17 Ocak 2023 Salı

DÎNİ SÖZLÜK “H”

 HAZER VE İBÂHA:

 

Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.

 

Fıkıh kitablarındaki hazer ve ibâha bölümlerinde geçen hususlardan bâzısı şöyledir:

 

Demir, bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden yüzük edinmek (takmak) haramdır. (Molla Hüsrev)

 

Erkekler ancak gümüş yüzük kullanır. (İbn-i Âbidîn)

 

HAZER VE SEFER:

 

Memleketinde olma ve sefer, yolculuk hâli.

 

Hastanın hazerde ve seferde farzları sedirde, sandalyede, ayaklarını sarkıtarak oturup, îmâ ile kılmaları câiz değildir. Hasta, yerde veya uzunluğu kıble istikâmetinde olan sedirin üstünde kıbleye karşı oturarak kılar. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

HÂZIR VE NÂZIR:

 

Bulunucu, mevcut olucu ve gören.

 

Allahü teâlâ, her zamanda ve her yerde hâzır ve nâzırdır derler. Halbuki Allahü teâlâ zamanlı ve mekanlı değildir. O halde bu söz görünüşü üzere kalmaz, mecaz olur. Yâni zamansız ve mekansız, hiçbir yerde olmayarak hâzırdır ve nâzırdır, demektir. Böyle olmazsa, Allahü teâlâyı zamanlı ve mekanlı bilmek olur. Allahü teâlâ ezelî ve ebedî (öncesi ve sonu olmayarak) hâzır ve nâzırdır. Meselâ hazırdır. Bu hazır olmadan önce gâib, yok değildir. Bundan sonra da hayatsızlık yâni ölüm olmayacaktır. Allahü teâlâdan başkasının, meselâ meleklerin, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ve sâlih mü'minlerin ruhlarının hâzır ve nâzır olmaları, Hızır aleyhisselâmın sıkıntıda olanların yardımına koşması ise zamanlı ve mekanlıdır. Ezelî ve ebedî olarak değildir. Devamlı da değildir. Hâzır olmalarından önce yok idiler. Bir zaman sonra da oradan tekrar yok olurlar. Bu bakımdan Allahü teâlânın hâzır olması ile ruhların hâzır olması arasında çok fark vardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

HAZKÎL ALEYHİSSELÂM:

 

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle, ölen binlerce kişiyi diriltti.

 

Birçok müfessir (tefsîr âlimi) Mü'min (Gâfir) sûresinin 28-45. âyetlerinde bildirilen Fir'avn'ın sarayındaki vazîfelilerden olup, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona inananları müdâfaa eden (savunan) ve Fir'avn'ın kızının saç tarayıcısı Mâşitâ Hâtun'un zevci (kocası) olan kimsenin, Hazkîl aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir. (Sa'lebî, Kurtubî, Râzî)

 

Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçen Hazkîl aleyhisselâm, Fir'avn'ın sarayında hazînedârlık (mâliye bakanlığı) yapan, îmânını gizleyen bir mü'min idi. Fir'avn'ın herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği sırada, o, sarayda olduğu hâlde, bir olan Allahü teâlâya kalbden inanıyor ve ibâdetini gizli yapıyordu. Fir'avn ve adamlarının Mûsâ aleyhisselâm ve ona inananların hepsini yok etmeye karar verdikleri sırada, çeşitli iknâ edici sözlerle Fir'avn'ı bu fikrinden vazgeçiren Hazkîl aleyhisselâm zindana atıldı. Daha sonra Fir'avn'ın kızının isteği üzerine zindandan çıkarıldı. Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiğini açıkça îlân edip, ona yardımcı oldu. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz'den geçip, İsrâiloğullarının Tih sahrasında kaldığı kırk sene içinde ondan ayrılmayıp hizmetinde bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ bin Nûn ve Kâlib aleyhimesselâm adlı peygamberlerden sonra, İlyâ (Kudüs) bölgesine peygamber gönderildi. Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât'ın emir ve yasaklarını İsrâiloğullarına bildirdi. Daha sonra Irak taraflarına gidip insanları dîne dâvet etti. Dâverdan bölgesindeki mü'minlere zulmeden hükümdarlara karşı o bölge ahâlisini harbe çağırdı. Fakat onlar ölümden korktukları için, harbe gitmediler. Allahü teâlâ onlara isyânlarının cezâsı olarak tâûn (salgın vebâ) hastalığı gönderdi. Vebâdan kaçmak üzere bulundukları şehirden çıkan bu insanların hepsi, işittikleri korkunç bir sesle öldüler. Hazkîl aleyhisselâm kavminin başına gelenleri görünce acıyıp, onları tekrar diriltmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ, Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti.

 

O    insanlar kendi şehirlerine dönüp Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere yaşadılar ve ecelleri gelince vefât ettiler. Hazkîl aleyhisselâm onların evlâdlarına Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Bâbil diyârına gitti. Orada vefât etti. (Taberî-İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)

 

HAZRET:

 

Zât mânâsına hürmet ve saygı ifâdesi.

 

Hazret-i Ebû Bekr diyor ki: "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında İmâm-ı Hasen vardı. Bir kerre bize, bir kerre Hasen'e radıyallahü anh bakarak; "Benim bu oğlum seyyîddir, efendidir. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ, onun ile müslümanlardan iki fırkanın arasını bulur (yâni müslümanlardan iki fırka sulh ederler)" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Hazret-i Ali buyurdu ki: Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi. (Abdülvâhid bin Abdülganî)

 

HEDİYE:

 

Fakir veya zengin bir kimseye ikrâm için hîbe (bağış) olarak verilen veya gönderilen mal (Hibe).

 

Hediyeleşiniz, sevişiniz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)

 

Yâ Âişe, kim sana sen istemeden bir hediye verirse, onu kabûl et! Zîrâ o, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bir rızıktır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

 

Hediye vermek ve hediye kabûl etmek (almak) sünnettir yâni Resûlullah efendimizin âdet-i şerîfelerindendir. (Nişancızâde)

 

Gasbedilmiş veya hırsızlık gibi haram yoldan elde edildiği bilinen bir malı hediye ve sadaka olarak almak veya kirâ olarak kullanmak helâl değildir. (İbn-i Âbidîn)

 

Taksîmi mümkün olan bir şeyde ortakların, hisselerini ayırmadan başkalarına hediye etmeleri câiz değildir. (Fetâvâ-i Hindiyye)

 

Resûlullah efendimiz, sadaka kabûl etmez, fakat hediye kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık fazlasını kat kat verirdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)

 

HEMM:

 

Gam, hüzün, sıkıntı.

 

Lâ havle velâ kuvvete illâ billah okumak, doksan dokuz derde devâdır (ilâçtır). Bunların en hafifi (aşağısı), hemmdir. (Senâullah-ı Pâni-Pütî)

 

HESÂB (Hisâb):

 

Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

(Ona şöyle diyeceğiz): Oku kitâbını, bugün üzerine hesâb görücü olarak nefsin sana yeter. (İsrâ sûresi: 14)

 

Âhirette hesâba çekilmeden önce, dünyâda iken hesâbınızı  görünüz ve amelleriniz tartılmadan önce, kendinizi tartınız. (Hadîs-i şerîf-Risâle-i Münîre)

 

Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevâb vermedikçe hesâbdan kurtulamıyacaktır: Ömrünü nasıl geçirdin. İlmin ile nasıl amel ettin. Malını nereden nasıl kazandın ve nerelere sarfettin. Cismini, bedenini nerede yordun, hırpaladın? (Hadîs-i şerîf-İmâm-ı

 

Tirmizî)

 

Dünyâyı helâldan kazanana, âhirette hesâb vardır. Haramdan kazanana, azâb vardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Hesâb, mîzân (amellerin tartılması) ve cehennem üzerine kurulacak olan ve nasıl olduğunu bilmediğimiz sırat köprüsü haktır. Muhbir-i sâdık (her sözü doğru olan Resûlullah efendimiz) bunları haber vermiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Riyâzet çekmenin yâni nefsin isteklerini yapmamanın ve mübâhları yâni yapılması emrolunmayan ve yasak da edilmeyen şeyleri zarûret miktârı kullanmanın, büyük bir faydası da; kıyâmet günü hesâbın kısa ve kolay olmasıdır. Âhiretteki derecelerin yükselmesine de sebeb olur... (İmâm-ı Rabbânî)

 

Bir insan, alış-veriş yaptığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru yapmalıdır. Kıyâmette, bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir. Bir kuruş hîle yapan, bir kuruş hak yiyen, cezâsını çekecektir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Hesâb Günü:

 

Öldükten sonra, dünyâda iken yapılan işlerden dolayı insanların sorguya çekilecekleri gün.

 

Kıyâmet günü.

 

HEVÂ:

 

Nefsin arzu ve istekleri.

 

Nefsini hevâsına tâbi kılıp şehevî arzularının peşinde ömrünü tükettikten sonra Allahü teâlâdan Cennet isteyen ahmaktır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

 

Nefsin arzû ve isteklerine hevâ denmesi, kimde bulunursa onu Cehennem'e düşürdüğü içindir. Hevâ sâhiblerine de ehl-i hevâ denmesi, bunlar Cehennem'e düşeceği içindir. (İmâm-ı Şa'bî)

 

Dünyâ (haramlar, mekruhlar, Allahü teâlâyı unutturan şeyler), insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Netîcede Cehennem'e götürür. (Şems-i Tebrîzî)

 

Allahü teâlâ insanı beyhûde, boş yere yaratmadı ki, insan kendi hâline bırakılsın, istediğini yapsın ve nefsin hevâsına uysun. İnsan emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla emrolunmuştur. (Muhammed Ma'sûm)

 

HEYÛLÂ:

 

Eski felsefecilere göre, cisimlerin aslı kabûl edilen madde.

 

Allahü teâlâya, kâinâtın heyûlâsı ve aslı demek kadar alçaklık olmaz. (Muhammed Ma'sûm)

 

HIDÂNE:

 

Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak. İslâm nikâhının bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu, selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile evli olmayan annenin belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız yetişkin oluncaya) kadar yanında alıkoyması ve terbiye etmesi. Buna anneden sonra anneanne, sonra babaanne selâhiyetlidir.

 

Hıdâne, çocuğun anasına âittir. Bu hususta bütün ümmetin (müslümanların) icmâ'ı (sözbirliği) vardır. Çünkü anne şefkatlidir. Anneden sonra kız kardeşe, sonra teyzeye verilir.


Oğlan çocuk yedi yaşına gelince, kız bâliga (ergenlik çağına gelince, yetişkin) olunca babasına verilir. (İbn-i Âbidîn, Molla Hüsrev)

 

HIDIRELLEZ:

 

Yazın başlangıcı sayılan altı Mayıs günü. (Rûmî senede Nisan ayının yirmi üçüncü günü.)

 

Yıl, Hızır ve Kasım olarak ikiye ayrılır. Mayıs ayının altısında Hızır ile yaz başlar. 186 gün sürer. Kasım ayının 8'ine kadar devâm eder ve bundan sonra kış başlar. 179 gün (Şubat'ın 29   çektiği artık yıllarda 180 gün) sürer. Hıdırellez denmesinin sebebi; Mûsâ aleyhisselâmın ümmetinden bir velî veya peygamber olduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmde Kehf sûresi 65. âyet-i kerîmesinde: "Kullarımdan biri"ismi ile geçen Hızır'ın (Hıdır) kurak bir yerde oturması ile o yerin yeşerip dalgalanmaya başladığı, hadîs-i şerîfte (Peygamber efendimizin haber vermesiyle) bildirilmiştir. Bu sebeple yaz başlangıcında ortalığın yeşermeğe başladığı güne yeşil mânâsına gelen Hıdır günü, yine bu günde Hıdır ile İlyâs'ın buluştukları rivâyeti sebebiyle de Hıdırellez (Hıdır+İlyâs) denilmiştir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

 

İslâmiyet, Hızır (Hıdır) ve hazret-i İlyâs'ın Allahü teâlânın sevgili kullarından olduğunu haber vermekte fakat onlar adına mukaddes bir günün varlığını bildirmemektedir. Hıdırellez gününün İslâm dîninde dînî hüviyeti ve kudsiyeti yoktur. Bundan dolayı 6 Mayıs'ta İslâmiyet'in beğenmediği, haram (yasak) ettiği şeyleri yaparak eğlenmek yasaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

HIFZ:

 

1. Koruma, ezberleme, saklama.

 

Kur'ân-ı kerîmi kıyâmete kadar Allahü teâlâ hıfz edecektir. Târihte ne zaman insanlar küfür (îmânsızlık) karanlıklarına düştülerse, Allahü teâlâ onları peygamber göndererek sapıklıktan kurtarmıştır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

Îmân beş kal'anın içinde hıfz olunur. 1) Yakîn, 2) İhlâs, 3) Farzları yapma ve haramlardan sakınma, 4) Sünnete yapışmak, 5) Edebi gözetmektir. Her kim bu beş şeyi hıfz ederse, îmânını hıfz etmiş olur. Şâyet birini bile terk ederse düşman gâlib olur. (Kutbüddîn İznîkî)

 

2. Devâm etmek, yerine getirmek, gözetmek.

 

Kim şu yedi kelimeyi hıfz ederse Allahü teâlâ ve melekler katında kıymetlidir. Deniz köpüğü kadar günâhı olsa Allahü teâlâ affeder:

 

1) Bir işe başlarken Bismillah demek,

 

2)  Her işin sonunda Elhamdülillah demek,

 

3)   Dilinden lüzumsuz söz çıktığında, Estağfirullah (Allahü teâlâ'dan beni af etmesini, bağışlamasını istiyorum.) demek,

 

4)  Yapacağı bir iş için inşâallah demek,

 

5)  Kötü bir durumla karşılaştığında, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah demek,

 

6)  Bir musîbete uğradığında, İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn demek.

 

7)      Gece ve gündüz, dilinden kelime-i tevhîdi düşürmemek. (Fakih Ebü'l-Leys Semerkandî)

 

3. Ezberlemek.

 

HIKD:

 

Başkasından nefret etmek, kalbinde ona karşı kin, düşmanlık beslemek.

 

Üç şeyden biri bulunmıyan kimsenin bütün günahlarının af ve mağfiret olunması umulur: Şirke (Allahü teâlâya ortak koşmaya), küfre (imânın gitmesi haline) yakalanmadan


ölmek, sihir (büyü) yapmamak ve din kardeşine hıkd beslememek. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

 

Hıkd eden kimse; iftirâ, yalan ve yalancı şâhitlik ve dedikodu ve sır ifşâ etmek (açıklamak) ve alay etmek ve haksız olarak başkasını incitmek, hakkını yemek ve ziyâreti kesmek günâhlarına yakalanır. (Muhammed Hâdimî)

 

Gadab eden, kızan kimse, intikamını alamayınca, gadabı hıkd hâlini alır. (Muhammed Hâdimî)

 

HINÂS:

 

Hünsâlar. (Hünsâ)

 

HIRİSTİYANLIK:

 

Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak din olan Îsevîliğin bozulmuş şekli.

 

Hazret-i Îsâ'ya İncîl isminde bir kitab nâzil oldu (indi). Fakat yahûdîler bu kitabı seksen sene içinde yok ettiler. Asıl İncîl'i değiştirerek şahsî düşüncelerin ve bozuk inanışların yer aldığı yeni İncîller yazdılar, böylece hıristiyanlık dîni ortaya çıktı. (Manastırlı Hâcı Abdullah Abdi Bey)

 

Zamanla hıristiyanlık büyük devletlerin resmî dîni hâline gelince, Ortaçağda korkunç bir karanlık devir başladı. Hazret-i Îsâ'nın telkin ettiği insanlık, merhamet ve şefkât esasları tamâmen unutuldu. Bunun yerine hıristiyanlar taassubu, kin ve nefreti, düşmanlığı ve zulmü ele aldılar. Hıristiyanlık adı altında akla hayâle sığmaz mezâlim (zulüm ve haksızlıklar) yaptılar. İlmin ve fennin karşısına çıktılar. Galîle gibi dünyânın döndüğünü bildiren bir bilgini dinsizlikle ithâm ederek sözünü geri almazsa öldürmekle tehdit ettiler. İspanyol doktoru ve teoloğu (din bilgini) Michel Serve'yi de teslîsi (üçlü ilâh sistemini) ve hazret -i Îsâ'nın ilâhlığını reddetmek için yazdığı kitaptan dolayı, 1553'de Geneve'de diri diri yaktılar. Engizisyon mahkemeleri kurarak yüz binlerce insanı haksız yere dinsiz diyerek türlü türlü işkencelerle öldürdüler. Ancak Allah'a mahsus olan günâh affetme kudretini, papazlara verdiler. Hattâ para karşılığı Cennet'ten yerler sattılar. (Şemseddîn Sâmi ve Harputlu İshâk Efendi)

 

Hıristiyanlık dînine göre; insanlar günâhkâr olarak doğar, hazret-i Îsâ insanları bu günâhtan kurtarmak için dünyâya gelmiştir. Allah'ın oğludur. İnsanlar doğrudan doğruya Allah'tan bir şey isteyemezler, ancak râhibler (din adamları) insanların yerine Allah'a yalvarabilir ve onların günâhını affedebilirler. Hıristiyanlığın başında papa bulunur, papa günâhsızdır. İsmi İncîl'de bildirilmesine rağmen Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl etmezler. Onlarca vaftiz yâni yüze su serperek veya vücûdu suya batırarak yıkamak, ekmek üzerine şarap dökerek yemek, ibâdettir. (Harputlu İshâk Efendi ve El-Hac Abdullah bin El-Hac Destan Mustafa)

 

HIRKA-İ SEÂDET:

 

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmdan (Peygamberimizin arkadaşları ndan), Kâ'b bin Züheyr'e, yazdığı güzel kasîdesinden dolayı hediye ettiği bu hırka, İstanbul'da Topkapı Sarayı Müzesi Hırka-i Seâdet dâiresinde diğer kutsal emânetlerle birlikte muhâfaza edilmektedir. Asırlardan beri İslâm devletleri tarafından büyük bir ihtimâmla (titizlikle) korunan Hırka-i Seâdet, Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerîfi tarafından diğer kutsal emânetlerle birlikte Yavuz Sultan Selîm Han'a teslim edildi. Yavuz Sultan Selîm Han'ın mukaddes emânetlerle birlikte Mısır'dan İstanbul'a getirdiği Hırka-i seâdet bir müddet Harem dâiresinde kaldı. Daha sonra Topkapı Sarayı'nda Hırka-i Seâdet dâiresi yaptırılarak orada muhâfaza edilmeye başlandı.

 

Peygamber efendimize âit mübârek eşyâların, bilhassa Hırka-i Seâdet'in bütün müslümanların yanında çok büyük değeri ve özel bir yeri vardır. Osmanlılar zamânında her yıl Ramazan ayının on beşinci günü pâdişâhın ve diğer devlet ileri gelenlerinin katıldığı özel bir merâsimle (törenle) özel sandukası içinde bulunan Hırka-i Seâdet ziyâret edilirdi. Önce pâdişâh, sonra işâret ettiği kimseler sıra ile Hırka-i Seâdet'e yüzlerini ve gözlerini sürerek öperlerdi. Pâdişâh, üzerinde bir kıt'a yazılı bulunan tülbentleri Hırka-i Seâdet'e sürüp ziyârete gelenlere dağıtırdı. Merâsim bittikten sonra Hırka-i Seâdet sandukasını pâdişâhın kendisi kilitlerdi. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

 

HIRKA-İ ŞERÎF:

 

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında büyük velî Veysel Karânî hazretlerine verilmesini vasiyet ettiği mübârek hırkası. Veysel Karânî'ye hediye edilen bu hırka, İstanbul Fâtih'teki Hırka-i Şerîf Câmii'ndedir.

 

Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem vefâtı yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? dediler. "Üveys-i Karânî'ye verin. Alıp giysin ümmetime de duâ etsin" buyurdu.

 

Hazret-i Ömer ve hazret-i Ali, Hırka-i şerîfi Veysel Karânî'ye verdiler. Hırka-i şerîfi hürmetle (saygıyla) alıp, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Secdeye kapanıp şöyle duâda bulundu; "Yâ Rabbî! Sevgili Peygamber efendimiz, ben âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş" diyerek günâhkâr müslümanların affı için duâ etti. Bir çok günâhkâr müslümanın affolduğu bildirilince, Hırka-i şerîfi hürmetle giydi. (Molla Câmî, Ferîdüddîn Attâr, Ebû Nuaym)

 

Veysel Karânî, kendisine hediye edilen Hırka-i şerîfi savaşta dahi yanından ayırmayıp canı gibi muhâfaza ederdi. Veysel Karânî'nin vefâtından sonra titizlikle muhâfaza edilen Hırka-i şerîf, Şükrullah Efendi isminde bir şahıs tarafından 1618'de Osmanlı pâdişâhı Sultan İkinci Osman Hân'a getirilip hediye edildi. Sultan Abdülmecîd Han bu Hırka-i şerîfin muhâfaza edilmesi için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmii'ni yaptırdı. Her yıl Ramazân-ı şerîf ayında Şükrullah Efendinin torunları tarafından halka ziyâret ettirilen Hırka-i şerîf, üzerinde âyet-i kerîmeler yazılı altın işlemeli bir örtü içindedir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-7

 KARŞI SALDIRI (1128- 1146)


Tam namaza duracaktım ki, bir Frenk bana doğru koşup kolumdan tuttu ve yüzümü Doğuya çevirerek, “işte böyle ibadet edilir” dedi.


USAMA İBN MUNKÎD vakanüvis (1095- 1188)

 


ŞAM’DA KURULAN FESATLAR





İbn el-Kalanissi şöyle anlatmaktadır:


Vezir el-Mazdegâni, hergün olduğu gibi Şam kalesindeki Güller köşküne gitti. Bütün emirler ve askeri komutanlar buradaydılar. Meclis birçok işi konuştu. Kentin efendisi, Tuğtekin’in oğlu Börü burada olanların görüşlerini aldı, sonra herkes konağına gitmek için kalktı. Adet gereği vezirin en son çıkması gerekiyordu. Ayağa kalkınca, Börü yakın adamlarından birine işaret etti, o da el-Mazdegâni’nin kafasına kılıçla defalarca vurdu. Sonra kafasını kestiler ve iki parça halinde bedenini, kalleşlik yapanları Allahın ne hale getirdiğini herkes görsün diye Demirkapı’ya götürdüler.


Haşhaşiyunun koruyucusunun öldüğü birkaç dakika içinde Şam çarşılarında duyuldu ve hemen bir insan avı başladı. Muazzam bir kalabalık, ellerinde kılıçlar ve bıçaklarla sokaklara dağıldı. Bütün batıniler, akrabaları, dostları ve onlara sempati duyduğundan kuşkulanılan herkes kent içinde kovalandı, evlerinde yakalandı ve acımasıza boğazlandı. Şefleri, sur mazgallarında çarmıha gerilecektir. İbn el-Kalanissi’nin ailesinden çoğu, katliama faal olarak katılmıştır. Bu 1129 yılının Eylül ayında 57 yaşında bir yüksek memur olan vakanüvisin bizzat halk arasına karışmadığı düşünülebilir. Ama yazarkenki tonu, bu kanlı saatlerdeki zihin hali hakkında çok şey söylemektedir: Sabah her yer hatmilerden kurtulmuştu ve uluyan köpekler onların cesetleri içinde dalaşıyorlardı.


Şamlılar, haşhaşiyun müritlerinin kentlerine el koymalarına, açıkçası çok kızmışlardı. En çok kızan ise, tarikatın ve vezir el-Mazdegâni’nin elinde kukla olmayı kabul etmeyen Tuğtekin’in oğluydu. İbn el-Esir’e göre, bu olayda yalnızca basit bir iktidar mücadelesi değil, aynı zamanda Suriye başkentini kaçınılmaz bir felâketten kurtarmak söz konusudur: El-Mazdegâni, Frenklere, eğer Sûr kentini kendine bırakırlarsa, Şam’ı onlara teslim etmeyi önermek üzere mektup yazmıştır. Anlaşmaya varıldı. Hatta bunun bir cuma günü yapılması bile kararlaştırıldı. Nitekim, II. Baudouin’in birlikleri belli etmeden surların dibine gelecekler, silahlı bazı haşhaşiyun grupları onlara kapıları açarken, diğer gruplar da askerlerin ve önde gelen memurların Frenklerin kenti işgâl etmelerinden önce dışarı çıkmalarını önlemek üzere Ulucami’nin çıkışlarını tutacaklardır. Bu planın uygulamaya konulmasından birkaç gün önce, bundan haberdar olmuş olan Börü vezirini saf dışı bırakmakta acele etmiş, böylece halkın haşhaşiyunun üzerine saldırması için işaret vermişti.


Acaba bu fesat gerçekten kuruldu mu? Batınilere karşı ağzına geleni söylemesine rağmen, İbn el-Kalanissi’nin onları hiçbir zaman kenti Frenklere teslim etmeyi istemekle suçlamadığı bilindiğinde, bundan kuşku duyma eğilimi doğmaktadır. Ama İbn el-Esir’in anlatısı da gerçek dışı değildir. Haşhaşiyun ve müttefikleri el-Mazdegâni, hem halkın artan husumetinden, hem de Börü ve çevresinin entrikalarından ötürü kendilerini Şam’da tehdid altında hissetmektedirler. Üstelik, Frenklerin kenti ne pahasına olursa olsun ele geçirmeye kararlı olduklarını bilmektedirler. Aynı anda birçok düşmana karşı dövüşmektense, tarikat, Sûr gibi bir kutsal yeri elden kaçırmamaya bal gibi karar vermiş olabilirdi. Çünkü vaiz ve katillerini Hasan Sabah’ın müritlerinin ana hedefi olan Fatımîler’in yönetimindeki Mısır’a buradan gönderebilirdi.


Olayların devamı fesat tezini güçlendiriyora benzemektedir. Hayatta kalabilen tek tük batini, II. Baudouin’in koruması altında Filistin’e yerleşmiş, ona Hermon dağının eteğinde yer alan ve Kudüs-Şam yolunu denetim altında tutan güçlü Banyas kalesini vermiştir. Üstelik, bundan birkaç hafta sonra, güçlü bir Frenk ordusu Şam civarında kendini göstermiştir. Yaklaşık on bin süvari ve piyadeden oluşan bu ordunun askerleri yalnızca Filistin’den değil, aynı zamanda Antakya, Edessa ve Trablusşam’dan gelmektedirler, ayrıca Frenk ülkesinden yeni gelmiş yüzlerce savaşçıda onlara katılmıştır ve bunlar Şam’ı ele geçirme niyetlerini yüksek sesle ilân etmektedirler. Bunların içinde en fanatik olanları, bundan on yıl önce Filistin’de kurulmuş dinsel ve askeri bir tarikat olan Templierler’e mensupturlar.


İstilacılara karşı çıkacak kadar askeri olmayan Börü, eğer saldırıyı püskürtmeye yardım ederlerse iyi bir ödül vaadiyle, bazı göçebe Türk toplulukları ile bölgedeki bazı Arap kabilelerini aceleyle yardıma çağırmıştır. Tuğtekin’in oğlu, yağmaya girişmek için çabucak orduyu bırakacak olan bu paralı askerlere uzun zaman güvenemeyeceğini bilmektedir. Demek ki ilk kaygısı, çarpışmayı mümkün olduğunca çabuk başlatabilmektir. Bir Kasım günü, izcileri ona binlerce Frenk’in zengin Guta ovasında yağmaya çıktıklarını haber verirler. Hiç tereddüt etmeden ordusunun tamamını onların peşine yollar. Tamamen gafil avlanan Batılılar, çabucak kuşatılırlar. Şövalyelerden bazıları atlarına bile binme zamanı bulamayacaklardır. İbn el-Kalanissi şunları aktarmaktadır:


Türkler ve Araplar, öğleden sonra muzaffer, sevinçli ve ganimetle yüklü olarak geri döndüler. Halk sevindi, kalpler sevinçle doldu ve ordu Frenkler’e kendi kamplarında saldırmaya karar verdi. Ertesi sabah şafakla birlikte çok sayıda süvari hızla yola koyuldu. Birçok dumanın yükseldiğini görerek, Frenkler’in orada olduğunu sandılar, ama yaklaşınca düşmanın donanımlarını ateşe verip kampı bozduğunu farkettiler çünkü artık binecekleri hayvan kalmamıştı.


II.Baudouin bu başarısızlığa rağmen, birliklerini Şam’a karşı yeni bir saldırı için topladığında, eylül başında bölgeye müthiş bir sağanak yağmaya başlar. Frenkler’in kamp kurdukları alan muazzam bir çamur deryasına dönüşmüştür ve atlarla insanlar bunun içine batmışlardır. Kudüs kralı istemeye istemeye çekilme emri verir.


Başa geçtiğinde uçarı ve pısırık bir emir sanılmış olan Börü, Şam’ı tehdit eden iki önemli tehlikeyi, Frenkler’i ve haşhaşiyunu savuşturmayı başarmıştır. Uğradığı bozgundan ders çıkartan II. Baudouin, o kadar göz koyduğu kente karşı her tür yeni girişimden ebediyen vazgeçmiştir.


Fakat Börü bütün düşmanlarını sindirememiştir. Şam’a bir gün Türk tarzında yünlü ceket (avniye) ve ucu sivri papuçlar giymiş iki kişi gelir. Sabit ücretli bir iş aradıklarını söylerler ve Tuğtekin’de onları hassa alayına alır. 1131 yılının bir Mayıs sabahı, emir hamamından saraya dönerken, bu iki adam üstüne atlar ve onu karnından yaralar. İşleri bitirilmeden önce, haşhaşiyun tarikatı şeyhinin onları Alamut kalesinden, Tuğtekin’in oğlu tarafından yokedilen kardeşlerinin intikamını almak üzere gönderdiğini itiraf ederler.


İbn el-Kalanissi, suikast kurbanının başına birçok hekim ve özellikle de yara tımarında uzmanlaşmış cerrahlar çağrıldığını bildirmektedir. O sıralarda Şam’daki tıbbi düzey, dünyanın en ilerilerinden biridir. Dukak kentte bir hastane (maristan) kurmuştur, ikincisi de 1154’te inşa edilecektir. Bu hastaneleri birkaç yıl sonra ziyaret edecek olan seyyah İbn Cübeyir, onların nasıl işlediklerini tasvir edecektir.

Her hastanenin yöneticileri; hastaların adlarını, tedavileri ve beslenmeleri için gereken harcamalar ve diğer birçok bilginin kaydedildiği siciller tutmaktadırlar. Hekimler buraya her sabah gelmekte, hastaları muayene etmekte ve onları iyileştirebilecek ilaç ve gıdaların her hastaya uygun bir şekilde hazırlanmasını emretmektedirler.


Bu cerrahların gelmesinden sonra kendini daha iyi hisseden Börü, ata binmeye ve hergün olduğu gibi arkadaşlarıyla çene çalıp içki içmeye ısrarlı bir şekilde devam eder. Fakat bu aşırılıklar hasta için ölümcül olacaktır, yarası kapanmamaktadır. 1132 Haziranında, on üç ay süreyle korkunç acılar çektikten sonra ölür. Haşhaşiyun bir kez daha intikamını almıştır.


Börü, çok kısa olan saltanat döneminin belleklerde sürekli bir anı bırakmamasına rağmen, Arap dünyasının muzaffer karşı saldırısının ilk mimarı olabilirdi. Bu saltanat dönemi, aslında çok daha çaplı bir kişinin yükselme dönemine denk düşmüştür. Bu kişi, Halep ve Musul’un yeni efendisi Zengi’dir. İbn el-Esir onu Yüce tanrının Müslümanlara armağanı olarak nitelemekte tereddüt etmeyecektir.


Çok esmer, taraz taraz sakallı bu subay ilk bakışta, Frenkler’le olan bitmez tükenmez savaşta onu öncelemiş olan çok sayıdaki Türk komutanlardan hiç farklı değildir. Çoğu zaman zilzurna sarhoş olan, tıpkı onlar gibi amacına ulaşmak için her gaddarlık ve rezilliğe başvurmaya hazır bulunan Zengi de, çoğu zaman Müslümanlara karşı, Frenklere karşı olduğundan daha büyük hırsla çarpışmaktadır. 18 Haziran 1128’de Halep’e törenle girdiğinde, hakkında bilinenler hiç de cesaret verici değildir. En önemli başarısını, bir yıl önce Bağdat halifesinin Selçuklu koruyucularına karşı çıkardığı ayaklanmayı bastırarak sağlamıştır. İyi huylu el-Mustazhir 1118’de ölmüş ve tahtı oğlu el-Mustarşidbillah’a bırakmıştır. Mavi gözlü, kızıl saçlı, yüzü çilli olan bu yirmi beş yaşındaki genç adamın, Abbasi atalarının şanlı geleneğini canlandırma gibi bir tutkusu bulunmaktaydı. Bunun için durum uyguna benzemekteydi, çünkü sultan Muhammed ölmüş bulunuyor ve adet olduğu üzere bir veraset savaşı başlıyordu. Genç halife, birliklerinin komutasını bizzat ele almak için bundan yararlandı, ki böyle birşey iki yüzyıldan beri görülmemişti. Yetenekli bir hatip olan el-Mustarşid, başkent halkını arkasına almıştı.


Emir el-müminin çok uzun süren bir işe yaramazlık geleneğinden koparken, sultanlığa da yalnızca av partileri ve harem keyfiyle meşgul olan on dört yaşında bir genç geçmişti. El-Mustarşid, Muhammed’in oğlu Mahmut’a tepeden bakıyor ve ona sık sık İran’a dönmesini tavsiye ediyordu. Bu bal gibi Arapların Türklere karşı, onlara çok uzun zamandan beri egemen olan şu yabancı askerlere karşı isyanıydı. Bu halk hareketini önleyemeyen sultan, o sırada zengin Basra limanının valisi olan Zengi’yi çağırmıştı. Zengi’nin müdahalesi belirleyici olmuştur. Bağdat civarında yenilen halifenin birlikleri silahlarını teslim etmişler ve emir el-müminin, daha iyi günler beklemek üzere sarayına kapanmıştır. Sultan, Zengi’yi değerli yardımından ötürü ödüllendirmek üzere, onu birkaç ay sonra Musul ve Halep valiliğine getirmiştir.


Bu geleceğin İslam kahramanının savaşlarda kuşkusuz daha başka yararlılıklar göstereceği düşünülebilirdi. Ama Zengi birgün, Frenkler’e karşı cihadın ilk büyük savaşçısı olma ününü haklı bir şekilde elde edecektir. Ondan önceki Türk komutanlar, Suriye’ye, peşlerinde yağma yapmak ve alacakları ücret ve ganimetle geri dönmek için sabırsızlanan birlikler olduğu halde gelirlerdi. Ve zaferlerinin etkisi, izleyen yenilgi ile hemen sıfıra inerdi. Askerler terhis edilir, ertesi yıl tekrar askere çağrılırlardı. Zengi’yle birlikte adetler değişmiştir. Bu yorulmaz savaşçı, on sekiz yıl boyunca Suriye ve Irak’ı dolaşacak, çamurdan korunmak üzere saman üzerinde uyuyacak, kimileriyle savaşarak, kimileriyle anlaşma yaparak, herkese karşı entrika çevirecektir. Geniş topraklarındaki saraylarından birinde huzur içinde yaşamayı asla düşünmemiştir.


Çevresi, saraylılar ve yağcılardan değil, dinlemeyi bildiği deneyimli siyasal danışmanlardan oluşmuştur. Onu Bağdat, İsfahan, Şam, Antakya, Kudüs ve kendi evi Halep ve Musul’da olup bitenlerden sürekli haberdar eden bir muhbir şebekesine sahiptir. Frenkler’le çarpışan diğer orduların tersine, onunki her zaman ihanet etmeye ve aralarında kavga etmeye hazır çok sayıda özerk emirin komutası altında değildir. Bu orduda katı bir disiplin vardır ve en ufak hata acımasız bir şekilde cezalandırılmaktadır. Kemaleddin’e göre, ekili bir tarlaya zarar vermemek için iki ip arasında yürür gibidirler. İbn el-Esir ise kendi cephesinden şöyle anlatmaktadır:


Bir seferinde, Zengi’nin emirlerinden küçük bir kenti ikta olarak almış bir tanesi, zengin bir Yahudi tüccarın evine yerleşmişti. Tüccar, atabeyle görüşerek durumunu anlattı. Zengi emire şöyle bir baktı, o da evi hemen boşalttı. Halep’in efendisi, başkalarına gösterdiği katılığı kendine de göstermektedir. Bir kente gittiğinde, surların dışında çadırında uyumakta, emrine verilen saraylardan uzak durmaktadır.


Musullu tarihçiye göre, Zengi öte yandan kadınların, özellikle de askerlerin karılarının namusu konusunda çok duyarlıydı. Eğer iyi korunmazlarsa, kocalarının seferler sırasında uzun süren yoklukları nedeniyle çabucak yoldan çıkacaklarını söylerdi.


Katılık, sebat, devlet duygusu; bunlar Zengi’nin sahip olduğu, ama Arap dünyası yöneticilerinin dramatik bir şekilde yoksun oldukları niteliklerdir.


Geleceği ilişkin olarak daha da önemli olan konu, Zengi’nin meşruluk alanında çok duyarlı olmasıydı. Halep’e varır varmaz üç girişimde bulunmuş, üç simgesel hareket yapmıştır. Birincisi, artık klasikleşen, Rıdvan’ın İlgazi ve Belek’ten dul kalan kızıyla evlenmek olmuştur. İkincisi, ailesinin bu mülkte kök saldığını kanıtlamak üzere, babasının cenazesini kente aktarmak ve üçüncüsü de, sultan Mahmut’tan, atabeye Suriye ve Kuzey Irak’ta tartışmasız bir otorite aktaran resmi bir belge almak olmuştur. Zengi bu hareketleriyle gelip geçici bir maceracı değil de, ölümünden sonra sürmesi istenen bir devlet kurucusu olduğunu açıkça işaret etmektedir. Arap dünyasına getirdiği bu tutarlılık unsuru, etkisini ancak yıllarca sonra gösterecektir.

İç kavgalar, Müslüman hükümdarları ve atabeyin kendini daha uzun süre felç edeceklerdir.


Oysa zaman, geniş çaplı bir karşı-saldırı düzenlemeye uygunmuşa benzemektedir, çünkü Batılıların o zamana kadar gücünü sağlamış olan güzel dayanışma ciddi bir şekilde tartışmalı hale gelmiş gibi gözükmektedir. Frenkler’in arasına nifak girdiği söyleniyor, bu onlar için alışılmış bir durum değil. İbn el-Kalanissi sürdürmektedir: Hatta aralarında çarpıştıkları ve birçok ölü olduğu iddia ediliyor. Fakat vakanüvisin düştüğü şaşkınlık; Zengi’nin, kendi öz babasına karşı bir ittifak teklif eden Kudüs kralı II. Baudouin’in kızı Alix’ten bir mesaj aldığı gün uğradığının yanında hiç mertebesindedir.


Bu garip iş Şubat 1130’da, Antakya hükümdarı II. Bohémond kuzeyde savaşmaya gittiğinde, bundan otuz yıl önce I. Bohémond’u esir etmiş olan emir Danişmend’in oğlu Gazi tarafından kurulan pusuya düştüğünde başlamıştır. Babasından daha az talihli olan II Bohémond çarpışmada öldürülmüş, özenle tahnit edilen (bozulmaması için ilaçlanan) sarışın başı gümüş bir kutuya konulduktan sonra, halifeye armağan olarak gönderilmiştir. Ölüm haberi Antakya’ya ulaşınca, dul karısı Alix gerçek bir hükümet darbesi düzenlemiştir. Görünüşe göre, Antakya’nın Ermeni, Rum ve Süryani halkının desteğiyle şehrin denetimini ele geçirmişe benzemektedir ve bunun üzerine Zengi’yle temasa geçmiştir. Yeni bir Frenk kuşağının doğumunu haber veren ilginç bir tavır. Bu ikinci kuşağın artık istilanın öncüleriyle pek bir ortak yanı kalmamıştır. Annesi Ermeni olan ve Avrupa’yı hiç bilmeyen genç prenses, kendini Doğulu hissetmekte ve öyle davranmaktadır.

Kızının isyanından haberdar olan Kudüs kralı, ordusunun başında hemen kuzeye yürümüştür. Antakya’ya varmasından kısa bir süre önce, tesadüf eseri göz kamaştırıcı bir görünüşü olan bir şövalyeye rastlamıştır. Şövalyenin bembeyaz atının nalları gümüşten ve koşumları, yelesinden göğsüne kadar işlemeli zırhtandır. Bu, Alix’in Zengi’ye armağanıdır ve prensesin atabeyden yardımına gelmesini isteyen ve onun egemenliğini tanıyacağını vaadeden bir mektup da buna eşlik etmektedir. Baudouin, haberciyi astırdıktan sonra Antakya’ya doğru yoluna devam etmiş, kente hızla egemen olmuş, Alix ise, Hisardaki simgesel bir direnişten sonra teslim olmuştur. Babası onu Lazkiye limanına sürgün etmiştir.


Fakat Kudüs kralı bundan kısa bir süre sonra, Ağustos 1131’de ölmüştür. O zamanın adetine uygun olarak, Şamlı vakanüvis ona tam usulüne göre bir cenaze methiyesi düzmüştür. Frenkler, artık istilanın ilk günlerinde olduğu gibi, ancak bazı önderlerinin farkedilebildiği şekilsiz bir kitle değildir. İbn el-Kalanissi’nin vekayinamesi artık ayrıntılarla ilgilenmekte, hatta bir çözümleme taslağı bile çizmektedir:


“Baudouin, zamanın ve felâketlerin işleyerek düzelttiği bir yaşlı insandı. Birçok kereler Müslümanların eline düştü ve ünlü kurnazlıkları sayesinde kurtuldu. Onun ölümüyle, Frenkler en uyanık siyasetçilerini ve en yetkin yöneticilerini kaybettiler. Krallık iktidarı, onun arkasından onların ülkesinden yakınlarda deniz yoluyla gelen Anjou düküne geçti. Fakat bu adam verdiği kararlardan emin, yönetimde de etkili olmayan biriydi, öylesine ki, Baudouin’in kaybı Frenkler’i karışıklık ve düzensizliğin içine soktu.”


Üçüncü Kudüs kralı olan Anjou dükü Foulque kızıl ve sağlam yapılı biri olup, Alix’in ablası Mélisande’la evlenmiştir ve tam yeni gelmiş birisidir. Çünkü Baudouin, Frenk hükümdarların çoğu gibi erkek varise sahip olmamıştır. Epeyi ilkel sağlık koşullarına sahip oldukları kadar Doğu’daki hayat koşullarına alışamayan Batılılar, çok yüksek bir çocuk ölüm oranına sahiptirler ve bu da iyi bilinen bir doğa yasası uyarınca erkek çocukları daha fazla etkilemektedir. Batılılar düzenli hamama gitme adetini edinerek ve Arap hekimlere daha fazla başvurarak durumu iyileştirmeyi ancak zaman içinde öğrenebileceklerdir.


İbn el-Kalanissi, Batı’dan gelen varisin siyasal yeteneklerini küçümsemekte haklıdır, çünkü “Frenkler arasındaki nifak” bu Foulque’un döneminde en yüksek düzeyine çıkacaktır.



İktidarı ele alır almaz, Alix’in yönettiği yeni bir ayaklanmayla uğraşmak zorunda kalmış ve bu isyanı ancak zorlukla bastırabilmiştir. Sonra, bizzat Filistin’den isyan homurtuları gelmektedir. Israrlı bir söylenti, karısı Mélisande’ın, Hughes du Puiset adında genç bir şövalyeyle aşk ilişkileri içinde olduğunu iddia etmektedir. Bu olay, koca ile aşığın taraftarları arasında olmak üzere, Frenk soyluluğunun tam bir bölünmeye uğramasına neden olmuştur. Bu soyluluk artık yalnızca ağız dalaşları, düellolar, cinayet söylentileri içinde yaşamaktadır. Kendini tehdit altında hisseden Hughes, Askalan’da Mısırlılara sığınacak, onlar da onu sıcak bir şekilde karşılayacaklardır. Hatta ona Fatımi birliklerinden verilmiş, o da bunların sayesinde Yafa limanını ele geçirmiştir. Birkaç hafta sonra buradan atılacaktır.


Foulque, 1132 Aralığında Yafa’yı geri almak için birliklerini toplarken; Şam’ın yeni efendisi, Börü’nün oğlu genç atabey İsmail, haşhaşiyunun üç ay önce Frenkler’e teslim ettiği Banyas kalesini bir baskınla ele geçirmiştir. Fakat bu yeniden fetih münferit bir olaydan ibarettir. Çünkü kendi kavgalarının içinde boğulmuş olan Müslüman hükümdarlar, Batılıları çalkalayan uyuşmazlıklardan yararlanma yeteneğine sahip değillerdir. Bizzat Zengi de Suriye’de hemen hemen hiç görülmemektedir. Halep yönetimini yardımcılarından birine bırakarak halifeye karşı amansız bir mücadeleye girişmişe benzemektedir. Ama bu sefer, el-Mustarşid üste gelmiş gibi gözükmektedir.


Zengi’nin müttefiki sultan Mahmut, yirmi altı yaşında ölmüştür ve Selçuklu kabilesinin içinde bir kez daha yeni bir veraset savaşı çıkmıştır. Müminlerin hükümdarı, bu durumdan başını dikleştirmek için yararlanmıştır. Her taht adayına, camilerde onun adına hutbe okutturacağını vaadederek, durumun gerçek hakimi haline gelmiştir. Zengi endişelenmiştir. Birliklerini toplayarak, el-Mustarşid’i beş yıl önceki ilk çarpışmadaki kadar ağır bir yenilgiye uğratmak niyetiyle Bağdat üzerine yürümüştür. Fakat halife, Abbasi başkentinin kuzeyinde, Dicle üzerindeki Tikrit kasabası civarında onun karşısına binlerce adamıyla çıkmıştır. Zengi’nin birlikleri perişan edilmiş ve atabey de tam düşmanlarının eline geçecekken, birinin işe karışmasıyla kritik anda kurtulmuştur.


Bu, o sıralar hiç tanınmayan genç bir Kürt subayı olan Tikrit valisi Eyüp’tür. Hasmını ona teslim ederek halifenin lütfuna nail olmak yerine, bu asker atabeye nehri geçerek takipçilerinden kurtulması ve hızla Musul’a ulaşması için yardım etmiştir. Zengi, bu şövalyece hareketi asla unutmayacak, ona ve ailesine sarsılmaz bir dostlukla bağlanacak, bu da yıllarca sonra, Eyüp’ün oğlu Yusuf’un, Selahaddin adıyla daha fazla tanınan kişinin kariyerini belirleyecektir.


El-Mustarşid, Zengi’ye karşı kazandığı zaferden sonra, şanının zirvesine ulaşmıştır. Kendilerini tehdit altında hisseden Türkler, taht adaylarından yalnızca birinin, Mahmut’un kardeşi Mesut’un etrafında birleşmişlerdir. Yeni sultan, Ocak 1133’te tacını halifenin elinden giymek üzere Bağdat’a gitmiştir. Bu genelde basit bir formalitedir, ama el-Mustarşid töreni kendine göre değiştirmiştir. Bizim o dönemdeki “gazetecimiz” İbn el-Kalanissi sahneyi şöyle anlatmaktadır:

Emir el-müminin, imam, oturmuştur. Sultan Mesut huzuruna getirildi ve ona mertebesine uygun bir şekilde saygı sundu. Halife ona ard arda, sonuncusu siyah olan yedi hilat, değerli taş kakmalı bir taç, bilezikler ve altın bir gerdanlık verdi ve şöyle dedi: “Bunları minnetle al ve Allahtan halk içindeyken de, yalnız başınayken de kork”. Sultan etek öptü, sonra kendine ayrılan alçak iskemleye oturdu. Emir el-müminin bunun üzerine ona şöyle dedi: “Kendini iyi idare etmeyen diğerlerini yönetmeye ehil değildir”. Orada bulunan vezir bu sözleri Farsça olarak tekrarladı ve dilek ile methiyeleri yeniden söyledi. Daha sonra halife iki kılıç getirtti ve bunlarla birlikte kendi elleriyle dokuduğu iki filamayı ona törensel bir şekilde verdi. Görüşmenin sonunda, imam el-Mustarşid şunları söyleyerek sözü bitirdi: “Git, sana verdiklerimi götür ve minnettar kişilerin arasında yer al”.


Görünüşü biz yorumluyor olsak da, Abbasi hükümdarı kendine güvendiğini göstermiştir. Selçukluların birleşmeleri halinde doğmakta olan iktidarını tehdit etmekten başka birşey yapmayacaklarından emin olarak, Türk hükümdara saygısız bir şekilde vaaz vermiş, ama onu sultanlığının meşru sahibi olarak kabul etmekten de geri kalmamıştır. 1133’te her halükârda hâlâ fetih düşleri kurmaktadır. Haziranda askerlerinin başında, kenti ele geçirmeye iyice kararlı olarak ve bu fırsattan yararlanarak Zengi’nin işini bitirmek üzere Musul yönünde yola çıkmıştır. Sultan Mesut onu bu niyetinden vazgeçirtmeye uğraşmamış, hatta Suriye ve Irak’ı kendi otoritesi altında tek bir devlet halinde toplamasını telkin etmiştir. Bu fikir, gelecekte sık sık yeniden ısıtılacaktır. Fakat Selçuklu beyi bu önerileri yaparken, bir yandan da Zengi’ye, üç aydır Musul’u kuşatan ve hiçbir başarı elde edemeyen halifeye direnmesi için yardım etmektedir.


Bu başarısızlık, el-Mustarşid’in talihinin dönüm noktası olacaktır. Emirlerin çoğu tarafından terkedilecek ve Haziran 1135’te Mesut tarafından mağlup ve esir edilecektir. Mesut onu iki ay sonra vahşice katlettirecektir. Emir el-müminin çadırının içinde çıplak, kulakları ve burnu kesik, vücudunda yirmi kadar bıçak yarası olduğu halde bulunacaktır.


Tamamen bu çatışmanın içine dalmış olan Zengi, elbette Suriye işleriyle doğrudan ilgilenecek durumda değildir. Hatta eğer Börü’nün oğlu ve Şam’ın efendisi İsmail’den, 1135 Ocağında, mümkün olduğu kadar çabuk gelip şehrin yönetimini ele almasını isteyen umutsuz bir çağrı almasaydı, Abbasi iktidarının yeniden kurulması girişimini tamamen ezene kadar Irak’ta kalırdı. Börü kendisinden şehri en kısa zamanda ele geçirmesini istiyor ve şöyle diyordu: “Eğer herhangi bir gecikme olursa, Frenkler’i çağırmak ve Şam’ı her şeyiyle birlikte onlara teslim etmek zorunda kalacağım ve şehir halkının kanlarının sorumluluğu da İmadeddin Zengi’ye ait olacaktır”.


Hayatından endişelenen sarayının her köşe başında bir katilin pusuya yatmış olduğuna inanan İsmail, başkentinden ayrılmaya ve kentin güneyindeki Serhad kalesinde Zengi’nin koruması altına sığınmaya karar vermiş ve zaten hazinesi ile elbiselerini buraya taşıtmıştır.


Oysa Börü’nün oğlunun saltanatının başlangıcı umut verici olmuştur. İktidara on dokuz yaşında gelmiş, Banyas’ın geri alınmasının iyice kanıtladığı üzere harika bir dinamizm göstermişti. Kuşkusuz küstahtı ve ne babasının, ne de dedesi Tuğtekin’in danışmanlarına kulak asıyordu. Ama herkes bunu onun gençliğine vermeye hazırdı. Buna karşılık, Şamlıların hiç kaldıramadıkları şey, efendilerinin artan açgözlülüğü yüzünden sürekli olarak yeni vergiler koymasıydı.


Fakat durum ancak 1134’te trajik bir manzara almaya başlamış, eskiden Tuğtekin’in hizmetinde olan Ailba adında yaşlı bir köle efendisini öldürmeye kalkışmıştır. Ölümden ucu ucuna kurtulan İsmail, saldırganın itiraflarını bizzat elde etmek istemiştir. Köle, “Eğer böyle davrandımsa, bunun nedeni insanları senin kötü varlığından kurtararak tanrının lütfunu kazanmaktır. Fakirleri ve desteksizleri, zenaatkârları, gündelikçileri ve köylüleri perişan ettin” demiştir. Ve Ailba, kendi gibi İsmail’in ölmesini temenni edenlerin adlarını saymaya başlamıştır. Çıldıracak kadar bunalıma giren Börü’nün oğlu, adları sayılan bütün kişileri tutuklatmaya ve yargılamadan idam ettirmeye girişmiştir. Şamlı vakanüvis, Bu gayriadil infazlar ona yetmedi, diye anlatmaktadır. Öz kardeşi Sevinç’ten bile şüphelenerek ona en beter azabı çektirmiş, kardeşini bir hücrede açlıktan öldürmüştür. Kötülüğü ve adaletsizliği artık sınır tanımamaktadır.


İsmail bunun üzerine cehennemi bir döngünün içine girmiştir. Her idam, onda yeni bir intikam korkusu yaratmakta ve bundan kurtulmak için yeni idamlar emretmektedir. Bu durumu daha fazla sürdüremeyeceğini anlayarak, kendini Zengi’ye teslim etmeye ve Serhad kalesine çekilmeye karar vermiştir. Oysa, 1129 sonunda Börü’ye mektup yazarak, Frenkler’e karşı birlikte sefer düzenlemeye davet ettiğinden beri, Şamlılar eksiksiz bir şekilde Halep’in efendisinden nefret etmektedirler. Şam’ın efendisi bu teklifi hemen kabul ederken, ona en iyi subaylarının komutasında olan ve yanlarında talihsiz oğlu Sevinç’in de bulunduğu beş yüz süvari yollamıştır. Zengi onları iltifatla karşıladıktan sonra, hepsinin silahlarını alıp hapsetmiş ve Börü’ye de, eğer kendine kafa tutmaya cüret ederse rehinelerin ölüm tehlikesiyle karşılaşacakları haberini yollamıştır. Sevinç, ancak iki yıl sonra serbest bırakılmıştır.


1135’te, bu ihanetin anısı Şamlıların zihninde hâlâ canlıdır ve kentin önde gelenleri İsmail’in projelerinden haberdar olunca, buna bütün olanaklarıyla karşı çıkmaya karar vermişlerdir. Emirler, ileri gelenler ve başlıca köleler arasında toplantılar olmuştur, hepsi hem hayatlarını, hem de kentlerini kurtarmak istemektedir. Komploculardan bir grup, durumu İsmail’in annesi Zümrüt sultana anlatmaya karar vermiştir.


Şamlı vakanüvisin aktardığına göre:


(Hanım sultan) bunlardan dehşete düşmüştür. Oğlunu çağırtmış ve sert bir şekilde azarlamıştır. Sonra, iyilik yapma arzusundan, derin dinsel duygularından ve akıllılığından ötürü kötülüğü kökünden kurutmak istemiş ve durumun Şam ve Şam halkının lehine nasıl çözüleceğini düşünmeye başlamıştır. Bu olayın üstüne, olayları berraklıkla inceleyen sağduyulu ve deneyimli bir insanın yapacağı gibi eğilmiştir. Oğlunun kötülüklerini önlemek ve böylece onun sorumlusu olduğu artan düzensizliğe son vermek için ondan kurtulmaktan başka çare bulamamıştır.

Harekete geçmesi gecikmeyecektir.

Hanım sultan artık bu tasarıdan başka birşey düşünmüyordu. Oğlunun yanında ne köle, ne yamak hiç kimsenin bulunmadığı yalnız bir anını yakalamak için uğraştı ve böyle bir anda hizmetkârlarına onu acımadan öldürmeleri enirini verdi. Kendi de ne acı, ne de üzüntü gösterdi. Cenazeyi sarayın kimsenin bulamayacağı bir yerine taşıttı. Herkes İsmail’in düşüşüne sevindi. Tanrıya şükredildi ve hanım sultana methiyeler düzülüp, dualar edildi.


Acaba Zümrüt, öz oğlunu, onun Şam’ı Zengi’ye teslim etmesini önlemek için mi öldürtmüştür? Hanım sultanın üç yıl sonra bu aynı Zengi’yle evleneceği ve ona kentini işgâl etmesi için yalvaracağı bilindiğinde, bundan kuşku duyulabilir. Hanım sultan, Börü’nün başka bir kadından olma oğlu Sevinç’in intikamını almak için de davranmamıştır. O zaman herhalde İbn el-Esir’in getirdiği açıklamaya inanmak gerekmektedir: Zümrüt, İsmail’in başdanışmanının metresiydi ve oğlunun aşığını öldüreceğini ve belki de kendini de cezalandıracağını öğrenince eyleme geçmeye karar verdi.


Gerçek güdüleri ne olursa olsun, hanım sultan böylece müstakbel kocasını kolay bir fetihten mahrum etmiştir. Çünkü İsmail’in öldürüldüğü gün olan 3 Ocak 1135’te Zengi hâlâ Şam yollarındadır. Bundan bir hafta sonra ordusu Fırat’ı geçtiğinde, Zümrüt tahta diğer bir oğlunu, Mahmut’u geçirmiştir ve halk faal bir şekilde direnmeye hazırlanmaktadır. İsmail’in öldüğünden haberi olmayan atabey, teslim koşullarını onunla konuşmaları için temsilcilerini Şam’a göndermiştir. Elbette kibarca karşılanmışlar, ama durumdaki son değişikliklerden haberdar edilmişlerdir. Öfkelenen Zengi, geri dönmeyi reddederek kentin kuzey-doğusunda kamp kurmuş ve izcilerini nereden ve nasıl saldırabileceğini keşfe yollamıştır. Fakat savunucuların sonuna kadar çarpışmaya hazır olduklarını çabucak anlamıştır. Başlarında Tuğtekin’in eski bir arkadaşı, Zengi’nin yoluna defalarca çıkacak kurnaz bir Türk askeri olan Muyiniddin Unar vardır. Birkaç itiş kakıştan sonra, atabey bir uzlaşmaya varmanın yolunu arar. Görünüşü kurtarması için, kuşatma altındaki kentin yöneticileri ona saygılarını sunarlar ve tamamen itibari bir şekilde olmak üzere, egemenliğini tanırlar.


Böylece atabey mart ortasında Şam’dan uzaklaşır. Bu yararsız seferden etkilenen askerlerinin morallerini yükseltmek için, onları hemen kuzeye yöneltir ve şaşırtıcı bir hızla, içlerinde üzüntü verici ünüyle Maara’nın da bulunduğu dört Frenk kalesini ele geçirir. Bu başarılara rağmen saygınlığı lekelenmiştir. Şam önündeki başarısızlığını ancak iki yıl sonra parlak bir hareketle unutturmayı başarabilecektir. Çelişkili bir şekilde, ona o tarihte itibarına yeniden kavuşma fırsatını, Muyiniddin Unar istemeden sağlayacaktır.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak