6 Ocak 2023 Cuma

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Endülüs'ün Son Dönemleri

 



Endülüs'te Mülükü't-Tavaif Dönemi (422-483/1031-1090)


Endülüs devletinin yönetiminde ortaya çıkan otorite boşluğunun doğal bir sonucu olarak her bölgede irili ufaklı hanedanlar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bunların önemlileri şunlardır: İşbiliye (Sevilla) civarında Abbadiler (1023-1091), Sağru'l-A'la bölgesinde Tüdbiler ve Hudiler (1040-1142), Cehveriler (1031-1069), Tuleytula'da Zünnuniler (1016-1085), Batalyevs (Badajoz) bölgesinde Eftasiler (1022-1094), Gırnata'da Ziriler (1010-1090) ve diğerleri.

Emirlikler arasında yaşanan kıyasıya çatışmalar, Müslümanların zayıf düşmesine sebep olurken, Hıristiyan İspanya devletlerinin de güçlenmesine, dolayısıyla Reconquista'nın hızlanmasına sebep oldu. Nitekim 1085 tarihinde Kasfüya (Castile, Castilla, Kaştale, Kaştile) kralı VI.Alfonso (el Bravo, 1072-1109), Endülüs'ün en önemli ikinci büyük kenti olan Tuleytula'yı işgal etti (1 Safer 478/28 Mayıs 1085). Ancak bunun üzerine Müslümanlar Reconquista hareketinin farkına varabildiler. Kendilerini kurtarması için kuzey Afrika' da (Mağrib) bir imparatorluk kurmuş olan Murabıtlar'ın hükümdarı Yusuf b. Taşfin'den yardım istediler.


Endülüs'te Murabıtlar Dönemi (483-540/1090-1147)


Kuzey Afrika'dan Endülüs'e gelerek Hıristiyanları bozguna uğratan, ardından Endülüs'teki emirlikleri tek tek merkezi idareleri altında birleştiren ve ülkeyi Kuzey Afrika merkezli devlete bir eyalet olarak bağlayan Murabıtlar'ın, Endülüs'teki hakimiyetleri döneminde Yusuf'tan (1106) sonra şu hükümdarlar idareye geldi: Ali b. Yusuf (1143) ve Taşfin b. Ali (1146 veya 1149). Murabıtlar'ın yıkılışıyla Endülüs'te siyasi birlik tekrar bozuldu, İkinci Mühlkü't-Tavaif Dönemi diye adlandırılan devreye girildi ve Hıristiyanlar Reconquista'yı gerçekleştirmek için yeniden harekete geçtiler.



Endülüs'te Muvahhidler Dönemi (540-645/1147-1238)


Murabıtlar gibi onların ardından Kuzey Afrika' dan gelerek Endülüs'teki kötü gidişata bir süre daha dur diyen Muvahhidler'in Endülüs'te hakim olan hükümdarları şunlardır: Abdül­ mü'min (1147-1163), Yusuf b. Abdülmümin b. Ali (1184), Yakub el-Mansür (1199), Muhammed en-Nasır (1214), Yusuf el­ Müstansır (1222), Abdülvahid b. Yusuf ve lbnü'l-Manstır el­ Adil (1228), İdris el-Me'mun (1232), Abdülvahid er-Reşid (1242), Ali Said (1248) ve Mürteza bi Emrillah (1267). Kuzey Afrika'daki devletleri iyice zayıflayan Muvahhidler, kendilerine karşı oluşan isyanlarla uğraşırken dağıldılar ve yerine yeni devletler kuruldu. Endülüs'te bunu değerlendirenler ise, Hıristiyan İspanya devletleri oldu. Endülüs'te Muvahhidler'in hakimiyeti, 1238 tarihinde İbnü'l-Ahmer'in Endülüs topraklarına hakim olmasıyla bilfiil, 1242 tarihinde Halife Abdülvahid er-Reşid'in ölmesiyle şeklen de sona ermiştir.


Gırnata Beni Ahmer Emirliği (Nasriler) Dönemi (636-897/1238-1492)


Hıristiyan devletlerinin hızlı işgal hareketlerinden, Muhammed b. Nasr sayesinde ancak Endülüs'ün Güney doğusundaki İlbire'den Ronde'ye (Ronda) kadar uzanan sahil şeridi kurtulabildi. Çok ağır siyasi şartlara rağmen, iki buçuk asrı aşkın bir süre Endülüs'te İslam hakimiyetini temsil eden Nasriler, bu varlıklarını esnek bir diplomatik siyaset takip etmeleri sayesinde koruyabildiler. Ancak, son zamanlarında iç karışıklıklara sürüklenince, onlar da yok olmaktan kurtulamadılar. 1479 yılında Kastilya-Leon kraliçesi I.Isabel (La Catolica, 1474-1504) ile Aragon (Ergün) kralı II.Fernando'nun (el Catolico, 1479-1516) evlenmesiyle İspanya birliği sağlandı: ve Hıristiyan yayılması hızlandı. Sonuçta, 2 Ocak 1492 tarihinde Gırnata'daki son Müslümanlar da teslim olmak zorunda kaldılar ve böylelikle Endülüs Yarımadasında Müslümanların siyasi hakimiyetleri sona ermiş oldu.



Endülüs'te İslam Hakimiyetinin Sona Ermesinden Sonra Hıristiyan Hakimiyeti Altında Kalan Müslümanların (Moriskolar, Müdeccenler, Moors, Moriscos) Durumu (1267-1492-1609) 1492 yılının ardından İspanya'da kalan Müslümanlar ve Yahudiler, zorla Hıristiyanlığı kabul edenler de dahil olmak üzere, büyük sıkıntı ve işkencelere maruz bırakıldıktan sonra son 1610 yılında tamamen İspanya’dan çıkarıldılar. Bu tarihi olayın o günden bugüne Müslümanlar üzerinde derin etkileri olmuş ve Endülüs'ün kaybı, ilk zamanlardan bu yana İslam edebiyatının çeşitli dallarında sıkça işlenen konulardan birisi haline gelmiştir.


Endülüs'ün fethinden sonraki yıllarda İslam dünyasında Avrupa'ya karşı yapılan seferler sadece Endülüs ile sınırlı kalmadı. İslam orduları Konstantiniye'de yenilmelerine rağmen, devlet merkezlerinin hem doğusundan ve hem de batısından ilerlemelerini sürdürdüler. Varabilecekleri en son fiziki-coğrafi noktalara kadar ulaştılar. Doğuda Hint ve Çin sınırlarında durdurulabilmelerine karşın, batıda Endülüs üzerinden Pireneler aşılarak Güney Fransa fethedildi ve yarım yüzyıldan fazla elde tutuldu. Hatta, Müslüman akıncıların Paris'e 31 km'ye kadar sokuldukları ve İslam ordularının Avrupa'yı bir baştan öte başa aşarak doğuya devletin merkezi Şam'a ulaşma hedeflerinin olduğu bilinmektedir. Bu esnada, İslam dünyasının bir başka gücü Abbasiler Bizans'ın elindeki Anadolu'yu sıkıştırıyorlar ve Konstantinopolis'i (İstanbul) alabilmek için seferler tertip ediyorlardı. Diğer bir Müslüman devleti Tunus'lu Ağlebiler de İtalya üzerine seferler düzenlemekle meşgullerdi. 846 yılında ciddi şekilde Sicilya üzerinden Roma'yı kuşattılar. Bundan bir asır kadar sonra ise Sicilya'ya egemen oldular ve sık sık Roma'yı tehdit ettiler ve bir ara iki yıl kadar Papayı haraca bağladılar.


Bu fetih hareketleri gösteriyor ki, batıda Endülüs, doğuda Anadolu ve Konstantinopolis, güneyde de Sicilya ve Roma üzerinden Avrupa Hıristiyan dünyası, Müslümanlarca üç yandan kuşatmaya alınmıştı. Fakat, İslam dünyasında baş gösteren iç kargaşalar gücü zaafa dönüştürmeye yetti ve böylece X. yüzyılda ilk İslam fetih hamlesi sona ermiş oldu. İkinci dönem İslam fetih hamlesi ise, İslamiyet'i kabul ederek onun sancaktarlığını üstlenen Türkler tarafından başlatıldı ve 1529 yılında Viyana' ya kadar Avrupa toprakları fethedildi. Osmanlılar'dan biraz önce Karadeniz'in kuzey bölgelerine hakim olmuş olan Moğol-Tatarlar'ın İslamlaşmasıyla da Moskova'ya kadar bütün topraklar İslam hakimiyetine girmiş ve böylelikle Avrupa kıtası, Osmanlı'dan önce doğusundan kuşatılmış oldu.


