16 Ocak 2023 Pazartesi

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-6


İŞGÂL (1100 - 1128)





SARIKLI BİR DİRENİŞÇİ





17 Şubat 1111 Cuma günü, kadı İbn el-Haşab, aralarında peygamber soyundan Haşimi bir şerifin, sufi dervişlerin, imamların, tüccarların olduğu kalabalık bir Halepli grup peşinde olduğu halde, Bağdat’ta sultanın camiine girer.

 


“Vaizi mimberden inmeye zorladılar ve mimberi kırdılar” diye anlatmaktadır İbn el-Kalanissi ve islamın insanları katleden ve kadınlarla çocukları köleleştiren Frenklerin yüzünden uğradığı felâketleri haykırmaya ve ağlamaya başladılar. Müminlerin ibadet etmesini engelledikleri için, sorumlular onları yatıştırmak üzere sultanın adına vaadlerde bulundular: İslamı Frenklere ve bütün kâfirlere karşı savunmak üzere ordular gönderilecekti.


Fakat bu iyi sözler asileri yatıştırmaya yetmez. Ertesi cuma, gösterilerini bu kez halifenin camiinde yaparlar. Muhafızlar onların yolunu kesmeye çalışınca, onları sert bir şekilde devirirler, oymalar ve kurandan ayetlerle süslenmiş ahşap mimberi parçalarlar ve bizzat halifenin kendine hakaret yağdırırlar. Bağdat büyük bir karışıklığın içine düşer.


Şamlı vakanüvis sahte bir saflık içinde şöyle anlatmaktadır:

O sırada, sultan Muhammed’in kız kardeşi ve halifenin karısı hanım sultan İsfahan’dan Bağdat’a muhteşem bir yükle geri dönüyordu: Değerli taşlar, muhteşem elbiseler, her cins koşum hayvanı ve bunların koşumları, hizmetkârlar, kadınlı erkekli köleler, nedimeler ve haset ve takdir uyandıran bir sürü şey daha. Kente varışı, yukarıda anlatılan olaylarla kesişti. Hükümdar karısının geri dönüşünün yarattığı sevinç ve sağlanması gereken güvenlik bu yüzden bozuldu. Halife el-Mustazhirbillah bundan hiç memnun olmadı. Olayın sorumlularını yakalatarak ağır cezalar verdirtmek istedi. Fakat sultan onu engelledi, bu insanların hareketini affetti ve emirler ile askeri komutanlara, Allah düşmanı kâfirlere karşı cihada hazırlanmaları için eyaletlerine geri dönmelerini emretti.


İyi huylu el-Mustazhir’in öfkeye kapılmasına genç karısının sıkıntıya sokulmasından daha çok, kendi başkentinde avazı çıktığı kadar bağrılan şu korkunç slogan neden olmuştur: “Rum beyi, halifeden daha Müslümandır”. Çünkü bunun ezbere bir suçlama olmadığını ve İbn el-Haşab’ın yönetimindeki göstericilerin bu bağırışlarla, halifenin divanına birkaç hafta önce gelen bir mesajı imâ ettiklerini bilmektedir. Bu mesaj, imparator Aleksios Komnenos’tan gelmiştir ve Müslümanlardan Frenklere karşı mücadele etmek ve onları topraklarımızdan atmak için Rumlarla birleşmelerini ısrarla istemektedir.


Konstantinopolis’in güçlü efendisiyle Halep’in küçük kadısı, Bağdat nezdinde paradoksal olarak aynı yönde girişimlerde bulunuyorlarsa, bunun nedeni, aynı Tancrède’in kendilerini aşağıladığını düşünmeleridir. Nitekim, Frenk “büyük emir”i, ona Batılı şövalyeleri Antakya’yı vasilevse geri vermeye yemin ettiklerini ve kentin düşmesinden bu yana on üç ay geçmesine rağmen sözlerini tutmadıklarını hatırlatmaya gelen Bizans elçilerine küstah bir şekilde kötü davranmıştır. Haleplilere gelince, Tancrède onlara yakınlarda çok aşağılayıcı bir anlaşma dayatmıştır: Ona yılda yirmi bin dinar haraç ödeyecekler, kentlerinin hemen yanındaki iki önemli kaleyi ona teslim edecekler ve saygı belirtisi olarak ona en güzel on atlarını vereceklerdir. Hep aynı pısırıklıkta olan Rıdvan bey, reddetmeye cüret edememiştir. Fakat anlaşma hükümleri duyulduğundan beri başkenti fokurdamaktadır.


Halepliler, tarihlerinin kritik anlarında, her zaman kendilerini bekleyen tehlikeleri heyecanla tartışmak üzere küçük gruplar halinde toplanma adetine sahip olmuşlardır. Önde gelen kişiler genelde Ulucami’de toplanmakta, kırmızı halıların üzerine bağdaş kurarak veya avluda, kentin aşı boyalı evlerine egemen minarenin gölgesinde oturmaktadırlar. Tüccarlar, Romalılar tarafından inşa edilmiş olan ve Halep’i batıdan doğuya, Antakya kapısından, gizemli Rıdvan’ın ikâmet ettiği Hisarın yasak mahallesine kadar kateden kemerli eski cadde boyunca, gün boyu görüşmektedirler. Merkezdeki bu ana cadde, uzun zamandan beri arabalara ve kafilelere kapalıdır. Yol, yüzlerce dükkân tarafından işgâl edilmiştir; bu dükkânlarda kumaşlar, amber veya incik boncuk, hurma, kabuklu fıstık veya baharat yığılıdır. Geçenleri güneşten ve yağmurdan korumak üzere, cadde ve ona açılan sokaklar kavşaklara dikilen ve yalancı mermerden kubbelerin üzerinden yükselen tahta bir tavanla tamamen kaplıdırlar. Özellikle hasırcılar, demirciler veya oduncular çarşılarına giden yolların köşelerinde olmak üzere, Halepliler, ağır bir kaynamış yağ, kızarmış et ve baharat kokusu içinde çok ucuza yemek satan çok sayıdaki koltuk lokantalarının önünde yarenlik etmektedirler. Düşük gelirli aileler, köfte, kızarmış börek, mercimek aşı gibi yemekleri çarşıdan satın almaktadırlar; yalnızca zenginler evlerinde yemek pişirebilmektedirler. Koltuk lokantalarının çok uzağında olmayan yerlerde, şerbetçilerin karakteristik şıngırtıları duyulmaktadır. Meyva hülasasından yapılan ve “şurup” denilen bu soğuk içecekleri Frenkler Araplardan alacaklar ve sıvı haline “sirop”, donmuş haline de “sorbets” diyeceklerdir.


Her sınıftan insanlar, öğleden sonraları hamamlarda bulunmaktadırlar; buraları akşam namazından önce temizlenilen ayrıcalıklı buluşma yerleridir. Sonra gece olunca, kent halkı Halep merkezinden ayrılarak, sarhoş askerlere karşı korunaklı mahallelerine çekilmektedirler. Buralarda da haberler ve söylentiler kadınların ve erkeklerin ağzında dolaşmakta, fikirler yol almaktadır. Öfke, heyecan veya cesaret kırıklığı, üç bin yıldan beri böyle vızıldayıp duran bu arı kovanını gündelik olarak sarsmaktadır.


İbn el-Haşab, Halep mahallelerinde sözü en çok dinlenilen kişidir. Odun tüccarı zengin bir ailenin çocuğudur, kentin yönetiminde öncelikli bir role sahiptir. Şii mezhebinden bir kadı olarak, büyük bir dinsel ve manevi otoritesi bulunmaktadır ve Halep’in en büyüğü olan cemaatinin kişiler arası veya mallara ilişkin uyuşmazlıklarını çözme işini yüklenmiştir. Aynı zamanda reistir, bu da onu hem tüccar kâhyası, hem halkın çıkarlarını bey nezdinde savunan kişi ve kent milisinin komutanı haline getirmektedir.


Fakat İbn el-Haşab’ın faaliyeti, zaten çok geniş olan resmi işyerinin çerçevesini aşmıştır. Çok sayıda “yanaşma”yla çevrelenmiş olarak, Frenklerin gelişinden beri vatansever ve imancı bir fikir hareketini yönetmekte ve istilaya karşı daha sıkı bir tavır benimsenmesini istemektedir. Rıdvan beye, uyuşmacı, hatta köleci siyaseti hakkında düşündüklerini söylemekten çekinmemektedir. Tancrède Selçuklu hükümdarından Ulucamiin minaresinin üzerine bir haç konulmasını istediğinde, kadı bir ayaklanma çıkartmış ve haçın Aya İrini katedraline taşınmasını sağlamıştır. Rıdvan, o zamandan beri bu öfkesi burnunda kadıyla çatışmaya girmekten kaçınmaktadır. Hisarına kapanarak, haremi, muhafızları, camii, su kaynağı ve yeşil atmeydanı içinde yaşayan Türk beyi, uyruklarının duyarlıklarını kullanmayı tercih etmektedir. Kendi otoritesi tehlikeye girmedikçe, kamuoyuna hoşgörü göstermektedir.


Fakat İbn el-Haşab Mayıs 1111’de, kent halkının aşırı memnuniyetsizliğini Rıdvan’a bir kez daha ifade etmek üzere Hisar’a çıkmıştır. İnananlar, İslam ülkesine yerleşen kâfirlere haraç ödemekten utanç duymakta ve tüccarlar, Antakya’nın çekilmez hükümdarının Halep’ten Akdeniz’e giden yolların tamamını denetim altına almasından ve kervanları haraca bağlamasından bu yana ticaretlerinin çöktüğünü görmektedirler diye açıklamıştır. Mademki kent artık kendini kendi olanaklarıyla savunamaz, o halde kadı, sünni ve şii cemaatinin önde gelenlerinden, tüccarlardan ve din adamlarından oluşturulacak bir kurulun Bağdat’a giderek, sultan Muhammed’den yardım istemesini önermiştir. Rıdvan’ın, Selçuklu kuzenini beyliğinin işlerine karıştırmaya hiç niyeti yoktur. Gene Tancrède’le uyuşmayı tercih etmektedir. Fakat Abbasi başkentine yollanan kurulların hiçbir işe yaramamış olmaları karşısında, uyruklarının talebine uymanın hiçbir tehlikesi olmayacağını düşünmüştür.


Ama bunda yanılmaktadır. Çünkü beklenenin tamamen tersine, Bağdat’taki 1111 Şubat gösterileri İbn el-Haşab’ın umduğu etkiyi yapmışlardır. Sayda’nın düştüğünden ve Haleplilere dayatılan anlaşmadan yeni haberdar olan Sultan, Frenklerin ihtirasından kaygılanmaya başlamıştır. İbn el-Haşab’ın taleplerine katılarak, Musul’un o andaki valisi emir Mevdud’a, güçlü bir ordunun başında hiç gecikmeden yürüyüşe geçme ve Halep’i kurtarma emrini vermiştir. İbn el-Haşab geri dönüp görevinde başarı kazandığını haber verince, Rıdvan bey bunun boşa çıkmasına dua ederek, sevinmiş gibi yapmıştır. Hatta kuzenine aceleyle haber göndererek, onun yanında cihada katılmak istediğini bildirmiştir. Ama Temmuzda, sultanın birliklerinin gerçekten onun kentine yaklaştıkları haber verildiğinde, şaşkınlığını artık gizlememiştir. Bütün kapılara barikatlar koydurtmuş, İbn el-Haşab’ı ve başlıca yandaşlarını tutuklatıp, onları Hisar’daki zindana attırtmıştır. Türk askerlere, halk ile “düşman” arasındaki her tür teması önlemek üzere mahallelerde gece gündüz nöbet tutmaları emrini vermiştir. Olayların devamı, onun tavır değiştirmesini kısmen doğrulayacaktır.


Rıdvan beyin sağlayacağı iaşeden yoksun kalan sultanın birlikleri, Halep civarını vahşice yağmalayarak intikam almışlardır. Sonra, Mevlud ile diğer emirlerin arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden, ordu hiçbir çarpışmaya girmeden dağılmıştır.


Mevdud iki yıl sonra, Rıdvan hariç bütün Müslüman hükümdarları biraraya getirmeye sultan tarafından memur edilmiş olarak Suriye’ye döner. Halep ona yasak olduğu için, karargâhını çok doğal olarak diğer büyük şehir Şam’da kurar ve Kudüs krallığına karşı geniş çaplı bir saldırının hazırlıklarına girişir. Ona ev sahipliği yapan atabey Tuğtekin, sultanın temsilcisinin ona gösterdiği saygıdan çok mutluymuş gibi yapmaktadır, ama Rıdvan kadar dehşete kapılmış durumdadır. Mevdud’un başkentini ele geçirmeye uğraşmasından kaygı duymaktadır, emirin her hareketini geleceğe yönelik bir tehdid olarak algılamaktadır.


Şamlı vakanüvis, emir Mevdud’un 2 Ekim 1113’te, kentin sekiz kapısından biri olan Demirkapı yakınlarındaki kampından ayrılarak, her gün olduğu gibi topal atabeyle birlikte Emevi camiine gittiğini söylemektedir.


Namaz bitip de, Mevdud ilâve birkaç dua daha okuduktan sonra, Tuğtekin emiri şereflendirmek üzer önden giderek, ikisi camiden ayrıldı. Etrafları her çeşit silah taşıyan askerler, muhafızlar, milislerle çevrelenmişti: İnce uzun kılıçlar, ucu sivri kılıçlar, palalar ve kınlarından çekilmiş hançerler sık bir çalılık gibi görünüyorlardı. Hemen çevrelerinde, halk onların süslü kıyafetlerini ve ihtişamlarını görmek üzere izdiham yaratıyordu.


Caminin arkasına vardıklarında, kalabalıktan biri çıkıp, sanki Allaha onun adına dua eder ve ondan sadaka istermişçesine emir Mevdud’a yaklaştı. Onu aniden kaftanının kuşağından yakaladı ve bıçağını göbeğinin üstüne iki kere indirdi. Atabey Tuğtekin geriye doğru birkaç adım attı ve refakatçileri etrafını çevirdiler. Mevdud’a gelince, kendine çok hakim bir şekilde caminin kuzey kapısına kadar yürüdü, sonra yere devrildi. Bir cerrah getirdiler, o da yaraların bir kısmını dikmeyi başardı, ama emir birkaç saat sonra öldü. Tanrı ona merhamet etsin!


Tam Frenklere saldıracağı sırada Musul valisini kim öldürdü? Tuğtekin, Rıdvan ile dostları haşhaşiyun tarikatını itham etmekte acele etmiştir. Fakat o çağı yaşayanların çoğuna göre, katili bir tek Şam’ın efendisi silahlandırabilirdi. İbn el-Esir’e göre, bu cinayetten çok etkilenen kral Baudouin, Tuğtekin’e çok aşağılayıcı bir mesaj göndermiştir: Önderini tanrısının evinde öldüren bir millet yok edilmeyi haketmektedir, demiştir. Sultan Muhammed’e gelince, yardımcısının öldüğünü söylediklerinde öfkeden ulumuştur. Bu olayın doğrudan kendine hakaret olduğunu düşünürek, Halep’tekiler kadar Şam’dakiler de dahil bütün Suriyeli yöneticileri kesinlikle hizaya getirmeye karar vermiştir. Bu amaçla onbinlerce askerden oluşan bir ordu meydana getirmiş, komutan olarak Selçuklu kabilesinin en iyi subaylarını atamış ve bütün Müslüman hükümdarlara, Frenklere karşı kutsal cihad ödevini yerine getirmek üzere kendine katılmalarını sert bir şekilde emretmiştir.


Sultanın büyük ordusu 1115 ilkbaharında Orta Suriye’ye vardığında, onu çaplı bir sürpriz beklemektedir.



Kudüs kralı Baudouin ve Şam atabeyi Tuğtekin burada, birlikleriyle beraber yan yanadırlar, ayrıca Antakya, Halep ve Trablusşam birlikleri de onlara katılmıştır. Suriye’nin Müslüman olsun, hıristiyan olsun, sultan tarafından aynı derecede tehdid edildiklerini düşünen bütün hükümdarları birleşmeye karar vermişlerdir ve Selçuklu ordusu birkaç ay içinde başı önde geri çekilmek zorunda kalmıştır. Muhammed bunun üzerine, Frenk sorunuyla bir daha ilgilenmeyeceğine yemin etmiştir. Sözünü tutacaktır.


Müslüman hükümdarlar tamamen sorumsuz davrandıklarının yeni kanıtlarını sağlarlarken, iki Arap kenti, iki ay arayla yabancı istilasına direnmenin hâlâ mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Sayda’nın 1110 Aralığında teslim olmasından sonra, Frenkler Sina’dan Antakya’nın kuzeyindeki “Ermenioğlu’nun ülkesi” ne kadar bütün kıyı kesimine (“Sahel”) egemen hale gelmişlerdir. Ancak bunun iki istisnası vardır: Askalan ve Sûr. Ard arda elde ettiği zaferlerden cesaret alan Baudouin, onların kaderlerini gecikmeden belirlemeye kararlıdır. Askalan bölgesi, kırmızımtrak soğanlarıyla ünlüdür; bunlara “Askalanlı” denilmektedir ve Frenkler bunu “échalote” haline getirmişlerdir. Ama asıl önemi askeridir, çünkü Kudüs krallığına karşı sefer düzenledikleri her seferinde, Mısır birliklerinin toplanma noktasını meydana getirmektedir.


Baudouin, 1111’den itibaren kent surlarının altında gösteri yapmaya başlamıştır. Askalan’ın Fatımi valisi Şemsülhilafe (Halifeliğin güneşi), İbn el-Kalanissi’nin dediği gibi savaştan çok ticarete eğilimli biri olarak, Batılıların güç gösterisi karşısında hemen korkuya kapılmıştır. Hiçbir direnme göstermeden onlara yedi bin dinar haraç ödemeyi kabul etmiştir. Bu beklenmedik boyun eğme nedeniyle kendini aşağılanmış hisseden kentin Filistinli halkı, Kahire’ye elçi göndererek valinin azledilmesini istemiştir. Bunu öğrenen ve vezir el-Efdal’in kendini hıyanetinden ötürü cezalandıracağından korkan Şemsülhilafe, Mısırlı memurları kovup, kendini düpedüz Frenklerin koruması altına sokarak bundan kurtulmaya çalışmıştır. Baudouin’in ona gönderdiği üç yüz adam, Askalan kalesini ele geçirmiştir. Buna çok kızan kent halkı gene de cesaretini kaybetmemiştir. Camilerde gizli toplantılar yapılmakta, planlar oluşturulmaktadır. Bu durum, Şemsülhilafe’nin konutundan atla çıktığı şu 1111 Temmuz gününe kadar sürmüştür. O gün bir grup yeminli kişi ona saldırıp, bıçaklarla delik deşik etmiştir. Bu ayaklanma işaretidir. Silahlı kent halkı ve onlara katılan valinin muhafız birliğinden Berberi askerler hisara saldırmışlardır. Frenkler, kulelerde ve surlar boyunca kapana kısılmışlardır. Baudouin’in adamlarından hiçbiri kurtulmayı başaramayacaktır. Kent, kırk yıl boyunca Frenk egemenliğinden kurtulacaktır.


Askalan’daki direnişçilerin kendisini maruz bıraktıkları aşağılanmanın intikamını almak üzere, Baudouin antik Fenike kenti Sûr’un (Tyrus) üzerine atılmıştır. Frenklerin kıtasına adını verecek olan Evropa’nın öz kardeşi prens Kadmas, alfabeyi bütün Akdeniz’e yaymak için bu kentten yola çıkmıştır. Sûr’un etkileyici surları, hâlâ şanlı tarihini hatırlatmaktadırlar. Kent üç taraftan denizle çevrilidir, yalnızca Büyük İskender tarafından inşa ettirilmiş olan dar bir kıstak onu anakaraya bağlamaktadır. Alınamaz olmakla ünlü olan bu kentte, 1111’de yeni işgâl edilmiş kentlerden gelme çok sayıda mülteci vardır. İbn el-Kalanissi’nin aktardığı üzere, bunlar savunma esnasında başat bir rol oynayacaklardır. İbn el-Kalanissi’nin anlatısı birinci elden kaynaklara dayanıyormuşa benzemektedir.


Frenkler hareketli bir kule kurmuşlar ve ona korkutucu bir etkinlikle bir koçbaşı takmışlardı. Surlar sarsıldı, taşların bir kısmı parçalanarak uçtu ve kuşatma altındakiler felâketin eşiğine geldiler. Tam bu sırada, dökmecilik alanında bilgileri olan ve savaş konusunda deneyimleri bulunan Trabluslu bir denizci, kaleyi savunanların ellerinde tutacakları ipler aracılığıyla koçbaşına kafadan ve yanlardan takılacak kancalar yapmaya girişti. Kaledekiler bu kancaları öyle bir çekiyorlardı ki, ahşap kulenin dengesi bozuldu. Frenkler, kulenin devrilmemesi için kendi koçbaşlarını birçok kereler kırmak zorunda kaldılar.


Yeniden denemeye girişen saldırganlar, hareketli kulelerini surların ve tahkimatın dibine itmeyi başarmışlar ve başı 10 kilodan daha ağır dökme bir parçadan oluşan, 60 arış uzunluğunda yeni bir koçbaşıyla kale bedenlerini dövmeye başlamışlardır.


Şamlı vakanüvis devam etmektedir:


Beceriyle yerleştirilen birkaç kalas sayesinde, içleri pislik ve bok dolu küpleri yukarı çıkarttı, bunları Frenklerin üstüne döktüler. Üzerlerine yayılan kokudan boğulan Frenkler, artık koçbaşını kullanamıyorlardı. Denizci bunun üzerine, zeytinyağ, bitüm, odun, reçine ve gül ağacı kabuğu doldurduğu üzüm küfeleri ve sepetlerini alarak, bunları Frenk kulesinin üzerine attı. Kulenin tepesinde yangın çıktı ve Frenkler bunu sirke ve suyla söndürmeye uğraşırlarken, Trabluslu alevleri azdırmak için, aceleyle içi kaynamış yağ dolu başka sepetler attı. Ateş kulenin bütün tepesini sardı, yavaş yavaş aşağılara indi ve bütün ahşap bölümleri kapladı.


Yangını söndürmekte aciz kalan saldırganlar, sonunda kuleyi boşaltmışlar ve kaçmışlardır. Savunucular bundan yararlanarak bir huruç yapmışlar ve terkedilen çok miktarda silahı ele geçirmişlerdir.


İbn el-Kalanissi muzaffer bir edayla şöyle tamamlamaktadır:


Bunu gören Frenkler cesaretlerini kaybettiler ve kamplarındaki barakaları ateşe vererek geri çekildiler.



Tarih 10 Nisan 1112’dir. Sûr halkı, 133 günlük bir kuşatmanın sonunda, Frenklere yankı uyandıran bir bozgun tattırmıştır.


Bağdat’taki ayaklanmalar, Askalan isyanı ve Sûr direnişinden sonra bir isyan rüzgârı esmeye başlamıştır. İstilacılara ve gevşeklik hatta ihanetle itham ettikleri birçok Müslüman yöneticiye aynı kini duyan Arapların sayısında artış olmaktadır. Bu durum, özellikle Halep’te sıradan bir öfke olmaktan çabucak çıkmıştır. Şehir halkı, kadı İbn el-Haşab’ın yönetimi altında kaderine egemen olmaya karar vermiştir. Yöneticilerini kendileri seçecek ve izlenecek siyaseti onlara bildireceklerdir.


Kuşkusuz birçok yenilgi, birçok hayal kırıklığı meydana gelecektir. Frenk yayılması sona ermemiştir ve küstahlıkları sınır tanımamaktadır. Fakat artık, Halep sokaklarından yola çıkan bir taban unsurunun Arap Doğu âlemini yavaş yavaş kapsamasına ve iktidara bir gün doğru, cesur ve kaybedilmiş toprakları yeniden fethedebilecek insanları taşımasına tanık olunacaktır.


Halep bu noktaya ulaşmadan önce, tarihinin en belirsiz dönemini geçirecektir. 1113 Kasım ayının sonunda İbn el-Haşab, Rıdvan’ın Hisardaki sarayında ağır hasta olduğunu öğrenince, dostlarını toplamış ve müdahale etmeye hazır olmalarını istemiştir. Rıdvan bey 10 Aralıkta ölmüştür. Haber duyulunca, silahlı milis grupları mahallelerine dağılarak, başlıca binaları işgâl etmişler ve Rıdvan’ın çok sayıda yandaşını, özellikle de haşhaşiyun tarikatı mensuplarını yakalayarak, Frenk düşmanla işbirliğinden ötürü hemen idam etmişlerdir.

Kadının amacı iktidarı bizzat ele geçirmek değil de, Rıdvan’ın oğlu olan yeni beyi Alparslan’ı babasınınkinden farklı bir siyaset izlemesi konusunda etkilemektir. Çok kekeme olduğundan “dilsiz” adı takılmış olan bu on altı yaşındaki genç, ilk günler esnasında İbn el-Haşab’ın militanca siyasetini onaylıyor gibidir. Rıdvan’la çalışan herkesi tutuklatmış ve halkın saklamadığı sevinç gösterileri içinde hemen kafalarını kestirtmiştir. Kadı kaygılanmıştır. Genç beye, kenti bir kan gölüne çevirmemesini, yalnızca hainleri ibret olsun diye cezalandırmakla yetinmesini tavsiye etmiştir. Erkek kardeşlerinden ikisini, birçok askeri, bazı hizmetkârları ve genelde kendine uymayan kim varsa idam ettirmiştir. Kentliler müthiş gerçeği yavaş yavaş anlamaktadırlar: Bey delidir. Bu dönemi anlayabilmemiz için en iyi kaynak, Halepli bir diplomat- yazar olan Kemaleddin’in, bu olaylardan bir yüzyıl sonra, o çağı yaşayanların tanıklıklarına dayalı olarak yazdığı vekayinamedir.


Alparslan, bir gün emirlerden ve önde gelen kişilerden bazılarını topladı ve onları Hisarın içinde yapılmış bir cins dehlizde gezdirdi.


— Hepinizin boynunu burada vurdurtsam ne derdiniz?


— Biz efendimizin emirlerine tâbi köleleriz, diye cevap verdiler talihsizler, bir tehdidi bir şakaymış gibi alarak.


Ve zaten elinden de bu sayede kurtuldular.


Genç delinin etrafı boşalmakta gecikmemiştir. Ona artık yalnızca bir kişi yaklaşmaya cesaret edebilmektedir: Hadım kölesi Lulu (inci). Ama o da hayatından endişelenmeye başlamıştır.



1114 Eylülünde, efendisi uyurken onu öldürmüş ve tahta Rıdvan’ın altı yaşında olan başka bir oğlunu çıkartmıştır.


Halep, anarşinin içine her gün biraz daha batmaktadır. Hisarda, denetimsiz köle ve asker grupları birbirlerini boğazlarken, silahlı şehirliler yağmacılardan korunmak için kent sokaklarında devriye gezmektedirler. Bu ilk dönemde, Antakya Frenkleri Halep’i felç eden bu kaostan yarar sağlamanın peşine düşmemişlerdir. Tancrède, Rıdvan’dan bir yıl önce ölmüştür ve Kemaleddin’in vekayinamesinde Sircal olarak söz ettiği ardılı Sire Roger, büyük çaplı bir harekâta girişecek kadar güvene henüz sahip olamamıştır. Fakat bu duraklama kısa süreli olmuştur. Antakya kontu Roger, 1116’da Halep’e giden bütün yolları denetlediğinden emin olarak, kendi çevreleyen kaleleri birbiri ardına işgal etmiş ve hiçbir direnme olmadığından, Mekke’ye hacca giden herkesten bir vergi almayı da başarmıştır.


Hadım Lulu Nisan 1117’de katledilmiştir. Kemaleddin’e göre, refakatindeki askerler ona bir komplo düzenlemişlerdir. Kentin doğusunda yürürken, bunlar birdenbire yaylarını gererek, onu hayvan avlayacaklarına inandırmak üzere “tavşan var, tavşan var” diye bağırmışlardır. Aslında okla delik deşik ettikleri Lulu’nun ta kendisidir. O ölünce, iktidarı başka bir köleye geçmiş, o da duruma egemen olamayarak Roger’den kendine yardıma gelmesini istemiştir. Bunun üzerine anlatılamaz bir kaos çıkmıştır. Frenkler kenti kuşatmaya hazırlanırlarken, askerler Hisarın denetimi için aralarında dövüşmeye devam etmektedirler. İbn El Haşab, bu durumda vakit kaybetmeden harekete geçmeye karar verir. Kentin önde gelen kişilerini toplar ve sonuçlarının ağır olacağı sonradan görülecek bir tasarı sunar. Onlara, Halep’in bir sınır kenti olarak Frenklere karşı cihadın öncüsü olması gerektiğini, bu yüzden yönetimin güçlü bir emire ve belki de bizzat sultana bırakılması gerektiğini söyler. Böylece kent, kendi kişisel çıkarlarını islamiyetinkilerin önüne geçiren yerel bir beyin oyuncağı olmayacaktır. Kadının önerisi onaylanır, ama çekinceler de vardır, çünkü Halepliler bağımsızlıklarını kıskançlıkla korumak istemektedirler. Daha sonra muhtemel adaylar gözden geçirilir. Sultan? Artık Suriye’den söz edildiğini duymak bile istememektedir. Tuğtekin? Belli bir çapı olan tek Suriyeli hükümdardır, ama Halepliler bir Şamlıyı asla kabul etmezler. Bunun üzerine İbn el-Haşab, Mardin valisi olan bir Türk emirini, İlgazi beyi önerir. Her zaman örnek alınacak bir şekilde davranmamıştır. Bundan iki yıl önce, sultana karşı İslam-Frenk ittifakını tutmuştur ve ayyaşlığıyla ünlüdür. İbn el-Kalanissi, İlgazi şarap içtiğinde, günlerce avanak avanak dolaşıyor, bir emir veya talimat vermek üzere aklını toplayamıyordu, demektedir. Fakat sade bir asker bulmak için çok aramak gerekmektedir. Ve İbn el-Haşab, İlgazi’nin cesur bir savaşçı olduğunu, ailesinin Kudüs’ü uzun zaman yönettiğini ve kardeşi Sökmen’in Frenklere karşı Harran zaferini kazandığını ileri sürer. Çoğunluk sonunda onun görüşüne katılır. İlgazi davet edilir ve 1118 yılında Halep kapılarını ona bizzat kadı açar. Emirin ilk işi Rıdvan’ın kızıyla evlenmek olur; bu hareket, yeni efendi ile kent arasında birlik kurulduğunu simgelemekte ve aynı zamanda yeni efendinin meşruluğunu belirlemektedir. İlgazi birliklerini çağırır.


Frenk istilasının başlamasından yirmi yıl sonra, Kuzey Suriye’nin başkenti ilk kez dövüşmek isteyen bir öndere sahip olmuştur. Sonuç şimşek hızıyla gelir. 28 Haziran 1119’da Halep efendisinin ordusu, iki kentin ortasındaki Sarmeda ovasında Antakya ordusuyla karşılaşır. Kum taşıyan sıcak ve kuru bir rüzgâr olan Hamsin savaşçıların gözlerine doğru esmektedir. Kemalleddin sahneyi şöyle anlatmaktadır:


İlgazi emirlerine, cesurca çarpışacaklarına, iyi tutunacaklarına, geri çekilmeyeceklerine ve cihad için hayatlarını feda edeceklerine yemin ettirdi. Sonra Müslümanlar küçük dalgalar halinde yayıldılar ve geceyi geçirmek üzere Sire Roger’nin birliklerinin yanına üslendiler. Frenkler, gün doğarken kendilerini dört bir yandan çevirmiş olan Müslümanların sancaklarının aniden üstlerine geldiğini gördüler. Kadı İbn el-Haşab beyaz kısrağının üzerinde, mızrağı elinde ilerledi ve bizimkileri çarpışmaya itti. Onu gören askerlerden biri aşağılayıcı bir sesle bağırdı: “Memleketimizden bir sarıklıyı izlemek için mi geldik?”. Fakat kadı askerlere doğru yürüdü, saflar arasında dolaştı ve güçlerini harekete geçirmek ve morallerini yükseltmek için onlara öylesine bir nutuk çekti ki, adamlar duygulanıp ağladılar ve ona hayran oldular. Sonra her bir cepheden aynı anda yüklenildi. Oklar bir çekirge bulutu gibi uçuyorlardı.


Antakya ordusu yokedilmiştir. Bizzat Sire Roger de, kafası burun hizasından yarılmış olarak cesetlerin arasında yatmaktadır.


Zaferi bildiren haberci, Halep’e Müslümanların Ulucamide saflar halinde öğle namazını bitirdikleri sırada ulaştı. Bunun üzerine batı tarafından büyük bir bağırtı duyuldu, ama hiçbir savaşçı kente ikindi namazından önce dönemedi.


Halep, zaferini günlerce kutlar. Şarkılar söylenir, içilir, koyunlar kesilir; askerlerin getirdikleri sancaklara, zırhlarına, örme vücut zırhlarına veya fakir bir esirin kellesinin kesilmesine itiş kakış bakılır- zenginler, kurtarmalık karşılığı geri verilmektedir-. Meydanlarda İlgazi’nin onuruna irticalen söylenilen destanlar dinlenir: Allahtan sonra sana güveniriz. Halepliler, yıllardan beri Bohémond’un, Tancrède’in sonra da Roger’nin yarattığı dehşet içinde yaşamışlardır; içlerinden çoğu, sonunda Trablus’taki kardeşleri gibi ölüm ile sürgün arasında seçim yapmaya zorlanacakları anı bir kadermiş gibi beklemeye başlamıştır. Sarmeda zaferiyle birlikte, kendilerini yeniden doğmuş gibi hissetmektedirler. İlgazi’nin zaferi Arap aleminde heyecan yaratmıştır. İbn el-Kalanissi, Geçmiş yıllarda İslama hiç böyle zafer nasip olmamıştı, diye haykırmaktadır.


Bu aşırı sözler, İlgazi’nin zafer kazanmasından önce hüküm sürmekte olan aşırı moral bozukluğunu açıklamaktadır. Nitekim Frenklerin küstahlığı saçmalık boyutuna ulaşmıştır: 1118 yılının Mart başında, kral Baudouin tam tamına iki yüz onaltı şövalye ve dört yüz piyadeyle Mısır’ı istilaya kalkışmıştır. Bu az sayıdaki adamıyla Sina’yı geçmiş, Farama kentini hiçbir direnmeyle karşılaşmadan işgal etmiş, Nil kıyılarına kadar ulaşarak, İbn el-Esir’in alaylı bir şekilde belirttiği üzere, burada yıkanmıştır. Eğer aniden hastalanmasaydı daha da ileri gidecekti. Filistin’e olabildiğince çabuk geri götürülmüş, yolda, Sina’nın kuzeydoğusundaki el-Ariş’te ölmüştür. Baudouin’in ölümüne rağmen, el-Efdal bu yeni aşağılamanın üstesinden hiçbir zaman gelemeyecektir. Denetimi çabucak kaybedecek, üç yıl sonra Kahire sokaklarından birinde katledilecektir. Frenk kralının yerine de, kuzeni Edessa kontu II. Baudouin geçecektir.


Sina boyunca yapılan bu görkemli akının hemen arkasından gelen Sarmeda zaferi bir intikam ve bazı oyuncular açısından da yeniden fethin başlangıcı olarak gözükmektedir. İlgazi’nin artık ne hükümdarı, ne de ordusu olan Antakya’nın üzerine vakit geçirmeden yürümesi beklenmektedir. Zaten Frenkler de bir kuşatmayı karşılamaya hazırlanmaktadırlar. İlk kararları, kentte oturan Süryani, Ermeni ve Rum hıristiyanları silahsızlandırmak ve evlerini terketmelerini yasaklamak olmuştur, çünkü onların Haleplilerle ittifak yapmalarından kaygı duyulmaktadır. Nitekim Batılılar ile, onları ibadet usullerini küçümsemek ve kendilerine kendi kentlerinde en aşağılık işleri vermekle suçlayan Doğulu dindaşları arasında gerilim çok yüksektir. Fakat Frenklerin aldıkları tedbirler işe yaramamıştır. İlgazi, avantajının meyvalarını toplamayı hiç düşünmemektedir. Dut gibi sarhoş olup yerlerde sürünmekte, Rıdvan’ın eski sarayından hiç çıkmayarak sürekli zaferini kutlamaktadır.


Mayalanmış içkileri devire devire, sonunda aşırı ateşlenir. Ancak yirmi gün sonra iyileşecektir, yeni kral II. Baudouin’in komutasındaki Kudüs ordusunun Antakya’ya vardığını tam bu sırada öğrenecektir. Alkolün tükettiği İlgazi, başarısından yararlanmayı bilemeden üç yıl sonra ölecektir. Halepliler ona, Frenk tehlikesini kentlerinden uzaklaştırdığı için şükran duyacaklar, ama ölümüne hiç üzülmeyeceklerdir, çünkü bakışları çoktan onun yerine geçen Belek’e yönelmiştir. Bu olağanüstü adamın adı bütün dillerde dolaşmaktadır. İlgazi’nin öz yeğenidir, ama tamamen başka bir hamurdan biridir. Birkaç ay içinde Arap dünyasının taptığı kahraman haline gelecek, başarıları camilerde ve meydanlarda kutlanacaktır.


Belek, 1122 Eylülünde parlak bir baskınla, Edessa kontluğunda II. Baudouin’in yerine geçmiş olan Jocelin’i yakalamayı başarır. İbn el-Esir’e göre, onu bir deve derisine sardı, bunu diktirdi, sonra kurtarmalık ödeme tekliflerinin hiçbirini kabul etmeyerek, onu bir kaleye kapattı. Antakya prensi Roger’nin kaybından sonra, ikinci bir Frenk devleti daha önderinden yoksun kalmıştır. Kaygılanan Kudüs kralı, kuzeye bizzat gelmeye karar verir. Edessalı şövalyeler onu Jocelin’in yakalandığı yere, Fırat kıyısındaki bataklık bir bölgeye götürürler. II. Baudouin küçük bir keşif turu atar, sonra geceyi geçirmek için çadırların kurulmasını emreder. Ertesi sabah, Doğulu hükümdarlardan öğrendiği en sevdiği spor olan doğanla avlanmak üzere erkenden kalkar, sessizce yaklaşmış olan Belek’le adamları tam bu sırada kampı kuşatırlar. Kudüs kralı silahlarını atar. O da esir edilmiştir.


Başarılarının saygınlığıyla halellenen Belek, 1123 Haziranında Halep’e muzaffer bir giriş yapar. İlgazi’nin izinden giderek önce Rıdvan’ın kızıyla evlenir, sonra bir an bile kaybetmeden ve hiçbir başarısızlığa uğramadan, kent civarında Frenklerin elinde bulunan yerleri düzenli bir şekilde geri almaya başlar. Bu kırk yaşındaki Türk beyinin askeri becerisi, kararlılığı, Frenklerle hiçbir uzlaşmaya yanaşmaması, sade bir hayat sürdürmesi kadar, ard arda elde ettiği zaferler de onu diğer Müslüman hükümdarların vasatlığından ayırmaktadır.


Frenklerin, krallarının esir düşmesine rağmen yeniden kuşattıkları Sûr kenti, onu tanrının gönderdiği kurtarıcı olarak görmekte başı çekmektedir. Savunucuların durumu, oniki yıl önceki muzaffer direnişleri sırasında olduğundan daha nazik gözükmektedir, çünkü Batılılar bu kez deniz denetimini ele geçirmişlerdir. Nitekim, yüz yirmiden daha fazla teknesi olan büyük bir Venedik donanması, 1123 ilkbaharında Filistin kıyıları açıklarında belirmiştir. Daha gelir gelmez, Askalan açıklarında demirlemiş olan Mısır donanmasını gafil avlayarak yok etmeyi başarmıştır. Venedikliler Şubat 1124’te, Kudüs’le ganimetin nasıl paylaşılacağına ilişkin bir anlaşma imzaladıktan sonra, Sûr limanını ablukaya almışlar, bu arada Frenk ordusu da kentin doğusunda kamp kurmuştur. Demek ki kuşatma altındakilerin geleceği parlak gözükmemektedir. Kuşkusuz Sûrlular inatla dövüşmektedirler. Örneğin bir gece, çok iyi yüzme bilenlerden oluşan bir grup, limanın girişini tutan bir Venedik gemisine ulaşmayı ve onu kente kadar çekmeyi, sonra da silahlarını söküp tahrip etmeyi başarmıştır. Fakat böylesine parlak eylemlere rağmen, başarı şansları düşüktür. Fatımi ordusunun perişan olması, deniz yolundan yardım gelmesini olanaksız kılmaktadır. Öte yandan, içme suyu sağlamak zorlaşmaktadır. Sûr’un en zayıf yanı, surlarının içinde su kaynağının bulunmamasıdır. Su barış zamanında dışarıdan bir kanal şebekesiyle gelmektedir. Savaş durumunda ise kent sarnıçlarına ve küçük kayıklarla yapılan yoğun bir su taşımacılığına güvenmektedir. Ancak Venedik ablukasının sıkılığı bu yolu engellemektedir. Eğer kıskaç gevşemezse, birkaç ay içinde teslim olmak kaçınılmaz hale gelecektir.


Olağan koruyucuları olan Mısırlılardan hiçbir şey beklemeyen savunucular, günün kahramanı Belek’e yönelirler. Emir o aralar Halep bölgesindeki kalelerden biri olan ve bağımlılardan birinin isyan çıkardığı Menbiç (Hieropolis) kalesini kuşatmış durumdadır. Kemaleddin’in anlattığına göre, Belek Sûrluların çağrısı kendine ulaşınca, kuşatmayı sürdürme işini yardımcılarından birine devrederek, hemen Sûr’un yardımına koşmaya karar verir. 6 Mayıs 1124’te yola çıkmadan önce son bir teftiş yapar.


Halepli vakanüvis şöyle sürdürmektedir:

“Başında kafa zırhı ve kalkanı elinde olduğu halde, Belek mancınıkların kurulacakları yeri belirlemek üzere Menbiç kalesine yaklaştı. Emirlerini verirken, surlardan atılan bir ok sol köprücük kemiğine saplandı. Oku kendi çıkardı ve üzerine küçümseyerek tükürerek, “bu darbe bütün Müslümanlar için öldürücü olacak” diye mırıldandı. Sonra son nefesini verdi”.


Doğruyu söylüyordu. Ölüm haberi Sûr’a ulaştığında, halk cesaretini kaybetmiş ve artık yalnızca teslim koşullarını konuşmaktan başka birşey düşünemez hale gelmişti. İbn el-Kalanissi’nin aktardığına göre, İki sıra askerin arasında (kentten) çıktılar, Frenkler onları rahatsız etmediler. Bütün asker ve siviller kenti terketti, orada yalnızca sakatlar kaldı. Sürgünlerden bazıları Şam’a gitti, diğerleri ülkeye dağıldı.


Kan dökülmesi engellendiyse de, Sûrluların müthiş direnmesi gene de aşağılanma içinde sona ermiştir.


Belek’in kaybının sonuçlarına bir tek onlar maruz kalmayacaklardır. Halep’te iktidar, İlgazi’nin oğlu Timurtaş’a geçmiştir. Ondokuz yaşındaki bu genç adam, İbn el-Esir’e göre, vaktini yalnızca eğlenceyle geçiriyordu ve doğduğu yer olan Mardin’e gitmek için Halep’ten ayrılmakta acele etmişti, çünkü Suriye’de Frenklerle çok fazla savaş olduğunu düşünmekteydi. Başkentinden ayrıldığından memnuniyetsizlik duymayan beceriksiz Timurtaş, Kudüs kralını yirmi bin dinar karşılığında salıvermekte de acele etmiştir. Ona hilatler, altın bir başlık ve süslü çizmeler armağan etmiş, hatta Belek’in onu esir ettiği gün aldığı atını bile geri vermiştir. Hiç kuşkusuz bir hükümdara yakışan bir tutum, ama bu tamamen sorumsuzcadır, çünkü Baudouin, serbest kalmasından birkaç hafta sonra kenti ele geçirmeye iyice kararlı bir şekilde Halep önlerine gelmiştir.


Kentin savunulması tamamen İbn el-Haşab’a kalmıştır, onun da yalnızca birkaç yüz silahlı adamı vardır. Kentinin etrafında binlerce savaşçının toplandığını gören kadı, İlgazi’nin oğluna bir haber gönderir. Haberci, hayatı pahasına düşman hatlarından geçer. Mardin’e varınca emirin divanına çıkar ve ona Halep’i terketmemesi için ısrarla yalvarır. Fakat korkak olduğu kadar yüzsüz de olan Timurtaş, yakınmalarına sinirlendiği haberciyi hapse attırır.


İbn el-Haşab bu durumda başka bir kurtarıcıya, Musul’a vali olarak atanmış olan yaşlı bir Türk askeri olan atabey Aksungur el-Porsuki’ye yönelir. Doğruluğu ve dinsel heyecanı kadar siyasal becerisi ve ihtirasıyla da ünlü olan el-Porsuki, kadının davetini hemen kabul eder ve aceleyle yola koyulur. Ocak 1125’te kentin önüne varması Frenkleri şaşırtır ve bunlar çadırlarını bırakıp kaçarlar. İbn el-Haşab hemen el-Porsuki’yi karşılamaya çıkarak onu takibe girişmesi için tahrik etmek ister, ama emir uzun zamandır at koşturmaktan yorulmuştur ve asıl olarak da yeni mülkünü ziyaret etmekte acelesi vardır. Beş yıl önce İlgazi’nin de yapamadığı gibi avantajını daha ileri götürmeye cüret edemeyecek ve düşmana kendini toparlaması için zaman bırakacaktır. Fakat müdahalesinin büyük bir önemi olmuştur, çünkü 1125’te Halep ile Musul arasında gerçekleştirilen birlik, bir süre sonra Frenklerin küstahlığına başarıyla karşılık verebilecek güçte yeni bir devletin çekirdeğini oluşturacaktır.


İbn el-Haşab’ın inatçılığı ve şaşırtıcı kavrayış yeteneğiyle, sadece kenti işgalden kurtarmakla kalmayıp, aynı zamanda istilacılara karşı cihadın büyük yöneticilerine yolun hazırlanmasında herkesten daha fazla katkı yaptığı bilinmektedir. Fakat kadı bu adamları göremeyecektir. 1125’in bir yaz günü öğle namazından sonra, Halep Ulucamiinde çilekeş kılığına girmiş bir adam üzerine atılmış ve bıçağını göğsüne saptamıştır. Bu, hashaşiyun tarikatının intikamıdır. İbn el-Haşab, tarikatın en ateşli hasmı olmuş, bu tarikat mensuplarının kanını oluk oluk akıtmış ve bundan hiçbir zaman pişmanlık duymamıştır. Bu durumda, bunu er geç hayatıyla ödeyeceğini bilmemesi olanaksızdır. Üç çeyrek yüzyıldan beri, haşhaşiyunun hiçbir düşmanı onların elinden kurtulmayı başaramamıştır.


Bütün zamanların en korkutucusu olan bu tarikatı 1090’da kuran Hasan es-Sabbah, geniş kültürlü, şiire duyarlı, bilimin son gelişmelerine meraklı bir adamdır. 1048’de Rey kentinde doğmuştur. Burası birkaç on yıl sonra Tahran kasabasının kurulacağı yerin hemen yanındadır. Efsanede öyle anlatıldığı üzere, gençliğinde şair Ömer el-Hayyam’ın çok yakın dostu olmuştur. Hayyam’da onun gibi matematik ve astronomi tutkunudur. Fakat böylesine bir dostluğun gerçek olup olmadığı tam bilinmemektedir. Buna karşılık, bu parlak adamın hayatını tarikatını örgütlemeye adamaya götüren koşullar bütün ayrıntılarıyla bilinmektedirler.


Hasan doğduğunda, sonradan onun da katılacağı şia doktirini Müslüman Asya’ya egemendi. Suriye Mısırlı Fatımilere aitti ve bir başka şii hanedanı olan Büveyhoğulları İran’ı denetim altında tutuyor ve Abbasi halifelerine Bağdat’ın göbeğinde gücünü dayatıyorlardı. Fakat durum, Hasan’ın gençliğinde tamamen tersine dönmüştü. Sünni ortodoksluğun savunucusu Selçuklular bütün bölgeyi ele geçirmişlerdi. Eskiden muzaffer olan şia, şimdi ancak hoşgörülen ve çoğu zaman takibata uğrayan bir doktrinden ibaret hale gelmişti.


İranlı din adamlarının arasında büyüyen Hasan bu duruma, isyan etmektedir. 1071’de şia mezhebinin son kalesi Mısır’a gidip yerleşmeye karar verir. Fakat Nil ülkesinde keşfettikleri hiç hoşuna gitmez. Yaşlı Fatımi halifesi el-Mustansir, Abbasi rakibinden de kukladır. Sarayından, el-Efdal’in babası ve selefi Ermeni vezir Bedrülcemali’nin izni olmadan çıkmaya cesaret edememektedir. Hasan, Kahire’de onun özlemlerini paylaşan ve onun gibi şii hilafetini ıslah etmeyi ve Selçuklulardan intikam almayı isteyen çok sayıda köktendinci bulur.


Kısa bir süre sonra önderi halifenin büyük oğlu Nizar’ın olduğu gerçek bir hareket şekillenir. Dindar olduğu kadar cesur da olan Fatımi veliahdı, kendini saray zevklerine vermeye ve bir vezirin elinde kukla olmaya hiç hevesli değildir. Babasının eli kulağında olan ölümünden sonra, tahta geçecek ve Hasan ile arkadaşlarının yardımıyla şiilere yeni bir altın çağ yaşatacaktır. Baş mimarının Hasan olduğu çok dikkatli bir plan hazırlanır. İranlı militan Selçuklu imparatorluğunun kalbine yerleşerek, alanı, Nizar’ın tahta geçer geçmez girişeceği yeniden fetih harekâtına hazırlayacaktır.


Hasan bütün başarıları aşan başarılar elde eder, ama bunlara erdemli Nizar’ın düşündüğünden çok farklı yöntemlerle ulaşır. 1090 yılında, Hazar denizinin yakınlarındaki hemen hemen ulaşılamaz bir alanda, Elbruz sıradağlarında yer alan “Kartal Yuvası” Alamut kalesini, içindekileri gafil avlayarak ele geçirir. Böylece ele geçirilmesi olanaksız bir tapınağa sahip olan Hasan, etkinliğinin ve disiplin anlayışının tarihte bir eşinin daha olmayacağı dinsel-siyasal bir örgütü kurmaya başlar.


Tarikata mensup olanlar, eğitim düzeylerine, güvenirliklerine ve cesaretlerine göre, çıraktan üstadı azama kadar derecelere ayrılmışlardır. Bunlar yoğun beyin yıkama dersleri kadar bedensel idmanlardan da geçmektedirler. Düşmanlarının üzerinde dehşet yaratmak üzere, Hasan’ın tercih ettiği silah cinayettir. Tarikat mensupları tek tek veya daha nadir olmak üzere ikili veya üçlü gruplar halinde, seçilmiş bir kişiyi öldürmek üzere gönderilmektedirler. Bunlar çoğu zaman tüccar veya çilekeş derviş kılığına girmekte, cinayetin işleneceği kenti dolaşmakta, kurbanlarının yaşadıkları yerleri ve alışkanlıklarını bellemekte, planlarını yaptıktan sonra da darbelerini indirmektedirler. Fakat hazırlıkların çok gizli sürdürülmesine rağmen, icraatın halkın gözü önünde cereyan etmesi gerekiyordu. Bu nedenle, cinayet yeri cami, tercihli gün cuma ve genelde öğle saatiydi. Hasan’a göre, cinayet sadece bir hasmından kurtulmanın yolu olmayıp, herşeyden önce halka verilen çifte bir derstir: Öldürülen kişinin cezalandırılması dersi ve fedai adı verilen icracı tarikat mensubunun kendini kahramanca feda etmesinin dersi, çünkü bu kişi hemen her seferinde hemen oracıkta öldürülüyordu.


Tarikat mensuplarının soğukkanlılıkla öldürülmeye razı olmaları, o çağ insanlarının onların haşhaşla uyuşturulduklarına inanmalarına yol açmış, bu da onların adının “haşhaşiyun” olmasına yol açmıştır. Bu kelime kısa bir süre sonra “Assasin” (Katil) haline gelecek ve birçok Batı dilinde yer alacaktır. Bu varsayım doğru olabilir, ama tarikata ilişkin her konuda gerçekle efsaneyi birbirinden ayırmak zordur. Acaba Hasan, kendilerini bir an için cenette sansınlar ve böylece şehadete hazır olsunlar diye tarikat mensuplarını uyuşturucuya mı yöneltiyordu? Yoksa daha adi bir şekilde olmak üzere, onları sürekli kendine bağımlı tutmak için bazı uyuşturuculara mı alıştırıyordu?


Acaba onlara, sadece cinayet sırasında gevşemesinler diye bir uyarıcı mı veriyordu? Yoksa onların gözü kapalı imanlarına mı güveniyordu? Cevap her ne olursa olsun, bir tek bu varsayımlar bile, Hasan gibi olağanüstü bir örgütçüyü takdir etmek olmaktadır.


Zaten başarısı göz kamaştırıcı olmuştur. Tarikatının kurulmasından iki yıl sonra, 1092’de işlenilen ilk cinayet tek başına bir destandır. Selçuklular o sırada güçlerinin zirvesindedirler. Ama imparatorluklarının temel direği, Türk savaşçılar tarafından fethedilen toprakları otuz yıl içinde gerçek bir devlet halinde örgütleyen adam, sünni iktidarının yeniden doğmasının ve şiaya karşı mücadelesinin mimarı, yalnızca adı bile eseri hakkında ipucu veren yaşlı bir vezirdir: Nizamülmülk. “Devletin düzeni”. 14 Ekim 1092’de, Hasan’ın müritlerinden biri onu bir bıçak darbesiyle öldürmüştür. İbn el-Esir, Nizamülmülk katledilince devlet parçalandı, diyecektir. Bundan sonra Selçuklu imparatorluğu bir daha hiç bütünleşemeyecektir. Artık tarihinin kilometre taşları fetihler değil de, bitmez tükenmez veraset savaşları olacaktır. Hasan, Mısır’daki arkadaşlarına “görev tamamlandı” demiş olabilir. Artık Fatımilerin kaybettikleri yerleri geri almalarının yolu açılmıştır. İş Nizar’a düşmektedir. Fakat Kahire’deki ayaklanma kısa sürmüş, vezirliği babasından miras alan el-Efdal, 1094’te Nizar’ın dostlarını acımasızca ezmiş, onun da üzerine canlı canlı duvar ördürtmüştür.


Hasan kendini beklenmedik bir durum karşısında bulmuştur. Şii halifeliğinin ıslah edilmesinden vazgeçmemiştir, ama bunun zaman alacağını bilmektedir. Sonuç olarak stratejisini değiştirmiştir: Resmi İslam ile dinsel ve siyasal temsilcilerini kökünden yıkma işini sürdürürken, artık özerk bir mülk haline getireceği bir yerleşme yeri aramaktadır. Minik ve hasım devletler halinde parçalanmış Suriye’den daha iyisi olabilir mi? Fatımi halifeliğinin uyuşukluğundan kurtulacağı güne kadar ayakta kalması için, tarikatın buraya sızması, bir kenti diğerine, bir emiri diğerine karşı oynaması yeterli olacaktır.


Hasan, Suriye’ye esrarlı bir “hekim-müneccim” olan İranlı bir vaiz göndermiş, o da Halep’e yerleşerek, Rıdvan’ın güvenini kazanmayı başarmıştır. Müritler kentte dolaşmaya, doktrinlerini vaaz etmeye, hücreler oluşturmaya başlamışlardır. Selçuklu beyinin dostluğunu kaybetmemek için, başta onun siyasal hasımlarından bazılarını katletmek gibi aşağılık işlerde ona hizmet etmekten kaçınmamaktadırlar. “Hekim-müneccim” 1103’te ölünce, tarikat Rıdvan’ın yanına hemen bir İranlı danışman yollamıştır: Kuyumcu Ebu-Tahir. Bunun etkisi, kısa sürede öncekininkinden de ezici hale gelmiştir. Rıdvan tamamen onun etkisi altındadır ve Kemaleddin’e göre, artık hiçbir Halepli, beyin çevresine sızmış olan sayılamayacak kadar çok müritlerden birinden geçmeden hükümdardan en küçük bir lütuf elde edememekte veya idareyle olan bir sorununu çözememektedir.


Fakat haşhaşiyunlardan, tam da bu güçlerinden ötürü nefret edilmektedir. En başta İbn el-Haşab, onların faaliyetlerine son verilmesini aralıksız talep etmektedir. Onların yalnızca nüfuz ticareti yapmalarını değil, aynı zamanda ve özellikle Batılı istilacılara yakınlık göstermelerini kınamaktadır.


Ne kadar çelişkili olsa da, bu itham doğrulanmışa benzemektedir. Frenkler geldiğinde, Suriye’ye henüz yerleşmeye başlamış olan haşhaşiyun müritlerine “batınîler” denilmiştir, yani “halkın önünde gözüktüklerinden farklı bir inanç taşıyanlar”. Bu ifade, bu müritlerin ancak görünüşte Müslüman olduklarına imâ etmektedir. İbn el-Haşab gibi şiiler, zayıflamasına rağmen Arap dünyasındaki ipleri kopartmasından ötürü Hasan’ın müritlerine hiçbir sempati duymamaktadırlar.


Bütün Müslümanların nefret ettiği ve takibata uğrattığı haşhaşiyun, bunun sonucu olarak bir hıristiyan ordusunun hem Selçukluları, hem de Nizar’ı öldüren el-Efdal’i bozgun üstüne bozguna uğratmasından memnuniyetsizlik duymamaktadırlar. Rıdvan’ın Batılılara yönelik abartılı uyumlu tutumunun, kısmen “batıniler”in tavsiyelerinden kaynaklandığında hiçbir kuşku yoktur.


İbn el-Haşab’a göre, haşhaşiyun ile Frenkler arasında varolan birlikte hareket, ihanetle eşdeğerlidir. Bu doğrultuda da davranmıştır. Rıdvan’ın 1113 sonundaki ölümünü izleyen katliamlar sırasında, batıniler sokak sokak, ev ev kıstırılmışlardır. Bazıları kalabalık tarafından linç edilmiş, diğerleri surlardan aşağı atılmıştır. Yaklaşık 200 tarikat mensubu bu şekilde ölmüştür ve aralarında kuyumcu olan Ebu-Tahir de vardır. Ancak İbn el-Kalanissi, çoğu kaçmayı başararak Frenklere sığındı veya ülkeye dağıldığını belirtmektedir.


İbn el-Haşab, haşhaşiyunun Suriye’deki başlıca kalelerini onlardan istediği kadar kopartıp alsın, onların şaşırtıcı kariyerleri henüz yeni başlamaktadır. Başarısızlığından ders alan tarikat taktiğini değiştirmiştir. Hasan, Suriye’ye Behram adında yeni bir İranlı propagandacı göndermiştir; bu adam bütün büyük eylemleri geçici olarak askıya almaya ve özenli ve gizli bir örgütlenme ve sızma faaliyetine girişmeye karar vermiştir.


Şamlı vakanüvis şöyle anlatmaktadır: Behram çok büyük bir gizlilik içinde yaşıyor ve kıyafet değiştiriyordu, bunu öylesine iyi yapıyordu ki, hiçkimse kim olduğundan kuşku duymadan kentlerde ve kalelerde dolaşıyordu. Birkaç yıl içinde, yeraltından çıkmayı düşünmesine izin verecek kadar güçlü bir şebekeye sahip hale gelmiştir. Bu konuda, Rıdvan’ın yerine geçen kişi onun büyük koruyucusu olmuştur.


İbn el-Kalanissi, Behram bir gün Şam’a gitti, atabey Tuğtekin onun ve çetesinin kötülüklerine karşı tedbir olsun diye ona hüsnükabul gösterdi. Ona saygı gösterildi ve gözü açık muhafızlar tarafından korundu. Suriye başkentinin ikinci adamı vezir Tahir el-Mazdegâni, onun tarikatına mensup olmamasına rağmen Behram’la anlaştı ve onun melanet kementlerini dört bir yana atmasına yardım etti, diyor.


Bu sayede, Hasan es-Sabbah’ın Alamut sığınağında 1124’te ölmesine rağmen, haşhaşiyunu faaliyeti büyük bir artış göstermiştir. İbn el-Haşab’ın öldürülmesi münferit bir olay değildir. Bundan bir yıl önce, davaya ilk başlarda katılmış başka bir “sarıklı direnişçi” onların darbeleri altında can vermişti. Bütün vakanüvisler, onun öldürülmesini tumturaklı bir şekilde aktarmaktadırlar, çünkü Frenk istilasına karşı ilk öfke hareketini 1099 Ağustos başında yönetmiş olan adam, artık Müslüman dünyasının en büyük otoritelerinden biri haline gelmişti. Bağdat kazülkuzatı (kadılar kadısı), İslamın şanı Ebu-Saad el-Haravi’nin, Hamedan’daki Ulucami’de batınîlerin saldırısına uğradığı haberi Irak’tan gelmiştir. Batınîler onu bıçaklayarak öldürmüşler, sonra hiçbir iz veya ipucu bırakmadan kaçmışlardır ve herkes onlardan korktuğu için izleyen de olmamıştır. Cinayet, el-Haravi’nin uzun bir süre yaşadığı Şam’da çok büyük bir öfke yaratmıştır. Özellikle dinsel ortamlarda olmak üzere, haşhaşiyunun faaliyeti artan bir husumet uyandırmıştır. Müminlerin en iyilerinin kalpleri üzüntüyle doludur, ama konuşmaktan kaçınmaktadırlar, çünkü batıniler kendilerine direnen herkesi öldürmeye ve sapıklıklarını onaylayan herkesi desteklemeye başlamışlardır. Ne emirler, ne vezir, ne sultan, hiç kimse onları açıkça kınamaya cüret edememektedir.


Bu dehşet doğrulanmıştır. Halep ve Musul’un güçlü efendisi el-Porsuki de, 26 Kasım 1126’da haşhaşiyunun korkunç intikamına uğramıştır.


Fakat İbn el-Kalanissi bu işe şaşırmıştır, çünkü:

Emir muhafızlarına güvenmekteydi. Ne bir kılıcın, ne bir bıçağın delebileceği örme bir zırh giyiyordu ve etrafı tepeden tırnağa silahlı adamlarla çevriliydi. Fakat kaderin önüne geçilemez. El-Porsuki her zaman olduğu gibi cuma namazını kılmak için Musul Ulucamiine gitmişti. İdam kaçkınları, dervişler gibi giyinmiş olarak, kimsenin kuşkusunu uyandırmadan bir köşede namaz kılıyorlardı. Birdenbire onun üstüne atıldılar ve örme zırhını delemeden birçok bıçak darbesi indirdiler. Batınilerden biri bıçakların emire işlemediğini görünce bağırdı, “yukarıya, başına vurun!”. Vurdukları darbelerden bir kısmı boğazına geldi ve onu yaralar içinde bıraktı. El-Porsuki şehit oldu ve katilleri idam edildiler.


Haşhaşiyunun tehdidleri hiç bu kadar ciddi olmamıştır. Söz konusu olan artık basit bir hırpalama harekâtı değil de, tam Frenk istilasına karşı koymak üzere bütün enerjisini toplamaya ihtiyaç duyduğu sırada, Arap dünyasını kemiren gerçek bir cüzzamdır. Zaten kara dizi sürmüştür: El-Porsuki’nin ölümünden birkaç ay sonra, onun yerine geçmiş olan oğlu da cinayete kurban gitmiştir. Bu olaydan sonra, Halep’te dört rakip emir iktidar için kavgaya tutuşmuştur ve İbn el-Haşab da artık belli bir tutarlık sağlamak üzere yoktur. 1127’de kent anarşiye yuvarlanırken, Frenkler yeniden surların dibinde belirmişlerdir.

 


Antakya’nın yeni bir hükümdarı vardır; büyük Bohémond’un oğlu, on sekiz yaşında sarışın bir dev, aile mülkünü devralmak üzere ülkesinden gelmiştir. Babasının adına ve özellikle de coşkulu karakterine sahiptir. Halepliler ona hemen haraç ödemişlerdir ve en kötümserleri, onun kenti fethedecek kişi olduğunu söylemeye başlamışlardır.


Şam’daki durum daha az dramatik değildir. Yaşlanan ve hasta olan atabey Tuğtekin, haşhaşiyun üzerinde artık hiçbir denetime sahip değildir. Onların kendi silahlı milisleri vardır, yönetim ellerine geçmiştir ve onlara her şeyiyle sadık olan vezir el-Mazdegâni Kudüs’le sıkı ilişkiler yürütmektedir. II. Baudouin kendi cephesinden, kariyerini Suriye’nin büyük kentini alarak taçlandırma niyetini artık saklamamaktadır. Haşhaşiyunun kenti Frenklere teslim etmelerini hâlâ engelleyen tek şey, Tuğtekin’in varlığıymışa benzemektedir. Fakat bu erteleme kısa süreli olacaktır. Atabey 1128 başında gözle görülür bir şekilde zayıflamakta ve artık ayağa kalkamamaktadır. Başucunda entrikalar gırla gitmektedir. Oğlu Tacülmülk Börü’yü ardılı olarak belirledikten sonra, 12 Şubatta ölmüştür. Şamlılar artık, kentlerinin düşmesinin yalnızca bir zaman sorunu olduğuna inanmışlardır.


Arap tarihinin bu kritik dönemini bir yüzyıl sonra anlatan İbn el-Esir, haklı olarak şöyle yazacaktır:


Tuğtekin’in ölümüyle, Frenklere karşı çıkabilecek sonuncu kişi yokolmuştur, Onlar da artık Suriye’nin tümünü işgâl edebilecek gibi gözükmekteydiler. Fakat tanrı, sonsuz iyiliği içinde Müslümanlara merhamet etti.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

İBRANi MEDENİYETİ

 


İSRAİLOĞULLARI'NIN DÜNÜ ve BUGÜNÜ


İbraniler, -İsrailoğulları- insanlığın maddi ve manevi gelişimine önemli katkılar sağlamış bir millettir. İsrailoğulları'nın tarihi (Yahudi tarihi) M.Ô. 1650 de Hz. İbrahim'le başlar.


Hz. İbrahim ve oğulları Mezopotamya ve Filistin civarında bir dönem yaşadıktan sonra, kıtlık yıllarının başlaması üzerine, İbrahim (a.s.)'ın torunu, Hz. Yakub'un oğlu Hz. Yusuf döneminde Mısır'a yerleşirler. Hz. Yakub'un diğer bir adı da İsrail olduğundan, bu dönemden itibaren İbraniler “İsrailoğulları” diye anılmaya başlanır.


Semavi ilk büyük din olan Museviliğe bağlı İbraniler'in Mısır serüveni 430 yıl devam eder. Mısır'ın yönetimi yerli Firavun hanedanının eline geçtikten sonra İsrailoğulları baskı ve aşağılanmaya maruz kalırlar. Hz. Musa liderliğinde Firavun'un zulüm ve baskılarına karşı büyük bir direniş içerisinde oldukça çalkantılı bir hayat sürdürürler. Hz. Musa, mağdur ve mazlum İsrailoğulları'nı Firavunun şiddetli eziyetlerinden kurtarmak için onları Mısırdan çıkarır. Nihayet İbraniler Firavunun Kızıldenizde boğulmasından sonra, önce Sina'ya sonra da Kenan ülkesi diye bilinen mukaddes Filistin topraklarına yönelirler.

 



İSRAİLOGULLARI'NIN FİLİSTİN'E YERLEŞMESİ


İsrailoğulları'nın, bölgede yaşayan Aramiler, Maablılar ve daha önce deniz yoluyla Filistine gelip yerleşen Filistlerin tüm engellemelerine rağmen M.Ö. XI. yüzyılda Filistin'e yerleşmeye başladıkları kabul edilir. Zamanla dünya tarihinin en çetin ve kritik çekişmelerine sahne olan bu topraklara yerleşmeyi başaran İsrailoğulları, önceleri kabileler halinde dağınık bir şekilde yaşamakta ve birbirlerine karşı husumet içerisinde bulunmaktaydılar. İçlerinden bir grup diğer bir grubu yurtlarından çıkarmaktaydı. Ayrıca bölgede yaşayan yerli halklarla da çekişme içerisindeydiler. Kısa bir süre sonra bölgedeki güç dengelerine karşı daha kuvvetli bir siyasi oluşum içerisine girme ihtiyacını hisseden İbrani kabileleri, M.Ö. 1075'te Samuel'in (İsmail) emri altına girdiler. Filistler'e karşı birleşerek başarılı mücadeleler veren İsrailoğulları, Saul'ü (Talut) kral seçtiler.


Yeni kral, Maablılar başta olmak üzere Filistler, Aramiler ve diğer topluluklarla yorucu bir mücadeleye girişir. Nihayet Saul, Filistlerle yapmış olduğu Gelboe Savaşı'nda ölünce, İsrailoğulları'nın başına damadı Hz. Davud geçer.


HZ. DAVUD DÖNEMİ


Hz. Davud döneminde İsrailoğulları birçok askeri fetihte bulunurlar. Peygamberlik ve hükümdarlık vazifelerini birlikte yerine getiren Hz. Davud, güçlü ve adil bir yönetim kurmayı başarır. Peygamber olarak gönderildiği İsrailoğulları'nı iyiye, güzele ve doğruya davet eder; kendisi de tevhid ve adaleti öne çıkararak hakimiyetini askeri yönden de güçlendirir. Nitekim hükümdar olarak zırhlı gömlek yapıp giyen ilk insan olması yanında, peygamberlik vasfıyla da insanların ruhi güzelliklerini geliştirme yönünde adımlar atan içli bir nebidir. Hz. Davud, Kudüs Kalesi'ni alarak orayı İsrailoğulları'nın yönetim merkezi haline getirir. Önem verdiği adil bir siyasi teşkilatlanmayı başarıyla tamamlar. Böylece düzenli bir ordu, sağlam bir vergilendirme ve adil bir hukuk sistemi üzerinde Hz. Musa'nın şeriatına uygun bir kamu yönetimi oluşturur. Öte yandan Hz. Davud, nebevi görevinin bir gereği olarak İsrailoğulları'na hayatlarını tevhid inancı ve Allah sevgisi doğrultusunda sürdürebilmeleri için gönüllerine inşirah verecek olan Mezmurlar'ı (ilahiler) öğretir.


HZ. SÜLEYMAN DÖNEMİ


Hz. Davud’dan sonra İsrailoğulları'nın başına Hz. Süleyman geçer. Kırk yıl devam eden hükümdarlığı boyunca otoritesini sadece İsrailoğulları üzerinde kabul ettirmekle kalmaz, Suriye ve Irak'ta yaşayan diğer topluluklara da kabul ettirir. Peygamber/hükümdar Hz. Süleyman, siyasi üstünlüğünü Saba Melikesi Belkıs'ın ülkesi Yemene kadar uzatmayı başarır. Hz. Süleyman siyasi güç ve otoritesini tevhidi dünya görüşünü yayma yönünde kullanarak bu yönde adımlar atar. Döneminde siyasi ve dini etkisi Orta Asya, Afganistan, Hindistan ve Çine kadar uzandığı gibi, kutsi kaynaklarda da manevi yönden önemli destekler aldığı, cinlerin ve rüzgarın emrine verildiği, kuşlar aleminin sultanı olduğu kaydedilir. Hz. Süleyman'ın yaptığı en önemli işlerden biri de mukaddes Kudüs'te Mescid-i Aksa'yı (Beytü'l-Makdis) inşa etmiş olmasıdır.


BÖLÜNME ve İSRAİLOĞULLARI'NIN SÜKUTU


Hz. Süleyman'ın ölümünden sonra devleti, İsrail ve Yahudi Devleti olmak üzere parçalanarak ikiye ayrılır. M.Ô. 721 de Asurlular, İsrail Devleti'ni ortadan kaldırarak, Yahudi Devleti'ni de vergiye bağlarlar. Bir süre sonra Asur Devleti, Babilliler tarafından yıkılır ve bu defa Babilliler Filistin'e girerek onlarca kez yakılıp, yıkılmış ve daha sonra da yıkılacak olan, bütün semavi dinlerin mukaddes kabul ettiği Kudüs'ü tahrip ederek İsrailoğullarını kılıçtan geçirirler. Sağ kalanlar ise Babil kralı Nebukadnezar tarafından M.Ö. 587 yılında zincirlenerek Babile sürgüne götürülür. Yaklaşık elli yıl orada kalan yahudiler, Babil'i fetheden Pers kralı Keyhüsrev tarafından esaretten kurtarılır. Böylece İbraniler M.Ö. 539'da yeniden ülkelerine dönmeyi başarırlar.


Yahudiler, Makedonyalı Büyük İskender'in Filistin istilasına kadar (M.Ö. 330) Perslere bağlı, içişlerinde serbest bir satraplık (valilik) şeklinde yönetilirler ve nispeten rahat bir hayat yaşarlar. Büyük İskender döneminde çıkardıkları isyanlar sebebiyle köleleştirilen ve kıyımlara uğrayan İsrailoğulları/Yahudiler, baskıcı Roma idaresinde de isyanlarını sürdürünce, M.Ö. 70 yılında Kudüs'ten çıkarılarak yaklaşık 2000 yıl sürecek olan sürgün hayatına maruz kalırlar. Bu dönemle beraber varlıklarını devam ettirebilmek için yeryüzünün bütün bölgelerine dağılırlar. Nitekim Kur'an-ı Kerimde de İsrailoğulları'nın sürgüne gönderilişi şöyle anlatılır:


"Ve onları ayrı topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık; onlardan bazıları dürüst ve faziletli kimselerdi, bazıları ise böyle değildi. Bu sonrakileri hem bağış ve bolluk ile hem de darlık ve sıkıntı ile sınadık ki, belki doğru yola dönerler." (el-Araf, 168) 


SÜRGÜN YILLARINDA İSRAİLOGULLARI


Yahudiler, ilkçağlardan itibaren yeryüzünün paraya en yakın toplulukları olarak bilinirler. Gittikleri ve yaşadıkları yerlerde ticarette ileri giderek zenginleşirler. Mukaddes metinlerde: "Peygamberlerine itaat etmeme, hatta onları öldürme, birbirlerini yurtlarından çıkarma, Tevrat'ın hükümlerine ve on emre uymama, Cumartesi gününün ibadetlerle geçirilmesi emrini dinlememe, birbirlerinin kanlarını dökme ..." gibi cürümleri işlemekle anılan Yahudiler, bu davranış biçimlerini sürgün yıllarında da devam ettirdiler. Yaşadıkları toplumlarla kaynaşmayı bir türlü başaramayan İsrailoğulları, diğer toplulukların da nefretlerini Üzerlerine çektiler.


Yahudiler, 1492 yılında Müslümanlarla birlikte İspanya'dan çıkarıldılar. Benzer sürgün ve tecritleri değişik aralıklarla Fransa, İngiltere, Almanya, Rusya ve orta Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, diğer bütün ülkelerde de yaşadılar. Bunun tek istisnası Osmanlı yönetiminde yaşadıkları huzur ve güven dolu dönemdir.


Yahudilerin maruz kaldığı insanlık dışı muamele, kendilerinden olmayan insanlara tepeden bakmaları, kendilerini yeryüzünde Allah'ın özel ve seçilmiş kulları olarak görmeleri, menfaatleri için her türlü hile ve desiseye başvurmaktan çekinmemeleri gibi tarihi yanlış bakış ve hareketlerinden kaynaklanmıştır. Halbuki Hz. Musa'nın getirdiği ve diğer mukaddes kitapların da muhteva olarak benimsediği «On Emir» İsrailoğulları'nın ve tüm insanlığın baş üstünde tutacağı umdelerden oluşmaktadır.


ON EMİR


1-Benden başka tanrın olmayacak.


2-Put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın.


3-Tanrı Rabbin adını boş yere ağzına almayacaksın.


4-Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın Rabbe Şabat Günü olarak adanmıştır.


5-Annene-babana saygı göstereceksin.


6-Adam öldürmeyeceksin.


7-Zina etmeyeceksin.


8-Çalmayacaksın.


9-Komşuna karşı yalan yere şahitlik etmeyeceksin.


10-Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.


YAHUDİLER GÜNAH KEÇİSİ MİDİR?


Şüphesiz Tevrat'ın hükümlerine uyanlar olmakla birlikte, tarih boyunca İsrailoğulları'nın temel davranış karakteristiği daha çok olumsuz öğelerden oluşmuştur. Yahudilerin bütün milletler tarafından dışlanmasına yol açan tavırlarından yola çıkılarak bu olumsuzlukların tarihte sadece İsrailoğulları tarafından işlendiği ve şayet Yahudiler olmasaydı dünyanın barış ve esenlik içinde olacağı şeklinde bir yoruma gidilemez. Arap aydınlarının çoğunun, Filistin meselesini eksen alan yakın dönemdeki siyasi çekişmelerin de etkisiyle, Yahudilere dair mevcut olumsuzlukları İsrailoğulları'nın cibilliyetlerine bağladıkları görülmektedir. Oysa Kur'an ve diğer mukaddes metinlerde tenkit konusu yapılan şey, Yahudilerin fıtrat ve cibilliyetleri değildir. İsrailoğulları'nın şahsında peygamber mesajlarını dinlemeyen, onu ardına atan, halkı fırkalara ayıran, çıkarları için her türlü hileyi mubah gören, kendilerini üstün sayan her topluluk aynı kategoride kabul edilmelidir.


Zaten İsrailoğulları bu temel hatalarının bedelini sayısız kıyım ve sürgünler yaşayarak ödemişlerdir. Şüphesiz Yahudilerin halen sürdürdükleri temel yanlışlardan biri de dinlerini ırkileştirme konusundaki tutumlarıdır. Yahudilerin; "Seçilmiş milletten olunmaz, seçilmiş doğulur şeklindeki yanlış anlayışları kimi toplumlara şovence duygular ilham etmiş, yeryüzünü cehenneme çeviren ırkçı siyasi hareketlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Günümüzde tesirini arttırarak siyasi üstünlüğü ele geçiren Milliyetçi Yahudilik Hareketi (Siyonizm), tarihten gerekli dersleri çıkarıp özeleştiri yapmadığı takdirde, İsrailoğulları'nın yeni felaketler yaşamasına yol açabilecek vahim bir süreci tetikleme ihtimali taşımaktadır. Yahudi aydınlarının bu ihtimali dikkate alarak, Museviliği siyasi bir ideoloji şeklinde algılamaktan vazgeçip yeniden bir dini arınma yolu olarak değerlendirmeleri dünya barışı için büyük ve hayati bir önem taşımaktadır.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Yeni Zelanda ve Pasifik Adaları'nın Avrupa Tarafından Sömürgeleştirilmesi

 


1769 yılında Kaptan Cook'un Yeni Zelanda'nın doğu sahilini haritalandırmasından sonra yabancı gemiler bölgeye gelmeye başladılar. Başlangıçta fok ve balina avı için merkezler kuruldu. Daha sonra ise çiftlikler, madenler ve sürekli yerleşim yerleri oluşturuldu. Tüfek karşılığında çeşitli ürünlerin ticareti yapıldı. Bu tüfekler Maoriler tarafından Kabile Savaşları'nda (1801-1840) kullanıldı. Maorilerin 30-40.000 kadarı öldürüldü. Yerleşimcilerin getirdiği salgın hastalıklar da Maorilerin sayıca azalmalarına neden oldu.

1840   yılında   ingiltere   resmen   Yeni Zelanda'yı ele   geçirdi.

Göçmenlerin sayısı artmaya başladı. Toprak sahipliği ile ilgili gerilimler 1860 ve 1870'lerde Yeni Zelanda Savaşları'na neden oldu. Savaş Maori bölgelerinin önemli bölümünün kaybı ve istimlak edilmesi ile sonuçlandı. 1860'lardaki üç Altına Hücum hareketi beyaz nüfusun önemli ölçüde artmasına neden oldu. Beyazların sayısı yaklaşık 248.000'e ulaştı. Maori nüfusu (150.000 kişilik nüfus) ise 38.500'e kadar geriledi. 1852 yılında Yeni Zelanda özerk yönetim oldu. Kendi parlamentosu vardı. 1907 yılında kendi kendini yöneten bir bölge halini aldı.

Pasifik'teki diğer adalar da kolonileştirildiler.  Bunların arasında 1880 yılında Fransa'nın elinden alınan Tahiti de vardı. Yöneticileri olan Tu'i Kanokupolu Hanedanlığı 1845 yılında daha Batılı bir krallık halinde birleştirdiği Tonga, 1900 yılında ingiltere korumasında bir devlet halini aldı (Kendi monarşilerini korudular). Samoa 1899 yılında Almanya ve Amerikalılar tarafından ele geçirilene dek Malietoa şefliğinin egemenliğinde kaldı. 1893 yılında Hawaii'deki yönetici monarşisi Avrupa ve Amerikalı yerleşimcilerce devrildi. 1898 yılında ABD adayı ele geçirdi. Fiji 1874 yılında bir ingiliz kolonisi oldu.



Alıntıdır. 


Sultanahmet Meydanı / Ayasofya Camii

 


Türk’ün En Eski Geçmişi

 

Türk’ün en eski geçmişine şu üç yolla girebiliriz: A. Türk Dili, B. Arkeoloji, C. Mitoloji.


A. Türk Dili ve Türkler


Türkçe, Türk’ü ve geçmişini bilmek için en önemli ve en etkili kaynaklardan birisidir. Çünkü Türk dili, bu adıyla da önemli bir birleştirici ve tanımlayıcı bir unsur olmaktadır. Kendisine Türkmen diyen Ebülgazi Bahadır Han, bazı kelimeleri açıklarken "Türk dili” demektedir. Dolayısıyla Türk dili, açık, kesin ve ihmal edilmez bir kaynaktır. Zaten Türk Dili, büyük siyasî hasımlar tarafından dahi, ihmal edilmez bir gerçek olduğundan Türk kavramı ile adeta eşdeğer sayılmıştır. Çünkü Türkçe, Türkler sayesinde yaşamış ve her zaman canlı kalabilmiştir. Aynı büyük dil ailesine mensup oluş, Türk’ün olmasa bile Türk dilinin önemli bir gerçeğidir. Bu dili konuşanlara "Türk Dilli Halklar” dense de Türk kavramı burada etkinliğini ve önemini korumakta ve koruyacaktır.


Türk denince M.Ö. 4000 yıllarından itibaren ortak bir dil konuşan insanlar anlaşılmalıdır. Bu dilde temel olarak tek heceli kelimeler vardır. At, et, it, ot, ok, in, is, ud ve başkaları. Bu heceler sonradan öteki kelimelerin de kökleri olmuşlardır.


Türk, mensuplarının konuştuğu dil olan Türkçe ile yakından bağlantılıdır. Türkçe ile ilgili araştırmalar, bu dilin konuşulmasının tarihini, dolayısıyla Türk’ün varlığını çok daha eskilere götürmektedir. Dünyadaki Türklük Araştırıcılarının (Türkolog) kimi zaman farklı düşünceleri yani bilimsel kanaatleri olmakla birlikte, aşağıdaki tarihlendirme genel bir kabul görmüştür:


I. Türk Dilinin, Komşu Yakın Dillerle Birlikte Olduğu Altay Dönemi: M.Ö.: 4000-3000 yılları.

II.En eski Türkçe dönemi: Erken devirleri: M.Ö. 3000-500

Geç devir............. : M.Ö. 500-M.S. 300

III.Eski Türkçe Dönemi: 300-1200

IV. Orta Türkçe Dönemi: 1200-(ve sonrasındaki gelişmeler, konumuzla doğrudan ilgili değildir).


Görülüyor ki dile dayalı araştırmalar, Türkçenin en eski döneminin kesinlikle milattan önce 4000’lere, yani günümüz itibariyle en azından 6000 yıl geriye götürebilmektedir. Bu tarihi biz, aynı zamanda Türkün görüldüğü en eski zaman olarak, bir ihtiyat payı bırakarak belirtebiliriz.


Türk Dili, Türk kavramının oluşmasındaki en temel unsurlardan birisidir. Kimi zaman Türklerin Devleti’nin adı doğrudan Türk adını taşımasa bile, komşuları bu devleti, her şeyi ile Türk Devleti sayıyorlardı. Hatta bu Devletin resmî dili bazen Türkçe olmayabiliyordu (Türkiye Selçukluları Devleti gibi).


Bu türden gerçekler, ne yazık ki Türk insanının zihnini kurcalamaya devam etmektedir. Bunun en önemli örneği, Osmanlı Devleti’nde görülebilir. Çünkü adı doğrudan Türk olmayan bu Devletin Türk kavramı ile ilişkisi, günümüzde dahi birçok Türkiye Türkünün kafasını meşgul etmektedir. Oysa, mesela XIX. yüzyılda Devletin resmî adı Devlet-i Osmaniye ve bu devletin içindeki halka da Osmanlı denmesine rağmen, bu Devletin resmî dili Türkçe idi (1876 Kanun-ı Esâsisi’i 18. Madde, keza 68. madde). Türkçe ise ancak bir Türk Devleti’nde resmî dil olarak kabul edilebilir ve bu dili de Türkler konuşur.


B.  Arkeolojik Buluntular


İnsanın yaşadığı yerden maddî kalıntılar demek olan arkeoloji ile, Türk insanın en eski zamanlarına gidebiliriz. Nitekim Altaylar başta olmak üzere, Kazakistan ve Kırgızistan gibi, Türklerin en eski zamanlardan beri yaşadığına kimsenin, en büyük Türk düşmanlarının dahi itiraz etmedikleri coğrafyalarda birçok arkeolojik araştırma yapılmıştır.


Yakın zamanlarda buralara da hakim olan Rusya Çarlığı ve Sovyetler Birliği idaresindeki bilim adamları, Türk adını kullanmamaya özen göstererek, bütün bu yörelerde şöyle bir geçmişten söz ederken;


Bronz devri,

Sakalar devri,

Usunlar devri

Türk Hakanlığı Devri (VI. yüzyıl).


Böylece tarihî adlandırmada Türkler buraya ancak VI. yüzyılda gelmişler, bir süre hakim olmuşlar, sonra da kaybolmuşlardır.


Oysa, Kazakistan ortalarında veya Kırgızistan’da Tanrıdağ eteklerinde Issık göl boylarında doğrudan Türk insanı yaşamış ve onun hatıraları buralarda kalmış olmalıdır. Ancak elbette yazılı bir belirgin ifade yoksa, sadece yaşadıkları yerden ve eşyalarından kalanlara bakılarak kimlik belirlemek güç ve tehlikeli bir iştir. Ancak en azından iki bin yıldır kesin olarak Türklerin yaşadığı belli olan yerlerin, daha eski yüz ve bin yıllarda da Türklerle meskûn olması tabiî olmalıdır.


Bu hükmün kabulünde, Türklerle ilgili bir başka peşin hüküm veya varsayım etkili olmaktadır. O da Türklerin bir yerde pek karar etmeyip durmaksızın göç etmiş olmalarıdır. Tarih boyunca Türk göçleri ünlü olduğundan, Türklerin yaşadığı alanlar en eski zamanlardan beri Türklerin olmayabilir. Böyle olduğu takdirde dahi cevabı verilemeyen pek çok soru vardır.


İç Asya coğrafyasında, mesela Issık göl, Türk destanlarında da Türk’ün kenarında yaşadığı bir yerdir. Bu sebeple bu yöredeki arkeolojik araştırmaların geçmiş bin yıllara ait verilerinin doğrudan Türklerin atalarına atfedilmesi olağan sayılmalıdır. Ancak bu türden adlandırmalar ve izahlar şimdiye kadar Pan-Türkist yorumlara meydan vermeyecek şekilde yapılmış, kavramlar ve terminoloji dikkatle seçilmiştir. Bu konuda “Türk” adının ilk olarak VI. yüzyılda ortaya çıkmış olması yolundaki genel kabul de etkili olmuştur.


Bununla birlikte araştırmacılar Altaylar üzerinde daha çok durmaktadırlar. Altaylar, hem Türkistan sahası hem de daha doğudaki Ötüken yöresi ile ilişkili olduğundan, muhakkak ki akla en uygun gelen yerdir. Fakat bize kalırsa bu alan, Türklerin anayurdunun, sadece doğu kenarında kalmaktadır. Anayurt olarak, Altaylar ile Hazar Denizi ve Tanrı dağları arasındaki alan sayılmalıdır. Böylece Aral gölü tam ortada yer alabilir. Eski Türk yurtlarındaki arkeolojik kazıları Zeki Velidi Togan ve Bahaeddin Ögel de sağlıklarında takip etmekle birlikte en iyi şekilde değerlendiren Türk araştırıcı Dr. Emel Esin’dir. (1914-1987) O, kaleme aldığı eserlerinde, arkeolojik yayınların gerçeğini göz önüne alarak, oluşumları Türk bakış açısından değerlendirmeye çalışmıştır. O’nun ilmî hükümleri o zamanki Sovyet ve şimdiki Rus alimleri tarafından da takdir edilmekte idi.


Arkeolojik gerçeklerin, Türklerin bazı yörelerde birkaç bin yıldan beri oturduklarını açık olarak gösterdikleri bir misâl X-XI. yüzyıllardaki Oğuzlar ülkesine aittir. Aral Denizi’nin doğu kesiminde, Sırderya=Seyhun deltasında bulunan eski Oğuz Yabgularının kışlık merkezi Yengikend, Yeni-köy (dih, karye) anlamı ile dikkati çeker. X. yüzyıl İslam coğrafyacılarının Oğuz ülkesi olarak söz ettiği bu mekânın ortasında yer alan Yenikent’teki kazıları yapmış olan S. P. Tolstov’a göre buradaki kültür eserleri arasında, milat yıllarının katları ile M.S. X. yüzyıl katları arasında hiçbir kültür kesikliği söz konusu değildir. Yani milat yıllarında bu iskân yerinde oturanlar ile M.S. X. yüzyılın insanları, aynı eşyaları kullanmış, aynı hayatı yaşamışlardır. Eski kültürün bittiği ve yeni bir hayat tarzının başladığına (yeni insanların geldiğine) dair arkeolojik bir delil söz konusu değildir. Şu halde tarihî kaynaklardan X. yüzyılda burada kesinlikle varlığını bildiğimiz Oğuzlar, burada en azından bin yıldan beri oturmaktadırlar. Aynı Türkler orada oturmaya sonraki bin yılda da devam edecekler, ancak XIX. yüzyılda aralarında Ruslar görüleceklerdir.


Prof. Denis Sinor’un son makalelerinden birisinde söz konusu ettiği gibi, birçok bilgin, Türklerin durmaksızın göç ettiğine inanmakta idi. Bu sebeple de bazı Türk ve yabancı bilginlere göre Oğuzlar buraya daha doğudan gelmiş olmalıdır. Ancak arkeolojik veriler, bu göçün eğer varsa, en azından milat yıllarından daha önceki bir zamanda olmuş olabileceğine işaret etmektedir.


Arkeolojik neticeler, gerek kullanma eşyası gerekse doğrudan yaşayan insanların iskeletleri üzerindeki araştırmalar ile, İç Asya’daki devamlılığı gösteriyor. Bu arada kimi zaman, "mongoloit” diye tanımlanan unsurların arttığına işaret edilmekte birlikte, bunlar da fazla önemli değildir.


Türklerin M.Ö. binli yıllardan beri yaşadıkları yerlerdeki yüzey araştırmaları ve kazılar, bu yörelerdeki insanların maddî kültür eşyalarını ortaya çıkarmaktadır. Bu insanların ürettikleri eşyalar arasında, mesela inanç alanında devamlılık gösterenler dikkati çekiyor. Türklerin ölülerin mezarına koydukları, ölüyü temsil eden mezar taşı=balbal, Türk özellikleri ile bilinir.


Bu balbalların uzak benzerleri, dünyanın öteki sahalarında da bilinir. Ancak VI-XII. yüzyıllarda doğrudan Türk adını taşıyanlar tarafından da çok kullandığı açık olarak bilinen balbalların benzerlerinin önceki bin yıllarda da Batı Asya ve Doğu Avrupa’da örneklerine rastlıyoruz. Saka/Skit ülkesindeki balbalların, bir büyük kültür gerçeği olarak ele alınması ve Skitlerle ilgili değerlendirmelerin, arkeolojik olarak da yeniden yapılması gerekmektedir.


Türk ülkelerinin arkeolojisi, taş devirlerinde, ilk ve kapsamlı buluntuların coğrafî adlarına göre de adlanmaktadır. Bunlar arasında Andronovo, Tagar ve Taştık kültürleri dikkati çeker. Bunlarla ilgili olarak ayrıca değerlendirmeler yapılabilir. Türk ülkelerinin arkeolojisi, taş devirlerinde, ilk ve kapsamlı buluntuların coğrafî adlarına göre de adlanmaktadır. Bunlar arasında Taştık, Tagar ve Andronovo kültürleri dikkati çeker. Bunlarla ilgili olarak ayrıca değerlendirmeler yapılabilir. Fakat bunlar arasında Emel Esin’in yazdıklarını (İslamiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, Türk Kültürü El- Kitabı, II, Cild I/b’den Ayrı basım, İstanbul 1978, s. 10-11, 19-20) aynen alıyoruz:


"Tarihçiler ve arkeologlar hem tarihî kayıtlara hem de arkeolojik kalıntılara dayanarak Kem nehri kıyıları ve Kögmen Dağlarındaki kültürleri Kagnılı, Kırgız ve Göktürklerin müşterek atalarına bağlamışlardır. Bu bölgede uzun başlı Europeoidler olan Andronov kavmi yaşıyordu. M.Ö. 1300 sıralarında Karasuk kültürünün ortaya çıkışında, doğudan gelen bazı daha Mongoloid boyların âmil olduğu kültür kalıntılarından bilinmektedir. Doğudan gelip Karasuk kültürüne yol açmış olan boylar arkeolog Kiselev’e göre Kagnılı ‘Ting-ling’ boyları idi. Kagnılı boylar, bugünkü Çin’in kuzey bölgelerinde yaşamakta olan, bazı araştırıcılara nazaran kısmen Europeoid, fakat Mongoloidler ile de gittikçe karışan boylardı.


M.Ö. 600 sıralarında aynı bölgede Karasuk kültürü, bazı Europeoid göçlerin tesiri ile Tagar kültürüne çevriliyordu. M.Ö. 300 etrafında yeni Mongoloid göçlerin neticesinde Tagar kültürü, Taştık kültürü olarak gelişti ve Altay dağlarına da uzandı. Böylece Kagnılı, Kırgız ve Göktürk kültürlerinin bir müşterek kökten doğduğu açıkça görülür. Türeyiş efsanesinden anlaşıldığına göre Göktürk sülâlesi bir devirde bunları idare etmişti. Esasen dil ve yazı birliği gibi, hem Kagnılı boyların, hem Göktürklerin toteminin kurt olması da müşterek kültüre delâlet eder. Bütün Türkçe konuşan boylar hakkında at, dağ keçisi ve su kuşlarına dair bazı efsaneler de müşterek kültür unsurları idi.”


“Tagar mezarları eskiden beri yağma edilmiş olmakla beraber, bunlardan pek çok eşya çıkmıştır. Tagar kültüründe ekserî erkek, fakat savaşçı oldukları anlaşılan bazı kadın mezarlarında da silahlar bulundu. Oklar, düz kılıç ve “kıngırak” dediğimiz iki yanı keskin düz kamalar çoktu. Kabzasında hayvan başı veya küçük hayvan heykelleri olan, yatağan dediğimiz, eğri bıçaklar da bunların menşei olan Kuzey Çin ile Tagar kültürünün ilişkilerine işaret ediyordu. Erkek ve kadın mezarlarında pek çok süs eşyası bulundu: Renkli taşlar ve bilhassa al akik ile süslenmiş altın ve tunç tokalar, iğneler, tâclar, bilezikler, küpeler, taraklar ve saplı tunç aynalar gibi.


Pazırık kurganının bulunduğu Altun-yış, yani Altaylar da arkeolojik araştırmalar çokça yapılmıştır. M.Ö. IV-II. yüzyıllara ait olduğu sanılan Pazırık kurganı, Çin kaynaklarındaki M.Ö. 176 ve yıllarına ait kayıtlarda bu yörede Uygurlar bulunmakta imiş. Schmitt ise Milât sıralarında Altun- yışlı manasına gelen Kin-man adlı bir kavim mevcud olduğuna göre Altun-yış’ın Türklerin en eski vatanı olduğu fikrindedir.


Altaylardaki mezarlardan da pek çok eşya çıkmıştır. Bunlar Göktürk Devri eşyalarını andırırlar. Taştık devri levhalarındaki şahısların kimisi İç Asya göçebelerinin kıyafeti olan çakşır ve mintan giymişler. Savaş sahnelerinde uzun saçlı veya topuzlu olanların galip geldiği ve kel olarak gösterilenlerin mağluplar olması dikkati çeker (Kagnılı boyları mağlup düşmanın saçını keserdi). Bazı şahıslar Kazakistan’daki Esik’te ve Aral bölgesinde de görüleceği gibi, maden veya deriden küçük levhaların dikilmesinden müteşekkil zırhlar giymiştir. Bunların başında Göktürk Devri’nde yüksek mertebeli kişilere mahsus olan sivri tulgalar vardır. Alpler kulağa kadar gerilebilip okları çok uzaklara yollayan cinsten göçebelerin geliştirdiği yaylar germektedirler. Bu resimler tek bir levha halinde bir Alp’in hayatını tasvir etmekte olabilir.


Emel Esin, bir başka yazısında, en eski Türk hayatını, Türk kültürü olarak şöylece özetlemektedir:


“Türk kültürü, Kuzey Eurasia kıtasının geniş ufuklarında doğmuştu. Türkler hakkında en eski kaynaklar, Çin tarihleri, milattan önceki üçüncü asırda yaşayan, tarih sahnesinde Türk olarak belirecek birkaç boy üzerinde bilgi vermektedir (Basmıllar, Kırgızlar, Uygurlar ve Çinlilerin T’ing- ling=T’ieh-le gibi adlar ile andıkları Kağnı sahibi kabileler, Yani kanglılar). Bu Türk boyları Çin’in kuzeyinden batıya doğru, Aral denizine kadar uzanan bir kuşak boyunca kurulmuş devletler olarak tanıtılmaktadır. Böylece erken Türkler, Kuzey Eurasia kıtasında yaygın, muhtelif ırklardan (europid ve mongoloid) boylar çevresinden idiler. Çevrenin doğusu hakkında araştırmalar şunu göstermektedir: Aslen ana etrafında teşekkül eden küçük çapta ekinci toplumlar, milattan önceki ikinci bin yılın sonunda, bir istila sonrasında, muhtemelen Ari kavimlerin ilerlemesi neticesinde hayat tarzlarını değiştirmişlerdi.


Bu insanlar, geçimlerini çobanlık ve av ile sağlamaya başlamışlardı. Soğuk mevsimi, eskisi gibi, hücumlara karşı tahkim edilmiş surlu kışlaklarda geçiriyorlar ve muhtemelen kuvvetli, gerçekçi ve heyecanlı, hamasi üsluptaki sanat eserlerini meydana getiriyorlardı. Surlar içindeki kışlaklarda, otağların yanında, benzer şekilde inşa edilmiş sıvalı ağaçtan evler de vardı. Kırgız Türkleri, milattan önceki son asırda, Çin tarzında köşk de yapmışlardı. Baharda sürüleri yayla ve otlaklara götürüp çadır (göçürülebilir ev) altında yaşıyorlardı. Günümüz araştırıcıları mevsim göçleri yapılan hayat tarzına yarı-göçebelik demektedir. Mevsim göçleri sırasında, sürülerin birbirine karışmaması için her boy, sürülerine kendi tamgasını vuruyordu. Sanat eserlerindeki tamgalar, kuzey Asya kültürünün bir alameti oldu.


Mevsim göçlerinde karşılaşılan güçlükler ve boylar arasında çatışmalar, erkek savaşçı kişiliğinin, Türkçe tabiri ile er ve alp şahsiyetinin ön plana geçmesine yol açmıştı. Erler ve alpler, alpagutlar, bağaturlar arasında kurulan kademeli bağlar, orduların çekirdeği olacaktır. Alpler şölenlerde mertebeye göre sıralanıyor ve içki kadehi ile, savaş tanrısı timsali kılıcı şahit tutarak büyüklerine bağlılık andı içiyorlardı. Er ve alplerin mezarlarında ve heykellerinde görülen alametleri kılıç veya kama asılı kemer ile kadeh idi.


Toplumdaki değişiklik, kadınların hayatında çok fark yapmadı. Kadınlar yine ailenin bakımı ile, “evçi” olarak kalmakta, ilaveten göç esnasındaki güçlüklere ve çatışmalara bile karşı koyabilmekte idiler. Ana tanrıça tasavvurunun, ana etrafındaki önceki aile düzeninin hatırası olduğu sanılır.


Kuzey Eurasia mezarlarında bulunan eşya, yarı göçebeliğe uygun olarak taşınabilir cinstendir. Eski Türkçe adı ile “kerekü” veya otağ diyeceğimiz, Kuzey Eurasia’nın üstüvani şekilde ve künbedli çadırının, işlemeli keçe örtüleri ile keçe, yahut yün yaygıları bulunuyordu. Halılar merasim eşyası da sayılıyordu. Atlı boyların kıyafetleri çakşır ve keçe çizme, kaftan, kepenek, kürk hem soğuktan hem güneşten koruyacak börkler, asırlar boyunca değişmeyecekti. Birer sanat eseri olan madeni ve kemikten küçük levhalar, giyimde olduğu gibi, at takımlarında da kullanılıyordu. Boy beği mertebesinde olmayan erkekler, kadınlardan daha sade kıyafette idiler. Fakat onların da küpeleri, gerdanlıkları olabilirdi.


Tarihî Türk devrinin en erken safhasından beri işlemeli yaka ve kol ağızlarına dikilebilen şeridler, mertebe işareti olarak gözükmektedir. Sanat eserlerinde, kadın tasvirleri, uzun elbiseler ve tac gibi başlıklardan seçilebilmektedir. Kuzey Asya atlı boylarının mezarlarının bir hususiyeti de çok sayıda ve gelişmiş silah cinsleri ve zırhlar ile tulgalardır. Atlı boylar dörtnala gidişte hem öne hem arkaya ok atmak mahareti ile ün salmışlardı. Türklerde böyle üstün okçuların alameti, başa takılan çift şahin kanadı idi”


Görülüyor ki arkeolojik tetkikler doğrudan "Türk” yorumu vermese de, çok yönlü özellikleri ile Türklerin geçmiş yüz ve bin yıllarını en iyi şekilde tasvire imkan vermektedir. Böylece arkeolojik bilgiler sonrasında, doğrudan tarihî devirlere girilebilmektedir.


C.  Mitoloji / Destanlar:


Türk’ün Kendi Destanları


Destanlar, efsanevî bilgiler, tarihî kaynakların bulunmadığı zamanlarda bir fikir verebilir: Bu sebeple Türklerle ilgili Destanlarda da tarihî gerçekler böylece aranacaktır.


Zeki Velidi Togan, "Türk Tarihinin en eski devirlerine ait rivâyetler doğrudan doğruya destan olarak yazılmıştır” demektedir (Tarihte Usul, 1950, s. 47. ) Bunlardan ‘Şu’ destanı, Hanname, Tünge- alp (Afrasiyab), Türk, dört oğlu ve On kam (On-ok, yani Batı Göktürk) rivayetleri bize ancak bazı parçalarından malumdur”. Togan’a göre bütün "bu rivayetlerin tarihî hayatı yansıttıkları açıktır”.


En eski Türk destanı Alp Er Tunga ile ilgilidir. Hatıraları Afrasiyab adıyla İran millî destanında saklanan Alp Er Tunga, Türk devletinin en eski ve en namlı Hakanı’dır. Kaşgarlı Mahmud tarafından nakledilen (I, 41, 189) destan parçaları oldukça etkili ve güzeldir.


Alp er Tunga öldi mü

Isız ajun kaldı mu

Ödlek öçin aldı mu

Emdi yürek yırtulur

Ulşıp eren börleyü

Yırtıp yaka urlayu

Sıkrıp üni yurlayu

Sıgtap közi örtülür..


Alp Er Tunga destanı ile biz doğrudan destanî hayattan, Sakalar=İskitler devri Türk tarihine girebiliyoruz. Çünkü Alp Er Tunga= Afrasiyab, İran sahasının doğu ve kuzeyine hakim olan bir büyük Zaman bakımından sıralandığında ikinci destanımız, muhtemelen Asya İçlerinden doğu taraflarına göç olayını konu edilen Şu Destanı’dır. Bu destan da ancak hikâye halinde Kaşgarlı Mahmud’un eserinde kalmıştır. Buna göre İskender-i Zülkarneyn, Türkistan’a geldiğinde Türk Hakanı Şu, doğuya doğru çekilmiştir. Hakanın bu çekilme kararından habersiz olan bir kısım Türkler ise Türkistan’da kalmışlar idi. Bunlar Kaşgarlı’ya göre yirmi iki Türkmen boyudur. Emel Esin ve diğer birçok araştırıcı Şu Destanı’nda, Çin sülalelerinden Chouların izlerini görmektedirler.


XVII. yüzyılda yazıya geçirilmiş olan Hanname, “Kimmerlerin Orta Asya’da bazı Türk kavimleri, Hasarlar, Rak/Uğrak, Çiğil ve İlaklarla birlikte yaşadıkları zamanı anlatır. Hanname, bize ancak 17. asırda Buharalı İmami adlı bir Özbek tarafından efsanelerle karışık bir şekilde yazarak vasıl olmuştur” (Z. V. Togan, Tarihte Usul, s. 48; ayrıca bkz. “Das Özbekische Epos Chan-Name”, CAJ, Vol. 1, No. 2 s. 144-156). Hanname’nin, tahlili yapılmadan geniş bir özeti, O. Ş. Gökyay tarafından yapılmıştır (“Hannâme”, Necati Lugal Armağanı, Ankara 1968, s. 275-329). Hanname’de, hadiselerin oluş zamanları ile yazılış devri arasındaki çok uzun zaman dolayısıyla; yerler ve kahramanlar çok iç içe girdiğinden, tahlili çok dikkat ister. Bunu da Zeki Velidi Togan yapmış olup, henüz, çok kısa bir hulasası yayımlanmıştır.


Oğuz Han, en eski Türk tarihinin en çok bilinen kahramanı olup, Türk destanlarının nispeten en “iyi muhafaza edileni de Oğuz Destanı’dır. Oğuz Destanı’nın doğrudan Türkçesi, hem de XIV. yüzyıl başlarında yapılan Farsça çevirisi günümüze kadar gelmiştir. Bu arada sonraki zamanlarda da Oğuz Destanı birkaç şekilde kaynaklara yansımıştır (Ş. Yezdî, Uluğ Beğ’in eseri; Ebülgazi Han).


Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanını hayatının son senelerinde ele almış ve incelemeleri tarafımdan yayımlanmıştır. Oğuz Destanı’nın daha ayrıntılı olarak nakledilen Reşideddin’un Cami üt- Tevarihi’ndeki Farsçasında, 24 kadar Padişah zikrediliyor. Burada birkaç sülaleye mensup hükümdarlar karıştırılmış. Tam bir sülalenin hükümranlık devri, tek bir padişahın ömrü gibi tasvir olunan noktalar da olabilir”. Türkçe ve Farsça olarak birçok ayrı şekilleri bulunan Oğuz Destanı, Zeki Velidî Togan’ın ayrı bir kitabında incelenmiştir. 


Reşideddin Fazlullah


IV. yüzyıl başlarında kaleme aldırdığı Cami üt-Tevârih’in girişinde, en çok Oğuz Han üzerinde durmuş idi. O ayrıca kendisine ulaşan destanları da söz konusu etmiştir. Fakat ona göre, Türklerin geçmişleri ile ilgili en eski ve etkili destan, Oğuz Destanı’dır. Ancak o bu kesimi “Türklerin ve Oğuzların Tarihi” diyerek vermektedir. Burada önüne getirilen Türkçe metin Farsçaya çevrilirken, muhtemelen İslâmî unsurlar katmış, bu arada bazı tasarruflarda da bulunmuştur. Metin şöyle başlar:


“Türk tarihçileri ve dili çabuk râviler şöyle anlatırlar: Nuh Peygamber A. S. yeryüzünü oğulları arasında bölüştürdüğü zaman büyük oğlu Yafes’e Doğu illeri ile Türkistan’ı ve o tarafları verdi. Yafes, Türklerin deyişine göre Olcay Han diye lakab alır. O göçebe olarak yaşıyordu. Yaylak ve kışlakı Türkistan’da olup yaz aylarını İpanç şehri yakınlarındaki Ortak ve Kürtak’ta kışları da aynı yörelerdeki Karakurum diye meşhur olan Karakum’daki Borsuk adlı yerde geçiriyordu.


Burada iki şehir vardı: Birisi Talas, birisi Karı Sayram ki bu son şehrin çok büyük kırk kapısı vardı. Bugün orada Müslüman Türkler yaşıyorlar. Kunçzı’nın memleketine yakındır ve Kaydu’ya aittir. Olcay Han’ın paytahtı bu yerde idi.


Onun Dîb Yavku Han adında bir oğlu oldu. Dîb’in manası taht ve makam, yavku ise halkın önderi demektir. O büyük ve tanınmış bir padişahtı. Dört muteber ve şöhretli oğlu vardı. Kara-han, Orhan, Kür-han ve Küz-han. Kara-han veliahd olduğundan babasının yerine geçip Padişah oldu. Onun çok talihli ve padişahlığa layık bir oğlu dünyaya geldi. Üç gün ve üç gece anasının sütünü emmedi.”


Bundan sonrasını özetleyerek verecek olursak, anası Tanrı’nın birliğine iman ettikten sonra sütünü emer; bir yıl sonraki toyda kendi adının "Oğur” (Oğuz) olması gerektiğini belirtir ve büyüdükten sonra babası kardeşlerinin kızlarını alır. Bunlar Tanrı’ya iman etmediklerinden yanaşmaz, küçük amcası Orhan’ın kızıyla daha iyi ilişki kurar ve bu durum babasının dikkatini çeker. Oğuz avda iken onu yok etme hazırlıkları yapılır ve bunu da son hanımı Oğuz’a haber verir. Oğuz ile babası ve amcaları arasında mücadele başlar ve bu 75 yıl sürer. Sonunda Oğuz galib gelir; amcaları uzaklara kaçar, Oğuz onlara "Muval” yani her zaman kaygılı olun diyerek Moğol adını verir. Oğuz zafer sonrasında toy verdi ve kendisine uyanlara Uygur adını verdi. Sonrasında cihangirlik için dünyanın dört bir yanına seferlere başladı.


Hindistan’a, Çin, Maçin ve Nenkiyas’a sefer etti; ülkesine döndüğünde İnal Han ile savaştı. Oradan kuzey diyarına yöneldi; Karaşit’e galip geldi; Atil boyuna vardı; Kıl-barak ile savaştı; sonrasında Karanlık ülkesine yöneldi; elde edilen ganimetleri yeni icad edilen Kanglılara yükleterek memleketine gönderdi. Derbent’ten güneye indi, Şirvan ve Şamahı’dan sonra Arran ve Mugan tarafına gitti. Gürcistan’a hakim oldu; Diyarbekir ve Şam’a yöneldi; oğulları Tekfur ile mücadele sonrasında Frenk ve Rum diyarına karşı harekete geçtiler Oğuz bütün ordusuyla Dimeşk’e yöneldi, Mısır’ı da alıp il yaptı ve Bağdat tarafına yöneldi. Oğullarını Fars ve Kirman tarafına gönderdi, Irak- Acem’de iken, aç kaldığından geride kalanlara Kal-aç adını verdi. Mazenderan’a ve oradan Herat’a ulaştı; yurduna Gur ve Garcistan yoluyla dönerken, dağlarda çok kar olduğundan, geriden gelen Karluklar orada kaldılar. Oğuz yurduna dönünce Uygurlar onu karşıladılar, büyük bir toy verildi, Oğuz Han altın evini kurdurdu. Üç oğlu bir yay, üç oğlu da oklar buldular; bozulabilen yayı bulanlara Bozok, okları bulanlara da Üçok adını verdi. Daha sonra da vefat etti.


Oğuz Han’dan sonra yerine Gün Han geçti; bu zamanda Yenikentli Irkıl Hoca, Oğuz Han’ın altı oğlunu ve her birisinin dörderden 24 torunu kendi arasında düzenledi. Böylece onlar toylardaki yerlerini, sıralarını ve yiyeceklerini bileceklerdi. Bu arada her birisinin damgası ve ongunu (kuşu) de belirlendi. Bunları aşağıda Ebülgazi’den nakledeceğiz.


Oğuz ve sonrası Gün Han’ın ardından başa geçen Oğuz Yabguları (Dîb Yavkuy Han, Kurs Yavkuy vb.) ile artık doğrudan bir tarihî dönem başlamaktadır.


Uygurca Oğuz Destanı


Uygurca Oğuz Destanı’nda Oğuz’un annesi Ay-kağandır; Oğuz adeta vahşi bir görünüşte bir yiğit olur ve halkını birçok canavardan kurtarır. Gökten inen ışık içindeki kızla evlenmesinden Gün, Ay ve Yıldız; bir ada içinde bulduğu kızdan da Gök, Dağ ve Deniz adında oğulları oldu.


Oğuz bir büyük toy verdi ve dünyanın dört bir yanına “Ben Uygurların Kağanıyım, bana itaat etmeniz gerek” diye haber gönderdi. Altan Han buna uydu; fakat sol yandaki Urum Kağan uymadı ve üzerine yürüdü. Bu sırada gök tüylü, gök yeleli bir kurt ordunun önünde belirdi; Oğuz’un ordusu onu takib ediyordu. Urum Kağan yenilmiş, kardeşi Uruz’un oğlu Oğuz’un Saklab adını verdiği bir şehirde kalıp Oğuzla dost olmuştu.


Çok geniş olan İtil suyunu geçmek için Uluğ Ordu Beğ, ağaçlardan yararlanıp bir alet yaptığı için Oğuz ona Kıpçak adını verdi. Yöredeki bir buzlu dağa giden askerleri karlar içinde kalınca onlara da Karluk dedi. Yoldaki bir altın evi açamayan Oğuz, birisine burada kal ve aç dedi ve onun adı da Kalaç oldu. Çürçet ile kavgada çok ganimet alınmıştı; Barmaklığ Çosun Billig, kanga kanga diye ses çıkaran Kanglı’yı icad edince onun adını Kangaluğ/Kanglı koydular. Kurt önde olmak üzere Hind, Tangut ve Şam taraflarına yürüdü; oradan Masar diyarına gitti. Masar Kağan yenildi, sayısız eşya ile geriye yurduna döndü.


Oğuz Kağan’ın yanında, Uluğ Türük adında ak sakallı, ak saçlı, çok akıllı bir ihtiyar, anlayışlı ve asil bir kişi idi. Bir gün rüyasında gündoğusundan batısına uzanan bir altın yay ile üç gümüş ok görmüştü. Bunu Oğuz’a anlattı; Oğuz, Gün, Ay ve Yıldız’ı doğuya, Gök, Dağ ve Deniz’i batıya gönderdi; Doğuya gidenler bir altın yay, batıya gidenler üç gümüş ok bulup babalarına verdiler. Oğuz, altın yayı üç parçaya bölüp bozdu; her bir oğluna bunları ve okları verdi.


Oğuz en son bir büyük kurultay topladı; Sağ yanda yayı bozup verdiği oğulları, yani Bozoklar, sol yanda da üç oku verdiği oğulları Üçoklar oturdu, sonrasında Oğuz “şimdi yurdumu size veriyorum” diyerek destan bitmektedir. Birçokları tarafından yayınlanan (Bang-Rahmeti; M. Ergin, Şçerbak, ) Uygurca Oğuz Destanı, henüz İslamî motifler girmeyen bir döneme aittir. Oğuz güçlü, kuvvetli ve Bozkurt rehberliğinde ordularını yürüten bir insandır. Oğuz Han’ın aklı başında müşaviri Uluğ Türük’tür.


Temür Devri Tarihçileri


Temür devrindeki tarihçiler, İç Asya’daki Oğuz Destanı’nın ve Oğuz Han’ın şahsiyetinin öteki Türk destan geleneklerinin biraz farklı bir şeklini belirtir. XIV. yüzyıl sonlarında bilinen ve XV. yüzyılda kaynaklara kaydedilen şekli (Şerefeddin Yezdî Mukaddimesi) 1440 yıllarında Temür Beğ’in torunu Uluğ Beğ (1394-1449) tarafından da Şeceret’ül-Etrâk adlı eserinde nakledilmiştir.


Ona göre, Nuh Peygamber, Turan ve Türkistan’ı Yefes’in hissesine verdi, bu sebeple ona Ebü’t-Türk derler (yeni Türk’ün babası); İran toprakları, Acem ve Ahvaz, Sam’a yani Ebü’l-Acem’e düştü, nihayet Hindistan ve Sudan tarafları da Ham’a ayrıldı ve ona da Ebül-Hind derler.


Yafes’in dokuz veya sekiz çocuğu olduğu söylenir:


Türk, Hazar, Saklab, Rus, Mensek, Çin, Kemari, Kimal (? k) ve Mareh (=Kanğ?). Bazıları Kimakle Kemari’yi bir sayarak sekiz çocuk derler. Uluğ Beğ Farsça eserinde, Türk’e "Yafes-oğlan”dendiğini de kaydeder. Türk bin Yafes bin Nuh’un padişahlığının anlatılması kesiminde, aşağıda Mücmel’üt-Tevarih’te nakledilecek bilgiler hemen aynen bulunmaktadır. Ancak bazı farklar da vardır. Mesela çok yerleri gezdikten sonra beğendiği sulu; çeşmeleri bol yere Cayilgan (Yayılgan?) adını vermiştir. Farsların, Hz. Âdem’le aynı kişi olduğu söylenen hükümdarı Keyümers ile çağdaş olup, o da Doğu illerinin hakanlarının arasındaki ilk "kaan”dır. Son derece akıllı; edebli ve hüner sahibi idi. Halkına at, deve, sığır, koyundan istifâdeyi ve keçe yapımını öğretti. Zamanında barış ve huzur vardı.


Türk’ün beş oğlu olmuştu: Sırasıyla Amılca, Tünk, Cigil, Barshar ve İlak. Yemeğe tuz katılması Tünk Han zamanında olmuştu. Şöyle ki bir gün avda kebap yerken Tünk bin Türk’ün elinden düşer; bu yer meğerse tuz madeni imiş ve alıp yediğinde tadı daha hoş gelir. Durumu kardeşlerine, babasına ve öteki devlet erkanına bildirir ve bundan böyle kebaba tuz konur. Keza ehli ve vahşi hayvan postlarından elbise edinmek de Türk zamanından kalmıştır. 240 yıl ömür sürdü.


Türk’ün vefatından sonra kardeşler arasında bazı olumsuzluklar göründü. Mesela Mensek, hilekâr olup Bulgar nehri kenarını mekan tutmuştu. Guzlar ondan gelir; istendiğinde yağmur yağdırılabilen "yada taşı”nı Mensek almış, Türk’e sahtesini bırakmıştı ki sonra bu Guz’a geçti. Guz ile amcası Türk arasında bu sebeple kavgalar oldu. Yuğur ve Türkmanların adları bu çekişme ve mücadelelerde geçer. Çin de hünerli ve feraset sahibi bir kimse idi. Maçin, Çin’in oğludur ki Osman bin Ertuğrul’un ceddi buraya çıkar. Kemari de ayyaş ve av-sever bir kimse olup, sincap, samur ve kakım derilerinden giyim yapıyordu. İki oğlundan birine Burtas, birine Bulgar adını koydu. Kimal/Kimak, zarif, latif bir kimse idi. Evladı da "mirza tabiatlı” ve hoş özellikleri ile ünlüdür. Kanğ (yukarda Mareh diye geçmişti) bin Yafes ise iyi yaratılışlı ve güzel ahlaklı idi. Kardeşleri arasında en insaflı olarak şöhret bulmuştu. Çin sınırlarında Kamrun taraflarında kaldı ve evladı orada dağıldı.


Yafesoğlan Türk Han bin Yafes, Türkistan’ı güzelce idare etti. Vefatında oğlu Abılca Han, yerine onun oğlu Dibakuy Han, onun oğlu Küyük Han ve onun oğlu Alımcan Han geçtiler. Alımcan Han Türklerin ülkesini Tatar ve Moğol adlı iki oğluna paylaştırdı:

Tatar Han’dan sonra sırasıyla Buku Han, Amılcana Han, Ensil=Elili Han, İtsenir Han, Ardu Han, Baydu Han ve en son Han da Sevinç Han idi.


Moğol Han’a gelince bunun dört oğlu oldu: Kara-han, Oz-han; Küz Han ve Or-Han. Babalarından sonra Kara-han Han oldu. Kışlak ve yaylağı Ortak ve Kürtak idi. Bunlar kafir olup şirk içinde idiler. Hatunundan bir oğlu dünyaya geldi, ad verme toyunda o kendi adının Ağuz (bundan sonra Oğuz diyeceğiz) olduğunu söyler. Anasının sütünü, o ancak Tanrı’nın birliğine inandıktan sonra emdi.


Böylece Oğuz Han ile ilgili, önemli bir kısmı Reşideddin’de verilen bilgiler verilmekle birlikte ordu düzeniyle ilgili kısım bir hayli ayrıntılı, kısmen Moğolca fakat Türkçeleri de olan bilgiler vardır. Oğuz Han, Reşideddin’de olduğu gibi Uygur, Kıpçak, Karluk, Kalaç ve hatta Ağaçeri Türk boylarının isimlerini verir. Burada ek olarak Uluğ Bey’de Çiyurgan/Cürgân? (Şuburgan?) ki katar manasına gelir, eklenmiştir. Hatta bir yerde kendisine “Oğuz Han-Gazi” de denerek, o aynı zamanda bir İslâm kayramı sayılmaktadır. Asıl yurduna döndükten sonra bir toy yaptı, altın otağını dikti; yenip içildi. Bozok (Kün Ay, Yulduz) ve Üçokları (Kök, Tak ve Tingiz) düzenledi.


Oğuz Han’dan sonra Kün Han geçer ve Irkıl Hoca sağ ve sol kolları (Bozok ve Üçokları) düzenleyip onların lakap ve tamgaları ile yerlerini meclis ve toylardaki yerlerini belirtir; koyunun nerelerini yiyeceklerini de tanzim eder; fakat Kün Handan sonra, oğlu değil kardeşi Ay Han geçer. Ay Han’dan sonra ise, Yulduz Han geçerler. Bu arada Yulduz Han’ı Ay Han’ın oğlu sayıp, sonrasında Yulduz Han’ın oğlu Mengli Han ve sonrasında Tingiz-Han başa geçerler. Tingiz Han 110 yıl Moğolistan’da Hanlık yapar ve sonrasında oğlu İlhan padişah olur.


Sâkin ve olgun bir kişi olan İlhan zamanında, İran-zemîn’den Tur bin Feridun asker çekip Ceyhun’u geçer ve Türkistan’a yönelir. Son Tatar Hanı Sevinç Han, Oğuz Han ailesine karşı intikam için fırsat bulur ve onunla birleşir. Tur ile İlhan savaşırlar; “Türklerden, Uygur ve Tatar’dan çoğu öldürülür; Tur ile Sevinç Han ordusu hile ile geri çekip, sonra ani bir baskınla Moğolları yok ederler. İlhan’ın oğlu Kıyan ile Nüküz ve iki kadın ölenlerin arasında sağ olarak kalırlar ve güçlükle kendilerini kurtarıp, Türklerin Ergenekon, yani dar-geçit dedikleri güvenilir bir yer bulurlar. Bu olay, Oğuz Han’ın vefatından bin yıl sonra cereyan etmişti.


Bu savaşlar sırasında bir tarafa kaçışan kırk kızın soyu, Kır-kızları oluşturmuş; otuz yiğit de başka bir yöne kaçmış ve onlardan Otuz-oğlanlar meydana gelmiş.


Böylece doğrudan tarihî devirlere de gelinmiş olur. Çünkü artık Ergenekon ile ifade edilen Türk tarihinin bu bir felâketli dönemidir ve Göktürklerden önceki zamanı kastetse gerek. Görülüyor ki XIV. yüzyıl sonlarındaki bir rivâyet, Oğuz Han’ı Türk’e ve hatta daha yakın bir ata olarak da Moğol’a bağlamaktadır.


Uluğ Beğ, kendisinin Türk olduğunun şuurunda olup, bu arada İç Asya’daki oluşumları da bilmekte, en önemlisi Moğol’un doğrudan Türk ve Oğuz Han’la yakın olduklarını bilmektedir. 


Ebülgazi Han


1603-1663 arasında yaşayan ve 1644 sonrasında Hive Han’ı olan Ebülgazi Han, Türkmenler arasındaki Oğuznamelerin oldukça farklı olduğunu görünce, kendisi de bir metin tesis etmiştir. Onun metni, A. N. Kononov tarafından yayınlanmış, Türkçeye de nakledilmiştir.


Atil ve Yayık boyuna giden Yafes’in sekiz oğlu vardı: Türk, Hazar, Saklab, Rus, Menek, Çin, Kemari ve Tareh. Yafes ulu oğlu Türk’ü yerine geçirdi; Türk’e Yafesoğlanı derler. Issık göl etrafını beğendi, orada keçeden evini kurup oturdu. Türkler arasındaki birçok adetler ondan kalmıştır. Türk’ün dört oğlu vardı: Tütek, Cigil, Barscar ve Emlâk. Türk öleceği zaman Tütek’i yerine bıraktı; Tütek, akıllı, devletli ve iyi bir padişah idi; Türk içinde çok adetlerı o yarattı. Acem padişahlarından Keyümers ile çağdaş idi. Bir gün ava çıkar, geyik öldürüp kebap edip yerken bir dağram et yere düşer. Onu alıp yediğinde ağzına daha hoş gelir; orası tuzlak imiş. Aşa tuz salmasını o çıkardı. Ondan sonra oğlu Amılca, sonra oğlu Bakuy Dîb Han geçti. Dîb’in manası tahtın yeri, Bakuy’unki de "il ulusu” demektir. Sonra oğlu Kök Han geçti; Ölünce oğlu Alınca, Han oldu. İki oğlu vardı, birisi Tatar, birisi Moğol. Atası yaşlandığında yurdunu ikiye bölüp iki oğluna bölüştürdü. Tatar ve Moğol her ikisi de kendi ülkelerinde padişahlık ettiler. 


Moğol Han’ın dört oğlu var idi: Ulusunun adı Kara-han, sonra Kür-han, Kır-han ve Or-han. Moğol Han’dan sonra, büyük oğlu Kara-han başa geçti; Kara-han Ortak ve Kürtak’ta yaylar idi. Bu zamanda ona Uluğ-Tağ ve Kiçik-Tağ derler. Kış olunca Sır suyunun ayağında ve Karakum ve Borsuk’ta kışlar idi.


Karahan’ın uluğ hatunundan yüzü ay-günden parlak olan bir oğlu dünyaya geldi. Üç gece gündüz anasını emmedi. Her gece o oğlan anasının düşüne girip derdi: "Ey ana, Müslüman ol, eğer olmazsan, ölecek olsam bile senin memeni emmiyeceğim”. Anası oğluna kıyamadı ve Tanrı’nın birliğine iman getirdi. Ondan sonra o oğlan memesini emdi; Anası gördüğü düşü ve Müslüman olduğunu kimseye söylemedi. Çünkü Türk halkı Yafes’den ta Alınca Han’a kadar Müslüman idiler; Alınca Han padişah olduktan sonra Tanrı’yı unuttular, bütün halk kafir oldu. Kara-han zamanında da sıkı kafir idiler; baba oğlunun Müslüman olduğunu bilse onu öldürürdü. O zamanda oğlan bir yaşına gelince adı konurdu. Karahan ile boya haber salıp bir ulu toy yaptı. Karahan beylerine oğluna bir ad verilmesini istediğinde beyleri cevap vermeden oğlan "Benim adım Oğuzdur” dedi.


Sonrasını özetleyecek olursak, Reşideddin’deki olayları hemen burada da görürüz. Oğuz vefat ettikten sonra, yerine Gün Han geçmişti. Gün Han zamanında Irkıl Hoca, Oğuz’un çocuk ve torunlarını bir tertip ve düzene sokulmuşlar idi. Oğuzları 24 ana boy esasında düzenleyen Irkıl Hoca, boyların kendi aralarında çekişmeleri için bazı esaslar koymuştur. Bazı ayrıntıları Reşideddin’in eserinde bulunmayan bu düzenlemenin Ebülgazi Bahadır Han’daki şeklini aynen almak, bazı Türk boylarının, bu düzenleme deki yerini, orun ve ülüşlerini belirtmek açısından yararlı olacaktır: Altın örgenin töründe Kün Han oturdu; Koyunun başını, arkasını, kuyruklu ucasını ve bağrını ona verdiler. Örgenin iç eşiğinde Irkıl Hoca oturdu, töşünü onun önüne koydular.


Sağkol’da ilk örgeye Kün Han’ın büyük oğlu Kayı’yı (kuşu şunkar) oturttular. Sağ aşıklı iliği ülüş verdiler. Bayat (üki) onu doğradı, Sorkı atları tuttu. İkinci örgeye Alka-evli’yi (köykenek) oturttular. Sağ kar iliği ülüş verdiler. Kara-evli (Köbek-sarı) onu doğradı, Lala atları tuttu. Üçüncü örgede Ay Han’ın büyük oğlu Yazır’ı (turumtay) oturttular. Sağ yan-başı ülüş verdiler. Yapar (kargu) onu doğradı, Kumı atları tuttu. Dördüncü örgede Dodurga’yı (Kızıl-karcagay) oturttular, sağ umacayı ülüş verdiler. Döğer (göçgün) onu doğradı Mürdeşuy atları tuttu. Beşinci örgede Yulduz Han’ın büyük oğlu Avşar’ı (cer- laçın) oturttular. Sağ uyluğu ülüş verdiler, Kızık (sarıca) onu doğradı, Turumçı atları tuttu. Altıncı örgede Beğdili’yi (bahrî=kuzgun) oturttular; sağ yağrını ülüş verdiler. Karkın (su bürkütü) onu doğradı, Karacık atları tuttu.


Sol yandaki birinci örgede Gök-han’ın büyük oğlu Bayındır’ı (laçın) oturttular; sol uyluğu ülüş verdiler, Becene (ala toğan) onu doğradı, Kazıgurt atları tuttu. İkinci örgede Çavuldur’u (buğdaynık) oturttular, sol yan-başı ülüş verdiler; Çepni (hümay) onu doğradı, Kanklı atları tuttu. Üçüncü örgede Dağ Han’ın büyük oğlu Salur’u (bürküt) oturttular, sol aşıklı iliği ülüş verdiler. Eymir (encarî) onu doğradı, Kalaç atları tuttu. Dördüncü örgede Alayuntlu’yu (yağılbay) oturttular, sol umacayı ülüş verdiler Üregir (bayku) onu doğradı, Teken atları tuttu. Beşinci örgede Tengiz Han’ın büyük oğlu İğdir’i (karcıgay) oturttular, sol karı iliği ülüş verdiler. Büğdüz (italgu) onu doğradı, Karlık atları tuttu. Altıncı örgede İva’yı (toygun) oturttular; sol yağrını ülüş verdiler. Kınık (cer karcıgay) onu doğradı, Kıbçak atları tuttu.


Oğuz Han’ın altı oğlunun asıl hatunlarından doğan torunları yirmi dört kişi idi. Kün Han onların her ikisini bir örgede oturttu ve on iki bölük oldular. Bu onikisinden doğanlara yüzlük dediler. Oğuz’un adlandırdığı kişiler ve kumadan doğan torunları da yirmi dört kişidirler. Bunların hepsini evin (örge) dışında oturttular; On ikisi at tutup oturdu, on ikisi eşikte oturdu; bunlardan doğanlara aymak dediler ki aslı omaktır”.


Ebülgazi Han’ın eserinde, Gün Han’dan sonra, oğlu Kayı’nın geçtiği yazılıdır. Reşideddin ise bunu belirtmeyip, doğrudan Dib Yavkuy Han’ı başa geçiriyordu. Biz, Reşideddin’deki bu durumu, doğrudan zamanın bir etkisi olarak yorumlamış idik. Çünkü Reşideddin’in eseri kaleme alındığı yıllarda (XIV. yüzyıl başları) Kayılar Anadolu’nun batı yakasında etkili bir konumda bulunuyor ve İlhanlı Devleti’ne problem olabiliyorlardı.


Ebülgazi Han’ın eseri, XVII. yüzyıl ortalarında kaleme alınmış olmakla birlikte, bir yandan XIV. yüzyıl başlarının bilgilerini içerirken, öte yandan da Uluğ Bey’in eserindeki bilgilerden de etkilenmiş bulunmaktadır.


Oğuz Destanı ve Oğuz Han hakkında, bu dört farklı bilgi imkânı gözönüne alındığında, Türk tarihinin geçmiş bin yıllarında ana eksen, şu halde Oğuz Destanı gibi görülüyor. Bu destan, sonraki zamanlarda, bazı boylar tarafından daha dar bir çerçevede tutulmuş olsa da, Oğuz ile Türk’ün ilişkileri gibi, Moğol ile Oğuz Han arasında da ilişkiler kurulmuştur.


Oğuz Han ve onun Türklerle olan bağlantısı, anlaşılıyor ki iki ayrı rivayet vardır. Reşideddin, bu rivayetlerin birisini tercih etmiştir. Eserinde, ötekilere göre bazı eksiklikler göze çarpıyor. Fakat öteki şekil, daha XV. yüzyıl başlarında Şerefeddin Yezdî ve özellikle yüzyılın ortalarında Uluğ Bey’in eserinde yaşamıştır. Türk ile Oğuz arasındaki münasebet, bu arada Moğol ile yakınlaşmayı sağlamak üzere, Ebulgazi Han da Uluğ Bey’in bilgilerini tercih etmiştir. Nitekim o, eserinin başında da, Türkler ve Türkmenler hakkında birbirinden çok farklı bilgiler bulunduğunu belirtir.


Buna Benzer Bilgiler


1507’lerde kaleme alınan Tarih-i Güzide-i Nusretname adlı Türkçe eserde de belirtilir. Orada Reşideddin, Şerefeddin Yezdî ve Uluğ Beğ’den alınan bilgiler bir araya getirilmiştir. Bütün bunlarda dikkati çeken en önemli özellik, “bugün (yâni XIV-XV. yüzyıllarda) Moğol denilen birçok boyun Türk oldukları”nın ısrarla belirtilmesidir. Türk, bu sebeple bütün Asya tarihinde, özellikle İç ve Batı kesimlerinde XIV-XV. yüzyıllarda en üst düzeyde itibarda olmuştur. Nitekim İbn Haldun’a göre XV. yüzyılda, Temür ile Türklüğün şevketi en üst düzeye erişmiş idi.


Reşideddin’in Ayrıca Bildirdiği


Uluğ Beğ’in ise Oğuz Han’dan bin yıl sonrasına ait saydığı Ergenekon apayrı bir gerçektir. Ergenekon’da, Türklerin kökeni ve menşelerine ait bilgiler yoktur; orada Türkleri (veya Moğolları) yönetecek boyların önderlerinin ortaya çıkması etkilidir. Bu yönü ile Ergenekon, Göktürklerin menşelerine dair Çin kaynaklarının yazdıkları ile uygunluk göstermektedir. Bu türden bilgiler belki de İç Asya’da yaygın bir efsanenin izleri de olabilir.


Bu arada Ön Asya kökenli dinî rivâyetlerde de Zülkarneyn’in çok hareketli bir kavim olan Yecuc- Mecucleri bir demir sed ardında terk edip bırakması hikayesi de vardır. Burada Yecuc-Mecuclar, ötesine itildikleri demir sedden dışarı çıkamazlar. Ergenekon adı ile özdeşleşen efsânede ise demir dağın eritilerek çıkılması doğrudan Türklerin yaşadığı coğrafyada da izler bırakmıştır. Demir dağlar eritilerek adeta bir demir-kapı oluşturulmuş ve Türkler arasında bu ad, Demir-kapı adı çok yaygın olmuştur.


Demir-kapı yer adlarında efsane ile tarihî gerçekler, bir bakıma içiçe girmektedir. En eski tarihli Demir kapı, Göktürk kitabelerinde Semerkant dolaylarında zikredilen olmalıdır. Sonraki zamanlarda da Demir kapılar Avrupa içlerinde (Tuna-Demirkapısı), Asya batısında (mesela Hazar Denizi batısı Derbent Demirkapısı) ve daha pek çok yerde vardır. Günümüz Anadolu sahasında dahi Demirkapılar yer (Kamışlı-Musul arasında demiryol istasyonu) ve hatta köy adı (Balıkesir-Bursa yolunda) olarak bir hayli çoktur.


Komşu Milletlerin Destanları İranlılar


Türklerden destanlarında söz eden milletlerin belki de ilki İran ve onların millî destanı Şehname’dir. Gerek burada, gerekse İran tarihlerinde, dünyanın yaratılması sonrasındaki ilk hükümdar Keyümers olup, hatta bu kişinin Hz. Adem olduğu dahi sanılırmış. Bu olmasa bile mesela Şit Peygamber diyenler de varmış (Lübbüt Tevarih). Mağaralarda yaşayan, hayvan postları giyen bu kişi bin yıl yaşamış, hayatının sonlarında evler yapmıştır. Torunu Huşeng ve sırasıyla Tahmures, Cemşid ile hayat devam eder gelir. Cemşid neslinden Afridun yararlı işler yapmıştır. Üç oğlu olup, bunlardan Selem’e batı diyarını, Ceyhun’a kadar Doğu’yu ortanca oğlu Tur’a, asıl yurdunu (İran-zemîn’i) ise İrec’e vermiştir. Bunu kıskanan öteki kardeşler ise İrec’i öldürmüşlerdi ve ondan kalan kızını, Feridun, kardeşinin oğlu ile evlendirdi ve bundan Menuçehr dünyaya geldi. O da büyüyünce iki dayısını (Selem ve Tur) öldürdü. Menuçehr hükümdarlığı sırasında dünyayı mamur etti, fakat Tur neslinden Afrasiyab büyük bir ordu ile Menuçehr üzerine geldi, savaştılar ve sonunda aralarında barış yapıldı.


Menuçehr’in oğlu ve torunları zamanında da Afrasiyab ile İran arasında savaşlar devam etti. Afrasiyab bir ara on iki yıl kadar bir süre İran’ı istilâ etti. Artık Turan’ın ve Türkistan’ın hâkimi Afrasiyab ile İran arasındaki mücadele uzun yıllar devam etmiştir. Afrasiyab, başlangıçta belki Turan ve Türkistan hükümdarı idi, fakat destanda O, Turan hükümdarlarının bir genel adı olarak görülüyor. İranlılar nihayet O’nu Azerbaycan sahasında öldürür ve İran bir büyük düşmanından kurtulur.


Mücmel’üt-Tevarih vel Kısas’ta İran Şahı Feridun’un oğlu Tur’u idare etmesi için doğuya gönderdiği yazılıdır. O, idaresindeki ülkeyi sevince orada kalacaktır ki bu sebeple oraları, sonradan Turan, yani Tur’un ülkesi olarak anılacaktır. "Ondan Zâdşem, Zâdşem’den de Peşenk dünyaya geldi. Afrasiyab ise Peşenk’in oğludur. Afrasiyab, Hindlilere ve Rumlara galip geldi. Birkaç defa da İran’ı mağlup etti” der ve ilerde anlatacağını belirtir.


Zeki Velidi Togan, Firdevsî’nin Şehnamesi’ndeki bilgilerin tarihî kaynağının Taşkentli Dakikî adlı bir şairin eserinden alındığını belirtir. Bu arada destandaki bilgilerin Şehname’den biraz farklı şekilleri, çağın öteki İslam kaynaklarında (Taberi, Dineverî vs). yansımıştır. Bunlara göre Afrasiyab, babası Beşeng, onun babası İnet, babası Rişmen ve babası Türk olmak üzere dört batında Türk’e bağlanmaktadır. Afrasiyab’ı, Beşenk=Pecenek ve sonrasında dört batında Türk’e bağlayan bir rivayet Karahanlılar devri fıkıh kitaplarında da varmış.


İlk bakışta milattan önceki zamanlara ait bu destan ve öteki kayıtlardaki Afrasiyab isminin Türklerle bir alakası görünmüyor. Fakat XI. yüzyılın insanı Kaşgarlı Mahmud, bize İranlıların Afrasiyab diye belirttikleri kişiye Türklerin Alp Er Tunga dediklerini yazar ve bu bilgi Kutadgu Bilig tarafından da desteklenir. O zaman Şehname’deki İran-Turan cenklerinin, Türklerin bir millî kahramanı ile İranlılar arasındaki mücâdele olduğu ortaya çıkar. Gerçi, eski Türk şairleri, mesela Ahmedî, İran edebiyatının etkisi ile mesela İskendernâmesi’nde Afrasiyab’dan hiç de iyi bir şekilde söz etmez. Bu efsânevi zamanlar ise Zeki Velidi Togan’a göre M.Ö. VI-V. yüzyıllardır. Bu zamanda ise, kaynaklar İran’ın kuzeyinde büyük Saka/İskit Devleti’nden söz ederler. Böylece İran millî destanı, Türklerin tarihî varlıklarını ve devlet hayatını M.Ö. VI. yüzyıla kadar çıkartan bir kaynak olarak kabul edilebilir.


Ön Asya kökenli dinî mitolojide, insanlar tufan sonrasında Hazreti Nuh’un üç oğlundan türemişlerdir. Bütün insanları Nuh’a bağlayan bu rivâyetin, ilk ve en ayrıntılı bilgilerini veren 520 h/1126’de telif edilen Mücmel’üt-Tevarih ve’l-Kısas daki bilgilerin "edepli, terbiyeli, akıllı ve temiz kalpli olan” Türkle ilgili kısmını, R. Şeşen çevirisinden aynen vermek yararlı olacaktır. Buradaki bilgiler sonradan öteki müelliflerin yazdıklarına da kaynaklık etmiştir.


Türklerin nesebi hakkında


Nuh Peygamber Tufandan sonra yeryüzünü çocukları arasına paylaştırınca, Ceyhun tarafını Yafes’e verdi. Yafes’in yedi oğlu vardı: Çin, Türk, Hazar, Saklab, Rus, Yecuc-Mecuc’un babası olan Misek ve Bulgar ve Burtasların babası Kemâri. Bu çocukların herbirinin nesli ve sülalesi kaldı. Her birinin bir çeşit dili vardı. Doğu taraftaki toprakları kendi aralarında paylaştılar.


Bu oğulların huylarına gelince, Çin çok akıllı ve terbiyeli, Hazar sakin ve az konuşurdu. Rus hilekâr ve ihtiyatlı biriydi. Saklap yumuşak kalpli olub Misek çok yaşamamıştı. Onun oğlu olan Guz hileci ve kurnazdı. Dedesi Yafes onu oğullarından daha çok severdi. Kemâri oyunu seven ava ve işrete düşkün biriydi. Türk edepli, akıllı ve doğru kalpliydi.


Türk (kendisine yarar bir yerleşme bulmak ümidiyle), bütün doğu ülkelerini gezdi ve kendisine uygun bir yer buldu. Hoşlandığı bu yerin adına Issık göl adını verdi ki Türkçede ıssı (sıcak) göl demektir. Burada küçük bir deniz vardı, suyu sıcaktı. Çeşmeler çoktu, etrafı dağlarla çevrilmişti. Otu bol, suyu da çok hoştu.


Türk Tanrı’ya şükretti ve burasını kendisine yurt etti. Yafes’in oğulları arasında Türk ve Hazar akıl sahibi idiler. Fakat diğer oğullarından hayır yoktu. Geceleyin yanındaki dağın üzerinde ateş görüldü. Ertesi günü ortalık aydınlanınca Türk o dağın tepesine çıktı. Fakat ateşten hiçbir eser görmedi. Fakat Türk orasını hoş buldu; yayla ve meralarını hoş ve sevindirici buldu. O dağa Iduk-art adını verdi ki bugün dahi aynı adı taşımaktadır. Sonra ağaçtan ve otlardan evler yapmayı emretti. Bundan evler (khargah) yaptılar. Barınmak için koyun derisinden kaban-üstlük ve börk yapılmasını buyurdu, bu adet bugüne kadar gelir. Kitaplardan okuduğuma göre Türk’ün bu memlekette yerleşmesi anında talihi Esed yıldızı olmuş ve o saatin sahibi Merih’in ayla, Zühre yıldızının kavsle buluşduğu dakika olmuştur Türk’ün hem kan dökücü, hem de güzel yüzlü olmasının sebebi bundandır.


Türk’ün çocukları oldu ki Tutel (? Tünk:), Çigil, Barshan ve İlak. Bugünkü Barshanlılar, İlaklılar ve Çigiller bunların çocuklarıdırlar. Derler ki Tünk, bir gün avlanmaya gitmişti. Birşey yemek istedi; yerler tuzlu imiş. Elindeki lokmayı düşürdü, yeniden aldı. Yediğinde daha hoş buldu. Buradan tuz getirip yemeğe koymayı emretti”.


Mücmel üt-Tevarih ve’l-Kısas daha sonra Hazar, Rus, Gûz bin Misek ibn Yafes, Çin, Saklap ve Kemari hakkında da bilgi verir. Aynı eserde “Türklerin bedenlerinde kıl az bulunur” ve sebebini Yafes’in çocukluğundaki bir hastalağına bağlar ki anası tedavi olması için karınca yumurtasını kurt sütüyle karıştırıp vermişti yüzyıla ait bu kaynağın haberleri, sonradan XV. ve XVII. yüzyıl kaynaklarında da nakledilecektir.


Çinliler


Çinliler de kuzey komşularıyla ilgili birçok destanî özellikten söz ederler.


Kao-chelerin kökenine ait söylenen rivâyet, Türk ülkesinin yer adlarıyla da uyuşmaktadır. Ona göre Hun hükümdarlarından birisinin çok güzel iki kızı varmış. Han bu kızlarını dünya "beşer” insanlarıyla evlendirmeye kıyamamış, kızlarım ancak ilahlara layıktır diye düşünmüştür. Bu amaçla ülkesinin ıssız/uzak bir köşesinde yüksek bir kule yaptırarak kızlarını yeterli yiyecek ile oraya koymuş, ilahların gelip kızlarıyla evlenmesini beklemiştir.


Aradan aylar ve hatta yıllar geçtiği halde gelen giden olmamıştı. Bu sırada bir yaşlı kurt, bu kule dibinde kendisine barınak bulmuş, gece gündüz orada kalmaya başlamıştır. Zaman içinde ondan başka canlı ortalıkta görülmeyince küçük kız kardeş, babamızın sözünü ettiği ilah bu olamaz mı demiştir. Büyük kardeşin ilk zamanlardaki çekingenliğinden sonra zaman içinde gelen giden olmayınca ilah kabul edilen kurtla evlenen kızların çocukları olmuştur. Onun için Kao-chelerin çocukları, kurt gibi söyledikleri türküler de kurt inlemesine benzer.


Türklerin İslamiyet’in kabullerinden sonra da, halk arasında devam eden, ancak İslâmiyet’in temel özellikleri ile uyuşmayan bu rivâyetin Türkler arasında şuur altında yaşamış olduğu Kız-kulesi yer adlarından anlaşılıyor. Çünkü Türk’ün yaşadığı, ıssız yerlerdeki su içindeki kaylecik veya kuleler hep Kız-kulesi diye anılmıştır. Böylece Doğu Avrupa, Batı ve İç Asya’da yüzlerce Kız-kulesi veya Kızlar-kalesi, bu dikkate değer destanın =efsanevî hikayenin gerçek izleridir.


Kurt ile ilgili olarak halk arasında birçok rivayet de yaşamıştır. Bununla birlikte bilgili kimseler Türk insanının doğrudan insan, "kişi-oğlu” olarak dünyaya geldiğine inanmışlardır. Göktürk Devri’nden kalan yazıt=kitabelerde Kurt ile ilgili efsaneler bulunmaz; orada Türk Bilge Kağan, kendisini doğrudan kişi-oğlu olarak dünyaya gelmiş kabul eder.


Göktürklerin çıkışı sırasında Çin kaynakları, onların geçmişi ile ilgili olarak hemen aynı esaslı efsaneler naklederler. Pei-shih (386-618), Kuzey Sülalesi yıllıklarındaki Tu-küe kısmında şöyle yazılıdır (Tang Chi çevirisi):


"T’u-chieh evvelce Hsi-hai (Batı Denizi) sağ kısmına yerleşip kendisi tek başına bir kabile kurmuş Hsiung-nuların başka bir soyudur. Onun soy adı A-shi-na’dır. Sonradan komşu ulus tarafından mağlup edilip soydaşları da yok edilmiştir. Ancak on yaşlarında bir erkek çocuk arda kalmıştır. Askerler çocuğun yaşını küçük gördüklerinden öldürmeyip sadece onun el ve ayaklarını kestikten sonra otluk bir yere bırakmışlardı. Orada dişi bir kurt tarafından bulunup et ile beslenmiştir. Çocuk büyüdükten sonra: dişi kurt ile münasebette bulunur ve kurt hamile kalır. Zamanın hükümdarı, çocuğun hala hayatta bulunduğunu haber alınca bir elçi gönderip bu çocuğu öldürmek ister. Elçi çocuğun kurtla beraber olduğunu görür ve ikisini birlikte öldüreceği sırada bir mucize olur. Dişi kurt çocukla birlikte Batı Denizi’nin doğu tarafından bulunan Kao-chang/Koço ülkesinin kuzeybatı yönündeki dağa kaçıp kurtularlar.


Burası geniş ve bol otlu bir ovanın çukurluk bir kesimidir ve dört bir yanı dağlarla çevrilidir. Kurt işte bu ovada saklanmıştır. Daha sonra on erkek çocuğu olmuştur. On erkek çocuk büyüdükten sonra, ova dışındaki kadınlarla evlenmişler ve böylece nesilleri çoğalmıştır. Bundan sonra on kişinin her birisi bir boy olmuştur ki A-shi-na onlardan birisidir. Onların arasında en iyi ve değerli olan adam başbuğ olmuştu. Kendilerinin kökenlerini unutmamak için ordugâh kapısında kurt başlı bir tuğ dikmişlerdi.”


Benzer hikayeler, mesela Chou-shu (557-589), Sui-shu (589-618) sülaleleri tarihlerinde de bulunur; son kaynakta çocuğun bırakıldığı yer bir bataklık olup, kaçıp kurtulmak için kurt bir çukura girer ve öteki tarafa çıktığında bol otlu bir ova ile karşılaşır. Nesillerce burada kalıp çoğaldıktan sonnra A-hsien-she isimli başbuğ, boyunu buradan çıkarmıştır. Ergenekon rivayeti ile Çin kaynaklarının verdiği bilgiler, muhakkak ki aynı büyük tarihî olayın yankıları olmalıdır. Bu ise, bize kalırsa Milâd sularında, belki de 1-2. yüzyıllarda cereyan etmiş olan bir büyük siyasî hadisedir.


Çin kaynaklarındaki efsanevî bilgiler, doğrudan Türklerin en eski zamanlarına ait değildir. Onlar, Türklerin VI. yüzyılda, aynı adla bir güçlü devlet kurmaları vesilesiyle, Türklerin, daha doğrusu Türk devletinin yönetici ailesinin geçmişine dair bilgi vermek istemişlerdir.


Arap Coğrafyacılarına Göre Türkler


İslamiyet’in çıkması ve Arapların Batı ve hatta İç-Batı Asya’ya hakim olmalarından sonra, yazılan Coğrafya kitaplarında, Türklerle ilgili birçok bilgi vardır. Bunların önemli bir kısmı VIII-IX. ve sonraki yüzyıllara ait olmakla beraber, genel olarak Türklerin kökenine ve özelliklerine temas edenler de vardır.


Bunlar arasında Mes’udî’nin (ö. 956), Müruc üz-Zeheb adlı eserinin on beşinci bâbında Çin ve Türk hükümdarları hakkında şöyle deniyor: “İnsanlar Çin halkının soyları ve başlangıçları hakkında ihtilafa düştüler. Sam’ın evladından ‘Amûr oğulları doğu tarafına giderek Belh nehrini geçmişler, aralarından çoğu Çin’e kadar gitmişlerdi. Bunlar oralarda çeşitli ülkelere dağıldılar. Bir kısmı şehirler ve köyler kurdular; buralara yerleşmeyenler ayrılarak çöllerde oturmuşlardır. Bunlar, Türkler, Karluklar ve Kâşân/Küça şehri sahipleri olan Tokuz-oğuzlardır. Tokuz-oğuz ülkesi Horasan ile Çin arasındadır; bugüne, yani h. 332 (m. 944) tarihine kadar Türkler arasından onlardan daha kuvvetli, kudretli ve memleketi iyi idare edenler çıkmamıştır. Türkler arasında en kudretli Oğuzlar, en güzel ve en uzun boylu, en parlak yüzlü olanlar Karluklardır.


Türk ülkesinin Türklerin yüzünde ve gözlerinin küçüklüğündeki etkisi gibi. Hatta bu tesir onların develerini de etkilemiş, develerinin ayakları kısa, boyunları kalın, tüyleri beyaz olmuştur. Mesudî’ye göre dünyadaki en önemli hükümdar Babil/Bağdat’ta olandır; sonra Çin ve ondan sonra da Türk hükümdarlarından Kûşan şehri sahibi gelir. Bu Tokuz Oğuzların hükümdarı olup, yırtıcılar ve atlılar hükümdarı’ adını alır. Zira yeryüzündeki hükümdarlar arasında onun adamlarından daha kahraman ve kan dökmeye istekli adamları olan, ondan daha çok atı olan kimse yoktur. Ülkesi Çin ile Horasan çölleri arasındadır. Türkler arasında daha birçok hükümdar ve kimseye boyun eğmeyenler vardır.”


Arap coğrafyacıları, Türklerle kısmen Yecü-Mecuc olayı vesilesiyle ilgilenmişlerdir. Çünkü bir kısım Ön Asya kaynakları gibi, Arap kaynakları da, Zülkarneyn tarafından bir seddin ötesine atılan çapulcu Yecüc-Mecücleri Türk sayarlar. Oysa doğrudan Zülkarneyn’in bir Türk, hatta Oğuz Han olduğunu ileri süren Türk bilginleri de vardır.  VI. yüzyıldan itibaren doğrudan Türk adıyla öne çıkan bu kavim, VIII-IX. yüzyıldan sonra Müslüman olmaya başlayarak, İslam için de bir ümit olmuştu. Böylece bir kısım Arapların Türklere bakışı yumuşamış, hatta bir kısım Araplar Türklerin Hz. İbrahim’in Kantûra adlı cariyesinin neslinden geldiğine de inanmışlardır. Bir kayda göre Hz. İbrahim Türk hakanının kızı Kantûra ile evlenmiş imiş. Bu sebeple olsa gerek bazı Arap kaynaklarında Türklere Benu Kantura da denilmektedir. 


Görülüyor ki, Türklerle ilgili destanlar, Türk’ü tarihin ve insan oğlunun en eskileriyle bir tutmaktadırlar.



Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak