskide hem de son zamanlarda bir çok kitaplar yazdılar.
Melkitlere, Yakubilere ve Marunilere benzemeyen Nesturiler Suriye dışında bulunmadılar, fakat Irak ve daha batıdaki bölgelerinde oturmakta idiler. Onların inançları 431'de genelde kabul edilmeyen bir yorum olan Hz İsa'nın insanlığı ve ilahlığı arasındaki ayrımı ifade eden de Epheisus'nın konsülü tarafından yorumlanıldı. VII. yüzyılın sonlarında Maruni Kilisesinin çıkışı, şehirli papazların kontrolüne karşı köylü Suriyeli Hıristiyanların bir isyanı olarak görülebilir. Bizans yönetimi altında böyle bir köylü rahipler ve köylülerin isyanı hemen hemen hiç başarılı olmadı. Devletçe desteklenen Melkit kilisesi devletin yöneticileri ve ordusu, Marunileri ezmek için etkili bir şekilde onları kullandılar. Müslüman yönetimi altında durum farklı oldu. Çünkü Melkit kilisesine devlet desteği yoktu. Üstelik Arap fetihlerinin ardından eski bir çok Suriye kentleri ve kasabalarının çürümeye yüz tutması kent papazlığından ayrı kırsalda merkezileşen bir kilisenin ortaya çıkması için yolu kolaylaştırdı. İlk dönem Marunileri, kırsaldaki sade toplum için onların kökeni yansıtmada yeterli olamayan Melkitler ve Yakubilerin öncülüğündeki kentli literatürle karşılaştığında küçük bir literatür ürettiler.
Hıristiyan Şark'taki bölünme ve tartışmalar İslam dünyasındaki fikir karakterlerine de tesir etmiştir. Bu gruplar arasındaki felsefi ve teolojik tartışmalar İslam dünyasındaki heterodoks gruplarına da tesir etmiştir. Hıristiyan toplumundaki bu ayrışma ve tartışmalar, İslam toplumunun bölgeye hakim olmasıyla İslam toplumundaki şehirli, taşralı yapıda etkili olmuştur. İsma'ili düşünce tarzının şehirlerde, Karmati düşünce tarzının ise taşrada etkisini göstermesi ve buna paralel olarak doktrinlerini de bu yapının üzerine oturtmuşlardır. Aslında bölgedeki Hıristiyan ve Müslüman topluluklarındaki bu ayrımının temelinde coğrafyanın toplum üzerindeki etkisi bir sonucu olmalıdır.
ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER
(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)
Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ
20 Ocak 2023 Cuma
Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-7 “Hindistan” Râmâyana
III. Bölüm
(Bharata annesinin ihanetini öğrenir ve Râma'yi dönmeye ikna etmeye çabalar, fakat Râma reddeder. Bilge biri Rama'ya tanrıların silahlarını verir. Râvana'nın kız kardeşi Râma’ya sevdalanır. Rama reddettiğinde bir Rakşasa ordusu ona saldırır. Râma tüm orduyu yok etmeyi başarır.)
Her zamanki gibi Satrughna'nın eşlik ettiği Bharata, yedinci gün Ayodhya kentine vardı ve hemen annesini görmeye gitti. Babasının Ölümü onu çok üzmüştü. "Râma nerede?" diye annesine sordu. "Râma bana baba, kardeş ve arkadaştır. Ona hizmet etmek bana mutluluk verecektir."
Bharata'nın annesi oğluna, Râma'nın ayrılmasıyla ilgili gerçeği anlattı. Çünkü onun bu durumu talih olarak karşılayacağını sanıyordu. Ama Bharata onu şaşırtacak ve dehşete düşürecek derecede buna öfkelendi.
"Eğer Râma seni sevmiyor olsaydı, seni annelikten reddederdim" diye bağırdı. "Senin haince planlarına karşı babamın krallığını yönetmeyeceğim. Bu görev bana ağır gelir ve krallığı yönetmesi gereken Râma'dır. Büyük ormanda Râma'yı arayacağım, onu bulunca yönetme hakkı onun olduğu için onu eve getireceğim."
"Sana gelince" diye Bharata devam etti, "kaderin hem bu yaşamda ve hem de gelecek yaşamda sana üzüntü getirecek. Bu korkunç iş nedeniyle sürülmeyi, asılmayı ya da yakılmayı hak ediyorsun."
Resmen kendine önerilmesine karşılık Bharata tahtı reddetti. Bunun yerine, Satrughna ile birlikte soylular, süvariler, bilgeler ve tüccarlardan büyük bir grup oluşturdu ve Râma'yı bulmak için büyük ormanlık alanda onlara önderlik etti. Yolculuk sırasında Bharata'ya şöyle söyleyen bir bilgeye rastladılar: "Kader insanı yabancı ve önceden kestirilemeyen yollara sürükler. Râma'nın sürgünü nedeniyle anneni kınama. Onun sürgünü insanların ve tanrıların iyiliğinedir. Sabırlı ol ve dharmaya sadık kal."
En sonunda Bharata ve arkadaşları Râma'yı buldular. Bharata kardeşini Sltâ ve Lakşmana ile birlikte dallardan Örülmüş bir kulübede geyik derisi ve ağaç kabuğundan giysilerle yaşarken bulduğunda gözyaşlarını tutamadı. Bu basit yaşamına karşın güçlü kolları ve aslana benzeyen omuzlarıyla Râma, engin dünyanın yaratıcısı ve büyükbabası Brahma'ya benziyordu.
"Sen halkı tarafından Kosala krallığını yönetmek için Ayodhya tahtına oturtulan, insanların prensi olan Râma mısın?" diye sordu Bharata. "Lüks elbiselerinin yerine orman dalları ve hayvan derileri giydin ve sarayını bir münzevinin yalnız yaşamı için terk ettin. Görüntün kalbimi üzüntüyle dolduruyor."
Râma, Bharata ve Satruglına'yı kucakladı ve onları basit evine sevgiyle buyur etti. Sonra sordu: "Bharata, neden beni orman evimde aradın? Söyle babamız mı gelmemi istedi? Sağlığı yerinde mi? Muhafızlarımız krallığı gerektiği gibi koruyorlar mı? Danışmanları ona gerektiği gibi hizmet ediyorlar mı? Mutlaka çok önemli bir sorun seni beni bulmak için bu vahşi doğaya, bu uzun ve zorlu yolculuğu yapmaya sevk etmiştir."
Bharata gözyaşları içinde yanıtladı: "Râma, babamız öldü! Şimdi dünya yerine cennetin patikalarında yürüyor. Onun ölümü annemi kendine getirdi ve haince eylemi nedeniyle utandı. Seni benimle birlikte Ayodhya'ya dönmeye ve Kral Dasa-Ratha'nın en büyük oğlu olarak Kosala krallığını yönetmeye davet etmeye geldim. Ülkemizin eski yasasına göre, bu senin görevindir. Dahası, sana ihtiyacım var. Sen sadece benim erkek kardeşim değil, babam ve öğretmenimsin!"
Râma yanıtladı: "Bharata, yapmamı ne kadar istesen de seninle Ayodhya'ya dönemem. Kraliyet tahtına oturamam, çünkü babamın ve kralın buyruğuna karşı gelemem. Ölmüş olsa bile ona verdiğim sözü bozamam."
"Ve Bharata, annene kalbinde merhamet besle. O benim sürgünüm nedeniyle suçlanmamalı. Sana gelince krallığımızı yönetmelisin ve benim bu vahşi ormanda bulunduğum sürece halkımıza kol kanat germelisin. Dharma yolu budur. Görevine bağlı bir oğul olarak babamızın dileklerine uymalısın."
Râma şöyle bitirdi: "Ülkemizdeki sıradan insanları düşünmeyi hiçbir zaman unutmamalısın. Sürülerini güden çobanları ve topraklarını işleyen çiftçileri düşün. Askerlerimizin sınırlarımızı koruduğundan emin ol. Ulusumuzun büyük hâzinesini koru. Sadece soylulara değil, hak eden herkese zenginlik ve yiyecek sağla. Kim olursa olsun, masum olanları koruyan bir adalet anlayışıyla yönet."
Bharata yanıtladı: "Râma, gerçekten de ben senin krallığını yönetemem. Halkımız bana değil, sana önderleri olarak bakıyor."
"Saçma!" diye bağırdı Rama. "Sen dünya kadar büyük bir imparatorluğu yönetecek güç ve erdemi taşıyorsun. Öyleyse kesinlikle Kosala krallığını da yönetebilirsin. Babamızın güvenilir danışmanları sana önerilerde bulunurlar ve yol gösterirler. Bana gelince" diye sözlerini tamamladı Râma, "koca bir kaya gibi kararımda sabitim. Ricaların ne kadar yüce de olsa beni etkileyemez. Bütün arkadaşlarının ricalarının bir etkisi olamaz. Ay ışığını bitirebilir, dağlar karsız kalabilir, ama ben babamıza verdiğim sözü unutamam."
"Öyle olsun" dedi Bharata. "Bana altın sandaletlerini ver. Onları, senin yokluğunda Ayodhya tahtına koyacağım. Bana cesaret verecekler ve senin için krallığımızı koruyacaklar. Bana gelince, bundan sonraki on dört yılı münzevi olarak geçireceğim, evet, krallık sarayında yaşayacağım, ama senin gibi giyinip yiyeceğim. Eğer bu sürenin sonunda dönmezsen, cenaze ateşi yakıp alevlerinde ölmeye kararlıyım."
"Peki" dedi Râma, "sandaletlerimi al ve Satrughna ve arkadaşlarınla Ayodhya'ya dön. On dört yıl sonra yine karşılaşırız. Sana saygı, sevgi ve dostluk duyuyorum."
Böylece, her zaman doğru olan Bharata ve dürüst Râma ayrıldılar.
Râma, ona bağlı ve sadık olan Sıtâ ile Lakşmana, önceleri yol iz olmayan ormanda bir yerden bir yere dolaşıp durdular. Ormanın karanlık kuytularına sığınmış birçok münzevi ermişe rastladılar. Birçok insan için, uçsuz bucaksız orman karanlık, kasvetli ve korkunç bir vahşilikten fazla bir şey değildi. Fakat onun yolsuz İzsiz derinliklerinde Râma ve arkadaşları da kutsal münzeviler gibi saflık ve huzuru buldular. Büyük ve eğilmiş ağaçlardan olgun ve vahşi meyveler sarkıyordu. İçerideki sakin sularda kokulu nilüferler ve zambaklar dinleniyordu. Otlayan geyiklere sığınak olan dolgun ve yeşil yaprakların üzerinde güneş ışığı damlacıkları parıldıyordu. Hava gece gündüz kuş sesleriyle capcanlıydı.
Dolaşmaları sırasında Râma ve ailesi, vahşi ormanları kendine ev edinmiş münzevilerden güçlü ve bilge birisine rastladılar. Dedi ki: "Râma, sen kahraman birisin. Ancak bu ormanda bile savaş silahlarına ihtiyacın olur. İşte Vişnu'nun yayı. Göklerde yapılmış gerçekten muhteşem bir silah, onu yanında taşı, işte Brahma'nın parlayan oku. İyi bir okçunun ellerinde hedefini hiç kaçırmaz. İşte İndra'nın sivri uçlu oklarla dolu büyük okluğu. Bunlar seni savaşta hiçbir zaman mahçup etmez. Son olarak da, bu cilalanmış altın sandığı al. İçerisinde yiğit bir savaşçı ve krala ait olması gereken altın kabzalı bir kılıç durmakta."
"Tanrıların düşmanları" diye devam etti münzevi, "bu etkili silahları bilir ve onlardan korkarlar. Dolayısıyla onları sürekli yanında taşı, çünkü onlara sık sık ihtiyacın olacak. Bu barış dolu ormanda, gece boyu ava çıkmış kötü yürekli Rakşasalara rastlayacaksınız. Dualarımızı engelleyen ve kutsal mekânlarımızı kirleten bu yaratıklara karşı bizi ancak siz savunabilirsiniz. Kahraman, burada bile gerçekleştirecek onurlu eylemler bulur."
"Teşekkür ederim saygıdeğer bilge" diye yanıtladı Râma. "İyilik ve dostluğunla benim sürgünümü kutsadın.”
Râma, Sîtâ ve Lakşmana, münzevileri, geceleri avlanan Rakşasaların saldırılarına karşı koruyarak on yıl boyunca ormanda yaşadılar. Genç ve yiğit Lakşmana, yiyeceğin bol olduğu bir yerde bambu ve yapraktan rahat bir ev yaptı. Evin önündeki açıklık hurma ve mango ağaçlarıyla çevriliydi. Yakındaki göl balık, orman ise geyik doluydu. Küçük ve güzel gölün yüzeyini kokulu nilüfer çiçekleri ve ördekler yurt edinmişti.
Rakşasaların kralı Râvana'nın kız kardeşi, orman evine rastlayıp Râma'yı görüp ona âşık olana kadar her şey yolunda gitmişti. "Sen kimsin?" diye sordu Râma'ya. "Bir münzevi gibi giyinmişin, ama güçlü bir yay taşıyorsun. Rakşasaların yol ettiği bu karanlık ormanda yalnız bir evde ne işin var?"
Rama ormanda kalışının nedenini açıkladıktan sonra, genç kıza kendisi hakkında sorular yöneltti. O da şöyle yanıtladı: "Lanka kralı Râvana benim erkek kardeşlerimden biridir. Çoğunlukla bu ormanda erkek kardeşlerimle birlikte dolaşırız, fakat sana olan aşkımdan onları kendi işleri peşinde bıraktım. Benim krallığım geniş ve sınırsızdır. Bu nedenle seni kocam ve efendim olarak seçmem nedeniyle onur duymalısın. İnsan olan karını bir yana bırak; o sana benim kadar değerli bir eş olamaz! Rakşasalar insan etiyle beslenirler. Hiç güç harcamadan karını ve erkek kardeşini öldürebilirim. Rakşasalar ile kıyaslandığında insanlar zayıf, kırılgan ve çelimsiz yaratıklardır."
Râma gülümsemesini bastırdı, fakat düşüncesiz kızı iğnelemeden edemedi. "Kocan olarak evli bir adamı istemezsin" diye yanıtladı. "Bunun yerine erkek kardeşim Lakşmana'yı dikkate almalısın. Orman evimizde onun karısının olmadığını görüyorsun!"
Râvana'nın kız kardeşi Lakşmana'ya yaklaştığında, Lakşmana güldü ve ilerlemesini engelledi. "Kuşkusuz benimle tatmin olamazsın!" diye bağırdı. "Ben Râma'nın kölesiyim. Soylu bir kandan olman nedeniyle bir kölenin karısı olmak istemezsin değil mi?"
Bu sözler, karşılık bulamayan tutkuyla yaralanmış gururun birleşmesine ve genç kızın yüreğinde kavurucu bir kızgınlığın oluşmasına neden oldu. "Duygularımı ciddiye almayarak onurumu kırdın" diye açıkladı. "Bu yaptığın aptallık! Açık ki, yaralı bir Rakşasa'nın kızgınlık ve gazabını daha önce hissetmemişsin. Hiçbir kadın benim rakibim olarak yaşayamaz." Korkudan titreyerek yere düşen Sîtâ'nın üzerine yıkıcı bir şeytan gibi saldırdı.
Râma, karısıyla vahşi genç kızın arasına girdi. "Bir Rakşasa'yı hafife alarak hata ettim" dedi Lakşmana'ya. "Bu tehlikeye benim şakalarım neden oldu ve şimdi bu utanmaz dişiyle elimizden geldiğince uğraşmalıyız."
Lakşmana sözcüklerle zaman harcamadı. Rakşasa'nın öfkesi kalbinde bir yıldırım etkisi yaptı. Hızla kılıcını çekti ve savunmaya fırsat vermeden genç kadının burnunu ve kulaklarını kesti. Erkek kardeşlerine doğru kaçarken çıkardığı acılı çığlıklar ormanda dağıldı.
Kız kardeşlerinin kanlı yüzünü gördüklerinde intikam için on dört Rakşasalık bir grup gönderdiler. Râma güçlü yayını gerdi ve oklarıyla tümünü öldürdü. Kızgınlıktan kuduran kardeşler, daha sonra her biri Râma'nın cesareti kadar zalim olan on dört bin Rakşasalık bir güç topladılar.
Râma, Lakşmana ve Sîtâ'nın iyi gizlenmiş bir mağaraya sığınmalarını emretti. Onları korumaya ve düşmanla yalnız başına savaşmaya kararlıydı. Bu nedenle zırhını giydi ve Rakşasaların gelmesini bekledi. Göklerdeki tanrıların birçoğu savaşı seyretmek için dünyaya inmişti.
On dört bin Rakşasa, okyanus dalgaları gibi Râma'nın üzerine atıldılar. Onları gören tanrılar kaçtılar. Râma ise yüreğinde korku izi olmadan dimdik durdu. Gürleyen fırtınada ete batan yağmur damlaları gibi okları Rakşasa savaşçılarının üzerine yağdı. Buna karşılık Rakşasalar büyük ağaçları ve koca kaya parçalarını yerden kaldırarak Râma'nın üzerine fırlattılar. Bunlar bile dünyanın savunucusunu durduramadı. Yalnızca Râvana'nın erkek kardeşlerinden biri olan Önderlerini canlı bırakarak on dört bin cinin tümünü öldürdü.
Daha sonra Râma ve Rakşasaların önderi ölümüne bir kavgada karşı karşıya geldiler. Bir aslanın fille savaşması gibi uzun ve zorlu bir kavga oldu. Sonunda Râma kazandı ve Rakşasa önderi kanlı toprak üzerinde cansız uzanıp kaldı. Ormanın zemini saldırgan düşmanların gövdeleriyle kaplanmıştı.
Tanrıların kralı İndra, Râma'ya gülümsedi. Onun üzerine göklerden yağmur gibi tomurcuk ve çiçek boşalttı.
Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.
Karmati Hareketinin Arka Planı “Kabbalacılık (Yahudilik)”
Yahudi dininin tarihi birkaç bin yıl geriye kadar gitmektedir. İsrailoğulları ile Tanrı arasındaki ahde kutsal kitaplarında genişçe yer vermelerinden dolayı bu dine ahit dini de denmektedir. Yahudi inancının mistik ve felsefi bazı etkileri konumuz açısından öneme haizdir. Bu felsefi ve mistik yapı, İslam düşüncesinde etkisini hissettirmiştir. Özellikle Karmati vb. gruplar üzerinde, bu yapının etkilerini görmek mümkündür. Yahudi dininin felsefi bir yorumu olarak kabul edebilecegimiz Kabbalizm, Yahudilikte Tevrat ve Zebur'un dış (Zahiri) manası ile yetinmeyip, Mukaddes Kitab'ın harflerinden gizli manalar çıkarmaya çalışan ve ona istediği manaları serbestçe verebilen Yahudi doktrinidir. Harf ve sayı esasına dayanan Yahudi mistizmi simya, sihir ve varoluş anlayışını da ihtiva eder. Kabbalizm'e farklı anlamlar verilmiştir. Bunlardan ilki, Kabbalizm; " ... Yahudilikle Tevrat ve Zebur'un dış anlamıyla kalmayarak kutsal kitabın harflerinden gizli anlamlar çıkaran ve böylece istedikleri anlamları yükleyen akım olarak tarif edilmiştir.
İbranice'de "Kabbale", "Gelenek" ve Hz. Musa'nın mazhar olduğu "Sözlü Vahiy" manalarına gelir. Bu vahiy, aynı zamanda, yazılı kanun olup Tevrat'ın derin manasını izah etınekteydi. Kutsal kitap olan Tora'nın ilk beş kitabının yorum geleneğiyle Talmud'un temsil ettiği hahamlık yorum geleneğinin içinden çıkar ve öncelikle kutsal metnin okunması ve yorumlanmasıyla ilgili bir teknik olarak kendisini sunar. Kabbalizm; İbranice Batıni bir anlayışla yazılmış bir felsefe kitabıdır, bunun ne zaman yazıldığı belli değildir. Bu kitap, Yahudilerin menşeinden itibaren halkın dini inanışlarıyla gizli bir geleneğin de hülasasını vermekte, dolayısıyla Tevrat ve Zebur'un gizli (Batıni) bir yorumunu yapmaktadır. Bu bakımdan Kabbala, sadece bir doktrinin nazari esaslarını değil, aynı zamanda bundan çıkarılan bir sihir ve gizlilik fikrini de ihtiva etmektedir. Ekseriya "Ars Cabalistika" tabiri bu iki fikri birleştitir ve gizli an' ane ve sihir san' atı" manasını içerir.
Kabbala, m.ö. I. ve II. yüzyıla kadar tarihi bir alt yapısı olan bir mezhep olarak kabul edilmekle birlikte, hareketin doktrinlerinin bir bölümü miladi IX. veya X. yüzyılda ortaya çıktığı kabul edilir. Fakat Kabbala 'nın kökü çok eskilere götürülmesine rağmen, onun gerçek gelişimi, XII ve XIII. yüzyılda olduğunu da ileri sürenlerde vardır. İlk dönem Kabbalıcılık'tan Xl. yüzyılda ortaya çıkmış olan İhvan-ı Safa'nın etkilendiği kabul edilir. Kabbacılığın da XIII. yüzyılda gelişmesini tamamlamasında İhvan-ı Safa'dan etkilenmiş olduğu kabul edilir. Abdülkadir inan; İslam Dininde yasak olan, hatta şirk kabul edilen tılsım ve efsunların menşeinin, Yahudilerin "Kabbala" mistizminden kaynaklandığını ileri sürerek bu etkileşimi vurgulamıştır.
İlk dönem Kabbacılığın tarihi alt yapısı ve mahiyetiyle ilgili değişik görüşler vardır. Bunlardan ilki: Kabbala, ilk dayanağını Eski Ahit (Tevrat)'de Daniel V. ve XII. Bablarda bulur. İşaya VI ve Hezakiel I. ve X. Bablardaki bilgilerden de istifade eder. Kabbala'ya Talmud ve Mişna'nın başlangıcı gibi bakılır. Kabbalacılığı daha eski dönemlere ait olduğu belirtenler de vardır. Bu görüşü benimseyenlerden biri de Galante'dir. Kabbala'nın yazılı olarak en eski ifadesi, Akiba'ya atfolunmaktadır. Yapı itibariyle teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayrılır. Her ikisinde de Talmudi ve hahamlığa müteallik dünyadan ayrı bir dünya olduğu ileri sürülür. Kabbala'daki bütün düşünceler, bozuk dünyanın düzenini yeniden kuracak olan Mesih'in bir gün geleceğine dair bekleyişin etrafında dönüp dolaşır. Kabbala, gayb ilimleriyle de uğraşır. Kabbalistlere göre aklın ve mantığın kabul etmeyeceği yüce bir nizam olarak kabul edilir.
Kainat ve Allah'ın tabiatı üzerine kutsal bir doktrinin mevcudiyetinden bahsederler. İlk Kabbalistler, eski gnostik ve felsefi fikirlerden yararlanarak; Tanrı'ya ruhi yönden ulaşmak için, mistik ve sembolik görüşlerine kendilerini terk ederler. Bunlar, Kutsal Kitab'ın harflerine, zahiri manaları dışında Batıni manalarını istedikleri anlamlarla, istedikleri sonucu çıkarmak isteyen cereyandır.
Kabbalistler nazarında felsefe, dinden yüksektir. Dinler gafil halkı avlamak için birer aletten ibarettirler. Kabala kitabında gizli talim ve Tevrat'ın gizli manalarını açığa çıkarma gayreti yanında Tanrı'nın inkişaf nazariyesi de yer alır. Bu inkişaf ise daima sudur ile yani bütün varlıkları kendi varlığından tedrici surette çıkararak kendine şuur kazanması şeklinde olur. Ayrıca her biri alemin bir kısmını canlandıran, kendi aracılıklarıyla tabiat kuvvetlerine hakim olunabilen semavi ruhların sayımı, sayıların ve harflerin sembolik nazariyesi, ve insanı bir küçük alem olarak kabul eden külli tekabüliyet teorisi de yer alır. Kabala, dini metinlerin teferruatını ve nakledilen tarihlerin müşahhas muhtevasını inceleyen Talmud'a karşıdır. Kabbalizm'in gelişmesinde üç safha görülür. Bunlar:
Kabbalist anlayıştan önceki safha: Bu safhada gnostiklerin, Plotin'in ve Aristo'nun tesirleri karışık haldedir.
Zebur safhası: Bu safhada en ileri gelen yazar Rabbi Moshe de Leon'dur.
Asıl Kabal safhası: Bu safhada da en çok göze çarpan yazar Isaac Louri'adır.
Kabalistik doktrin, Tevrat'taki teolojiyi bertaraf etmek gayreti içinde Tanrı ile alem arasındaki mutavassıt varlıkları ortaya koyan bir "sudur" felsefesini benimsemiştir. Bu açıdan o, alemde dört varlık derecesi görür: Tanrı, yaratma, şekillenme ve insan yahut madde ve faaliyet dünyası. İnsani varlığı ilahi hikmete bağlayan bu şemada vahiy de mümkün görülmektedir.
Kabbalistler daima kaçak bir grup teşkil etmişler ve bilgilerinin yayılmasını pek istememişlerdir. Kabbalizmin Hıristiyan dünyasındaki kadar olmasa bile, İslam dünyasında da çeşitli tesirleri görülmüştür. Kabbalizm, Hakim Tirmizi döneminde İslam dünyasına girmiş, fakat esas olarak Batıniler tarafından benimsenerek gelişmesine zemin hazırlanmıştır. Bu manada Batıniler İslam dünyasındaki Kabbalistler olarak kabul edilebilir. Batıni kavramı genel bir kavram olarak İsma'ili-Karmati hareketlerinin tümünü ifade eder. Batınilinin temel siyasi hedefi, hilafet'i kaldınp, yerine İmamet'i tesis etmek idi. Bu amaçla çalışmamızın konusunu teşkil eden Karmatiler de dahil olmak üzere muhtelif isyanlar çıkarmışlar ve merkezi hükümet darbeleri vurmuşlardır. Sosyal hedef olarak bazı dini konuların batın-zahir ayırımına tabi tutularak te'vil edilmiş olmasıdır. Bu amaçla İbn Meymun, Kur'an'daki bazı sürelerin başlarında bulunan ve manası bilinmeyen harfleri (Huruf-u Mukattaa) tamamen kabalistik bir tarzda tefsire başlamış ve bu sayede Manişeist, gnostik felsefelerin İslam dünyasına girmesine sebep olmuştur. Batınilik ve onun doktrininin temsilcileri olan İsma'ilinin ve Karmatilinin tesirleri Hurufilik, Noktavilik, Kalenderilik gibi çeşitli şekillerde Anadolu'da yayılmıştır.
ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER
(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)
Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ
ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-10
ZAFER (1146 - 1187)
MISIR’A HÜCUM
“Amcam Şirkuh bana döndü ve dedi ki, ‘Yusuf, eşyalarını topla, gidiyoruz’. Bu emri alınca kalbime bıçak saplanmış gibi oldu ve şöyle cevap verdim: ‘vallahi, bana tüm Mısır’ı verselerdi bile gitmezdim”.
Bu şekilde konuşan kişi, onu tarihin en parlak hükümdarlarından biri haline getirecek maceranın epeyi utangaç başlangıcını anlatan Selahaddin’den başkası değildir. Bütün sözlerini belirginleştiren hayranlık verici samimiyetle birlikte, Yusuf Mısır destanının başarısını kendine maletmekten kaçınmaktadır. “Sonunda amcama eşlik ettim” diye devam etmektedir. “Mısır’ı fethetti, sonra öldü. Tanrı bunun üzerine hiç beklemediğim bir iktidarı benim ellerime verdi”. Aslında Selahaddin’in Mısır seferinden en büyük yararı sağlayan kişi olduğu bir süre sonra ortaya çıktıysa da bu olayda başrolü o oynamamıştır. Nil ülkesinin adına fethedilmesine rağmen, başrol Nureddin’de de değildir.
1136-1169 arasında devam eden bu seferde üç tuhaf kişi çarpışmaktadır: Şeytansı entrikalarıyla bölgeyi ateşe ve kana bulayan bir Mısır valisi, Şâver; Mısır’ı fethetme fikrini takıntı haline getirdiği için bu ülkeyi altı yılda beş kere istila edecek olan bir Frenk kralı Amaury; ve zamanının en büyük askeri dahilerinden biri olan bir Kürt komutan, Şirkuh (“Arslan”).
Şâver, 1162 aralığında Kahire’de iktidarı ele geçirdiğinde, şan ve zenginlik sağlayan bir mevki ve göreve gelmiştir, ama madalyonun tersinden de haberdardır. Mısır yönetiminde ondan önceki on beş yöneticiden bir tanesi hayatını kurtarabilmiştir. Diğer hepsi, duruma göre, asılmış, kellesi kesilmiş, bıçaklanmış, zehirlenmiş veya halk tarafından linç edilmiştir; bunlardan biri evlat edindiği oğlu tarafından, diğeri de öz babası tarafından öldürülmüştür. Bütün bunların söylenmesinin nedeni, bu bakır tenli, şakakları kırlaşmış emirde herhangi bir haya duygusu aramanın beyhude olduğudur. Başa geçer geçmez, kendinden önceki veziri ve tüm ailesini katlettirmekte, onların altınlarına, mücevherlerine ve saraylarına el koymakta acele etmiştir.
Ama çarkıfelek dönmeye hiç ara vermemektedir: Dokuz aydan daha az süren bir iktidar döneminden sonra, yeni vezir de, Dirgâm adındaki yardımcılarından biri tarafından devrilmiştir. Zamanında uyarılan Şâver, Mısır’dan sağ salim kaçarak Suriye’ye sığınmayı başarmış ve burada iktidarı tekrar elde edebilmek için Nureddin’in desteğini sağlamaya çalışmıştır. Ziyaretçisinin akıllı ve hitabeti yerinde olmasına rağmen, Zengi’nin oğlu ona başlangıçta kulak asmamıştır. Fakat olaylar onu çabucak tutum değiştirmeye zorlamışlardır.
Çünkü sahnesinin Kahire olduğu olaylar Kudüs’te yakından izlenmektedirler. Frenkler 1162’den beri, ihtirası dizginlenemez yeni bir krala sahiptirler: “Morri”, Foulque’un ikinci oğlu Amaury. Nureddin’in propagandasından etkilendiği açıkça belli olan bu yirmi altı yaşındaki hükümdar, kendine kanaatkâr, dindar, dinsel eserler okuyan ve adalet tutkunu bir insan görüntüsü vermeye uğraşmaktadır. Fakat benzerlik sadece görünüştedir. Frenk kralı, bilgelikten çok cürete sahiptir ve uzun boyuna ve bol saçına rağmen ihtişamdan yoksundur. Omuzları çok dardır, etrafını rahatsız edecek kadar uzun ve sık sık gürültülü kahkaha nöbetlerine yakalanmaktadır, ayrıca başkalarıyla ilişkisini zorlaştıran bir kekemeliği vardır. Yalnızca Mısır’ın fethi fikri ve buna ulaşmak için yorulmadan uğraşması, Morri’yi bir miktar çaplı kılmaktadır.
Bu heves, açıkçası caziptir. Batılı şövalyelerin Filistin’deki sonuncu Fatımi karakolu olan Askalan’ı ele geçirdikleri 1153’ten beri, Mısır yolu onlara açılmış durumdadır.
Hasımlarıyla dövüşmekle fazlasıyla meşgûl olan birbiri ardına gelen vezirler, zaten Frenkler’e, 1160’tan beri, işlerine karışmamaları için yıllık bir haraç ödeme adetini benimsemişlerdir. Şâver’in iktidardan düşmesinin hemen ertesinde, Amaury Nil ülkesinde hüküm süren karışıklıktan yararlanarak onu istila etmiş ve bahane olarak da, üzerinde anlaşılmış olan altmış bin dinarın zamanında ödenmemesini ileri sürmüştür. Sina’yı akdeniz sahili boyunca katederek, Nil’in kollarından birinin -bu kol, daha sonraki yüzyıllar esnasında kuruyacaktır- üzerinde yer alan Bilbays kentini kuşatmıştır. Kenti savunanlar, Frenklerin kuşatma araçlarını surların çevresine yerleştirmelerini seyrederken hem şaşırmış, hem de eğlenmişlerdir, çünkü aylardan eylüldür ve nehir yükselmeye başlamaktadır. Batılı savaşçıların su tarafından çevrelenmeleri için, kent yöneticilerinin birkaç seti yıktırmaları yetmiştir: Batılılar, ancak kaçacak ve Filistin’e dönecek vakti bulabilmişlerdir. İlk istilaları kısa sürmüştür, ama Halep ve Şam’ı Amaury’nun niyetleri konusunda uyarma gibi bir yararı olmuştur.
Nureddin tereddüt içindedir. Kahire’nin kaygan zemininin içine girmeye hiç niyeti yoksa da ve mümin bir sünni olarak Fatımilerin şii hilafetine karşı gizlemediği bir nefrete sahipse de, Mısır’ın zenginlikleriyle birlikte Frenkler’in cephesine kaymasını istememektedir, çünkü böyle bir durum Doğu’nun en büyük gücünü yaratacaktır. Öte yandan, hüküm süren anarşi hesaba katıldığında, Kahire’nin Amaury’nin kararlılığı karşısında uzun süre tutunamayacağı bellidir. Tabii ki Şâver, ev sahibine, Nil ülkesine yönelik bir seferin yararlarını methederken zevk almaktadır. Onu tava getirmek için, eğer iktidarı yeniden ele geçirmesi için kendine yardım ederse, seferin bütün masraflarını karşılamayı, Halep ile Şam’ın efendisinin egemenliğini tanımayı ve ona her yıl devlet gelirlerinin üçte birini göndermeyi vaad etmektedir. Fakat Nureddin asıl güvenilir adamı Şirkuh’u hesaba katmak zorundadır. Şirkuh tamamen silahlı bir müdahaleden yanadır ve bu tasarı için o kadar heveslidir ki, Zengi’nin oğlu sonunda bir sefer düzenlemesine izin vermiştir.
Nureddin ile Şirkuh kadar birbirine hem sıkı sıkıya bağlı, hem de bu kadar farklı iki başka insan düşünmek çok zordur. Zengi’nin oğlu yaşlandıkça daha görkemli, saygın, sade ve sessiz hale gelirken, Selahaddin’in amcası kısa boylu, aşırı şişman, tek gözü kör ve yüzü aşırı içki ve yemekten sürekli kasılmış bir subaydır. Öfkelendiği zaman bir çılgın gibi ulumakta ve itidalini hasmını öldürmeye varacak kadar kaybettiği bile olmaktadır. Askerleri, hep aralarında yaşayan, onların karavanasından yiyen ve onlarla şakalaşan bu adama hayrandırlar. Şirkuh, Suriye’de katıldığı çok sayıdaki çarpışmada, muazzam bir fizik cesarete sahip bir komutan olarak ortaya çıkmıştır; Mısır seferi ise strateji alanındaki dikkat çekici yeteneklerini ortaya çıkartacaktır. Çünkü girişimi baştan sona tam bir olmayacak duaya amin olacaktır. Frenkler’in Nil ülkesine ulaşmaları daha kolaydır. Yolları üzerindeki tek engel, geniş Sina yarım adasının yarı çöl topraklarıdır. Fakat şövalyeler, deve sırtında birkaç su kırbasını yanlarında götürerek, üç günde Bilbays kapılarına ulaşmışlardır. Şirkuh için işler daha da zordur. Suriye’den Mısır’a gitmek için Filistin’i geçmek ve Frenk saldırılarını göze almak gerekmektedir.
Demek ki Suriye seferi birliğinin Nisan 1164’te Kahire’ye doğru yola çıkması için gerçek bir hazırlık gerekmektedir. Nureddin’in ordusu, Amaury ve şövalyelerini Filistin’in kuzeyine çekmek için bir yanıltma harekâtı düzenlerken, yanında Şâver’in de bulunduğu Şirkuh, yaklaşık iki bin süvariyle doğuya yönelmiş, Şeria nehrini, ileride Ürdün olacak ülkenin içinde, doğu kıyısı boyunca izlemiş, sonra Ölü Deniz’in güneyinden batıya dönerek nehri aşmış ve hızla Sina yönünde at koşturmuştur. Koşusunu burada da sürdürerek, nerede olduğunun anlaşılmasını önlemek için Sahil yolundan uzaklaşmıştır. 24 nisanda Mısır’ın doğudaki limanı Bilbays’ı ele geçirmiş ve 1 mayısta Kahire surlarının karşısında kamp kurmuştur. Gafil avlanan vezir Dirgâm, direnmeyi örgütleyecek zamana sahip değildir. Herkes tarafından terkedilmiş, kaçmaya uğraşırken öldürülmüş ve cesedi sokak köpeklerine atılmıştır. Şâver, on üç yaşında bir yeniyetme olan Fatımi halifesi el-Aziz tarafından görevine resmen yeniden atanmıştır.
Şirkuh’un yıldırım harekâtı, askeri bir etkinlik modeli oluşturmaktadır. Selahaddin’in amcası, Mısır’ı hemen hemen hiç kayıp vermeden bu kadar kısa bir sürede fethetmekten ve böylece Morri’yi mat etmekten hiç de iftihar etmiyor değildir. Fakat Şâver iktidarı devralır almaz şaşırtıcı bir şekilde çarketmiştir. Nureddin’e yaptığı vaadleri unutarak, Şirkuh’a Mısır’ı mümkün olduğunca çabuk terketmesini söylemiştir. Bu kadar hayırsızlıktan aptala dönen ve öfkeden çıldıran Selahaddin’in amcası, eski müttefikine, ne olursa olsun kalma kararında olduğunu bildirmiştir.
Ordusuna tam güvenemeyen Şâver, onu bu kadar kararlı görünce, Suriye ordusuna karşı Amaury’nin yardımını istemek için Amaury’ye elçi göndermiştir. Frenk kralı kendine yalvartmamıştır. Mısır’a müdahale etmek istediği için, bizzat Kahire’nin efendisinden gelen bir yardım çağrısından daha iyisini umut edebilir miydi? Frenk ordusu, Temmuz 1164’te Sina’ya ikinci kez girmiştir. Şirkuh, mayıstan beri kamp kurduğu Kahire’yi bırakarak, hemen Bilbays surlarının arkasına çekilmeye karar vermiştir. Burada düşmanlarının saldırılarını haftalarca püskürtmüştür, ama durumu ümitsizce benzemektedir. Üslerinden çok uzakta olan, Frenkler ve onların yeni müttefiki Şâver tarafından kuşatılmış olan Kürt komutan, daha uzun süre tutunmayı ümit edememektedir. İbn el-Esir birkaç yıl sonra şöyle anlatacaktır:
Nureddin Bilbays’taki durumun ne yönde geliştiğini görünce, onları Mısır’dan ayrılmaya zorlamak üzere Frenkler’e yönelik büyük bir saldırı başlatmaya karar verdi. Bütün Müslüman emirlere, cihada katılmaları için mektup yazdı ve Antakya yakınlarındaki güçlü Hârim (Harene) kalesine saldırdı. Suriye’de kalmış olan bütün Frenkler ona karşı koymak için toplandılar, aralarında Antakya efendisi prens Bohémond ve Trablus kontu da vardı. Frenkler çarpışmada ezildiler. On bin ölü verdiler ve prens ile kont da dahil bütün önderleri esir edildi.
Nureddin bu zaferi kazanır kazanmaz, haçlıların sancakları ile çarpışmada öldürülen bazı Frenkler’in sarı saçlarını kendine getirtti. Sonra hepsini bir çuvala koydurtup, en uyanık adamlarından birine verdi ve ona şöyle dedi: “Hızla Bilbays’a gideceksin, içeri girmeyi sağlayacaksın ve bu ganimetleri Şirkuh’a verecek ona tanrının bize zafer ihsan ettiğini söyleyeceksin. O da bunları surların üzerine serecek ve bu manzara kâfirlerin arasına korku salacak”.
Nitekim, Hârim zaferinin haberleri Mısır çarpışmasının verilerini tersine çevirmiştir. Bu haberler kuşatma altındakilerin moralini yükseltirken, Frenkleri Filistin’e geri dönme zorunda bırakmıştır. Antakya tahtında Renaud’nun ardılı ve Amaury tarafından yokluğu sırasında Kudüs krallığının işlerini yürütmekle görevlendirilen genç III. Bohémond’un esir edilmesi ve adamlarının öldürülmesi, kralı Şirkuh’la anlaşma çareleri aramaya itmiştir. Birkaç temastan sonra, iki adam Mısır’ı aynı anda terketmeyi kararlaştırmışlardır. Morri, 1169 yılının ekim ayı sonunda kıyı yollarından Filistin’e dönerken; Kürt komutan giderken kullandığı yoldan Şam’a iki haftadan daha az bir sürede varmıştır.
Şirkuh, Bilbays’tan zarar görmeden ve başı dik bir şekilde çıkabilmiş olmaktan memnundur, ama bu altı aylık seferin asıl galibi hiç tartışmasız Şâver’dir. İktidara dönebilmek için Şirkuh’u kullanmış, sonra Kürt komutanı etkisizleştirmek için Amaury’den yararlanmıştır. Artık ikisi de kaçmıştır ve Mısır’ın tümünü ona bırakmıştır. İki yıl boyunca iktidarını pekiştirmek için çalışacaktır.
Fakat olayların devamına ilişkin kaygıları vardır. Çünkü Şirkuh’un, ona ihanet ettiğini unutmayacağını bilmektedir. Zaten Suriye’den ona düzenli olarak gelen haberlerden, Şirkuh’un Nureddin’i yeni bir sefere razı etmek için uğraştığını öğrenmektedir. Fakat Zengi’nin oğlu çekimserdir. Statükodan memnundur. Önemli olan, Frenkler’i Nil’in uzağında tutmaktadır. Fakat her zaman olduğu gibi, çarkın içinden çıkmak kolay değildir: Şirkuh’un yeni bir yıldırım harekâtı yapmasından korkan Şâver, Amaury’yle bir karşılıklı yardım antlaşması imzalayarak tedbirini almıştır. Bu da Nureddin’in, yardımcısına, Frenklerin Mısır’a müdahaleleri durumunda işe karışacak bir ordu kurmasına izin vermesine yol açmıştır. Şirkuh, bu sefer için, aralarında yeğeni Yusuf’un da bulunduğu ordusunun en iyi adamlarını seçmiştir. Bu hazırlıklar da veziri korkutmuş ve Amaury’ye kendine yardım birlikleri yollaması için ısrar etmiştir. Ve 1167’nin ilk günlerinde Mısır’a doğru koşu yeniden başlamıştır. Frenk kralıyla Kürt komutan bu ele geçirilmek istenilen ülkeye hemen hemen aynı anda varmışlardır; tabii herbiri kendi alışık olduğu yoldan.
Şâver ile Frenkler, Şirkuh’u beklemek üzere güçlerini Kahire önünde birleştirmişlerdir. Fakat Şirkuh, buluşmanın koşullarını bizzat belirlemeyi tercih etmiştir. Halep’ten başladığı uzun yürüyüşünü sürdürerek, Mısır başkentini güneyden dolaşmış, birliklerini Nil’den küçük kayıklarla geçirerek, hiç durmadan kuzeye doğru çıkmıştır. Onu doğudan bekleyen Şâver ve Amaury, aniden ters yönden ortaya çıktığını görmüşlerdir. Daha da kötüsü, Kahire’nin batısında el-Cize piramitlerinin civarına yerleşmiştir, böylece düşmanlarından nehrin meydana getirdiği harika engelle ayrılmış olmaktadır.
Sağlam bir şekilde tahkim ettirdiği ordugâhından vezire bir mesaj yollamıştır: Frenk düşman, üslerinden kopuk bir şekilde elimizin altında. Güçlerimizi birleştirelim ve onu yokedelim. Fırsat bizden yana, belki de bir daha karşımıza çıkmaz. Fakat Şâver sadece bunu reddetmekle kalmamış, haberciyi idam ettirmiş ve sadakatini kanıtlamak üzere mektubu Amaury’ye götürmüştür.
Bu hareketine rağmen, Frenkler kendilerine ihtiyacı kalmadığı anda ihanet edeceğini bildikleri müttefiklerine güvenmemektedirler. Mısır’ı egemenlikleri altına almak için, Şirkuh’un tehdidkâr yakınlığından yararlanma zamanı geldiğini düşünmektedirler. Amaury, Kahire ile Kudüs arasında bizzat Fatımi halifesi tarafından imzalanacak resmi bir anlaşma yapılmasını talep etmiştir.
Arapça bilen iki şövalye -bu durum Doğu Frenkleri arasında nadir birşey değildi-, böylece genç halife el-Aziz’in sarayına gider. Onları etkileme isteği açıkça gözüken Şâver, şövalyeleri zengin bezemeli muhteşem bir saraya götürür, arkalarında silahlı bir muhafız birliği olduğu halde, bu sarayın içinden hızla geçerler. Sonra kafile, gün ışığını geçirmeyen bitmez tükenmez, kubbeli bir yoldan geçer, sonunda bir aralığa açılan nakışlı muazzam bir kapıya, sonra tekrar başka bir kapıya varırlar. Çok sayıda bezemeli salondan geçtikten sonra, Şâver ile konukları mermer döşeli ve yaldızlı sütunlarla çevrelenmiş bir avluya ulaşırlar, bu avlunun ortasındaki havuzun altın ve gümüş boruları hayranlık yaratırken, etrafında Afrika’nın her yerinden gelme rengârenk kuşlar uçmaktadır. Onlara eşlik eden muhafızlar, şövalyeleri burada halifenin mahremiyetine girebilen hadımlara teslim ederler. Yeniden ard arda salonlar, evcilleştirilmiş vahşi hayvanlarla (arslanlar, ayılar, panterler) dolu bir bahçe geçilir ve nihayet el-Aziz’in sarayına varılır.
Tam dip taraftaki duvarı altın, yakut, zümrüt kakmalı ipekle kaplı bir odaya girmişlerdir ki, Şâver üç kere yere kapanır ve kılıcını zemine bırakır. Bunun üzerine ipek örtü açılır ve halife, ipekler giymiş ve yüzüne peçe takmış olarak ortaya çıkar. Ona yaklaşan ve ayaklarının dibine oturan vezir, Frenkler’le antlaşma tasarısını anlatır. Daha on altı yaşında olan el-Aziz onu sükûnetle dinledikten sonra, Şâver’in siyasetini takdir eder. Tam vezir kalkmaya yeltenirken, iki Frenk, emirülmümininden ittifaka sadık kalacağına yemin etmesini ister. Böylesine bir istek, el-Aziz’in çevresindeki saray ileri gelenlerinde gözle görülür bir şaşkınlık yaratır. Bizzat halife de apışmışa benzemektedir ve vezir aceleyle duruma müdahale eder. Hükümdara, Kudüs’le olan anlaşmanın Mısır için ölüm kalım sorunu olduğunu açıklar. Frenklerin talebini saygısızlık olarak değil de, yalnızca Doğu adetleri konusundaki cehaletlerinin bir işareti olarak kabul etmesi için yalvarır.
İstemeye istemeye gülümseyen el-Az-iz, ipek eldivenli elini uzatır ve ittifaka uyacağına yemin eder. Fakat Frenk elçilerinden biri onu durdurarak, “yemin çıplak elle edilmelidir, eldiven gelecekteki bir ihanetin işareti olabilir” der. Talep yeniden bir rezalete yol açar. Saray önde gelenleri, aralarında halifenin hakarete uğradığına, haddini bilmezlerin cezalandırılmasına dair fısıldaşırlar. Ancak Şâver’in yeni bir müdahalesiyle, halife sükûnetini hiç bozmadan eldivenini çıkartır, çıplak elini uzatır ve Morri’nin temsilcilerinin ona söyledikleri yemini kelimesi kelimesine tekrar eder.
Bu çok özel görüşme biter bitmez, Mısırlı ve Frenk müttefikler hemen Nil’i geçmek ve artık güneye yönelen Şirkuh’un ordusunu yoketmek üzere bir plan yapmaya girişirler. Amaury’nin komutasında bir düşman birliği Şirkuh’un peşine takılır. Selahaddin’in amcası umutsuz bir durumda olduğu izlenimini vermek istemektedir. En büyük handikapının üssünden kopartılmak olduğunu bildiğinden, peşindekileri de aynı konuma sokmaya uğraşmaktadır. Kahire’den bir haftalık yürüyüş mesafesi kadar uzaklaştıktan sonra, birliklerine durma emrini verir ve onlara ateşli bir nutuk çekerek zafer gününün geldiğini duyurur.
Çarpışma, Nil’in batı kıyısı üzerindeki el-Babeyn civarında, 18 Mart 1167’de olur. Bitmez tükenmez koşulardan tükenen iki ordu, bir keresinde herşey bitsin diye birbirlerinin üstüne atılır. Şirkuh, merkezin komutasını Selahaddin’e vermiş ve düşman saldırdığında geri çekilmesini emretmiştir. Böylece Amaury ve şövalyeleri bütün sancaklarını açmış bir şekilde onun üstüne ilerler ve Selahaddin kaçıyormuş gibi yapınca da, Suriye ordusunun sağ ve sol kanatlarının geri çekilme yollarını çoktan kapattığını farketmeden onun peşine takılırlar. Frenk şövalyeleri ağır kayıp verirler, ama Amaury kaçmayı başarır. Birliklerinin esas bölümünün durduğu Kahire’ye geri döner, intikamını olabildiğince çabuk almaya kesin kararlıdır. Şâver’in işbirliğiyle güçlü bir birliğin başında Yukarı Mısır’a dönmeye tam hazırlanmışken, inanılmaz bir haber gelir. Şirkuh, Mısır’ın kuzey ucunda, Akdeniz kıyısında bulunan en büyük şehir olan İskenderiye’yi ele geçirmeyi başarmıştır.
Nitekim ne yapacağını kimsenin kestiremediği Kürt komutan, el-Babeyn’deki zaferinden sonra, bir gün bile beklemeden ve düşmanlarına toparlanma fırsatı bırakmadan, başdöndürücü bir hızla bütün Mısır ülkesini güneyden kuzeye aşmış ve İskenderiye’ye muzaffer bir giriş yapmıştır. Frenkler’le antlaşmaya karşı olan büyük Akdeniz limanı halkı, Suriyelileri kurtarıcı olarak karşılamıştır.
Şirkuh’un bu savaşta uyguladığı cehennemi hıza uymak zorunda kalan Şâver ve Amaury, İskenderiye’yi kuşatacaklardır. Kentte o kadar az erzak vardır ki, bir ay içinde açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan halk, kapılarını Suriye ordusuna açmış olmaktan pişmanlık duymaya başlar. Hatta bir Frenk filosu limanın açıklarına demir attığında durum ümitsiz gözükür. Fakat Şirkuh yenildiğini kabul etmemektedir. Kalenin komutasını Selahaddin’e bırakır ve en iyi süvarilerinden birkaç yüzünü toplayarak onlarla birlikte bir gece hurucu yapar. Düşman hatlarını atları çatlatırcasına geçer, sonra gece gündüz at koşturarak Yukarı Mısır’a varır.
İskenderiye’nin ablukası giderek daha katılaşmaktadır. Açlığa bir de salgınlar ve mancınıkların gündelik bombardımanı eklenmiştir. Yirmi dokuz yaşında bir genç olan Selahaddin için bu sorumluluk ağırdır. Fakat amcasının giriştiği hedef şaşırtma meyvalarını verecektir. Şirkuh, Morri’nin bu seferi bitirmek ve Nureddin tarafından sürekli hırpalanan krallığına geri dönmek için sabırsızlandığını bilmektedir. İskenderiye’ye kapanmak yerine güneyde yeni bir cephe açan Kürt komutan, çatışmayı sonsuza kadar uzatma tehdidini yaratmaktadır. Hatta Yukarı Mısır’da Şâver’e karşı gerçek bir halk ayaklanması örgütleyerek, çok sayıda silahlı köylüyü saflarına katmıştır. Birlikleri yeterli sayıya ulaşınca, Kahire’ye yaklaşmış ve Amaury’ye ustaca yazılmış bir mesaj göndermiştir. Ona özet olarak, ikimiz de burada zaman kaybediyoruz demiştir. Eğer kral olayları sükûnet içinde değerlendirirse, beni bu ülkeden kovduktan sonra yalnızca Şâver’in çıkarına hizmet etmiş olacağını açıkça görecektir. Amaury bundan ikna olmuştur. Çabucak bir anlaşmaya varılır: İskenderiye kuşatması kaldırılır, Selahaddin bir şeref kıtası tarafından selamlanarak şehri terkeder. İki ordu, tıpkı üç yıl önce olduğu gibi, Ağustos 1167’de ülkelerine doğru yola çıkar. Nureddin ordusunun seçkin unsurlarına yeniden kavuşmaktan mutludur ve artık bu kısır Mısır maceralarına sürüklenmemeyi temenni etmektedir.
Ama sanki kadermiş gibi, Nil’e doğru koşu ertesi yıl yeniden başlayacaktır. Amaury Mısır’dan ayrılırken, ittifak anlaşmasına uyulup uyulmadığını denetleyecek bir şövalye birliğini burada bırakmanın iyi olacağını düşünmüştür. Bunların görevlerinden biri de, kentin kapılarını sürekli denetim altında tutmak ve Şâver’in Kudüs krallığına ödemeye söz verdiği yıllık yüz bin dinarlık haracı almakla görevli Frenk memurları korumaktır. Bu yabancı gücün uzayıp giden mevcudiyetine eklenen bu kadar ağır bir haraç, kent halkının ancak hıncını kabartabilirdi.
Böylece, işgâlcilere karşı yavaş yavaş bir kamuoyu oluşmuştur. Halifenin çevresinde dahi, Nureddin’le yapılacak bir ittifakın bile daha az kötü olacağı fısıldanmaktadır. Şâver’e rağmen, Kahire ile Halep arasında mesajlar gidip gelmektedir. Müdahale etmekte acelesi olmayan Zengi’nin oğlu, Kudüs kralının tepkilerini gözlemekle yetinmektedir.
Bu hızlı husumet yükselişini anlamamaları mümkün olmayan, başkente yerleşmiş Frenk şövalye ve memurları korkuya kapılırlar. Yardımlarına gelmesi için Amaury’ye haber gönderirler. Hükümdar önce tereddüt eder. Aklı ona, Kahire’deki garnizonunu geri çekmeyi ve tarafsız ve saldırgan olmayan bir Mısır’ın komşuluğuyla yetinmeyi emretmektedir. Fakat kişiliği onu ileri atılmaya teşvik etmektedir. Doğu’ya yeni gelen ve “Müslüman kafası kırmak” için sabırsızlanan çok sayıda Batılı şövalyeden cesaretlenerek, Ekim 1168’de, ordusunu dördüncü defa Mısır’a saldırtmaya karar verir.
Bu yeni sefer, korkunç olduğu kadar nedensiz bir katliamla başlar. Nitekim, Batılılar Bilbays kentini ele geçirirler ve hiçbir neden olmadığı halde, erkek, kadın, çocuk demeden kentin hem Müslüman hem de Kopt mezhebinden hıristiyan halkını katlederler. İbn el-Esir’in çok doğru bir şekilde söyleyeceği üzere, Eğer Frenkler Bilbays’ta daha iyi davransalardı, Kahire’yi kolayca alabilirlerdi, çünkü ileri gelenler kentlerini onlara teslim etmeye hazırlardı. Fakat Bilbays’ta işledikleri katliamı gören insanlar, sonuna kadar direnmeye karar verdiler. Nitekim Şâver, istilacıların yaklaşması üzerine Kahire’nin eski mahallelerinin ateşe verilmesini emretmiştir. Nafta dolu yirmi bin testi, dükkânların, sarayların, evlerin ve camilerin üzerine dökülmüştür. Halk, Fatımiler tarafından X. Yüzyılda kurulan ve esas olarak sarayların, yönetim binalarının, kışlaların ve el-Ezher medresesinin bulunduğu yeni şehre tahliye edilmiştir. Yangın kırk dört gün sürerek ortalığı kavurmuştur.
Vezir bu arada, bu çılgınca girişimden vazgeçirmek için Amaury’yle teması sürdürmeye gayret etmiştir. Şirkuh’un yeni bir müdahalesi olmadan bunu başarmayı umut etmektedir. Fakat Kahire’de onu tutanlar zayıflamaktadır. Özellikle halife el-Aziz girişimi alarak, Nureddin’e bir mektup göndermiş ve Mısır’ın yardımına koşmasını istemiştir. Zengi’nin oğlunu duygulandırmak için, mektubuna kesik saç parçaları eklemiştir: Bunlar karımın saçları. Sana, onu Frenk mezaliminden kurtarmaya gelmen için yalvarıyorlar.
Nureddin’in bu endişeli mektuba verdiği cevabı, Selahaddin’den başkası olmayan çok değerli tanık aracılığıyla biliyoruz. İbn el-Esir bu tanıklığı şöyle aktarmaktadır.
El-Aziz’in çağrıları geldiğinde, Nureddin beni çağırdı ve olanlardan haberdar etti. Sonra bana şöyle dedi: “Git, Hıms’ta amcan Şirkuh’u gör ve ona buraya çok çabuk dönmesi için baskı yap, çünkü bu işin beklemeye hiç tahammülü yok. Halep’ten ayrıldım ve kente bir mil uzaklıkta, tam da bu olay yüzünden geri dönmekte olan amcama rastladım. Nureddin ona Mısır’a gitmek için hazırlanmasını emretti.
Kürt komutan bunun üzerine ondan kendine eşlik etmesini ister, ama Selahaddin reddeder.
İskenderiye’de çekilen acıları daha unutmadım cevabını verdim. Amcam bunun üzerine Nureddin’e, “Yusuf’un mutlaka benimle gelmesi gerek” dedi. Ve Nureddin de emirlerini tekrarladı. Ben içinde bulunduğum sıkıntılı durumu ne kadar anlatmaya çalıştıysam da, bana para verdirtti ve ben de ölüme götürülen biri gibi yola çıkmak zorunda kaldım.
Bu sefer Şirkuh ile Amaury arasında çarpışma olmayacaktır. Kentlerini ona teslim etmektense tahrip etmeye hazır olan Kahireliler’in kararlılığından etkilenen ve Suriye tarafından arkadan bastırılmaktan korkan Frenk kralı, 2 Ocak 1169’da Filistin’e geri döner. Bundan altı gün sonra Şirkuh Kahire’ye varır ve burada hem halk, hem de Fatımi önde gelenleri tarafından bir kurtarıcı gibi karşılanır. Bizzat Şâver de buna seviniyor gibi gözükmektedir. Fakat kimse yanılgıya düşmemektedir. Son haftalarda Frenkler’le çarpışmasına rağmen, Şâver onların dostu sayılmaktadır. 18 Ocakta pusuya düşürülür, bir çadıra kapatılır, sonra halifenin onayıyla bizzat Selahaddin tarafından öldürülür. Aynı gün Şirkuh onun yerine vezir olur. İpek kıyafetler giyip, öncelinin konutuna yerleşmek üzere gittiğinde, oturacak bir minder bile bulamaz. Şâver’in ölümünün haber alınmasıyla herşey yağmalanmıştır.
Şirkuh’un Mısır’ın gerçek efendisi olabilmesi için üç sefer düzenlemesi gerekmiştir. Fakat bu mutluluğu uzun sürmeyecektir: Zaferinden iki ay sonra, 23 Martta yemeği fazla kaçırmış ve fenalaşmıştır, boğulur gibi olmaktadır. Bir süre sonra ölür. Bir destan sona ermiştir, ama yankıları daha büyük olacak bir başkası başlamaktadır. İbn el-Esir şöyle anlatacaktır:
Şirkuh ölünce, el-Aziz’in danışmanları ona yeni vezir olarak Yusuf’u seçmesini tavsiye ettiler, çünkü daha gençti ve ordudaki emirlerin en tecrübesizi ve en zayıfı olarak gözüküyordu.
Selahaddin bunun üzerine halifenin sarayına çağrılmış, kendisine el-melik en-nasır (muzaffer melik) ünvanıyla birlikte vezirlere mahsus süsler verilmiştir: Kırmızı astarlı hilat, değerli taş kakmalı kılıç, dizginleri ve eyeri altın ve inci işlemeli al donlu bir kısrak ve daha birçok değerli şey. Saraydan çıkıp vezir konağına giderken, büyük bir kafile ona eşlik etmiştir.
Yusuf birkaç hafta içinde kendini kabul ettirmeyi başarmıştır. Sadakatlerini kuşkulu gördüğü Fatımi memurlarını tasfiye etmiş, onların yerine yakınlarını yerleştirmiş, Mısır birlikleri arasında çıkan bir ayaklanmayı sert bir şekilde bastırmış ve 1169’da Frenkler’in giriştiği acınacak bir istilayı püskürtmüştür. Bu sefer, Mısır’da Nil deltasındaki Dimyat’ı ele geçirmek umuduyla beşinci ve son defa gelen Amaury’nin komutasında olmuştur. Nureddin’in adamlarından birinin Fatımi devletinin başına geçmesinden kaygılanan Manuel Komnenos, Frenkler’e Bizans donanmasının desteğini sağlamıştır. Ama boşuna. Rumların yeterli yiyecek ihtiyatları yoktur ve müttefikleri de onlara erzak sağlamayı reddetmektedirler. Selahaddin, birkaç hafta içinde onlarla görüşme başlatmayı ve çok kötü başladıkları bu girişimden vazgeçirmeyi başarmıştır.
Böylece, Yusuf’un Mısır’ın tartışmasız efendisi haline gelebilmesi için 1169 sonunu beklemek gerekmiştir. Kudüs’te Morri, Frenkler’in baş düşmanı Nureddin’e karşı Şirkuh’un yeğeniyle ittifak kurmaya niyetlenmiştir. Nitekim, Selahaddin çok erkenden efendisine mesafe koymaya başlamıştır. Ona sadakati ve tâbiyeti konusunda elbette güvence vermektedir, fakat Mısır’daki fiili otorite Şam veya Halep’ten kullanılamaz.
Bu iki adam arasındaki ilişkiler sonunda gerçek bir dramatik yoğunluk kazanmaktadır. Yusuf, Kahire’deki iktidarının sağlamlığına rağmen, efendisine doğrudan saldırmaya asla cüret edemeyecektir. Ve Zengi’nin oğlu onu görüşmeye çağırdığında; bir tuzağa düşme endişesinden değil de, efendisinin karşısında kendi kişiliğini zayıf düşüreceği korkusundan bundan hep kaçmıştır.
İlk ağır bunalım, 1171 yazında, Nureddin genç vezirden Fatımi hilafetini ilga etmesini istediğinde patlamıştır. Suriye’nin efendisi, sünni bir Müslüman olarak, “sapkın” bir tarikatın manevi otoritesinin kendine bağlı topraklar üzerinde icra edilmeye devam etmesini kabul edemezdi. Bu yüzden Selahaddin’e bu doğrultuda birçok mesaj gönderir, ama o çekimser davranır. Çoğu şii olan halkın duygularını rencide etmekten ve Fatımi önde gelenlerini kendinden uzaklaştırmaktan korkmaktadır. Öte yandan, meşru vezirlik otoritesinin halife el-Aziz’den kaynaklandığını bilmekte ve onu tahttan indirirse, Mısır’daki iktidarının resmi kaynağının ortadan kalkacağından ve bu durumda Nureddin’in basit bir temsilcisi haline geleceğinden kaygı duymaktadır. Zaten Zengi’nin oğlunun ısrar etmesini, dinsel bir coşkudan çok, bir siyasetin hayata geçirilmesinin belirtisi olarak görmektedir. Suriye’nin efendisinin şii halifeliğinin ilga edilmesine ilişkin talepleri Ağustos başında tehdidkâr hale gelir.
Köşeye sıkışan Selahaddin, halkın hasmane tepkilerine karşı tedbir almaya başlar ve halifenin iktidardan düşürüldüğünü bildiren bir duyuru bile hazırlar. Fakat bunu dağıtmakta hâlâ tereddüt etmektedir. El-Aziz, yirmi yaşında olmasına rağmen ağır hastadır. Ve onunla dostluk kurmuş olan Selahaddin ona ihanet etme fikrine alışamamaktadır. Kahire’yi ziyaret eden bir Musullu, 10 Eylül 1171 cuma günü aniden bir camiye girer, vaizle birlikte mimbere çıkar ve Abbasi halifesi adına hutbe okur. İlginç bir şekilde kimse buna ne o anda, ne de izleyen günlerde tepki gösterir. Acaba bu, Selahaddin’i sıkıntıya sokmak için Nureddin tarafından gönderilmiş bir ajan mıdır? Bu mümkündür. Fakat bu olaydan sonra, vezir vicdanı ne derse desin kararını artık değiştirmez. Ertesi cuma, artık dualarda Fatımilerin zikredilmemesine ilişkin emir verilir. El-Aziz o sırada ölüm döşeğindedir, bilincini yarı yarıya kaybetmiştir ve Yusuf ona bu haberin verilmesini yasaklar. Onlara, “Eğer iyileşirse bunu öğrenmeye zamanı olacak. Aksi takdirde bırakın rahatça ölsün”, der. Nitekim el-Aziz kısa bir süre sonra, hanedanının hüzünlü sonunu öğrenemeden ölecektir.
Şii hilafetinin, bazen şanlı da olan iki yüzyıllık bir saltanattan sonra sona ermesi, tahmin edileceği üzere, öncelikle haşhaşiyun tarikatını etkileyecektir. Bu tarikatın müritleri, tıpkı Hasan es-Sab-bah’ın döneminde olduğu gibi, hâlâ Fatımilerin uyuşukluklarından çıkarak yeni bir altın çağı başlatmalarını beklemekteydiler. Bu düşün ebediyen yok olduğunu gören müritler o kadar şaşkın bir duruma düşmüşlerdir ki, Suriye’deki şefleri “dağdaki ihtiyar” Reşideddin Sinan, Amaury’ye bir mesaj göndererek, bütün yandaşlarıyla birlikte hıristiyan olmaya hazır olduğunu bildirmiştir.
Haşhaşiyun, o sıralarda Orta Suriye’de birçok kale ve köye sahip olup, buralarda nisbeten huzurlu bir hayat sürdürmektedirler. Yıllardan beri çarpıcı eylemlerden vazgeçmişe benzemektedirler. Reşideddin’in elinin altında hâlâ elbette çok iyi yetiştirilmiş katil takımları ve sadık vaizler vardır, ama tarikat müritlerinin çoğu, Templier tarikatına düzenli bir haraç ödemeye zorlanan babacan köylüler haline gelmiştir.
“İhtiyar” din değiştirmeyi vaad ederken, diğer nedenler arasında, müritlerini yalnızca hıristiyan olmayanların ödedikleri haraçtan kurtarmayı ummaktadır. Mali çıkarlarını hiç hafife almayan Amaury ile haşhaşiyun arasındaki bu temaslar kaygıyla izlenmektedirler. Bir anlaşmaya varılacakmış gibi olunca, bunu boşa çıkartmaya karar verirler. Bir 1173 günü Reşideddin’in temsilcileri kralla bir görüşmeden dönerlerken, Templierler onlara pusu kurarlar ve katlederler. Artık haşhaşiyunun din değiştirmesinden bir daha söz edilmeyecektir.
Bu olaydan bağımsız olarak, Fatımi hilafetinin lağvedilmesinin önemli olduğu kadar beklenmedik bir sonucu ortaya çıkmıştır: Selahaddin’in o zamana kadar sahip olmadığı bir siyasal boyuta gelmesi. Nureddin elbette böyle bir sonuç beklemiyordu. Halifeliğin kaldırılması, Yusuf’u Suriye’nin efendisinin basit bir temsilcisi mertebesine indirmek yerine, onu Mısır’ın fiili hükümdarı ve düşük hanedan tarafından yığılan masalsı hazinelerin meşru muhafızı haline getirmiştir. İki adam arasındaki ilişkiler artık giderek bozulacaktır.
Bu olayların ertesinde, Selahaddin’in Kudüs’ün doğusunda Frenklerin elinde bulunan Şevbek kalesine karşı bir sefer yürüttüğü sırada, tam garnizon teslim olacakmış gibiyken, Selahaddin, Nureddin’in askerlerinin başında harekâta katılmak üzere geldiğini öğrenir. Yusuf bir an bile beklemeden adamlarına ordugâhı bozarak cebri yürüyüşle Kahire’ye geri dönme emri verir. Zengi’ye yazdığı mektupta, Mısır’da patlak veren karışıklıkların onu aceleyle gitmek zorunda bıraktığı bahanesini ileri sürer.
Fakat Nureddin bunu yutmaz, Selahaddin’i nankörlük ve ihanetle suçlayarak, işleri ele almak üzere Nil ülkesine bizzat gitmeye yemin eder. Kaygılanan vezir, aralarında babası Eyüp’ün de olduğu yakın çalışma arkadaşlarını toplar ve onlara Nureddin’in tehdidinin uygulamaya geçmesi halinde benimsenmesi gereken tutumun ne olacağı konusunda danışır. Bazı emirler Zengi’nin oğluna karşı silaha sarılmaya hazır olduklarını açıklar ve Selahaddin de onların fikrini paylaşıyormuş gibiyken, Eyüp öfkeden titreyerek müdahale eder. Yusuf’a bacak kadar bir çocukmuş gibi hitap ederek şöyle der: “Ben senin babanım ve eğer burada seni seven ve iyiliğini isteyen bir kişi varsa, o benden başkası olamaz. Ama bu arada bilmelisin ki, eğer Nureddin gelirse, hiçkimse benim onun önünde yere kapanıp, yeri öpmemi engelleyemez. Eğer bana senin kafanı kendi kılıcımla kesmemi emrederse, bunu yaparım. Çünkü bu topraklar ona ait. Ona şöyle yazacaksın: Mısır’a bir sefer yapmak istediğini öğrendim, ama buna gerek yok; bu ülke senindir ve mütevazi ve boynu eğik bir adamın olarak sana gelmem için bana bir ulak ile bir deve göndermen yeterlidir”.
Bu toplantı bittikten sonra, Eyüp oğluna bir de özel bir vaaz verir: “Allah aşkına, Nureddin ülkenden bir karışını almaya kalkarsa, onunla ölünceye kadar çarpışırım. Ama neden herkesin önünde hırslı gözüküyorsun? Zaman senden yana, gerisini Allaha bırak”. İkna olan Yusuf, Suriye’ye babasının tavsiye ettiği mesajı gönderir ve rahatlayan Nureddin, cezalandırma seferinden son anda vazgeçer. Fakat bu uyarıdan dersini alan Selahaddin, kardeşlerinden Turanşah’ı Yemen’e gönderir ve ona Zengi’nin oğlunun Mısır’ın denetimini ele geçirmeyi tekrar düşünmesi durumunda Eyüp ailesine bir sığınak olması için, Arabistan’ın güneybatısındaki bu dağlık toprakları fethetme görevini verir. Yemen fiili durumda kolayca fethedilecektir..., “Melik Nureddin’in adına”.
Temmuz 1173’te, gerçekleşmeyen Şevbek buluşmasından iki yıldan daha az bir süre sonra benzer bir olay meydana gelir. Selahaddin Ürdün nehrinin doğusunda savaşmaya gitmişken, Nureddin birliklerini toplar ve onunla buluşmaya gider. Fakat efendisini karşısında görme fikrinden bir kez daha dehşete kapılan vezir, babasının ölmek üzere olduğu bahanesiyle aceleyle Mısır yoluna düşer. Eyüp, gerçekten de attan düşüp komaya girmiştir. Fakat Nureddin bu yeni mazeretten tatmin olacak gibi değildir. Ve Eyüp ağustosta ölünce, artık Kahire’de tamamen güvenebileceği tek bir kişinin bile kalmadığının bilincine varır. Böylece, Mısır işlerini bizzat ele almasının zamanının geldiğine karar verir.
Nureddin, Mısır’ı istila etmek ve onu Selahaddin Yusuf’un elinden çekip almak için hazırlıklara başladı, çünkü onun kendiyle birleşmemek için Frenkler’le çarpışmaktan kaçındığını farketmişti. Bu olaylar sırasında on dört yaşında olan vakanüvisimiz İbn el-Esir, açıkça Zengi’nin tarafını tutmaktadır. Yusuf, Nureddin’le doğrudan konuşmaktansa, sınırlarında Frenkler’in olmasını tercih ediyordu. Nureddin de, bu durumda Musul’a ve başka yerlere kendine asker gönderilmesi için yazdı. Ama askerleriyle birlikte Mısır üzerine yürümeye hazırlanırken, tanrı ona tartışılmaz emrini gönderdi. Nitekim Suriye’nin efendisi, herhalde çok sert bir anjine yakalanarak ağır bir şekilde hastalanmıştır. Hekimleri ona hacamat önerirler, ama o reddeder. “Altmış yaşında bir adama hacamat yapılmaz” der. Başka tedaviler denerler, ama yararsız. 15 Mayıs 1174’te, aziz melik, Müslüman Suriye’yi birleştiren ve Arap dünyasına istilacıya karşı nihai mücadeleye hazırlanma olanağı sağlayan mücahit, Nureddin Mahmut’un ölüm haberi Şam’da duyulmuştur. Son yıllar esnasında Selahaddin’le çatışmaya girmiş olmasına rağmen, Selahaddin zaman içinde onun rakibinden çok takipçisi olarak gözükecektir.
Ancak hemen o anda, Nureddin’in akraba ve arkadaşları arasında hınç egemendir; bunlar Yusuf’un Suriye’ye saldırmak için bu genel karışıklıktan yararlanacağından kaygı duymaktadırlar. Böylece zaman kazanmak üzere, haber Kahire’ye bildirilmemiştir. Ama her yerde dostları olan Selahaddin, şu özenle yazılmış mesajı posta güverciniyle Şam’a gönderir: Efendimiz Nureddin’e ilişkin bir haber bize melun düşman cenahından ulaştı. Allah vermesin eğer bu doğruysa, bölünmenin kalplere yerleşmesinden ve akılsızlığın zihinlere hakim olmasından özellikle kaçınmak gerekir, çünkü bundan yalnızca düşman yararlanır.
Bu yatıştırıcı sözlere rağmen, Selahaddin’in yükselişinin doğurduğu düşmanlık korkunç olacaktır.
AMİN MAALOUF
ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ
Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...