Son olarak, yönetimde kalan farklı hükümetlerin süreleriyle birlikte Endülüs'ün siyasi ömrüne bir göz atalım:


Endülüs > 711-1492+ 1609 = 781 + 117 = 898 yıl / 9 Asır

Fetih Yılları > 711-715 = 4 yıl

Valiler Dönemi > 715-756 = 41 yıl

Endülüs Emevileri Dönemi > 756-1031 = 275 yıl

Mühlkü't-Tavaif Dönemi > 1031-1090 = 59 yıl

Murabıtlar Dönemi > 1090-1147 = 57 yıl

Muvahhidler Dönemi > 1147-1238 = 91 yıl

Gırnata Emirliği Dönemi > 1238-1492 = 254 yıl

Düşüş Sonrası Engizisyon, Soykırım ve Sürgün Yılları > 1492-1609 = 117 yıl




Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN

TÜRKLER VE YAHUDİLER-1

  Genel Hatlarıyla Türkler ve Yahudiler:


Yahudiler’in kitleler halinde Türk topraklarına yerleşmeleri 1492’den sonra olmuştur. Ancak bu topraklarda, 1492’den önce, Yahudilerin bulunup bulunmadığı üzerinde kısaca durup sonra, asıl konumuza, 1492’den sonraki duruma geçeceğiz.


Türkler, Anadolu’yu fethetmeye başladıklarında, hemen her yerde az-çok Yahudi bulmuşlardı. Bu Yahudiler, Hz, Davud’tan sonra kral olan Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra Kuzeyde Asur Kralı’nın son verdiği İsrail’in, Güneyde Babil Kralı’nın son verdiği Yahuda’nın bakiyeleri olduğu anlaşılmaktadır.


Asur hükümdarı Tiglat Falasar, istimlak ve göçettirme siyasetini tatbike başlayıp, İsrail devletinden kovulan esir Yahudileri Asur memleketinin muhtelif yerlerine dağıtmıştır. Sonra bu usûl, Bâbil Kralı II. Buhtunnasar (Nebukadnezar) tarafından da tatbik edilmiş ve Yahudi esirleri Babilin muhtelif yerlerine sürülmüştür. Babil Kralı II. Buhtunnasar (M.Ö. 605-562) Kudüs (Yeruşalâym) şehrini istilâ etmiş ve Yehuda’yı ele geçirmiştir (M.Ö. 586). Kudüs tahrip edilmiş Yahudi devletine son verilmiştir. İsrailoğulları (Yahudiler) esir alınıp, Babil’e sürgün edilmiştir. Yahudilerin Süleyman Mabedi (Beyt-Ha Mikdaş) tahrip edilmiş ve Perslerin' Filistin’i zaptına kadar Bâbil sürgünü devam etmiştir (M.Ö. 586-538) (44). Fakat VII. yüzyılda Yeremiya, Tanrı’nın Buhtannasar’ı kullanarak «Tanrı’nın kavmini», cezalandıracağını haber vermektedir.


Gerek îsrail, gerek Yahuda’nın yok olmasını müteakip Yahudi ahalisinin bir kısmı, Mısır’a giderek, orada koloniler teşkil etmişlerdir. Kurus, Babilin bağımsızlığına son verdikten sonra. Benî İsrail’in memleketlerine dönmelerine ferman çıkarmış; fakat zengin ve işleri yolunda olanlar, bulundukları yerlerde kalmayı tercih etmiş, ancak bir kısmı Filistin’e dönmüştür. Zamanla, Filistin’e dönmeyen bu aileler, civar yerlere giderek, kâh mevcudiyetlerini muhafaza, kâh içlerinde yaşamış oldukları cemaatlere -örf ve âdetleriyle dinî merasimleri muhafaza etmek suretiyle- kısmen karışarak İleri Asya’nın (Küçük Asya) muhtelif yerlerine yerleşmişlerdir. Bir kısmı da Şam’dan başlayarak Kuzey’e doğru çıkmış; Halep, Maraş ve Anadolu’ya, İzmir, İstanbul’da birer tortu bıraktıktan sonra, Rumeli’ye (Edirne, vs. yerlere) yayılmışlardır. Fakat Yahudiler, buralarda kuvvetlenen Hıristiyanlardan zulüm ve hakaret görmüşlerdir.


Henry Ford, Yahudilerin dünyaya dağılışlarını şöyle anlatıyor: “... Roma, Ortadoğu’ya hâkim olunca, M.S. 63’de Pompeius, Kudüs’ü aldı. Ancak üç sene sonra yeni bir isyan patlak verdi. İsyan, 70 senesine kadar sürdü ve General Titus tarafından ezildi. Kudüs yıkıldı, bir harabe haline geldi. Bu tarihten sonra geri kalan Yahudiler dünyaya dağıldılar”. Bu dağılmadan sonra Yahudilerin Anadolu sahillerine yerleştikleri ve Türklerle temasta bulunduklarını Avram Galanti şu şekilde belirtmektedir; «Miladın 70 senesinde Kudüs, Roma İmparatoru Titus’un eline düştüğü vakit, binlerce Musevî esir, Romalıların hesabına çalışmak üzere Mısır’a gönderilmiş ve binlercesi memleketlerinden kovulmuşlardır. Bu esirleri, ihtiyarî muhacirleri ve kovulanları sonra müteaddit yerlerde ve meselâ Anadolu’nun sahillerinde görüyoruz.


Sahillerde Musevî cemaatlere tesadüf olunuyorsa da, İleri Asya’da Türklerle beraber temasta bulunan Musevî izlere de tesadüf olunuyor. Irak Türkleri, zannolunduğundan daha eski zamanlarda o taraflarda bulunuyorlardı. Talmut'ta anbar, küpe, lâife gibi Türkçe kelimeleri görüyoruz ki, bu kelimelerin, Musevîler ile Irak Türkleri arasındaki temas neticesi olarak, İbranîce’ye girmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Selçuk Türkleri arazisinde Musevîler vardır.»


Yahudi tarihinden kronolojik sıraya göre bahseden Tanyu; Yeruşalaym’ın (Jerusalem -Kudüs)' Pompey tarafından ele geçirilmesini, Yahudilerin dağıtılmasını, Roma’nın Yahudileri itaati altına almasını ve Filistin’in zaptını (M.Ö. 63 yılı olayları arasında) zikrediyor ve devamında şöyle diyor: «Ağustos 70 Romalı ordu kumandanı, sonra kral olan Titus, Roma hakimiyeti ve baskısına isyan eden Yahudilere karşı harekete geçerek Yeruşalaym’ı zaptetti. Bu savaş sırasında bütün şehir yândı, yıkıldı. Beyt-Ha Mikdaş (Süleyman Mabedi), alevler içinde kaldı. Eylül ayında, kaçan, gizlenen, son defa karşı koyan Yahudi müdafîler yakalanıp öldürüldü. Beyt-Ha Mikdaş’ın sadece batı duvarı kaldı. Batı duvarı, Türkler tarafından, Osmanlılar zamanında ‘Ağlama duvarı’ diye adlandırılan, Avrupalıların ‘Şikâyet Duvarı’ dedikleri yerdir. Yüzlerce yıl Yahudiler bu duvar önünde toplanıp ağlamışlar, dua etmişler, eski günleri anmışlardır. Osmanlılar zamanında Türkler bu duvarı korumuşlar, hattâ onarmışlardır. Bu sebeple tamamen tahripten kurtulmuştur. Diğer duvarlar ve Süleyman Mabedi yıkılmıştır.


Yahudi esirler, Romalıların emrinde çalıştırılmak üzere Mısır’a sevkediliyor. Binlerce Yahudi, Yeruşalaym (Kudüs) ve çevresinden kovuluyorlar. Yahudiler bölük bölük Filistin'i terkediyorlar. Bu, Yahudiler için büyük felâket yılı oluyor.» (Bunların, M.S. 70 yılında, dünyaya dağılış haritasını, Lewis Browne, «Stranger Than Fiction» adlı eserinin 157’nci sahifesinde vermektedir).


Hayrullah Örs; Hanibâl’ın yenilmesi ve Romalıların Akdeniz’in tek efendileri olmasıyla bu devletin ölüm saatinin çaldığını, bağımsız bir Yahuda devletinin kalmadığını ve buranın bir Roma eyaleti olduğunu belirtir. O, «Ama Yahudilik, tarihin beşiği olan kutsal şehirinden uzakta geçireceği iki bin yıllık yurtsuzluk devresine girmeden, bir kere daha kaderiyle boğuşmaya kalkacak, bir kere daha ‘Makus talihini’ yenmeye çalışacaktır» dedikten sonra, Filistin’in Roma eyaleti olmasını, başında sözde Yahuda krallarından Herodes ailesinin bulunmasını, bu ailenin de, kendi menfaatleri için, Roma’nın Kudüs’ü yıkmasına yardım ettiğini, o zamana kadar da bu şehrin, Romalıların gelenekleri gereğince, kutsal karakterini koruduğunu ifade etmekte ve şöyle demektedir: «Yahudilerin bu ızdırap yıllarında tek bir ümitleri vardır: MESİH’in gelmesi». Görülüyor ki Mesih, dar günlerinde Yahudileri kurtaracak ve Kudüs’e geri getirecek veya Kudüs’te onları toplayacak bir kurtarıcıdır.


Yukarıdaki kaynaklarda, Yahudilerin Filistin’den çıkarılmaları ve buradan dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olmaları anlatılıyor. Bütün kaynaklarda Roma hakimiyetinden sonra yeryüzüne dağıldıklarında ittifak vardır. Tarihler de aşağı yukarı aynı sayılır. Mühim olan olayın cereyan edişidir. Galanti, Yahudilerin Türklerle olan temasını buraya kadar getiriyor. Hattâ, Tevrat’ın tefsiri mahiyetinde olan Talmud’a giren bazı kelimelerin Türkçe oluşunu buna bağlıyor,


Yahudilerin biri Kudüs’te, diğeri Babil’de yazılan iki Talmud’ları vardır; Kudüs’te yazılana Kudüs (Yeruşalem) Talmud’u, Babilde yazılana da Babil Talmud’u denilmekledir. Kudüs Talmudu’nun tamamlanması IV. yüzyılda; Babil Talmud’unun tamamlanması ise V. yüzyılda olmuştur. Ayrıca 800 yılından sonra Yahudiliği kabul etmiş olan Hazar Türklerinin de Türkçe Tevrat’larının olduğu belirtilmektedir, Selçuklular da 1070- 1080’de Suriye ve Filistin’i; 1071'de Kudüs’ü fethetmişlerdir. Böylece Türklerle Yahudilerin ilk teması başlamış; 1203’de Engizisyon mahkemelerinin kurulması ve Hıristiyanların Yahudilere zulmetmesi ile bu temas daha da şıklaşmıştır. Bu tarihten sonra Yahudiler, dünyanın her yerinde zulüm ve işkenceye uğramış, bulundukları yerlerden sürülmüşlerdir. İşte bu sırada imdatlarına Türkler yetişmiştir.


1394’de Fransa Kralı VI. Şarl, bir kısım Yahudiyi Fransa’dan çıkarmış, bunlar Türkiye’ye sığınmışlardır. (Daha önceden kalma ufak Yahudi toplulukları Selçuklu, Osmanlı topraklarında bulunuyordu). 1326’da Sultan Orhan, Bursa’yı zaptettiği zaman, orada bir Yahudi cemaati bulmuştur. Ötedenberi zulüm, işkence ve baskı altında yaşayan Yahudiler, bugüne kadar gördükleri kötü muameleye bir yenisinin ekleneceği korkusuyla, Türklerin Bursa’yı almalarından sonra, şehri boşaltmış, daha sonra Türklerin ne kadar âdil ve âlicenap olduklarını öğrenince Bursa’ya tekrar geri dönmüşlerdir. Bir müddet sonra da civar şehirlerde bulunan Yahudiler, Bursa’ya gelmişlerdir. Sultan Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa Gelibolu’yu; Sultan Murad Ankara’yı aldığında buralarda küçük ve Edirne’yi aldığı zaman da büyük bir Yahudi kalabalığı ile karşılaşmıştır. Edirne, Trakya’da bulunan Yahudilerin ruhanî ve İçtimaî; Selânik de, Makedonya Yahudilerinin dinî ve ticarî bir merkezi haline gelmiştir. Türkler, hakimiyetleri altına aldıkları unsurların dinî ve İçtimaî vaziyetlerine müdahale etmiyor; tam bir vicdan hürriyeti içinde onların ayinlerine, âdetlerine riayet gösteriyorlardı. Türk hâkimiyeti başladığı zaman Yahudiler, İslâm taassubunun kendilerini sileceğinden korktular. Sonradan, bunun, böyle olmadığını görünce rahat bir nefes aldılar. Türklerin devamlı harplerle meşgul olmalarından da istifade ederek geniş miktarda ticaret işlerine koyuldular.


Türklerin, padişah ve topyekûn kavmiyle, Yahudilere gösterdikleri yakın ilgi ve samimiyeti Yahudi tarihçisinin şöyle yazdığını Galanti -ki bu da bir Türkiye Yahudisidir- naklediyor: «Türklerin gelişi, bir sülâlenin değişmesi değil, onlar (Yahudiler) için bir vaziyetin değişmesi idi. Yahudiler zulmetten nura, esaretten hürriyete kavuşmuşlardır. Yahudiler, Türkler’e yalnız galip ve toprağın efendisi nazariyle değil, kendi dinleriyle yakınlığı olan kardeş nazariyle bakmışlardır. Bilmukabele Türkler dahi, Hıristiyanların kendilerine ve dinlerine karşı olan husumetini bilerek Yahudilere muhabbet bağlamışlardır. Türklerin Yahudilere itimat ve emniyetleri vardı. Çünkü onlarda (Yahudiler), Yahudiliği İslam’a yaklaştıran sünnet, oruç, ibadethanelerdeki sadelik gibi âdetlerin mevcut olduğunu görmüşlerdir».


Yukarıdaki Yahudi tarihçisinin itirafına Atilhan şöyle cevap veriyor: «Bu itiraf veyahut temiz kalpli Türkleri avlamak için yapılan bu riyakârlık Balkan Harbinde Türk muhasara ordusunun ve Türk milletinin uğradığı hiyanetle en büyük bir tezat teşkil eder.


Bütün tarih boyunca ayağına çelme atılmadığı, arkasına kahpece hançer saplanmadığı her vakit muzaffer olmuş ve onun her mağlubiyeti muhakkak bir hiyanetten ileri gelmiştir. Bu hiyanetler silsilesinin %95’i İsrailoğullarının hissesine isabet eder.


Edirne dört taraftan düşman ordusuyla sarılıp kahramanca müdafaaya başladığı ilk dakika, Yahudi tarihçinin kendilerini ‘zulmetten nura, esaretten hürriyete’ kavuşturduğunu itiraf ettiği Türklerin ve müdafaa ordusunun can düşmanına, boğazına, iaşesine ellerini uzatmıştı.» Ayrıca o, harb yıllarında; tuz, şeker ve diğer gıda maddelerinin Yahudiler tarafından bir okka şeker dört altın liraya -ki o zaman tuzun okkası yirmi para, şekerin okkası altmış para imiş- satıldığını; yine, hükümetin arama korkusundan bu gıda maddelerini kuyulara gömüp bardakla sattıklarını ve harp yıllarında Bulgarlar adına casusluk ettiklerini de kaydediyor.


Yahudi tarihçisinin itiraflarında hakikat payı vardır. Çünkü, o güne kadar her millet tarafından hakaret gören, «çıfıt» diye her yerden kovulan Yahudiler, gerçek rahat ve huzuru Müslüman Türk idaresi altında bulmuştur.


Din yönündeki yakınlığa gelince: Hak dinlerin kaynağı birdir. Bütün Hak dinler birbirini tamamlar. Ancak Yahudilik ve Hıristiyanlık «muharref» (tahrif edilmiş) olduğu, yani mukaddes kitapları sonradan yazıldığı için asliyetini muhafaza, edememiş ve arasına kul sözleri girmiştir. Bununla beraber, ilâhi öze ait bazı izlerin bulunması, inançlarda ve kıssalarda, bazı benzerliklerin olması normaldir ve vardır da. Ancak bu, iki dinin aynı olduğu anlamına gelmez. İslâm son ve «en ekmel» dindir. Diğer dinlerin eksiklerini düzeltmiş, yanlış noktalarını aydınlatmış ve gerçeklerini ortaya çıkarmıştır. Diğer husûs, Hıristiyanlara karşı Yahudiler’e muhabbet duyulmasıdır. Bunun Hz. Muhammed devrinde de denenmiş olduğu, fakat müsbet bir sonuç vermediği görülmüştür.

Atilhan’ın tenkidine gelince; yüzde doksanbeş genellendirme yapmasına katılmamız mümkün değildir. Çünkü bir toplumun içerisinde ihanet etmiş kişilerin bulunması, bizi, hepsi böyledir yargısına götürmez. Ancak, hepsinin iyi olduğu, Türk milletinin bütün bu şefkatine karşılık, ihanet etmiyecekleri yargısına da götürmez. Şu tarihî bir gerçektir ki; bir milleti, dış düşmanlardan çok, iç düşmanlar yıkmıştır.


Sultan Orhan’ın 1326’da Bursa’yı almasıyla, Yahudilerle yakın temas başlamıştır. O zamandan, Yahudi dönmesi Torlak Kemal’in (1419-20) isyanına kadar (bir asır), Yahudilerden hükümete karşı Önemli bir isyan olmamıştır,


Torlak Kemal ve Bedreddin Simavı :


Torlak, Ansiklopedik sözlükte «genç ve beceriksiz hovarda, alışmamış hergele» ve diğer bir sözlükte gezginci bâtını» mânâlarına geldiği görülür. Ziya Şakir, tarihlerde Torlak Kemal diye geçen bu Yahudinin gerçek adının Torlak Hûd ve babasının adının Cemal olduğunu, Şeyh Bedreddin Simavî ve kâhyası Börklüce Mustafa'nın başlattıkları yeni «din» için kendilerine böyle bir Yahudi seçtiklerini belirtiyor. Ziya Şakir’in dinî olarak belirttiği bu hareketi Galanti, İçtimaî olarak belirtiyor ve 1416’da Şeyh Bedreddin’in İçtimaî inkılâbına iştirak ile İslâm’ı kabul eden Torlak Kemal’ın Manisalı bir Yahudi olduğunu ve bunun, o zaman Manisa’da bir Musevî cemaati bulunduğuna delâlet ettiğini açıklıyor.


Torlak, Manisa ve çevresinde kendi düşüncesiyle Simavnalı Bedreddin’in düşüncelerini karıştırarak, Börklüce Mustafa ile beraber, Bedreddin adına isyana girişiyor. Torlak Kemal, Rumlar arasına giriyor ve Hıristiyanları ayaklandırarak bu olayda büyük rol oynuyor. Ancak, Ord. Prof. İ. H. Uzunçarşılı, Şeyhlikten Şahlığa geçmek, isteyen Bedreddin Simavî’nin kendisine yardımcı Yahudi «dönmesi» Torlak Kemal'i seçtiğini, o zaman kendisine Torlak Hu Kemal denildiğini, âyin ve erkân-ı batılınca bir erkân tuttuğunu ve «şeriat’»a muhalif çok işler işlediğini; taifesine «Kemalîler» denildiğini; Manisa tarafında olan Torlak’ın üzerine Şehzade Murad ve Bayezid Paşa’nın, Börklüce isyanını bastırdıktan sonra, gittiğini ve avanesiyle birlikte Torlaki astırmak suretiyle bu Alevî kıyamını da bastırdığını kaydediyor.


Görüldüğü üzere bu isyan, Rum ve Hıristiyanlarla beraber alevîleri de içine almaktadır, Anadolu’da Börklüce Mustafa ile Torlak Kemalın, Rumeli’de Şeyh Bedreddin’in isyanları olmuştur... Bu isyanların akıl hocalığını yapan ve sistemleştiren Şeyh Bedreddin, torunu Hafız Halil’in yazmış olduğu manzum “Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin”e göre, Anadolu Selçukluları hükümdarı Alâüddin Keykûbat’ın neslindendir,


Bedreddin’in ceddi olan Abdülazîz, Osmanlıların Rumeli istilasında da bulunmuş ve Dimetoka Muhaberesi'nde şehid olmuştur. Abdulazîz’in İsrail adındaki oğlu Dimetoka kal'ası Rum beyinin kızını almış ve bu izdivaçtan Şeyh Bedreddin doğmuştur. Bedreddin’in doğum yeri, tahminen 770/M. 1368 tarihine doğru, Edirne yakınındaki (Karaağaç ile Dimetoka arasında) Samavna Karasındır. Kendisi, «Samavna»ya veya, sonradan yakıştırma suretiyle yanlış olarak, Kütahya'nın Simav kasabasına nisbet edilerek Bedreddin Simavî denilmiştir. Tahsilini Konya, Mekke ve kahire gibi o devrin en mühim ilim merkezlerinde yaptığı; Mısır Sultanı Baruk, Timur-Leng ve muhtelif Osmanlı hükümdarlarıyla temasta bulunduğu; fıkıh, tasavvuf ve siyâset sahasında şöhret sahibi olduğu yolunda rivayetler vardır.


Şeyh Bedreddin, 1397'de, şeyhinin vefatı üzerine, bir müddet Kahire'de onun yerine şeyh olmuş ve sonra Anadolu’ya dönmüştür, Anadolu’da Karaman, Germiyan, Aydın elinde Tire ve diğer Alevîlerle meskûn yerleri dolaşmış, bu dolaştığı sıralarda Bâtıni akidesini yaymağa başlamış ve gezdiği yerlerde hep alevî Türkmenlerle temas kurarak maksadına göre, onları hazırlamak istemiş; daha sonra Rumeli’ye geçip Edirne’de yerleşmiş ve kendisini ziyarete gelenlerle görüşerek, yavaş yavaş, faaliyetini genişletmiştir. Şeyh Bedreddin’in bu faaliyeti, Osmanlı devletinin parçalanıp, şehzadelerin birbiriyle mücadele ettiği zamana tesadüf etmektedir. Bunun şöhreti her tarafta duyulunca, Edirne’de hükümdarlığını ilân eden Musa Çelebi, Bedreddin’i kazasker tayin etmek suretiyle, nüfuzunun yayılmasına yardım etmiş ve Şeyh de bundan istifade etmesini bilmiştir. Onun bu çalışmasının gayesi, hükümdarlığı elde etmek gibi görülmektedir. Şeyh Kazaskerliği sırasında, Börklüce Mustafa’yı da kethüdalığa getirmiştir. Musa Çelebi yerine tahta geçen Çelebi Sultan Mehmed, onu bu görevden uzaklaştırmış ve iki oğluyla beraber İznik’te ikâmete memur etmiştir. Şeyh Bedreddin, burada ikâmet ederken, kethüdası ve sonra halifesi olan Börklüce Mustafa’nın Karaburun taraflarında faaliyette bulunduğunu haber almış; çocuklarını İznik’te bırakarak Kastamonu’ya kaçmış, oradan Sinop’a geçmiş ve sonra da Eflâk voyvodasının yanına gitmiştir.


Börklüce Mustafa, Karaburun’da, İzmir’de Urla yarımadasının kuzey tarafında; Yahudi dönmesi Torlak Kemal, Manisa’nın kızılbaşlarla meskûn mıntıkalarında çalışarak Anadolu’da; Şeyh Bedreddin de, Rumeli’de bir isyan hazırlığına girişir. Bedreddin, Eflâkdan Osmanlı topraklarına geçer; Silistre, Dobruca ve Deliorman’da taraftarlar bulur. Bunları başına toplar ve ayaklanma mıntıkası olarak, alevîlerle meskûn olan Deliorman’ı seçer.


Bu durumu bir komünist ihtilâli olarak nitelendiren İ, Hâmi Danişmend şöyle diyor; «Bu komünist ihtilâlinin aynı zamanda hem Anadolu’da hem Rumeli’de olması çok esaslı surette tertib edildiğini gösterir. Bilhassa İsfendiyâr Bey’le, Prens Mirçe’nin bu tertibata dahil oldukları ve müşterek maksatlarının da Fetret devrinden henüz çıkmış olan Osmanlı devletinin başına eskisinden daha büyük bir buhran açmaktan ibaret olduğu muhakkaktır... Manisa taraflarında da gene bu teşkilâta mensup Torlak Kemal isminde bir Yahudi, binlerce taraftar bulmuş ve bunlar da bazı menbâlarda (Kemâlîler) ismini almıştır: Bu harekete bir Yahudinin de iştirak etmesi Şeyh Bedreddin'in din ve mezhep farklarına bakmamasındandır». Yahudinin bu hareketini Şeyh Bedreddin’in din ve mezhep farkına bakmamasının yanında, o güne kadar dönmüş görünen Yahudilerin, fırsatı ganimet bilerek, gâyelerini gerçekleştirme fırsatı olarak görmelerinde aramak, kanaatimizce daha isabetli olur. Faaliyetini alevîler arasında yürütmesindeki sebep ise, fikirlerini kabul ettirmek ve birliği daha rahat bozmak için alevîleri en müsait topluluk olarak görmesindendir. Hedefin bu şekilde seçilmiş olmasını daha fazla izaha lüzum görmüyoruz.


Anadolu tarafında ilk önce Karaburun hareketi bastırılıp Börklüce Mustafa idam edilmiş, ondan sonra da Manisa taraflarındaki Kemalîler cezalandırılıp, Torlak Kemal öldürülmüştür. Sonra da Şeyh Bedreddin üzerine gidilmiş; yakalandıktan sonra ulemadan mürekkep bir heyet tarafından sorguya çekilip, muhakeme edilmiş ve idam fetvasını kendisi imzalamıştır (Ölümü tahminen 1420-1421).


Şeyh Bedreddin Simavî’nin fıkıh sahasındaki görüş ve düşünceleri» «Camiu’l-Fusuleyn»de; tasavvuf ve felsefe konusundaki görüş ve düşünceleri «Varidat» adlı eserinde toplanmıştır. Varidat Bedreddin Simavî’nin en meşhur eseridir. O, bu eserinde, «Panteizm» e varan görüşleri savunmaktadır. Vâridat’ta Tanrı için şöyle demektedir: «Hak, etkili olması bakımından ilâhtır, etkilenmesi bakımından kuldur, yaratıktır, zorlanmıştır, mahkûmdur, kahredilmiştir. Dolayısiyle bütün eylemler, tümü ile Hakk’ındır; suretler ise onun aletleridir. Ama kul, Hakk’ın ancak kul suretinde bulunabileceğini bilmediğinden, kendinde Hakk’ın varlığı dışında bir irade, bir eylem, bir varlık bulunduğunu sanır. Bu anlayışsızlık, aletin varlığı, onu yapanın varlığına bağlı olduğu halde, aletle meydana getirilen eserin, dalgınlık yüzünden, alet tarafından yapılmış olduğunu sanmak gibidir. Böyle düşünüp böyle görmek, anlayışsızlıktan ileri geldiği için çirkindir. Eğer Hakk'ı ve kendinin Hakk olduğunu bilerek iradeyi ve eylemi kendine mal ederse, çirkinlik ortadan kalkar. Çünkü özel bir eylem, özel bir suretten doğar. Bu aşamada bu eylemi yapan Hakk suretinin de, kendini bu suretle gösterdiğini düşünesin! Buna göre, ermiş kişi, «yaptım, ettim diyebilir; cahil diyemez». Aynı eserin başka yerinde Şeyh Bedreddin, kitaplarda gelen ve ağızlarda dolaşan cennet, huri, köşkler, ağaçlar, meyveler, ırmaklar, işkence, ateş... ve benzerlerinin anlamlarının açık olmadığını; bunların ancak seçkin kişiler tarafından bilinen başka anlamlarının olduğunu ileri sürer (Bkz. Varidat, s. 61, 73). Bedenin dirilmesi hakkındaki görüşü de şöyledir: «Bu vücut için süreklilik, yoktur; yok olduktan sonra da parçaları eski hallerine dönmek üzere birleşemezler. ölüleri diriltmekten maksat bu değildir.


Huri, köşkler, ırmaklar, ağaçlar, meyveler... ve benzerlerinin hepsi hayâlde gerçekleşir, duyumlarda değil. Cin de öyledir ve adı bunu doğrular. Çünkü duyumlardan gizlenmiştir. Onu gören, dıştan gördüğünü sanır. Oysa hayal kuvvetiyle görmüştür; gördüğü gerçek değildir».


Şeyh Bedreddin’in Hz. İsa ve cesetlerin dirilmesi hakkındaki görüşü ise şu şekildedir: «İsa Aleyhisselam, madde olan vücudu ile ölü, ruhû ile diridir. İsa, Tanrı’nın ruhudur; yani onun ruh yönü daha üstündür. Ruh için ölüm olmayacağından ‘İsa ölmedi' dediler. Bu, büyük ihtimalle ‘maddî varlığı ölmedi’ demek değildir. Böyle bir şeyin olmayacağını anlayasın! Sekiz yüz sekiz (1405) yılında bir Cuma günü gördüğüm yeşilli iki kişiden birinin elinde İsa. Aleyhisselâm’ın cesedinin öldüğünü herkese duyuruyorlardı.


Cesetlerin dirilmesi, avamın düşündüğü anlamda gerçekleşemez. Yer yüzünde insan cinsinden hiçbir varlığın kalmayacağı bir zaman gelebilir. Sonra anasız ve babasız, topraktan bir insan türer ve üreyerek çoğalır.


Felsefesinin esası «Panteizmce (Vahdet-i Vücud) dayanan Bedreddin Simavî, madde âleminin ezelî ve ebedî olduğunu; Allah’ın mahlûkattan ayrı bulunmadığını savunur. İslâmî anlayıştaki “Haşr” ve «Ahiret» inancım kabul etmez. O, Melek ve Şeytan mefhumlarını da «İyilik» ve «Fenalık» kuvvetleri şeklinde anlar. «Cennet ve Cehennem, câhillerin zannettiği gibi olmayıp, bu dünyadaki iyilik ve kötülüklerin ruhlardaki tatlı ve acı tezahürleri» olduğunu kabul eder. «Bu vaziyete göre şiddetli bir Materialiste (Maddeci) demektir. Cemiyeti alâkadar eden fikirleri de büsbütün mevzûata mugayirdir. Şeyh Bedreddin bu cephesi itibariyle çok şiddetli bir komünisttir; arazi ve emvalin taksimini, Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasındaki farkların ve İslâm dininde ‘Muharremat’ ismi verilen memnûniyetlerin helâl sayılmasını terviç (revaç) eder.

Yalnız kadın meselesinde iştiraki tecviz edip etmediği pek belli değildir; hattâ müridlerine izafe edilen ‘mum söndürme’ âdetinin kendisiyle alâkadar olup olmadığı da şüpheli kalmış bir meseledir. Bu hareket, Musa Çelebi’den sonra başlamış olmasına rağmen Musa Çelebi’nin bu fikirlerin tesiri altında kaldığını ve Süleyman Çelebi’yi sarsmak, Müslümanlarla beraber Hıristiyanları da kazanmak için bu fikirlerden istifade etme yoluna gittiği ihtimali üzerinde durulmaktadır. I. Mehmet tahta geçince, Musa Çelebi’nin kadıaskeri ve taraftarlarını sürmüştür.


Bu İsyancıların fikirlerine göre, dünya, insanların ortak malıdır. Mülkiyet, mal topluca kullanılmalıdır. Şahsiyet ve ferdiyet reddedilmiştir. Her güzel şey Cennet, her kötü şey Cehennem’dir. İbadetin sınırı, biçimi yoktur. Cesedin yeniden dirilmesi imkânsızdır. Bunları savunanlar, onların bu gibi fikirlerini, görüşlerini akılcı ve gerçekçi bulmaktadırlar. Ancak bu fikir ve düşüncelerin ne akılcılıkla, ne de gerçeklikle ilgisi vardır. Bu nasıl bir gerçek, nasıl bir akılcılıktır ki; insanın nasıl ve neden yaratıldığı hatırlanmamaktadır. İnsan topraktan yaratıldığına göre yemden yaratılmaması için hangi engel, hangi sebep mevcuttur?


Her güzele tapınmayı, kadın erkek farkı gözetmemeyi benimseyerek bir nevi demagoji ve ona karşı yıkıcı birtakım hareketlere, öldürücü bir mücadeleye girişme, hangi gerçekçi, hangi güzellik ilkesine uygundur? însânın, nefsin bekâsını, insan hakları ile ilgili varlığına uygun, ölçülü ve meşru bir mülkiyet, mal anlayışı ve aile müessesesini yıkmak kime ne kazandırır? Ayrıca Avrupa Haçlı zihniyetinin karşısında îslâm’ın savunuculuğunu yapan bu toplumu zaafa uğratmak, yıkmak, iç savaşa itmek ancak düşmanlara yarar ve onlara bir hizmet olur. Bunu da aslen kendisini Türk ve Müslüman hissetmeyenler içinde bulmak mümkündür.


Nazım Hikmet, Materyalist (Komünist) fikirleri, Marks’tan önce Şeyh Bedreddin Simavî’nin savunduğunu ve kendisi de fikirlerini ondan aldığını İfade etmekte; Marks'la Şeyh Bedreddin arasında bir bağ kurmağa çalışmaktadır. Böylece de o, savunduğu komünist fikirleri meşrulaştırmak için bir kaynak bulma gayreti içine girmektedir.


Bir Yahudi yazarın, Türkçe olarak, Kudüs’te basılan eserinde, Torlak Kemal ile ilgili kanaatini aynen vermekte yarar görüyorum: «Şeyh Bedreddin isyanında Torlak Kemal önemli bir rol oynamış olmakla birlikte, hem bu 'sosyalist ideolojide’, hem de isyan fikrinde bir Yahudi etkisinden söz etmek zordur. Üstelik Torlak Kemal dinini bırakarak-muhtemelen propaganda yaptığı Müslüman çevrelerine yabancı görünmemek için- Müslümanlığa geçmiştir. Bununla birlikte, Bizans zulmü altındaki eylemsizlikten sonra, Osmanlı yönetiminin hemen ilk yıllarında bir Yahudinin -olumlu ya da olumsuz- bu denli, ciddi ve faal rol oynama durumuna gelmiş olması kayda değer bir olaydır. Bu olay, herşeyden önce, bazı Yahudilerin ve belki de genel olarak Osmanlı Yahudi cemaatlerinin kısa süre içinde yeni kültürlerine 'entegre’ olduklarına işarettir» (Moshe Sevilla-Sharon, Türkiye Yahudileri, Kudüs İbrani Üniversitesi, Yahudi Kültürü Türkçe Yayınları Serisi 1, Jerusalem 1982, sf. 23-24).


Yukarıda bahsettiğimiz olayda, büyük rol oynadığı ileri sürülen Torlak Kemal'in aslen Yahudi olduğunu ve sonradan İslâm’ı kabul ettiğini görüyoruz. Samimî bir Müslümanın bu fikirlere, bilerek, rağbet etmeyeceği malûmdur. Böyle olunca, Torlak Kemal, karşımıza bir “Yahudi dönmesi” olarak çıkmaktadır. İsyan, ne sadece Ziya Şakir’in dediği gibi dinî, ne de Galanti’nin belirttiği gibi İçtimaîdir. İsyan hem dinî, hem İçtimaî ve hem de felsefîdir. Çünkü, onlar, hem yeni bir din getirme, hem de İçtimaî düzeni değiştirip yerine maddeci bir düzeni hâkim kılma, fikirlerini de felsefî bir temele oturtma gayreti içine girmiştir. Bu fikirler, o sırada yükselme devrine adım atmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nu içten çökertmeye ve muhtemelen yıkmaya matuf bir hareket olsa gerektir. Benzer örneklerini, İslâm’ın yayılması sırasında da görmüştük. Kendisini gerçek Türk ve Müslüman hissetmeyenler sahte kisveye bürünerek, sinsî emellerini gerçekleştirmeye çalışırlar. Çünkü bilirler ki gerçek çehreleriyle ortaya çıkmaları, insanların aldatılıp arkalarından sürüklenmelerine yardımcı olamaz.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa


 

Zerdüştlük Öncesi İran'da Dinler ve Zerdüştlük

 


İran coğrafyası Akdeniz dünyası ile Hint kültürü arasında bir köprü vazifesini görmüştür. İki coğrafya arasında kültürel etkileşim olduğu gibi toplumları arasında da etkileşim olmuştur. İlk İranlıların dini Yedik Hintlilerin dinlerine son derece yakındır. İran tanrılarının en büyüklerinden biri Mithra'dır. Mitolojik unsurlarla iç içe girmiş olan iran inançları "İndra" ve ''Naşatya şeytan olduğu" ve "Ejderha öldürme efsanesi" gibi inançları yaygındır. İran-Hint inanışları arasındaki yakınlıklardan kabul edilen, ilk insan Yayma, alemdeki tabii, dini ve ahlaki düzen anlayışı da bu benzerlikler arasındadır. Kutsal içecek Haoma, (Hint'te Soma) ayinleri her iki toplumda da yaygındır. Kutsal ateşi yakan ve gözeten rahipler aynı adı taşırlar. İran'da Athravan, Hindistan'da Atharvan'dır. İran ve Hint kültürlerinin iç içe girdiği bir dönemde ortaya çıkan Zerdüştilik, bu çok tanrıcılığı ortadan kaldırmak amacıyla Zerdüşt tarafından ortaya atıldı. Sasaniler, İran'ın geleneksel olarak öğretmen Zerdüşt'le birlikte anılan kadim dinini canlandırmak suretiyle sağlam bir birlik ve bağlılık temelini oluşturmaya çalıştılar. Bu dine göre evren, yüce Allah'ın ötesinde iyi ve kötü ruhlar arasında bir savaş alanıydı; iyi olan kazanacaktı, ancak dinsel kuralları tam olarak uygulayan ahlaklı erkekler ve kadınlar zaferi çabuklaştırabilirlerdi.

Zerdüştilik, İran dinleri arasında tek tanrı inanışına yer vermesi bakımından en dikkat çekici olanıdır. Adını kurucusundan alan Zerdüştilik dayandığı tek tanrı Ahura Mazda'ya dayanır. Zerdüşt kavramı güzel, doğru, develer anlamlarına gelmektedir. Halk dilinde Zerdüşt, yaşayan yıldız olarak nitelendirilir. Zerdüşt'ün ne zaman yaşadığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. M.Ö. 6000 yılında, 1400'de ya da 1000 yılında yaşadığı şeklinde farklı görüşler vardır. Diğer bir rivayete göre ise Zerdüşt, peygamberlik görevine M.Ö. 588 yılında başlamış olduğudur. Ayrıca Zerdüşt'ün doğum tarihi ile ilgili olarak kaynaklarda M.Ö. 570 tarihi tahmini olarak verilmektedir. Zerdüşt'ün öğretileri İran kültürü ve dinleri üzerinde önemli bir tesiri olmuştur. Tek Tanrılı bir inanç telkin ettiği için onu bir peygamber olarak kabul edenler olduğu gibi bir şaman olarak da kabul edenler vardır. Gatha'lar olarak adlandırılan kutsal metinler ona dayandırılır. Kitabın temel konusu Tanrı'dır ve Ahura Mazda olarak isimlendirilir. Ayrıca Şapur II (309-380) döneminde ise Avesta vardır. Gatha'lar, Avesta'nın eski metinleri ve kısımlar olarak kabul edilmiştir. Avesta Yesna, Yeşt, Videvdat olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır.


Zerdüşt öncesi İran kültürü, bir kısım tanrılara tapan ve rahiplerin hazırladığı içki içmekle uygulanan Haoma kültü vardı. Zerdüşt'ün getirmiş olduğu prensipler ise tek Tanrı inancı idi. Biruni'ye göre, Zerdüşt; Ahura Mazda'ya ibadet, feriştelere (meleklere) hürmet, kötü güçlere (şeytanlara) lanet ve iyilikte yarış gibi öğretiler temel olarak kabul edildi. İslam kaynaklarında Zerdüşt, "Hürmüz" olarak geçmiştir. Ahura Mazda "İyilik Tanrısı" olarak kabul edilmiştir. Kötülük ve düşman Angra Menyu'dur. İslam kültüründe, bu güce "Ehrimen" denilmiş ve kötülüğün kaynağı sayılmıştır. Melekler, şeytanlar, kıyamet ve ahiret unsurları bulunmaktadır. Ölünün ruhları ile ilgili inançları bulunmaktadır. Hürmüz; mülkün sahibi, hikmet ve irade sahibi olarak yaratıcıdır. Zerdüşt sonrası İranlılar Ahura Mazda'yı yaratılmamış bir ışık olarak düşünülmeye başlanılarak tekrar ateş kültüne dönülmüştür. Zamanla Zerdüştilik birtakım ıslahlardan geçirilerek İran'ın milli dini haline geldi. Bu yapısı ile birçok bölgeye yayıldı. Zerdüştiliğin yayıldığı bölgelerde merkezi idareye karşı birçok isyan çıkmıştır. Bu rahatsızlıkların arka planında Zerdüştiliğin etkisini görmek mümkündür.

Nitekim İslam fetihleri sırasında Zerdüştlerin tabi tutuldukları hukuki statü, bu inancın diğer ilahi dinlerle aynı kategoride değerlendirildiğini görmekteyiz. Hz Peygamber'in elçilerini gönderdiği bölgeler arasında, daha sonraları Karmatilerin merkezi olacak bölgelerde bulunmaktadır. Bu cümleden bu merkezlerin Karmati öncesi sahip oldukları sosyal yapının ipuçlarını bulmak mümkündür. Yemen, Bahreyn, İran, Kufe ve çevresi bu merkezler arasındadır. Bu dönemde Yemende bulunan Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi kalmak isteyenlerden cizye almak üzere elçiler gönderilmiştir. Bölgedeki Mecusi varlığı İslam tarihinin ilk dönemlerinde de görmek mümkündür. Bölgede peygamberlik iddiasıyla el-Esved'in çıkması üzerine Yemen'e bir ordu sevk edilmiştir. Ordu komutanına, El-Esved tarafından işkenceye tabi tutulan Zerdüştileri kendi tarafına çekmesi tavsiye edilmiştir. Bu dönemde Mecusilerin önemli bir kısmı Müslüman olmuştur. Aynı şekilde 629/630 yılında Hz Peygamber el-Ala b. Abdullah el-Hazrami'yi Bahreyn'e gönderdi. Bahreyn'deki Arapların büyük bir kısmı İslamiyet'i kabul etti. Bahreyn'in merkezi olan Hacar İranlı Marzban Sebuht ile bazı Zerdüştiler aynı şekilde hareket ettiler. Fakat Mecusilerin büyük bir bölümü eski dinlerine sadık kaldılar. Onlar da Bahreyn'de İslamiyet'i kabul etmemiş olan Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi cizye ödediler. İran bölgesinde aynı şartlara tabi tutuldu. Fetihten sonra İran'ın birçok yerlerinde Zertüştiler yaşamaya devam etti. Taberistan, Irak, Fars, Kirman, Sicistan, Horasan, el-Cibal, Azerbaycan ve Arran bölgelerinde birçok ateşgerlenin olması, bu bölgelerin kültürel alt yapısı açısından kayda değerdir. İslam fetihlerinde sonra Zerdüştiliğe inanIarın bir bolümü Hindistan'a sığınmışlar ve burada Parsi adı altında inanışlarına devam etmişlerdir. Ganj nehri kıyılarına yerleşen Zerdüştiler Bombay çevresinde felsefi bir düşünceye dayanarak sessizlik kulelerini yükseltmişlerdir. Yukarıda bahsetmiş olduğmuz bölgeler aynı statülerini dört halife ve Emevi dönemlerinde de devam ettirmiş olup ve nihayet VIII-IX. yüzyıllarda birbirini takip eden ve Abbasi devletini yıllarca uğraştıran bir takım isyanlar, eski Zerdüşt çevrelere dayanıyordu. Zerdüşt din adamları ve liderlerinin fitne çıkarmak için göstermiş oldukları çabalar ve Zerdüşt kültür çevresi Karmati isyanlarının çıkmasına da zemin hazırlamıştır. Stern İsma'il-Karmati ideolojisinin oluşmasında ve ulu 'l-azm ve natık kavramların yorumlanmasında Zerdüşt, Mazdek, Bihaferid, Mani, Daysan ve Markion gibi grupların önemli katkılarının olduğunu vurgulamaktır. Özellikle Zerdüştlüğün etkisinin doruk noktası İsma'ili-Karmati öğretisinin kurucuları olan İbn Meymun el-Kadddah'ın İran'lı bir Zerdüşt olduğu iddiasıdır. Nitekim M. G. S. Hodgson, İbn Meymun el-Kaddah'ın Yahudi veya Hıristiyan kökenli bir İranlı olduğunu belirtmesine rağmen P. K. Hitti, İsma'ili-Karmati hareketine Zerdüştiliğin etkisini, Zerdüşt asıllı Abdullah İbn Meymun'a bağlamaktadır.



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

5 Ocak 2023 Perşembe

ANTİK İRAN MEDENİYETİ "Medler, Persler, Sasaniler"

 


MEDLER


Antik İran medeniyeti, bugünkü İran ülkesinde yeşermiş olmakla beraber, etkisi üç kıtaya yayılan ilk medeniyet ve ilk imparatorluk örneğidir. Sınırları, doğuda Orta Asya ve Hindistan'a, güneyde Arabistan ve Mısır dahil Habeşistan'a kadar uzanıyor; batıda ise bütünüyle Anadolu ve Trakya'yı içine alarak Ege Denizi'ne ulaşıyordu.


İran medeniyetine ait bilgilere ilk defa M.Ö. IX. yüzyıla ait Asur kaynaklarında rastlanmaktadır. Hint-Avrupa kökenli kavimlerden olan Medler'in Urmiye Gölü'nün güney doğusunda, Perslerin ise batısında yaşadığı anlaşılmaktadır. Persler daha sonra güneye inerek günümüzdeki Fars adı verilen bölgeye yerleştiler. İran'da ilk büyük imparatorluğu oluşturmayı başaran Medler, öncelikle Fars bölgesinde yaşamakta olan Persleri hakimiyetleri altına alarak, Kafkaslar ve Karadeniz'in kuzey düzlüklerinde hakim olan İskitleri yenilgiye uğrattılar. Sonra da Babillilerle birlikte satvetli mazisinden günümüze ancak harabeleri ve masalları ulaşabilen Asur İmparatorluğu'nu çökerttiler. Mezopotamya medeniyetinden etkilenen Medler, M.Ö. 580 yıllarından itibaren iç isyanlarla zayıfladılar. Pers kabilelerini birleştiren Büyük Kyros, Medlerin başkenti Ekbatana'yı (şimdiki Hemedan) alarak bu devletin siyasi varlığına son verdi ve Med ülkesini kendi ülkesinin bir eyaleti haline dönüştürdü.


PERSLER


Pers İmparatorluğu'nun temellerini atan Büyük Kyros, (Keyhüsrev M.Ô. 556-530) merhametli ve adil bir yönetici olduğu kadar, yakın şarkın muzaffer komutanlarını bünyesinde barındıran imparatorluk ordusunun da cüretkar ve değerli bir kumandanıydı. Kyros, askeri ve idari teşkilatlanmalarının üstünlüğü sayesinde üstün başarılara imza attı. Nitekim kısa zamanda Anadolu'da elde ettiği zaferler sonrasında Babil'i ele geçirerek yurtlarından sürülmüş olan İbranilerin Kudüse geri dönmelerine izin verdi. Ardından Suriye ve Filistin'i ele geçirdi. Anadolu'daki başarılarını Lidya kralı Kroisos'u yenilgiye uğratıp başkentleri Sard'ı alarak taçlandırdı. Daha sonra Yunan kentlerini de hakimiyeti altına aldı.



II. Kyros'un oğlu Kambyses döneminde de (M.Ö. 530-522) Ahamenid İmparatorluğu'nun genişleme siyaseti Mısır'ın M.Ö. 525'te ele geçirilişiyle devam etti. Kambyses Mısırda iken Gautama adını taşıyan bir Zerdüşt rahibi Perslerin kurduğu ilk büyük hanedanlık olan Ahamenid Hanedanlığı'nın İran'daki merkezini ele geçirdi. Ancak bu durum, 1. Darius'un (Dara M.Ö. 521 -484) on dört yıl süren bir mücadeleyle iç karışıklıkları bastırmasından sonra tekrar değişti. Darius, hanedanlığı yeniden kurmakla kalmayıp ona bütün dönemlerin en ihtişamlı yıllarını yaşattı. Devletin yapısında köklü reformlar yaparak ülkeyi 23 eyalete ayırdı, her birinin başına merkeze bağlı satraplar tayin etti. Satraplar memleket nigahbanı, tacın koruyucusu ve bir nevi hidiv gibiydiler.



Darius, imparatorluğunu doğuya doğru İndus Vadisi'ne kadar genişlettikten sonra, batıya yönelerek Trakya'yı ve Ege sahillerindeki şehirleri ele geçirdi. Heredot'un anlatımına göre, Ahamenidler başkentleri Sus'tan şimdiki Efes yakınlarındaki Lidya başkenti Sard'a kadar uzanan «Kral Yolu»nu geliştirdiler. ilkçağın bu önemli ticari yolu üzerinde her yerde kraliyet istasyonları, mükemmel konaklama yerleri oluşturdular. Bu yolun tamamı meskun ve güvenilir topraklardan geçiyor, güzergah boyunca atlı posta teşkilatı düzenli bir biçimde görev yapıyordu.


Darius, Yunan site devletlerinin İyonya ve Egedeki Persler aleyhinde çıkardığı karışıklıklar yüzünden çıkan Marathon Savaşı'nda Yunanlılara yenildi. (M.Ö. 490) Daha sonra oğlu 1. Serhas (Xerxes) kumandasında büyük bir orduyu Yunanlılar üzerine gönderdi. Bu ordu; kara savaşında başarılı olduysa da, Salamis'te yapılan deniz savaşını kaybetti. Bu durum bölgede İran'ın siyasi etkisini azalttı. Böylece Ahamenid Hanedanlığı'nın batıya yürüyüşü sona ermiş oldu.


Serhas'tan sonra Pers imparatorluğu politik, askeri, kültürel ve ahlaki çöküş içerisine girdi. Hanedan üyelerinin lüks ve sefahate dayalı bir hayat yaşamaları, ağdalı törenler düzenleyerek halka güç gösterilerinde bulunmaları, kralların halkı kendilerine secde ettirmeleri gibi ahlak bozuklukları ve sapkınlıklar Pers hakimiyetinin giderek zayıflamasına ve çökmesine yol açtı. Mesela; Babil­ Asur Satraplığı, Ahamenid krallarının sarayına beş yüz genç hadım ağası göndermekle mükellef tutuluyordu. İmparator Kambyses, Herodot'un kayıtlarına göre kız kardeşiyle evlenmişti. Oysa daha önce Perslerde böyle bir gelenek yoktu. İmparatorluk başkenti Persopolis ve Sus'ta muhteşem saraylardaki göz kamaştıran debdebenin yanında, Pers asilzadeleri de bütün satraplıklarda şatolar oluşturmuşlar, yığdıkları servetlerle hudutsuz bir sefahate dalmışlardı.


Persler III. Darius döneminin iç karışıklıklarını yaşarken Makedonya kralı Büyük İskender de Doğu Seferleri'ne çıkmış, Anadolu içlerinde ilerlemekle meşguldü. Anadolu'dan sonra Suriye ve Mısır'ı da alarak ardı ardına elde ettiği büyük zaferler sonrasında İskender, İran'a yöneldi ve M.Ö. 331 yılında Ninova yakınlarında yapılan savaşı kazanarak Ahamenidlerin hakimiyetine son verdi.


Persler, bu dönemde müşterek bir Akdeniz medeniyeti oluşmasını sağladıkları gibi, doğu-batı medeniyetleri arasındaki iletişimin hızlanmasında da çok önemli bir rol oynamışlardır. Persler, peygamberlerin doğduğu topraklardaki Mezopotamya ve Ön Asya kültürünün Yunan, Mısır, Hint ve Çin bölgelerine ulaşmasında aracılık rolü oynamıştır. Başlangıçta adil bir yönetim göstererek bağlı eyaletlerdeki kültürel birikimlerin ve dini hürriyetin en geniş sınırlarda yaşanmasına ön ayak olmaları, ayrıca adil bir vergi düzeni kurmaları Perslerin en ayırt edici özelliklerindendir. Nitekim Bir sütunda bulunan 1. Darius'a ait yazıtlarda şu ifadeler yer almaktadır:


"Kral Dara bildirir ki: Sen ki sonradan kral olacaksın. Yalan karşısında çok dikkatli ol. Eğer «Ülkem, güçlü olsun!» diye düşünüyorsan, yalan uşağı olan adamı sert bir şekilde cezalandır!"


"Sadakatsiz olmadığım, ne ben ne de kavmim yalan uşakları ve zorba olmadıkları için, Ahura-Mazda ve burada olan diğer tanrılar bana yardım ettiler. Adalete göre davrandım. Ne bir zayıfa ve ne de bir güçlüye zor kullandım:'


Perslerin nispeten faziletli bir yönetim oluşturmalarını, Mezopotamya menşeli peygamber tebliğlerinin tesirine bağlayabiliriz. İran medeniyeti, İlkçağın imparatorluk düzeyinde tek tanrılı ilk büyük medeniyeti olmuştur. Zerdüşt dini, tek tanrılı inancını ve peygamber ışığını akide ve ayinlerine yansıtan bir dindi. Ancak zamanla Persler tarafından sapkın öğelerle büyük ölçüde değişikliğe uğratılmıştır. Mesela; Ahura-Mazda başlangıçta tek tanrı Allah'ı, Ehrimen ise şeytanı ifade ediyorken, zamanla birbirleriyle mücadele eden eşit güçteki iki tanrı gibi algılanmıştır.

 


 


PARTLAR (M.Ö. 248-M.S. 226)


Büyük İskender'in genç yaşta ölümü ve kurduğu büyük imparatorluğun kendi kumandanları arasında paylaşılmasından sonra İran ve etkisindeki Mezopotamya ile Suriye topraklarında Selefkoslar Devleti kuruldu. Ancak Selefkoslar bütün güçlerini batıya yönelterek doğu sınırlarını ihmal ettiler. Bu durum İran topraklarında Part hakimiyetinin oluşmasının yolunu açtı. Böylece doğuda Perslerin yerini Partlar alırken batıda da Yunan yerine Roma İmparatorluğu'nun etkili bir şekilde güçlendiği yeni bir döneme girildi. Nitekim İpek Yolu'nun ele geçirilmesi amacıyla M.Ô. 53 yılında Romalılar, Partlar ile savaştı. Nihayet Romalılar Mezopotamya'ya girerek Selefkosların eski başkenti Antakyayı alarak Partların zayıflamasına yol açtılar. Bir süre sonra Partlar Fars bölgesindeki isyanlar sonucunda yıkıldı.


SASANİLER (M.S. 224-651)


Zerdüşt inancının en etkili olduğu Fars eyaletinde bir ateşgede muhafızı Sasan tarafından kurulduğu için bu isimle anılan Sasani İmparatorluğu Şapur döneminde, Mısır ve Batı Anadolu dışında eski Ahamenid Devleti'nin sınırlarına ulaşmıştı. Yine onun döneminde Maniheizm, imparatorluğun bünyesinde yayılmaya başlamıştır. Batıda ise Konstantin'in Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra Roma İmparatorluğu ikiye bölünmüş, Doğu Roma (Bizans) Sasanilerin en büyük rakibi haline gelmiştir.


Akhunlara karşı Göktürklerle işbirliği yapan Sasanilerin daha sonra Göktürklerle de arası açılmış, onlarla girdiği mücadeleler sonucunda iyice yıpranarak Bizans'a ve hemen sonrasında gelişen İslam ilerleyişine karşı güçsüz bir hale gelmiştir.


Tarihi belgeler, Sasanilerin en parlak günlerini Enuşirvan ünvanlı 1. Hüsrev'in yönetiminde yaşadığını göstermektedir. 1. Hüsrev, içte ortak mülkiyeti savunan Mazdek isyanını bastırdıktan sonra dışa yönelerek Bizans'a karşı başarılı mücadelelerde bulunmuştur. İpek Yolu'nu daha iyi kontrol edebilmek için Yemeni alan 1. Hüsrev, orayı da kendi eyaleti haline getirmiştir.


Sasani Devleti'nin yıkılması; Hz. Ômer'in hilafeti (634-644) döneminde yapılan Köprü, Kadisiye, Celula ve Nihavend savaşlarıyla gerçekleşmiştir.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Mardin

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak