18 Ocak 2023 Çarşamba

SELÇUKLULARIN SÜNNİ SiYASETi-3

 Hanbelilik


Ehl-i sünnet mezheplerinden üçüncü büyük mezheb olarak kabul edilen Hanbeli Mezhebi, İmam Ahmed b. Hanbel'in (öl.855) görüşlerini benimseyenlere verilen addır. İmam Şafii'nin yanında yetişen ve ondan büyük oranda etkilenen Ahmed b. Hanbel, Abbasi Halifelerinden Memun zamanında başlayan ve haleflerince de devam ettirilen Mutezile görüşlerinin zorla halka kabul ettirilmesi senelerinde büyük eziyetler görmüştür. Ahmed b. Hanbel, fıkhın füruundan ziyade hadis usulü ile meşgul olmasından dolayı, bazı alimlerce fakihten çok muhaddis kabul edilir.


Hanbeli Mezhebi, diğer büyük mezheplere oranla azınlık durumunda kalmıştır. Bunun ana sebeplerinden birisi, diğer mezheplerin daha önceden ve büyük merkezlerde genellikle de bir siyasi desteğin tesiriyle yayılmış olması, buna karşılık Hanbeli Mezhebi'nin yayılma sahasının daralması ve diğer mezhepler için konu ettiğimiz şekilde Hanbeliliği yayacak kadıların bulunmamasıydı. Bir başka önemli sebep ise, Hanbelilerin kendi mezhep anlayışlarından kaynaklanan yorumlarla taassup ve şiddete meyilli olmalarıydı. O yüzdendir ki bu mezhep, imamının ilim, vera ve dindarlığı ölçüsünde yayılma imkanı bulamamıştır."' Bidatlere karşı son derece yasakçı bir tavırla yaklaşan ve bunu ifrat noktasına vardıran Hanbeliler, diğer Sünni mezheplerde olmayan bir taassup ve hoşgörüsüzlüğe yönelmişlerdir. "Emri bi'l-Maruf ve Nehyi ani'l-Münker" adına insanlara baskı yapmışlar, onlara karşı kuvvet kullanmaktan çekinmemişlerdir. Kendileri "Mihne" olayında en büyük baskı ve zorbalığı görmüş olan bu mezhep sakinleri, ne yazık ki, daha sonraki dönemlerde kendileri gibi düşünmeyenlere karşı şiddet kullanmaktan kaçınmamışlardır. Araştırmamıza konu olan dönemlerde de hoş olmayan misallerini vermek zorunda kalacağımız bu mezhep, bahsedilen olumsuzluklar yüzünden fazla gelişme ve yayılma imkanı bulamamıştır. Buna rağmen, İslam aleminin üçüncü büyük mezhebi ve fıkhi düşüncesi olarak varlığını günümüze kadar devam ettirebilmiştir.


Hanbeli Mezhebi, mezhep imamının yapdığı ve fikirlerini yaydığı yer olması bakımından en çok Bağdad ve çevresinde yayılmıştır.1.Özellikle Selçukluların hakimiyeti döneminde, Bağdad'da Hanbeli ulemasının büyükleri yetişmiş, bu şahıslar düşünce ve davranışlarıyla dönemin fikri ve sosyal yapısına tesir etmişlerdir. Hanbeli Mezhebi'nin bölgede gelişmesinde en büyük pay, adeta döneminde mezhebin baş halkası durumunda olan büyük alim Ebu Ya'la'ya (öl.1065) aittir. Bu alim, zamanında Hanbelilerin reisi durumundaydı. Sayısız öğrenci yetiştirmiş, Mansur Camii'nde Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah'ın kürsüsünden halka hadis imla ettirmiştir. Asrının fakihi olan bu insan, el-Harim kadılığı yanısıra Harran ve Hulvan (Hilvan) kadılıkları görevini de yürütmüştür. Vefat ettiği zaman devlet ricaliyle beraber Hanefi Kadısı Ebu Abdullah ed-Dameğani ve diğer fakihler cenazesinin arkasından yürümüşlerdi. Bahsedilen asırda yetişen Hanbeli ulemasının ekserisi onun öğrenciliğinden yetişmişlerdir.


Şam bölgesinde ise, müntesipleri yaygın olarak bulunan Şafii ve Hanefilikten sonra en fazla mensubu bulunan mezhep Hanbeli Mezhebi olmuştur. Şam'a Hanbeliliği ilk defa getiren Ebu'I-Kasım el-Hüseyn'dir (öl.945). Şam ve civarında fazlaca yayılma şansı bulamayan bu mezhep Selçuklular döneminde biraz canlanma göstermiştir. Bağdad'da Hanbeli alim Ebu Ya'la'dan fıkıh okuyan ve sonrada bu bölgeye gelerek mezhebi buralarda yayan Ebu'l-Ferec eş-Şirazi el-Makdisi (öl.1093) ile Hanbeli Mezhebi bu bölgede canlanmıştır. Kerametleri açık olan, Dımeşk hakimi Tutuş tarafından da büyük saygı ve hürmet gösterilen bu alim, mezhebini Şam bölgesinde yaymıştır. Ebu'l-Ferec, oğlu Abdulvahhab'ı ( öl. 1141) yetiştirerek kendi yerine bırakmış ve bu şahıs Dımeşk'te bir Hanbeli Medresesi yaptırdığı gibi mezhebin Şam bölgesinde gelişip güçlenmesine de gayret göstermiştir.


Hanbeli Mezhebi mensuplarının etkili bir şekilde bulunduğu başka bir mekan ise Harran'dır. Bağdad'da Ebu Ya'la'dan fıkıh okuduktan sonra Harran'a gelerek buranın kadısı, vaizi ve müftisi olan Ebu'l-Feth el­Harrani (öl. 1083), diğer faaliyetlerinin yanı sıra mezhebini de yaymıştır. Bu dönemde Harran, Musul emiri Şerefuddevle Müslim b. Kuren'in hakimiyetinde idi. Müslim'in Antakya meselesi yüzünden Tutuş ile aralarının açılması üzerine, Mısır Halifesinden yardım alarak Şam'ın zaptına girişmesi ve Tutuş'u Dımeşk'te muhasara etmesi, Harran kadısını isyana sevk etti. Harran'ı Rafızi olan Müslim'in elinden kurtarmak isteyen Kadı Ebu'I-Feth, Türkmen emiri Çubuk Bey'le temasa geçerek şehri ona teslim etmek istedi. Durumu haber alan ve o sırada Tutuş'u muhasarayla meşgul olan Müslim geri dönerek, Çubuk Bey yetişmeden Harran'ı kuşattı ve şehri mancınıklarla döverek ele geçirdi. Kadıyı ve ona bağlı olanları katlettikten sonra surlardan astırdı. Kabri Harran' da ziyaret yeri olan Ebu'l-Feth, Hanbeli Mezhebi'nin bölgedeki önemli temsilcilerindendi.


Harran gibi Hanbeli Mezhebi'nin görüldüğü bir başka mekan da Amid (Diyarbekir)'dir. Yine Ebu Ya'la'nın öğrencilerinden olan ve sonradan Ebu'I-Hasan el-Amidi olarak tanınacak olan Ali b. Muhammed el­ Bağdadi (öl. 1075), Bağdad'da Hanbeliler in önde gelenlerindendi. Bizzat hocası tarafından Mansur Camii'nde ders ve fetva vermek için görevlendirilmişti. Dönemin Hanefi kadısı Ebu'I-Hasan ed-Dameğani ve Şafii alim Ebu İshak eş-Şirazi'nin de yakın dostu olan bu şahıs, Besasiri olayları yüzünden Bağdad'dan ayrılarak Amid'e gelmiş ve buraya yerleşmişti. Hayatının sonuna kadar Amid Camii'nde hadis okutan, ders veren ve mezhebini yayan bu alim, dört ciltlik "Umdetu'l-Hadır ve'l-Kifayetu'l­ Müsafir" adlı fıkıh eserini de kaleme almıştı. Anlaşılacağı üzere Şam, Harran ve Amid gibi bölgelerde görülen Hanbeli hareketlerinin hepsi Bağdad'daki hareketin devamı mahiyetindedir. Bağdad'da yetişen mezhep mensupları diğer bölgelere giderek düşüncelerini yayma gayreti içinde olmuşlardır. Bağdad'ın Hanbeliliğin merkezi ve tek hakimiyet bölgesi olduğu düşünülürse bunun tabii olduğu anlaşılır.


Herat şehri de Hanbelilik açısından önemli bir merkezdir. "Mezheb Ahmed'dir, Ahmed de Mezheb" diyecek kadar mezhebine taassupla bağlı olan ve vezir Nizamülmülk, Halife Kaim Biemrillah gibi zatlardan hilat alacak kadar da devrin devlet ricalinden saygı ve hürmet gören Abdullah el-Ensari (öl.1088) bu şehirde yaşamıştır. Tefsir, hadis, tasavvuf ve Hanbeli Mezhebi'nde devrinin imamı olan bu şahıs devrin diğer mezhep alimleriyle münazaralarda bulunmuş ve görüşleri sebebiyle pek çok sıkıntılara katlanmak durumunda kalmıştır. Münazaradaki mahareti ve mezhebindeki tavizsiz hakimiyeti yüzünden diğer mezhep alimlerince kıskanılmış ve Sultan Alp Arslan Herat'a geldiğinde bizzat Sultan'ın gözünden düşürmek için kendisine tertip düzenlenmiştir. Fakat Abdullah el-Ensari, ilimdeki yeteneği ve mezhebindeki mahareti sayesinde bu tertibi boşa çıkardığı gibi Sultan Alp Arslan'ın da iltifatına mazhar olmuştur.


Verilen misallerden de anlaşılacağı üzere Bağdad Hanbeli Mezhebi için her zaman merkez durumunu muhafaza etmiş, Selçuklular döneminde de bu hususta bir değişme olmamıştır. Suriye, Anadolu ve Horasan bölgelerinde de bu mezhep mensuplarına rastlanmakla beraber, diğer mezhepler yanında azınlık durumunda oldukları görülmüştür ki, bu Hanbeli Mezhebinin genel yapısından kaynaklanan bir husustur.


 Maliki ve Zahirilik


Selçukluların hakimiyet sahasına bakıldığında üç büyük mezhebin yaygın şekilde varlıklarını devam ettirdikleri ve sosyal bünyeyi etkiledikleri görülür. Şurası muhakkak ki, Ehl-i sünnet mezhepleri bunlardan ibaret değildir. Bugün için müntesibi kalmayan, fakat bahsedilen dönemde bağlıları, fakihleri olan Evzai ve Zahiri Mezhepleri gibi yine Sünni ekolden olan mezhepler o dönemde mevcuttu. Bu mezhepler, görüşleri ve faaliyetleri ile fazla fonksiyon İcra etmeseler de, bahsedilen dönem için yaşayan mezhep konumundaydılar. Zikredilen bu küçük mezheplerle birlikte yine müntesibi diğer üç Sünni mezhebe nazaran fazla olmayan, dördüncü büyük Sünni mezhep Maliki Mezhebi de bahsedilen coğrafyada yaşayan bir mezhepti.


Sünni mezheplerin dördüncüsü Medine'de yaşayan ve burada vefat eden bu yüzden de kendisine "Medine İmamı" denen İmam Malik b. Enes'in (öl.795) görüşlerini benimseyen insanların mezhebidir. Bu mezhep, hukuk metodu olarak diğer mezheplerden ayrı bir yol benimseyip Medine örf ve adetini ön plana çıkarır. Hicaz hayat tarzı, bedevi hayat tarzı olduğu için, Maliki Mezhebi bu hayat tarzına uygun düşmüştür. Mezhebin daha sonraki yayılma sahasına bakıldığında da, bedevi hayat tarzına yakın olan Kuzey Afrika ve Endülüs gibi bölgelerde fazlaca yayıldığı görülür. Özellikle İslam aleminin batı tarafında yayılan bu mezhep, Evzai ve Zahiri mezheplerini bertaraf ettikten sonra hemen hemen bütün Kuzey Afrika'ya hakim olmuştur. Selçukluların hakim olduğu Irak, Bağdad ve Şam Maliki fıkhının en az destek gördüğü yer olmuştur. Buna rağmen bahsedilen bu bölgelerde Maliki Mezhebi'nden alimleri görmek mümkündür.


Zahiri mezhebinin kurucusu ise Davud b. Halef el-İsfehani'dir (öl.883). Şafii alimlerinden ders alarak yetişen bu şahıs, daha sonraları nassların zahirlerine itibar ederek yeni bir metot belirlediğinden dolayı bu görüşe Zahiri Mezhebi denmiştir. Mezhebin ikinci imamı konumunda olan şahıs ise Endülüslü alim İbn Hazm'dır (öl.1064). Önceleri Şafii olan İbn Hazm sonradan Zahiri görüşlerine meylederek bu mezhebin ateşli müdafii olmuştur. Kur'an ve hadislerin zahiri manalarını kabul ederek fıkıhta yeni bir metot benimsemiştir. Dörtyüzün üzerinde eser kaleme alan ve mezhebin gerçek manada gelişmesini sağlayan İbn Hazm'dır. Daha çok Endülüs ve Kuzey Afrika'da yayılan bu mezhebe, İslam aleminin diğer bölgelerinde de az miktarda rastlanmaktadır. Özellikle X. asırda doğu bölgelerinde yayılma imkanı bulmuşlardır. Bu sebeptendir ki el­ Makdisi (öl.1113), kendi zamanında Sünni mezhepleri sayarken Hanbelilerin yerine dördüncü Sünni mezhep olarak Zahirileri saymaktadır.


MEZHEP İHTİLAFLARINA SELÇUKLULARIN YAKLAŞIMI


Selçuklular dönemi, İslam dünyasının mezhep çekişmelerinden kurtulup, kendisini yok etmeye çalışan Hıristiyan dünyasına ve içeride Sünniliğe düşmanlıklarından dolayı bazı durumlarda adete onların müttefiki gibi davranan Şiliere karşı derlenip toparlanma dönemidir. Selçukluların islam aleminin liderliğini ele geçirmeleriyle birlikte ülkenin her yanı huzur ve sükuna kavuşmuş, devletin otoritesini sarsacak hiçbir ciddi isyan ve başkaldırı görülmemiştir. Bu, devletin inanç gruplarına karşı müsamahakar ve adil yaklaşımının bir neticesidir. Böyle olmakla beraber, önceden oluşmuş meselelerin devamı mahiyetinde olan mezhep çekişmelerinin Selçuklular döneminde de devam ettiği ve taraflar arasında devletin bazen hakem rolünü üstlenerek, bazen de kuvvet kullanarak huzuru sağladığı görülmektedir. Selçuklular döneminde oluşan mezhep ihtilaflarının başında Tuğrul Bey döneminde yaşanan Eş'ari düşmanlığı ve bunun karşısında oluşan muhalefet gelmekteydi.


 Eş'ari Düşmanlığının Doğuşu ve Tuğrul Bey


Selçukluların ilk sultanı olan Tuğrul Bey, devletin yapılanmasında olduğu kadar, sosyal ve dini konulardaki uygulamalarıyla da dönemine damgasını vurmuş birisidir. Onun hayatı ve şahsiyeti hakkında bilgi veren kaynaklar Tuğrul Bey'in son derece dindar, ha'lim, cömert, namazlarını cemaatle eda edecek kadar ibadetlerine bağlı, haftanın pazartesi ve perşembe günlerini oruçlu olarak geçiren, mescit yapmaya düşkün ve "Kendime bir saray yaptırır da yanında mescit yaptırmazsam Allah'tan haya ederim" diyecek kadar dini bütün bir insan olarak naklederler."" Tuğrul Bey, bu meziyetlere sahip bir insan ve Ehl-i sünnetin müdafii olmasına rağmen, kendi döneminde Ehl-i sünnetin bir kesimi olan Eş'arilerin minberlerden lanetlenmesine sebep olmuştur. Tuğrul Bey'in bu işe yönelmesine amil olarak yine aynı kaynaklar onun veziri Kunduri'yi işaret etmektedirler.


Vezir Kunduri'nin Rolü


İbnu'l-Esir, İbn Hallikan ve Ebu'l-Fida gibi kaynaklar Kunduri'den Şafiilere karşı şiddetle taassup besleyen birisi şeklinde bahsederken; Kazvini, Tuğrul Bey'in Mutezili, Kunduri'nin ise Şii olduğunu söylemektedir. Yine dönemin kaynaklarından olan Bundari, Kunduri'nin Hanefi Mezhebi'nde ziyadesiyle taassup sahibi ve Şafiiliğe düşman birisi olduğunu zikretmektedir. Günümüz araştırma eserlerinde de bu konuda birlik yoktur. Bazıları onun Mutezili ve Rafızi inancından olduğunu zikrederken, bazıları da Şii ve Mutezili olduğunu söylemektedirler. Bir kısmı ise onun Mutezili, Kerramiye ve Mücessimeden olduğunu zikretmektedir. Görüldüğü gibi ne eski müelliflerde, ne de yenilerinde bu konu hakkında tam bir fikir birliği yoktur. Ama, Eş'arilere lanet hususunda Kunduri'nin baş rolü oynadığı ve bunda da onun yanlış inancının ve siyasi ihtiraslarının payının bulunduğu hususunda ittifak vardır.


Kunduri'yi çok ağır bir şekilde itham edenlere dikkat edildiğinde, onların Eş'arilikte mutaassıp olan Subki ve İbn Asakir gibi şahıslar olduğu görülür. Meseleye daha tarafsız yaklaşan İbnu'l-Esir ve İbn Tağriberdi gibi müverrihler ise daha mutedil ifadeler kullanmaktadırlar. Aynı meseleyi ele alan A. Bedevi, konuyu genişçe tahlil etmekte, Kunduri'yi Mutezile ve Mücessime olarak itham edenlerin Eş'ariler olduğunu zikrettikten sonra; "Mutezile mutlak manada tenzihi kabul eden, Müşebbihe ise tecsimi kabul eden bir görüştür, dolayısıyla bu iki görüşün bir şahısta toplanması mümkün değildir" demektedir. Bedevi'nin ifadelerine dikkat etmek zorundayız. Zira ağır ithamlarda bulunanlar, Kunduri'den zarar görmüş muhalif grubun temsilcileridir. Daha tarafsız olabilmek için ılımlıların görüşlerini kabul etmek uygun düşer. Vezir Kunduri'nin Mücessime ve Rafızi olması düşünülemez. Zira Sünni düşünceye ve Hanefiliğe şiddetle bağlı olan Tuğrul Bey'in böyle bir şahsı vezir yapması mümkün görülmemektedir. Kaynakların abartılı ifadelerini çıkardığımızda, onun itikatde Hanefi ve irikatta Mutezili olduğu söylenebilir. Vezir Amidulmülk Kunduri, sureta haktan görünerek, ama aslında Şafiilere olan kinini ve nefretini gizleyerek, dindar Sultan Tuğrul Bey'den her pazartesi ve perşembe ehli bidat için minberlerden lanet edilmesi hususunda izin istedi. Sultan'dan bu izni aldıktan sonra, Hanefilikteki taassubu ve Şafiiliğe olan husumeti yüzünden ve Şafiilerin de ekser çoğunluğunun Eş'ari olmaları sebebiyle, minberlerden okunan lanet işine Eş'arileri de kattı. Bu işi yaparken irikatta Mutezile Mezhebi'ni benimsemiş olan Hanefilerden de yardım alarak iyice güçlendi. Amelde Hanefi olmakla beraber itikatta Eş'ari olanlar da bu lanetlenmeden paylarını aldılar. Böylece ülkede uzun sürecek bir fitne hareketi başlatılmış oldu.


Eş'arilerin lanetlenmesi işinde Kunduri için muharrık güç olarak, belki de en önemlisi, onun siyasi ihtirasları ve bunu gerçekleştirmede lanetleme olayını bir araç olarak kullanmasıdır. Bahsedilen dönemde Nisabur Şafiilerinin reisi Cemalu'l-İslam Kadı Ebu Ömer vefat etmiş, yerine oğlu ve Nisabur halkının kendisiyle iftihar ettiği hadis alimi Ebu Sehl b. el-Muvaffak getirilmişti. Kendisine hilatle birlikte babasının unvanı da verilen bu alim; Eş'ariliğin hararetli savunucusu, maddi yönden; engin, cömert ve cesur olup, evi de Şafii ve Hanefi ulemasının buluşma yeri idi. 


Tuğrul Bey tarafından da iltifat gören bu alimin vezirlik makamına getirilmesi ihtimali vardı. Ebu Sehl'in kendi makamını elinden alabileceğini sezen ve bu ihtimali ortadan kaldırmak için Ebu Sehl'i Sultan'ın gözünden düşürmek isteyen Kunduri, böyle bir tertibin içine girerek, bidatçilerin lanetlenmesi işi için sultandan izin çıkarmış, sonra da buna Eş'arileri katarak, hem mezhebi taassubunu diğerlerine karşı göstermiş, hem de Eş'arilerin lanetlenmesi vesilesiyle Ebu Sehl'i devre dışı bırakmayı amaçlamıştır. Sonuçta Eş'ari fitnesinde mezhebi taassup ön plandaymış gibi görülse de, ana sebep Kunduri'nin Ebu Sehl ile olan çekişmesinde düğümlenmektedir. Bu olaylarda baş sorumlu vezir Kunduri ve onun siyasi ihtiraslarıdır. Ne var ki, Sultan Tuğrul Bey de vezirinin tertipleri neticesinde bu olayların içine çekilmiştir.


İmam  Kuşeyri'nin  Faaliyetleri


Vezir Kunduri, Tuğrul Bey'den bidatçilerin lanetlenmesi iznini aldıktan sonra, Eş'arileri de bu hükmün içine dahil ederek 1053 senesinde minberlerde lanet okutmaya başladı. Nisabur'da minberlerden açıkça Eş'arilere lanet okunurken, Ebu'I-Hasan el-Eş'ari'nin ve onun gibi düşünenlerin kafir oldukları da açıkça ilan edilmiştir. Bu durum Eş'arilerin büyüklerinden olan ve o dönemde Nisabur'da İkamet etmekte olan Ebu'l­ Kasım el-Kuşeyri ve diğer alimleri sıkıntıya sokmuştur. İşlerin büyümesi üzerine içlerinde İmam Kuşeyri'nin de bulunduğu Eş'ari topluluğu, Tuğrul Bey'in huzuruna gelerek Sultanla görüşüp, kendilerine yapılan haksız uygulamanın kaldırılmasını İstemişlerdi. Tuğrul Bey'le yapılan görüşme netice vermemiş, Sultan Eş'ariler hakkında yanlış bilgilendirildiği için, "Bana göre Eş'ari Mutezilenin üzerine bidati artırandır. Çünkü, Mutezile Kur'an mushafın içindedir dedi, Eş'ari ise bunu nefyetti" diyerek, Kuşeyri'nin başkanlığında gelenlerin İsteklerini reddetmiştir. Bunun üzerine İmam Kuşeyri, bu yanlışlığı düzeltmek ve yapılan hareketin yersizliğini anlatmak gayesi ile bir risale yazarak Eş'ari'yi övmüş ve Ehl-i sünneti ihya eden bir imamın nasıl olup da lanetlenebileceğini sormuştur.




Kuşeyri mektubunda: 455 (1063) senesinde Nisabur'da "el-Milletu'l­ Hanefiyye"nin, dinin imamı, sünnetin ihya edicisi, bidatleri kaldıran, hakkın yardımcısı, halkın nasihatcısı ve gökyüzünde yıldız mesabesinde olan Ebu'I-Hasan el-Eş'ari'ye lanet okunmasını ihdas ettiklerini, oysa Eş'ari'nin ömrünü dinin başarısı ve bidatçilerin, mülhitlerin ve Mutezilenin görüşlerini reddetmek için harcadığını anlatmakta ve diğer alimlerin nakilleriyle Eş'ari'nin faziletinden bahsetmekteydi. Mektubuna devamla; Tuğrul Bey'in ömrüne dua etmekte, onun sünneti ihya eden birisi olduğunu ve onunla birlikte bidatçilerden hiç bir grubun ortada kalmadığını, fakat daha sonraları onun meclisinde bulunan bazı yanlış fikirli insanların Eş’ari'nin kitaplarında olmadığı halde birtakım sözleri Eş'ari'ye isnat ederek Tuğrul Bey'e bildirdiklerini, dolayısıyla da Eş'ari'yi Sultan'ın gözünde kötü bir kimse olarak tanıttıklarını anlatmaktadır. Kendilerinin Sultan'ın yüce meclisine giderek Eş'ari konusundaki bu isnat edilen şeylerin Eş'ari tarafından söylenmediği, onun eserlerinde Sünnet'e muhalif şeylerin bulunmadığının belirttiğini, buna karşılık "Biz eserlerinde bu yanlış fikirleri söyleyen Eş'ari'ye lanet ediyoruz. Eğer o bunları söylememişse, bizim yaptıklarımızdan sana bir şey yok, yaptığımız şeyden sana bir zarar ulaşmıyor" şeklinde cevap verildiğini, kendisinin ise cevaben; "Eş'ari benim anlattığım insandır, o asrında mezhep konusunda tek şahıstır" şeklinde Eş'ari'yi savunup ehli kıble nasıl tekfir edilir, diye sorduğunu anlatmaktadır. Bunun karşısında Tuğrul Bey, Eş'ariler hakkında yanlış bilgilendirildiği için, "Bana göre Eş'ari Mutezilenin üzerine bidati artırandır. Çünkü, Mutezile Kur'an mushafın içindedir dedi, Eş'ari ise bunu nefyetti" diyerek, Kuşeyri'nin başkanlığında gelenlerin istekleri reddedilmiştir. Kuşeyri, risalesinde bu olayları safhalarıyla anlattıktan sonra, tekrar İmam Eş'ari'nin büyüklüğünü hatırlatarak, ey Müslümanlar topluluğu yardım, yardım! Dinin iptaline ve Müslümanların temellerini yıkmaya çalışıyorlar, dedikten sonra, "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki, kafirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır" ayeti ile risalesini bitirmişti.



İmam Kuşeyri'nin gayretlerinin bir netice vermemesinin sebebi, Sultan Tuğrul Bey'e ulaştırılan birtakım haberlerle İmam Eş'ari'nin söylemediği şeylerin ona isnad edilmiş olmasıdır. Eş'ariler, bu şeylerin İmam Eş'ari tarafından söylenmesi muhaldir demişlerse de, Sultan böyle söyleyen Eş'arilere lanet edin, eğer böyle inanmıyorlarsa İmam Eş'ari bir şey söylememiştir, diyerek lanet olayının devam ettirilmesini istemiştir.


Olayların gelişmesi üzerine, Nisabur'da bulunan ünlü muhaddis ve önde gelen Eş'arilerden Ebu Bekir el-Beyhaki (öl.1066) de Kuşeyri'nin yaptığı çağrıya uyarak Eş'ariliğin lanetlenmesini engellemek kastıyla, vezir Kunduri'ye bir mektup yazarak Eş'ariliği savunmuş ve yapılan baskıların kaldırılmasını istemiştir. Fakat o da Kuşeyri gibi bir netice elde edememiştir. Aksine Kunduri itikatta Mutezili olan Hanefilerin de yardımını alarak uygulamayı genişletmiş, Şafii Mezhebi'nden olanlar bidat ehli sayılarak kitap yazma, vaaz, hutbe ve ders verme gibi tüm faaliyetlerden menedilmişlerdir. Aynı şekilde, Nisabur'un reisi Ebu Sehl de, defalarca Tuğrul Bey'le görüşmek isteyerek durumu düzeltmek istemişse de, Sultan'la görüşmek ancak vezir Kunduri'nin izniyle mümkün olduğundan buna muvaffak olamamıştır.


 Eş'ari İmamların Tutuklanması


Eş'ariler dertlerine çözüm bulamadıkları gibi, durum iyice ağırlaşmış ve fitne yayılarak Horasan, Şam, Hicaz ve Irak bölgelerini de içine almıştır. Iş sadece lanetlemekle kalmamış, vezirin iknası sonucunda Tuğrul Bey, Eş'arilerin önde gelenlerinden Ebu Sehl b. el-Muvaffak, İmam Kuşeyri, er-Reisu'l-Rurati, İmamu'l-Harameyn Cüveyni gibi alimlerin yakalanarak hapsedilmesi için de emir çıkarmıştır. Ebu Sehl şehir dışında olduğu için yakalanamamış, fakat Kuşeyri ve el-rurati yakalanarak şehrin eski kalesine hapsedilmiştir. İmam Cüveyni ise olacakları önceden sezerek Kirman yoluyla Hicaz'a gitmiştir.


Eş'arilerin önde gelen iki aliminin yakalanarak hapsedilmesi üzerine Ebu Sehl kendisine bağlı adamlarıyla birlikte şehrin kapısına dayanıp, mahpus alimlerin serbest bırakılmasını istedi. Şehrin valisi bu isteği reddederek savaş hazırlığına başladı. Bunun üzerine Ebu Sehl kendine ait köye çekildi. Ertesi günü araya giren alimler, taraflar arasında sulh yapmak istedilerse de başarılı olamadılar. Aradaki mesele görüşmeler yoluyla çözülemeyince çatışma kaçınılmaz oldu ve taraflar savaşa tutuştular. İki taraf kuvvetlerinin çarpışmasında Ebu Sehl taraftarları galip gelerek valiyi yaralı olarak ele geçirip, hapisteki alimleri kurtardı. Kurtulan alimler, artık hu bölgede kendileri için yaşama imkanı kalmadığını idrak ettiklerinden, Hicaz'a hicret ederek bu zulümden kurtulmuşlardır.


Ebu Sehl ise Rey'de bulunan Tuğrul Bey'in yanına giderek özür beyan edip, durumu anlatmak istemişse de, hasımları daha önce Sultan'a ulaşarak olanları kendi istedikleri doğrultuda anlattılar. Bunun üzerine Ebu Sehl yakalanarak hapsedilip, mal ve çiftlikleri müsadere edildi. Daha sonra hapisten kurtulan Ebu Sehl diğerleri gibi Hicaz'a göç etti. Kaynakların naklettiğine göre Eş'arilere yapılan zulüm yüzünden İmam Kuşeyri, Cüveyni ve Beyhaki gibi dört yüz Şafii ve Hanefi alim memleketlerini terk ederek başka yerlere göç etmişlerdir.

Tuğrul Bey'in uygulaması diğer mezhep alimlerince de hayretle karşılanmıştır. Kuşeyri'nin Eş'ari'nin büyüklüğünü anlattığı ve diğer ulemadan yardım istediği risalenin etrafa gönderilmesinden sonra, bu çağrı diğer alimler katında da yankısını bulmuş, Beyhaki'den sonra Bağdad uleması da benzer açıklamalar yapmışlardır. Bağdad'ın önde gelen Şafii alimlerinden Ebu İshak eş-Şirazi de "Eş'arilere lanet edilmesi" konusu hakkında kendisinden istenen fetvaya verdiği cevapta: Eş'arilerin Ehl-i sünnetin seçkinlerinden olduğunu, dinin yayılması için gayret ettiklerini; bunun yanında bidatçi, Kaderiyye ve Rafızi düşüncelerin engellenmesi için yardımcı olduklarını açıklamıştır. Ebu İshak, Eş'arilere lanet edenlerin gerçekte Ehl-i sünnete lanet etmiş olacakları ve bu işi yapanların tedibinin uygun olduğunu, dolayısıyla bu işten vazgeçirilmeleri gerektiğini belirtmişti. Aynı mesele hakkında Hanefi ulemasından da benzer fetvalar verilmiştir. Bunların önde gelenlerinden Ebu Abdullah ed-Dameğani, bu işin caiz olmadığı ve yapanların tedip edilmesi gerektiği şeklinde fetva vermiştir. Hanefi, Şafii ve Hanbeli alimlerince yazılan bir belge ile de, İmam Eş'ari'nin büyüklüğü anlatılarak, ortak olarak imzalanmıştır. Bu belge Arapça ve Farsça olarak çoğaltılıp etraf beldelere dağıtılmıştır.


Eş'arilere lanet edilmesi olayı Sultan Alp Arslan'ın başa geçmesine kadar devam etmiştir. Alp Arslan başa geçtikten sonra vezir Kunduri'yi yakalatarak önce hapsettirmiş, sonra da öldürtmüştür. Alp Arslan, vezirlik makamına Şafii ve Eş'ari olan Nizamülmülk'ü getirince durum tersine dönmüştür. Memleketlerinden göç etmek zorunda kalan ulema geri dönerek Sultan'ın ve Nizamülmülk'ün ihsan ve ikramlarına nail olmuşlardır. 1053'de başlayan bu olaylar 1064'de Alp Arslan'ın başa geçmesine kadar on iki sene müddetle devam etmiştir. Alp Arslan döneminde Nizamiye Medreseleri'nin açılması ve Şafii-Eş'ari ulemaya imkanlar tanınması ile geçmişteki tatsızlıklar unutulmuştur.


Hanbeli - Eş'ari İlişkileri


Selçuklular döneminde meydana gelen mezhep ihtilafları en fazla Hanbeliler ile Şafiiler, dolayısıyla da Şafiiliği benimsemiş olan Eş'ariler arasında cereyan etmiştir. Bu iki grup daha çok Bağdad ve çevresinde birbirleriyle çekişmişlerdir. Özellikle kelami meselelerin yorumundan kaynaklanan bu münakaşalar, zaman zaman fikri tartışma zemininden taşarak şiddet boyutuna kadar ulaşmıştır. Sosyal düzenin sağlanması ve huzurun temini gayesiyle devletin olaylara müdahale etmek zaruretinde kaldığı da bir gerçektir.


Sünni mezhepler içerisinde en fazla baskı taraftarı olan ve başkalarına karşı delil yerine daha çok fiili kuvvete başvuran mezhebin Hanbeli Mezhebi olduğuna daha önce işaret edilmişti. Esasen X. yy'da ortaya çıkan ve kendilerini "Selefiye" görüşü olarak adlandıran kesim daha çok Hanbeli Mezhebi mensupları arasında taraftar bulmuştur. Bütün görüşlerini Ahmed b. Hanbel'e dayandırdıklarını iddia eden bu insanlar, akli ve mantıki yolların İslam'a sonradan ve Yunan düşüncesi tesiriyle sokulduğunu iddia ederek bu metotları benimsemediler. İtikat konularında Sahabe ve Tabiin dönemindeki gibi doğrudan Kitap ve Sünnet'ten nakledenin nassını almak gerektiğini ileri sürerek, akıldan ziyade nassın belirttiği delillere inanmak gerektiğini kabul ettiler.


Selefi bir yaklaşımla meseleleri yorumlayan Hanbeliler, diğer mezhep mensupları ile ihtilafa düştükleri konularda fiili kuvvete başvurmaktan kaçınmamışlar, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı taassupla hareket etmişlerdir. Genelde teferruat meseleleriyle uğraşmış, taassupla hareket ettiklerinden dolayı da ölçülü davranmaktan uzak kalmışlardır. Selçuklu hakimiyetinden çok önce de Hanbelilerin Bağdad'da adeta terör estirdikleri bilinmektedir. 934 senesinde Bağdad'da komutanların evlerini basarak içkileri dökmüş, çalgı aletlerini kırmış, sokaklarda kadın ve erkeklerin birlikte yürümelerine müdahale etmiş ve insanlara baskı uygulamışlardır. Baskılarını artırarak Şafiileri öldürünceye kadar dövmüş, namazlarda besmelenin açıktan okunmasını engellemişlerdir. Devrin polis teşkilatı Bedru'l-Hurşeni, Hanbelilerin bir araya gelmelerini ve başka mensuplarıyla görüşüp tartışmalarını yasaklamışsa da, Hanbelilerin faaliyetlerini engelleyememişti. Bunun üzerine Halife er-Radi (934-940) bir ferman yayınlayarak bunların yaptıklarının kötü olduğunu ve vazgeçmezlerse kendilerine karşı kılıç kullanılacağını bildirmişti.


Selçuklular dönemine bakıldığında, benzer sebeplerden dolayı Hanbelilerin diğer insanlara karşı şiddete başvurduğunu, kendileri gibi inanmayanların tekfir edildiğini ve Sünni olarak sadece kendilerini kabul ettiklerini görmek mümkündür. Nitekim dönemin alimlerinden İbnu'z­ Zuzeni'nin defni esnasında yaşananlar bunun delilidir: İbnu'z-Zuzeni defnedilip de sıra telkine gelince, Bağdad'ın önemli Hanbeli şahsiyetlerinden olan Ebu'I-Vefa el-Bağdadi (öl.1083) telkin verecek kişinin yanına gelerek, kenara çekilmesini ve telkini kendisinin vereceğini söyledi. Telkin vermeye başladığında: "Ey Abdullah! Sana iki sert melek geldiğinde onlara bakma. Sana soru sorduklarında de ki, ben Rab olarak Allah'tan, din olarak İslam'dan razı oldum. Ben Eş'ari ve Mutezili değilim; bilakis Hanbeliyim, Sünniyim". Orada bulunanlardan hiçbirisi konuşmaya cesaret edemedi. Eğer konuşacak olsalardı Babu'l-Basra (Hanbelilerin Mahallesi) ehli onların kafasını koparırdı. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Hanbeliler kendilerinin dışındakilerini Sünni saymadıkları gibi, kendilerinden olmayanlara karşı şiddet kullanmaktan da çekinmezlerdi. Hanbelilerin çekiştikleri gruplar arasında en fazla Şafiilerin, dolayısıyla Eş' arilerin olduğu tarihi kaynaklardan bilinmektedir.

 


Alp Arslan’ın Dönemi


Tuğrul Bey döneminde Eş'arilere yapılan zulüm ve lanet okumasından sonra, Alp Arslan'ın başa geçmesiyle birlikte durum tersine dönmüştü. Alp Arslan'ın özellikle Şafii ve Eş'ari olan Nizamülmülk'ü vezirliğe getirmesi, arkasından da Şafiilik ve Eş'ariliğin öğretildiği müesseseler olan Nizamiye Medreseleri'ni yine kendi desteğiyle açtırması, onun devrini Eş'ariler için geniş imkanlar sağlanan bir dönem haline getirmişti.


Alp Arslan'ın başa geçmesinden üç sene sonra vefat eden Ebu Ya'la'ya kadar Hanbeliler ile Eş'ariler aynı itikadı paylaşmaktaydılar. Ebu Ya'la, yazdığı "Kitabu's-Sıfat" adlı eseriyle bir yol ayırımına gelmiş ve bu tarihten sonra Eş'ariler ile Hanbeliler arasında ihtilaflar başlamıştır. Hanbeliler nassları tevilsiz kabul etmeleri ve diğer görüşlere müsamaha göstermemeleri sebebiyle daima sertlik yanlısı olmuşlardır. Bahsedilen dönemde Herat'da bulunan ve Horasan Ehl-i sünnet mensuplarının “Şeyhülislam" lakabını verdikleri Ebu Osman es-Sabuni'ye nazire olarak kendi bağlılarının ona da "Şeyhülislam" unvanını verdikleri Abdullah el­ Ensari (Abdullah b. Muhammed el- Herevi) (öl.1089) mezhep konularında çok mutaassıp davranmakta ve "Mezhep Ahmed'dir, Ahmed de Mezheptir" şeklindeki ifadesi ile Hanbeliliğin dışındaki bir görüşü kesinlikle tanımamaktaydı. Bu şekildeki fikirleri ve bağlılarına da aynı görüşü telkin etmesi sebebiyle, Şafiiler ve Hanefiler tarafından husumet beslenen birisi durumuna gelmiştir.


Abdullah el-Ensari, Horasan'ın önemli şahsiyetlerinden yetişmiş, ilimdeki derinliği ve fesahatından dolayı "Hatibu'l-Acem" ünvanını almıştı. Sultan Alp Arslan ve vezir Nizamülmülk Herat'a geldiğinde diğer mezhep mensupları Abdullah el-Ensari'yle vezirin önünde münazara yapmak istemişler ve taraflar davet edilerek münazara yapılması sağlanmıştır. Neticede Abdullah el-Ensari'ye, Şafiilerden el-Alevi ed-Debusi, Ebu Hasan el-Eş'ari'ye niçin lanet ettiğini sormuştu. Vezir ve mecliste bulunanlar onun cevabını beklemeye başladılar. Bunun üzerine Abdullah el-Ensari: "Ben Eş'ari'yi tanımıyorum. Yalnız Allah'ın semada, Kur'an'ın mushafta ve Hz. Muhammed’in bugün de peygamber olduğuna inanmayan adama lanet ediyorum" dedi ve oradan ayrıldı. Orada bulunanların hiçbirisi onun heybetinden dolayı bir şey söyleyemediler. Vezir Nizamülmülk, mecliste bulunanlara dönerek: "Bunu istemiştiniz, böyle yapan birisi isyan etmiş olmaz" dedi. Nizamülmülk, Abdullah el-Ensari'in arkasından ona hilat gönderdiyse de o, bunu kabul etmediği gibi kızgınlığından dolayı Herat'ı da terk etti.


Sultan Alp Arslan Herat'a geldiğinde, onu Sultan'ın gözünden düşürmek isteyen bazı alimler bir tertip içine girdiler. Abdullah el-Ensari'in mescidindeki seccadesinin altına küçük bir heykelcik sakladıktan sonra, onun Mücessimeden olduğu ve Allah'ı bu heykel şeklinde tasavvur ettiğine dair Sultan'a şikayette bulundular. Sultan, bir adamını göndererek önce bahsedilen yerdeki heykelciği, sonra da Abdullah el-Ensari'yi huzuruna getirtti. Abdullah el-Ensari, Herat meşayihini Sultan'ın huzurunda oturur buldu. Sultan heykelciği göstererek, bu nedir, diye sordu? Abdullah el-Ensari, gayet sakin bir şekilde; "O oyuncak bir heykeldir" şeklinde cevap verdi. Sultan kızarak, "Bu alimler senin buna ibadet ettiğini söylüyorlar" dedi. Bu defa Abdullah el-Ensari çok şiddetli bir şekilde karşı çıkıp bunun "açık bir iftira olduğunu" söyledi.


Alp Arslan, bu durum karşısında iddiacıların yalan söylediğini anlayarak, Abdullah el-Ensari'yi saygılı bir şekilde evine gönderdi. Sonra da orada bulunan alimleri sıkıştırdı. Sonunda zor durumda kalan alimler durumu itiraf ederek: "Biz bu adamın elinde çaresiz kalmıştık. Böyle yaparak onu senin gözünden düşürmek istedik" dediler. Bunun üzerine Sultan, onların suçlarına karşılık, her birinin Sultan'ın hazinesine yüklü miktarda para ödemelerini emredip, bunu ödemedikçe evlerine gitmelerini yasakladı. Abdullah el-Ensari'yle ilgili kargaşalar Sultan Melikşah döneminde de devam etmiş ve bu büyük alim memleketinden sürülmek zorunda kalmıştır.


Alp Arslan döneminde Horasan bölgesinin önemli Hanbeli alimlerinden birisi de Abdurrahman b. Mende'dir (öl.1077). Sad b. Zencani onun için "Allah iki adamla İslam'ı korumaktadır. Bunlardan biri İsfehan'da Abdurrahman b. Mende, diğeri de Herat'da Abdullah el-Ensari el-Herevi'dir" demek suretiyle duruma işaret etmektedir. Bidatler üzerine çekilmiş kılıç gibi olduğu söylenen Abdurrahman b. Mende'ye karşı bazı kişiler yanlış görüşler isnat etmişlerse de, İsfehan uleması İbn Mende'nin bunlardan uzak olduğuna şahadet etmiş ve onun yanlış yapmadığını kabul etmişlerdir.


Sultan Melikşah Dönemi


Eş'arilerin lanetlenmesinden sonra en fazla iz bırakan ve mezhep fitnesinde önemli yeri olan hadise, Melikşah'ın başa geçmesinden dört sene sonra meydana gelen ve "Ebu Nasr el-Kuşeyri Fitnesi" olarak bilinen olaylar zinciridir. Ebu Nasr, dini ilimlerdeki mahareti, münazaracılığı, edipliği ve mütekellimliği yanı sıra Eş'ari Mezhebinde de taassup sahibi idi. Bu yüzden, konuşmaları iki mezhep arasında olayların çıkmasına sebep olmuştur.


İki mezhep arasındaki olayların 1076 senesi Mayıs ayında başladığı görülmektedir. Hacca gitmek için yola çıkan ve Bağdad'a uğrayan Ebu Nasr el-Kuşeyri, Nizamiye Medresesi'nde verdiği vaazlarda Eş'ari Mezhebi'ni yücelten ve onun üstünlüğünü ifade eden konuşmalar yapmış, Hanbelileri eleştirerek onları Mücessimeye mensup olmakla itham etmiştir. Ebu Nasr'ın mutaassıplarından olan Ebu Sad es-Sıffi ve Ebu İshak eş-Şirazi de bu vaize faaliyetlerinde yardımcı olmuşlardır. Ebu Nasr'ın Hanbelileri bu şekilde kınaması ve onların yanlış inanç üzere olduklarını açıklaması, Hanbeli Mezhebi mensuplarını kızdırmış ve Ebu Nasr'ın şahsında Şafiilere karşı harekete geçirmiştir. Hanbeliler, Ebu Nasr ve İmam Eş'ari hakkında hakaretler etmeye, açıktan İmam Eş'ari'ye kötü sözler söylemeye başlamışlardı. Hanbelilerin Bağdad ve çevresinde çokluğuna karşılık Şafiiler de kendi mezheplerinden olan Nizamülmülk'den yardım görüyorlardı. Dolayısıyla, birisi sayı çokluğu, diğeri siyasi güç sebebiyle her iki mezhep de Bağdad'da güçlü durumda idiler. Bu konumlarına güvenerek birbirlerine karşı cephe almaktan kaçınmıyorlardı.


Ebu Nasr'ın vaaz meclislerine Hıristiyan ve Yahudiler de gelir, kendilerine yapılan ikramlar ve Ebu Nasr'ın konuşmalarının tesiriyle Müslüman olurlardı. Hanbeliler ve avam kesimi bu insanların Müslümanlığını samimi görmeyip bunlara "Rüşvetin Müslümanları" demeye başladılar. Bir taraftan Hanbeliler hakkındaki konuşmalar, diğer taraftan meseleye bu şekilde yaklaşım, iki tarafı da birbiri aleyhinde germeye başladı. Bu durum karşısında Ebu İshak, Nizamülmülk'e mektup yazarak Hanbelileri şikayet etmiş ve onlara karşı vezirden yardım istemişti.


Bahsedilen dönemde Bağdad'da Hanbelilerin reisi eş-Şerif Ebu Cafer el-Haşimi (öl.1077) idi. Şahnenin kendisi için yaptırmış olduğu el Camiu'r - Mesafe'de oturmaktaydı. Ebu Nasr el-Kuşeyri'nin Şahne ile birlikte Cuma günü camiu’r-mesafe'ye geleceğini duyunca kargaşa çıkabileceği ihtimalinden korkarak, şikayet kastıyla Halife'nin sarayına geldi ve Babu'l-Meratib'de günlerce kaldı. Bir müddet burada kaldıktan sonra Babu'n-Nevba semtindeki mescidine giderek adeti olduğu üzere ders vermeye devam etti. Ebu Nasr el-Kuşeyri de her Çarşamba günü adeti olan Nizamiye Medresesi'ndeki vaazlarını vermeye başladı. Bu sırada Yahudinin biri onun meclisine gelerek Müslüman oldu.


Vaazın sonunda toplanan bir grup Şafii, Yahudiyi ata bindirerek, Ebu Cafer el-Haşimi'nin Babu'n-Nevba'daki mescidine hücum etmeyi ve mescidinde ona hakaret etmeyi kararlaştırdılar. Ebu Cafer, durumu haber alınca kendi adamlarını tertibatlandırarak gelenlerin zararından korunmayı amaçladı. Saldırgan grup mescidin kapısına gelince karşılıklı taş atılması sonucunda; Hanbelilerce atılan bir taş saldırgan gruptan birisinin ölümüne sebep oldu. Bunun üzerine Şafiiler Nizamiye Medresesi çarşısı kapılarını kapatarak Halife'yi yardıma çağırdılar. Özellikle Ebu Cafer'i gelişen olaylardan sorumlu tutuyorlardı. Halife el-Muktedi'yi Hanbelilere meyletmekle itham etmeye başladılar. Duruma sinirlenen Ebu İshak el-Şirazi taraftarlarıyla birlikte Bağdad'ı terk etmek için harekete geçtiyse de, durumu haber alan Halife onunla görüşerek bu niyetinden vazgeçirdi. Bunun üzerine Ebu İshak el-Şirazi, Nizamülmülk'e, olayların nasıl geliştiğini anlatan bir mektup yazıp, bir grup Şafii fakihle birlikte vezirin yanına gönderdi.

Nizamülmülk, gelişen olaylardan haberdar olmuş, özellikle Halife'nin veziri Fahru'd-Devle b. Cehir'e (öl. 1 090) gönderdiği cevabi mektubunda meydana gelen olaylara üzüldüğünü ve Hanbelilerin diğer mezheplere karşı tasallutuna kızdığını açıklamıştır. Bu olaylar esnasında Ebu Cafer kendisine saygıda kusur edilmeksizin hilafet sarayında göz altında tutuldu.


Halife, Şafiilerin kötülük yapabilecekleri ihtimali yanında, Şafiiliğe karşı hamiliği bilinen Nizamülmülk'ten çekinmesinden ve İşlerin kendisinden bilinmesinden korktuğundan dolayı her iki mezhebin ileri gelenlerini sarayda toplayarak aralarında sulh yapmak istedi. Ebu Cafer el­ Haşimi, Ebu İshak eş-Şirazi, Ebu Sad es-Sfıfi ve Ebu Nasr el-Kuşeyri gibi hasım tarafların temsilcileri sarayda bir araya getirildi. Halifenin veziri tarafından Ebu Cafer övüldükten sonra diğerlerinin kalkarak onun elini öpmeleri ve sulh yapmaları teklif edildi. Mecliste bulunanlar Ebu Cafer'in elini öptüler ve taraflar arasında sulh gerçekleşti.


Taraflar arasında yapılan görüşmelerin neticesine göre Ebu Nasr, Saray Camii'nde haftada iki veye üç defa meclis kuracaktı. Nitekim bu karar gereğince Zilkadenin yirmi ikisi Cuma günü gelince Ebu Nasr, Saray Camii'nde vaaz vermeğe başladığında, Halife ona gelebilecek zararı defetmek kastıyla· silahlı askerlerden oluşan bir grup görevlendirmişti. Bu vaazlardan birinde ama birisi kalkarak Ebu Nasr'a karşı Kur'an'dan ayetler okuyarak karşı geldiyse de, Ebu Nasr bu şahsı vezir Fahru'd-Devle b. Cehir'e şikayet etti ve mezkur şahıs tutuklandı.


Olayların başlamasından iki ay sonra Temmuz 1077'de Ebu İshak eş­ Şirizi bir· elçi vasıtasıyla biri Fahru'd-Devle b. Cehir'e; diğeri de onun oğlu Amidu'd-Devle Ebu Mansur'a olmak üzere iki mektup göndermişti. Bu mektuplarda: Hanbelilerin sayılarının çokluğu sebebi ile taşkınlıklar yaptıklarını belirtiyor, Şafiiler ve Hanefilere karşı kanlarını helal sayacak derecede kötü niyet beslediklerinden bahsediyordu. Mektubunda uzun uzun kınamalarda bulunuyor ve bu şahısları tehdit ediyordu.


Halife, Nizamülmülk'ün Şafiilere olan düşkünlüğünü bildiğinden dolayı, Şafiilerin Nizamülmülk'ü kendisine karşı kötülük yapmaya sevk edeceklerinden korkarak vezirine emir verip, iki mezhebin hasım taraflarının tekrar toplanması ve barışı niçin bozduklarını sormasını istedi. Ebu Cafer el-Haşimi, Ebu İshak, Ebu Said es-Sufi ve Ebu Nasr el-Kuşeyri divanda toplandılar ve vezirin gayretiyle hepsi Ebu Cafer'in elini öpüp aralarında gerginliği yumuşattılar. Ebu Cafer, vezire iltifat ettikten sonra "Biz ne sulhu yapacağız ki? Bizim hasımlığımız miras meselesinden, toprak paylaşımından kaynaklanan bir şey değildir. Bu topluluk bizim kafir olduğumuza inanmaktadır. Bizler de bizim gibi inanmayanların kafir olduğuna inanmaktayız. Bizim inandığımız şey, Halife'nin babası Kaim Biemrillah ve dedesi Kadir Billah'ın kabul ettikleri ve yazdırarak hacılar vasıtasıyla Horasan'ın çeşitli yerlerine dağıttığı itikat (inanç) esaslarıdır" dedi. Böylece taraflar kendi yerlerine döndüler.


Vezir toplantıda alınan kararları Halifeye nakletmiş, O da, toplantıya katılanlara, özellikle Ebu Cafer'e teşekkür ettiğini bildirdikten sonra, onu tebrik edip, duasını almak üzere saraya davet etmişti. Ebu Nasr el­ Kuşeyri'nin hac için Bağdad'dan ayrılmasından sonra durum sakinleşti. Esasen Nizamülmülk, vezir İbn Cehir'i ve Hanbelileri koruyup Eş'arileri buğzeden Halifeye kızmakta, fakat Sultan Melikşah'ın Halife ve vezirine olan meylini bildiğinden dolayı bir şey yapamamaktaydı.

Hanbelileri şikayet kastıyla Ebu İshak el-Şirazi'nin Nizamülmülk'e yazmış olduğu mektubun cevabı 1077 senesi Ramazan ayında Ebu Ishak'a ulaştı. Vezir mektubunda, Sultan'ın siyaseten bir mezhep aleyhine meyletmek gibi bir kastının olmadığı ve kendilerinin gayesinin Sünniliği güçlendirmek ve fitneyi engellemek olduğunu bildiriyordu. Devamla, biz medreseyi (Nizamiye Medresesi) ilim ehlini ve Sünniliği yüceltmek için açtık, yoksa ihtilafları körüklemek için değil. Bu işler devam ederse (medrese) kapılarını kapamaktan başka çare yoktur, diyordu. Ahmed b. Hanbel'in bu ümmetin büyük imamlarından olduğunu, Eş'ari'ye dil uzatanların yanlış yolda olduklarını ve Eş'ari'nin akidesinin Ahmed b. Hanbel ile aynı olduğunu, hatta Eş'ari'nin eserlerinde defalarca "Benim akidem Ahmed b. Hanbel'in akidesidir" dediğini zikrederek, olayların yanlış olduğunu ve hoş görmediklerini bildiriyordu.


Nizamülmülk'ün bu şekilde mezhepler arasında fark gözetmediğini ve Ahmed b. Hanbel'in büyük bir imam olduğunu kabul eden mektubu üzerine Hanbeliler sevindiler ve daha da güçlendiler. Bu durum bazı mutaassıp Şafiilerin hoşuna gitmemiş olmalı ki, taraflar arasında yeni olayların çıkmasına sebep olmuştur. 24 Nisan 1077 Salı günü Nizamiye Medresesi fakihlerinden olan ve el-İskenderani olarak tanınan bir fakih kendisi gibi düşünen bir grup insanla birlikte Nizamiye Medresesi'nden çıkıp, es-Sülesa çarşısına gelerek, burada Hanbelilere ağır hakaretler edip, onları küfürle itham etti. Bu duruma isyan eden oradaki insanlar, bu Şafii fakihi dövdüler. Bu arada çıkan kargaşada çarşı yağmalandı ve Şafiilerden birisi öldürüldü. Fitne ateşi yeniden alevlenmişti. Durumdan endişe eden Müeyyedü'l-Mülk, amid Ebu Nasr'ı göndererek durumu öğrenmesini istedi. Deylemli ve Horasanlı askerler sevkedilerek kuvvet kullanıldı ve atılan okiardan ondan fazla kişi öldü. Taraflar ayrıldıktan sonra maktüllerden ikisi divana getirilerek divandaki kadıların ve şuhudun görmesi sağlandı. Olayların nasıl seyrettiği Nizamülmülk'e mektup yazılarak bildirildi. Bu sefer Nizamülmülk'den birincisinin tam tersi bir cevap geldi ve burada meydan gelen olaylarda amidin parmağının olduğu iddia edildi.


Bağdad'da bu şekilde gelişen olaylar ve Selçuklu devlet ricalinin olaylarda taraf olmaması çekişen tarafların cesaretini kırdığı gibi, belki de muhtemel olayların meydana gelmesine, dolayısıyla kapanmayacak yaraların açılmasına engel olmuştur. Nitekim Nizamülmülk'ün Ebu İshak'a gönderdiği mektubunda Melikşah'ın ve kendisinin meseleye nasıl yaklaştığı açıkça görülmektedir. Halife'nin veziri İbn Cehir'in hem mezhep olarak Hanbeli olması, hem de olaylarda parmağının olabileceği ihtimali üzerine Sultan Melikşah Halife'ye mektup yazarak onu görevden aldırtmış ve Hanbelilerin dışındaki mezhep mensuplarının kafalarında oluşabilecek istifhamları doğmadan ortadan kaldırmıştır.


Kuşeyri fitnesinin yatışması için devlet elinden gelen gayreti göstermiş, taraflar arasında gerginliğin azaltılması için vaizlerin cami ve mescitlerde vaaz vermeleri yasaklanmıştı. Biraz zaman geçtikten sonra gerginlikler azalıp, durum normale dönünce 1080 senesi Kasım ayında vaizler divanda toplatılarak yasaklanmış olan vaaz verme işlerinin artık serbest olduğu bildirilmiş, yalnız mezhep ve usul konusunda konuşmamaları, dolayısıyla yeni gerginliklere sebep olmamaları şart koşulmuştur.


Bağdad'da meydana gelen Eş'ari-Hanbeli çekişmesi sadece bundan ibaret değildir. 1082 senesine gelindiğinde vaizler için vaazlarında dikkat edecekleri hususlar unutulmuş olmalı ki, benzer olayların olduğu gözlenmektedir. Hz. Ebu Bekir soyundan gelen, fakat soyunun vakarını üzerinde taşıyamayan Mağribli vaiz eş-Şerif Ebu'l-Kasım el-Bekri, Bağdad'da olayların çıkmasına sebep olmuştur. Eş'ari mezhebinden olan bu şahıs Nizamülmülk'ün yanına gitmiş ve Nizamülmülk'ün yakın ilgisine mazhar olmuştu. Bu vaizi seven Nizamülmülk, ona İhsanlarda bulunmuş ve istediği mekanda konuşma yapma izni vererek Bağdad'a göndermişti.


Bağdad'a gelen bu şahıs Nizamiye Medresesi'nde oturarak vaazlar vermiş ve vaazlarında Hanbelileri kötüleyen, onların Mücessimeden olduklarını belirten ifadeler kullanmıştır. Vaazlarında hiddetli ve temkinsiz konuştuğu için kısa süre içerisinde Hanbelilerin hedefi haline gelmişti. Hanbeliler de bu şahsa karşı hakaret etmeğe ve onu suçlamaya başladılar. Karşılıklı olarak lanetlemeler ve suçlamalar iyice çoğaldı. Hanbeliler ona ayıp şeyler yazıyorlar, o da verdiği cevaplarında onları hafife alıyordu.


İstediği her mekanda vaaz veren Ebu'l-Kasım el-Bekri, bu defa da ısrarla Hanbelilerin toplanma merkezi olan Mansur Camii'nde vaaz vermek istedi. Elinde Nizamülmülk'ün izin belgesi olmasından dolayı kimse kendisine engel olamıyordu. Durum Nakibu'n-Nükeba'ya bildirilince, benim Hanbelileri engelleyecek gücüm yok, diye meseleye yanaşmadı. Vaizin ısrarlı isteği üzerine kendisi şahneye gönderilerek ondan yardım istendi. Şahne Türkler ve silahlı Acemlerden oluşan askerleri Mansur Camii'nin kapılarına yerleştirerek, gelebilecek zararlara karşı vaizin emniyetini sağladıktan sonra vaiz camide vaazını verdi. Vaiz el-Bekri, minbere çıkarken "Süleyman kafir olmadı, fakat şeytanlar kafir oldu." (Bakara Suresi, 102) ayeti kerimesini okuyarak, Ahmed b. Hanbel kafir olmadı, fakat adamları kafir oldu diye, Hanbelilere ağır şekilde ithamda bulundu.


Hanbeli fitnesine sebep olan başka bir alim de Ahmed b. Muhammed el-Fureki (öl.1085)'dir. Ünlü Şafii alim üstad Ebu Bekir b. Furek'in torunu olan bu şahıs Bağdad'ı vatan edinmiş ve Nizamiye Medresesi'nde halka vaazlar vermiştir. Vaazlarında Hanbelileri zemmetmesi yüzünden iki mezhep arasında karışıklık çıkmasına sebep olmuştur. Bunun gibi iki mezhep arasında fitne çıkmasına sebep olan bir başka mutaassıp Eş'ari uleması da Ebu'l-Fütuh el-İsferayini (öl. 1143)'dir. Bu alim de kargaşa çıkmasına yol açmış, bunun üzerine ve olayların yatışması için bir müddet Bağdad'dan çıkarılmıştır.


Melikşah döneminde meydana gelen Eş'ari-Hanbeli olayları sadece Bağdad ve çevresiyle sınırlı değildir. Alp Arslan döneminde Horasan'da meydana gelen mezhep çekişmelerinin Melikşah döneminde de devam ettiği görülmektedir. Herat'da oturan ve Hanbeli Mezhebi'nin önemli simalarından olan Abdullah el-Ensari el-Herevi ile diğer mezhep salikleri arasında olaylar olmuştur. Şehirde bozgunculuk yapan bir grup, bu işin suçunu Abdullah el-Ensari'nin üzerine attılar. Bunun üzerine beldenin ileri gelenleri 20 Aralık 1085 Cuma günü Abdullah el-Ensari'nin şehirden çıkarılmasını istediler. Abdullah el-Ensari'nin Cuma namazını kılmasına bile müsade edilmeyip şehirden çıkarıldığı gibi, şehrin yakınında konaklamasına da izin verilmedi.


Herat'dan Fusenc'e giden Abdullah el-Ensari orada da rahat bırakılmadı. Herat halkı bir mektupla durumu Sultan'a bildirmiş, Sultan da vezir Nizamülmülk'e mektup yazarak bu alimin ve ailesinin Maveraünnehr'e sürülmesini emretmişti. Bu mektup camide Yahya b. Ammar'ın minberinde okundu. Abdullah el-Ensari önce Merv, buradan Belh ve sonrada Maveraünnehr'e sürüldü. Hatta Abdullah el-Ensari Belh'e vardığında, Belh halkı onu taşlayarak şehre girmesini engellemişlerdi. Ebu Tahir el­ İskenderi'nin rivayetine göre: Nizamülmülk bu işe engel olmuş ve "Siz ehli ilimden birini taşlayarak zamanın musibeti mi olacaksınız?" demişti. er-Rehavi'nin naklettiğine göre : Belh halkı onu Mutezileden sandığı için taşlamış ve şehre sokmak istememişti. Abdullah el-Ensari ancak 1087 senesi Nisan ayında memleketi Herat'a geri dönebilmişti.


1085 senesi olaylarını anlatan İbn u'l Cevzi'nin nakline göre, olayların çıkmasına sebep, Herat'da konuşan bir kelamcının görüşlerine Abdullah el-Ensari'nin karşı çıkması ve el-Ensari'ye bağlı mutassıp kişilerin Herat'da fitne çıkarmasıdır. Bahsedilen bu kelamcı alim Herat'ı terk ederek Fusenc'e gitmişse de, el-Ensari'nin mutassıp taraftarları kelamcının peşini bırakmayarak oraya kadar takip etmiş ve Fusenc'deki evini yakmışlardır. Evi yakılan alim can güvenliğinin sağlanması için buranın müderrisi el-Kadı Ebu Sad b. Ebi Yusuf'a sığınmıştır. Fakat el-Ensari'nin adamları bu müderrise ve misafirine zarar vermekten geri kalmamışlardır. Şehirde fitne çıkmış, Fusenc Nizamiyesi'nin kapısı kararmıştı. Yaralanma olayları üzerine durum Nizamülmülk'e bildirilmiş, o da el-Ensari'nin yakalanarak şehirden çıkarılmasını ve fitne yatıştıktan sonra Herat'a dönmesini emretmiştir. İbnu'l-Cevzi'nin verdiği bilgiler, İbn Receb'in nakillerindeki müphem noktaları açıklamaktadır. İbn Receb, el-Ensari'nin Herat'dan niçin çıkarıldığı konusuna hiç dokunmazken, İbnu'l-Cevzi bu konuyu açığa kavuşturmakta ve el-Ensari'nin mezhepteki taassubu yüzünden olduğunu zikretmektedir.


Ebu Nasr el-Kuşeyri, vaiz el-Bekri ve el-Ensari olaylarına dikkat edildiğinde bu olaylar hakkında en fazla bilgi veren kaynakların Hanbeli Mezhebi'ne mensup alimler tarafından kaleme alınan eserler olduğu görülür. Şafii Mezhebi'ne mensup alimler bu olayları eserlerinde kısa ve teferruatsız geçiştirdikleri gibi, olayları da değişik nakletmektedirler. Mesela, Ebu Nasr fitnesinde İbnu'l-Esir ve el-Bundari gibi alimler Hanbelilerin Şafiilerin medresesine saldırarak adam öldürdüklerini söylerken, aynı olayı aktaran İbnu'l-Cevzi, İbn Receb ve Sıbt İbnu'l-Cevzi gibi Hanbeli müellifler ise Şafiilerin Hanbelilerin camisine saldırdığını ve bunun üzerine ölüm olayının meydana geldiğini zikretmektedirler. Burada dikkat edilmesi gereken şey, mezhebi endişelerin müelliflerin eserlerine de yansıdığıdır. O sebepten dolayı, bu çekişmelerin bize aktarılmasında mezhebi endişelerden ve husumetlerden kaynaklanan birtakım hususların olabileceğini göz ardı etmememiz gerekmektedir. Yalnız, olayların tümünde görülen ortak husus, Hanbelilerin kendi mezhep anlayışlarından dolayı diğer mezheplere karşı hoşgörüsüz ve fiili müdahaleye meyyal tavırlarının olmasıdır. Bununla birlikte Şafiilerin de olayların çıkmasında aktif rol oynadıkları olayların gelişme seyrinden belli olmaktadır. Bu yüzden, gelişmelerin sebebini tamamen Hanbeli mantığına ve taraftarlarının taassubuna bağlamak yanlıştır. Onlar kadar olmasa da, konuşmaları ve bazen tahrik edici tavırlarıyla Şafii-Eş'ariler de olaylardan sorumlu gözükmektedirler.


Hanbeli - Mutezili İlişkileri


Büyük günah işleyenlerin durumu, Kur'an'ın mahluk olması, kulun fiillerinin yaratıcısı olması ve akıl konusundaki görüşleriyle diğer fırkalardan ayrılan Mutezile, daha çok akılcı bir görüş olup, insan aklına Kur'anı Kerim'in de üstünde mutlak bir değer atfetme yoluna sapmıştı. İslam akaidini felsefi fikirlere dayanarak münakaşa edenler Mutezile mensupları olduğu gibi, irade hürriyeti konusunda da değişik düşünceye sahiptiler.


Buna karşılık Hanbeliler ise, nassları tevilsiz kabul etmeleri ve diğer görüşlere fazla iltifat etmemeleriyle tanınmışlardır. Bütün görüşlerini Ahmed b. Hanbel'e dayandırdıklarını iddia eden bu insanlar, akıl ve mantık yollarını İslam'a sonradan ve Yunan düşüncesi tesiriyle sokulduğunu iddia ederek bu metotları benimsemediler. İtikat konularında Sahabe ve Tabiin dönemindeki gibi doğrudan Kitap ve Sünnetten akidenin aslını almak gerektiğini ileri sürerek, akıldan ziyade nassın belirttiği delillere inanmak gerektiğini kabul ettiler. İki grup arasında metot farkı bu kadar keskin olunca, meseleleri algılama ve yorumlamada da farklılıklar kaçınılmaz olmuştur. Konuların değişik şekilde yorumlanmasının neticesinde iki mezhep arasında birtakım ihtilaflar zuhur etmiştir ki, Selçuklular döneminde de bu ihtilafların devam ettiği görülmektedir.


1067 senesinde dönemin ünlü Sünni alimlerinden olan ve kendisinden başkasına "Şeyh" unvanı verilmemiş olan Ebu Mansur b. Yusuf'un vefatından sonra Mutezile müderrisi Ebu Ali b. Velid (öl.1086) mezhebini açıklamaya başlamıştı. Bunun üzerine Abdussamed'in ashabından bazıları Ebu Ali b. Velid'e hücum ederek ona hakaret ve küfür ettiler. Bunu yapmalarındaki gaye onu camide namazdan menetmek ve Mutezile Mezhebi üzerine verdiği derslerden engellemekti. Ebu Ali de bu saldırganlara karşı: "Allah namazı engelleyenlere ve beni namazdan alıkoyanlara lanet etsin" diyordu. Ebu Ali bu sözüyle, avamdan bu işi yapanları ve insanların kanını dökmeyi helal kabul edenleri kastediyor, onları küfürle nispetlendiriyordu. Saldırganlar Ebu Ali'yi yaralamış ve kapısını kapatmışlardı. Bu saldırıdan sonra Mansur Camii'nde ve diğer camilerde Mutezileye lanet okundu, onların inançlarını kötüleyen konuşmalar yapıldı.


Ebu Ali'nin faaliyete geçmesini duyan Hanbeli alimi eş-Şerif Ebu Cafer yanında mezhepdaşları, fakihler ve hadis ehli olduğu halde Mansur Camii'ne giderek burada İbn Huzeyme'nin "Kitibu't-Tevhid" ini okudular. Buradan divana giderek, Halife el-Kadir Billah döneminde kaleme alınan ve Ehl-i sünnetin görüşlerini toplayan "el-İtikaditu'l-Kadiri" (Kadiri İtikadı) adlı kitapçığın okunmasını istediler; onların istekleri doğrultusunda bu kitapçık orada bulunanlara okundu. Bu kitapta Rafızilere lanet ediliyor ve "Onların hepsi kafirdir, onları tekfir etmeyen de kafirdir" deniliyordu. Bu toplantıda bulunanlardan İbn Furek ayağa kalkarak bidatçilere lanet ettikten sonra: "Bu metinde bulunan itikadın dışında bizim bir itikadımız ve inancımız yoktur" demişti. Bu sözlerden sonra halk ona teşekkür etti. O toplantıda bulunanlardan Ebu Cafer ve Zahid es-Sahravi bu itikat metninin kendilerine verilmesini istemişler, vezir İbn Cehir ise bu metinden başka ellerinde olmadığını ve yeni bir nüshanın hazırlanarak onlara verileceğini söylemiştir. Hazırlanan yeni bir nüsha bu insanlara verilmiş ve metin Babu'l-Basra ve diğer mescitlerde halka okunmuştur. Böylece Bağdad'da başlatılmaya çalışılan Mutezilenin ders verme faaliyetleri, diğer Sünnileri de arkasına alan Hanbeliler tarafından engellenmiştir. Ebu Ali b. Velid'in, Ehl-i sünnet mensuplarınca protesto edilerek engellenmesi, bu defa da yine Mutezile aleyhine gerçekleşmiştir. Bu engellemeler yüzündendir ki, Ebu Ali elli sene müddetle evinde kapalı kalmış ve mezhebi konusunda faaliyet göstermesine müsaade edilmemiştir.


Hanbelilerin Mutezili olanlara karşı davranışları daha sonra da benzer şekillerde devam etmiştir. Nitekim bir başka Mutezili olan Ebu Cafer el­ Buhari (öl. 1089) Bağdad'a geldiğinde fikirlerinden dolayı şehre girmesine müsaade edilmemişti. Benzer bir davranışı da, İbnu'z-Zuzeni'nin defni esnasında görülmektedir. Nitekim, cenazeye telkin veren Ebu'l-Vefa el­ Bağdadi (öl.1083) merhuma hitaben: "Gelen meleklere de ki, ben Eş'ari ve Mutezili değilim; bilakis Hanbeliyim, Sünniyim" demişti. Orada bulunan hiç kimse de buna itiraz edememişti. Zira itiraz vaki olsa Babu'l-Basra halkı onun kafasını koparırdı. Bu kadar baskı karşısında düşüncelerini açıklamak mümkün olmasa gerek.


Hanbeli Mezhebi mensuplarının Mutezileye hoş bakmamaları sebebiyle, zaman zaman kendi mensuplarının da Mutezili olmakla itham edildikleri görülmüştür. Bunlardan biri olan Hanbeli alim Ebu'I-Vefa b. Akil (öl.1095), dönemin Mutezili şeyhlerinden olan Ebu Ali b. Velid ve İbnu't-Tıbban gibi şahıslarla görüşünce, onun Ehl-i sünnet düşüncesinden inhiraf ettiğine dair söylentiler çıktı. 1068 senesinde onun evinde Hallac'ı öven ve Mutezileyi yücelten kitaplar bulunduğu haberi duyulunca, Hanbeliler bu alime eziyet etmeye başladılar. Ebu'l-Vefa korkusundan Sultan'ın sarayına sığınmak mecburiyetinde kaldı. Bu olaylar 1072 senesine kadar dinmeden devam etti.


1072'de Ebu'I-Vefa ve onu kınayanlar arasında sulh yapmak için divanda bir toplantı yapıldı. Hanbelllerin önde gelen alimi Ebu Cafer kızgınlığından dolayı bu toplantıya katılmadı. Bunun üzerine Ebu'l-Vefa, Ebu Cafer'in evine kadar giderek özür diledi ve onunla barıştı. Ebu'l­ Vefa, kendisine atfedilen görüşlerin doğru olmadığını ispat için kendi el yazısıyla bir bildiri yazarak; Mutezilenin bidat mezhebi olduğunu, kendisinin onlarla sohbet etmekten ve mensuplarını yüceltmekten uzak olduğunu, Mutezililerle görüşmekten dolayı tövbe ettiğini ve onları dalalette gördüğünü açıklamıştır. Aynı şekilde, Hallac'ın da hata ettiğini ve ulemanın fetvasıyla öldürüldüğünü, Ebu Cafer ve diğer alimlerin huzurunda bu metni yazdığım açıklamıştır. 1091 senesine Melikşah ve Nizamülmülk Bağdad'a gelince bu ilimin mücessiminden olduğu şikayet edilmiş ve Ebu'l-Vefa bu duruma şiddetle tepki göstermişti.


Hanbeli mensuplarının Mutezileye karşı olan mutassıp yaklaşımlarını Horasan Hanbelilerinde de görmek mümkün. Herat'ın Hanbeli alimi olan Abdullah el-Ensari de, Eş'arilerin yanı sıra Mutezileye karşı mutaassıp bir insandı. Bu yüzden birtakım sıkıntılar çekmiş ve vatanından uzaklaştırılmıştır.


Mezhep Değiştirme Olayları


Selçuklu Devleti, hakim olduğu coğrafyanın özeliği gereği çok dinli, çok mezhepli bir yapıya sahiptir. Çok mezheplilik bahsedilen sebeplerden dolayı Selçukluların miras aldıkları hususlardan biridir. Bu kadar mezhebin bir arada bulunduğu ve kendi aralarında bazen metot farklarından, bazen de taassuptan kaynaklanan çekişmelerin yaşandığı da bir gerçektir. Selçuklu Sultanları da kendi mezheplerine son derecede bağlı olmalarına rağmen, hükmettikleri coğrafyanın özelliğinden dolayı hiçbir zaman bir mezhebi tutma ve diğerlerine karşı yüceltme gibi bir davranışın içinde olmamışlardır. Bu anlayışın gereği olarak her mezhep yapma ve yayılma hakkını elde etmiş, şahıslar bir mezhepten diğer bir mezhebe geçme imkanına sahip olmuşlardır. Bazı kesimler tarafından istisna kabul edilebilecek kınama ve ayıplama davranışlarının dışında genelde kimseye karışılmamıştır. Bunun sebebi de bütün Sünni ekollerin hepsinin hak kabul edilmesi ve aralarında fazla bir fark görülmemesidir. Bu anlayıştan ötürüdür ki, Selçuklular döneminde mezhep değiştirme olaylarına rastlamaktayız.


Hanbeli Mezhebi'nin metot olarak diğer mezheplerden farklı olması ve nassları tevilsiz kabul etmesi, bu mezhebin alimlerinin zaman zaman diğer mezhepleri tercih etmelerine sebep olmuştu. Bu metot farklılığından dolayı, mezhep değiştiren Hanbeli alimlerinin daha çok Şafiiliği tercih ettiği gözlenmiştir. Hanbelilikten Şafiiliğe geçişi sağlayan faktörlerden birisi mezhepteki metot farkı olurken, bir başka faktör de Nizamiye Medreseleri'nin açılmasıdır. Nizamiyelerin açılması ile bu medreseler devletin büyük madi ve manevi desteğine sahip olmuş, medresenin hocalarına ve öğrencilerine harcanmak üzere zengin vakıflar bağlanmıştı. Nizamülmülk'ün sadece İsfehan Nizamiyesine bağladığı vakfın gelirleri yılda 10.000 dinarı bulmaktaydı. Medrese vakıflarının geniş imkanlara sahip olması, hocalar ve talebeler başta olmak üzere tüm medrese mensuplarına müreffeh bir hayat sunmasının yanı sıra, ilmi çalışmalar için de geniş imkanlar sağlaması yüzünden, pek çok alim Nizamiye Medreseleri'nde müderris olmak için gayret etmiştir. Fakat yine Nizarniye Medresesi vakfiye şartlarına göre bu medresede müderris ve öğrenci olabilmek için asılda ve füruda Şafii Mezhebinden olmak gerekliydi. Nizamiyelerin ilim seviyesinin yüksekliği, maddi imkanlarının genişliği alimleri buraya cezbetmiş, burada müderris olmak için gerekli şarta uymak lüzumundan dolayı da mezheplerini değiştirmişlerdir. Bu alimlerin daha çok Hanbelilikten Şafiiliğe geçenler oldukları anlaşılmaktadır.


Hanefi Mezhebi'nde iken Şafii Mezhebi'ne geçenler de mevcuttur. Ebu Müzaffer es-Semani (öl.1095) Merv'de yetişen önemli Hanefi alimlerindendir. Bu şahıs sonradan Bağdad'a geldiğinde mezhebini değiştirerek Şafii olmuştur. Memleketine dönünce halk tarafından kendisine eziyet edilmiş ve mezhep değiştirmesi hoş karşılanmamıştır. Buna rağmen Şafii Mezhebi üzere ders vermeye devam etmiştir. Halkın taassubu yüzünden Merv'den Tus'a gitmeye mecbur olmuş, oradan da Nisabur'a geçmiştir.


Geniş bir coğrafyaya ve değişik mezhepten insanlara hükmeden Selçuklular, kendileri Sünni-Hanefi olmalarına rağmen, diğer mezheplere karşı menfi tutum içerisinde olmamışlardır. Özellikle Ehl-i sünnet'in bütün mezheplerini korumuş, kendi fikri özelliklerini muhafaza ederek gelişmelerine zemin hazırlamışlardır. Sünni olmamakla beraber devlete cephe almayan ve cemiyette kargaşa çıkarmayan diğer mezheplere de hoşgörülü davranmışlardır. Bu sebepten ülkede her fikir kendini ifade edebilme imkanına sahip olmuş, ara sıra meydana gelen istenmeyen olaylar ise devletin müdahalesiyle önlenmiştir. Bu çok seslilik ve çok görüşlülük, Selçukluların ulaştığı gelişmişlik seviyesini gösterme bakımından önemlidir.



Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

17 Ocak 2023 Salı

BÜYÜNÜN TARİHÇESİ

 


Büyü, bir fenomen olarak, tarihin bütün dönemlerinde, bilinen bütün dinî sistemlerin bir parçası olarak, şu ya da bu şekilde var olmuştur. İnsanlık tarihinin en eski dönemlerinden beri var olan ve uygulanan bir faaliyet olan büyü, dinî ve din dışı düşüncelerle yakın veya uzak bir ilişki içerisinde olmuştur.


Yazıdan önceki dönemlerde, büyüye ilişkin bilgiler, güvenilir verilerin eksikliği nedeniyle sınırlı kalmaktadır. Mağara duvarlarındaki resimlerle oymaların, av için yapılan büyüye ilişkin figürler içerdiği öne sürülmekle birlikte, bu bir varsayımdan öteye gitmemektedir. Antik çağdaki Ortadoğu ve Yunan-Roma kültürleri, Hıristiyan Avrupa, Türk- İslâm kültürleri ve çağdaş yazısız toplumlarda büyüye ilişkin bilgiler daha da kesindir.


Büyüdeki, “Benzer benzeri meydana getirir” şeklindeki büyüsel anlayışla çizilmiş kargı saplanmış hayvan resimlerinin, çok eski dönemlerden kalma mağara duvarlarında bulunması, büyünün tarihinin çok eski zamanlardan beri var olduğunu göstermektedir. Ayrıca o dönemlerden kalma, mumyalı cesetlerin, kırmızı boya ile kaplandığı görülmektedir. Benzer benzeri meydana getirir inanışına uygun olarak, kana benzeyen kırmızı rengin ölü için bir hayat özü şeklinde düşünüldüğü, böylece kırmızıya boyanarak büyülenmiş cesedin yeniden dirileceğine inanıldığı sanılmaktadır.


Tarihin çeşitli dönemlerinde bazı dinlerde din adamlarının aynı zamanda kâhinlik yaptıkları da bilinmektedir. M.Ö. 4000 yıllarında Mısır’da, Çin’de, Babil’de ve Kalde’de falcılık ve kâhinlik yapıldığını bu gün bazı belgeler ortaya koymaktadır. Eski Mezopotamya ve Mısır’da, tılsımlı sözler ve büyülü formülleri ihtiva eden çok sayıda metin günümüze kadar gelmiştir.


O toplulukların törenlerinin çoğunun büyüyle ilgili olduğu ifade edilmektedir. M.S. I-IV. yüzyıllara ait Mısır papirüslerinde hayvanlar ve insanlarla ilgili büyü formülleri, büyü törenleri ve büyünün tutması için malzeme usullerini içinde bulunduran büyü örnekleri bulunmaktadır. Mezopotamya bölgesinde rahipler aynı zamanda büyü ile ilgili törenleri yürütmekteydi. Babilliler ve Asurlular’da kötü cinlerden korunmak için muskalar kullanılmaktaydı. Özellikle Babilliler’de toplum hayatı büyü üzerine kurulmuştu. Sanat, ticaret, savaş, din, av, v.b. faaliyetler hep büyü ile iç içeydi. Eski Mısırlılar büyü yoluyla hayat ve ölümü etkileyebileceklerini sanıyorlardı. Mısır tanrıları aldatılabilir, zorlanabilir, itaat altına alınabilirdi. Büyücülerin, çeşitli ayinlerle ölülere, iyi davranmayan tanrılara ceza verebileceğine inanıyorlardı.


Romalılar büyüyü boş ve anlamsız, büyücüleri de hilekâr ve yalancı saymakla beraber, onlarda da büyücülük geniş çapta yer almaktadır. Mısırlılar’la, Kaldeliler’in büyülerinden etkilenmiş olan Eski Roma’nın, büyücülerin merkezi haline geldiği bilinmektedir. İmparatorlar da sık sık büyücülere başvurmakta ve onlardan medet beklemektedir.


Eski Yunan’da, Haketa adındaki şahsın sırlı bir kişiliğe sahip olduğuna inanılıyordu. Bununla birlikte büyü ilâhesi olarak da benimsenmekteydi. Hatta içlerinde Parphyrius gibi kendini büyüye adayanlar da bulunmaktaydı. Büyücüler Pisagor’un rakamlarından faydalanarak, sayıları büyülü daireler içinde kullanmaktaydı. Pisagorcuların büyü nazariyeleri yanında büyü uygulamaları da yaptığı ifade edilmekteydi.


Eski Çin’de büyü, Taoizm’le özdeşleşmişti. Konfüçyüsçülük genelde büyüye karşı çıkınca eski büyücülerin işlerini Taoist ve Budist rahipler sürdürdüler. Çin’de büyü, insanı hayatta ve ölüm ötesinde güçlendirmeyi, böylece ruhları, hatta tanrıları bile kontrol altına almayı gaye edinmişti. Bunun için büyü, hayatı sarmış, halk dinini istila etmişti. Bu nedenle halk kültürü, büyüsel temalar ve ruhlarla ilgili alışılmışın dışındaki maceralarla dolup taşmıştı.


Hinduizm’de, büyücülük geniş bir yer tutar. Vedalar’da büyü ile ilgili olanı ve ilgili olmayanı ayırmak zordur. Sonraki Vedik dönemde büyüye ilginin daha da arttığı göze çarpar. Hindistan’da tıp ile ilgili uygulamalar büyü ile yakından ilgiliydi. Bu yüzden büyü hayatı sarmıştı. Zengin olsun, fakir olsun, herkes adak adayarak hastalıktan kurtulmak için büyüsel veya yarı büyüsel uygulamalara kadar bir çok büyü çeşidine ilgi duyuyordu.


Eski İran’da, din ve büyü başka hiçbir yerde görülmemiş ölçüde birbirine karıştırılmıştı. Zerdüşt sadece tevhidi yerleştirmekle kalmamış, aynı zamanda başta büyü olmak üzere çeşitli batıl inançlarla da mücadele etmişti. Zerdüşt’ten sonra Avesta’nın Videvdat bölümünde, şeytanlara karşı tılsımlar ve temizlenme kuralları öğretilmiş, büyücüler ve cadılar lanetlenmiş ise de, zamanla oluşan yeni dini yapıda Zerdüşt’den kalma telkinlerle halkın sürdürdüğü ve içinde büyü ile ilgili elemanların da yoğun olarak yer aldığı inançlar bir araya gelmiştir. Daha sonraki safhada da Mecusi diye bildiğimiz dini sentez ortaya çıkmıştır. İyiliğin kötülüğe galip gelmesi şeklindeki esas gayeye uygun olarak, iyi cin ve ruhların yardımıyla, kötü cin ve ruhların zararlı etkileri giderilmek ve büyücülerin kötülükleri önlenmek istenmiştir. Zerdüşt devrinin melekleri, ateş, sığır ve yer cinlerine dönüşmüştür. Kurbanlar büyü ayinine, dualar da efsunlara çevrilmiştir. Böylece hastalıklardan ve kötü varlıklardan kurtulmak için, afsunlar ve büyüler yapılmıştır.


Eski Türklerde de büyü ve büyücülük mevcuttu. Eski Türklerde, göz değmesine, cinlerin etkilerine ve kötü ruhlara karşı bağ, bostan ve bahçelere korkuluk (abalcı) ve nazarlık (kösgük) dikilirdi. Cin çarptığı sanılan kişinin yüzüne soğuk su serpilir, sonra da kaç kaç (Kavuç, kavuç) denilerek üzerlik ve öd ağacı yakılarak tütsülenirdi. İslam’dan önceki Türk boylarında büyü, kehanet, falcılık ve cincilik vardı. Büyü işiyle uğraşanlar genelde şamanlardı. Şaman Türklerde kam kelimesiyle ifade edilirdi. Kamlar; ruhlar ve cinlerle ilişki kurabildiğine inanılan kişilerdi. Kamlar, büyü yapar, afsunlu sözler söyler ve kâhinlik yoluyla insanın içinden geçeni bilirlerdi. Aynı zamanda gaipten haber verir, cin çarpmasını ve hastalıkları tedavi ederdi. Anlaşılmayan sözler söyler, üfürür, davul döver, kendinden geçerek görünmeyen varlıklarla ilişkiye girerdi.


Eski Türk kültüründe her türlü bela ve afetlere karşı koruyucu etkisine inanılan muska ve tılsım adeti yaygındı. VIII – XIV. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan’da, aralarında Budist ve Maniheist Türklerin de yaşadığı bölgede yapılan arkeolojik kazılarda, tılsımlar, muskalar, üzerinde afsunlu formüller yazılı levhalar ve tahta materyaller bulunmuştur.


X. yüzyılda Türk boylarının büyük kitleler halinde müslümanlığı kabul etmelerinden sonra da, İslam şiddetle yasaklamasına rağmen büyü, İslam’dan önceki dönemden kalan adetlerle devam etmiştir. Aynı zamanda, Eski İran, Mezopotamya, Mısır ve nihayet Anadolu kültüründeki katkılarla günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. Büyü geleneği, günümüzde de ülkemizin çeşitli yörelerinde değişik uygulamalarla varlığını sürdürmektedir. Hunlar’dan günümüz Türk topluluklarına kadar uzanan ve uzun bir gelişme çizgisi takip eden büyü, bugün Türkiye’de genellikle kötü niyetle yapılmaktadır. Karı koca veya başka kişilerin arasını açmak, insanın bazı kabiliyetlerini, dilini, bahtını, cinsel gücünü, idrarını bağlamak, sakatlamak, uyutmamak, malına canına, hayvanına zarar vermek v.b. gibi kötü niyetli kara büyüler yapılmaktadır. Bunun yanında kişinin kendisini, ailesini, malını ve mülkünü koruma gayesine yönelik ak büyü örnekleri de görülmektedir.


TÜRK HALK İNANÇLARINDA BÜYÜ VE BÜYÜ İLE İLGİLİ UYGULAMALAR

Yüksek Lisans Tezi

Abdulkadir Sipahi


Balıklı Göl / Şanlı Urfa


 

ŞEYTAN VE İBLİS KAVRAMLARININ TANIMI

 

Şeytan


Şeytan kelimesi, menşei itibariyle Arapça’dır. Ancak bu kelimenin türediği kök hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazı dilciler, kelimenin sonundaki “n” harfini kelimenin aslından kabul ederek “şetane-yeştunu-şutûnen” kökünden türediğini söylemişlerdir. Buna göre mana: “Uzak oldu, uzaklaştı,” olur. Şeytan da haktan ve rahmetten uzak olduğundan bu mananın ona münasib olduğunu iddia ederler. Böyle düşünenler şeytan kelimesinin çoğulunun şeyâtîn gelmesini delil göstererek iddialarını desteklemektedirler. Kelimenin kökü hakkındaki ikinci görüşe göre ise “n” harfi zâiddir ve bu kelime “şêtayeşîtu-şiyâtaten”den müştaktır. O zaman da mana: “Yanan, helak olan” olur. “Şeytan da saf ateşten yaratıldığı için bu mana ona verildi,” derler. Şeytan, öfke ve hamiyet duygusunun yerilenini çokça işlettiğinden bu manayı ona uygun görmüşlerdir. Bu görüşü savunanlar Umeyye b. Ebi’s-Salt’ın, Süleyman (a.s)’la alakalı bir şiiriyle de iddialarını kuvvetlendirmişlerdir.


Ebu Ubeyde (ö. 210/825): “Şeytan, çok şerli, hilekâr, çok aldatıcı, aşırı mütemerrit, fevkalâde inatçı her insana, hayvana ve cine isim olmuştur,” der. Zeccâc (340/951) çirkin ve hoşlanılmayan şeylerin şeytana benzetildiğini ifade eder: “Sevimsiz bir şey görüldüğü zaman, sanki o şeytanın yüzü gibi, şeytanın kafası gibi denir. Şeytan gözükmez, fakat eğer gözükseydi pek çirkin ve pek fena bir sûrette görülecekti,” demektedir.


Arap dilinde sevimsiz şeyler şeytana benzetildiği gibi, Türkçe’de de çirkin ve sevimsiz olan sûret, davranış ve sözler şeytana nispet edilir. Şeytan gibi adam, şeytanlık yapma, şeytan olma, şeytan gibi konuşuyor, onda şeytan tüyü var... gibi.


Asım Efendi (ö. 1174/1760) şeytanın önceki adının azâzil olduğunu söyler.


Şeytan kelimesi, Kur’an’da 70 defa müfred, 18 defa da şeyâtîn şeklinde çoğul olarak geçmektedir.


Şeytan, herhangi bir mütemerrit, yani şer ve pislikte fevkalâde bir farklılıkla benzerlerinden ayrılmış, aşırı şerli ve inatçı manasına bir cins isimdir. Gerek insandan gerek hayvandan ve gerek sâir gizli mahlûkattan ruhî alakası bulunan kötüler için genel bir anlam içerir.



 İblis


İblis kelimesi, şeytan kelimesi ile aynı manada olup birbirlerinin yerine kullanılsa da lugat açısından aralarında fark vardır. Şeytan maddesinde olduğu gibi İblis kelimesinin menşeinde de ihtilaf edilmiştir. Bazıları, Arapça bir kelime olup kökünün “eblese-yüblisü-iblâs” olduğunu söylerler. İblâs ise hayırdan ümidini kesme, me’yus olma, pişmanlık duyma ve hüzünlenme gibi manalara gelir. İblis de Allah’ın rahmetinden umudunu yitirip pişman olduğu için bu isimle adlandırılmıştır. Bazılarına göre ise bu kelime Arapça değildir. Her ne kadar lâfız ve mana açısından iblâs masdarından türemiş gibi görünse de aslında bu kelime, Arapça’ya başka bir dilden geçmiş, yabancı bir kelime gibi muamele görmüştür. Cevherî (ö. 400/1009) de bu görüşe taraftardır.



Kur’an’da 11 yerde İblis ismi geçer. Allah’a isyan ettiğini anlatan ayetlerin hepsinde şeytan, İblis adıyla anılmıştır.


 Şeytanın Mahiyeti ve Yaratılışı


 Mahiyeti


Şeytanın yaratıldığı madde hakkında bilgi veren ayetlere bakıldığında, bu maddenin ateş olduğu görülür. O, kendi ifadesiyle: “Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan,” demektedir.


Şeytan, kendisi gibi ateşten yaratılan cin taifesine mensuptur: “Meleklere secde edin dediğimiz zaman, hepsi secde ettiler, İblis müstesna. O, cinlerdendi, Rabb’inin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz, benden ayrı olarak onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz. Oysa ki onlar, sizin düşmanınızdır. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu,” ayetinde bu mana açıktır.


Ayetin baş tarafından da anlaşılacağı üzere, meleklere yapılan ilahî emre içlerinde bulunduğundan ötürü şeytan da muhatap olmuştur. Fakat çizgisini koruyamamış, Âdem’in önünde secdeye kapanma emrini yerini getirmemiş ve kaybetmiştir. Ayetin ikinci kısmında ise insanın Allah’ı bırakıp, şeytanı ve zürriyetini dost edinmesinin yanlışlığı, bu değiş-tokuşun fenalığı beyan edilmiştir.


İmam Gazâlî (ö. 505/1111): “Şeytan hakkında lâtif bir cisim midir? Yoksa cisim değil midir? Cisim ise insanın vücuduna nasıl girer? gibi farklı şeyler söylense de işin doğrusu bu husus üzerinde durmaya gerek olmadığıdır. Şeytanın zatı üzerinde durmak, elbisene yılan girdi diyen kimseye yılanın enini, boyunu, rengini, şeklini sormak gibi olur. Bunu duyan insan, hiçbir şeye bakmadan elbisesine giren yılandan kurtulmaya bakar. Bunun gibi; yılandan daha zararlı olan şeytanı duyan, onun cisim olup olmadığına bakmaksızın hemen onun izalesi ile meşgul olunmalıdır,” der.


İbn Arabî (ö. 560/1164) de: “İblis, Cenab-ı  Hakk’ın Mudill (dalâlete düşürücü) isminin kamil manada mazharı olan bir ruhtur,” demektedir. 


Kur’an, şeytanın başından geçenleri şöyle anlatır: “Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da “Âdem’e secde edin” dedik; hepsi secde etti, şeytan müstesna, o secde edenlerden olmadı. (Allah): “Emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan nedir?” dedi. (İblis:) “Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten onu çamurdan yarattın” dedi. (Allah): “Öyleyse in oradan, orada kibirlenmek sana düşmezdi. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın” dedi. (İblis): “(Bari) Bana (insanların) diriltilecekleri güne kadar süre ver” dedi. (Allah) buyurdu:”(Haydi) Sen süre verilenlerdensin.” (Şeytan): “Öyleyse ben de, beni azdırmana karşılık, onlar(ı saptırmak) için senin dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım. (Bundan ötürü) Onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın, dedi”


Yukarıdaki ayetleri şu şekilde irdelemek mümkündür: Demek ki bu hadisenin cereyanına kadar Allah Teâlâ şeytana hiçbir emirde bulunmamış, onu hiç denememiş idi. O zamana kadar da o, meleklerin içinde kalmış, hadiseler tabir yerinde ise hep kendi arzu ve hevesi istikametinde gelişmişti. Böyle bir ortamda ise samimi olunup olunmadığı belli olamazdı.


Şeytan, Âdem (a.s) yaratılıp, önünde secde etme emri verilmesiyle, denemeye tâbi tutulmuş, böylelikle hissiyatı ve içinde gizledikleri ortaya çıkmıştır. İlâhî emir gelince onun ilk işi secde etmekten kaçınma ve isyan, sonra da kibir ve küfrünü ilan olmuştur. Nefsine uymuş, kendini temize çıkarmaya çalışmış ve bunlara ilave olarak bir de “Ben ondan daha hayırlıyım,” diyerek hem yalan söylemiş hem de kendine ilim isnadında bulunmuştur.


Halbuki böyle bir emir karşısında ona düşen boyun eğme ve itaat idi. Buna rağmen o kalkmış kendine göre fikir yürütmüş, batıl ve fasit bir takım kıyaslamalara girmiştir.


Âdem (a.s)’i sadece çamurdan, kendini de ateşten ibaret görmüş, maddeye takılıp kalarak, Allah’ın çamurdan büsbütün başka bir şey yaratabileceğini, ona kendinden bir ruh üfleyebileceğini anlayamamıştır. Böylece yalnız Âdem’e karşı değil, Allah’a karşı da kibir ve ego yörüngeli davranarak “Ben ondan daha hayırlıyım,” deyivermiştir.


“Bana (insanların) diriltilecekleri güne kadar süre ver,” sözünden de şunlar anlaşılır: Demek ki İblis Allah (c.c)’ı da, ikinci bir defa diriltilmeyi de inkâr etmemişti. O biliyordu ki Âdem (a.s)’in nesli ve zürriyeti olacak, belirli müddet yaşayıp ölecek, sonra tekrar diriltilecekler.


Esasen Âdem (a.s)’de bir yanlışlık yapmıştı. Farkına varır varmaz da hemen tevbe ve istiğfara koşmuş, hanımıyla beraber “Rabb’imiz, biz kendimize zulmettik, eğer sen bizi bağışlamaz ve yarlığamazsan biz hepten kaybedenlerden oluruz,” demişti. Şeytanın da durumu başlangıç itibariyle aynıydı. Zira, ilk başta isyan edince hemen kovulmamış, sorguya çekilmişti. Bu anda uyanıp edebini takınsa, halini düzeltse ve inat etmese idi affa mazhar olma ihtimali vardı. Zira onun belirli bir süre daha yaşama isteğine müspet cevap verilmişti. Fakat o, inat ve küfründen vazgeçmemiş ve “Çık git oradan, artık sen alçaksın, küçüksün,” sözüne maruz kalmış, tahkir edilmiş ve ebedî şekavete düşmüştür.


Şeytan cinlerdendir. Cinlerin yaratıldığı aynı maddeden, saf ateşten yaratılmıştır. Topraktan yaratılan insanın toprakla ne kadar alakası varsa, şeytanın da ateşle o kadar alaka ve irtibatı vardır diye düşünüyoruz.


Şeytanın kaybetme süreci iki merhaleden oluşmaktadır. Birincisi, aşırı enaniyetli ve akılcı olmasından kaynaklanan emre karşı gelmesidir. Değişik saplantılara girmeden denileni yapması gerekirken, Âdem’in önünde secdeye varmamış, bunu gururuna yedirememiştir. İkinci merhalede sorgulanınca da kendini aşamamış, özür dileyeceğine hâlâ ego yörüngeli konuşmuş, yalan-yanlış kıyaslamalara girmiştir. Rasûlüllah (s.a.s): “İlk kıyas yapan İblis’dir,” der. O, aklınca toprak ile ateşi mukayese etmiş, ateşin topraktan üstün olduğu vehmine kapılarak: “Ben senin çamur olarak yarattığına secde eder miyim hiç. Şu benden üstün yarattığını gördün mü?” demiştir. O, bu saygısızca ifadeleriyle “benden fazla nesi var ki üstün yarattın” demek istiyor ve -hâşâ- Allah’a suçlamalarda bulunuyordu.


O, bu mukayesesini, kendini temize çıkarmaya çalışırken delil olarak ortaya koymuştur. Bir türlü hatadan kurtulamamış, çıkamayacağı bir girdaba kendini kaptırmıştır. Ahirette de asıl maddesi olan ateş, bir elbise şeklinde ilk defa ona giydirilecektir. Enes b. Malik (r.a)’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber: “Ateşten elbise, ilk defa İblis’e giydirilecektir,” buyurur. İlk mukayeseci, aynı zamanda ateşten urbayı da ilk giyen olacaktır.





Yardımcılarının Mahiyeti


Şeytan, geçirdiği imtihanla ters-yüz olmuş, içi dışına çıkmış, mahiyetinde bulunan çarpıklıklar ortaya dökülmüştür. O, bu imtihan sürecinin hiçbir diliminde istenileni ortaya koyamamış, kabiliyetlerini kötüye kullanarak sürekli alçalmıştır. Neticede de bütün hayırlara kapanmış, mahiyetindeki hayra yönelik nüveleri kurutmuş, birçok fena hasletin kendisinde toplanmasına müsaade etmiştir.


Şeytan, insandan ve cinden şerre açık, nefislerini ıslaha kapatmış, vicdanlarını kirletmiş olanları kendine yardımcı ve yandaş edinir. Onları yaldızlı sözlerle kandırıp kendisine meylettirir. Sonra da kendi uğursuz gayesi için kullanır. Sıradan insanların yanında peygamberlere bile musallat olurlar: “Böylece biz, her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar (aldatmak için) birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabb’in dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak. Ki ahirete inanmayanların kalbleri, o(nların yaldızlı sözleri)ne kay(ıp kan)sın. Ondan hoşlansınlar ve onlar, işledikleri suçları işlemeye devam edip dursunlar.”


Yukarıdaki ayetlerin birincisindeki “her peygambere” ifadesinde geçen -lam harfi,-beyâniyye olursa: “İnsanlardan olan şeytanlar, cinlerden olan şeytanlar” demek olur. Eğer lâmiyye olursa: “İnsanlara musallat şeytanlar, cinlere musallat şeytanlar” demek olur. İbn Abbas (ö. 68/687), Ata (ö. 115/732), Mücahid (ö. 102/720), Hasan Basrî (ö. 110/728) ve Katade (ö. 118/736), birinci görüşü tercih etmişlerdir. Yani gerek insandan ve gerek cinden olsun serkeş, mütekebbir, fitnekar, inatçı, ele avuca sığmaz, kaypak, yola gelmez olanların hepsine şeytan denilir.


Ata (ö. 115/732), Mücahid (ö. 102/720), Hasan Basrî (ö. 110/728) ve Katade (ö. 118/736), İbn Abbas (ö. 68/687)’ın şöyle dediğini rivayet ederler: “Cinin de şeytanları vardır, insanların da. Cin şeytanı mü’mini aldatamazsa insan şeytanına gider, onu mü’mine saldırtır.” Allah Rasûlü, Ebu Zerr’e “Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye sormuş, Ebu Zerr, “İnsandan da şeytan var mı?” diye sorunca, Hz. Peygamber: “Evet, onlar cin şeytanlarından daha şerlidirler,” buyurmuştur.


Allah’ın, her peygambere insan ve cin şeytanlarından düşmanlar var etmesi, O’nun sosyal hayata koyduğu bir kanunudur. Hz. Musa’nın şeytanı Firavn, Rasûlüllah’ın şeytanı Ebu Cehil’dir. Her zaman aralığında her iyinin karşısına mutlaka bir kötü çıkmış, iyiye karşı elinden gelen düşmanlığı arkasına koymamış, şeytanlık yapıp durmaktan hiç usanmamıştır. Bu, Allah’ın bir yasasıdır. 


İnsanlardan şeytanlık yapanlar, Kur’an’da bizzat şeytan adı altında zikredilmiştir: “Bir de bunlar (münafıklar) mü’minlere rastladıkları zaman “inandık” derler. Kendi şeytanlarıyla yalnız kaldıkları vakit “biz sizinle beraberiz, biz sadece alay ediyoruz,” derler.” Münafıklara yol gösteren, akıl verenler de kendileri gibi münafık insanlardır. Böyle olmasına rağmen onlardan şeytanlar diye bahsedilmiş, şeytanın aynısı oldukları ifade edilmiştir.


Gizli anlaşmalarla, gizli meclislerde kendilerine gizli gizli fitne ve fesat dersi veren mütemerrit, şeytan üstadlarına tenhaca varıp halvete çekildikleri zaman da “biz her halde sizinle beraberiz, bundan emin olunuz,” derler. Ayette şeyâtîn olarak çoğul sığasıyla gelmesi, sayılarının çok olduğunu göstermektedir.




 Yaratılışı


 Yaratılış Vakti


Şeytanın yaratılma vakti meselesinden önce, insanın yaratılışı hakkında kısaca durmak istiyoruz. İlk insan olan Hz. Âdem’in halkedilmesi, bir süreç içerisinde gerçekleşmiştir. Allah, çamuru insan olma yoluna yöneltmiş, bu çamurdan oluşan hücreler, süzüle süzüle çeşitli aşamalar geçirerek insan düzeyine ulaştırılmıştır: “...Âdem gibi, Allah onu topraktan yarattı,” ayetinde Âdem’in topraktan yaratıldığı bildirilmektedir. Demek ki insanın aslı topraktır. Fakat toprak birden değil, çeşitli aşamalardan geçirilerek insan haline getirilmiştir. Önce su ile karışan toprak, çamur olmuş: “Ben çamurdan bir beşer yaratacağım.” Sonra su ile toprağın karışımı olan balçık, zamanla kokuşmuş, vasfı değişmiş, ondan hücreler süzülmeye başlamış: “Biz insanı çamurdan bir sülâleden (süzmeden) yarattık.” İnsan olacak hücre, parçalara ayrılarak üremiş, eşi kendisinden yaratılmıştır: “Sizi bir tek canlıdan yarattı, ondan eşini yarattı.” Daha sonra dişisiyle birleşmek sûretiyle eşeyli üreme düzeyine gelmiş ve erkekle dişinin birleşmesinden insanlar çoğalmaya başlamıştır: “O ikisinden birçok erkekler ve kadınlar yaratıp yeryüzüne yaydı.”


Canlı varlıkların en şereflisi olan insanın ilk maddesi topraktır. Topraktan oluşan hücreler süzülerek tasfiye edilmiş, birleştirilmiş, mükemmelleştirilmiş ve sonunda insan haline getirilmiştir. Böyle meydana getirilen ilk insan, sonradan cinsel yolla üremeye başlamıştır.


Hz. Âdem’in ilk maddesi toprak idi. Sonraki insanların çoğalmaları, erkek ve kadının evlenmesi şeklinde, Allah tarafından bir kurala bağlanmıştır. İnsanın bu şekilde dünyaya gelmesi ana rahminde geçirdiği birkaç merhaleden sonra olmaktadır. İnsanlar, ataları Âdem (a.s) gibi, birkaç merhaleden geçirilerek yaratılmaktadırlar. Kur’an, insanın geçirdiği bu safhaları şöyle anlatır: “Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra biçimlenen ve biçimlenmeyen bir çiğnem et parçasından yarattık ki size yaratmadaki kudretimizi açıklayalım.”


İnsan, dünyaya geldikten sonra da değişik merhalelerden geçmeye devam eder. O, doğduktan sonra bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık gibi hayatında değişik zaman dilimlerini yaşar. Tabî bu dilimlerin her hangi birinde ecelle tanışmazsa.


Allah Teâlâ’nın ilim ve hikmetini, yaratmadaki kudretini şunun ile anlamalı ki şu kuru topraktan öyle bir balçık yapmış ve o kokar balçıktan insanı yaratmıştır.


Cinler ise, insandan önce, vücuda nüfuz eden kavurucu bir ateşten (nâr-ı semûm) yaratılmıştır. İnsanın gözeneklerine teması halinde yakan, kavuran veya zehirleyen bir mahiyeti vardır.


İblis’e gelince: “Meleklere Âdem’e secde edin demiştik. Hemen secdeye vardılar. İblis müstesna. O cinlerdendi. Rabb’inin buyruğu dışına çıktı...” ayeti bize onun cinlerden olduğunu anlatır. Her ne kadar o, meleklerle beraber bulunuyor idiyse de, mahiyet itibariyle onlardan farklıdır. Nurdan değil, cinlerin de asıl maddesi olan ateşten yaratılmıştır. Cinlerin Âdem’den önce yaratıldığı göz önüne alındığında, şeytanın da insanoğlundan belirli bir zaman önce halkedildiği ortaya çıkmış olmaktadır.


Enes (r.a), şeytanın insandan önce yaratıldığını teyit eden şöyle bir hadis rivayet eder: Rasülûllah “Allah, cennette Âdem’i yaratıp dilediği kadar orada bıraktığı zaman, şeytan, etrafında dolanıp onun mahiyetini öğrenmeye çalıştı. Onun içinde boşluklar müşahede edince anladı ki o, kendisine sahip (nefsine hakim) olamayacak bir şekilde (zayıf) yaratılmıştır,” buyurdu.


Şeytan, insanlığın babası Âdem’in etrafında dönüp dolaşıyor, onu kolaçan ediyor, ileride ebedî hasmı olacak zatı tanımaya çalışıyordu. Demek ki ondan önce var idi ki bunu yapabiliyordu. Zaten şeytanın Âdem’e secde etmediğini anlatan bütün âyetler, aynı zamanda, onun insandan daha evvel yaratıldığını ispat etmektedir.




Yaratılış Hikmeti


Etrafımızda müşahede ettiğimiz her şeyin yaratılmasında bir hikmet vardır. Varlık aleminde hiçbir şey lüzumsuz değildir. Abes yaratılan bir tek nesne gösterilemez. Öyleyse şeytanın mevcudiyetinde de mutlaka birçok fayda ve hikmetler olmalıdır.


1. Yukarıda da ifade edildiği üzere şeytan, Âdem (a.s)’e secde ile emrolunmuş, fakat kibirlenmiş, dayatmış ve kafirlerden olmuştur. Onun küfrünün ortaya çıkmasına sebep Âdem (a.s) olduğundan, ona şiddetli bir düşman kesilmiş, insanları azdırıp yoldan çıkaracağına dair yemin bile etmiştir. Artık o, insanoğlunun ebedî düşmanı ve onun hem dünyada hem de ahirette her türlü mahrumiyet ve sıkıntıya maruz kalması için çalışan büyük bir hasmıdır.


İşte böyle bir düşmanla uğraşmak zorunda kalan insan, devamlı tetikte ve uyanık olacak, yaratılış gayesine uygun olarak yaşarken, kendisinde mevcut bulunan kontrol mekanizmalarını rantabl kullanacaktır. Öyleyse şeytan, insanın dünyada daha dikkatli ve daha temkinli bir hayat sürmesine sebep olmaktadır.


2. Dünya bir imtihan yeridir. Yüce Allah, insanları sınamak, davranış yönüyle onlardan hangisinin daha iyi olduğunu göstermek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. Farklı farklı imtihanlar değişik vesilelerle bize uygulanmaktadır ki o vesilelerden birisi de şeytandır.


3. Allah (c.c), şeytanın bizim düşmanımız olduğunu, bu yüzden de onu düşman edinmemizi salıklamaktadır. Öyleyse bize düşen, şeytana akide ve amel yönüyle muhalefet etmek, bütün davranışlarımızda ona değil, Hakk’a tabi olmaktır ki, bu da bizim mânen terakkî etmemiz ve Allah’a yakınlık kazanmamız mânâsına gelir. İnsanoğlu en yüksek insanlık derecesini, bu ezelî düşmanına karşı verdiği mücadele ile elde edebilecektir.


Kainattaki kötülüklerin, zararlı şeylerin, şeytan ve yardımcılarının yaratılması çirkin ve şer değildir. Mesela, yağmurun bilinen birçok faydaları varken, kendi yanlışlığından dolayı ondan zarar gören birisinin yağmurla alakalı olumsuz düşünceleri, rahmet olarak değerlendirilen yağmurun faydalarını göz ardı ettiremez. Getirdiği, götürdüğünden daha çok olan yağmuru şer olarak nitelemek haksızlıktır. Şeytanın yaratılışı hakkında da aynı şeyler söylenebilir. “Kötülüklerin yaratılması şer değil, o kötü işlerin işlenmesi çirkin ve şerdir.” İblis ve yardımcılarının yaratılması çirkin değil, asıl fena ve çirkin olan, onların oyuncağı haline gelip şeytanlaşmaktır.





 Şeytanın Melek ve İnsanla Münasebeti


 Melekle Münasebeti


Melekler de tıpkı İblis gibi, Âdem’e secde ile emrolunmuşlar ve derhal o emri yerine getirmişlerdir. Mahiyetlerinde emre itaattan başka bir şey bulunmayan meleklerin başkaca bir tutum içinde olmaları zaten mümkün değildir. Onlar, Allah’ın buyruklarını derhal yerine getirir, her emri bir ibadet neşvesi içinde yaparlar. Meleklerin hepsi istisnasız secde ettiklerine göre, demek ki içlerinde mahiyeti onlarınkine benzemeyen, bir başka ifadeyle melek olmayan birisi vardı. Bu, yaratılışı icabı hem hayra ve güzelliğe, hem de şerre ve çirkinliğe açık birisi olmalıydı ki iradesiyle çirkinliğe meyletmiş ve seçimini şer istikametinde kullanmış olsun. O birisi, “melâikeden olmadığı halde, onlardan biri sayılacak kadar aralarında uzun zamandan beri bulunan şeytandı. İlâhî hitap, biri hariç meleklere yapıldığı için İblis, tağlib tarikiyle meleklerden istisna edilmiş ve hali ayrıca beyan edilmiştir.”


“İblis, cinlerden idi. Binlerce seneden beri meleklerin arasında kalıyordu. Meleklerle kendini bürümüş, perdelemişti. Bundan dolayı “hepsi secde ettiler,” ayeti içine o da giriyordu. Fakat o secde etmediğinden istisna ile durumu beyan edilmiş: “Ancak İblis müstesna (o secde edenlerden olmadı)” buyurulmuştur.


Melekler, burada Âdem’e secde ile emrolunmuşlardı. Ahirette de Allah, melekleri toplayacak, kendi ayetlerini hükümsüz bırakmak isteyenleri, azapla baş başa bırakıp, onlar hakkında meleklere: “Bunlar size mi tapıyorlardı?” sorusunu yöneltecektir. Onlar da: “Seni ortaktan tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil, sensin. Doğrusu onlar, cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanmıştı,” diyeceklerdir.


Melekler, Allah’ın ayetlerini hükümsüz bırakmak için çalışanların, cinleri kendilerine tapındıklarını söylemektedirler. Bu da gösteriyor ki melekler ve cinler ayrı ayrı varlıklardır. Cinleri, meleklerin bir cinsi gibi görerek, İblis’i meleklerden biri olarak değerlendirmek doğru değildir.


Allah Teâlâ, cinleri insanlardan önce, yalın bir ateşten yaratmıştır. Melekler ise nurdan halkedilmişlerdir. Allah Rasûlü: “Melekler nurdan, cinler de dumansız yalın bir ateşten yaratıldı,” buyurarak aralarındaki farka işarette bulunmuştur.


Melekler, Allah (c.c)’ın elçileridir. Cenab-ı Hakk’ın, kendisine isyan etmiş, baş kaldırmış birisini elçi edinmesi muhaldir. Şeytan, Allah’a baş kaldıranların ilki olduğuna göre ne melek ve ne de Allah’ın elçisi olabilir.





İnsanla Münasebeti


Kur’an-ı Kerim, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir öğüt, maddî-manevî rahatsızlıklara şifa, mü’minlere bir yol gösterici ve rahmettir. Allah’ın yüce kitabı, insanlara nasihat eder, onlara müjdeler verir, muhtemel tehlikelere karşı da uyarılarda bulunur. Kur’an, insan üzerinde durur. Onun birinci meselesi insandır. Onun dünyada da, ahirette de mutlu olmasını ister. Bu yüzden de ona kendisi için en faydalı yolu gösterir, içinde bulunduğu durumu, avantaj ve dezavantajlarıyla ona sunar: “Gerçekten Kur’an, insanı en doğru yola iletir. Ve iyi işler yapan mü’minlere, kendileri için büyük bir ecir olduğunu müjdeler.” İnsan da bu verileri değerlendirerek, Kur’an’ın rehberliğinde ömrünü geçirmeye çalışır.


İnsan, Cenab-ı Hakk’ın kendisine en güzel sûreti giydirdiği, mîzaç ve aklî melekelerle donattığı, en çok ikramda bulunduğu şuurlu bir varlık olup, bütün davranışlarına kendisi şahittir. Allah (c.c), kendi ruhundan ona üflemiş, cismaniyetinin yanında ona bir de ruhânîyet bahşetmiştir. Yeryüzünde Allah’ın halifesidir. O’nun adına mahlûkat üzerinde tasarrufta bulunur. Cenab-ı Hakk’ın emanetini yüklenmiş güvenilir bir vekilidir.


“Allah, insanı, maddî-manevî mücehhez bulunduğu şeyler itibariyle ahsen-i takvime mazhar olarak yaratmştır. Bu açıdan insanın mahiyeti tıpkı bir takvim gibi bütün varlığa ait hakikatları bünyesinde toplamakta ve her şeyin özünü ihtiva etmektedir. İnsan, kainatı gösterebilecek bir takvim, seneler ve asırlar içinde geçen her şeyi ifade edebilecek bir fihrist mükemmeliyetindedir. Ayrıca böyle bir dışa paralel olarak iç mükemmeliyeti ifade eden kalb, sır, hafî, ahfâ gibi çeşitli duygularla da mahiyeti zenginleştirilmiştir.”


Bütün bunlarla beraber o, zayıftır; şiddete dayanamaz. Fevkalâde cahildir; akıbetinden habersizdir. Bir o kadar da zalimdir; Allah’ın emirlerini yerine getirmemek, insanların haklarını gasbetmek sûretiyle zulmeder. Sırtına yüklenen misyonun farkına tam varamadığından, vazifesini hakkıyla edâ etmemekte ve zulmetmektedir. Pek nankördür; Rabbi’nin sayılamayacak kadar fazla olan nimetlerini görüp şükretmez. O kadar acelecidir ki sonra olacak şeyin vaktini beklemeye tahammülü yoktur, hemen oluvermesini ister. Hayrı, şerden ayırt edecek kadar bile zamanı yokmuşçasına hareket eder. Cedele aşırı düşkünlüğü vardır. Bazen apaçık hakikatleri bile kabul etmez de beyhude tartışır durur. Öyle ki, Rabb’i onu bir spermden yarattığı halde o, O’na açıkça hasım kesilmiştir. Tahammülsüz, mızıkçı ve huysuzdur. Kendisine bir şer dokununca sızlanır, ah u vah eder. Hayır dokununca da eli sıkı bir kıskanç oluverir. Tuğyan eder durur, pek azgındır. Hasılı insan, hayatını boşuna geçirmek sûretiyle ziyana girmekte, hüsrana sürüklenip gitmektedir. Şeytanın, etrafında birkaç defa döndükten sonra zayıf yaratıldığını gördüğü insanın zaafları bunlar olsa gerek.


Halbuki, ömür sermayesini, yaratıcısı adına tasarruf ederek harcasa, değil zarar, kâra bile geçebilir. Bu da onun Allah’a iman etmesi ve güzel ameller işlemesiyle doğru orantılıdır. Çünkü insana, çalışıp ortaya koyduğundan başkaca bir şey yoktur. Lehine olsun, aleyhine olsun, bütün yaptıkları kendine olup neticesini görecektir. Her kişi, kazandığı şeylerle Allah katında sanki bir rehin gibidir, kurtuluşu ona bağlıdır. Salih amellerle borcunu ödeyemezse kendini kurtarması adeta imkansızdır. Zaten her insanın boynuna, kendi bahtı geçirilmiştir. Herkes, kendi eliyle kendi kitabını yazmaktadır.


İnsan, kazanma-kaybetme kuşağında yaşayan, inişlerin-çıkışların çocuğudur. Kendine ait hususiyetleriyle diğer mahlûkattan tamamen farklıdır. Cins olarak insan böyle olduğu gibi, fert planında da birbirleri arasında da fevkalâde farklılıklar bulunmaktadır. Sanki her insan, ayrı bir alemdir. Herkesin kendine göre bir yaşantısı ve bir dünya görüşü vardır.


Kendi aralarındaki bunca farklılığa rağmen, epeyce de ortak yanları vardır. Fıtrat itibariyle her insanın, yaratanını bilip, O’na ibadet etme kabiliyetinin olması gibi. Allah (c.c), insanların vicdanına, kendini tanıttıracak mekanizmayı yerleştirmiştir: “Andolsun, onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye sorsan, elbette “Allah” derler,” ayeti bunu anlatır. Hz. Peygamber (s.a.s) de bu konuya işarette bulunmuş: “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra annesi babası onu ya yahudi, ya hıristiyan ya da mecusi yapar. Nasıl ki hayvan da uzuvları tam olarak doğar. Hiç doğan hayvanda bir eksiklik görür müsünüz?” demiş, sonra da :“İsterseniz: “(Allah’ın yaratma kanununa dön ki) insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru din budur,” ayetini okuyunuz,” buyurmuştur.


Cenab-ı Hakk, Hz. Peygamber’e, yüzünü bütünüyle dine çevirmesini, yalnız O’na teveccüh ederek, Allah’ın dinine sımsıkı sarılmasını emretmiştir. Bu, Allah’ın fıtratı olup, insanları onun üzerine yaratmıştır. Bütün insanlara: “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diye hitap ettiğinde insanlar: “Tabî ki (bizim Rabb’imizsin), biz buna şahidiz,” demişlerdir. Her insanın vicdanının derinliklerinde bir hak duygusu ve iman çekirdeği saklıdır. Bu açıdan Cenab-ı Hakk’a inanma fıtrîdir, vicdanı bozulmamış her insan Allah’a inanır. Günümüzde bazı insanların ateistlik iddiaları, kendi kendileriyle zıtlaşmalarından başka bir şey değildir.


İnsanın vicdanında Allah’ı  bulup, O’na iman etmesi, fıtratının gereğidir. Tabiatıyla uyum halinde olan bir insanın yapması gereken bir ikinci vazifesi de, içindeki imanını dışa aksettirmesidir ki bu da ancak ibadetle mümkün olabilir.


İnsanın müslümanca yaşaması, tabiatının icabı olsa da bazen o, fıtratıyla zıtlaşır, tabiatına ters işler yaparak yanlışlıklara girer, kabiliyetlerini kötüye kullanır. Rabb’ini tanıyıp O’na ibadet etmek için yaratılmış olmasına rağmen, aksi istikamette bir çizgi takip eder. Mesela ruh ve zekası, kendisine Hakk’ı tanıması ve O’ndan başkasına kul olmaması için verilmiştir. Yanlışlıklara girsin, şerre dadansın, şeytana uysun diye değil. İnsan, fıtratının gereğini sergileyip sergileyememe arasında gelip gitmekte, fitnelere maruz kalmaktadır. Fitnenin lugat manası; altın, gümüş gibi cevherleri ateşe sokup, iyisini kötüsünden ayırmaktır. Sıkıntıya sokmak, denemek, azdırmak gibi manalara da gelir. Allah Rasûlü: “İnsanlar, gümüş ve altın madenleri gibi madenlerdir,” buyurur. İnsanlar da, değişik sıkıntı ve belalarla ateşlere atılmakta, mahiyetlerindeki cevherlerin ortaya çıkarılması için denenmektedirler. Onların Hakk’a dönük bir hayat takip etmeleri fıtrîlik ve hidayet, fıtratlarına ters her işleri de, sun’îlik ve dalâlettir. İşte müslüman, dünyada, fıtratıyla uyum içerisinde sürdüreceği bir hayatın kavgasını vermektedir ki şeytanın da en çok kurcaladığı nokta burasıdır. Allah Teâlâ, insanları mağfiretine, cennetine, emniyet ve selamet evine davet ederken, şeytan da onu, onun tabiatına ters olarak Hakk’tan çevirip dalâlete sürükleyerek alevli cehennem ehlinden olmaya çağırmaktadır.




Hz. Âdem’le Münasebeti


İblis, Âdem (a.s) yaratıldığı zaman, cennette melekler ile beraber idi. Cenab-ı Hakk, meleklere Âdem’e secde etmelerini emrettiğinde, bu ilahî emre İblis de muhatap olmuştur. Onun, meleklerden farklı bir yapıda olduğunu, ilahî emir karşısında takındığı tavırda daha net görülür: “...Allah’ın kendilerine olan buyruklarına katiyen isyan etmezler, emrolundukları her şeyi tastamam yerine getirirler,” ifadesiyle ilahî övgüye mazhar olan melekler, mahiyetlerindeki cevheri ortaya koymuş, derhal secdeye kapanmışlardır. Sadece şeytan, secde hususunda diretmiş ve kendi sonunu hazırlamıştır.


Secde, sözlük manası itibariyle, boyun eğmek, fevkalâde saygılı davranmak, son derece tevazu göstermek, alçalıp serfürû etmek gibi manalara gelir. Kibrin tam zıddıdır. Terim olarak ise, alnı yere koymaktır. Secde, bir boyun eğme ve tazim olduğundan, mecâzen secde edilene kalben bir inkıyad manasını içerir. Gerçi Allah’tan başkasına secde etme, dînen küfürdür. Fakat meleklerin Âdem’e secdelerini, onların kendi hakikatleri ile uygunluk arzeden bir yaklaşımla değerlendirmek daha doğru olacaktır. Zira Cenab-ı Hakk’ın her emrini anında yerine getiren meleklerin başka bir niyetle Âdem’e secde etmeleri söz konusu olamaz.


Secde, Allah için olursa ibadet manasına, Allah’tan başkasına olursa, secde edileni tekrim, yüceltme, ona değer ve şeref atfetme gibi manalara hamlolunur. Ayrıca secdenin, saygı ve tazim ifade etme manası da vardır ki Hz. Yusuf’un babasının ve kardeşlerinin, Yusuf’a secdeleri bu kabildendir.


Meleklerin Âdem’e secde etmeleri ise, onu tekrim, faziletini itiraf manasını taşımanın yanında, bizzat Allah’a bir ibadet idi. Bizim, Kâbe’yi kıble edinerek Allah’a ibadet etmemiz gibi, melekler de o an için, Âdem’i kıblegâh edinmişler, onun önünde Allah’a secdeye kapanmışlardı.


Şeytan, Âdem’e secde etmemiş, Allah’ın emrini dinlememiş, emre itaattaki inceliği anlayamamış, bu secdenin de Allah’a bir çeşit ibadet olduğunu sezememiş, diretmiş, küstahlaşmış ve kafirlerden olmuştur. O, Allah’ın zatını inkârından ötürü değil, isyân edip Allah’a karşı geldiğinden dolayı küfre girmiştir.


Şeytan, Hz. Âdem’e secde hususunda diretince Allah (c.c): “Ey Âdem, bu (şeytan), senin ve eşinin düşmanıdır, sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntı çekersin,” ve “Ey Âdem, sen ve hanımın cennette durun, dilediğiniz yerden yiyin (için), fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz,” diyerek uyarılarda bulunmuştu. Bu uyarı ve ikazlardan hemen ardından o ikisine fısıldayıp: “Ey Âdem, sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?” demiş, “Rabb’iniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek veya ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti,” diyerek fitlemesine devam etmiştir.


Hz. Âdem’e ve eşine değil tatmaları, yanına yaklaşmaları bile yasaklanan bu ağaç hakkında değişik açıklamalarda bulunulmuştur. Bazı rivayetlere göre o, incir ağacı, sümbül, yaş üzüm, kuru üzüm veya buğday cinsinden bir gıda maddesidir. Fakat ne Kur’an’da ve ne de sahih hadislerde bu mesele tam olarak açıklığa kavuşturulmamıştır. Cenab-ı Hakk, ağaç adıyla ifade ettiği ve belki de bir sembolden ibaret olan o yasak meyvenin ne olduğunu söylememiş, sadece onun, Hz. Âdem’in saadet ve huzurunu bozacak bir özelliğinin olduğunu beyan etmiştir.


Hz. Âdem ve hanımının, o yasak meyveyi tattıktan sonraki halleri: “...Ağacın meyvesinden tadınca, kendilerine kötü yerleri beliriverdi. Cennet yapraklarını üst üste yamayıp oraları örtmeye başladılar,” ifadesiyle anlatılmıştır.

 


Emri çiğnedikten sonra kendilerine ait bir özellik olmasına rağmen o ana kadar habersiz oldukları bir husus ortaya çıkmıştı. Hadisenin cereyan şekli, bu ağaçtan kastedilen mananın, Âdem ile Havva’nın birbirlerine duydukları cinsî alaka olduğu fikrini vermektedir. Netice itibariyle insanoğlu, iki cins halinde yaratılmış, erkek ve kadının bir araya gelmesiyle insanlar çoğalmıştır. Allah Teâlâ, insanların fıtratlarına koyduğu bu duyguyu, belirli bir zaman için onlara hissettirmemiş, sonra da onu, bir imtihana sebep yapmıştır.


Hasılı, Hz. Âdem ve Havva’nın cennetten çıkarılmalarına sebep olan yasak meyvenin mahiyeti adına söylenen bütün sözler, ihtimalden öte bir mana ve değer taşımaz. Zira Allah (c.c), onu açıkça zikretmemiş, bize öğrenebileceğimiz bir işarette de bulunmamıştır. Demek ki onun tam ne manaya geldiğini bilmemiz, bize bir şey kazandırmayacaktır. İstenilse de tam bir malumat edinilemeyecek bir konuda uğraşmanın faydası da yoktur. Bilinmesi gereken bir şey varsa o da; Hz. Âdem’in ve eşinin cennette, Allah’ın nimetlerinden istifade ederlerken, o nimetlerin tadına benzemeyen, başkaca ve çok cazip bir lezzetle şiddetli bir imtihan geçirmeleridir. O lezzete yaklaşmamaları, aksi takdirde zalimlerden olacakları kendilerine önceden ihtar edilmesine rağmen, şeytanın vesvesesine mağlub olmuş ve o yasağı çiğnemişlerdir. Söz dinlemedikleri için de ciddî bir itâb almışlardır. Yaptıkları yanlışı anlar anlamaz derhal tevbe ve istiğfara koşarak pişmanlıklarını Allah’a arz etmişler, Cenab-ı Hakk da onları affedip yarlığamıştır.




Nefis-Şeytan İlişkisi


Nefsin Manası


İnsanda vicdan, idrak, şuur, his ve akıl gibi melekelerle bunlara bağlı öfke, şehvet, cesaret gibi fakülteler vardır. Bütün bunları taşıyan lâtif cevherin adı nefistir. Cürcânî (816/1413)’nin ifadeleri içerisinde bedeni aydınlatan, onun içini ve dışını canlandıran mekanizmadır ki ruh diye de adlandırılır.


Nefis kelimesi ruh manasının yanında kan, cesed, göz, irade, bir şeyin kendisi, hakikatı, azamet ve izzet gibi anlamlar taşır. Bir başka ifadeyle nefis: “Ruh ve bedenden oluşmuş ve benlik şuuruna sahip, bütün halindeki somut insan, beşeri kişilik, kişinin zatı, kendisi veya şahsiyetinin temayülleri demektir.”


Nefis ile ruhu birbirinden farklı yorumlayanlar da olmuştur. Onlara göre nefis, insan bedenine yerleştirilen kötü huyların barınağıdır. Tıpkı ruhun, bütün güzel huyların mahalli olması gibi. Tüm yerilen sıfatları içine alan latîfe nefis ise, övülen özellikleri kendisinde toplayan latîfe de ruhtur.


Alemde şeytanın-meleğin, cehennemin-cennetin olup da görülmemeleri gibi nefis ve ruhun her ikisi de kalıba ve bedene dökülmüş latîfeler olup gözle gözükmemektedirler. Gözün görme, kulağın duyma ve dilin tatma merkezi olmalarına benzer şekilde, nefis şerrin, ruh da hayrın merkezidir.


Nefis, insanın “ben” dediği hakikatıdır. Güzelliğe de çirkinliğe de açık ve her iki taraf açısından gelişmeye elverişlidir. Çoğunlukla olumsuz olarak algılanmış, mutlak manada “nefis” denildiğinde, insanı kötülüğe meylettiren, şeytan ile aynı kategoride ele alınan latîfe olarak telakki edilmiştir. Kuran’da ona yemin edilmiş: “Nefse ve onu biçimlendirene, ona bozukluğunu (fücur) ve korunmasını (takva) ilham edene andolsun ki nefsini yücelten kazanmış, onu alçaltan da ziyana uğramıştır,” denilerek onun hayra ve şerre kabiliyetli olduğu belirtilmiştir.


Hz. Peygamber bu ayeti okuyunca şöyle dua etmiştir: “Allah’ım, nefsime takva duygusunu ver, onu gaflet ve isyandan temizle, onu temizleyenlerin en hayırlısı Sensin.”


Nefsin arzu ve isteklerine “hevâ” denir. İnsandan istenen, bu devamlı olarak bayağı ve süflî arzuları bulunan hevâya muhalefet etmesidir. Bu aynı zamanda dinin konuluşunda gözetilen maksatlardan biri olmaktadır. Cenab-ı Hakk, insanların hevâ ve heveslerini aşarak, kendi iradeleriyle kendisine kul olmalarını istemektedir. Zaten insanlar, yaratılışları gereği zorunlu olarak Allah’ın kullarıdır.


Allah Teâlâ, hevâ ve heveslere uymayı, hakkın karşısında yer alan ve onunla çatışan bir şey yapmış, onun yerini hakkın zıddı olarak belirlemiştir. Bunu gösteren ayetlerden bazıları şunlardır: “Ey Davud, seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.” “Artık kim azar ve dünya hayatını tercih ederse, (onun için) gidilecek yer cehennemdir.” Bunun karşıtı durum için de: “Ama kim Rabb’inin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden menederse, (onun için) gidilecek yer cennettir.” Başka bir ayette de: “O hevâ ve hevesinden konuşmamaktadır, Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir.” Bu son ayette Allah (c.c), davranışların kaynağını vahiy ve hevâ olarak ikiye ayırmıştır. Hak ve hakikatın vahiyde olduğu kesin olarak bilindiğine göre, hakkın zıddının hevâ olduğu meydandadır. “Ey Muhammed, hevâ ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah’ın şaşırttığı kimseyi gördün mü?” “Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar yıkılır giderdi.” “İşte bunlar, Allah’ın kalblerini mühürlemiş olduğu kendi heveslerine uyan kimselerdir.” “Rabb’’inden bir delil üzere bulunan kimse, kötü işi kendisine süslendirilip güzel gösterilen ve heveslerine uyan insanlar gibi olur mu?” denilerek de, hevâ ve heveslerinin peşinden gidenler kötülenmiştir. Bu anlamda İbn Abbas’tan: “Allah, Kuran’da her nerede hevâ kelimesini zikretmişse mutlaka onu yergi makamında kullanmıştır,” şeklinde bir söz rivayet edilmiştir. Bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın muradının, mükelleflerin hevâ ve hevesleri peşinde koşmaktan vazgeçerek Mevla’sına kullukta bulunması olduğunu apaçık göstermektedir.


İnsana düşen, ıslaha ve arınmaya muhtaç olan nefsini kötülüklerden ve çirkinliklerden temizleyip, onu takva yörüngeli bir hayat seviyesine yükseltmesidir. İnsanın hakiki mutluluğa ermesi burada gizlidir.


Nefsi temizleme denilince şunlar akla gelir:


1. Onu kirletecek küfür, cehalet, kötü hisler, yanlış inançlar ve fena ahlaklar gibi istenmeyen sıfatlardan temizlemek.


2. Onu temizleyip koruyarak iman, ilim, irfan, iyi ve güzel ahlak gibi takva özellikleriyle terbiye ederek feyizli hale getirmek, ilahî tecellilere mazhar etmektir.


Bu iki şık ile nefsi tezkiye etmeye çalışmak, onu yaratanın bir hakkı olmak üzere kulun vazifesi ve menfaatinin gereğidir.


3. Nefsin temizliğini iddia etmek ve kemâle erdiğini vehmedip övmek manasına gelen bir temizleme çalışması vardır ki hiç kimsenin bu manada nefsini açığa çıkarmaya hakkı yoktur. Sonunu bilemeyen, akıbetinden habersiz olan insanın böyle iddialarda bulunması gurura girmesine ve kaybetmesine sebep olabilir ki “Nefsinizi övüp yüceltmeyin, O, kimin takvalı olduğunu en iyi bilendir,” ayetindeki övme yasağı bu manadadır.



Nefsin Mertebeleri


Tasavvuf ehli tarafından nefsin mertebeleri ve makamları  üzerinde bir hayli durulmuş, geniş malumât verilmiştir. Tasavvuf, “Nefsini bilen Rabb’ini bilir,” düsturu üzerine kuruludur dense yanlış söylenmiş olmaz.


Nefsi üçe, dörde, hatta kadar yediye kadar kategorize edenler olmuştur. Allah (c.c), Kuran’da üç sıfatla anmıştır. Biz de bu üç özellik altında nefsin mertebelerini incelemeye çalışacağız.


1. Nefs-i Emmare


Bu sınıflama içinde ilk sırayı alan nefs-i emmaredir. Devamlı emirler verip duran nefis anlamındadır. Onun emirleri her zaman cismaniyete ve sefil arzulara yönelik olur. Şehvet ve lezzet adına ne varsa hepsini tatmak ister. Kalbi, süflî ve bayağı duygulara çeker götürür. Bedene ait şiddetli arzuları tahrik eden odur. O, bu haliyle tüm kötülüklerin barınağı, yerilen bütün huyların kaynağıdır. “Ben nefsimi açığa çıkarmıyorum, zira nefis sürekli ve çok ısrarlı olarak kötülüğü emreder,” ayetinde bahsedilen bu birinci mertebedeki nefistir. Efendimiz (s.a.s)’de bu nefse atıfta bulunmuş: “Senin en azgın düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir,” buyurarak onun tehlike arzeden durumuna parmak basmıştır.


O bu haliyle, zemmedilen, yerilen, küçümsenen, horlanan bir konumdadır ki şeytanla aynı çizgide mütâlaa edilir. Nefs-i emmareye şeytan dense sezadır. Yüce Allah ona muhalefet edilmesini salıklamış, nefsin arzularına baş kaldıranları övmüştür: “...Ama kim Rabb’inin divanına durup, hesap vermekten korkmuş ve nefsini kötü heveslerden alıkoymuşsa, onun barınağı cennettir.” İnsan, nefsiyle devamlı bir mücadele içinde olmalıdır. O, şeytanla beraber kötülükleri insana emredecek, insan da onların sözlerini tutmamak için onlarla çatışacaktır ki bu, Hz. Peygamber tarafından büyük cihad olarak tarif edilmiştir.


“Cihad, Allah yolunda verilen kavganın adıdır. Bu kavga, içten içe ve dışa doğru olmak üzere ikiye ayrılır. İçten içe olanı, insanın kendi özüne erme gayreti, dışa doğru olanı da başkalarını özlerine erdirme uğraşısıdır. Birincisine büyük cihad, ikincisine küçük cihad denir. Birincisiyle insanın kendi özüyle arasındaki engelleri aşarak nefis marifetine ve neticede de Allah bilgisine, sevgisine ve ruhânî zevklere ulaşması, ikincisiyle de iman ile insanlar arasındaki engeller bertaraf edilerek herkesin imanla tanıştırılması esas alınmıştır.”


“Büyük cihadla kastedilen, insanın kalbî ve ruhî hayatı itibariyle insanlığa yükseltilmesi çalışmasıdır. Böyle bir cihad, insanın nefs-i emmaresi ile yaka-paça olması, hayatı boyunca Cenab-ı Hakk’ın rızası dışındaki isteklere baş kaldırmasıyla gerçekleşir. Küçük cihad ise insanı Allah’a ulaşmaktan alıkoyan engelleri kaldırmaktan ibaret görülmüştür ki zamana göre değişiklik arzeder ve ara sıra kendisine başvurulan bir yoldur. Nefs-i emmareyle boğuşma bir ömür boyunca devam edeceğinden cihadın büyüğü olarak tanımlanmıştır.”


Nefs-i emmareyi riyazetle kontrol altına almak, hızını kesmek mümkündür. Fakat o, cevher ve öz itibariyle hiçbir zaman yok olmayacaktır. Nefis ile boğuşma, onun bizzat kendisini yok etmek için değil, ona ait kötü vasıfları ortadan kaldırmak içindir.


İnsanı nefs-i emmarenin istilasından kurtarabilecek mühim işlerden biri onu sorgulamaktır. “Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır. Aciz ise nefsini hevâsına uydurur ve Allah hakkında boş kuruntularla avunur,” hadisinde bu mana açıkça belirtilmiştir. Ömer b. Hattab (r.a) da: “Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin, nefislerinizi tartılmadan önce tartın. Zira bugün kendinizi hesaba çekmeniz yarın hesaba çekilmenizden daha kolay ve hafiftir. En büyük arz günü için hazırlanınız,” demiş, sonra: “O gün hesap için Allah (a arz olunursunuz, sizden hiçbir sır (Allah’a) gizli kalmaz,” ayetini okuyarak konunun önemine dikkat çekmiştir.


2. Nefs-i Levvame


Tutuşulan kavgadaki ciddiyetle doğru orantılı olarak, nefs-i emmarede bir kırılma meydana gelir. İnsan, gafletinden silkinip kalbini aydınlatabildiği ölçüde nefsi, emmarelikten çıkar. Böylelikle nefsin gemi az da olsa çekilmiş, azgınlığının önü nispeten alınmış olur. Bu seviyenin insanı, hayır adına eline geçen fırsatları kaçırdığında kendini levmeder. Eskiye nazaran daha iyi inandığı için, günahlara karşı tepki verir, bayağı arzulara reaksiyon gösterir. İşlediği günahlar kendisini rahatsız eder, yaptığına pişman olur, hemen kendini kınamaya, ayıplamaya, azarlamaya başlar. Cenab-ı Hakk’a yönelip kendisini yarlığamasını diler, O’nun merhametine sığınır. Bu nefis Kuran-ı Kerim’de övgüye mazhar olmuş: “Yoo (iş sizin bildiğiniz gibi değil), o kendini aşırı derecede kınayan nefse yemin ederim,” buyurulmuştur.


Bu mertebe, öncekine nazaran daha berrak olsa da yinede tam olarak saflaşıp gerçek duruluğa erişilememiş, iç-dış bütünlüğüne ulaşılamamış, izleri hala silinememiş bazı şüphe, vehim ve hayaller henüz yok edilememiştir. Bu mertebedeki nefis yollardadır ve maksadına ulaşmak istiyorsa daha bir hayli mesafe katetmek zorundadır.


3. Nefs-i Mutmainne


Alması gerekli mesafeyi almış, sükûnete ermiş, huzura kavuşmuş, oturaklaşmış, iç ızdırapları dinmiş, doyma noktasını yakalamış, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına gönülden teslim olmuş, inanılması gereken hakikatlara görüyormuşçasına inanıp bağlanmış, yunmuş yıkanmış, nurlanmış, yerilen özelliklerden sıyrılıp övülen huylarla donanmış, hakiki mutluluğa ermiş nefis demektir.


İtminanda istikrar ve sebat manası vardır ki bu da birkaç açıdan ele alınabilir:


1. Hiçbir şüphe ile bulanmayacak şekilde yakînen Hakk’a inanma ve zevkine ermektir.


“...Tabi ki (inandım), fakat kalbim itminan bulsun diye,” ayetinde bu anlam belirgindir.


2. “Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de,” ayetinde de ifade edildiği gibi dünyada emin olarak yaşayacak, ölüm anında, ikinci defa dirilişte ve cennete girme vaktinde korku, endişe ve hüzünle sarsılmayacak “Korkmayın, üzülmeyin, size müjdelenen cennetle sevinin,” hitabını işiteceklerdir.


3. Bu itminan ancak Allah’ı zikretmekle hasıl olur. Kur’an:“Dikkat edin, kalbler ancak Allah’ı zikretmekle itmiana erer,” demektedir. İnsan, aklını kullanarak etrafındaki olayları müşahedeye başlarsa, her bir sebebin arkasından başka sebepler aramaya başlar. Bu arayış, Cenab-ı Hakk’a varıncaya kadar devam eder. O’na ulaşıp her şeyin O’ndan olduğunu bildiği an, arama da biteceği için artık intikaller bitmiş, itminan ve istikrar hasıl olmuş olur. Bir de insanın ihtiyaçları bitip tükenme bilmez. Allah’tan başka birisinin insanın bütün arzularına cevap verebilmesi imkansızdır. Onun için insanın nihayetsiz olan arzularına karşılık Allah’ın nihayetsiz olan kemâli lazımdır ki istikrar hasıl olabilsin. O halde sabit olur ki her kim Allah bilgisini, Allah’ın haricinde bir şey için isterse o itminana eremez. Onun nefsi mutmain olamaz. Fakat, kim de marifetullahı sadece Allah (c.c) için talep ederse işte o nefis mutmaindir. Dünyada Cenab-ı Hakk’ın kontrolünde olduğu duygusunu hiç kaybetmeden yaşar. Dünyadan ayrılırken de “Allah’ı hoşnut etmiş, O’nun rızasına ermiş olarak dön Rabb’’ine,” sözüne muhatap olur.


İnsanın hayatını anlamlı hale getirebilmesi, bu seviyeyi yakalamaya çalışmasıyla yakından ilgilidir. İnsana ait problemler bu seviyede halledilir.


Râdıyye ve Merdıyye ve Zekiyye (Sâfiyye) mertebeleri bu makamın sıfatlarındandır ve derecelerine göre peygamberlerin ve Allah dostlarının makamlarıdır. İtminana ermiş nefisler, nefs-i emmarenin tersine iyilik ve güzellikleri emreder, sahibini hayırdan hayra koşturur, ruhânî hazlarla kendinden geçirir. Bu seviyenin insanı vuslata ermiş olduğundan, gerisin geriye dönmesi söz konusu değildir. O, hayatını bütünüyle duyarak, doyarak ve en önemlisi de rıza eksenli geçirmektedir.


Nefsi yedi kısma ayıranlar nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıyye, nefs-i merdıyye, nefs-i zekiyye (kâmile) şeklinde sınıflamaya gitmişlerdir. Mertebe katedildikçe cismaniyetten çıkılmakta, yoğunluk azalırken, derece derece ruhâniyet ve letâfet artmaktadır. Her nefsin kendine göre bir alemi, bir seyri, bir hali vardır.



Nefis ile Şeytan Arasındaki Farklar


1. Şeytanın zâtî bir varlığı vardır. O, Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmiş bir demagoji üstadıdır. Diretmiş, kibirlenmiş, huzurdan kovulmuş, insanoğlunun ebedî düşmanı olduğunu ant içerek ilan etmiştir.


Nefsin varlığı zâtî değil, itibârî (izâfî) dir. O, ruh, akıl, beden ve diğer cihazlarıyla insanın bir parçasıdır.


2. Şeytan, Âdem’den önce yaratılmış, maddesi ateşten, cin taifesine mensup bir varlıktır. Kendisi bir tane olup, insandan ve cinden yardımcıları vardır. Şeytan, insanlık var olduğu müddetçe varolacak, onlar ikinci bir defa daha dirilmek üzere öldüklerinde o da ölecek, haşir için tekrar diriltilecektir.


Nefsin yaşamının başlangıcı ve bitişi, parçası olduğu insana bağlıdır.


3. Şeytan, insana düşmanlıktan hiçbir zaman vazgeçmeyecek, zarar verme oranında düşme meydana gelmeyecektir.

Nefis, ilk başta emmare iken şeytanla aynı çizgidedir. Kötülüklerden arındırma işlemine tâbi tutulursa terakki edeceğinden düşmanlıktan vazgeçecek, üzerinde durmanın ciddiyetyle orantılı olarak iyiliği emreder hale gelebilecektir.


4. Şeytan bütün insanlarla birden uğraşır. Her birisini bir tarafından yakalayıp yıkmak ister. Bu konuda yandaşlarıyla beraber iş bölümü yapar.


Nefs-i emmare ise yalnız çalışır ve sadece beraberinde bulunduğu insanın başının belasıdır.


5. Şeytan, Allah’ın emrini reddedip küfre düştüğünden, ebediyen cehennemde kalacaktır. Onun yeri bellidir.


Nefis ise, Allah’a itaat edip etmesine göre değerlendirmeye tâbi tutulacak, ona göre muamele görecektir.


6. Arası kesin olarak ayrılmamakla birlikte şeytan, daha ziyade dışarıdan çalışır, insanı günah atmosferine çekmeye gayret eder.


Nefs-i emmare, kendisinde barınan inat, kıskançlık, kin, nefret gibi mekanizmaları işleterek içten içe zarar verir.



İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mehmet Yavuz ŞEKER


İslam Devletlerinde Yönetim

 


Hilafet: Mahiyeti - Şartları - Hukuku


Mahiyeti


Hilafet İslamiyet'e özel, bir çeşit hükümdarlıktır. lslamiyet'in ilk yıllarında böyle bir hükümdarlık yoktu. Halife bir dereceye kadar "saltanat-ı mutlaka" (sınırsız saltanat) yetkilerini üzerinde taşıyor gibi gözükse de dünyevi ve dini egemenliğin ikisini birlikte üzerinde toplamakla, tüm halkın hem dini hem dünyevi işlerini şer'i kurallara uygun olmasını zorlayan bir yetki gücüne sahip olduğundan, kayserler, imparatorlar ve kisraların egemenlik biçimlerinden ayrılır. Halifelik dışında kalan tüm diğer saltanat çeşitleri yalnız dünya düzeni ve idaresiyle ilgilidir.


Söz konusu iki egemenlik arasında önemli farklılıklar vardır. Bununla birlikte, ikisinin dayandığı nokta veya kaynak aynı yerde birleşir. Halk üzerine mutlak egemenlik yetkileri ile egemen olabilen kişi, hükumet işlerinde ya belli bir kanuna veya kendi keyif ve arzusuna göre hareket eder. Uygar toplumlarda hükümdarların çoğu, ulusun ileri gelenleri, düşünürleri, bilim adamları ve devletin büyükleri tarafından konulan kanun ve nizamlara uygun olarak egemenliklerini sürdürür ve halkı o kanun ve nizamlar gereğince davranmaya zorlar. lslamiyet'ten önce Rum ve Iran padişahları bu şekilde saltanat sürdüler. Günümüzde Avrupa'da mutlakıyetle hüküm süren krallar da böyledir. Oysa hilafet birtakım şer'i ve dini kanunlarla sınırlanmış olup, halife olan kişi şeriatın kurucusu ve sahibi olan Hz. Peygamber'e uyar ve onun vekili olarak o şer'i ve dini hükümler gereğince idaresini yürütür, halkı da o hükümlere göre hareket etmeye zorlar. Halifeliğin imametten daha kapsamlı olması bu noktadan ileri gelir. Halifeye imam denilmesinin nedeni, imama halk namazda nasıl uyuyorsa halifenin hukuka uygun olan emirlerine de öyle uyup bağlandıklarından dolayıdır.


Halifeliğin Şartları


Halifeliğin dört şartı vardır:


1. İlim,

2.Adalet,

3.Kifayet (yeterlilik),

4.Selamet-i havas (akıl, his ve ruh sağlığı)


Soy olarak Kureyş'ten olmak, yani halife olacak kişinin Kureyş kabilesinden olması gibi beşinci bir şart üzerinde tartışmalar ve farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu son şart kabul edilecek olursa, Arap olmayan bir kimse halife adı altında Müslümanlar üzerinde egemenlik iddia edemez demektir. Bu şartın kaynağı Ebu Bekir'e yapılan biat konusunda da açıkladığımız gibi, Medineli Müslümanlar olan "Ensar" hilafetin kendilerinin hakkı olduğunu iddia ettikleri sırada, Kureyş tarafından en kritik anda söylenen hadis-i şeriftir. Bu şart, tarih boyu hüküm sürmüş olan lslam devletlerinin hepsinde de uyulması gerekli bir kural olarak kabul edilmiştir. Kureyşlilerden başka hiç kimse hilafet talebiyle ortaya çıkmazdı. Üstelik Abbasi Devleti'nin son devirlerinde halifelerin içine düştüğü zaaf ve valilerce her türlü dünyevi güç ve otoriteden soyutlama derecesine kadar gördükleri baskılara ve bu valilerin bağımsız devletler kurarak kendilerine "sultan" lakabı vermelerine rağmen onlardan hiçbiri halifelik iddiasında bulunmayı veya kendini halife ilan etmeyi aklına getirmemiştir.


Örneğin lran ve Irak tarafında hüküm süren Buveyhiler, Selçuklular, Gazneliler, Horasan'daki Tahiriler devletleri ve diğerleri bağımsızlıklarını ilan etmiş, üstelik bunlardan bazıları bizzat halifenin şahsı üzerinde baskı kurarak ona hükmetmiş olduğu halde, yalnız sultan lakabı ile yetinmişlerdir. Ayrıca bu sultanlar kendi egemenliklerinin güçlenmesi için halifelerin dostluk ve iltifatlarına layık olmaya çalışırlardı. Nitekim Salahaddin Eyyübi Mısır'da böyle yapmıştı. Mısır'ın egemenliğini son Fatımi halifesinin elinden almıştı. Kendisine karşı egemenlik iddiasında bulunabilecek herhangi bir rakibi de yoktu. Tüm ülkenin tek hakimiydi. Bununla birlikte bağımsızlığını ilan etmek istediğinde, Abbasi halifesi adına hutbe okutmuştur. Kendine yalnızca "sultan" lakabını vermekle yetindi. Kureyş'in dışında, halifelik yetkisini üzerine alan ilk kişi Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Han'dır (H. 916-26/M. 1512-1520).


Yavuz Sultan Selim'in Halifeliğinin Meşruluğu


Hanefi mezhebi imamları ve diğer lslam alimleri, Yavuz Selim'in yüce hilafet makamına aşağıdaki şartlara göre en layık kişi olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır.


1. Kılıç hakkı: Hilafet makamına geçecek kişinin kendisine rakip çıkılamayacak derece ve güçte asker desteğine, şan ve kudrete sahip olmasıdır. Sultan Selim lslam hükümdarları arasında en kudretli, en şanlı olanıydı.


2. Seçilme hakkı: Oy ve güç ehlinin yani imamlar ve ümmetin alimlerinden oluşan meclisin tasdiki. Hanefi imamları ve lslam alimleri diyorlar ki; bu meclis lslamiyet'in ilk yıllarında Medine'deydi. Daha sonra Şam'a, Bağdat'a, Kahire'ye geçli. Bunun aynı şekilde Kahire'den lstanbul'a nakledilmesi de elbette caizdir. Zaten Sultan Yavuz Selim, Mısır'dan lstanbul'a dönerken el-Ezher alimlerinden birçok alimi kendisiyle beraber getirmişti. Bunlara Türk alimleri de katıldı ve bir meclis kurdular. Hepsi Yavuz Selim'in halifeliğini uygun görüp onayladıktan sonra halifelik kılıcını kendi elleriyle kuşattılar. Eyüb Sultan Camii'nde halifelere kılıç kuşatma merasimi Osmanlı devletinde hala geçerli bir usuldür (1900'ün başları).


3. Vasiyet: Bir halifenin kendisinden sonra gelecek halifeyi yerine aday göstermesi. Abbasilerin Mısır'da son halifesi olan Mütevekkil halifeliği Sultan Selim'e, yani Yavuz Selim'e bizzat vasiyet etmiştir.


4. Haremeyn'in himayesi: Büyük Osmanlı sultanları hilafeti elde ettikleri zamandan itibaren H. 10/M. 632. yüzyılda Sana imamlarının Haremeyn'i istila ettikleri 7 yıl (ve daha sonra Vehhabilerin 7 yıl süren işgalleri dışında) her zaman Haremeyn-i Şerifeyn'i (Mekke ve Medine) hakkıyla himaye ederek hizmet etmişlerdir.


5. Mübarek emanetlerin korunması: Mübarek emanetler, lstanbul'da korunan Peygamber'e ait özel eşyalardır. Bu emanetler Moğolların Bağdat'ı ele geçirmeleri zamanında kurtarılarak Abbasi halifeleriyle beraber Kahire'ye getirilmişti. Yavuz Selim Mısır'ı fethedinceye kadar orada kaldı. Mübarek emanetler (kutsal emanetler) Mısır'ın fethinden sonra Sultan Selim tarafından lstanbul'a getirilmiştir. Gümüşten bir sandık içinde günümüzde de Topkapı Sarayı'nda özel bir bölümde korunmaktadır.


Halifelere Biat


Biatın şekli: Halifelik, Raşid Halifeler devrinde meşveret (danışma meclisi) yöntemine dayanıyordu. Halife yeterli özelliklere ve kabiliyete sahip olduğunu gördüğü birini kendisinden sonra halifelik makamına geçecek aday olarak belirlerdi. Hz. Ebu bekir'in Hz. Ömer'i namzet etmesi yani aday göstermesi gibi. Ancak Hz. Ebubekir Hz. Ömer'i, sahabe ile danışıp, görüş alışverişinde bulunduktan sonra aday göstermişti.


Eğer halife böyle bir adaylığın dedikoduyu doğuracağını hissederse halife seçimi için bir danışma kurulu kurdururdu; Hz. Ömer'in yaptığı gibi. Raşid Halifelerden hiçbiri halifeliği kendi soyuna bırakmayı düşünmemiştir. Üstelik Hz. Ömer halife seçimi için danışma kurulunu belirlerken, oğlu Abdullah'ı da onların arasına tayin etmiş ancak onun halife seçilmemesini vasiyet etmişti. Bunun üzerine Hz. Osman'ı seçtiler. Hz. Osman görevdeyken şehit edildi. Bu nedenle yeni halife için herhangi bir vasiyette bulunmadı. Halk danışma meclisinin oluşmasını beklemeden Hz. Ali'yi halife seçti. Bu seçim sahabenin büyüklerinden bir çoğunun görüşüne aykırıydı. Bu nedenle kabullenmekte güçlük çektiler. Çünkü onlar Hz. Osman'ın şehit edildiği sırada değişik vilayetlerde bulunuyorlardı. Hz. Ali'ye yapılan biat için henüz hazır değildiler. Bununla birlikte bunlardan bazıları yine de Hz. Ali'ye biat etmiştir. Bazıları ise halkın toplanmasına ve Müslümanlar arasında danışma kurulu oluşturularak yeniden halife seçilmesine kadar işi askıda bıraktılar. Bunun sonucunda da daha önce birkaç yerde sözünü ettiğimiz büyük fitne ve karışıklıklar ortaya çıktı.


Hz. Ali şehit olunca yandaşları halifeliği Hz. Peygamber'in neslinden olan onun çocuk ve torunlarına vermek istediler. Hz. Ali ölüm döşeğindeyken kendisine "Hz. Hasan'a biat edelim mi?" diye sorduklarında "bunu size ne tavsiye ederim ne de yapmayınız derim" cevabını verdi. Hz. Ali'nin yandaşları Hz. Hasan'a biat ettiler. O da bir süre sonra halifeliği kendi isteğiyle Muaviye'ye bıraktı.


Halife seçiminde Raşid Halifelerin uyguladığı metotlar, uygar milletlerin günümüze kadar bulabildikleri seçim sistemlerinin en iyisidir. Çünkü bu seçim sistemi, cumhuriyeti, monarşiyi ve meşrutiyetin hepsini içine alır. Cumhuriyettir, çünkü halife tüm Müslümanlar tarafından kayıtsız şartsız seçilmiştir. Meşrutiyettir, çünkü seçim meşferetle olur. Mutlak saltanattır, çünkü halife egemenlik makamına geçince istediği gibi hareket eder. Buna yukarıda sözü edilen dört şart da eklenirse dünyanın kuşkusuz en seçkin idaresi bu olur. Çünkü bir hükümdar ilim ve adaleti yeterlilik ve ehliyeti, duygu ve ruh sağlığını kendisinde toplarsa ülkenin gelişmesi ve büyümesine, halkı arasında birlik ve sevginin yaşamasına hizmet edecek güçlü ve otoriter bir yönetici olur. Raşid Halifelerin hayatlarında da görüldüğü üzere, öyle bir hükümdara o dürüst hali, züht ve takvayı da ilave ettiğinizde dünyada bundan daha mükemmel, daha adaletli, daha laik bir yönetim düşünülebilir mi?


Emeviler zamanında Muaviye diğer devletlerin yönetim şekillerinden etkilenmiştir. Onlarda saltanatın soy ve irs yoluyla devam ettiğini görünce, halifeliğin de aynı şekilde kendi nesline bırakılmasını düşünmüştür. Bu konuda ilk önce yakın arkadaşlarıyla görüş alışverişinde bulundu. Mugire, kendisini bu işte cesaretlendirmiştir. Muaviye'nin kendisinden sonra halifeliği ortada bırakmaktan dolayı ortaya çıkması mümkün karışıklıktan korkusu da ona bir kat daha cesaret vermişti. Çünkü halef bırakmadan vefat edecek olursa Emevilerle Haşimiler arasında yeniden bir fitne ortaya çıkması bekleniyordu. Bunun üzerine hayattayken oğlu Yezid'e biat etti. Aslında Muaviye bu biattan dolayı halktan çekiniyordu. Ancak bir tepki görmeyince rahatladı. Muaviye'den sonra hilafet makamına geçen Emevi halifeleri de aynı yolu takip ettiler. Yalnız Ömer b. Abdülaziz (H. 99-101/M. 717-720) Raşid Halifelerin metodunu tekrar uygulamak istemiş ancak bunda başarılı olamamıştır. Kendisinden sonra yine Muaviye'nin yöntemine dönülmüştür.


Abbasi halifelerinden Me'mun da (H. 198-216/M. 813-833) böyle bir teşebbüste bulunarak Hz. Ali neslinden Cafer-i Sadık'ı "el-Rıza" adıyla veliahd yapmış, ama başarılı olamamıştır. Abbasiler, halifeliğin bu şekilde ellerinden gitmesine razı olamadıklarından halife Me'mun'u hilafet makamından indirerek amcası lbrahim b. el-Mehdi'yi halife ilan etmişlerdir. Me'mun halifeliğin kendi elinden çıkacağını anlayınca, kararından vazgeçip halifeliğin eskiden olduğu şekilde irs yoluyla geçmesi yöntemini kabul etmek zorunda kalmıştır. Abbasiler, Fatımiler vs. lslam halifelerinin tamamı hilafeti veraset sistemi, yani soy sop esası üzerine yürütmüşlerdir.


Biat ve Yemin Törenleri


Biat, itaat edeceğine söz vermek demektir. Bir adamın bir hükümdara veya halifeye biat etmesi demek, söz konusu idareciyi vekil kabul etmek ve onun yaptıklarına itirazsız itaat etmeyi kabul etmek demektir. Araplar bir emir veya idareciye biat ettikleri zaman sözlerinde (ahidde) duracaklarına delil olmak üzere, ellerini o emirin ellerine koyarak alışverişte yapılan harekete benzeyen bir harekette bulunduklarından, verilen söz veya yapılan sözleşme, satış eylemine benzemesinden dolayı, "baa =sattı" kelimesinin mastan olarak "biat"adı verilmiştir. Daha sonra biat, "musafaha" (el sıkışma) şekline dönmüştür. Biat sözlükte de musafaha anlamına gelir. lslamiyel'te ilk biat, Medineli Müslümanların Hz. Muhammed'le Hicret'ten önce yaptıkları Akabe biatıdır. Bu biat yemininden, daha sonra halifelerin ahd ve misakta devam için yaptırdıkları biat yemini doğmuştur. Biat, verilen tüm söz ve yeminleri içine alacak kapsamda genel bir sözleşmedir.

Halifelere biat yemini, devletlerin ve durumların değişmesine göre farklı şekillere bürünmüştü. Ensar Hz. Peygamber'e Akabe'de biat ettiği zaman şöyle demişti: "Ey Allah'ın rasulü! Şehrimize gelinceye kadar senin hak, can, mal ve ırz güvenliğinden sorumlu değiliz. Bize gelirsen hak, can, mal ve ırz güvenliğin üzerimize vacip olur. Kendimizi, çocuklarımızı, kadınlarımızı her neden koruyorsak seni de koruruz." Akabe'de olan ve "biatü'n-nisa" (kadınların biatı) adıyla bilinen diğer bir biatın sözleri de şöyleydi: "Allah'a ortak koşmamaya, hırsızlık, zina yapmamaya, çocuklarımızı öldürmemeye, iftira ve bühtanda bulunmamaya, Cenab-ı Hakk'a karşı iyilikte asi olmamaya biat ettik."


Ebu Müslim Horasani tarafından Abbasiler adına halifeliği ele geçirmek için teşebbüste bulunulduğu andan beri Abbasilere yapılan biat yemini ise şu şekildeydi: "Allah'ın kitabı ve elçisinin sünneti ve Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden el-Rıza'ya itaat üzerine, size biat ediyorum. Buna sizin üzerinize Allah'ın ahd u misakı, talak, ıtak, Beytullah'a kadar yayan gitmek olsun. Başınızdaki idareciler size vermek istemeden, maaş, yiyecek istemeyeceksiniz."


Halifeye biat edildiğinde öncelikle devlet büyükleri, ikinci derecede devlet memurları biat ederlerdi. Abbasilerde ilk önce biat edenler asker, komutanlar ve Bağdat kadılarıydı. Çoğunlukla biat zamanında ordu katibi durup biat edenlere yemin ettirmek görevini yerine getirirdi. Katib onları herkesi adıyla birer birer davet ederek kendilerine yemin ettirirdi. Halifeye biat töreni tamamlanınca kendisine birtakım "lakaplar" (el­ kab) arz ederlerdi. Halife o lakaplardan birini seçerdi. Bu lakaplar lslam'ın ortaya çıkmasından sonra icat edilen şeylerdendir. Abbasi Devleti'nin ilk yıllarında halifelere, "Emin, Me'mün, Harünürreşid" gibi basit lakaplar verilirken Mu'tasım zamanında lakaba Allah ismi de (ism-i celal) eklenerek söz konusu halifeye "Mu'tasım billah" lakabı verildi. Mu'tasımdan sonra Allah isminin bulunduğu bir lakapla çağrılmak ve anılmak Abbasi halifelerince bir adet haline getirildi.


Halifeye kendi sarayında biat olunursa, hilafet alayı halifenin evine getirilirdi. Bu alay eyerli birçok attan oluşuyordu. Her atın yanında süslü elbise giymiş birer seyis dururdu. Halife kendisine tahsis olunan ata biner ve devlet büyükleri de atlı olarak etrafında bulunurlardı. Halifenin önünde, elinde mızrak bulunan bir adam yürürdü. Yolun iki tarafında askerler iki saf halinde dizilirlerdi. Hilafet alayı bu düzenle, asker safları arasından Bağdat'ta "Darü'l- amme" diye bilinen hilafet sarayına giderdi. Duruma göre çevreden gelen özel heyetler vs. tarafından halifeye tebrik töreni burada yapılırdı.


Yukarıda belirtildiği gibi, halifelere biat yemini ve hilafet alayı töreni her yerde ve her zaman aynı şekilde değildi. Devletten devlete değişebiliyordu. Bununla birlikte biat yemini esas olarak aynıydı. Çünkü bu yemin halife ile halkı arasında Kitap ve Sünnetin emirlerine uygun hareket edileceğine dair karşılıklı bir söz verme ve yeminleşmeden ibaretti. Müslümanların ilk devirlerinde bu yeminin şekli çok kısaydı. Önceden birkaç kelimeden oluşan ve açıkça söylenip geçilir bir yemin olan bu biat yemini, daha sonra devletler arasında, anlatma ve bildirme, yüceltme, övme cümlelerine olan özenti nedeniyle birtakım gereksiz tekrar ve uzatmalarla uzadıkça uzamış, yazılıp ezberlenmeye başlanmıştır. Hicri 8. asır ortasında Mısır Abbasi halifelerinden Hakimbillah'a yapılan biat yemininin kopyası kitabımızın 4-5 sayfasını dolduracak kadar uzundu.


Veliahda Biat


Hilafet irs (miras) biçimine döndükten sonra halifeler kendi oğullarını veya yakınlarından diğerlerini veliahd tayin ettikleri sırada halifelere biat edilirken yapılan tören gibi birtakım törenler düzenleniyordu. Çoğunlukla halifeler, veliahda biat etmeden büyük devlet adamlarıyla ve tecrübeli kişilerle istişare ederlerdi. Örneğin Mansur'un Mehdi'yi veliahd kabul etmesine diğer oğlu Cafer itiraz etmişti. Bunun üzerine Mansur halkı topladı. Konuşmalar yapıldı. Düşünceler söylendi. Şairler de Mehdi'nin övülecek özelliklerini anlatan şiirler okudular.

 


 


Mansur bu durumdan kamuoyunun kendi görüşünü desteklediği sonucunu çıkararak Mehdi'yi veliahd olarak ilan ettirdi.


Halifeler kendi oğullarından veya kardeşlerinden çok sayıda kişinin hilafete ehil olduğunu gördükleri zaman, bunlardan birine diğeri fülan veyahut fülanı halife yapmak şartıyla biat ederlerdi. Nitekim Emeviler'in 8. halifesi Yezit b. Abdülmelik veliahd tayin etmek istediği zaman öyle yaptı. Kendisinin oğlu küçük bir yaşta bulunuyordu. Buna dayanarak oğlu Velid b. Yezid'i veliahd yapmak şartıyla kardeşi Hişam'a biat etti. Çok kere halifeler biat şartlarında istedikleri gibi değişiklik yapıyorlardı. Ara sıra halifeler, veliahdı ve ona veliahd olacak kişiyi tayin etmekle beraber ikinci veliahdın kabul olunup olunmamasını 1. veliahdın isteğine bırakırlardı. Nitekim 5. Abbasi halifesi Harünürreşid o şekilde hareket ederek kendisine veliahd olmak üzere oğulları Emin ve Me'mün'u ve bunlardan sonra da veliahd olarak diğer oğlu Kasım'ı tayin etti. Fakat Kasım'ın veliahdlığını kabul veya reddetmeyi Me'mün'un isteğine bıraktı.


Veliahdlara yapılan biatlar bir ahidname şeklinde yazılıp halifenin, akraba ve taallukatının mühürleriyle mühürlendikten sonra veliahda ve küçük ise vasisine teslim olunurdu. Veliahdlar veya vasiler ahidnameyi gerektiğinde ibraz etmek üzere bir yerde saklarlardı. Kimi kez bu ahidnameler bir hazine, bir mescid yahut da Kabe gibi gayet emniyetli yerlerde muhafaza edilirdi. Nitekim Abbasi halifelerinden Harünürreşid kendi oğulları Emin ve Me'mün'u ve onlardan sonra Kasım'ı veliahd tayin ettiği zaman yazdığı iki ahidnameyi Kabe'nin içinde saklatmıştı.


Halifeliğin Alametleri


Önceki dönemlerde halifeler kendilerince bazı alametler edinmişlerdi. Bunlar hırka, mühür ve asadan oluşuyordu.


Hırka


Hz. Peygamber'in hırkasıdır. Peygamber bu hırkayı ünlü şair Ka'b b. Züheyr'e hediye edinceye kadar giymişti. Ka'b, Hz. Peygamber'i alaya alan şiirler yazarak onu hicvetmiş ve sonra da öldürüleceğinden korkarak kaçmıştı. Müslümanlar Mekke'yi fethedince, kardeşi Ka'b'a şöyle bir mektup yazarak gönderdi: "Allah'ın Rasulü Mekke'yi ele geçirince kendisini kötüleyip, hakaret ederek aleyhte faaliyetlerde bulunan bazı kimseleri idam ettirdi. Kureyş şairlerinden hayatta kalanlar korkularından bir köşeye kaçtılar. Kendi hayatına değer veriyorsan hemen uçarak koş ve Allah'ın Rasulüne sığın. Hz. Peygamber tövbe ederek kendisine sığınanlardan kimseye dokunmaz."


Ka'b b. Züheyr, tövbe ve sığınmadan başka bir kurtuluş yolu bulamayınca Medine'ye gelip Hz. Peygamber'e kendini teslim edip Peygamber'in huzurunda onu öven "Suad şu an yanımda yok, kalbim küskün ve yaralı. Ondan mahrum olan gönlüm kelepçeyle bağlı" dizeleriyle başlayan, daha sonra "kaside-i bürde" adını alan ünlü şiirini okumuştu.


Hz. Peygamber Ka'b'ı güzel bir şekilde karşıladı. Sahabeden bazıları şairden intikam almak istiyorlardı. Hz. Muhammed, onları engellediği gibi, şairi de iltifata boğdu. Buna ek olarak da üzerinde bulunan hırkayı ona hediye etti. Araplar arasında "bürde", Türklerce "hırka" adıyla bilinen bu önemli hırka Ka'bın akrabaları yanında korunmuştur. Emevilerin ilk halifesi Muaviye hilafet makamına geçince, söz konusu hırkayı mirasçılarından 20.000 dirheme (yaklaşık 1600 İngiliz sterlini) satın aldı. Hırka, miras yoluyla diğer Emevi halifelerine, daha sonra da Abbasilere intikal etti. Ebu'l-Fida, hırkanın Bağdat'ı ele geçiren Moğollar (Tatarlar) tarafından alınıp götürüldüğünü rivayet ediyor. Bu rivayet doğru değildir. Hırka daha önce gösterildiği üzere günümüzde lstanbul'da Topkapı Sarayı'nda saklanan kutsal emanetler arasındadır. Muhtemelen Ebu'l-Fi­da, Tatarların Bağdat'ı ele geçirdiklerinde, halife sarayı vs.'de yaptıkları yağmalar arasında hırkayı da ele geçirdiklerini düşünmüş olmalıdır. Gerçekte ise Abbasiler Mısır'a beraberlerinde hırkayı vs. kutsal emanetleri de getirmişlerdir. Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethederek hilafeti üzerine alınca, oradaki kutsal emanetleri lstanbul'a getirmiştir.

 


 


Mühür


Halifeler, mührü Hz. Peygamber'in izini takip ettikleri için kullanmışlardır. Hz. Peygamber lslamiyet'e davet amacıyla çevre devlet hükümdarlarına mektuplar gönderip onları dinine davet edince, kendisine "Bunlar yabancıdır, mühürsüz mektup kabul etmezler" denildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir mühür yaptırarak üzerine "Muhammedü'n-rasulullah" ibaresini kazdırdı. Bu mühür Hz. Peygamber'den sonra Hz. Ebu Bekir'e daha sonra Hz. Ömer'e ondan sonrada Hz. Osman'a geçti. Hz. Osman mührü "eris" kuyusuna düşürdü. Çok aratmasına rağmen bulamadı. Bunun üzerine benzer yeni bir mühür yaptırdı. Kendisinden sonra hilafete geçen her halife özel mühürler yaptırmıştır. Hilafet divanından yazılan emirlerin altlarına veya üstlerine "tin-i mahtum" (bir çeşit kırmızı toprak) veya mürekkeple mühür basılırdı. Daha sonra mektuplar dürüldükten sonra dışarıdan da mumla mühürlenmeye başlandı. Yazışmaları bu şekilde mumla ilk mühürleyen halife Muaviye'ydi. Kendisi bu metodu mektuplar üstünde oynamalar ve değişiklikler yapılmasını engellemek için kullanmıştı. Kendisinin Küfe'deki valisi olan Ziyad b. Ebih'e mektubu getiren Ömer b. Zübeyr'e 100.000 dirhem verilmesi emrini bildiren bir mektup yazmıştı. Ömer b. Zübeyr kendisine teslim edilen mektupta yazan 100.000'i 200.000 olarak değiştirmiş ve Ziyad'dan parayı o miktarda almıştı. Daha sonra Ziyad hesabı takdim edince, yapılan hile meydana çıkmıştı. Bunun üzerine Muaviye mektupları yuvarlayıp tomar haline getirdikten sonra iki yandan mum ile mühürlenmesi kuralını uygulatmaya başlamıştır.


Ünlü tarihçi Belazuri (Ö. M. 897) diyor ki: "Müslümanlardan zimam ve mühür divanını ilk kuran kişi Irak'ta valiliği sırasında Ziyad b. Ebih'ti. Ziyad bu konuda İranlıları taklit etmişti. İslam'dan önce İran padişahlarının her biri bir konuda kullanılan çeşitli mühürleri vardı. Bir mühür gizli yazışmalar, bir mühür gönderilen özel memurlar, bir mühür sicillere ve mukatalara, bir mühür haraca aitti. Bu mühürler üzerine görevlendirilen kişiye de "sahih el zimam" (mühürdar) adı verilirdi.

Mühür divanı Muaviye zamanından Abbasiler devri ortalarına kadar en büyük devlet dairelerinden sayılıyordu. Abbasiler devri ortalarında ise devlet işleri birtakım emirler, vezirler ve sultanların eline geçince artık mühür dairesi de eski önemini yitirdi. Harünürreşid veziri bulunan Fazl b. Yahya Bermeki yerine, kardeşi Cafer b. Yahya'yı vezir yapmak istediğinde babaları Yahya b. Halid'e "Babacığım! mührü sağ elimden sol elime geçirmek isterim" diyerek vezirliği mühürle tanımlamıştı. Bu durum, söz konusu devirde mührün halifeler yanında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.


Halifelerin mühürlerine büyük saygı gösterilirdi. Vezir veya diğer bir devlet memuru belgeyi mühürlemek düşüncesiyle, mührü eline almak istediğinde, hilafet makamına saygısından dolayı ayağa kalkardı. Belgeler mühürlendiğinde "tin-i mahtüm" adıyla o zamanlarda kullanılan kırmızı ince topraktan yapılan mürekkeple veya siyah mürekkeple doğrudan doğruya kağıda veya mum gibi yumuşak maddelere basarlardı. Ara sıra mektubun altına, arada bir de yukarısına basılan mühürden daha önce tahmid veya tesbihi (Allah'a hamd ve anma) ya da halifenin ismini içeren veya o zamanlara göre klişe olmuş birkaç kelime yazılırdı. Bu kelimeler mektubun sıhhatine (doğruluğuna) delil kabul edilirdi. Böyle bir işareti taşımayan belgeler hükümsüz kabul edilirdi. Mühre "alamet" adı da verilirdi.

İslam aleminde beylikler veya küçük devletleri oluşturan saltanatlar ortaya çıkınca, kendi hükumetlerinde halifelerin kullandıkları mühür alameti gibi bir alamet edinmişler ve buna "tuğra" adını vermişlerdir. Tuğra bilindiği üzere hükümdarın isim ve elkabını içeren, kalın kalemle yazılmış bir nakıştır. Tuğra, hükümdarın özel işareti yerine geçerdi. Sultan veya beyler zamanında ferman veya beyannameler tuğra ile müvaşşah olunca (süslenince) hükümdarların kendi elleriyle diğer bir işaretin konulmasına lüzum görülmezdi. Selçuklular inşa (mekatibat) divanına "tuğra divanı" adını verirlerdi.

Söylentiye göre tuğraya bu adın verilmesi, ünlü "lamiyetü'-l acem" kasidesini yazan Hüseyin Ebü lsmail el-Tuğrai'ye mensup olunmasından kaynaklanıyor. Tuğrai, Selçuklu meliklerinden Sultan Mesud'un veziriydi. Güzel yazısı vardı. Tuğrayı da o güzel yazıyla çekerdi. Bu nedenle ona nispetle tuğra denildi. Üstelik ilk tuğra yazan da kendisidir. Tuğrai, H. 515/1121 yılında idam edilmiştir. Bizim de düşüncemize göre tuğranın aslının böyle olması gerekir. Lamartin ve Jouannin'in dedikleri gibi Sultan Murad'ın avucunun şekli değildir.


İslam'ın ilk yıllarında halifeler, mühürlerine kendi isimlerine bedel birtakım vaaz ve hikmetleri içeren kısa ibareler kazdırırlardı. Hz. Ebubekir'in mührünün nakşı "ni'mel kadirillah-Cenab-ı Hakk en yüce kudret sahibidir" ve Hz. Ömer'in ki "kefabilmevti vaizen ya Ömer- ey Ömer ölüm insana vaiz olarak yeter"di. Hz. Osman'ın yüzüğünün nakşı "le tasbirenn ev letendümenn -ya sabr etmeli ya pişman olmalı" . Hz. Ali'ninki ise "el-mülkülillah- mülk Allah'ındır" ibarelerini içeriyordu.


Emevi ve Abbasi halifeleri de bu şekilde hareket ederek her biri diğerinden farklı bir ibare edinmişti. Çoğunlukla o ibareler ait olduğu halifenin ismiyle manevi bir ilişkiyi belirtirdi. Abbasi halifelerinden Me'mün'un yüzüğünün nakşı (tevki'i) "Abdullah yu'minu billah muhlisan- Abdullah Cenab-ı Hakk'a samimiyetle inanır," Vasık'ınki "Allah sıkatü'l Vasık- Cenab-ı Hakk Vasık'ın dayanağıdır", Mütevekkil'inki "ala Allahi tevekkeltü", Mu'temid'inki, “İtimadi alallah ve huva hasbi - güvenim Allah'a dır o bana kafidir." şeklindeydi. Diğer halifelerin de bunlara benzer tevki'leri vardı.


Kutsal Emanetler


Günümüzde hilafet alametleriyle Peygamber'in bıraktığı kutsal emanetler kastedilir. Bunlar daha önce belirttiğimiz gibi, lstanbul'da Dersaadet'te "Eski Saray" adıyla bilinen "Sarayiçi"nde bir dairede gümüş bir sandık içinde korunmaktadır. Şunlardan oluşur:


Hırka-i Şerife: Hz. Peygamber'in bir dişi, Peygamber'in saçından birkaç tel (lihye-i sa'adet), Peygamber'in giydiği nalın (takunya).


Sancak: Hz. lbrahim Peygamber'in zemzemden su içtiği rivayet olunan demirden yapılmış iki su kabı, İmam Ebu Hanife'nin cübbesi, Peygamber Yahya'nın kolu.

Osmanlı halifeleri her yıl Ramazan'ın 15'inde devlet adamlarından oluşan muhteşem bir alayla söz konusu saraya gider ve Peygamber'in bıraktığı bu kutsal emanetleri ziyaret ederek saygılarını yenilerlerdi. 


Asa (baston): Asa, hilafet alametinin üçüncüsüdür. Halife tahta oturunca hırka, mühür ve asayı kendisine verirlerdi. Gerek Abbasiler gerek Emeviler zamanında bu üç şey halifelere ait alametler olarak devam etmiştir.


Halifelere ait alamet ve nişanlardan üç şey daha vardır: Hutbe, sikke ve trazdır.


Hutbe: Camilerde, namazda, minberler üzerinde halife için okunan duaya hutbe denir. Hutbenin aslı şöyleydi: lslam'ın ilk yıllarında namazda imamlığı halifeler kendisi yapar ve namazı, Hz. Peygamber'e salavat ve sahabeye dualarla bitirirlerdi. Daha sonra lslam ülkeleri genişleyip her tarafa valiler gönderilince, valiler bulundukları yerlerde namazda imamlık ve namaz sonunda da halifelere dua etmeye başladılar. Valiler arasında bu uygulamayı ilk başlatan Hz. Ali'nin Basra valisi olan Abdullah b. Abbas'tı. Kendisi minbere çıkarak "Allah'ım Hz. Ali'yi galip getir" dedi. Daha sonra halifelere dua etmek adet oldu. Hatta bir yerde bir halifeye dua etmek, o halifenin o yerde hakim olduğunu gösteren bir alamet kabul edildi. Bağdat'ta halifelerin egemenlik ve güçleri azaldığı zamanlarda, bağımlı davranmaya başlayan vilayet valileri, sultanlar ve beyler duada halifelere ortak olmaya başlamış, hutbede önce devrin halifesinin daha sonra kendilerinin isminin anılmasını emretmişlerdi. Daha sonra halifenin ismini tamamen kaldırarak yalnız kendi isimlerini okutmuşlardır. Camilerdeki minberlerde halifelere dua etme geleneği günümüze dek devam etmiştir.


Sikke: Halifeliğe ve daha doğrusu hükümdarlığa mahsus alametlerden biri de sikkedir. Sikke, halifenin veya hükümdarın ismini taşıyan, demirden bir mühürün paralar üzerine basılmasıdır. Buna sikke denilir.


İslam'dan önce Araplarda sikke: Araplar İslamiyet'ten önce lran ve Rum hükümdarlarının paralarını kullanıyorlardı. Bu paralar (nukud) dirhem ve dinar adlarıyla biliniyordu. Günümüzde bizde bulunan altın ve mecidiye sikkesi gibi, o dönemde de dinarlar altından, dirhemler gümüştendi. Altını belirtmek için "ayn" ve gümüşü belirtmek için "varak" tabirlerini kullanırlardı. Bakır sikkeler de vardı. Bununla birlikte bu paraların hepsi de tartıya bağlıydı. Çünkü dinardan anladıkları şey, onu bastıran padişahın veya emirin nakşını taşıyan bir miskal ağırlığında bir parça altından ibaretti. Böylece bir dirhem para bir dirhem ağırlığında bir gümüş parçası demekti. Dirheme "vafi" adı da verilirdi. O zamanki dinar bugünkü sikkeye göre on franka eşittir. O günlerde dinar on dirhem sayıldığı gibi, ara sıra duruma göre, on üç ve on beş dirhem kabul edildiği de olurdu. Bir dirhem bir frank, diğer bir tabirle, bugünkü Mısır parası olarak 4 guruş değerindeydi.


"Ahkam-ı Sultaniye" adındaki kitabın yazan o devirlerde kullanılan paralardan söz ederken: "İran dirhemleri üç çeşitti. Biri bir miskal yirmi kıratlık dirhem idi ki, buna "derahim-i bugliye" derlerdi. Diğeri on iki kırat, üçüncüsü on kırat ağırlıktaydı."


Diğer tarihçilerin verdiği bilgilere göre de "derahim-i simriyye" adı verilen her biri altı miskal ve "hafif simeriyye dirhemleri" denilen beş misgal ağırlığında dirhemler (akçeler) kullanılıyordu. Bunların hepsi de İran parasıydı.


İslamiyet'ten önce Arapların kullandığı dinarlar iki çeşitti. Birisi, "hrakıl" veya "Rum dinarı" diğeri "kisra" veya "fars dinarı" adını verdikleri lran altın sikkeleriydi. Dirhemler de hem Rum hem lran sikkelerindendi. Ancak Araplar çoğunlukla Rumların dinarlarını ve İranlıların dirhemlerini, yani Rumların altın, İranlıların gümüş sikkelerini kullanırlardı. Bunun için Rum altınlarını daha kıymetli ve daha revaçta kabul ederlerdi. Üstelik Rum altınlarının güzelliğini, parlaklığını anlatan sözleri deyim ve atasözü haline getirmişlerdi.

Dinar Latince bir kelimedir. Aslında on (es) anlamında bir parça gümüşü belirtir. Es, Rum akçelerinden birinin adıydı. İşin başında bu amaca dayanarak basılan dinar kelimesi on anlamına gelen "deni" kelimesinden türemiştir. Dinarın ölçüsü, Roma "ukiyye"sinin 1/7'si veya "ratl"ın (libre) yüzde biridir. Yani onlar gümüşten bir libreyi 100 dinara bölerlerdi. Daha sonra altından da dinar kullanılmaya başladı. İranlılar bu sikke usulünü Rumlardan almışlar ve kendileri para bastırarak aynı adları vermişlerdi.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak