15 Ocak 2023 Pazar

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Gündelik Hayatımızda Süslenme-3


Kolonya


Alkolün bulunuşuyla tarihinin en önemli atılmalarından birini yapan parfümcülüğün merkezi İtalya’dan Fransa’ya kaydıktan sonra Kuzey İtalya’da yaşayan Giovanni Paolo de Feminis (1660-1736), formülünü İtalya’da geliştirdiği bir kokuyla Köln’e (Cologne) yerleşti ve burada üretime başladı. Önceleri “eau admirable” (hayranlığa değer su) adıyla ürettiği preparatı 1727’de Köln Tıp Fakültesi tarafından tıbbi ürün olarak onaylandı. Daha sonra aynı preparatı Eau de Cologne ya da Almanca söylenişiyle Kölnischuıasser adıyla üretmeye devam etti.

Feminis’in preparatı aslında adı bilinmeyen bir keşişin Macaristan kraliçesi Elisabeth için ürettiği “Macar Suyu” idi. Feminis Macar suyu bileşimine % 2-4 oranında bergamot ya da limon veya portakal yahut biberiye esansı katarak hâlâ kolonya olarak tanıdığımız markayı üretmişti. Bir başka iddiaya göre, ilk kolonyayı 1709 yılında gene Köln şehrinde limon, portakal, nane, bergamot suyu ve alkol karışımıyla Eau de Cologne (Köln Suyu) adıyla piyasaya veren gene bir İtalyan olan berber Jean-Baptiste Farina’dır. Yedi Yıl Savaşları boyunca şehirde bulunan Fransız askerler tarafından beğenilen koku, şehrin Avrupa’da kolonya şehri olarak tanınmasına yetmiştir. Farina ailesi zengin olmuş, Paris’te şube ve fabrikalar, kuzenler yeni şirketler açmıştır.


Kolonya, tuvalet suyu ve parfümün ayrımı, içine katılan etil alkol esans oranına göre değişir. Bu oranlar parfümde % 25, tuvalet suyunda % 5 ve kolonyada % 3 ’tür. Özel ve pahalı parfümlerde % 42’lere kadar çıkabilir. Başlangıçta bir tür panzehir olarak satılan Eau de Cologne, Napoleon’un 1810 tarihli bir kararnamesiyle parfüm olarak da satılmaya başlandı. Napoleon’un bu kararnameyi imzalamasının nedeni kendisinin Eau de Cologne’a duyduğu aşırı denebilecek ilgiydi. Napoleon bazı günler bir şişe Eau de Cologne içmekle kalmıyor, bu hoş kokulu sıvıdan her sabah kafasından ve omuzlarından aşağı bir şişe döktürüyordu.


Türkiye’nin bilinen en eski kolonya üreticileri Ethem Pertev ile Süleyman Ferid’dir. Ethem Pertev (1871-1927) tuvalet pudrası, çocuk pudrası, Krem Pertev, Briyantin Pertev, sürme ve kolonya suyuyla bir dönem çok ünlüyken, 1909 yılında İzmir’de Kanaat Eczanesi’ni açan Eczacı Süleyman Ferit (Eczacıbaşı, 1885-1973) Altın Damlası kolonyası ile başarı kazanmış, Safa, Melek, Kır Çiçeği, Senin İçin, Bahar, Beşçiçek, Manolya, Galya, Yaz Yağmuru adını verdiği ve isim babalığını Halit Fahri Ozansoy’un yaptığı Unutma Beni gibi özel esanslı kolonyalarıyla bugünkü Eczacıbaşı başarısının temelini atmıştır.


9.yüzyılda Müslüman dünyasında damıtılan ve Bizans’a da yayılmış olan gülsuyunun yerini kolonya almış, misafirlik, otobüs yolculuğu ve lokantalarda, bayram ve cenaze günlerinde kullanımı ritüelleşmiş, has tane gibi ciddi ziyaretlere hediye götürülürken başlıca limon ve portakal esansı türlerinin yanında lavanta, leylak, çam, tütün, sonunda fındık kolonyası da üretilmiştir.


Eczacıların açık kolonya üretimi taşrada devam ederken, bazı eczacılar özel koku ve şişeleriyle fabrika üretimine geçmiştir. Kolonya denilince akla Pereja, Eyüp Sabri Tuncer ile bir yıl Müjde Ar reklamıyla bütün Türkiye’yi meşgul eden Fuar kolonyası gelir.


Deodoran, Sprey


İstenmeyen vücut kokularını gidermek için kullanılan deodoranın (Latince koku anlamında odor’dan odorare (hoş koku vermek)) temel bileşeni parfümle kokulandırılmış bakteri öldürücü maddelerdir. Zamanla terlemeyi azaltıcı alüminyum klorhidrat çözelticilerle zenginleştirilmiştir.


Ter salgılayan bezler gövdenin her yanına yayılmış olmakla birlikte özellikle heyecan, sıkıntı ve baharatlı yiyeceklerin yol açtığı ter el ve ayak ayalarıyla birlikte koltukaltında salgılanır. Ancak insan terinin kokmadığı anlaşılmıştır. Teri kokutan, nemli koltukaltında uygun üreme yeri bulan bakterilerdir. Böylece koku önleyici yöntemlerin aynı kapıya çıkan iki hedefi vardır: Koltukaltını kuru tutmak ve bakterileri yok etmek.


1888 yılından itibaren üretilmeye başlanan deodoranlar, koltukaltındaki ter kanallarını tıkamayı hedeflemişlerdir. Ancak ter bezleri bütün gövdeye yayılanlarla koltukaltı ve göğüslerde yoğunlaşan iki ayrı türden oluştuğu için, deodoranların etkisi zamana karşı direnemez. Deodoranlar 1920’lere kadar aşırı terlemeyi önleme ve temizlik iddiasıyla reklam yapmış ve kuruluğun neden gerektiğini dile getirmemeyi tercih etmişlerdir. 1930’lara kadar da erkekler müşteri olarak görülmemiştir.


1941 yılında böcek ilaçlarını püskürtmek amacıyla A BD ordusu laboratuvarlarında geliştirilen aerosol kap sistemi kozmetik alanında deodoranlardan köpüklü kremlere kadar metal ya da plastik kaplarda kullanılmakta ve sprey olarak adlandırılmaktadır.


1978 yılında itici gaz olarak kullanılan kloroflorür karbon bileşiklerinin stratosfere kadar yükselerek ozon moleküllerinin ayrışmasında katalizör rolü oynadığı ortaya çıktı ve bu maddelerin yasaklanmasıyla hidrokarbonlar kullanılmaya başlandı; itici gaz yerine el pompalarının ürettiği basınçlı havayla çalışan spreyler yapıldı.


İnsan vücudu kadar oda, tuvalet, otomobiller için de çeşitli deodoranlar geliştirildi.



Ziynet Eşyası


İngiltere kraliçesine armağan edilen kocaman bir incinin delinmesi sorun oluşturur. Londra’da ve araştırıldığında bütün ülkede hiçbir kuyumcu bu incinin delinmesi sorumluluğunu üstüne alamaz. Sonunda bu işin ancak İstanbul’da Kapalıçarşı esnafının yapabileceği söylenir. İngiliz görevliler gelip ustayı bulurlar, konuyu anlatırlar. Usta, “Kolay der, hele siz çaylarınızı için,” ve çırağına döner, “oğlum şunu deliver.”

İÖ 4000 yıllarına kadar uzanan değerli taşlarla dolu buluntular yalnızca bu taşlara verilen değerin o zamandan başlaması açısından değil, ince işçiliği açısından da şaşırtıcıdır.


Ziynet eşyası tüy, ahşap, kemik, kabuk, metal, inci ve değerli taşlardan yapılır. Altının değer ölçüsü olarak kullanımı İO 2000 yılında başlar, altın para İÖ 7. yüzyılda ortaya çıkmış, ama altın madeni bulunan yerler dışında uzun zaman yaygınlaşmamıştır. Roma imparatorluğunun oluşturduğu büyük iktisadi birlik altın para kullanımını standartlaştırmıştır. Kapitalizm 18.-19. yüzyıllarda yaşanan ekonomik gelişimle metal sıkıntısı arasındaki gerilimi California, Avustralya ve Güney Afrika altın madenlerinin bulunuşu ile atlatmıştır. Altının değer ölçüsü olması, özellikle sermaye değil servet görgüsü olan toplumlarda ziynet eşyası olarak kullanımını etkilemiştir. Hemen her takının altını yapılmış olduğu gibi, kadın başlıklarının tamamlayıcısı paralar ve beşibirlik Anadolu süslenme ve takı anlayışında önemli yer tutmuştur.


Kuyumcu sözcüğü Anadolu Türkçesinde unutulmuş olan dökmek anlamındaki kuy kökünden türetilmiştir. Kuyumcu loncasının piri Davud Peygamber’di ve kara kuyumculuk, huliyat, kakmacılık, minecilik, mühürcülük, vb kollara ayrılmıştı. Kapalıçarşı’nın peşinden kuyumculukta en ileri yer Van’dı. Klasik dönemden sonra Osmanlılarda kuyumculukta Ermeni ve Süryaniler öne çıkmıştı. Bugün kuyumculuk uluslararası değer ve modalarla bölgesel kültür ve kişisel sanat anlayışlarının buluştuğu tasarımcılık ve işçilik alanı olarak anlaşılıyor.


Ziynet eşyasını giysiye ve gövdeye takılanlar diye ikiye ayırdığımızda, gövdeye takılanlar içinde bütün kültürlerde ve halen her yaşta geçerliliğini koruyan kolye, bilezik, gerdanlık, küpe ve yüzükle daha dar bir bölgeye ait olan halhal ve hızmayı sayabiliriz. Erkekler uzattıkları saçlarını bağlamaya ve küpe takmaya başlayalı on beş yılı buldu. Son süslenme dalgası, burna, dudağa, göbeğe ve gövdenin çeşitli yerlerine küçük halkalar takma modası, Batı dünyasında da olduğu gibi, bizde de gençler arasında görülmektedir. Yüzyıllardır devam eden bir süslenme modasının da, dişleri altın kaplatmak olduğunu unutmamalıyız.



Cımbız


Türkiye’nin en iyi bilinen şiiri Orhan Veli’nin “Bir elinde cımbız bir elinde ayna/Umurunda mı dünya”sıdır. Eskiden kadınlar daha acemi olduklarından mı nedir, sokakta aynasını çıkarıp makyaj tazeleyen, bir köşeye çekilip jartiyerini çeken veya cımbızını çıkarıp kaşlarını düzelten kadınlar görülürdü. Süslenme tekniklerinin daha etkin oluşundan ve süslenen kadın tipinin değişip kadınların daha hayatın içine girmesinden olsa gerek bu görüntüler kalmadı ve dilimize Yunanca’dan girmiş olan cımbız pek ortalıkta görünmez oldu.



Ayna


Çatalhöyük’te bulunan obsidiyen aynaların tarihi IO 6000 yılına kadar uzanmaktadır. Eski Mısır’da 2900, İndus’ta 2800, Çin’de 1500 yıllık metal aynalar bulunmuştur. Cam ayna Fenikeliler tarafından bulunmuşsa da, 13.yüzyıla kadar Avrupa’ya girmemiş ve modern zamanlara kadar yaygınlaşmamıştır.

Ayna hakkındaki inançlar üstünde Ayna Kırılması’ maddesinde duruldu. Aynaya Uygurlar közgü demişlerdi; Anadolu ağızlarında da şu adlar verilir: bakanak, bakar, bakbakı, düzenge, düzünge, düzüngü, gözgeç, gözgör, gözürge, gözüngü, gözünke, kılıklık, yüzgörgü, yüzgörgüsü, yüzügör, yüzgü, yüzüğü.


17.yüzyılda Osmanlı dünyasında aynalı köşk ve kasrlar yaptırmak moda olmuştu. IV. Mehmed’in (1674-87) Edirne’de yaptırdığı duvar ve tavan süslemeleri aynalı köşkü taşra ve halk mimarisinde de taklit edilmişti. III. Ahmed de 1717’de Hasköy’de Aynalıkavak Sarayı’nı yaptırdı. Aynalar Venedik’ten gönderilmişti. 18. yüzyılda boy aynaları halen krallar arasında hediye edilebilecek değerdeydi. 1762’de Avusturya, 1777’de Leh kralları padişahlara ayna hediye etmişlerdi; bu listeye Napoleon da dahildir.


Tuvalet masaları, banyo ve hollerde, konsol üstlerindeki aynalardan başka masa aynaları, kadın çantasının değişmez eşyası el aynaları veya arkası kuş ve horozlu cep aynaları evlerde, üstümüzde, dikiz aynaları arabalarda bize bakıyor. Pamuk Prenses Masalı’nın aynası içinse “inanç” bölümüne bakacaksınız.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

14 Ocak 2023 Cumartesi

İslamiyet'te İnsan Hakları

 


İslam hukukunun teşkili, tedvini ve tarihi uygulamaları sayesinde insan hak ve onurunun korunması yolunda büyük gelişme kaydedilmiştir. Aristo'nun, "insanlar iki grup halinde doğarlar, birisi hizmet edilenler yani hürler, diğeri ise hizmet edenler yani hizmetçiler ve kölelerdir" sözünden ilham alan Batı medeniyetine karşın, insanı en güzel şekilde (ahseni takvim) ve yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak değerli bir varlık kılan İslam medeniyeti, doğru uygulama alanı bulduğu yerde ve zamanda tüm çağlar için insana saygı ortamını yaratmış ve dünyayı insanlar için yaşanır kılmanın örneğini vermiştir. Bugün siyasi düşünce tarihi ve kamu hukuku kitaplarında anlatılan, insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta 1215 tarihli İngiliz Magna Carta'sı ile 1789 tarihli Fransız insan hak ve hürriyetleri beyannamesinin bu açıdan arz ettiği önem, sadece İslam medeniyetini tanımamış olan devletler ve toplumlar için geçerli sayılmalıdır. Çünkü, Batıda ve tüm Gayri Müslim dünyada çok zor tarihi şartlar altında elde edilen insan hak ve hürriyetleri, uygulayıcılardan kaynaklanan konu dışı örnekler bir kenara bırakıldığında, başından beri İslam medeniyetinde zaten mevcuttu.


İslam on dört yüzyıldır insan haklarını bütün derinliği ve kapsamıyla kabul ve ilan etmiş, insan haklarının korunması için bütün koruyucu tedbir ve müesseselerini ortaya koymuş ve İslam toplumunu da bu hakları teyit edecek temel esas ve prensiplerle tanzim etmiştir. İslam'da insan hakları, kaynağı ilahi olan hükümlerle kesin olarak kabul edilen fıtri haklardır. Bu sebeple, hiçbirisi inkar edilemez, ortadan kaldırılamaz, çiğnenemez, bu haklara tecavüz edilmesine müsamaha ile bakılamaz ve bu haklardan asla vazgeçilemez.


Son senelerde İslam' da insan hakları konusu üzerinde yapılan çalışmaların neticesi olarak 23 maddelik bir beyanname hazırlanmış ve bu beyanname tüm İslam ülkeleri tarafından onaylanmıştır. Beyannamenin maddeleri kısaca şöyledir:



Madde 1) Hayat Hakkı: İnsan hayatı mukaddes ve dokunulmazdır.

Madde 2) Hürriyet Hakkı: Doğal bir haktır, doğumla birlikte var olur ve dokunulmazdır. Ölünceye dek devam eder. Hiçbir milletin bir diğer milletin hürriyetine tecavüz etmesi caiz olamaz.

Madde 3) Eşitlik Hakkı: Bütün insanlar kanun (şeriat) önünde eşittir. Bütün insanlar insan olmak bakımından eşittirler. Fertler arasında cinsiyet, ırk, renk, dil, din esasına göre ayrım yapan her fikir, nizam ve yasama faaliyeti, İslam'a tezat teşkil eder. Her fert, kamuya ait maddi kaynaklardan eşit yararlanma hakkına sahiptir.

Madde 4) Adalete Başvurma Hakkı: Her fert, şeriat önünde hak arama hürriyetine sahiptir ve sadece İslam hukuku hükümlerine göre yargılanmayı talep etme hakkına maliktir. Her fert, zulme karşı müdafaa hakkına sahiptir. Her ferdin, sırf Allah rızası için ve istenmeden diğer fertlerin ve cemaatin yani kamunun haklarını müdafaa etmesi hem hakkı ve hem de görevidir. Hiç kimse İslam hukukuna aykırı bir emre itaat etmesi için bir Müslümanı zorlayamaz.

Madde 5) Adil Bir Yargılanmayı Talep Hakkı: Asıl olan ferdin suçsuzluğudur. İnsan başkasının suçundan dolayı yargılanamaz.

Madde 6) Yüksek Otoritenin Zulmünden Korunma Hakkı: Her fert yürütme, yasama ve yargı gibi yüksek otoritelerin tecavüzlerinden korunma hakkına sahiptir.

Madde 7) İşkenceden Korunma Hakkı: Sanık veya suçlu bile olsa hiç kimseye işkence edilemez, suçu itiraf etmeye zorlanamaz.

Madde 8) Irz ve Namusunu Koruma Hakkı: Ferdin ırz, namus ve özel hayatı muhteremdir, dokunulmazdır.

Madde 9) Sığınma Hakkı: Zulme maruz kalan her Müslüman, İslam ülkesi sınırları içerisinde güvende olabileceği bir yere sığınma hakkına sahiptir. Mekke-i Mükerreme' deki Beytü'l-Haram, bütün insanlar için bir eman yeridir.

Madde 10) Azınlık Hakları: Azınlıkların dini meselelerinde Kuran'ın "dinde icbar yoktur" prensibi hakimdir. Azınlıkların medeni ve şahsi hallerinde ise, eğer İslam hukukunun uygulanmasını isterlerse İslam hukuku, bunu istemezlerse ilahi bir kaynağa dayanmak şartıyla kendi dini hukuklarına göre muamele görürler.

Madde 11) Kamu Hizmetlerine Katılma Hakkı: İslam ümmetinin her ferdi, kamu maslahatı bulunan kamuya ait işlerden haberdar olma hakkına sahiptir. İslam ümmetinin her ferdi, şer'i şartları haiz olması halinde kamu hizmet ve makamlarına ehil kabul edilir. Şufa prensibi, idareci sınıf ile İslam ümmeti arasındaki ilişkilerin esasını teşkil eder.

Madde 12) Fikir, İnanç ve Fikir Açıklama Hürriyeti ve Hakkı: Her şahıs, İslam hukukunun kabul ettiği genel sınırlar içerisinde kaldığı sürece, kimsenin müdahale ve engellemesi olmaksızın, fikir, inanç ve bunu ifade etme hürriyeti mevcuttur. Her düşünce sadece bir hak değil, aynı zamanda bir görevdir. Gayrimüslimlerin dini değerlerine saygılı olmak Müslüman'ın ahlakındandır.

Madde 13) Din Hürriyeti: Her şahıs inanç hürriyetine ve itikadına uygun olarak ibadet etme hürriyetine sahiptir.

Madde 14) Davet ve Tebliğ Hakkı: Her ferdin maruf ile emredip münkerden nehyetmesi, iyilik ve takva üzerine yardımlaşmayı temin gayesiyle, fertlere bu sorumluluğun altından kalkacak fırsatları doğuran müesseseleri tesis etmelerini toplumdan istemesi hem hakkı ve hem de görevidir.

Madde 15) İktisadi Haklar: Her insan rızk elde etmek üzere meşru yollardan çalışıp helal kazanç elde edebilir. Özel mülkiyet meşrudur ve her insan çalışması ve gayretiyle kazandığını elde eder. Kamu mülkiyeti de meşrudur ve bütün milletin maslahatı için kullanılır. Fakirlerin, zenginlerin mallarında mukarrer bir hakları mevcuttur ve bu zekat müessesesiyle tanzim edilmiştir. Aldatma, ihtikar, riba/ faiz ve yalancılık haram kılınmıştır.

Madde 16) Mülkiyet Hakkı ve Korunması: Helal kazanç neticesi elde edilen mülkiyet hakkı, kimsenin elinden alınamaz.

Madde 17) İşçinin Hakkı ve Görevi: Eksiksiz ve geciktirmesiz olarak gayret ve emeğine denk bir ücret almak, işçinin hakkıdır. İşi sağlam ve eksiksiz yapmak da işçinin görevidir.

Madde 18) Hayati olan ihtiyaçları temin hakkı.

Madde 19) Aile Kurma Hakkı: İslami çerçevede evlenme her ferdin hakkıdır. Karı-kocanın birbiri üzerinde ve çocuklarına karşı, çocukların da ana-babaya karşı İslam hukukunun tespit ettiği karşılıklı hak ve ödevleri vardır.

Madde 20) Kadının koca üzerinde sahip olduğu haklar.

Madde 21) Terbiye Hakkı: Eğitim ve terbiye görme, toplumun tüm fertlerinin hakkıdır. Bilen, bilmeyene öğretmekle yükümlüdür.

Madde 22) Ferdin gizli sırlarını koruma hakkı. 

Madde 23) Seyahat ve ikamet hürriyeti hakkı.


İslam toplumunda Gayri Müslimlerin temel haklarına gelince, öncelikle bunlar tabiiyet (uyruk) bakımından ikiye ayrılırlar: İslam ülkesinde daimi ikamet hakkına sahip olarak ülke vatandaşı olana zimmi, İslam ülkesinde geçici ikamet etme hakkına sahip olana müste'men denir. Bunlara tanınan temel haklar şu başlıklarda toplanmıştır: Şahsi hürriyetler, seyahat ve yerleşme hürriyeti, konut dokunulmazlığı, manevi hürriyetler, dini müsamaha, mabetlerin korunması, ibadet hürriyeti ve dini sembollerin kullanılması, kutsal günlerinin tanınması, düşünce açıklama hürriyeti, eğitim-öğretim hürriyeti, dini liderlerini seçme hürriyeti, kamu irtifak hakkı ve hazine yardımı, iktisadi ve toplumsal haklar ve yasal haklarını kullanma hakkı.



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN


ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-5

 İŞGÂL (1100 - 1128)


Frenkler bir ülkeyi ele geçirir geçirmez bir başkasına saldırıyorlar. Güçleri, Suriye’nin tamamını işgâl etmeleri ve bu ülkenin Müslümanlarını kovmalarına kadar artmaya devam edecektir.

FAHRÜLMÜLK

Trablus Beyi

 


TRABLUSŞAM’IN İKİ BİN GÜNÜ





Ardı ardına gelen bu kadar bozgundan, bu kadar çok hayal kırıklığından, bu kadar aşağılamadan sonra, bu 1100 yazında Şam’a ulaşan beklenmedik üç haber çokça umut uyandırmıştır. Bu umut yalnızca el-Haravi’nin çevresinde yer alan dini militanlar arasında değil, aynı zamanda çarşılarda; ham ipek, altın işlemeli brokar, damaskolu çamaşır ve telkâri mobilya tüccarlarının asmaların gölgesi altında oturarak, müşterilerin kafalarının arasından dükkândan dükkâna birbirlerine iyi günlerdeki sesleriyle seslendikleri Dik Cadde’nin kemerleri altında da uyanmıştır.


Temmuz başında bir söylenti çıkmış, bu kısa bir süre sonra doğrulanmıştır. Trablusşam, Hıms ve orta Suriye’nin tamamına ilişkin niyetlerini hiçbir zaman saklamamış olan yaşlı Saint-Gilles, diğer Frenk önderleriyle çıkan bir uyuşmazlık sonunda, aniden gemiyle Konstantinopolis’e dönmüştür. Artık bir daha dönmeyeceği fısıldanılmaktadır.


Temmuz sonunda daha da olağanüstü bir haber gelmiş, birkaç dakikada camiden camiye, sokaktan sokağa yayılmıştır. İbn el-Kalanissi, Akkâ kalesini kuşattıkları sırada, Kudüs hakimi Godefroi bir okla vurularak ölmüştür, demektedir. Filistinli önde gelen bir kişinin Frenk şefine sunduğu zehirli meyvalardan da söz edilmektedir. Bazıları, bir salgın yüzünden eceliyle öldüğüne inanmaktadırlar. Fakat halk en çok Şamlı vakanüvisin anlattığı versiyonu tutmaktadır: Godefroi, Akkâ’yı savunanların darbeleri altında ölmüştür. Kudüs’ün düşmesinden bir yıl sonra gelen böylesine bir zafer, rüzgârın yön değiştirmekte olduğunun işareti olamaz mı?


Bu izlenim, bundan birkaç gün sonra, Frenklerin en korkunçlarından olan Bohémond’un esir edildiği haberi alındığında teyid edilmişe benzemektedir. Onun hakkından “bilge” Danişmend gelmiştir. Bundan üç yıl önce İznik çarpışmasında yaptığı gibi, Türk komutan Malatya Ermeni kentini kuşatmıştır. İbn el-Kalanissi, Frenkler kralı ve Antakya’nın efendisi Bohémond, bu haberin üzerine adamlarını topladı ve Müslüman ordusunun üzerine yürüdü, demektedir. Cesur bir girişim, çünkü Frenk komutanın kuşatma altındaki kente ulaşması için, Türkler tarafından sıkı tutulan dağlık bir arazide bir hafta at koşturması gerekmektedir. Yaklaştığından haberdar olan Danişmend ona pusu kurmuştur. Bohémond ve ardındaki beş yüz şövalye, yayılmaya olanak bulamadıkları dar bir geçitte, üzerlerine inen bir ok barajıyla karşılanmışlardır. Allah, çok sayıda Frenki öldüren Müslümanlara zafer verdi. Bohémond ve arkadaşlarından birkaçı esir edildiler. Bunlar zincirlere vurularak, Anadolu’nun kuzeyindeki Niksar’a götürülmüşlerdir.


Frenk istilasının başlıca hazırlayıcıları olan Saint-Gilles, Godefroi ve Bohémond’un birbiri peşi sıra devre dışı kalmaları, herkese tanrının bir işareti olarak gözükmektedir. Batılıların yenilmez gibi görünmeleri karşısında çökmüş olanlar cesaretlerini yeniden toplamaktadırlar. Artık onlara son bir darbe indirmenin zamanı değil midir? En azından bir kişi bunu yürekten istemektedir. Bu kişi Dukak’tır.


Bu konuda yanılgıya düşmemek gerekir; genç Şam beyinin ateşli bir İslam savunucusu olmakla hiçbir ilişkisi yoktur. Antakya çarpışması sırasında, yerel ihtiraslarını tatmin etmek için kendi tarafına ihanet etmeye hazır olduğunu yeteri kadar kanıtlamış değil midir? Zaten bu Selçuklu beyi, kâfirlere karşı kutsal bir savaşın gerekli olduğunu ancak 1100 ilkbaharında, aniden keşfetmiştir. Bağımlılarından olan, Golan platosundaki Bedevi reislerinden biri, Kudüs’teki Frenklerin ard arda akın yaparak ürünlerini yağmalayıp, hayvanlarını çalmalarından şikâyet edince, Dukak onları korkutmaya karar vermiştir. Bir Mayıs günü, Godefroi ve sağ kolu olan yeğeni Tancrède çok verimli bir talandan geri dönerlerken, Dukak’ın ordusu onlara saldırmıştır. Ganimetle ağırlaşmış olan Frenklerin çarpışmaya girmeleri olanaksızdır. Arkalarında birçok ölü bırakarak kaçmayı tercih etmişlerdir. Tancrède bile ucu ucuna kurtulmuştur.


İntikamını almak üzere, doğrudan Şam çevresinde bir misilleme akını yapmıştır. Meyva bahçeleri harap edilmiş, köyler yağmalanmış ve yakılmıştır. Cevabın çapı ve hızı konusunda gafil avlanan Dukak, müdahaleye cesaret edememiştir. Alışılmış dönekliği içinde, çoktan Golan’daki harekâtından pişman olarak, Tancrède’e, eğer uzlaşmaya razı olursa büyük bir miktar ödemeyi önerecek kadar ileri gitmiştir. Bu teklif, elbette Frenk prensinin kararlılığını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Mantığın öyle gerektirdiği üzeri Şam beyinin çok zor durumda olduğunu düşünen Tancrède, onu hıristiyan olmaya ya da Şam’ı kendine vermeye davet etmek üzere altı kişilik bir heyet yollamıştır. Daha azına razı değildir. Bu kadar büyük saygısızlık karşısında deliye dönen Selçuklu beyi, elçilerin tutuklanmasını emretmiş ve öfkeden kekeleyerek, onları İslama davet etmiştir. İçlerinden biri kabul etmiş, diğer beşinin hemen oracıkta kafaları kesilmiştir.


Tam haber duyulmuşken, Godefroi da Tancrède’in yanına gelmiş bulunmaktadır; bu ikisi ellerindeki bütün adamlarla, büyük Suriye kentinin çevresinde on gün süren düzenli bir tahrip harekâtına girişmiştir. İbn Cübeyir’in ifadesine göre, ayın etrafındaki hâle gibi Şam’ı çevreleyen zengin Guta ovası, tam bir yıkım manzarası sunmaktadır. Dukak ise yerinden kıpırdamamıştır. Şam’daki sarayına kapanmış durumda, fırtınanın geçmesini beklemektedir. Bu durum karşısında Golan’daki bağımlısı onun efendiliğini artık kabul etmeyerek, Kudüs’teki efendilere yıllık haraç ödeyecektir. Bundan da beteri, Şam halkı da yöneticilerinin onları korumadaki yetersizliğinden yakınmaya başlamıştır. Halk, çarşılarda tavuskuşu gibi kasılarak dolaşan, ama düşman kent kapılarına geldiğinde yerin dibine saklanan bütün Türk askerlere homurdanmaktadır. Dukak’ın artık tek bir takıntısı vardır: İntikam almak ve kendi uyruklarının gözünde tekrar itibar kazanmak için olsa bile, bunu en kısa zamanda yapmak.


Bu koşullarda, Godefroi’nın ölümünün, üç ay önce olsaydı hemen hemen kayıtsız kalacak olan Selçuklu beyinin çok sevinmesine yol açması kolayca anlaşılmaktadır. Bundan birkaç gün sonra Bohémond’un esir edilmesi, onu parlak bir eyleme girişme konusunda cesaretlendirmiştir.


Fırsat Ekimde çıkar. İbn el-Kalanissi, Godefroi öldürülünce, kardeşi Edessa’nın efendisi kont Baudouin beş yüz şövalye ve piyadeyle birlikte Kudüs yoluna düştü. Onun geçişini haber alan Dukak, askerlerini topladı ve onun üzerine yürüdü. Ona sahildeki Beyrut kalesi yakınlarında rastladı, diye anlatmaktadır. Baudouin’in Godefroi’nın yerine geçmeye uğraştığı bellidir. Eddesa’da kendini evlat edinen ana ve babasını katletmesininde gösterdiği gibi, kabalığı ve utanmazlığıyla ünlü bir şövalyedir, ama aynı zamanda Kudüs’teki varlığı Şam ve Müslüman Suriye’nin tümü üzerinde sürekli bir tehdit meydana getirecek olan cesur ve kurnaz bir savaşçıdır. Bu kritik anda onu öldürmek veya esir etmek, aslında istila ordusunu başsız bırakmak ve Frenklerin Doğu’daki varlıklarını tehlikeye sokmak olacaktır. Ve saldırı tarihi kadar, yeri de iyi seçilmiştir.


Kuzeyden Akdeniz kıyısı boyunca gelen Baudouin, Beyrut’a 24 Ekim civarında varabilir. Daha önce, eski Fatımi sınırı Nehrülkelb’i geçmesi gerekmektedir. “Köpek nehri”nin ağzına doğru yol daralmakta, falezler ve dik tepelerle çevrelenmektedir. Burası ideal bir pusu yeridir. Dukak da, Frenkleri tam burada beklemeye karar vererek, adamlarını mağaralara veya ağaçlı tepe eteklerine gizlemiştir. İzciler, düşmanın ilerlemesi konusunda onu sürekli olarak haberdar etmektedirler.


Nehrülkelb, antikitenin ta başından beri fatihlerin kâbusu olmuştur. Bunlardan biri geçidi aşabildiğinde, bundan o kadar iftihar duymaktadır ki, yarların üzerine başarısının öyküsünü kazıtmaktadır. Dukak’ın döneminde bile, Firavun II. Ramses’in hiyeroglifi ve Babil imparatoru Nabukodonosor’un çivi yazılarından, Suriye asıllı Roma imparatoru Septimus Severus’un kahraman Galyalı lejyonerlerine yönelik methiyesine kadar, bu kalıntılardan birçoğu görülmektedir. Fakat bu bir avuç galibin karşısında, ne kadar da çok savaşçı hayallerinin bu kaynaklardan iz bırakmadan kaybolduğunu görmüştür. Şam beyi, “melûn Baudouin”in bu mağluplar takımına kısa bir süre sonra katılacağından hiçbir kuşku duymamaktadır. Dukak, iyimser olmak için bütün nedenlere sahiptir. Askerleri Frenk şefinkilerden altı yedi kere daha kalabalıktır ve asıl önemlisi, onları gafil avlayacaktır. Sadece kendine edilen hakareti telâfi etmekle kalmayacak, aynı zamanda Suriye beyleri arasındaki öncelikli yerine tekrar kavuşacak ve Frenk müdahalesinin azalttığı otoritesini yeniden kuracaktır.


Çarpışmanın ödülünün ne olacağı konusunu sektirmeyen tek bir kişi varsa, o da bir yıl önce kardeşi Celalülmülk’ün yerine geçmiş olan yeni Trablusşam hakimi kadı Fahrülmülk’tür. Batılıların gelmesinden önce Şam beyinin şehrinin karşısında ağzının suyu aktığı için, Baudouin’in yenilmesinden kaygılanma nedenleri vardır, çünkü Dukak bu durumda İslamiyetin savunucusu ve Suriye’nin kurtarıcısı haline gelecek ve bu durumda ona tâbi olup, kaprislerine maruz kalmak gerekecektir.


Böylesine birşeyi önlemek üzere, Fahrülmülk hiçbir şeyden utanç duymamaktadır. Baudouin’in Beyrut’a sonra da Kudüs’e giderken Trablusşam’a yaklaştığını öğrenince, ona şarap, bal, ekmek, et ve altın ile gümüşten değerli hediyeler yollamış, ayrıca onunla özel olarak konuşmakta ısrar eden habercisi aracılığıyla, onu Dukak’ın kurduğu pusudan haberdar etmiş ve bunun yanı sıra Şam birliklerinin düzeni hakkında çok sayıda ayrıntı sağlamış ve en iyi taktiğin ne olması gerektiği konusunda önerilerde bulunmuştur. Beklenmedik olduğu kadar değerli de olan işbirliğinden ötürü kadıya teşekkür eden Frenk önderi, Nehrülkelb’e doğru yoluna devam etmiştir.


Hiçbir şeyden kuşkulanmayan Dukak, okçularının yaylarını gerip bekledikleri dar sahil şeridine girdikleri anda Frenklerin üstüne çökmeye hazırdır. Nitekim Frenkler Yuniye kasabası tarafından gözükürler, tam bir kaygısızlık içinde ilerlemektedirler. Birkaç adım daha attıklarında kapana kısılacaklardır. Ama birdenbire dururlar ve yavaş yavaş geri çekilmeye başlarlar. Daha hiçbir şey belli değildir, ama düşmanının tezgâhına düşmediğini gören Dukak bütün itidalini kaybeder. Emirlerinin ısrarı üzerine sonunda okçularının birkaç atış yapmalarını emreder, ama süvarilerini Frenklerin üzerine salmaya cesaret edemez. Gece olduğunda, Müslüman birliklerinin morali en alt düzeydedir. Araplarla Türkler, birbirlerini karşılıklı olarak alçaklıkla itham etmektedirler. Aralarında dövüş de olur. Ertesi sabah kısa bir çarpışmadan sonra, Şam birlikleri Lübnan dağlarına doğru geri çekilirlerken, Frenkler Filistin’e doğru olan yollarına sakin sakin yeniden koyulmuşlardır.


Trablusşam kadısı, kenti için asıl tehdidin Dukak’tan geldiğini düşünerek, bilinçli bir şekilde Baudouin’i kurtarmayı seçmiştir. Zaten Dukak da, iki yıl önce Kürboğa’ya aynı şeyi yapmıştır.

 


Tıpkı Dukak’ın o zaman düşündüğü gibi, şimdi de kadı Frenklerin belirleyici andaki varlıklarını daha az zararlı görmüştür. Fakat bunların verdiği zarar çok hızla yayılacaktır. Başarısız Nehrülkelb pususundan üç hafta sonra, Baudouin kendini Kudüs kralı ilân etmiş ve istilası sonrasındaki kazanımları pekiştirmek üzere, çifte bir örgütleme ve fetih harekâtına girişmiştir. Bundan bir yüzyıl kadar sonra Frenklerin Doğu’ya neden geldiklerini anlamaya çalışan İbn el-Esir, hareketin bir bakıma Batı’nın önderi saydığı kral Baudouin’den (el-Bardavil) kaynaklandığını düşünecektir. Bu yanlış değildir, bu şövalye istilanın çok sayıdaki sorumlusundan yalnızca bir tanesi olduysa da, Musullu tarihçi onu işgâlin başlıca mimarı olarak işaret etmekte haklıdır. Arap dünyasının düzeltilmesi olanaksız parçalanmışlığı karşısında, Frenk devletleri işin başında kararlılıkları, savaşçı nitelikleri ve nisbi dayanışmalarıyla gerçek bir bölgesel güç olarak gözükeceklerdir.


Ancak Müslümanların gene de önemli bir kozları vardır: Düşmanların sayıca çok az olmaları. Kudüs’ün düşmesinden sonra, Frenklerin çoğu ülkelerine geri dönmüştür. Baudouin tahta çıkarken, ancak birkaç yüz şövalyesi bulunmaktadır. Fakat bu görünüşteki zayıflık, 1101 sonbaharında şimdiye kadar olanlarından çok daha kalabalık bir Frenk ordusunun Konstantinopolis’te toplandığı öğrenildiğinde ortadan silinmiştir.


İlk alarm verenler elbette, Frenklerin Küçük Asya’dan son geçişlerini hâlâ hatırlayan Kılıçarslan ve Danişmend olmuştur. Bunlar, yeni istilanın yolunu tıkamak üzere hiç tereddüt etmeden güçlerini birleştirmeye karar vermişlerdir. Türkler, Rumlar tarafından artık sıkı bir şekilde tutulan Nikaia (İznik) veya Dorylaion (Eskişehir) civarında macera aramaya artık cesaret edememektedirler. Çok daha uzakta, güneydoğu Anadolu’da yeni bir pusu kurmayı tercih etmektedirler. Yaşı ilerleyen ve deneylerden geçen Kılıçarslan, yeni seferi birliğinin yolunun üzerindeki bütün su kaynaklarını zehirletmiştir.


Sultan 1101 Mayısında, bir yıldan beri Bizans’ta oturmakta olan Saint-Gilles’in komutasında yaklaşık yüz bin kişinin Boğazı geçtiği konusunda haber alır. Nerede baskın yapması gerektiğini anlamak için onların hareketini adım adım izlemeye uğraşır. İlk durakları herhalde İznik olacaktır. Fakat Sultanın eski başkentinin yakınlarında yer tutmuş olan izciler, onların geldiğini garip bir şekilde göremezler. Marmara ve hatta Konstantinopolis taraflarında onlara ilişkin hiçbir şey bilinmemektedir. Kılıçarslan onların izini ancak Haziran sonunda, ona ait olan ve Türk topraklarının tam içinde, Anadolu’nun merkezinde yer alan ve saldırıya uğrayacağını hiç düşünmediği Ankara kentinin surları önünde ortaya çıktıklarında yeniden bulabilir. Daha buraya ulaşma zamanı bulamadan, Frenkler kenti almışlardır bile. Kılıçarslan dört yıl öncesine, İznik’in düştüğü ana geri döndüğünü sanmaktadır. Fakat ağlaşma zamanı değildir, çünkü Batılılar artık onun topraklarının tam kalbini tehdit etmektedirler. Ankara’dan çıkarak güney yönünde tekrar yola koyulacakları anda onlara pusu kurmaya karar verir. Ama bu bir kez daha hata olur. İstilacılar sırtlarını Suriye’ye dönerek, Danişmend’in Bohémond’u tuttuğu güçlü Niksar kalesine doğru kararlı bir şekilde kuzeydoğu yönünde yola koyulurlar. Demek buymuş! Frenkler Antakya’nın efendisini kurtarmaya uğraşmaktadırlar.


Sultan ile müttefiki, istilacıların garip güzergâhını ancak şimdi anlamakta ve pek de inanmamaktadırlar. Bir bakıma rahatlamışlardır, çünkü artık pusu yerini seçebileceklerdir. Burası, Batılıların sarı sıcak altında aptallaşmış bir şekilde, ağustosun ilk günlerinde varacakları Merzifon köyüdür. Orduların artık hiçbir etkileyici yanı kalmamıştır. Yakıcı zırhların altında iki büklüm, ağır bir şekilde ilerleyen birkaç yüz şövalyenin arkasından, gerçek savaşçıdan daha çok kadın ve çocuk bulunan karmakarışık bir kalabalık gelmektedir. Daha ilk süvari grubunun saldırısında Frenkler tabanı yağlarlar. Bu bir çarpışma değil, bütün gün boyunca süren bir kıyımdır. Gece olunca, Saint-Gilles ordunun ana gövdesine haber bile vermeden yakınlarıyla birlikte kaçar. Ertesi gün hayatta kalan son kişilerin işi bitirilir. Binlerce genç kadın, Asya haremlerine eklenmek üzere tutsak edilir.


Merzifon katliamı tam sona ermiştir ki, haberciler Kılıçarslan’ı uyarırlar: Yeni bir Frenk ordusu çoktan Küçük Asya’da ilerlemeye başlamıştır. Güzergâhın bu kez bilinmeyen hiçbir yanı yoktur. Haçlı savaşçılar güney yoluna girmişlerdir ve günlerce yürüdükten sonra yollarına tuzak kurulduğunu anlamışlardır. Sultan ağustos sonunda süvarileriyle birlikte kuzeyden geldiğinde, susuzluktan perişan olan Frenkler çoktan can çekişir hale gelmişlerdir. Hiçbir direnme göstermeden işleri bitirilir.


Ama olay sona ermemiştir. Üçüncü bir Frenk ordusu, ikincisini aynı yol üzerinde bir hafta arayla izler. Şövalyeler, piyadeler, kadınlar ve çocuklar, susuzluktan tamamen perişan bir durumda Herakleia (Karadeniz Ereğlisi) kentinin civarına gelirler. Bir nehirden yansıyan pırıltıları farkeder etmez, ona doğru büyük bir karışıklık içinde koşarlar. Ama Kılıçarslan onları tam da bu su yatağının kıyısında beklemektedir.


Frenkler, bu üç katliamdan sonra bir daha asla bellerini doğrultamayacaklardır. Bu belirleyici yıllar esnasında sahip oldukları yayılma iradesiyle birlikte, savaşçı olsun olmasın bu kadar kalabalık bir katkı onlara hiç kuşkusuz, daha toparlanmasına fırsat kalmadan Arap Doğu’yu sömürgeleştirme olanağı verirdi. Oysa Frenklerin Arap topraklarındaki en dayanıklı ve seyirlik eserleri olan müstahkem şato inşaatının kökeninde bu insan kıtlığı yer alacaktır.

 


Çünkü mevcutlarının zayıflığını telâfi etmek üzere kaleler inşa etmek zorunda kalacaklardır; bunlar öylesine korunaklı olacaklardır ki, bir avuç savunmacı çok sayıda kuşatmacıyı başarısız bırakabilecektir. Fakat Frenkler, sayının meydana getirdiği handikapı aşabilme konusunda, kalelerinden daha korkutucu bir silaha yıllarca sahip olacaklardır: Arap dünyasının uyuşukluğu. Bu durumu, İbn el-Esir’in nisan 1102 başında Trablusşam önünde cereyan eden olağanüstü çarpışmaya ilişkin olarak yapacağı tasvirden daha iyi hiçbir şey resmedemez.


Saint-Gilles - Allah onu kahretsin -, Kılıçarslan tarafından ezildikten sonra Suriye’ye döndü. Trablusşam emiri Fahrülmülk, bunun üzerine Dukak beye ve Hıms valisine, “Saint-Gilles’in işini ya şimdi bitiririz yoksa asla, çünkü çok az adamı var” demek üzere haberciler yolladı. Dukak iki bin adam yolladı ve Hıms valisi bizzat geldi. Trablusşam birlikleri onlara kent kapılarının önünde katıldılar ve birlikte Saint-Gilles’i çarpışmaya çağırdılar. O da askerlerinden yüzünü Trabluslulara, yüzünü Şamlılara, ellisini Hımslılara karşı çıkardı ve ellisini de yanında tuttu. Hımslılar daha düşmanı görür görmez kaçtılar, kısa bir süre sonra Şamlılar onları izlediler. Bir tek Trabluslular cephe oluşturdular, bunları gören Saint-Gilles iki yüz askeriyle onlara doğru saldırdı, onları yendi ve yedi binini öldürdü.


Binlerce Müslümanı yenen üç yüz Frenk? Arap vakanüvisin anlatısı gerçeğe uygunmuşa benzemektedir.


En geçerli açıklama, Dukak’ın Trablusşam kadısına Nehrülkelb pususundaki tutumunu ödetmek istediğidir.


Fahrülmülk’ün ihaneti, Kudüs krallığı kurucusunun yokedilmesini önlemişti; Şam beyinin intikamı, dördüncü bir Frenk devletinin kurulmasına olanak verecektir: Trablus kontluğu.


Bu aşağılayıcı bozgundan altı hafta sonra, bölge yöneticilerinin yeni bir savsaklamacılığına tanık olunacaktır. Bu yöneticiler, sayı bakımından üstün olmalarına rağmen, galip geldiklerinde zaferlerinden yararlanma yeteneğini gösteremeyeceklerdir.


Olay Mayıs 1102’de geçer. Vezir el-Efdal’ın oğlu Şeref’in komutasındaki yaklaşık yirmi bin kişilik bir Mısır ordusu Filistin’e gelir ve Yafa limanı yakınlarındaki Ramallah’ta Baudouin’in birliklerini gafil avlamayı başarır. Bizzat kral, ancak kamışların arasına yatıp saklanarak esir düşmekten kurtulur. Şövalyelerin çoğu öldürülür veya yakalanır. Kahire ordusu o gün tamamen Kudüs’ü alabilecek durumdadır, çünkü İbn el-Esir’in sonradan diyeceği üzere, kent koruyucusuz kalmıştır ve Frenk kralı kaçmıştır.


“Şeref’in adamlarından bazıları, ona “Haydi Kutsal kenti alalım” dediler. Diğerleri de, “Yafa’yı alalım daha iyi” dediler. Şeref karar veremiyordu. Böyle tereddüt ederken, Frenkler denizden takviye aldılar ve Şeref Mısır’a babasının yanına dönmek zorunda kaldı.”


Zaferi kıl payı kaçırdığını gören Kahire’nin efendisi, ertesi yıl yeni bir saldırıya karar verir, sonraki iki yıl bir daha. Fakat her girişimde, beklenmedik bir olay onunla zaferin arasına girmiştir. Bir keresinde Mısır donanmasıyla kara ordusu arasında anlaşmazlık çıkmıştır. Bir başka seferinde seferî ordu komutanı kazayla ölmüş, bu durum birlikleri arasında karışıklık çıkmasına neden olmuştur. Bu adam cesur bir komutandır, ama İbn el-Esir’in dediği üzere, aşırı batıl itikatlıdır. Ona attan düşerek öleceği kehanetinde bulunulmuştur ve Beyrut valisi olarak atandığında, atı kaymasın diye bütün sokakların taş kaplamalarını söktürmüştür. Fakat temkinlilik kadere karşı gelemez. Çarpışma esnasında, atı daha saldırı olmadan şaha kalkmış ve komutan askerlerinin arasına düşmüştür. Şanssızlık, hayal gücü yokluğu, cesaret yokluğu; El-Efdal’in birbiri ardına yaptığı seferlerin hepsi acınacak bir şekilde sona ermiştir. Frenkler bu arada Filistin’in fethine sakin sakin devam etmektedirler.


Hayfa ve Yafa’yı aldıktan sonra, 1104 Mayısında, doğal sığınağından ötürü gemilerin yaz kış yanaşabildikleri yegâne liman olan Akkâ’ya saldırırlar.

 

İbn el-Kalanissi, “Mısır valisi yardım almaktan umudunu keserek, kendinin ve kent halkının hayatlarının bağışlanmasını istedi”, demektedir. Baudouin onlara rahatsız edilmeyecekleri sözü verir. Fakat Müslümanlar mallarıyla birlikte kentten çıkar çıkmaz, Frenkler üstlerine atılır, onları soyar ve çoğunu öldürür. El-Efdal, bu yeni aşağılanmayı telâfi edeceğine yemin eder. Her yıl Frenklere saldırmak üzere güçlü bir ordu gönderecektir, ama her seferinde yeni bir felâket olacaktır. Ramallah’ta 1102 Mayısında kaçırılan fırsat bir daha çıkmayacaktır.


Kuzeyde Frenkleri yokedilmekten kurtaran şey, Müslüman emirlerin gevşekliği olmuştur. Bohémond’un 1100 Ağustosunda esir edilmesinden sonra, Antakya’da kurduğu prenslik aslında yedi ay boyunca ordusuz kalmış, ama hiçbir komşu hükümdar; ne Rıdvan, ne Kılıçarslan, ne de Danişmend bundan yararlanmayı düşünmüştür. Frenklere Antakya’nın başına bir naip, yani Bohémond’un yeğeni Tancrède’i seçmeleri için zaman bırakmışlardır. O da işinin başına Mart 1102’de geçmiş ve varlığını iyice kanıtlamak üzere, tıpkı bir yıl önce Şam’da yaptığı gibi Halep civarını yağmalamaya çıkmıştır. Rıdvan, kardeşi Dukak’ınkinden de gevşek bir tepki göstermiştir. Tancrède’e, eğer uzaklaşmaya razı olursa bütün isteklerini yerine getirmeye hazır olduğu haberini göndermiştir. Her zamankinden daha da küstah olan Frenk beyi, Halep Ulu-camiinin minaresinin üzerine devasa bir haç konulmasını istemiştir. Rıdvan da bunu yerine getirmiştir.


Bohémond’un tutkuları konusunda herşeyden haberdar olan Danişmend, gene de 1103 ilkbaharında onu hiçbir siyasal karşılık istemeden serbest bırakmaya karar verir. “Ondan yüz bin dinar kurtarmalık parası ve Antakya’nın eski efendisi Yağısıyan’ın esir kızını serbest bırakmasını istedi”. İbn el-Esir bu duruma çok kızmıştır.


“Bohémond hapisten çıkınca Antakya’ya geri döndü, böylece halkını yeniden cesaretlendirdi ve kurtarmalık parasını komşu kentlerin halkına ödetmekte gecikmedi. Müslümanlar böylece, onlara Bohémond’un yakalanmasının iyi sonuçlarını unutturan bir zarara uğradılar”.


Frenk prensi böylece kurtarmalığını yerli halkın “kesesinden karşıladıktan” sonra, topraklarını genişletmeye girişmiştir. Antakya ve Edessa Frenklerinin 1104 ilkbaharında düzenledikleri ortak bir harekât, Fırat kıyılarına uzanan geniş ovaya egemen olan ve gerçekte Irak ile Kuzey Suriye arasındaki bağlantıları denetleyen Harran müstahkem mevkiine yönelmiştir.


Kentin kendi pek fazla ilgi çekici değildir. Burayı birkaç yıl sonra ziyaret edecek olan İbn Cübeyir, onu özellikle cesaret kırıcı terimlerle tasvir edecektir.


“Harran’da su hiçbir zaman serin değildir, fırın gibi sıcak bu toprakları kavurmaktadır. Burada öğle uykusu için gölgelik bir yer bulmak mümkün değildir; burada ancak zorlukla nefes alınabilmektedir. Harran, çıplak ovanın içinde terkedilmişlik izlenimi vermektedir. Bir kentin parlaklığına sahip değildir ve civarda hiçbir zarif süs yoktur”.

Fakat stratejik değeri büyüktür. Harran’ı alırlarsa, Frenkler Musul, hatta bizzat Bağdat yönünde ilerleyebilirler. Düştüğü an, Halep beyliği kuşatılmış olacaktır. Bunlar kuşkusuz tutkulu hedeflerdir, ama istilacıların cüretten yana eksikleri yoktur. Üstelik Arap dünyasındaki bölünmeler onları girişimleri konusunda cesaretlendirmektedir. Düşman kardeşler Berkyaruk ile Muhammed arasındaki kanlı mücadele yeniden bütün hızıyla başladığından, Bağdat gene Selçuklu beylerinin biriyle diğeri arasında el değiştirip durmaktadır. Musul’da, atabey Kürboğa yeni ölmüştür ve yerine geçen Türk emir Cüyûş, duruma egemen olmayı başaramamıştır.


Harran’ın içinde de durum karmakarışıktır, vali bir içki alemi sırasında subaylarından biri tarafından öldürülmüştür ve kent kan ile ateş içindedir. İbn el-Esir, “işte Frenkler tam bu sırada Harran üzerine yürüdüler”, diye açıklayacaktır. Musul’un yeni efendisi Cüyûş ile komşusu eski Kudüs valisi Sökmen bunu haber aldıklarında birbirleriyle savaşmaktaydılar.


“Sökmen, Cüyûş tarafından öldürülmüş olan yeğenlerinden birinin intikamını almak istiyordu ve iki taraf çarpışmaya hazırlanıyordu. Fakat bu yeni olgu karşısında, Harran’daki durumu kurtarmak üzere birbirlerini güçlerini birleştirmeye davet ettiler ve bunu yaparken de, ikisi de hayatını tanrı yoluna feda etmeye ve yalnızca yüce Allahın şanını sağlamaya hazır olduğunu söyledi. Birleştiler, ittifaklarını mühürlediler ve Sökmen’in yedi bin ve Cüyûş’un üç bin Türkmen süvarisiyle Frenklerin üzerine yürüdüler.


İki müttefik, düşmanla Mayıs 1104’te Fırat’ın kollarından biri olan Belih suyu kıyısında karşılaştı. Müslümanlar kaçıyormuş gibi yapıp, Frenklerin kendilerini bir saatten fazla kovalamalarına izin verdiler. Sonra emirlerinin bir işaretiyle geri dönüp, takipçilerini çevreleyip kılıçtan geçirdiler.


“Bohémond ve Tancrède, ordunun ana bölümünden ayrılmışlar ve Müslümanları arkadan sıkıştırmak için bir tepenin arkasına saklanmışlardı. Fakat kendi adamlarının yenildiklerini görünce, yerlerinden kıpırdamamaya karar verdiler. Böylece gece olmasını beklediler ve arkadaşlarının çoğunu öldüren ve esir alan Müslümanlar peşlerinde olduğu halde kaçtılar. Ancak altı süvariyle birlikte kurtulabildiler”.

 


Harran çarpışmasına katılan Frenk önderler arasında, Kudüs kralının, Edessa kontluğunda onun yerine geçen bir yeğeni, II. Baudouin de vardır. O da kaçmaya uğraşmış, ama Belih nehrini geçerken atı çamura saplanmıştır. Sökmen’in askerleri onu esir alarak efendilerinin çadırına götürmüşlerdir, bu da, İbn el-Esir’in anlatısına göre, Sökmen’in müttefiklerinin kıskançlıklarını kabartmıştır.


“Cüyûş’un adamları ona, “eğer ötekiler bütün ganimeti alırlar, bizim de ellerimiz boş kalırsa bu işten hava alırız”, dediler. Ve onu, kontu alması için Sökmen’in çadırına gitmeye ikna ettiler. Sökmen geri döndüğünde çok heyecanlıydı. Arkadaşları çoktan atlara binmiş olarak çarpışmaya hazırlardı, onları tuttu ve dedi ki, “zaferimizin Müslümanlarda uyandıracağı sevinci tartışmamız nedeniyle bozmamak gerekir. Öfkemi, Müslümanların aleyhine düşmanı memnun ederek bastırmak istemem”. Bunun üzerine, Frenklerden alınan bütün silah ve sancakları topladı, adamlarına onların elbiselerini giydirdi, sonra Frenklerin savundukları kalelere doğru yöneldi. Bunlar her seferinde kendi arkadaşlarının zafer kazanarak geldiğini sanıp, onları karşılamaya çıktılar. Sökmen onları katlediyor ve kaleyi alıyordu. Bu yöntemi birçok yerde tekrarladı”.


Harran zaferinin yankısı, İbn el-Kalanissi’nin alışık olunmayan bir şekilde heyecanlı tonunun tanıklık ettiği üzere muazzam olacaktır.


Bu, Müslümanlar için benzersiz bir zafer oldu. Frenklerin morali bundan etkilendi, sayıları azaldı, saldırı güçleri gibi silah donanımları da zayıfladı. Müslümanların morali güçlendi, bölgeyi savunma coşkuları arttı. İnsanlar bu zaferden ötürü birbirlerini kutladılar ve başarının Frenkleri terkettiğinden emin oldular”.


Hiç de sıradan olmayan bir Frenk, uğradığı bozgundan ötürü moralini kaybedecektir; bu Bohémond’dur. Birkaç ay sonra bir gemiye binecektir. Bir daha Arap topraklarında hiç görülmeyecektir.


Harran çarpışması, istilaların baş mimarını bu sefer ebediyen olmak üzere sahneden uzaklaştırmıştır. Bu çarpışmanın en önemli sonucu, Frenklerin doğu yönündeki ilerlemesini ebediyen durdurmuş olmasıdır. Ama tıpkı 1102’de Mısırlılar gibi, galipler başarılarının meyvalarını devşirme yeteneğinden yoksun olarak gözükmektedirler. Çarpışma alanından iki yürüyüş günü uzaklıkta olan Edessa’nın üzerine birlikte yürümek yerine, giriştikleri kavgadan sonra ayrılmışlardır.

 

Ve Sökmen kurnazlığı sayesinde çok önemli olmayan birkaç kaleyi ele geçirmişse de, Cüyûş Tancrède’e gafil avlanmış, arkada kalan adamlarından çoğu ona esir düşmüştür. Bunların arasında çok güzel genç bir prenses vardır ve Musul’un efendisi ona çok önem vermektedir, bu yüzden Bohémond ve Tancrède’e elçi göndererek, onu Edessa kontu II. Baudouin’le takas etmeye veya 15 bin altın dinar fidye ödemeye hazır olduğunu bildirmiştir.


Amca-yeğen birbirlerine akıl danışmışlar ve herşeyi tarttıktan sonra, Cüyûş’a parayı alıp arkadaşlarını esarette bırakmayı tercih ettiklerini söylemişlerdir. Baudouin’in esareti üç yıldan fazla sürecektir. Emirin, Frenk önderlerinin bu pek şövalyece olmayan cevaplarından sonraki duyguları bilinmemektedir. O kendi hesabına, üzerinde anlaşmaya varılan tutarı ödeyecek, prensesini geri alacak ve Baudouin’i yanında tutacaktır.


Fakat olay burada bitmemiştir. Frenklerle savaşın en ilginç bölümlerinden birine neden olacaktır.


Olay bundan dört yıl sonra, 1108 yılının Ekim ayının başında, artık sonuncularının da olgunlaştığı bir siyah erik bahçesinde geçer. Etraf, sonsuza kadar uzanan pek ağaçlı olmayan tepelerle tamamen çevrelenmiştir. Bu tepelerden birinin üstünde Tell Başir’in (Turbessel) surları ihtişamlı bir şekilde yükselmektedirler; bunların dibinde de karşı karşıya gelmiş iki ordu, pek olağan olmayan bir manzara sunmaktadır.


Kampların birinde, Antakya efendisi Tancrède, başlarını ve burunlarını kaplayan kafa zırhlarını kuşanmış ve kılıçlarını, gürzlerini veya bilenmiş baltalarını ellerinde sıkı sıkıya tutan binbeşyüz Frenk şövalye ve piyadesiyle çevrelenmiş olarak durmaktadır. Yanlarında da, Halep beyi Rıdvan’ın gönderdiği altı yüz Türk süvarisi uzun kargılarıyla durmaktadır.


Diğer kampta ise, örme zırhının üzerine kolağızları işlemeli uzun bir entari giymiş olan Musul emiri Cavlı vardır, ordusu üç tabura ayrılmış iki bin kişiden meydana gelmektedir: Solda Araplar, sağda Türkler ve ortada, aralarında Edessa kontu Baudouin ve Tell Başir’in efendisi Jocelin’in de bulunduğu Frenkler.


Antakya’daki devasa çarpışmaya katılmış olanlar, bundan on yıl sonra, atabey Kürboğa’nın yerine Musul valisi olan birinin Edessa’nın Frenk kontuyla bir anlaşma imzalayacağını ve Antakya’nın Frenk hükümdarıyla Halep’in Selçuklu beyi arasında kurulan bir ittifaka karşı onunla omuz omuza çarpışacağını hayal edebilir miydi? Açıkçası, Frenklerin Müslüman hükümdarcıkları arasındaki katliamcılık oyununa tamamen katılmalarını görmek için çok beklemek gerekmemiştir. Vakanüvisler buna hiç şaşırmışa benzememektedirler. İbn el-Esir’in şöyle dudağının ucundan gülümsediği ancak görülebilmektedir, ama Frenklerin ve ittifaklarının öyküsünü, tıpkı El-Kâmil fi el-Tarih (Mükemmel Tarih) adlı kitabı boyunca Müslüman hükümdarlar arasındaki sayısız çatışmayı aktarırken olduğu gibi, tonunu hiç değiştirmeden anlatmaktadır. Arap tarihçi, Baudouin Musul’da esirken, Tancrède Edessa’ya el koymuştur, bu da arkadaşının özgür kalmasında hiç de acelesi olmadığını göstermektedir diye açıklamaktadır. Hatta Cüyûş’un aklına, onu yanında mümkün olduğunca uzun tutması için birşeyler sokmuştur.



Fakat 1107’de bu emir devrilmiş, kont Musul’un yeni efendisi Cavlı’nın eline geçmiştir. Çok akıllı bir Türk maceracısı olan Cavlı, iki Frenk şefi arasındaki kavgadan yarar sağlayabileceğini hemen anlamıştır. Bunun üzerine Baudouin’i serbest bırakmış, ona itibarlı kişilere ait kıyafetlerden vermiş ve onunla bir ittifak yapmıştır. Ona öz olarak, “Sizin Edessa şehriniz tehdit altında, benim de Musul’daki durumum hiç garantili değil, yardımlaşalım” demiştir.


İbn el-Esir şöyle anlatacaktır:

Kont Baudouin, el-Komes Bardavil serbest kalır kalmaz, Antakya’da “Tankri”yi görmeye gitti ve ondan Edessa’yı kendine geri vermesini istedi. Tancrède ona otuz bin dinar, atlar, silahlar, elbiseler ve daha birçok şey teklif etti, ama kenti geri vermeyi reddetti. Ve Baudouin Antakya’dan öfke içinde ayrılınca, Tancrède onun müttefiki Cavlı’yla birleşmesini önlemek üzere onu izlemek istedi. Aralarında birkaç itiş kakış oldu, fakat her çarpışmadan sonra birlikte yemek yemek ve çene çalmak için toplanıyorlardı!


Musullu tarihçi, bu Frenkler deli demeye getirip. Şöyle sürdürmektedir:

Bu sorunu çözmeyi başaramadıkları için, onlar için bir cins imam olan patrik bir arabuluculuk girişiminde bulundu. Piskopos ve rahiplerden oluşan bir komisyon oluşturdu; bu komisyon, Tancrède’in amcası olan Bohémond’un ülkesine geri dönmeden önce, eğer esaretten geri dönerse Edessa’yı Baudouin’e geri vermesini tembih ettiğini belirlediler. Antakya’nın efendisi hakemlerin kararını kabul etti ve kont topraklarını geri aldı.


Zaferini Tancrède’in iyi niyetinden çok, Cavlı’nın müdahalesinden korkmasına borçlu olduğunu düşünen Baudouin, toprakları üzerindeki bütün Müslüman esirleri serbest bırakmış hatta İslamiyete herkesin önünde küfür eden hıristiyan memurlardan birini idam ettirmiştir.


Kontla emir arasındaki garip ittifaka öfkelenen tek yönetici Tancrède değildir. Rıdvan bey, Cavlı’nın ihtirasları ve kalleşliği konusunda uyarmak üzere Antakya’nın efendisine mektup yazmıştır. Bu emirin Halep’i ele geçirmek istediğini ve eğer bunu başarırsa, Frenklerin artık Suriye’de tutunamayacaklarını söylemiştir. Selçuklu beyinin Frenklerin güvenliğini düşünmesi epeyi tuhaftır, ama hükümdarlar dinsel veya kültürel engellerin ötesinde birbirlerini çok kolay anlamaktadırlar. Böylece, birincisine karşı yeni bir İslam-Frenk koalisyonu kurulmuştur. Bunun sonucu olarak, şu 1108 yılının Ekim ayında, Tell Başir surları karşısında şu iki ordu karşı karşıya gelmiştir.


Antakyalı ve Halepli askerler hızla avantajlı duruma geçmişlerdir. Cavlı kaçtı ve çok sayıda Müslüman Tell Başir’e sığındı, Baudouin ve kuzeni Jocelin burada onlara iyilikle davrandılar, yaralıları tedavi ettirdiler, onlara elbise verdiler ve evlerine götürdüler. Arap tarihçinin Baudouin’in şövalyece zihniyetine saygı sunması, Edessa’nın hıristiyan halkının kont hakkında sahip olduğu kanıyla zıtlaşmaktadır. Nitekim kontun yenildiğini öğrenen ve herhalde öldüğünü sanan kent Ermenileri, Frenk egemenliğinden kurtulma zamanının geldiğini düşünmüşlerdir. Öylesine ki, Baudouin geri döndüğünde başkentinin bir cins hemşehriler kurulu tarafından yönetildiğini görmüştür. Uyruklarının bağımsızlık isteklerinden kaygılanarak, aralarında çok sayıda rahibin olduğu önde gelen başlıca kişileri tutuklattırmış ve bunların gözlerinin oyulmasını emretmiştir.


Müttefiki Cavlı da, ayaklanmak için yokluğundan yararlanan Musul önde gelenlerine aynı şekilde davranmak isterdi. Ancak bundan vazgeçmek zorundaydı, çünkü bozguna uğraması itibarını sıfıra indirmişti. Artık kaderinin kıskanılacak bir yanı kalmamıştı: Toprağını, ordusunu, hazinesini kaybetmişti ve sultan Muhammed kellesine ödül koymuştu. Fakat Cavlı yenildiğini kabul etmiyordu. Tüccar kılığına girmiş, Isfahan sarayına gitmiş ve kefeni elinde olduğu halde birdenbire sultanın tahtı önünde yerlere kapanmıştı. Duygulanan Muhammed onu affetmeyi kabul etmiş, bir süre sonra da İran eyaletlerinden birine vali olarak atamıştır.


Tancrède’e gelince, 1108 zaferi onu şansının zirvesine taşımıştır. Antakya prensliği, Türk, Arap, Ermeni veya Frenk bütün komşularının çekindikleri bölgesel bir güç haline gelmiştir. Rıdvan bey, artık dehşet içindeki bir bağımlıdan başka birşey değildir. Bohémond’un yeğeni kendine “büyük emir” dedirtmektedir.


Frenklerin Kuzey Suriye’deki varlıklarını onaylayan Tell Başir çarpışmasından yalnızca birkaç hafta sonra, Şam beyliğinin Kudüs’le ateşkes anlaşması imzalama sırası gelmiştir: İki başkent arasındaki tarımsal alanın gelirleri üçe bölünecektir, üçte biri Türklere, üçte biri Frenklere, üçte biri köylülere, diye kaydetmektedir İbn el-Kalanissi. Bu temele dayalı bir protokol yapılmıştır. Bundan birkaç ay sonra, Şam yeni bir anlaşmayla daha da büyük bir alanı kaybetmiştir: Lübnan dağının doğusundaki zengin Bekaa vadisi de Kudüs krallığıyla paylaşılmıştır. Fiili durumda, Şamlılar tamamen güçsüz bırakılmışlardır. Hasatları Frenklerin insafına kalmıştır ve ticaretleri, artık Cenevizli tüccarların egemen olduğu Akkâ limanı üzerinden transit yapılmaktadır. Suriye’nin hem kuzeyinde, hem de güneyinde Frenk işgali gündelik bir gerçek haline gelmiştir.


Fakat Frenkler burada durmamışlardır. 1108’de, Kudüs’ün düşmesinden bu yana en geniş çaplı yayılma hareketine başlamak üzeredirler. Sahildeki bütün büyük kentler tehdid altındadır ve yerel güçlülerin artık kendilerini savunmaya ne mecalleri, ne de istekleri vardır.


Hedefteki ilk av Trablusşam’dır. Saint-Gilles, daha 1103’te kentin civarına yerleşmiş ve şehir halkının hemen onun adını verdikleri bir kale inşa ettirmiştir. İyi korunan “Saint-Gilles kalaat”ı, XX. yüzyılda hâlâ modern Trablusşam kentinin merkezinde durmaktadır. Ancak Frenkler geldiğinde, kent, bu ünlü kalenin girişini denetim altında tuttuğu bir yarımadanın ucunda yer alan el-Mina adlı liman mahallesiyle sınırlıdır. Hiçbir kervan, Saint-Gilles’in adamlarına yakalanmadan Trablusşam’a giremez, oradan çıkamaz.


Kadı Fahrülmülk, başkentini boğmakla tehdid eden kaleyi ne pahasına olursa olsun yıkmak istemektedir. Askerleri, her gece bir muhafızı bıçaklamak veya inşa halindeki bir sur bedenine zarar vermek için harekât düzenlemektedirler, ama en seyirlik eylem 1104 Eylülünde gerçekleştirilmiştir.

 

Trablus garnizonundaki bütün askerler kadının komutası altında bir huruç yapmış, birçok Frenk savaşçısı öldürülmüş ve kalenin kollarından biri yakılmıştır. Saint-Gilles’de tutuşan çatılardan birinin üstünde gafil avlanmıştır. Ağır bir şekilde yanmış, beş ay sonra korkunç acılar içinde ölmüştür. Can çekişirken, Fahrülmülk’ün elçilerini görmek istemiş ve onlara bir pazarlık önermiştir: Trablusşamlılar kaleye saldırmaktan vazgeçerlerse, Frenk şefi yolcu ve mal trafiğine artık zarar vermeyecektir. Kadı bunu kabul etmiştir.


Garip bir uyuşma! Bir kuşatmanın amacı, insan ve erzak dolaşımını önlemekten başka nedir ki? Fakat kuşatanlarla kuşatılanlar arasında adeta olağan ilişkiler kurulmuş gibi bir izlenim alınmaktadır. Bu anlaşmanın sonrasında Trablus limanı yeniden canlanmaya başlamış, kervanlar Frenkler’e bir vergi ödeyerek gidip gelmeye başlamışlardır ve Trablus’un önde gelen kişileri düşman hatlarını ellerindeki geçiş belgeleriyle aşmaktadırlar. Gerçekte ise, savaşan iki taraf beklemektedir. Frenkler, Cenova veya Konstantinopolis’ten bir hıristiyan donanmasının gelerek, onların kuşatma altındaki kente saldırmalarına olanak sağlıyacağını ummaktadırlar. Bundan haberdar olan Trabluslular da, bir Müslüman ordusunun yardımlarına gelmesini beklemektedirler. En etkin destek Mısır’dan gelebilir. Fatımi halifeliği, müdahalesi Frenklerin cesaretini kırmaya yetecek büyük bir deniz gücüdür. Fakat Trablus ile Kahire efendileri arasındaki ilişkiler bir kez daha berbat durumdadır. El-Efdal’in babası, kadının ailesinin kölesi olmuştur ve efendileriyle çok kötü ilişkiler içinde olmuşa benzemektedir. Vezir, Fahr’a karşı olan hıncını ve onu aşağılama arzusunu hiçbir zaman saklamamıştır; Fahr da kendi cephesinden, kaderini el-Efdal’in eline teslim etmektense, kentini Saint-Gilles’e bırakmayı tercih etmektedir. Kadının Suriye’de müttefik bulması olanaksızdır. Yardımı başka yerlerde araması gerekmektedir.


Harran zaferinin haberleri ona Haziran 1104’te ulaşınca, hemen emir Sökmen’e bir haberci göndererek, Frenkleri Trablus’tan kovarak zaferini taçlandırmasını istemiştir. Teklifini desteklemek üzere ona büyük miktarda altın sunmakta ve seferin bütün masrafını yüklenmektedir. Harran galibi tahrik olur. Büyük bir ordu toplayıp Suriye’ye yönelir. Fakat Trablusşam’a dört günlük mesafeye geldiğinde, ağır bir anjin onu bitkin düşürür. Birlikleri dağılır. Kadı ile uyruklarının moralleri sıfıra iner.


Fakat 1105’te gene bir umut ışığı belirir. Sultan Berkyaruk veremden ölmüştür, bu da Frenk istilasının başından beri Selçuklu imparatorluğunu felceden kardeş kavgasına son verir. Artık Irak, Suriye ve Batı İran’da tek bir hükümdar olacaktır, “dünyanın ve dinin kurtarıcısı sultan Muhammed İbn Melikşah”. Yirmi dört yaşındaki bu Selçuklu hükümdarının taşıdığı ünvan, Trabluslular tarafından üzerindeki anlamıyla alınmıştır. Fahrülmülk sultana haber üstüne haber yollar ve ondan vaad üstüne vaad alır. Fakat hiçbir yardım ordusu gözükmez.


Bu arada kentin ablukası sıklaşmaktadır. Saint-Gilles’in yerine kuzenlerinden “el-Zerdani”, Cerdagne kontu geçmiştir, o da kuşatma altındakilerin üzerindeki baskısını artırmaktadır. Erzak karayolundan giderek daha zor gelmektedir. Zahire fiyatları başdöndürücü bir hızla artmaktadır: Yarım kilo hurma bir altın dinara satılmaktadır ki, bu olağan durumda bir aileyi birçok hafta boyunca geçindirecek bir tutardır. Halkın çoğu, Sûr, Hıms veya Şam’a göçetmenin peşindedir. Bazı Trabluslu önde gelen kişiler, bir gün el-Zerdani’yle görüşmeye gitmişler ve lütfuna nail olmak üzere, kentin hâlâ sürmekte olan bazı iaşe edinme yollarını ona bildirmişlerdir. Fahrülmülk bunun üzerine, hainleri kendine teslim etmesi için hasmına akıl almaz miktarda para önermiştir. Fakat kont reddetmiştir. Ve ertesi sabah bu adamlar, bizzat düşman kampının içinde boğazlanmış olarak bulunmuşlardır.


Bu başarıya rağmen, Trablus’un durumu bozulmaya devam etmektedir. Yardımlar hep beklenmekte ve bir Frenk filosunun yaklaştığına ilişkin ısrarlı söylentiler dolaşmaktadır.


Umutsuzluk içinde Fahrülmülk, Bağdat’a bizzat gidip, davasını sultan Muhammed ve halife el-Mustazhirbillah’a anlatmaya karar verir. Yokluğu esnasında yerine kuzenlerinden biri bakacaktır ve orduya altı aylık ücretleri peşinen ödenmiştir. Beş yüz atlı ve piyadeden oluşan büyük bir maiyet hazırlatmıştır, ayrıca kafilede her tür hediye taşıyan hizmetkârlar da vardır: İşlemeli kılıçlar, safkan atlar, nakışlı hilatler ve Trablus’a özgü kuyumculuk işleri. Kentten, uzun bir kafileyle birlikte Mart 1108 sonuna doğru ayrılır. Bu olayları yaşamış tek vakanüvis olan İbn el-Kalanissi, Trablus’tan kara yoluyla çıktı, diye açıkça belirtmektedir. Böylece kadının, onların hatlarından geçerek onlara karşı kutsal savaş çağrısı yapmaya gitmek için Frenklerden izin aldığını imâ etmektedir. Kuşatılanlarla kuşatanlar arasında ilginç bağlantılar olduğundan, bu olasılığı dışlamak mümkün değildir. Fakat kadının Beyrut’a gemiyle gidip, karayoluna ancak buradan itibaren düşmüş olması akla daha yakındır.


Her ne olursa olsun, Fahrülmülk önce Şam’da durur. Trablus’un efendisi Dukak’tan müthiş tiksinmektedir, ama beceriksiz Selçuklu beyi, muhtemelen zehirlenerek kısa bir süre önce ölmüştür ve kent artık onun varisi olan atabey Tuğtekin’in elindedir. Eski bir köle olan bu adam topaldır ve Frenklerle olan ikircikli ilişkileri, Suriye siyaset sahnesine yirmi yıldan daha uzun bir süre egemen olacaktır. İhtiraslı, kurnaz, utanması olmayan bu Türk asker, tıpkı Fahrülmülk gibi olgun ve gerçekçi bir adamdır. Dukak’ın kindar tavırlarını bir yana bırakarak, Trablus’un efendisini hararetle karşılar, şerefine büyük bir şölen verir ve hatta onu özel hamamına davet eder. Kadı bu iltifatları takdirle karşılar, fakat surların dışında konaklamayı tercih eder, güvenin de bir sınırı vardır.


Bağdat’ta daha da görkemli bir şekilde karşılanır. Trablus’un İslam alemindeki saygınlığı büyük olduğundan, kadıya büyük bir hükümdar muamelesi yapılır. Sultan Muhammed ona, Dicle’den geçmesi için kendi kayığını gönderir. Teşrifat sorumluları Trablus’un efendisini yüzen bir salona götürürler, bunun dip tarafındaki nakışlı bir minderin üzerinde olağan olarak sultan oturmaktadır. Fahrülmülk yan tarafa, konukların yerine oturur, ama saraylılar seğirterek onu iki kolundan yakalarlar; hükümdar konuğunun kendi minderine oturması için bizzat ısrar etmiştir. Kadı saraydan saraya konuk edilerek, sultan, halife ve onların yardımcıları tarafından kentin kuşatılması hakkında sorguya çekilir, bu arada bütün Bağdat onun Frenklere karşı cihaddaki kahramanlığını övmektedir.


Fakat siyasal konulara gelinip de, Fahrülmülk Muhammed’den Trablus’u kurtarmak üzere bir ordu göndermesini istediğinde, İbn el-Kalanissi’nin muzipçe aktardığı üzere, sultan önce gelen emirlerden birkaçına, Fahrülmülk’ün kentini kuşatanları püskürtmek üzere onunla birlikte gitmelerini emretti; seferî birliğe, Cavlı’nın elinden kurtarmak üzere Musul’da biraz duraklamasını ve bunu yaptıktan sonra Trablus’a gitme görevini verdi.


Fahrülmülk yıkılır. Musul’daki durum öylesine karışıktır ki, çözmek için yıllar gerekir. Ama bundan da önemlisi, kent Bağdat’ın kuzeyindedir, oysa Trablus tam batıdadır. Eğer ordu yolunu böylesine saptırırsa, başkentini kurtarmak üzere asla zamanında yetişemeyecektir. Kent her an düşebilir diye ısrar eder. Fakat Sultan anlamazlıktan gelmektedir. Selçuklu imparatorluğunun çıkarları, Musul sorununa öncelik vermeyi gerektirmektedirler. Kadı, hükümdarın bazı danışmanlarını altınla satın almak gibi herşeyi istediği kadar denese de, boşuna; ordu önce Musul’a gidecektir. Fahrülmülk dört ay sonra dönüş yoluna koyulduğunda, hiçbir tören yapılmamıştır. Artık kentini muhafaza edemeyeceğine kani olmuştur. Henüz bilmediği, onu zaten kaybetmiş olduğudur.


Ağustos 1108’de Şam önlerine vardığında, ona hüzünlü bir haber verilir. Uzun zamandır yok olmasından moralleri bozulan Trablus’un önde gelenleri, kenti Frenklere karşı korumaya söz veren Mısır’ın efendisine yönetimi vermeyi kararlaştırmışlardır.

 


El-Efdal yiyecek dolu gemilerle birlikte, kent yönetimini eline alan bir de vali göndermiştir. Bu vali ilk iş olarak Fahrülmülk’ün ailesini, yandaşlarını yakalatmış; hazinesine mobilyalarına ve kişisel eşyalarına el koymuş, bunların hepsini gemiyle Mısır’a göndermiştir.


Vezir, talihsiz kadının üzerine böyle çökerken, Frenkler de Trablus’a karşı son saldırıyı hazırlamaktadırlar. Komutanlar, kuşatma altındaki surların dibine birer birer gelmişlerdir. Hepsinin efendisi Kudüs kralı Baudouin buradadır. Bu olay nedeniyle Edessa kontu Baudouin ile barışan Antakya’nın efendisi Tancrède buradadır. Ayrıca Saint-Gilles ailesinin iki üyesi, el-Zerdani ile ölü kontun öz oğlu da buradadır. Vakanüvisler ona İbn Saint-Gilles demektedirler ve ülkesinden onlarca Ceneviz gemisiyle yeni gelmiş bulunmaktadır. Her ikisinin de Trablus’ta gözü vardır, ama Kudüs kralı onları kavgalarını ertelemeye zorlayacaktır. Ve İbn Saint-Gilles, hasmını katlettirmek için çarpışmanın sonunu bekleyecektir.


1109 Martında, karadan ve denizden eşgüdümlü bir saldırı için herşey hazıra benzemektedir. Trabluslular bu hazırlıkları korkuyla gözlemekte, ama umutlarını kaybetmemektedirler. El-Efdal onlara, şimdiye kadar gördüklerinin hepsinden daha güçlü bir donanmayla birlikte, yeteri kadar yiyecek, savaşçı ve bir yıl yetecek kadar savaş malzemesi göndermeye söz vermemiş midir?


Trabluslular, Ceneviz teknelerinin Fatımi donanması görünür görünmez kaçacaklarından kuşku duymamaktadırlar. Ama zamanında gelmeleri gerekir.


İbn el-Kalanissi, Frenkler yazın başında Trablus’a tüm güçleriyle saldırmaya başlayarak, hareketli kulelerini surlara yaklaştırdılar. Kent halkı, karşı koymak zorunda olduğu saldırının şiddetini görünce cesaretini yitirdi, çünkü kaybedeceğinin kesin olduğunu anladı, zahire tükenmişti ve Mısır donanması gelmekte gecikiyordu. Rüzgârlar, işlerin sonunu belirleyen tanrının isteğiyle ters yönde esiyorlardı. Frenkler güçlerini katladılar ve zorlu bir mücadeleden sonra kenti aldılar, diye anlatmaktadır. 12 Temmuz 1109’da. İki bin gün süren direnmeden sonra; kuyumculuk ve kütüphaneler, cesur denizciler ve okumuş kadılar kenti Batılı savaşçılar tarafından harap edilmiştir. Darül-ilm’deki yüz bin cilt kitap yağmalanmış, sonra “kafir” kitapları yoketmek üzere yakılmışlardır. Şamlı vakanüvise göre, Frenkler kentin üçte birinin Cenevizlilere, üçte ikisinin de Saint-Gilles’in oğluna verilmesine karar verdiler. Kral Baudouin’in hoşuna giden herşey bir kenara ayrıldı. Bundan sonra, kent halkının çoğu köle olarak satıldı, diğerleri mallarına el konularak kentten kovuldular. Bunların çoğu Sûr limanına gidecektir. Fahrülmülk hayatının geri kalanını Şam yakınlarında geçirecektir.


Ya Mısır donanması? İbn el-Kalanissi, Sûr’a, Trablus’un düşmesinden sekiz gün sonra, tanrının halkı cezalandırmasından ötürü herşey bitmişken varmıştır, diye aktarmaktadır.


Frenkler, ikinci av olarak Beyrut’u seçmişlerdir. Sırtını Lübnan dağına vermiş olan kent, çam ormanlarıyla çevrelenmiştir. Bu ormanlar özellikle Mezraatül-Arab Resülnabeh bölgelerinde yoğundur ve istilacılar, kuşatma makineleri yapımı için gerekli tahtayı buralardan sağlayacaklardır. Beyrut, Trablus’un ihtişamının çok uzağındadır ve mütevazi villalarını, mermer kalıntılarının antik Berytus’un zemininde hâlâ yer aldığı Roma saraylarıyla kıyaslamak çok zordur. Ama gene de limanı sayesinde nisbeten refah içindedir. Beyrut limanı, aziz Georges’un ejderhayı yendiğine inanılan çıkıntının üzerinde yer almaktadır. Şamlıların göz diktiği, Mısırlılar tarafından ihmalkâr bir şekilde elde tutulan kent, sonunda 1110 Şubatından itibaren Frenklerle kendi olanaklarıyla mücadele etmeye başlamıştır. Kentteki beş bin insan, umutsuzluğun verdiği güçle savaşarak, kuşatıcıların ahşap kulelerini birbiri ardına yoketmiştir. İbn el-Kalanissi, Frenkler ne daha önce, ne de daha sonra bundan daha sert bir çarpışma gördüler, diye haykırmaktadır. İstilacılar bunu affetmiyeceklerdir. Kenti 13 Mayısta alınca, gözü dönmüş bir katliama girişmişlerdir. İbret olsun diye.



Ders alınmıştır. Ertesi yaz Frenk krallarından biri (Şamlı kronikçiyi, uzak Norveç kralı Sigurd’u tanımadığından ötürü eleştirmek mümkün müdür?) hac ziyareti yapmak ve İslam ülkesinde savaşmak üzere, asker dolu altmıştan fazla tekneyle deniz yolundan geldi. Kudüs’e doğru giderken, Baudouin onu karşılamaya çıktı ve Sayda limanını birlikte denizden ve karadan kuşattılar. Burası Fenikelilerin antik Sidon kentidir. Tarih boyunca birçok kereler yıkılan ve yeniden inşa edilen surları, Akdeniz’in dalgaları tarafından sürekli dövülen devasa taş bloklarıyla bugün hâlâ etkileyici bir şekilde durmaktadırlar. Fakat Frenk istilasının başlangıcında büyük cesaret göstermiş olan kent halkının artık dövüşmeye isteği yoktur, çünkü İbn el-Kalanissi’ye göre, Beyrut’un kaderine uğramaktan korkmaktadır. Bu yüzden Frenklere, kadılarıyla birlikte önde gelen kişilerden oluşan bir heyet göndererek, Baudouin’den aman dilemişlerdir. O da taleplerini kabul etmiştir. Kent, 4 Aralık 1110’da teslim olmuştur. Bu kez katliam olmayacak, ama zaten mütleciyle dopdolu olan Sûr ve Şam’a doğru büyük bir göç yaşanacaktır.


On yedi ay içinde Trablusşam, Beyrut ve Sayda, Arap dünyasının en ünlü üç kenti alınmış ve tahrip edilmiş, halkları katledilmiş veya sürülmüş; emirleri, kadıları, yasa adamları öldürülmüş veya sürgüne zorlanmış; camileri saldırıya uğramıştır. Frenklerin kısa bir süre sonra Sûr’a, Halep’e, Şam’a, Kahire’ye, Musul’a veya Neden olmasın? Bağdat’a girmelerini önleyebilecek bir güç hâlâ var mıdır? Direnme isteği hâlâ var mıdır? Müslüman yöneticiler arasında kesinlikle yoktur. Ama Batılı savaşçı hacılar tarafından on üç yıldır aralıksız sürdürülen kutsal savaş en fazla tehdid altında olan kentlerin halkları arasında etkisini göstermeye başlamıştır: Uzun zamandan beri resmi söylevleri süsleyen bir slogandan başka birşey olmayan cihad yeniden ortaya çıkmaktadır. Bazı mülteci grupları, bazı şairler, bazı din adamları tarafından yeniden dile getirilmektedir.


İşte bunlardan biri olan, kısa boylu ve kocaman sözler eden Halepli bir kadı, Abdülfadl İbn el-Haşab, inatçılığı ve karakter gücüyle, uyuyan bir dev halindeki Arap dünyasını uyandırmaya karar vermiştir. Halka yönelik ilk eylemi, bundan on iki yıl önce el-Haravi’nin Bağdat caddelerinde yol açtığı rezaleti tekrarlamak olmuştur. Bu kez gerçek bir ayaklanma çıkacaktır.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

Fransanın Yardımı “1780 Amerika”

 


Savaş beklenmedik tarafların yakınlaşmasına neden oluyor. Amerikan devriminde de buna benzer bir durum yaşanmıştı. Fransa'nın savaşa girmesinin nedeni İngiltere'yle aralarında yüzyıllardır devam eden anlaşmazlıktı. Tarihin cilvesi; ABD'yi yaratan Fransa, İngiltere'den intikam almak istiyordu.


Bazı tarihçiler bizi Fransız devriminin Amerikan devrimini bir kardeş gibi görüp yardım elini uzattığına inandırmaya çalışır. Ancak Fransa'nın Amerika'daki kolonilerin devrimlerini desteklemesinin eşitlik ve özgürlük gibi ideallerle ilgisi yoktu. Yönetimdeki genç sınıf ki bunlara ünlü Lafayatte Markisi de dahildi, Voltaire hayranıydı ve radikal hareketlere sahip çıkmak onlara uygun düşüyordu. Fransızların Amerikan devrimini desteklemelerinin en büyük nedeni İngilizlerden intikam almaktı.


Amerikan devriminin başlamasından sadece on iki yıl önce, Fransa on üç koloninin baş düşmanı olarak görülüyordu. Amerika kıtası Fransız ve Kızılderili savaşlarını görmüştü ve on binlerce insan ölmüştü. 1763 anlaşmasıyla Fransa Kuzey Amerika'dan uzaklaştırılmış olsa da acı anılar birkaç nesil daha kafaları meşgul edecekti.


Fransızlar, İngilizlere karşı kaybettiklerinde zararları kolonicilerin kaybından çok daha acı vericiydi. Koloniciler belki çiftliklerini, ailelerini kaybettiler ama Fransızlar bir imparatorluk kaybetti. İlk başta tam bir zafer mümkün gibi gözüküyordu, ama sonunda Quebec, Ohio ve Missisipi Vadisi kaybedilmişti. Artık on binlerce Kanadalı ve Fransız sadece birer mülteciydi. Savaşta donanmalar, ordular yok olmuş, bir ulusun gururu incinmişti. Bu arada nefret edilen Anglo-Sakson İmparatorluğu sınırlarının dışına yayılıp zenginleşmeye devam ediyordu.


Böylece 1775'de kolonilerde isyan çıktığı haberleri memnuniyetle karşılandı. Son savaşların bitmesi ve isyan çıkması arasında geçen zamanda İngilizler garnizon, bina inşası, yönetim birimlerinin gelirlerinin karşılanması, son savaştan kalan borçların ödenmesi için milyonlar harcamıştı. Bunun tam tersine, Fransa ise deniz aşırı tüm giderlerinden kurtulmuş ve zenginleşmişti. Denizaşırı sömürgelere para harcamadığında Fransa'nın ekonomik açıdan bu kadar gelişebileceği kimsenin aklına gelmemişti. 18. yüzyılın ortalarındaki ekonomik teori tamamen kolonilerden sağlanan hammaddenin getireceği para üzerine kurulmuştu.


İngiliz kolonilerindeki isyanın neler getirebileceğinin gerçekten de kimse farkında değildi. Saraya yakın Fransız entelektüel ve düşünürlerinde birden Amerikadaki isyana yoğun bir destek verme eğilimi baş gösterdi.


Aslında bunların hepsi tarihin en büyük politikacı, entelektüel ve propaganda uzmanlarından biri olan Benjamin Franklin'in başının altından çıkıyordu.

1776'da isyan hükümetinin bir temsilcisi olarak Fransız sarayına giden Benjamin Franklin hemen işe koyuldu. Fransızlar tarafından resmi olarak tanınmamış bir hükümetin temsilcisi olduğu için resmi bir şekilde sarayda takdim edilemezdi ama o zaten tam bir saray adamıydı. Davetlere sansasyon yaratacak kıyafetlerle katılır, armonikasıyla konserler verirdi. Kadınları kendisiyle birlikte çıplak "hava banyosu" yapmaya ikna ederdi. Yetmişlerinde olmasına rağmen Franklin'le bir gece geçirmek için kadınlar sırada beklemek zorundaydılar. Paris sosyetesinde Franklin'in ne kadar çekici bir adam olduğundan başka bir şey konuşulmuyordu.


Bu arada her fırsatta Amerika konusunu gündeme getiriyordu. Entelektüellerle yaptığı sohbetlerde insanlığın girdiği yeni dönemden bahsedip Voltaire, Rousseau ve Aydınlanmadan övgüyle bahsediyordu. Ekonomistlere doğal kaynaklar açısından zengin olan yeni dünya kolonilerinde sınırsız ve sorunsuz ticaret yapma hakkını, milliyetçilere ise intikam fikrini sunuyordu. "Artık aynı savaşın içindeyiz" diyordu. İki taraf da İngiliz emperyalizmine karşıydı. Açıkça söylenmese de Kanada'yı ve Mississippi Vadisi'nin zenginliklerini tekrar kazanma şansı da olabilirdi.


Franklin, Fransızlara düşünecek çok şey vermişti. Bu arada isyanla ilgili başka tartışmalar da başlamıştı. Sadece bir intikam şansı değil, imparatorluğun yenilenme şansı da vardı. İngiltere'den kurtulur kurtulmaz bu on üç koloninin içlerindeki anlaşmazlıklara boğulacağına inanıyorlardı. Karışıklık sırasında birkaç koloninin kontrolünü ellerine geçirmeleri çok kolay olurdu. İmkanlar sınırsızdı.


Franklin'in başarılı pazarlaması ve Fransızları bu işe sürükleyecek bol miktarda neden olması Amerikan isyanının karlı bir iş olabileceği fikrini güçlendiriyordu. Yükselen ihtiyatlı sesler asi Amerikan ordusunun New York'un kuzeyinde bir İngiliz ordusunu tutsak ettiği duyulduğunda sona erdi. Bu topraklarda bir nesil önce Fransızlar ve İngilizler çarpışmıştı.


Fransa, asi Amerikan hükümetiyle bir anlaşma yaptı ve parasal destek olmaya söz verdi. Amerikan devrimini kurtarabilecek bir zamanlamayla, 1778'in Şubat ayında önemli miktarlarda malzeme, üniforma ve silah İngilizlerin barikatını aşıp Forge Vadisine ulaştı. Bu destek Amerikalılara büyük bir moral verdi. Birkaç ay sonra da Fransa ve İngiltere arasında resmi savaş ilan edildi.


1780'de sanki büyük bir Fransız keşif gücü Amerikan bölgesinde ilerliyordu. Başlarında da Fransız subaylar vardı. Fransızların sağladığı on binlerce tüfek, süngü ve üniformayı üzerlerinde taşıyan Amerikan askerleriydi aslında. Yaşlı Fransız savaş gemileri de Amerikalılara verilmişti. Bu arada Fransız donanması da Hint Okyanusu ve Karayipler'de harekete geçmişti.


Sonuç olarak İngilizler Yorktown'da teslim olduktan sonra savaş iki yıl daha sürdü. Çatışmalar ise Kuzey Amerika'dan Karayiplere, Manş Denizi'ne, Cebelitarık'a, Güney Afrika'ya ve Hint Okyanusu'na kaydı. İspanya ve Hollanda da intikam duygularının peşinde savaşa girdi. Avrupalıların ilgisi Cebelitarık'ı İngilizlerin elinden almaya yoğunlaştığından savaşın başladığı yer olan Amerikan kolonileri önemini kaybetti.

Fransa ise az kalsın amacına ulaşıyordu. Ancak savaşın son yılında her şeyi berbat ettiler. Karayipler'de ve Hint Okyanusunda Fransız filolarının yenilgiye uğraması Fransa'nın planlarını suya düşürdü. Cebelitarık'ı almak için kurulan Fransız-İspanyol ittifakı ise başarısız oldu. Fransızlara kalan büyük miktarlarda borçtu.


ABD'de on binden fazla askerin masrafları, bir o kadar Amerikan askerinin donatılması, askeri harekatlar, donanmanın girdiği savaşlar, yeni gemilerin inşası ve İngiltere'yle savaş halinde olunmasından dolayı Fransız tüccarlarının iş yapamaması Fransa'yı mali zorluğa sokmakla kalmadı, tam bir iflasın eşiğine getirdi. Yıllardır süren çabalar sonuçta hiçbir kar getirmemişti.


Artık beladan kurtulmak isteyen Fransa, Ocak 1783'te İngilizlerle anlaşma imzaladı. Şu kabul edilmeli ki, İngilizler Fransızları Amerika'ya ihanet etmeye zorladı, ancak Fransa ABD'nin tanınması ve İngiliz kuvvetlerinin çekilmesinde ısrar etti.


Bu durumda Fransa gerçekten de bir intikam almış oldu. Ama ödenen bedele gerçekten değer miydi? XVI. Louis bu kararla sonunu hazırlamıştı. Savaşın yarattığı borçların altından kalkmaya uğraşan Louis 1789'da vergi reformu yapmak için bir toplantı düzenlemek istedi. Ancak toplantı yerine devrim yapıldı.


Devrim hareketini Lafayette Markisi başlatmıştı. Louis yardım istediğinde ise Amerikan hükümeti, "Biz yabancı devletlerin işlerine karışmasak daha iyi olur" dedi. Louis, Amerika'ya yardım yüzünden girilen borçlar sonucu kellesini kaybetti. Devrim ise tüm Fransa'yı bir kaosa sürükledi.


O zamanlar Fransa için ABD'ye yardım etmek karlı görünmüştü. Ancak işler yolunda gitmedi. Belki de Fransız garsonların Amerikalı turistlere kötü davranmasının nedeni Amerika'nın yardım etmemesinin cezasıdır.



Alıntıdır. 


Maniheizmin Karmati Hareketine Etkileri

 



Mani veya Manes (277-21 6) Mezopotamya'da "Ktesifon" da doğdu, birçok seyahatler yaptı. İran'a geldiğinde sarayda fikirlerini yaydı. Hükümdar Behram onu zindana attırdı ve orada öldü. Birçok eser yazdığı kabul edilir. Eserleri resimli ve renkli olup pek azı günümüze kadar gelmiştir. Mani, Mandeenler veya Sabiiler denilen dini benimsemiş daha sonra Zerdüşt inancının da reformcusu olarak kabul edilmektedir. Manişeizm, Tevrat'ı, Zebur'u kabul etmekle beraber, İncil'den de işine gelen tarafları kabul eder. Yahudilerin Tanrısı (Yahve)'nı şeytan olarak niteler ve Hz. Musa'nın peygamberliği reddedilir. Maniheizm temel olarak reofızi ile metafıziğin karışmasından ve buna birçok ayinlerin ve ruhani teşkilatın ilavesinden meydana gelmiştir. Bu ayin ve ibadetler, Babil ve İran dinlerinden iktihas edilmiş, Budizm ve Hıristiyanlıktan da bazı merasimler alınmıştır. Mani, Zerdüşt dininin esaslarından faydalanıp, yaratılışı düalist bir anlayışla izah eder. Maniheizm'in temel doktrini, iyiliğin menşei ve esası olan aydınlık ve karanlık yahut şeytan ve madde, alemde mücadele halindedir. Küçük alem olan insanı karanlıklar hükümdarı olarak yaratmıştır. Buna göre madde veya karanlık kötülüğün yaratıcısı, ışık iyiliğin yaratıcısı ve bunlar Allah ile eşit olmaktadır. Mani bu ezeli ve ebedi prensiple bütün varlığı ve alemi, bunlar arasındaki mücadeleyle açıklamaktadır. Kurbanın her türlüsünün yasak olduğu Mani dininde, seçkinler gününde yedi vakit, dinleyiciler de günde dört vakit namaz kılmakla mükelleftirler. Dört vakit namaz, Eziua tanrıya, Güneş ve Ay tanrı ile Burkanlara karşı yapılır. Maniheist bir kimse ömrünün 1/7 sinde oruç tutmakla, malının %10 unu da sadaka vermekle mükelleftir. Maniheizm doktrinin belki de ilginç tarafı dünyanın birçok bölgesinde taraftar bulmasıdır.

Mani sağlığında doktrinini yaymaya başlatmış ve bu amaçla değişik ülkelere gitmiş, gidemediği yerlere de en sadık müridlerini gönderdi. Maniheizm, Mani'nin yaşadığı dönemde özellikle Iran, Mezopotamya ve hatta Mısır'da bile taraftar bulmuştur. III. yüzyılda başta Mısır olmak üzere Afrika'da, IV. yüzyılda Afrika yolu ile İspanya ve İtalya'ya geçmiş, uzun süre Anadolu'da yayılma imkanı bulmuştur. Orta Asya'daki durumu ise Türk toplulukları arasında önemli bir etkisi olmuş, özellikle Uygurların Maniheizmi kabul etmesiyle bu inanış Türk toplulukları arasında etkilerini devam ettirmiştir. Bizans imparatorluk ailesi içinde de taraftar bulan Maniheizm, IX. yüzyılda imparatorluk için tehdit oluşturmaya başlayınca devlet sert tedbirler almaya başvurmuştur. Fakat inancın bir takım unsurları VII. yüzyıl sonunda Ermenistan'da doğu Pavlikan mezhebi kisvesi altında varlığını sürdürmüştür. İslam fetihleri ile Maniheistlerin yaşadıkları bölgelerin büyük bölümü İslam devletlerinin hakimiyeti altına girdi. Bu dönemde maniheistler Bizans ve İran baskıları altında yaşamış oldukları sıkıntılardan kurtulmuşlar hatta son Sasani imparatorunun baskısıyla ülkeleri olan Babilanya'yı terk etmek zorunda kalmışlardır. Haccac b. Yusuf döneminde (694) tekrar eski yurtlarına geri döndüler. Cizye veren Maniheistler Emevi döneminde rahat bir hayat sürmüşlerdir. Mani dini mensupları, Abbasiler tarafından başlatılan tercüme faaliyetlerinde büyük yardımları olmuştur. Maniheist metinlerin Arapça'ya tercüme edilmesini sağladılar.


Abbasilerin bu ilk dönemdeki rahatlıkları Mehdi döneminden itibaren Maniheistlere karşı bazı önlemler alınmıştır. "Padona Rabette" adı verilen tapınakları yıkılmıştır. İbn'ül Esir, Mehdi'nin oğlu Musa el-Hadi'yi (785-786) Maniheistlerin sahip oldukları inançlardan ve yaşam tanlarından dolayı uyardığını belirtir. Belki de bu tür etkilerin sonucu olarak bu inanışın mensupları veya bununla ilgilenenler "Zındık" olarak adlandırılmışlardır. Abbasi halifelerince yakından takip edilmiş bazı halife katipleri zındıklık iddiasıyla çeşitli cezalar tatbik edilmiştir.


İslam dünyasındaki heterodoks gruplar, Maniheizm'in unsurlarını taşımaktadır. Mani inancının yayılmış olduğu çevre ile sahip oldukları inanış Karmati çevresi ve inanışıyla bazı hususlarda örtüşmektedir. Maniheistlerin oluşturdukları sosyal çevreden, Karmati grupları da yararlanmışlardır. Nitekim Massignon Yakup el­ Sicistani'nin batın ve astroloji ile hareketin kaderiyle ilgili hususlarda Maniheist teolojiden yararlandığını ifade etmektedir.


İsma'ili hareketinin 10. yüzyıllar arasında Güney Irak'ta varlığını sürdüren Mani inancından aynı coğrafya ve kültürü paylaşmalarının bir sonucu olarak etkilenmeleri kaçınılmaz olmuştur. Bu bölgede Maniheizm'in etkileri XI. yüzyıla kadar sürmüştür. İsma'ili-Karmati grupları aynı bölgede varlığını sürdüren Gnostik Babtist Mandaenlerin de etkilerine maruz kalmıştır. İsma'ili-Karmati gruplarını etkileyen bir başka grup da IX. yüzyılın ortalarına doğru Mezoptamya'da etkin olan gnostik kültürdür. Nitekim İsma'ili propagandası da Mezopotamya'da IX. yüzyılın ortalarında başlamış olması bu iki hareketin etkileşimini gösteren önemli bir göstergedir.



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ


Mardin

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak