6 Ocak 2023 Cuma

Endülüs'ün Son Dönemleri

 



Endülüs'te Mülükü't-Tavaif Dönemi (422-483/1031-1090)


Endülüs devletinin yönetiminde ortaya çıkan otorite boşluğunun doğal bir sonucu olarak her bölgede irili ufaklı hanedanlar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bunların önemlileri şunlardır: İşbiliye (Sevilla) civarında Abbadiler (1023-1091), Sağru'l-A'la bölgesinde Tüdbiler ve Hudiler (1040-1142), Cehveriler (1031-1069), Tuleytula'da Zünnuniler (1016-1085), Batalyevs (Badajoz) bölgesinde Eftasiler (1022-1094), Gırnata'da Ziriler (1010-1090) ve diğerleri.

Emirlikler arasında yaşanan kıyasıya çatışmalar, Müslümanların zayıf düşmesine sebep olurken, Hıristiyan İspanya devletlerinin de güçlenmesine, dolayısıyla Reconquista'nın hızlanmasına sebep oldu. Nitekim 1085 tarihinde Kasfüya (Castile, Castilla, Kaştale, Kaştile) kralı VI.Alfonso (el Bravo, 1072-1109), Endülüs'ün en önemli ikinci büyük kenti olan Tuleytula'yı işgal etti (1 Safer 478/28 Mayıs 1085). Ancak bunun üzerine Müslümanlar Reconquista hareketinin farkına varabildiler. Kendilerini kurtarması için kuzey Afrika' da (Mağrib) bir imparatorluk kurmuş olan Murabıtlar'ın hükümdarı Yusuf b. Taşfin'den yardım istediler.


Endülüs'te Murabıtlar Dönemi (483-540/1090-1147)


Kuzey Afrika'dan Endülüs'e gelerek Hıristiyanları bozguna uğratan, ardından Endülüs'teki emirlikleri tek tek merkezi idareleri altında birleştiren ve ülkeyi Kuzey Afrika merkezli devlete bir eyalet olarak bağlayan Murabıtlar'ın, Endülüs'teki hakimiyetleri döneminde Yusuf'tan (1106) sonra şu hükümdarlar idareye geldi: Ali b. Yusuf (1143) ve Taşfin b. Ali (1146 veya 1149). Murabıtlar'ın yıkılışıyla Endülüs'te siyasi birlik tekrar bozuldu, İkinci Mühlkü't-Tavaif Dönemi diye adlandırılan devreye girildi ve Hıristiyanlar Reconquista'yı gerçekleştirmek için yeniden harekete geçtiler.



Endülüs'te Muvahhidler Dönemi (540-645/1147-1238)


Murabıtlar gibi onların ardından Kuzey Afrika' dan gelerek Endülüs'teki kötü gidişata bir süre daha dur diyen Muvahhidler'in Endülüs'te hakim olan hükümdarları şunlardır: Abdül­ mü'min (1147-1163), Yusuf b. Abdülmümin b. Ali (1184), Yakub el-Mansür (1199), Muhammed en-Nasır (1214), Yusuf el­ Müstansır (1222), Abdülvahid b. Yusuf ve lbnü'l-Manstır el­ Adil (1228), İdris el-Me'mun (1232), Abdülvahid er-Reşid (1242), Ali Said (1248) ve Mürteza bi Emrillah (1267). Kuzey Afrika'daki devletleri iyice zayıflayan Muvahhidler, kendilerine karşı oluşan isyanlarla uğraşırken dağıldılar ve yerine yeni devletler kuruldu. Endülüs'te bunu değerlendirenler ise, Hıristiyan İspanya devletleri oldu. Endülüs'te Muvahhidler'in hakimiyeti, 1238 tarihinde İbnü'l-Ahmer'in Endülüs topraklarına hakim olmasıyla bilfiil, 1242 tarihinde Halife Abdülvahid er-Reşid'in ölmesiyle şeklen de sona ermiştir.


Gırnata Beni Ahmer Emirliği (Nasriler) Dönemi (636-897/1238-1492)


Hıristiyan devletlerinin hızlı işgal hareketlerinden, Muhammed b. Nasr sayesinde ancak Endülüs'ün Güney doğusundaki İlbire'den Ronde'ye (Ronda) kadar uzanan sahil şeridi kurtulabildi. Çok ağır siyasi şartlara rağmen, iki buçuk asrı aşkın bir süre Endülüs'te İslam hakimiyetini temsil eden Nasriler, bu varlıklarını esnek bir diplomatik siyaset takip etmeleri sayesinde koruyabildiler. Ancak, son zamanlarında iç karışıklıklara sürüklenince, onlar da yok olmaktan kurtulamadılar. 1479 yılında Kastilya-Leon kraliçesi I.Isabel (La Catolica, 1474-1504) ile Aragon (Ergün) kralı II.Fernando'nun (el Catolico, 1479-1516) evlenmesiyle İspanya birliği sağlandı: ve Hıristiyan yayılması hızlandı. Sonuçta, 2 Ocak 1492 tarihinde Gırnata'daki son Müslümanlar da teslim olmak zorunda kaldılar ve böylelikle Endülüs Yarımadasında Müslümanların siyasi hakimiyetleri sona ermiş oldu.



Endülüs'te İslam Hakimiyetinin Sona Ermesinden Sonra Hıristiyan Hakimiyeti Altında Kalan Müslümanların (Moriskolar, Müdeccenler, Moors, Moriscos) Durumu (1267-1492-1609) 1492 yılının ardından İspanya'da kalan Müslümanlar ve Yahudiler, zorla Hıristiyanlığı kabul edenler de dahil olmak üzere, büyük sıkıntı ve işkencelere maruz bırakıldıktan sonra son 1610 yılında tamamen İspanya’dan çıkarıldılar. Bu tarihi olayın o günden bugüne Müslümanlar üzerinde derin etkileri olmuş ve Endülüs'ün kaybı, ilk zamanlardan bu yana İslam edebiyatının çeşitli dallarında sıkça işlenen konulardan birisi haline gelmiştir.


Endülüs'ün fethinden sonraki yıllarda İslam dünyasında Avrupa'ya karşı yapılan seferler sadece Endülüs ile sınırlı kalmadı. İslam orduları Konstantiniye'de yenilmelerine rağmen, devlet merkezlerinin hem doğusundan ve hem de batısından ilerlemelerini sürdürdüler. Varabilecekleri en son fiziki-coğrafi noktalara kadar ulaştılar. Doğuda Hint ve Çin sınırlarında durdurulabilmelerine karşın, batıda Endülüs üzerinden Pireneler aşılarak Güney Fransa fethedildi ve yarım yüzyıldan fazla elde tutuldu. Hatta, Müslüman akıncıların Paris'e 31 km'ye kadar sokuldukları ve İslam ordularının Avrupa'yı bir baştan öte başa aşarak doğuya devletin merkezi Şam'a ulaşma hedeflerinin olduğu bilinmektedir. Bu esnada, İslam dünyasının bir başka gücü Abbasiler Bizans'ın elindeki Anadolu'yu sıkıştırıyorlar ve Konstantinopolis'i (İstanbul) alabilmek için seferler tertip ediyorlardı. Diğer bir Müslüman devleti Tunus'lu Ağlebiler de İtalya üzerine seferler düzenlemekle meşgullerdi. 846 yılında ciddi şekilde Sicilya üzerinden Roma'yı kuşattılar. Bundan bir asır kadar sonra ise Sicilya'ya egemen oldular ve sık sık Roma'yı tehdit ettiler ve bir ara iki yıl kadar Papayı haraca bağladılar.


Bu fetih hareketleri gösteriyor ki, batıda Endülüs, doğuda Anadolu ve Konstantinopolis, güneyde de Sicilya ve Roma üzerinden Avrupa Hıristiyan dünyası, Müslümanlarca üç yandan kuşatmaya alınmıştı. Fakat, İslam dünyasında baş gösteren iç kargaşalar gücü zaafa dönüştürmeye yetti ve böylece X. yüzyılda ilk İslam fetih hamlesi sona ermiş oldu. İkinci dönem İslam fetih hamlesi ise, İslamiyet'i kabul ederek onun sancaktarlığını üstlenen Türkler tarafından başlatıldı ve 1529 yılında Viyana' ya kadar Avrupa toprakları fethedildi. Osmanlılar'dan biraz önce Karadeniz'in kuzey bölgelerine hakim olmuş olan Moğol-Tatarlar'ın İslamlaşmasıyla da Moskova'ya kadar bütün topraklar İslam hakimiyetine girmiş ve böylelikle Avrupa kıtası, Osmanlı'dan önce doğusundan kuşatılmış oldu.


Son olarak, yönetimde kalan farklı hükümetlerin süreleriyle birlikte Endülüs'ün siyasi ömrüne bir göz atalım:


Endülüs > 711-1492+ 1609 = 781 + 117 = 898 yıl / 9 Asır

Fetih Yılları > 711-715 = 4 yıl

Valiler Dönemi > 715-756 = 41 yıl

Endülüs Emevileri Dönemi > 756-1031 = 275 yıl

Mühlkü't-Tavaif Dönemi > 1031-1090 = 59 yıl

Murabıtlar Dönemi > 1090-1147 = 57 yıl

Muvahhidler Dönemi > 1147-1238 = 91 yıl

Gırnata Emirliği Dönemi > 1238-1492 = 254 yıl

Düşüş Sonrası Engizisyon, Soykırım ve Sürgün Yılları > 1492-1609 = 117 yıl




Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN

TÜRKLER VE YAHUDİLER-1

  Genel Hatlarıyla Türkler ve Yahudiler:


Yahudiler’in kitleler halinde Türk topraklarına yerleşmeleri 1492’den sonra olmuştur. Ancak bu topraklarda, 1492’den önce, Yahudilerin bulunup bulunmadığı üzerinde kısaca durup sonra, asıl konumuza, 1492’den sonraki duruma geçeceğiz.


Türkler, Anadolu’yu fethetmeye başladıklarında, hemen her yerde az-çok Yahudi bulmuşlardı. Bu Yahudiler, Hz, Davud’tan sonra kral olan Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra Kuzeyde Asur Kralı’nın son verdiği İsrail’in, Güneyde Babil Kralı’nın son verdiği Yahuda’nın bakiyeleri olduğu anlaşılmaktadır.


Asur hükümdarı Tiglat Falasar, istimlak ve göçettirme siyasetini tatbike başlayıp, İsrail devletinden kovulan esir Yahudileri Asur memleketinin muhtelif yerlerine dağıtmıştır. Sonra bu usûl, Bâbil Kralı II. Buhtunnasar (Nebukadnezar) tarafından da tatbik edilmiş ve Yahudi esirleri Babilin muhtelif yerlerine sürülmüştür. Babil Kralı II. Buhtunnasar (M.Ö. 605-562) Kudüs (Yeruşalâym) şehrini istilâ etmiş ve Yehuda’yı ele geçirmiştir (M.Ö. 586). Kudüs tahrip edilmiş Yahudi devletine son verilmiştir. İsrailoğulları (Yahudiler) esir alınıp, Babil’e sürgün edilmiştir. Yahudilerin Süleyman Mabedi (Beyt-Ha Mikdaş) tahrip edilmiş ve Perslerin' Filistin’i zaptına kadar Bâbil sürgünü devam etmiştir (M.Ö. 586-538) (44). Fakat VII. yüzyılda Yeremiya, Tanrı’nın Buhtannasar’ı kullanarak «Tanrı’nın kavmini», cezalandıracağını haber vermektedir.


Gerek îsrail, gerek Yahuda’nın yok olmasını müteakip Yahudi ahalisinin bir kısmı, Mısır’a giderek, orada koloniler teşkil etmişlerdir. Kurus, Babilin bağımsızlığına son verdikten sonra. Benî İsrail’in memleketlerine dönmelerine ferman çıkarmış; fakat zengin ve işleri yolunda olanlar, bulundukları yerlerde kalmayı tercih etmiş, ancak bir kısmı Filistin’e dönmüştür. Zamanla, Filistin’e dönmeyen bu aileler, civar yerlere giderek, kâh mevcudiyetlerini muhafaza, kâh içlerinde yaşamış oldukları cemaatlere -örf ve âdetleriyle dinî merasimleri muhafaza etmek suretiyle- kısmen karışarak İleri Asya’nın (Küçük Asya) muhtelif yerlerine yerleşmişlerdir. Bir kısmı da Şam’dan başlayarak Kuzey’e doğru çıkmış; Halep, Maraş ve Anadolu’ya, İzmir, İstanbul’da birer tortu bıraktıktan sonra, Rumeli’ye (Edirne, vs. yerlere) yayılmışlardır. Fakat Yahudiler, buralarda kuvvetlenen Hıristiyanlardan zulüm ve hakaret görmüşlerdir.


Henry Ford, Yahudilerin dünyaya dağılışlarını şöyle anlatıyor: “... Roma, Ortadoğu’ya hâkim olunca, M.S. 63’de Pompeius, Kudüs’ü aldı. Ancak üç sene sonra yeni bir isyan patlak verdi. İsyan, 70 senesine kadar sürdü ve General Titus tarafından ezildi. Kudüs yıkıldı, bir harabe haline geldi. Bu tarihten sonra geri kalan Yahudiler dünyaya dağıldılar”. Bu dağılmadan sonra Yahudilerin Anadolu sahillerine yerleştikleri ve Türklerle temasta bulunduklarını Avram Galanti şu şekilde belirtmektedir; «Miladın 70 senesinde Kudüs, Roma İmparatoru Titus’un eline düştüğü vakit, binlerce Musevî esir, Romalıların hesabına çalışmak üzere Mısır’a gönderilmiş ve binlercesi memleketlerinden kovulmuşlardır. Bu esirleri, ihtiyarî muhacirleri ve kovulanları sonra müteaddit yerlerde ve meselâ Anadolu’nun sahillerinde görüyoruz.


Sahillerde Musevî cemaatlere tesadüf olunuyorsa da, İleri Asya’da Türklerle beraber temasta bulunan Musevî izlere de tesadüf olunuyor. Irak Türkleri, zannolunduğundan daha eski zamanlarda o taraflarda bulunuyorlardı. Talmut'ta anbar, küpe, lâife gibi Türkçe kelimeleri görüyoruz ki, bu kelimelerin, Musevîler ile Irak Türkleri arasındaki temas neticesi olarak, İbranîce’ye girmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Selçuk Türkleri arazisinde Musevîler vardır.»


Yahudi tarihinden kronolojik sıraya göre bahseden Tanyu; Yeruşalaym’ın (Jerusalem -Kudüs)' Pompey tarafından ele geçirilmesini, Yahudilerin dağıtılmasını, Roma’nın Yahudileri itaati altına almasını ve Filistin’in zaptını (M.Ö. 63 yılı olayları arasında) zikrediyor ve devamında şöyle diyor: «Ağustos 70 Romalı ordu kumandanı, sonra kral olan Titus, Roma hakimiyeti ve baskısına isyan eden Yahudilere karşı harekete geçerek Yeruşalaym’ı zaptetti. Bu savaş sırasında bütün şehir yândı, yıkıldı. Beyt-Ha Mikdaş (Süleyman Mabedi), alevler içinde kaldı. Eylül ayında, kaçan, gizlenen, son defa karşı koyan Yahudi müdafîler yakalanıp öldürüldü. Beyt-Ha Mikdaş’ın sadece batı duvarı kaldı. Batı duvarı, Türkler tarafından, Osmanlılar zamanında ‘Ağlama duvarı’ diye adlandırılan, Avrupalıların ‘Şikâyet Duvarı’ dedikleri yerdir. Yüzlerce yıl Yahudiler bu duvar önünde toplanıp ağlamışlar, dua etmişler, eski günleri anmışlardır. Osmanlılar zamanında Türkler bu duvarı korumuşlar, hattâ onarmışlardır. Bu sebeple tamamen tahripten kurtulmuştur. Diğer duvarlar ve Süleyman Mabedi yıkılmıştır.


Yahudi esirler, Romalıların emrinde çalıştırılmak üzere Mısır’a sevkediliyor. Binlerce Yahudi, Yeruşalaym (Kudüs) ve çevresinden kovuluyorlar. Yahudiler bölük bölük Filistin'i terkediyorlar. Bu, Yahudiler için büyük felâket yılı oluyor.» (Bunların, M.S. 70 yılında, dünyaya dağılış haritasını, Lewis Browne, «Stranger Than Fiction» adlı eserinin 157’nci sahifesinde vermektedir).


Hayrullah Örs; Hanibâl’ın yenilmesi ve Romalıların Akdeniz’in tek efendileri olmasıyla bu devletin ölüm saatinin çaldığını, bağımsız bir Yahuda devletinin kalmadığını ve buranın bir Roma eyaleti olduğunu belirtir. O, «Ama Yahudilik, tarihin beşiği olan kutsal şehirinden uzakta geçireceği iki bin yıllık yurtsuzluk devresine girmeden, bir kere daha kaderiyle boğuşmaya kalkacak, bir kere daha ‘Makus talihini’ yenmeye çalışacaktır» dedikten sonra, Filistin’in Roma eyaleti olmasını, başında sözde Yahuda krallarından Herodes ailesinin bulunmasını, bu ailenin de, kendi menfaatleri için, Roma’nın Kudüs’ü yıkmasına yardım ettiğini, o zamana kadar da bu şehrin, Romalıların gelenekleri gereğince, kutsal karakterini koruduğunu ifade etmekte ve şöyle demektedir: «Yahudilerin bu ızdırap yıllarında tek bir ümitleri vardır: MESİH’in gelmesi». Görülüyor ki Mesih, dar günlerinde Yahudileri kurtaracak ve Kudüs’e geri getirecek veya Kudüs’te onları toplayacak bir kurtarıcıdır.


Yukarıdaki kaynaklarda, Yahudilerin Filistin’den çıkarılmaları ve buradan dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olmaları anlatılıyor. Bütün kaynaklarda Roma hakimiyetinden sonra yeryüzüne dağıldıklarında ittifak vardır. Tarihler de aşağı yukarı aynı sayılır. Mühim olan olayın cereyan edişidir. Galanti, Yahudilerin Türklerle olan temasını buraya kadar getiriyor. Hattâ, Tevrat’ın tefsiri mahiyetinde olan Talmud’a giren bazı kelimelerin Türkçe oluşunu buna bağlıyor,


Yahudilerin biri Kudüs’te, diğeri Babil’de yazılan iki Talmud’ları vardır; Kudüs’te yazılana Kudüs (Yeruşalem) Talmud’u, Babilde yazılana da Babil Talmud’u denilmekledir. Kudüs Talmudu’nun tamamlanması IV. yüzyılda; Babil Talmud’unun tamamlanması ise V. yüzyılda olmuştur. Ayrıca 800 yılından sonra Yahudiliği kabul etmiş olan Hazar Türklerinin de Türkçe Tevrat’larının olduğu belirtilmektedir, Selçuklular da 1070- 1080’de Suriye ve Filistin’i; 1071'de Kudüs’ü fethetmişlerdir. Böylece Türklerle Yahudilerin ilk teması başlamış; 1203’de Engizisyon mahkemelerinin kurulması ve Hıristiyanların Yahudilere zulmetmesi ile bu temas daha da şıklaşmıştır. Bu tarihten sonra Yahudiler, dünyanın her yerinde zulüm ve işkenceye uğramış, bulundukları yerlerden sürülmüşlerdir. İşte bu sırada imdatlarına Türkler yetişmiştir.


1394’de Fransa Kralı VI. Şarl, bir kısım Yahudiyi Fransa’dan çıkarmış, bunlar Türkiye’ye sığınmışlardır. (Daha önceden kalma ufak Yahudi toplulukları Selçuklu, Osmanlı topraklarında bulunuyordu). 1326’da Sultan Orhan, Bursa’yı zaptettiği zaman, orada bir Yahudi cemaati bulmuştur. Ötedenberi zulüm, işkence ve baskı altında yaşayan Yahudiler, bugüne kadar gördükleri kötü muameleye bir yenisinin ekleneceği korkusuyla, Türklerin Bursa’yı almalarından sonra, şehri boşaltmış, daha sonra Türklerin ne kadar âdil ve âlicenap olduklarını öğrenince Bursa’ya tekrar geri dönmüşlerdir. Bir müddet sonra da civar şehirlerde bulunan Yahudiler, Bursa’ya gelmişlerdir. Sultan Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa Gelibolu’yu; Sultan Murad Ankara’yı aldığında buralarda küçük ve Edirne’yi aldığı zaman da büyük bir Yahudi kalabalığı ile karşılaşmıştır. Edirne, Trakya’da bulunan Yahudilerin ruhanî ve İçtimaî; Selânik de, Makedonya Yahudilerinin dinî ve ticarî bir merkezi haline gelmiştir. Türkler, hakimiyetleri altına aldıkları unsurların dinî ve İçtimaî vaziyetlerine müdahale etmiyor; tam bir vicdan hürriyeti içinde onların ayinlerine, âdetlerine riayet gösteriyorlardı. Türk hâkimiyeti başladığı zaman Yahudiler, İslâm taassubunun kendilerini sileceğinden korktular. Sonradan, bunun, böyle olmadığını görünce rahat bir nefes aldılar. Türklerin devamlı harplerle meşgul olmalarından da istifade ederek geniş miktarda ticaret işlerine koyuldular.


Türklerin, padişah ve topyekûn kavmiyle, Yahudilere gösterdikleri yakın ilgi ve samimiyeti Yahudi tarihçisinin şöyle yazdığını Galanti -ki bu da bir Türkiye Yahudisidir- naklediyor: «Türklerin gelişi, bir sülâlenin değişmesi değil, onlar (Yahudiler) için bir vaziyetin değişmesi idi. Yahudiler zulmetten nura, esaretten hürriyete kavuşmuşlardır. Yahudiler, Türkler’e yalnız galip ve toprağın efendisi nazariyle değil, kendi dinleriyle yakınlığı olan kardeş nazariyle bakmışlardır. Bilmukabele Türkler dahi, Hıristiyanların kendilerine ve dinlerine karşı olan husumetini bilerek Yahudilere muhabbet bağlamışlardır. Türklerin Yahudilere itimat ve emniyetleri vardı. Çünkü onlarda (Yahudiler), Yahudiliği İslam’a yaklaştıran sünnet, oruç, ibadethanelerdeki sadelik gibi âdetlerin mevcut olduğunu görmüşlerdir».


Yukarıdaki Yahudi tarihçisinin itirafına Atilhan şöyle cevap veriyor: «Bu itiraf veyahut temiz kalpli Türkleri avlamak için yapılan bu riyakârlık Balkan Harbinde Türk muhasara ordusunun ve Türk milletinin uğradığı hiyanetle en büyük bir tezat teşkil eder.


Bütün tarih boyunca ayağına çelme atılmadığı, arkasına kahpece hançer saplanmadığı her vakit muzaffer olmuş ve onun her mağlubiyeti muhakkak bir hiyanetten ileri gelmiştir. Bu hiyanetler silsilesinin %95’i İsrailoğullarının hissesine isabet eder.


Edirne dört taraftan düşman ordusuyla sarılıp kahramanca müdafaaya başladığı ilk dakika, Yahudi tarihçinin kendilerini ‘zulmetten nura, esaretten hürriyete’ kavuşturduğunu itiraf ettiği Türklerin ve müdafaa ordusunun can düşmanına, boğazına, iaşesine ellerini uzatmıştı.» Ayrıca o, harb yıllarında; tuz, şeker ve diğer gıda maddelerinin Yahudiler tarafından bir okka şeker dört altın liraya -ki o zaman tuzun okkası yirmi para, şekerin okkası altmış para imiş- satıldığını; yine, hükümetin arama korkusundan bu gıda maddelerini kuyulara gömüp bardakla sattıklarını ve harp yıllarında Bulgarlar adına casusluk ettiklerini de kaydediyor.


Yahudi tarihçisinin itiraflarında hakikat payı vardır. Çünkü, o güne kadar her millet tarafından hakaret gören, «çıfıt» diye her yerden kovulan Yahudiler, gerçek rahat ve huzuru Müslüman Türk idaresi altında bulmuştur.


Din yönündeki yakınlığa gelince: Hak dinlerin kaynağı birdir. Bütün Hak dinler birbirini tamamlar. Ancak Yahudilik ve Hıristiyanlık «muharref» (tahrif edilmiş) olduğu, yani mukaddes kitapları sonradan yazıldığı için asliyetini muhafaza, edememiş ve arasına kul sözleri girmiştir. Bununla beraber, ilâhi öze ait bazı izlerin bulunması, inançlarda ve kıssalarda, bazı benzerliklerin olması normaldir ve vardır da. Ancak bu, iki dinin aynı olduğu anlamına gelmez. İslâm son ve «en ekmel» dindir. Diğer dinlerin eksiklerini düzeltmiş, yanlış noktalarını aydınlatmış ve gerçeklerini ortaya çıkarmıştır. Diğer husûs, Hıristiyanlara karşı Yahudiler’e muhabbet duyulmasıdır. Bunun Hz. Muhammed devrinde de denenmiş olduğu, fakat müsbet bir sonuç vermediği görülmüştür.

Atilhan’ın tenkidine gelince; yüzde doksanbeş genellendirme yapmasına katılmamız mümkün değildir. Çünkü bir toplumun içerisinde ihanet etmiş kişilerin bulunması, bizi, hepsi böyledir yargısına götürmez. Ancak, hepsinin iyi olduğu, Türk milletinin bütün bu şefkatine karşılık, ihanet etmiyecekleri yargısına da götürmez. Şu tarihî bir gerçektir ki; bir milleti, dış düşmanlardan çok, iç düşmanlar yıkmıştır.


Sultan Orhan’ın 1326’da Bursa’yı almasıyla, Yahudilerle yakın temas başlamıştır. O zamandan, Yahudi dönmesi Torlak Kemal’in (1419-20) isyanına kadar (bir asır), Yahudilerden hükümete karşı Önemli bir isyan olmamıştır,


Torlak Kemal ve Bedreddin Simavı :


Torlak, Ansiklopedik sözlükte «genç ve beceriksiz hovarda, alışmamış hergele» ve diğer bir sözlükte gezginci bâtını» mânâlarına geldiği görülür. Ziya Şakir, tarihlerde Torlak Kemal diye geçen bu Yahudinin gerçek adının Torlak Hûd ve babasının adının Cemal olduğunu, Şeyh Bedreddin Simavî ve kâhyası Börklüce Mustafa'nın başlattıkları yeni «din» için kendilerine böyle bir Yahudi seçtiklerini belirtiyor. Ziya Şakir’in dinî olarak belirttiği bu hareketi Galanti, İçtimaî olarak belirtiyor ve 1416’da Şeyh Bedreddin’in İçtimaî inkılâbına iştirak ile İslâm’ı kabul eden Torlak Kemal’ın Manisalı bir Yahudi olduğunu ve bunun, o zaman Manisa’da bir Musevî cemaati bulunduğuna delâlet ettiğini açıklıyor.


Torlak, Manisa ve çevresinde kendi düşüncesiyle Simavnalı Bedreddin’in düşüncelerini karıştırarak, Börklüce Mustafa ile beraber, Bedreddin adına isyana girişiyor. Torlak Kemal, Rumlar arasına giriyor ve Hıristiyanları ayaklandırarak bu olayda büyük rol oynuyor. Ancak, Ord. Prof. İ. H. Uzunçarşılı, Şeyhlikten Şahlığa geçmek, isteyen Bedreddin Simavî’nin kendisine yardımcı Yahudi «dönmesi» Torlak Kemal'i seçtiğini, o zaman kendisine Torlak Hu Kemal denildiğini, âyin ve erkân-ı batılınca bir erkân tuttuğunu ve «şeriat’»a muhalif çok işler işlediğini; taifesine «Kemalîler» denildiğini; Manisa tarafında olan Torlak’ın üzerine Şehzade Murad ve Bayezid Paşa’nın, Börklüce isyanını bastırdıktan sonra, gittiğini ve avanesiyle birlikte Torlaki astırmak suretiyle bu Alevî kıyamını da bastırdığını kaydediyor.


Görüldüğü üzere bu isyan, Rum ve Hıristiyanlarla beraber alevîleri de içine almaktadır, Anadolu’da Börklüce Mustafa ile Torlak Kemalın, Rumeli’de Şeyh Bedreddin’in isyanları olmuştur... Bu isyanların akıl hocalığını yapan ve sistemleştiren Şeyh Bedreddin, torunu Hafız Halil’in yazmış olduğu manzum “Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin”e göre, Anadolu Selçukluları hükümdarı Alâüddin Keykûbat’ın neslindendir,


Bedreddin’in ceddi olan Abdülazîz, Osmanlıların Rumeli istilasında da bulunmuş ve Dimetoka Muhaberesi'nde şehid olmuştur. Abdulazîz’in İsrail adındaki oğlu Dimetoka kal'ası Rum beyinin kızını almış ve bu izdivaçtan Şeyh Bedreddin doğmuştur. Bedreddin’in doğum yeri, tahminen 770/M. 1368 tarihine doğru, Edirne yakınındaki (Karaağaç ile Dimetoka arasında) Samavna Karasındır. Kendisi, «Samavna»ya veya, sonradan yakıştırma suretiyle yanlış olarak, Kütahya'nın Simav kasabasına nisbet edilerek Bedreddin Simavî denilmiştir. Tahsilini Konya, Mekke ve kahire gibi o devrin en mühim ilim merkezlerinde yaptığı; Mısır Sultanı Baruk, Timur-Leng ve muhtelif Osmanlı hükümdarlarıyla temasta bulunduğu; fıkıh, tasavvuf ve siyâset sahasında şöhret sahibi olduğu yolunda rivayetler vardır.


Şeyh Bedreddin, 1397'de, şeyhinin vefatı üzerine, bir müddet Kahire'de onun yerine şeyh olmuş ve sonra Anadolu’ya dönmüştür, Anadolu’da Karaman, Germiyan, Aydın elinde Tire ve diğer Alevîlerle meskûn yerleri dolaşmış, bu dolaştığı sıralarda Bâtıni akidesini yaymağa başlamış ve gezdiği yerlerde hep alevî Türkmenlerle temas kurarak maksadına göre, onları hazırlamak istemiş; daha sonra Rumeli’ye geçip Edirne’de yerleşmiş ve kendisini ziyarete gelenlerle görüşerek, yavaş yavaş, faaliyetini genişletmiştir. Şeyh Bedreddin’in bu faaliyeti, Osmanlı devletinin parçalanıp, şehzadelerin birbiriyle mücadele ettiği zamana tesadüf etmektedir. Bunun şöhreti her tarafta duyulunca, Edirne’de hükümdarlığını ilân eden Musa Çelebi, Bedreddin’i kazasker tayin etmek suretiyle, nüfuzunun yayılmasına yardım etmiş ve Şeyh de bundan istifade etmesini bilmiştir. Onun bu çalışmasının gayesi, hükümdarlığı elde etmek gibi görülmektedir. Şeyh Kazaskerliği sırasında, Börklüce Mustafa’yı da kethüdalığa getirmiştir. Musa Çelebi yerine tahta geçen Çelebi Sultan Mehmed, onu bu görevden uzaklaştırmış ve iki oğluyla beraber İznik’te ikâmete memur etmiştir. Şeyh Bedreddin, burada ikâmet ederken, kethüdası ve sonra halifesi olan Börklüce Mustafa’nın Karaburun taraflarında faaliyette bulunduğunu haber almış; çocuklarını İznik’te bırakarak Kastamonu’ya kaçmış, oradan Sinop’a geçmiş ve sonra da Eflâk voyvodasının yanına gitmiştir.


Börklüce Mustafa, Karaburun’da, İzmir’de Urla yarımadasının kuzey tarafında; Yahudi dönmesi Torlak Kemal, Manisa’nın kızılbaşlarla meskûn mıntıkalarında çalışarak Anadolu’da; Şeyh Bedreddin de, Rumeli’de bir isyan hazırlığına girişir. Bedreddin, Eflâkdan Osmanlı topraklarına geçer; Silistre, Dobruca ve Deliorman’da taraftarlar bulur. Bunları başına toplar ve ayaklanma mıntıkası olarak, alevîlerle meskûn olan Deliorman’ı seçer.


Bu durumu bir komünist ihtilâli olarak nitelendiren İ, Hâmi Danişmend şöyle diyor; «Bu komünist ihtilâlinin aynı zamanda hem Anadolu’da hem Rumeli’de olması çok esaslı surette tertib edildiğini gösterir. Bilhassa İsfendiyâr Bey’le, Prens Mirçe’nin bu tertibata dahil oldukları ve müşterek maksatlarının da Fetret devrinden henüz çıkmış olan Osmanlı devletinin başına eskisinden daha büyük bir buhran açmaktan ibaret olduğu muhakkaktır... Manisa taraflarında da gene bu teşkilâta mensup Torlak Kemal isminde bir Yahudi, binlerce taraftar bulmuş ve bunlar da bazı menbâlarda (Kemâlîler) ismini almıştır: Bu harekete bir Yahudinin de iştirak etmesi Şeyh Bedreddin'in din ve mezhep farklarına bakmamasındandır». Yahudinin bu hareketini Şeyh Bedreddin’in din ve mezhep farkına bakmamasının yanında, o güne kadar dönmüş görünen Yahudilerin, fırsatı ganimet bilerek, gâyelerini gerçekleştirme fırsatı olarak görmelerinde aramak, kanaatimizce daha isabetli olur. Faaliyetini alevîler arasında yürütmesindeki sebep ise, fikirlerini kabul ettirmek ve birliği daha rahat bozmak için alevîleri en müsait topluluk olarak görmesindendir. Hedefin bu şekilde seçilmiş olmasını daha fazla izaha lüzum görmüyoruz.


Anadolu tarafında ilk önce Karaburun hareketi bastırılıp Börklüce Mustafa idam edilmiş, ondan sonra da Manisa taraflarındaki Kemalîler cezalandırılıp, Torlak Kemal öldürülmüştür. Sonra da Şeyh Bedreddin üzerine gidilmiş; yakalandıktan sonra ulemadan mürekkep bir heyet tarafından sorguya çekilip, muhakeme edilmiş ve idam fetvasını kendisi imzalamıştır (Ölümü tahminen 1420-1421).


Şeyh Bedreddin Simavî’nin fıkıh sahasındaki görüş ve düşünceleri» «Camiu’l-Fusuleyn»de; tasavvuf ve felsefe konusundaki görüş ve düşünceleri «Varidat» adlı eserinde toplanmıştır. Varidat Bedreddin Simavî’nin en meşhur eseridir. O, bu eserinde, «Panteizm» e varan görüşleri savunmaktadır. Vâridat’ta Tanrı için şöyle demektedir: «Hak, etkili olması bakımından ilâhtır, etkilenmesi bakımından kuldur, yaratıktır, zorlanmıştır, mahkûmdur, kahredilmiştir. Dolayısiyle bütün eylemler, tümü ile Hakk’ındır; suretler ise onun aletleridir. Ama kul, Hakk’ın ancak kul suretinde bulunabileceğini bilmediğinden, kendinde Hakk’ın varlığı dışında bir irade, bir eylem, bir varlık bulunduğunu sanır. Bu anlayışsızlık, aletin varlığı, onu yapanın varlığına bağlı olduğu halde, aletle meydana getirilen eserin, dalgınlık yüzünden, alet tarafından yapılmış olduğunu sanmak gibidir. Böyle düşünüp böyle görmek, anlayışsızlıktan ileri geldiği için çirkindir. Eğer Hakk'ı ve kendinin Hakk olduğunu bilerek iradeyi ve eylemi kendine mal ederse, çirkinlik ortadan kalkar. Çünkü özel bir eylem, özel bir suretten doğar. Bu aşamada bu eylemi yapan Hakk suretinin de, kendini bu suretle gösterdiğini düşünesin! Buna göre, ermiş kişi, «yaptım, ettim diyebilir; cahil diyemez». Aynı eserin başka yerinde Şeyh Bedreddin, kitaplarda gelen ve ağızlarda dolaşan cennet, huri, köşkler, ağaçlar, meyveler, ırmaklar, işkence, ateş... ve benzerlerinin anlamlarının açık olmadığını; bunların ancak seçkin kişiler tarafından bilinen başka anlamlarının olduğunu ileri sürer (Bkz. Varidat, s. 61, 73). Bedenin dirilmesi hakkındaki görüşü de şöyledir: «Bu vücut için süreklilik, yoktur; yok olduktan sonra da parçaları eski hallerine dönmek üzere birleşemezler. ölüleri diriltmekten maksat bu değildir.


Huri, köşkler, ırmaklar, ağaçlar, meyveler... ve benzerlerinin hepsi hayâlde gerçekleşir, duyumlarda değil. Cin de öyledir ve adı bunu doğrular. Çünkü duyumlardan gizlenmiştir. Onu gören, dıştan gördüğünü sanır. Oysa hayal kuvvetiyle görmüştür; gördüğü gerçek değildir».


Şeyh Bedreddin’in Hz. İsa ve cesetlerin dirilmesi hakkındaki görüşü ise şu şekildedir: «İsa Aleyhisselam, madde olan vücudu ile ölü, ruhû ile diridir. İsa, Tanrı’nın ruhudur; yani onun ruh yönü daha üstündür. Ruh için ölüm olmayacağından ‘İsa ölmedi' dediler. Bu, büyük ihtimalle ‘maddî varlığı ölmedi’ demek değildir. Böyle bir şeyin olmayacağını anlayasın! Sekiz yüz sekiz (1405) yılında bir Cuma günü gördüğüm yeşilli iki kişiden birinin elinde İsa. Aleyhisselâm’ın cesedinin öldüğünü herkese duyuruyorlardı.


Cesetlerin dirilmesi, avamın düşündüğü anlamda gerçekleşemez. Yer yüzünde insan cinsinden hiçbir varlığın kalmayacağı bir zaman gelebilir. Sonra anasız ve babasız, topraktan bir insan türer ve üreyerek çoğalır.


Felsefesinin esası «Panteizmce (Vahdet-i Vücud) dayanan Bedreddin Simavî, madde âleminin ezelî ve ebedî olduğunu; Allah’ın mahlûkattan ayrı bulunmadığını savunur. İslâmî anlayıştaki “Haşr” ve «Ahiret» inancım kabul etmez. O, Melek ve Şeytan mefhumlarını da «İyilik» ve «Fenalık» kuvvetleri şeklinde anlar. «Cennet ve Cehennem, câhillerin zannettiği gibi olmayıp, bu dünyadaki iyilik ve kötülüklerin ruhlardaki tatlı ve acı tezahürleri» olduğunu kabul eder. «Bu vaziyete göre şiddetli bir Materialiste (Maddeci) demektir. Cemiyeti alâkadar eden fikirleri de büsbütün mevzûata mugayirdir. Şeyh Bedreddin bu cephesi itibariyle çok şiddetli bir komünisttir; arazi ve emvalin taksimini, Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasındaki farkların ve İslâm dininde ‘Muharremat’ ismi verilen memnûniyetlerin helâl sayılmasını terviç (revaç) eder.

Yalnız kadın meselesinde iştiraki tecviz edip etmediği pek belli değildir; hattâ müridlerine izafe edilen ‘mum söndürme’ âdetinin kendisiyle alâkadar olup olmadığı da şüpheli kalmış bir meseledir. Bu hareket, Musa Çelebi’den sonra başlamış olmasına rağmen Musa Çelebi’nin bu fikirlerin tesiri altında kaldığını ve Süleyman Çelebi’yi sarsmak, Müslümanlarla beraber Hıristiyanları da kazanmak için bu fikirlerden istifade etme yoluna gittiği ihtimali üzerinde durulmaktadır. I. Mehmet tahta geçince, Musa Çelebi’nin kadıaskeri ve taraftarlarını sürmüştür.


Bu İsyancıların fikirlerine göre, dünya, insanların ortak malıdır. Mülkiyet, mal topluca kullanılmalıdır. Şahsiyet ve ferdiyet reddedilmiştir. Her güzel şey Cennet, her kötü şey Cehennem’dir. İbadetin sınırı, biçimi yoktur. Cesedin yeniden dirilmesi imkânsızdır. Bunları savunanlar, onların bu gibi fikirlerini, görüşlerini akılcı ve gerçekçi bulmaktadırlar. Ancak bu fikir ve düşüncelerin ne akılcılıkla, ne de gerçeklikle ilgisi vardır. Bu nasıl bir gerçek, nasıl bir akılcılıktır ki; insanın nasıl ve neden yaratıldığı hatırlanmamaktadır. İnsan topraktan yaratıldığına göre yemden yaratılmaması için hangi engel, hangi sebep mevcuttur?


Her güzele tapınmayı, kadın erkek farkı gözetmemeyi benimseyerek bir nevi demagoji ve ona karşı yıkıcı birtakım hareketlere, öldürücü bir mücadeleye girişme, hangi gerçekçi, hangi güzellik ilkesine uygundur? însânın, nefsin bekâsını, insan hakları ile ilgili varlığına uygun, ölçülü ve meşru bir mülkiyet, mal anlayışı ve aile müessesesini yıkmak kime ne kazandırır? Ayrıca Avrupa Haçlı zihniyetinin karşısında îslâm’ın savunuculuğunu yapan bu toplumu zaafa uğratmak, yıkmak, iç savaşa itmek ancak düşmanlara yarar ve onlara bir hizmet olur. Bunu da aslen kendisini Türk ve Müslüman hissetmeyenler içinde bulmak mümkündür.


Nazım Hikmet, Materyalist (Komünist) fikirleri, Marks’tan önce Şeyh Bedreddin Simavî’nin savunduğunu ve kendisi de fikirlerini ondan aldığını İfade etmekte; Marks'la Şeyh Bedreddin arasında bir bağ kurmağa çalışmaktadır. Böylece de o, savunduğu komünist fikirleri meşrulaştırmak için bir kaynak bulma gayreti içine girmektedir.


Bir Yahudi yazarın, Türkçe olarak, Kudüs’te basılan eserinde, Torlak Kemal ile ilgili kanaatini aynen vermekte yarar görüyorum: «Şeyh Bedreddin isyanında Torlak Kemal önemli bir rol oynamış olmakla birlikte, hem bu 'sosyalist ideolojide’, hem de isyan fikrinde bir Yahudi etkisinden söz etmek zordur. Üstelik Torlak Kemal dinini bırakarak-muhtemelen propaganda yaptığı Müslüman çevrelerine yabancı görünmemek için- Müslümanlığa geçmiştir. Bununla birlikte, Bizans zulmü altındaki eylemsizlikten sonra, Osmanlı yönetiminin hemen ilk yıllarında bir Yahudinin -olumlu ya da olumsuz- bu denli, ciddi ve faal rol oynama durumuna gelmiş olması kayda değer bir olaydır. Bu olay, herşeyden önce, bazı Yahudilerin ve belki de genel olarak Osmanlı Yahudi cemaatlerinin kısa süre içinde yeni kültürlerine 'entegre’ olduklarına işarettir» (Moshe Sevilla-Sharon, Türkiye Yahudileri, Kudüs İbrani Üniversitesi, Yahudi Kültürü Türkçe Yayınları Serisi 1, Jerusalem 1982, sf. 23-24).


Yukarıda bahsettiğimiz olayda, büyük rol oynadığı ileri sürülen Torlak Kemal'in aslen Yahudi olduğunu ve sonradan İslâm’ı kabul ettiğini görüyoruz. Samimî bir Müslümanın bu fikirlere, bilerek, rağbet etmeyeceği malûmdur. Böyle olunca, Torlak Kemal, karşımıza bir “Yahudi dönmesi” olarak çıkmaktadır. İsyan, ne sadece Ziya Şakir’in dediği gibi dinî, ne de Galanti’nin belirttiği gibi İçtimaîdir. İsyan hem dinî, hem İçtimaî ve hem de felsefîdir. Çünkü, onlar, hem yeni bir din getirme, hem de İçtimaî düzeni değiştirip yerine maddeci bir düzeni hâkim kılma, fikirlerini de felsefî bir temele oturtma gayreti içine girmiştir. Bu fikirler, o sırada yükselme devrine adım atmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nu içten çökertmeye ve muhtemelen yıkmaya matuf bir hareket olsa gerektir. Benzer örneklerini, İslâm’ın yayılması sırasında da görmüştük. Kendisini gerçek Türk ve Müslüman hissetmeyenler sahte kisveye bürünerek, sinsî emellerini gerçekleştirmeye çalışırlar. Çünkü bilirler ki gerçek çehreleriyle ortaya çıkmaları, insanların aldatılıp arkalarından sürüklenmelerine yardımcı olamaz.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa


 

Zerdüştlük Öncesi İran'da Dinler ve Zerdüştlük

 


İran coğrafyası Akdeniz dünyası ile Hint kültürü arasında bir köprü vazifesini görmüştür. İki coğrafya arasında kültürel etkileşim olduğu gibi toplumları arasında da etkileşim olmuştur. İlk İranlıların dini Yedik Hintlilerin dinlerine son derece yakındır. İran tanrılarının en büyüklerinden biri Mithra'dır. Mitolojik unsurlarla iç içe girmiş olan iran inançları "İndra" ve ''Naşatya şeytan olduğu" ve "Ejderha öldürme efsanesi" gibi inançları yaygındır. İran-Hint inanışları arasındaki yakınlıklardan kabul edilen, ilk insan Yayma, alemdeki tabii, dini ve ahlaki düzen anlayışı da bu benzerlikler arasındadır. Kutsal içecek Haoma, (Hint'te Soma) ayinleri her iki toplumda da yaygındır. Kutsal ateşi yakan ve gözeten rahipler aynı adı taşırlar. İran'da Athravan, Hindistan'da Atharvan'dır. İran ve Hint kültürlerinin iç içe girdiği bir dönemde ortaya çıkan Zerdüştilik, bu çok tanrıcılığı ortadan kaldırmak amacıyla Zerdüşt tarafından ortaya atıldı. Sasaniler, İran'ın geleneksel olarak öğretmen Zerdüşt'le birlikte anılan kadim dinini canlandırmak suretiyle sağlam bir birlik ve bağlılık temelini oluşturmaya çalıştılar. Bu dine göre evren, yüce Allah'ın ötesinde iyi ve kötü ruhlar arasında bir savaş alanıydı; iyi olan kazanacaktı, ancak dinsel kuralları tam olarak uygulayan ahlaklı erkekler ve kadınlar zaferi çabuklaştırabilirlerdi.

Zerdüştilik, İran dinleri arasında tek tanrı inanışına yer vermesi bakımından en dikkat çekici olanıdır. Adını kurucusundan alan Zerdüştilik dayandığı tek tanrı Ahura Mazda'ya dayanır. Zerdüşt kavramı güzel, doğru, develer anlamlarına gelmektedir. Halk dilinde Zerdüşt, yaşayan yıldız olarak nitelendirilir. Zerdüşt'ün ne zaman yaşadığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. M.Ö. 6000 yılında, 1400'de ya da 1000 yılında yaşadığı şeklinde farklı görüşler vardır. Diğer bir rivayete göre ise Zerdüşt, peygamberlik görevine M.Ö. 588 yılında başlamış olduğudur. Ayrıca Zerdüşt'ün doğum tarihi ile ilgili olarak kaynaklarda M.Ö. 570 tarihi tahmini olarak verilmektedir. Zerdüşt'ün öğretileri İran kültürü ve dinleri üzerinde önemli bir tesiri olmuştur. Tek Tanrılı bir inanç telkin ettiği için onu bir peygamber olarak kabul edenler olduğu gibi bir şaman olarak da kabul edenler vardır. Gatha'lar olarak adlandırılan kutsal metinler ona dayandırılır. Kitabın temel konusu Tanrı'dır ve Ahura Mazda olarak isimlendirilir. Ayrıca Şapur II (309-380) döneminde ise Avesta vardır. Gatha'lar, Avesta'nın eski metinleri ve kısımlar olarak kabul edilmiştir. Avesta Yesna, Yeşt, Videvdat olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır.


Zerdüşt öncesi İran kültürü, bir kısım tanrılara tapan ve rahiplerin hazırladığı içki içmekle uygulanan Haoma kültü vardı. Zerdüşt'ün getirmiş olduğu prensipler ise tek Tanrı inancı idi. Biruni'ye göre, Zerdüşt; Ahura Mazda'ya ibadet, feriştelere (meleklere) hürmet, kötü güçlere (şeytanlara) lanet ve iyilikte yarış gibi öğretiler temel olarak kabul edildi. İslam kaynaklarında Zerdüşt, "Hürmüz" olarak geçmiştir. Ahura Mazda "İyilik Tanrısı" olarak kabul edilmiştir. Kötülük ve düşman Angra Menyu'dur. İslam kültüründe, bu güce "Ehrimen" denilmiş ve kötülüğün kaynağı sayılmıştır. Melekler, şeytanlar, kıyamet ve ahiret unsurları bulunmaktadır. Ölünün ruhları ile ilgili inançları bulunmaktadır. Hürmüz; mülkün sahibi, hikmet ve irade sahibi olarak yaratıcıdır. Zerdüşt sonrası İranlılar Ahura Mazda'yı yaratılmamış bir ışık olarak düşünülmeye başlanılarak tekrar ateş kültüne dönülmüştür. Zamanla Zerdüştilik birtakım ıslahlardan geçirilerek İran'ın milli dini haline geldi. Bu yapısı ile birçok bölgeye yayıldı. Zerdüştiliğin yayıldığı bölgelerde merkezi idareye karşı birçok isyan çıkmıştır. Bu rahatsızlıkların arka planında Zerdüştiliğin etkisini görmek mümkündür.

Nitekim İslam fetihleri sırasında Zerdüştlerin tabi tutuldukları hukuki statü, bu inancın diğer ilahi dinlerle aynı kategoride değerlendirildiğini görmekteyiz. Hz Peygamber'in elçilerini gönderdiği bölgeler arasında, daha sonraları Karmatilerin merkezi olacak bölgelerde bulunmaktadır. Bu cümleden bu merkezlerin Karmati öncesi sahip oldukları sosyal yapının ipuçlarını bulmak mümkündür. Yemen, Bahreyn, İran, Kufe ve çevresi bu merkezler arasındadır. Bu dönemde Yemende bulunan Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi kalmak isteyenlerden cizye almak üzere elçiler gönderilmiştir. Bölgedeki Mecusi varlığı İslam tarihinin ilk dönemlerinde de görmek mümkündür. Bölgede peygamberlik iddiasıyla el-Esved'in çıkması üzerine Yemen'e bir ordu sevk edilmiştir. Ordu komutanına, El-Esved tarafından işkenceye tabi tutulan Zerdüştileri kendi tarafına çekmesi tavsiye edilmiştir. Bu dönemde Mecusilerin önemli bir kısmı Müslüman olmuştur. Aynı şekilde 629/630 yılında Hz Peygamber el-Ala b. Abdullah el-Hazrami'yi Bahreyn'e gönderdi. Bahreyn'deki Arapların büyük bir kısmı İslamiyet'i kabul etti. Bahreyn'in merkezi olan Hacar İranlı Marzban Sebuht ile bazı Zerdüştiler aynı şekilde hareket ettiler. Fakat Mecusilerin büyük bir bölümü eski dinlerine sadık kaldılar. Onlar da Bahreyn'de İslamiyet'i kabul etmemiş olan Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi cizye ödediler. İran bölgesinde aynı şartlara tabi tutuldu. Fetihten sonra İran'ın birçok yerlerinde Zertüştiler yaşamaya devam etti. Taberistan, Irak, Fars, Kirman, Sicistan, Horasan, el-Cibal, Azerbaycan ve Arran bölgelerinde birçok ateşgerlenin olması, bu bölgelerin kültürel alt yapısı açısından kayda değerdir. İslam fetihlerinde sonra Zerdüştiliğe inanIarın bir bolümü Hindistan'a sığınmışlar ve burada Parsi adı altında inanışlarına devam etmişlerdir. Ganj nehri kıyılarına yerleşen Zerdüştiler Bombay çevresinde felsefi bir düşünceye dayanarak sessizlik kulelerini yükseltmişlerdir. Yukarıda bahsetmiş olduğmuz bölgeler aynı statülerini dört halife ve Emevi dönemlerinde de devam ettirmiş olup ve nihayet VIII-IX. yüzyıllarda birbirini takip eden ve Abbasi devletini yıllarca uğraştıran bir takım isyanlar, eski Zerdüşt çevrelere dayanıyordu. Zerdüşt din adamları ve liderlerinin fitne çıkarmak için göstermiş oldukları çabalar ve Zerdüşt kültür çevresi Karmati isyanlarının çıkmasına da zemin hazırlamıştır. Stern İsma'il-Karmati ideolojisinin oluşmasında ve ulu 'l-azm ve natık kavramların yorumlanmasında Zerdüşt, Mazdek, Bihaferid, Mani, Daysan ve Markion gibi grupların önemli katkılarının olduğunu vurgulamaktır. Özellikle Zerdüştlüğün etkisinin doruk noktası İsma'ili-Karmati öğretisinin kurucuları olan İbn Meymun el-Kadddah'ın İran'lı bir Zerdüşt olduğu iddiasıdır. Nitekim M. G. S. Hodgson, İbn Meymun el-Kaddah'ın Yahudi veya Hıristiyan kökenli bir İranlı olduğunu belirtmesine rağmen P. K. Hitti, İsma'ili-Karmati hareketine Zerdüştiliğin etkisini, Zerdüşt asıllı Abdullah İbn Meymun'a bağlamaktadır.



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

5 Ocak 2023 Perşembe

ANTİK İRAN MEDENİYETİ "Medler, Persler, Sasaniler"

 


MEDLER


Antik İran medeniyeti, bugünkü İran ülkesinde yeşermiş olmakla beraber, etkisi üç kıtaya yayılan ilk medeniyet ve ilk imparatorluk örneğidir. Sınırları, doğuda Orta Asya ve Hindistan'a, güneyde Arabistan ve Mısır dahil Habeşistan'a kadar uzanıyor; batıda ise bütünüyle Anadolu ve Trakya'yı içine alarak Ege Denizi'ne ulaşıyordu.


İran medeniyetine ait bilgilere ilk defa M.Ö. IX. yüzyıla ait Asur kaynaklarında rastlanmaktadır. Hint-Avrupa kökenli kavimlerden olan Medler'in Urmiye Gölü'nün güney doğusunda, Perslerin ise batısında yaşadığı anlaşılmaktadır. Persler daha sonra güneye inerek günümüzdeki Fars adı verilen bölgeye yerleştiler. İran'da ilk büyük imparatorluğu oluşturmayı başaran Medler, öncelikle Fars bölgesinde yaşamakta olan Persleri hakimiyetleri altına alarak, Kafkaslar ve Karadeniz'in kuzey düzlüklerinde hakim olan İskitleri yenilgiye uğrattılar. Sonra da Babillilerle birlikte satvetli mazisinden günümüze ancak harabeleri ve masalları ulaşabilen Asur İmparatorluğu'nu çökerttiler. Mezopotamya medeniyetinden etkilenen Medler, M.Ö. 580 yıllarından itibaren iç isyanlarla zayıfladılar. Pers kabilelerini birleştiren Büyük Kyros, Medlerin başkenti Ekbatana'yı (şimdiki Hemedan) alarak bu devletin siyasi varlığına son verdi ve Med ülkesini kendi ülkesinin bir eyaleti haline dönüştürdü.


PERSLER


Pers İmparatorluğu'nun temellerini atan Büyük Kyros, (Keyhüsrev M.Ô. 556-530) merhametli ve adil bir yönetici olduğu kadar, yakın şarkın muzaffer komutanlarını bünyesinde barındıran imparatorluk ordusunun da cüretkar ve değerli bir kumandanıydı. Kyros, askeri ve idari teşkilatlanmalarının üstünlüğü sayesinde üstün başarılara imza attı. Nitekim kısa zamanda Anadolu'da elde ettiği zaferler sonrasında Babil'i ele geçirerek yurtlarından sürülmüş olan İbranilerin Kudüse geri dönmelerine izin verdi. Ardından Suriye ve Filistin'i ele geçirdi. Anadolu'daki başarılarını Lidya kralı Kroisos'u yenilgiye uğratıp başkentleri Sard'ı alarak taçlandırdı. Daha sonra Yunan kentlerini de hakimiyeti altına aldı.



II. Kyros'un oğlu Kambyses döneminde de (M.Ö. 530-522) Ahamenid İmparatorluğu'nun genişleme siyaseti Mısır'ın M.Ö. 525'te ele geçirilişiyle devam etti. Kambyses Mısırda iken Gautama adını taşıyan bir Zerdüşt rahibi Perslerin kurduğu ilk büyük hanedanlık olan Ahamenid Hanedanlığı'nın İran'daki merkezini ele geçirdi. Ancak bu durum, 1. Darius'un (Dara M.Ö. 521 -484) on dört yıl süren bir mücadeleyle iç karışıklıkları bastırmasından sonra tekrar değişti. Darius, hanedanlığı yeniden kurmakla kalmayıp ona bütün dönemlerin en ihtişamlı yıllarını yaşattı. Devletin yapısında köklü reformlar yaparak ülkeyi 23 eyalete ayırdı, her birinin başına merkeze bağlı satraplar tayin etti. Satraplar memleket nigahbanı, tacın koruyucusu ve bir nevi hidiv gibiydiler.



Darius, imparatorluğunu doğuya doğru İndus Vadisi'ne kadar genişlettikten sonra, batıya yönelerek Trakya'yı ve Ege sahillerindeki şehirleri ele geçirdi. Heredot'un anlatımına göre, Ahamenidler başkentleri Sus'tan şimdiki Efes yakınlarındaki Lidya başkenti Sard'a kadar uzanan «Kral Yolu»nu geliştirdiler. ilkçağın bu önemli ticari yolu üzerinde her yerde kraliyet istasyonları, mükemmel konaklama yerleri oluşturdular. Bu yolun tamamı meskun ve güvenilir topraklardan geçiyor, güzergah boyunca atlı posta teşkilatı düzenli bir biçimde görev yapıyordu.


Darius, Yunan site devletlerinin İyonya ve Egedeki Persler aleyhinde çıkardığı karışıklıklar yüzünden çıkan Marathon Savaşı'nda Yunanlılara yenildi. (M.Ö. 490) Daha sonra oğlu 1. Serhas (Xerxes) kumandasında büyük bir orduyu Yunanlılar üzerine gönderdi. Bu ordu; kara savaşında başarılı olduysa da, Salamis'te yapılan deniz savaşını kaybetti. Bu durum bölgede İran'ın siyasi etkisini azalttı. Böylece Ahamenid Hanedanlığı'nın batıya yürüyüşü sona ermiş oldu.


Serhas'tan sonra Pers imparatorluğu politik, askeri, kültürel ve ahlaki çöküş içerisine girdi. Hanedan üyelerinin lüks ve sefahate dayalı bir hayat yaşamaları, ağdalı törenler düzenleyerek halka güç gösterilerinde bulunmaları, kralların halkı kendilerine secde ettirmeleri gibi ahlak bozuklukları ve sapkınlıklar Pers hakimiyetinin giderek zayıflamasına ve çökmesine yol açtı. Mesela; Babil­ Asur Satraplığı, Ahamenid krallarının sarayına beş yüz genç hadım ağası göndermekle mükellef tutuluyordu. İmparator Kambyses, Herodot'un kayıtlarına göre kız kardeşiyle evlenmişti. Oysa daha önce Perslerde böyle bir gelenek yoktu. İmparatorluk başkenti Persopolis ve Sus'ta muhteşem saraylardaki göz kamaştıran debdebenin yanında, Pers asilzadeleri de bütün satraplıklarda şatolar oluşturmuşlar, yığdıkları servetlerle hudutsuz bir sefahate dalmışlardı.


Persler III. Darius döneminin iç karışıklıklarını yaşarken Makedonya kralı Büyük İskender de Doğu Seferleri'ne çıkmış, Anadolu içlerinde ilerlemekle meşguldü. Anadolu'dan sonra Suriye ve Mısır'ı da alarak ardı ardına elde ettiği büyük zaferler sonrasında İskender, İran'a yöneldi ve M.Ö. 331 yılında Ninova yakınlarında yapılan savaşı kazanarak Ahamenidlerin hakimiyetine son verdi.


Persler, bu dönemde müşterek bir Akdeniz medeniyeti oluşmasını sağladıkları gibi, doğu-batı medeniyetleri arasındaki iletişimin hızlanmasında da çok önemli bir rol oynamışlardır. Persler, peygamberlerin doğduğu topraklardaki Mezopotamya ve Ön Asya kültürünün Yunan, Mısır, Hint ve Çin bölgelerine ulaşmasında aracılık rolü oynamıştır. Başlangıçta adil bir yönetim göstererek bağlı eyaletlerdeki kültürel birikimlerin ve dini hürriyetin en geniş sınırlarda yaşanmasına ön ayak olmaları, ayrıca adil bir vergi düzeni kurmaları Perslerin en ayırt edici özelliklerindendir. Nitekim Bir sütunda bulunan 1. Darius'a ait yazıtlarda şu ifadeler yer almaktadır:


"Kral Dara bildirir ki: Sen ki sonradan kral olacaksın. Yalan karşısında çok dikkatli ol. Eğer «Ülkem, güçlü olsun!» diye düşünüyorsan, yalan uşağı olan adamı sert bir şekilde cezalandır!"


"Sadakatsiz olmadığım, ne ben ne de kavmim yalan uşakları ve zorba olmadıkları için, Ahura-Mazda ve burada olan diğer tanrılar bana yardım ettiler. Adalete göre davrandım. Ne bir zayıfa ve ne de bir güçlüye zor kullandım:'


Perslerin nispeten faziletli bir yönetim oluşturmalarını, Mezopotamya menşeli peygamber tebliğlerinin tesirine bağlayabiliriz. İran medeniyeti, İlkçağın imparatorluk düzeyinde tek tanrılı ilk büyük medeniyeti olmuştur. Zerdüşt dini, tek tanrılı inancını ve peygamber ışığını akide ve ayinlerine yansıtan bir dindi. Ancak zamanla Persler tarafından sapkın öğelerle büyük ölçüde değişikliğe uğratılmıştır. Mesela; Ahura-Mazda başlangıçta tek tanrı Allah'ı, Ehrimen ise şeytanı ifade ediyorken, zamanla birbirleriyle mücadele eden eşit güçteki iki tanrı gibi algılanmıştır.

 


 


PARTLAR (M.Ö. 248-M.S. 226)


Büyük İskender'in genç yaşta ölümü ve kurduğu büyük imparatorluğun kendi kumandanları arasında paylaşılmasından sonra İran ve etkisindeki Mezopotamya ile Suriye topraklarında Selefkoslar Devleti kuruldu. Ancak Selefkoslar bütün güçlerini batıya yönelterek doğu sınırlarını ihmal ettiler. Bu durum İran topraklarında Part hakimiyetinin oluşmasının yolunu açtı. Böylece doğuda Perslerin yerini Partlar alırken batıda da Yunan yerine Roma İmparatorluğu'nun etkili bir şekilde güçlendiği yeni bir döneme girildi. Nitekim İpek Yolu'nun ele geçirilmesi amacıyla M.Ô. 53 yılında Romalılar, Partlar ile savaştı. Nihayet Romalılar Mezopotamya'ya girerek Selefkosların eski başkenti Antakyayı alarak Partların zayıflamasına yol açtılar. Bir süre sonra Partlar Fars bölgesindeki isyanlar sonucunda yıkıldı.


SASANİLER (M.S. 224-651)


Zerdüşt inancının en etkili olduğu Fars eyaletinde bir ateşgede muhafızı Sasan tarafından kurulduğu için bu isimle anılan Sasani İmparatorluğu Şapur döneminde, Mısır ve Batı Anadolu dışında eski Ahamenid Devleti'nin sınırlarına ulaşmıştı. Yine onun döneminde Maniheizm, imparatorluğun bünyesinde yayılmaya başlamıştır. Batıda ise Konstantin'in Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra Roma İmparatorluğu ikiye bölünmüş, Doğu Roma (Bizans) Sasanilerin en büyük rakibi haline gelmiştir.


Akhunlara karşı Göktürklerle işbirliği yapan Sasanilerin daha sonra Göktürklerle de arası açılmış, onlarla girdiği mücadeleler sonucunda iyice yıpranarak Bizans'a ve hemen sonrasında gelişen İslam ilerleyişine karşı güçsüz bir hale gelmiştir.


Tarihi belgeler, Sasanilerin en parlak günlerini Enuşirvan ünvanlı 1. Hüsrev'in yönetiminde yaşadığını göstermektedir. 1. Hüsrev, içte ortak mülkiyeti savunan Mazdek isyanını bastırdıktan sonra dışa yönelerek Bizans'a karşı başarılı mücadelelerde bulunmuştur. İpek Yolu'nu daha iyi kontrol edebilmek için Yemeni alan 1. Hüsrev, orayı da kendi eyaleti haline getirmiştir.


Sasani Devleti'nin yıkılması; Hz. Ômer'in hilafeti (634-644) döneminde yapılan Köprü, Kadisiye, Celula ve Nihavend savaşlarıyla gerçekleşmiştir.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Mardin

 


ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-3

 Antakya Faciası


İSTİLA (1096 - 1100) 


MELUN BİR ZIRH YAPIMCISI



“Antakya valisi Yağısıyan Frenklerin yaklaştığından haberdar olunca, kentteki hıristiyanların ayaklanacaklarından korktu. Bu yüzden onları kentten sürmeye karar verdi.”


Olayı Frenk istilasından bir yüzyıldan daha fazla bir süre sonra, o çağın insanlarının bıraktıkları tanıklıklara dayanarak anlatacak olan Arap tarihçi İbn el-Esir’dir (İbn el-Asir olarak da yazılır.)

“İlk gün, Yağısıyan müslümanlara kenti çevreleyen savunma hendeklerini temizleme emrini verdi. Ertesi gün aynı angaryaya yalnızca hıristiyanları gönderdi. Onları akşama kadar çalıştırttı ve geri dönmek istediklerinde, ‘Antakya sizindir, ama Frenklerle olan sorunumuzu çözene kadar onu bana bırakmanız gerekiyor’ diyerek onları engelledi. Onlar da ona sordular: ‘Çocuklarımızı ve karılarımızı kim koruyacak?’. Emir cevap verdi: ‘Ben sizin yerinize ilgileneceğim’. Nitekim sürgünlerin aileleriyle gerçekten ilgilendi ve onların tek bir saç teline bile helal gelmesine izin vermedi.

Selçuklu sultanlarına kırk yıldan beri hizmet eden yaşlı Yağısıyan, bu 1097 yılının Ekim ayını bir ihanet takıntısı içinde yaşamaktadır. Antakya önünde toplanan Frenk ordularının, surların içinden işbirlikçilerin yardımını sağlamadan kente asla giremeyeceklerinden emindir. Çünkü ablukadan ötürü henüz açlık çekmeyen kentini saldırarak almak mümkün değildir. Sakalları beyazlaşmakta olan bu emirin elinin altında ancak altı-yedi bin asker varken, Frenklerin yaklaşık otuz bin savaşçıyı düzene soktuğu doğrudur. Ama Antakya, aslında alınabilir gibi bir kale değildir. Surlarının uzunluğu iki fersahtır (oniki kilometre) ve üç farklı düzeyde inşa edilmiş en az üç yüz altmış kulesi vardır. Kesme taşlardan ve tuğlalardan duvarlı engellerle sağlam bir şekilde inşa edilen surlar, doğuda Habib en-Nacar tepesine tırmanmakta ve zirveyi ele geçirilemez bir hisarla taçlandırmaktadır. Batıda, Suriyelilerin el-Asi (isyankâr, asi nehir) adını verdikleri Orontes (Asi) nehri vardır; buna Asi adının verilme nedeni, bazen ters yönde, yani Akdeniz’den ülke içine akıyormuş izlenimini vermesidir. Yatağı Antakya surları boyunca giderek, geçmesi çok kolay olmayan doğal bir engel oluşturmaktadır. Güneyde istihkâmlar bir vadiye doğru sarkmaktadırlar, bu vadinin eğimi o kadar diktir ki, surun bir devamı gibi durmaktadır. Bu nedenle, kuşatıcıların kenti tamamen sarmaları olanaksızdır ve kenti savunanların da dışarıyla haberleşme ve yiyecek sağlama konularında hiçbir sıkıntıları yoktur.


Surların kapladığı alanın içinde bina ve bahçelerin dışında geniş tarlaların da yer alması nedeniyle, kentin gıda ihtiyatları daha da bollaşmaktadır. Müslüman fethinden önce, Antakya iki yüz bin nüfuslu bir Roma metropolüydü. 1097’de ancak kırk bin kişi vardır ve eskiden kalabalık olan bir sürü mahalle, şimdi tarla ve bahçeye dönüşmüştür. Geçmiş ihtişamından bir kısmını kaybetmiş olmasına rağmen, etkileyici bir kent olmayı sürdürmektedir. Bütün seyyahlar Bağdat veya Konstantinopolis’ten gelenleri bile vardır, gözalabildiğine uzanan minareleri, kiliseleri, kemerli çarşıları, hisara doğru çıkan ağaçlıklı yokuşlarda yer alan lüks villarıyla bu kenti daha iyi gördüklerinde büyülenmektedirler.


Yağısıyan, tahkimatının sağlamlığı veya gıda ihtiyatının güvenirliği konusunda hiçbir kaygı duymamaktadır. Fakat, kenti kuşatma altında tutanlar eskiden de olduğu gibi, bitmez tükenmez surların herhangi bir yerinde onlara kapılardan birini açacak veya bir kuleye girişlerini kolaylaştıracak bir işbirlikçi bulurlarsa, bütün bu savunma araçları yararsız olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Başka yerlerde olduğu gibi, Antakya’da, da Doğu hıristiyanları- Rumlar, Ermeniler, Marunîler, Yakubiler- Frenklerin gelişiyle birlikte çifte bir baskıya maruz kalmışlardır: Onları Müslümanlara sempati duymakla suçlayan ve onlara alt düzeyden uyruk muamelesi yapan kendi dindaşlarının baskısı ve onları çoğu zaman istilacıların doğal müttefiki olarak gören müslüman hemşehrilerinin baskısı. Aslında dinsel ve ulusal mensubiyetler arasında sınır yoktur. Aynı Rum sözü, Grek kilisesine bağlı Bizanslıları ve Suriyelileri ifade etmektedir, zaten bunlar kendilerini hep Bizans imparatorunun uyrukları olarak görmektedirler; “Ermeni” kelimesi, hem bir Kilise’ye, hem de bir halka atıfta bulunmaktadır ve bir Müslüman “millet”ten (el-umma, ümmet) söz ettiğinde, söz konusu olan bir müminler cemaatidir. Yağısıyan’ın zihniyetinde, hıristiyanların kentten sürülmeleri dinsel bir ayırımcılıktan çok, Antakya’nın uzun süre tabi olduğu ve burayı geri almaktan hiç vazgeçmemiş düşman bir gücün, Konstantinopolis’in uyruklarına yönelik bir önlemdir.


Arapların denetimindeki Asya bölgesinin bütün büyük kentlerinin içinde, Antakya Selçuklu Türklerinin eline en son geçenidir; 1084’te burası daha Konstantinopolis’e aitti. Ve Frenk şövalyeleri bundan onüç yıl sonra burayı kuşatmaya geldiklerinde, Yağısıyan, doğal olarak bunun Rumların buradaki egemenliğini, çoğunluğu hıristiyan olan yerli halkın işbirliğiyle yeniden kurma yönünde bir girişim olduğuna inanmıştır. Emir bu tehlike karşısında hiçbir şeyden çekinmez. Böylece nasranileri (çoğ. nassara, İsa Nasaralı - Nazareth - doğumlu olduğu için hıristiyan anlamında) kentten sürer, sonra buğday, zeytinyağı ve bal iaşesini kendi eline alır ve tahkimatı her gün denetler, her ihmali ağır bir şekilde cezalandırır. Bunlar yeterli olacak mıdır? Bundan daha belirsiz birşey olamaz. Fakat alınan tedbirler, takviye gelmesini beklerken dayanmalarına olanak vereceklerdir. Takviye ne zaman gelecektir? Antakya’da yaşayan herkes bu soruyu kendine ısrarla sormaktadır ve Yağısıyan buna sokaktaki insandan daha iyi cevap verecek durumda değildir. Frenklerin henüz uzakta oldukları yazın, oğlunun Suriyeli Müslüman yöneticilere göndererek, onları kentini bekleyen tehlike konusunda uyarmıştır. İbn el-Kalanissi’den öğrendiğimize göre, Yağısıyan’ın oğlu Şam’da cihaddan söz etmiştir. Fakat XI. yüzyıl Suriye’sinde cihad, zor duruma düşen hükümdarların ortaya attıkları bir slogandan ibarettir. Bir emirin bir diğerine yardım etmeyi kabul etmesi için, bunda kişisel bir çıkar görmesi gerekmektedir. İşte yalnızca bu durumda, o da büyük ilkelerin yanında yer alabilmektedir.


Oysa bu 1097 sonbaharında, Yağısıyan’dan başka hiçbir yönetici kendini Frenk istilasından ötürü doğrudan tehdit altında hissetmemektedir. Eğer imparatorun tuttuğu askerler Antakya’yı geri almak istiyorlarsa, bundan daha olağan birşey olamaz, çünkü bu kent hep Bizans’a ait olmuştur. Rumların ne olursa olsun daha ileri gitmeyecekleri düşünülmektedir. Ve Yağısıyan’ın zor durumda olması, komşuları için mutlaka kötü birşey değildir. On yıldan beri, aralarına nifak sokarak, kıskançlıkları körükleyerek, ittifakları bozarak onlarla oynamıştır. Şimdi onlardan aralarındaki kavgaları unutarak kendine yardıma gelmelerini istemektedir; onların bu isteğe karşılık vermemelerine şaşırmalı mıdır?


Gerçekçi bir adam olan Yağısıyan, onu uzun uzadıya bekleteceklerini, süründüreceklerini, yardım etmek için dilenmek zorunda bırakacaklarını; eski oyunlarını, entrikalarını, ihanetlerini ödeteceklerini bilmektedir. Ancak onu imparatorun paralı askerlerine eli kolu bağlı teslim edecek kadar ileri gitmeyeceklerini hayal etmektedir. Sonuç olarak, acımasız bir arı kovanında hayatta kalmaya uğraşmaktan başka birşey yapmamıştır. Manevralarını yaptığı âlemde, yani Selçuklu emirlerinin dünyasında, kanlı kavgalar hiç durmamaktadır ve Antakya’nın efendisi, tıpkı bölgenin diğer bütün emirleri gibi, tavır takınmak zorunda kalmıştır. Eğer kaybedenin yanında yer almışsa, onu ölüm veya en azından hapishane beklemektedir. Eğer şansı yaver gidip de kazanan tarafı tutmuşsa, bir süre zaferinin tadını çıkartmakta, ödül olarak birkaç güzel esir kadın verilmekte, sonra kendini hayatını tehlikeye soktuğu yeni bir çatışmanın içinde bulmaktadır. Bu işi sürdürebilmek için doğru ata oynamak ve hep aynı ata oynamakta inat etmemek gerekir. Her hata ölüme götürür ve yatağında ölen çok az emir vardır.


Frenkler geldiğinde, Suriye’deki siyasal yaşam “iki kardeşin savaşı” nedeniyle zehirlenmiş durumdadır. Bunlar, bir meddahın hayalinden çıkmışçasına tuhaf iki kişidir: Halep hükümdarı Rıdvan ile Şam (Dımaşk) hükümdarı olan küçük kardeşi Dukak. Bunlar birbirlerine karşı öyle inatçı bir kin duymaktadırlar ki, ikisine birden yönelik bir tehdit bile uzlaşmayı düşünmelerine yol açamamaktadır. 1097’de Rıdvan yirmi yaşından biraz daha büyüktür, ama daha şimdiden bir esrar perdesinin gerisindedir ve onun hakkında çok dehşet verici efsaneler ortalıkta dolaşmaktadır. Kısa boylu, zayıf, sert ve bazen de endişeli bakışları olan bu kişi, İbn el-Kalanissi’nin dediğine göre. Haşhaşiyun tarikatına mensup bir “müneccim-tabip”in etkisi altında kalmaktadır. Bu haşhaşiyun tarikatı o tarihlerde yeni kurulmuştur ve Frenk istilasının tüm süresi boyunca önemli bir rol oynayacaktır. Halep hükümdarı, hiç de haksız yere olmaksızın, bu fanatikleri hasımlarını ortadan kaldırmada kullanmakla itham edilmektedir. Cinayetler, dine aykırı hareketler, büyücülük ile Rıdvan herkesin kuşkusunu uyandırmakta, ama en güçlü kini bizzat ailesinin içinde uyandırmaktadır. 1095’te tahta çıktığında, bir gün iktidar talebinde bulunurlar korkusuyla küçük erkek kardeşlerinden ikisini boğdurtmuştur; bir üçüncüsü, tam Rıdvan’ın kölelerinin güçlü parmaklarının boğazını sıkacakları gece, Halep kalesinden kaçarak canını kurtarabilmiştir: Ölümden kurtulan bu kardeş Dukak’tır ve o zamandan bu zamana ağabeyine karşı amansız bir kin beslemektedir. Kaçtıktan sonra Şam’a sığınmış, kentteki askerler de onu hükümdar ilân etmişlerdir. Bu kararsız, etki altında kalan, öfkesi burnunda, sağlığı narin genç adam, ağabeyinin kendini öldürmek istediği takıntısı içinde yaşamaktadır. Bu yarı-deli iki hükümdarın arasında kalan Yağısıyan’ın işi hiç de kolay değildir.


Hemen yanıbaşındaki komşusu, başkenti Halep olan Rıdyan’dır. Dünyanın en eski kentlerinden biri olan Halep, Antakya’ya üç günden daha az yürüyüş mesafesindedir. Yağısıyan, Frenklerin gelmesinden iki yıl önce, kızını Rıdvan ile evlendirmiştir. Fakat, bu damadının onun topraklarına göz diktiğini çabucak anlamış ve o da kendi hesabına hayatından endişe etmeye başlamıştır. Haşhaşiyun tarikatı, Dukak gibi ona da musallat olmuştur. Ortak tehlike bu iki adamı doğal olarak yaklaştırdığından, Frenkler Antakya’ya doğru ilerlerken, Yağısıyan ilk önce Şam hükümdarına yönelmiştir.


Fakat Dukak tereddüt etmektedir. Bunun Frenklerden korktuğu için olmadığına teminat vermektedir, ama ağabeyinin onu geriden kıstırmasına olanak vermemek için, ordusunu Halep civarına götürmeye niyeti yoktur. Müttefikinin karar vermesini sağlamanın ne kadar güç olduğunu bilen Yağısıyan; ona parlak, atılgan, tutkulu, bir işin ucunu bırakmayan genç bir adam olan oğlu Şemsüddevle’yi (Devletin Güneşi) göndermiştir. Şems, saraydan hiç ayrılmamış, bir pohpohlayıp, bir tehdit ederek, Dukak ve danışmanlarını bıktırmıştır. Şam’ın efendisi, gene de Antakya çarpışmasının başlamasından iki ay sonra, ancak Aralık 1097’de, ordusuyla birlikte kuzey yolunu tutmaya istemeye istemeye razı olmuştur. Şems ona eşlik etmektedir. Bir hafta süren yol boyunca, Dukak’ın fikir değiştirmeye rahatça zaman bulacağını bilmektedir. Nitekim, genç hükümdar yol aldıkça daha sinirli hale gelmektedir. 31 Aralıkta Şam ordusu yolun üçte ikisini aşmıştır, bölgede hayvanları için ot arayan bir Frenk birliğiyle karşılaşır. Sayısal üstünlüğüne ve düşmanını kuşatmadaki görece rahatsızlığına rağmen, Dukak saldırı emrini vermekten vazgeçer. Bu, bir an için şaşkına dönmüş olan Frenklere kendilerini toplama ve yayılma süresi bırakmak demektir. Gün sona ererken, yenen veya yenilen yoktur, ama Şamlılar hasımlarından daha fazla adam kaybetmişlerdir: Dukak’ın cesaretinin kırılması için bu yeterli olmuştur; Şems’in umutsuz yalvarmalarına rağmen adamlarına hemen geri dön emri verir.


Dukak’ın harekâtı yarıda bırakması, Antakya’da büyük bir üzüntüye yol açar, ama kenti savunanlar vazgeçmezler. 1098’in bu ilk günlerinde, kenti kuşatanların arasında ilginç bir karışıklık vardır. Yağısıyan’ın birçok casusu düşman kampına sızmayı başarmıştır. Bu casusların bazıları, Rumlara duydukları kinle hareket etmektedirler, ama çoğu bu sayede emirin lütfuna nail olmayı uman kent hıristiyanlarındandır. Ailelerini Antakya’da bırakmışlardır ve onların güvenliğini sağlamaya uğraşmaktadırlar. Getirdikleri haberler, kent halkının moralini yükseltmektedir: Kuşatma altındakilerin erzakları bolken, Frenkler açlık tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Daha şimdiden yüzlercesi ölmüş ve binek hayvanlarından çoğu da yenilmek üzere kesilmiştir. Şam ordusuyla karşılaşan seferi birlik, tam da birkaç koyun, birkaç keçi peşindeydi ve ambarları yağmalayacaktı. Açlığa başka afetler eklenerek, istilacıların moralini her gün biraz daha düşürmektedirler. Yağmur aralıksız yağarken, Suriyelilerin Antakya’ya taktıkları bayağı “sidikli” lâkabını doğrulamaktadır. İstilacıların ordugâhı çamur deryasına dönmüştür. Ve bu arada yer sarsıntıları hep devam etmektedir. Bölge insanları buna alışkındırlar, ama Frenkler dehşete kapılmaktadırlar; tanrısal bir cezaya uğradıkları inancıyla gökler katına yalvarmak üzere toplandıklarında, dualarının meydana getirdiği büyük gürültü şehirden bile duyulmaktadır. Yüce Tanrının öfkesini yatıştırmak için, fahişeleri kamplarından kovmaya, meyhaneleri kapatmaya ve kumarı yasaklamaya karar verdikleri söylenmektedir. Komutanlar dahil olmak üzere, askerden kaçmalar çoğalmıştır.


Bu gibi haberler, kenti savunanların savaşkanlığını doğal olarak artırmakta ve onlar da cesur huruç hareketlerini çoğaltmaktadırlar. İbn el-Esir’in diyeceği gibi, “Yağısıyan hayranlık verici bir cesaret, bilgelik ve kararlılık gösterdi”. Ve heyecana kapılan Arap tarihçi şunları ekleyecektir: “Frenklerin çoğu öldü. Eğer geldikleri sırada olduğu kadar kalabalık kalsalardı, bütün İslam alemini işgâl ederlerdi!”. Eğlendirici bir abartma, ama istilanın yükünü aylar boyunca tek başına taşıyacak olan Antakya garnizonunun kahramanlığına yönelik, hakedilmiş bir saygı gösterimi.

 

Çünkü yardımlar hâlâ beklenmektedir. Dukak’ın alçaklığından yaralanan Yağısıyan, 1098 Ocağında Rıdvan’a yönelmek zorunda kalmıştır. Halep emirinden boynu eğik bir şekilde özür dileme; onun bütün alaylarını gözünü kırpmadan dinleme ve ona İslam ve akrabalık ilişkileri adına askerlerini gönderip Antakya’yı kurtarması için yalvarma gibi güç bir görev, gene Şemsüddevle’ye düşmüştür. Şems, emir kayınbiraderinin bu cins deliller karşısında tamamen duyarsız olduğunu ve Yağısıyan’a elini uzatmaktansa bu eli kesmeyi tercih edeceğini çok iyi bilmektedir. Fakat olaylar daha da zorlayıcı hale gelmiştir. Gıda durumları giderek kötüleşen Frenkler, Selçuklu emirinin topraklarında bir talan harekâtına girişerek, Halep yakınlarını bile yağmalayıp, alt üst etmişlerdir ve Rıdvan, kendi toprakları üzerine yönelen tehdidi ilk kez hissetmiştir. Böylece Antakya’ya yardımdan çok kendini savunmayı düşünerek, ordusunu Frenklere karşı göndermeye karar vermiştir. Şems zafer kazanmıştır. Babasına, Halep birliklerinin saldıracağı zamanı bildiren ve kuşatmacıları kıskaca almak üzere kitlesel bir huruç yapmasını isteyen bir haber göndermiştir.


Antakya’da Rıdvan’ın müdahalesi o kadar beklenmedik birşey olmuştur ki, tanrının bir armağanı gibi görülmüştür. Acaba bu, yüz günden beri süren çarpışmanın belirleyici dönemeci midir?


Hisardaki gözcüler, 9 Şubat 1098 öğleden sonra Halep ordusunun yaklaştığını haber vermişlerdir. Bu orduda binlerce süvari vardır; oysa Frenkler, kıtlığın binek hayvanlarını tüketmiş olmasından ötürü, onların karşısına ancak yedi veya sekiz yüz atlı çıkartabilmektedirler. Günlerdir diken üstünde yaşayan kuşatma altındakiler, çarpışmanın hemen başlamasını istemektedirler. Ama Rıdvan’ın ordusu durup, çadırları kurmaya başladığından, çarpışma emri sonraki güne ertelenmiştir. Hazırlıklar bütün gece sürdürülmüştür. Artık her asker, nerede ve ne zaman harekete geçeceğini çok iyi bilmektedir. Yağısıyan adamlarına güvenmektedir, onların paylarına düşeni yapacaklarından emindir.


Hiç kimsenin bilmediği, çarpışmanın daha başlamadan kaybedildiğidir. Frenklerin savaşçı niteliklerine ilişkin olarak anlatılanlardan dehşete kapılan Rıdvan, artık sayısal üstünlüğünden yararlanmaya cüret edememektedir. Birliklerini harekete geçirmek yerine, onları korumaktan başka birşey düşünmemektedir. Ve her tür kuşatılma tehlikesini önlemek üzere, onları bütün gece boyunca Asi nehriyle Antakya kalesi arasında kalan dar bir toprak şeridinde tutmuştur. Frenkler şafakla birlikte saldırıya geçtiklerinde, Halepliler felç olmuş gibidirler. Alanın darlığından ötürü hiç hareket edememektedirler. Atlar şaha kalkmakta ve düşenler daha ayağa kalkmadan kardeşleri tarafından çiğnenmektedir. Tabii ki artık geleneksel taktikleri uygulamak ve düşmana birbirini izleyen süvari-okçu dalgaları halinde saldırmak söz konusu değildir. Rıdvan’ın adamları, göğüs göğüse bir çarpışmaya zorlanmışlardır ve burada zırhlı şövalyeler kolayca ezici bir üstünlük sağlamaktadırlar. Bu tam bir kıyımdır. Frenkler tarafından izlenen emir ve askerleri, artık anlatılamaz bir düzensizlik içinde kaçmaktan başka birşey düşünememektedirler.

Antakya surlarının dibinde çarpışma başka bir şekilde cereyan etmektedir. Kenti savunanlar, günün ilk ışıklarıyla birlikte kitlesel bir huruç hareketi yapmışlar ve bu da kuşatıcıları gerilemek zorunda bırakmıştır. Çarpışmalar çetin geçmektedir ve Yağısıyan’ın askerleri çok iyi bir konumdadırlar. Öğleden biraz önce Frenklerin kampını kuşatmaya başladıkları sırada, Haleplilerin bozgun haberi gelir. Emir bunun üzerine adamlarına, istemeye istemeye kente geri dönme emrini verir. Geri çekilmeleri tam bitmiştir ki, Rıdvan’ı ezen şövalyeler ölümcül-ödülleriyle geri dönerler. Antakya halkı biraz sonra muazzam kahkahalar, boğuk bazı ıslıklar duyar ve bunların arkasından Haleplilerin berbat durumdaki kelleleri mancınıkla atılır. Kenti bir ölüm sessizliği sarmıştır.


Yağısıyan etrafındakileri cesaretlendirmek için birkaç cümle söylese de, kentinin etrafındaki kıskacın daraldığını ilk kez hissetmektedir. İki düşman kardeşin de bozguna uğramasından sonra, artık Suriyeli emirleri beklemekten başka yapacak birşeyi kalmamıştır. Başvuracağı tek kişi kalmıştır: Güçlü Musul atabeyi Kürboğa. Fakat onun da, Antakya’dan iki hafta yürüyüş mesafesinde bulunma gibi bir engeli vardır.


Tarihçi İbn el-Esir’in vatanı olan Musul, “Cezire”nin, yani Mezopotamya’nın, Dicle ve Fırat gibi iki büyük nehir tarafından sulanan verimli ovanın başkentidir. Çok önemli bir siyasal, kültürel ve ekonomik merkezdir. Araplar, onun lezzetli meyvalarını; elmalarını, armutlarını, üzümlerini, narlarını övmektedirler. Bütün dünya, bu kentin ihraç ettiği nitelikli ince kumaş ile onun adını özdeşleştirmektedir: “Muslim”. Frenkler geldiğinde, emir Kürboğa’nın topraklarında başka bir zenginlik işletilmeye başlamış durumdaydı. Seyyah İbn Cübeyir birkaç on yıl sonra neft adındaki bu zenginlik kaynağını tasvir edecektir. Dünyanın bu parçasını bir gün zengin edecek olan bu koyu renkli değerli sıvı, daha şimdiden kendini geçenlerin bakışlarına sunmaktadır.

“Dicle yakınlarında el-Kayyara (bitümlük) denilen bir yerden geçiyoruz. Musul’a giden yolun sağında, sanki bir bulutun altındaymış gibi olan bir kara toprak çöküntüsü var. Tanrı burada, bitüm veren irili ufaklı kaynaklar fışkırtmış. Bunlardan biri bazen kaynayan bir kaptaki gibi parçalar fırlatıyor. Bunları toplamak üzere havuzlar yapıyorlar. Bu kaynakların etrafında siyah bir gölcük var, bunun yüzeyinde kara bir köpük bulunuyor; gölcük bu köpüğü kıyıya atıyor ve o da burada bitüm olarak pıhtılaşıyor. Bu ürün çok kaygan, düz, parlak bir çamur görüntüsünde olup, çok güçlü bir koku çıkartıyor. Daha önce sözünün edildiğini duyduğumuz ve tasviri bize çok olağanüstü gelmiş olan bir harikayı böylece kendimiz gözleyebildik. Buradan çok uzakta olmayan bir yerde, Dicle kıyılarında, dumanını uzaktan farkettiğimiz başka bir büyük kaynak daha var. Bitüm elde edilmek istenildiğinde buranın tutuşturulduğu söylendi. Alev sıvı unsuru tüketiyor. Suriye’de ve Akkâ’ya kadar olan bütün bölgede ve sahil kesimlerinde bu bilinmektedir. Allah istediğini yaratır. Ona şükürler olsun”.

Musul halkı kara sıvıya tedavi edici özellik atfetmekte ve hasta olduklarında içine girmektedirler. Petrolden üretilen bitüm (asfalt), inşaatçılıkta, tuğlaların birbirlerine tutturulması için harç olarak kullanılmaktadır. Su geçirmez nitelikte olmasından ötürü, hamam duvarları onunla sıvanmakta ve burada cilalı bir siyah mermer görüntüsü almaktadır. Ama daha sonra göreceğimiz üzere, petrol en çok askeri alanda kullanılmaktadır.


Bu gelecek vaadeden kaynaklardan bağımsız olarak, Musul, Frenk istilasının başlangıcında başta bir stratejik rol oynamaktadır ve yöneticileri Suriye işlerine karışma olanağını yakaladıklarından, muhteris Kürboğa bunu kullanmak istemektedir. Ona göre, Yağısıyan’ın yardım çağrısı, etkisini yayma konusunda düşlediği fırsattır. Hiç tereddüt etmeden büyük bir ordu toplamaya söz verir. Antakya artık yalnızca Kürboğa’yı bekleyerek yaşamaktadır.


Bu hızır gibi yetişen adam, eski bir köledir ve bu durumun Türk emirleri arasında hiç de alçaltıcı bir yanı yoktur. Nitekim, Selçuklu hükümdarları en sadık ve en yetenekli kölelerini sorumluluk gerektiren görevlere getirme adetini edinmişlerdir. Ordu komutanları, kent valileri çoğu zaman köledirler (memluk) ve otoriteleri o kadar büyüktür ki, resmen azad edilmelerine bile gerek kalmamaktadır. Frenk istilası sona ermeden önce, tüm İslami Doğu Memluk sultanlar tarafından yönetilir hale gelecektir. Daha 1098’de bile, Şam, Kahire ve birçok diğer büyük kentin en etkili adamları köle veya köle oğludur.


Kürboğa bunların en güçlü ve muktedirlerindendir. Sakalına kır düşmüş bu otoriter subay, Türkçe bir unvan adla gelen Atabey.

Selçuklu imparatorluğunda yönetici hanedanın üyeleri arasında ölümler yüksek düzeydedir çarpışmalar, cinayetler, idamlar ve bunlar çoğu zaman reşit olmayan ardıllar bırakmaktadırlar. Bunların çıkarlarını savunmak üzere, üvey babalık rolünü tamamlasın diye genelde bu çocuğun annesiyle evlenen bir vasi atanmaktadır. Bu atabeyler, mantık gereği iktidarın gerçek sahibi olmakta ve bu iktidarlarını çoğu zaman kendi öz oğullarına bırakmaktadırlar. Meşru bey, onların elinde artık bir kukladan başka bir şey olmamaktadır, hatta bazen bir rehine durumuna düşmektedir. Fakat görünüş titizlikle kurtarılmaktadır. Böylece, ordular resmen üç veya dört yaşlarındaki çocukların “komutası” altındadır, bunlar iktidarlarını atabeylere “devretmişler”dir.


1098 Nisanının son günlerinde otuz bin kadar adam Musul çıkışında toplandığında, işte tam da bu alışılmadık manzaraya tanık olunmuştur. Resmi ferman, kahraman askerlerin, ordunun komutasını kundak bezlerinin içinden atabey Kürboğa’ya emanet eden meçhul bir Selçuklu dölünün emirleri altında cihad yapacaklarını bildirmektedir.


Ömrünü Musul atabeylerinin hizmetinde geçirecek olan tarihçi İbn el-Esir’e göre, “Kürboğa’nın ordusunun Antakya’ya yöneldiğini öğrenen Frenkler korkuya kapıldılar, çünkü zayıf düşmüşlerdi ve erzakları azdı”. Buna karşılık kenti savunanlar tekrar umutlanmışlardır. Müslüman birlikleri yaklaştıklarında bir kez daha huruç yapmaya hazırlanmaktadırlar. Oğlu Şemsüddevle’den etkin bir yardım alan Yağısıyan, aynı inatla buğday ihtiyatlarını denetlemiş, istihkâmları gözden geçirmiş ve “Tanrının izniyle” kuşatmanın yakında kalkacağını vaadederek, askerlerini yüreklendirmiştir.


Fakat halkın önünde gösterdiği güven bir yapmacıktan ibarettir. Durum birkaç haftadan beri hissedilir derecede bozulmuştur. Kentin ablukası çok daha sıkı, iaşe daha zor ve durumlar daha kaygı verici hale gelmiştir, düşman kampından gelen haberler seyrelmektedir. Söyledikleri ve yaptıkları herşeyin Yağısıyan’a aktarıldığını farkeden Frenkler, sert davranmaya karar vermişlerdir. Emirin ajanları, onların bir adamı öldürüp şişte pişirdikten sonra yediklerini görmüşlerdir; yerken, yakalanacak her casusun kaderinin bu olacağını yüksek sesle haykırmaktadırlar. Dehşete kapılan casuslar kaçmışlardır ve Yağısıyan artık kuşatanlar hakkında pek bir şey bilmemektedir. Tecrübeli bir asker olarak, durumu çok kaygı verici görmektedir.


Ona güven veren şey, Kürboğa’nın yolda olmasıdır. Mayıs ortalarına doğru binlerce savaşçıyla buralarda olması gerekmektedir. Antakya’da herkes bu anı beklemektedir. Hergün, temennilerini gerçek sanan kentliler tarafından çıkartılan söylentiler dolaşmaktadır. Fısıldaşılmakta, burçlara doğru koşulmakta, yaşlı kadınlar henüz sakalı bitmemiş birkaç askeri anaca bir tavırla sorgulamaktadırlar. Cevap hep aynıdır: Hayır, yardım birlikleri gözükmedi, ama yakında gelirler.


Büyük Müslüman ordusu Musul’dan ayrılırken, kargılarının güneş altındaki parıltısı ve beyazlar giymiş bir süvari denizinin ortasında dalgalanan Abbasi ve Selçukluların amblemi siyah sancaklarıyla göz kamaştırıcı bir manzara sunmaktadır. Sıcağa rağmen yürüyüş yavaşlatılmamaktadır. Ordu bu hızla iki haftadan önce Antakya’ya varacaktır. Ama Kürboğa kaygılıdır. Yola çıkmadan az önce telaşa düşürecek haberler almıştır. Bir Frenk birliği, Arapların el-Ruha dedikleri Edessa’yı (Urfa) ele geçirmişdir; burası Musul’dan Antakya’ya giden yolun kuzeyinde büyük bir Ermeni kentidir. Ve Atabey, kuşatma altındaki kente vardığında, Edessa’daki Frenklerin, arkasında olacaklarını düşünmekten kendini alıkoyamamaktadır. Böylece kıskaç içinde kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalmayacak mıdır? Mayısın ilk günlerinde başlıca emirlerini toplayarak, yolunu değiştirme kararı verdiğini açıklamıştır. Önce kuzeye yönelerek Edessa sorununu birkaç gün içinde çözecektir, bundan sonra Antakya’yı kuşatanlarla tehlikesizce karşılaşabilir. Bazı emirler, Yağısıyan’ın endişeli mesajını hatırlatarak itiraz etmişlerdir. Fakat Kürboğa onları susturmuştur. Karar verdi mi keçi gibi inatçı olmaktadır. Emirler homurdanarak itaat ederken, ordu Edessa’ya giden dağlık yola girmiştir.


Ermeni kentinin durumu gerçekten kaygı vericidir. Kenti terkedebilen az sayıdaki Müslüman haberleri aktarmıştır. Baudoin adında bir Frenk komutanı, emrinde yüzlerce şövalye ve iki binden fazla piyade olduğu halde Şubat başında gelmiştir. Türk savaşçıların artan saldırılarına karşın kentin askeri gücünü arttırmak üzere, yaşlı bir Ermeni olan vali Toros ona başvurmuştur. Fakat Baudoin yalnızca paralı bir asker olmayı reddetmiştir. Toros’un meşru varisi olarak belirlenmeyi istemiştir. Resmi bir evlat edinme töreni, Ermeni örfüne uygun bir şekilde yapılmıştır. Toros çok geniş bir beyaz entari giymiş, beline kadar çıplak Baudoin, “babası”nın elbisesinin altına girerek, vücudunu onunkine yapıştırmıştır. Sonra “anne”nin, yani Toros’un karısının sırası gelmiştir. Baudoin onun da entarisiyle çıplak bedeninin arasına süzülmüştür. Bu olayı eğlenerek seyredenler, evlat edinme için düşünülmüş bu ayinin, “oğul” kocaman kıllı bir şövalye olduğunda biraz sapıtık hale geldiğini fısıldaşmaktadırlar.


Kendilerine anlatılan sahneyi hayallerinde canlandıran Müslüman askerler kahkahalarla gülmektedirler.


Fakat hikâyenin devamı onları titretmiştir: Törenden birkaç gün sonra, “anne ve baba” “oğul”un isteğiyle halk tarafından linç edilmiş, o da onların öldürülmelerini duygusuz bir şekilde seyrettikten sonra, kendini Edessa kontu ilân etmiş ve ordu ile yönetimin bütün önemli mevkilerine Frenk arkadaşlarını getirmiştir.


Bütün kaygılarının teyid olduğunu gören Kürboğa, kenti kuşatmaya başlamıştır. Fakat emirleri onu gene bundan vazgeçirmeye uğraşmışlardır. Edessa’daki üç bin Frenk askeri, onbinlerce askeri olan Müslüman ordusuna saldırmaya asla cüret edemeyecektir; buna karşılık kenti savunmaya bu sayıları fazlasıyla yeter ve kuşatma aylarca sürebilir. Bu arada kaderine terkedilen Yağısıyan, istilacıların baskısı karşısında boyun eğebilir Atabey hiçbir şey duymak istememektedir. Ve ancak Edessa surları dibinde üç hafta kaybettikten sonra hatasını kabul eder ve cebri yürüyüşle Antakya yoluna yeniden koyulur.


Kuşatma altındaki kentte, Mayısın ilk günlerindeki umut yerini tam bir düzensizliğe bırakmıştır. Sokakta olduğu gibi sarayda da Musul birliklerinin neden bu kadar geciktikleri anlaşılamamaktadır. Yağısıyan umutsuzluk içindedir.


Gerilim had safhaya çıkmışken, 21 Haziranda günbatımından biraz önce, devriyeler Frenklerin bütün güçlerini biraraya topladıklarını ve kuzeydoğuya yöneldiklerini bildirirler. Emirlerin ve askerlerin tek bir açıklaması vardır: Kürboğa yakınlardadır ve kuşatmacılar onu karşılamaya gitmektedirler. Kısa bir süre içinde fısıltı gazetesi evleri ve surları haberdar eder. Kent yeniden soluk alır. Atabey yarın kenti kurtaracaktır. Kâbus yarın sona erecektir. Akşam serin ve nemlidir. Evlerin eşiklerinde, bütün ışıklar sönük olduğu halde saatlerce tartışılır. Sonunda Antakya uykuya dalar, bitkindir ama güvenlidir.


Saat sabahın dördüyken, kentin güneyinde taşa sürtünen bir ipin boğuk sesi gelir. Bir adam, beş kenarlı büyük bir kulenin tepesinden sarkarak el işaretleri yapmaktadır. Bütün gece boyunca gözünü kırpmamıştır ve sakalı diken dikendir. İbn el-Esir’in söyleyeceği gibi, “kulelerin savunmasına memur edilmiş bir zırh yapımcısı” olup, adı Firuz’dur. Ermeni kökenli bir Müslüman olan Firuz, uzun süre Yağısıyan’ın çevresinde yer almış, ama emir onu yakınlarda karaborsa yapmakla suçlayıp ağır bir para cezasına çarptırmıştır. İntikam çaresi arayan Firuz, kenti kuşatanlarla temasa geçmiştir. Onlara, kentin güneyinde vadiye girişi olan bir pencerenin kendi denetiminde olduğunu ve onları oraya sokacağını söyler. Bir tuzak kurmadığını kanıtlamak üzere, öz oğlunu onlara rehine olarak göndermiştir. Kuşatmacılar da ona altın ve toprak vaadaderler. Planı kararlaştırırlar: 3 Haziran şafakla birlikte harekete geçilecektir. Bir gece önce, kuşatmacılar muhafız askerlerin dikkatini azaltmak üzere uzaklaşıyormuş gibi yapmışlardır.


İbn el-Esir şöyle anlatacaktır: “Frenkler ile bu melun zırh yapımcısı arasında anlaşmaya varıldıktan sonra, bu küçük pencereye doğru tırmanmışlar, onu aşarak içeri ipler yardımıyla çok sayıda adam sokmuşlardır. Sayıları beş yüze ulaşınca, şafakta boru çalmaya başlamışlardır, bu sırada kenti savunanlar bütün gece uyanık kalmaktan ötürü bitkin durumdadırlar. Yağısıyan uyanarak ne olduğunu sormuştur. Ona, boru seslerinin herhalde artık düşmüş olan hisardan geldiği cevabı verilmiştir.”


Gürültüler ikiz kızkardeş kulesinden gelmektedir. Fakat Yağısıyan bunu doğrulatmak zahmetine girmez. Herşeyin kaybedildiğine inanmaktadır. Dehşete kapılarak, kentin kapılarından birinin açılmasını emreder ve birkaç muhafızla birlikte kaçar. Afallamış bir şekilde saatlerce at sürer, aklını bir türlü toplayamamaktadır.


İki yüz günlük bir direnmeden sonra, Antakya’nın efendisi çökmüştür. İbn el-Esir onun zayıflığını kınamakla birlikte, sonunu duygulu bir şekilde anlatmaktadır.


“Ailesini, oğullarını ve Müslümanları terkettiği için ağlamaya başladı ve acısından atından baygın yere düştü. Refakatçileri onu tekrar eğere oturtmaya çalıştılar, ama ayakta duramıyordu. Ölmek üzereydi. Onu bıraktılar ve uzaklaştılar. Oradan geçen Ermeni bir oduncu onu tanıdı. Kafasını kesti ve Antakya’daki Frenklere götürdü”.


Kenti ise kan ve ateş içindedir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar çamurlu sokaklarda kaçmaya uğraşmakta, ama şövalyeler onları kolayca yakalayıp oracıkta boğazlamaktadırlar. En son hayatta kalanların da dehşet çığlıkları yavaş yavaş yatışır, kısa bir süre sonra onların yerini daha şimdiden sarhoş olmuş birkaç Frenk yağmacının çatlak sesi alır. Ateşe verilen çok sayıdaki evden dumanlar yükselmektedir. Öğlenleyin, kenti bir matem örtüsü sarar.


Bu 3 Haziran 1098’deki kanlı çılgınlığın ortasında bir tek kişi soğukkanlılığını korumuştur. Bu, yorulma bilmeyen Şemsüddevle’dir. Kent zaptedilir edilmez, Yağısıyan’ın oğlu bir grup savaşçıyla birlikte hisara çekilerek barikat kurmuştur. Frenkler onu oradan çıkartmayı birçok kereler denerler, ama her seferinde ağır kayıplar vererek püskürtülürler. Frenk komutanların en yükseği olan uzun sarı saçlı dev Bohémond da bu saldırılardan birinde yaralanmıştır. Başına gelenden ders alarak, kentten çıkış güvencesi karşılığında hisarı terketmesini önermek üzere Şems’e haber gönderir. Fakat genç emir yüce bir şekilde reddeder. Antakya, bir gün kendine kalacağını hep düşündüğü topraktır, son nefesine kadar çarpışacaktır. Ne erzakı, ne de sivri okları eksiktir. Habeb en-Nacar tepesinin zirvesine muhteşem bir şekilde taht kurmuş olan hisar, Frenklere aylarca meydan okuyabilir. Bunlar eğer burçlara tırmanmaya kalkışırlarsa binlerce adam kaybedeceklerdir.


Sonuncu direnişçilerin kararlılığı pahalıya patlayacağa benzemektedir.


Şövalyeler hisara saldırmaktan vazgeçerek, onu bir güvenlik kuşağıyla çevrelemekle yetinirler. Ve Antakya’nın düşmesinden üç gün sonra, Şems ve arkadaşlarının sevinç çığlıklarından


Kürboğa’nın ordusunun ufukta olduğunu öğrenirler. Şems ve boyun eğmeyen bir avuç arkadaşı için, İslam süvarilerinin ortaya çıkmasının inanılmaz bir yanı vardır. Gözlerini ovuşturmakta, ağlamakta, dua etmekte, birbirlerine sarılmaktadırlar. Allahü Ekber sesleri, hisara nihayetsiz bir homurtu halinde gelmektedir. Frenkler, Antakya surlarının arkasına çekilirler; kuşatıcıyken kuşatma altında kalmışlardır.


Şems mutludur, ama hâlâ üzüntülüdür. Yardım birliğinin ilk komutanları ona bu daracık yerde ulaştıklarında, onları binlerce soruyla hırpalar. Neden bu kadar geç gelindi? Neden Frenklere Antakya’yı zaptedecek ve halkı katledecek zaman bırakıldı? Bütün muhataplarının, ordularının tutumunu haklı çıkartmak yerine bütün belâlardan ötürü Kürboğa’yı suçladıklarını şaşkınlıkla görür; küstah, kendini beğenmiş, beceriksiz, hain Kürboğa’nın yüzünden.


Yalnızca kişisel antipatiler değil, aynı zamanda elebaşının emir Dukak’tan başkasının olmadığı gerçek bir fesat söz konusudur. Dukak Musul ordusuna Suriye’ye girdiği anda katılmıştır. Müslüman ordusu hiç de türdeş bir askeri güç değildir. Çıkarları çoğunlukla çelişen beyler arasında bir koalisyondur. Atabeyin toprak edinme tutkusu kimse için sır değildir ve Dukak, diğer beyleri gerçek düşmanın bizzat Kürboğa olduğu konusunda ikna etmekte hiçbir güçlükle karşılaşmamıştır. Eğer Kürboğa kafirlerle olan çarpışmadan galip çıkarsa kendini kurtarıcı ilan edecek ve artık hiçbir Suriye kenti onun egemenliği dışında kalamayacaktır. Eğer bunun tersine Kürboğa yenilirse, Suriye kentlerinin üzerine çöken tehlike atlatılmış olacaktır. Bu tehdid karşısında, Frenk tehlikesi küçük bir belâdır. Rumların, paralı askerlerinin yardımıyla Antakya kentini geri almak istemelerinde dramatik olan birşey yoktur, çünkü Frenklerin Suriye’de kendi devletlerini kurmaları olanaksızdır. İbn el-Esir’in diyeceği gibi, “Atabey iddialarıyla Müslümanları o kadar rahatsız etti ki, onlar da çarpışmanın en belirleyici anında ona ihanet etmeye karar verdiler.”


Demek ki bu muhteşem ordu, ilk darbede yere düşecek, içi kof bir devden başka birşey değildir. Antakya’nın terkedilmesine karar verilmesini unutmaya hazır olan Şems, hâlâ bütün bu iğrençliklerin üstesinden gelmeye uğraşmaktadır. Eski hesapları görme zamanı olmadığını düşünmektedir. Umutları kısa ömürlü olacaktır. Kürboğa gelişinin ertesi günü onu çağırarak, hisarın komutasının elinden alındığını bildirir. Şems kızar. Bir kahraman gibi çarpışmamış mıdır? Bütün Frenk şövalyelerine kafa tutmamış mıdır? Antakya beyinin varisi değil midir? Atabey tartışmaya girmez. Komutan odur ve kendine itaat edilmesini istemektedir.


Yağısıyan’ın oğlu, etkileyici cüssesine rağmen Müslüman ordusunun galip gelme yeteneğine sahip olmadığına artık ikna olur. Tek tesellisi, düşman kampındaki durumun daha iyi olmadığını bilmesidir. İbn el-Esir’e göre, “Frenkler Antakya’yı zaptettikten sonra, on iki gün hiçbir şey yiyemediler.

 



Soylular atlarıyla, fakirler de cesetler ve ağaç yapraklarıyla besleniyorlardı”. Frenkler bu son aylar esnasında başka kıtlıklara da uğramışlardı, ama o zaman çevrede yağmaya çıkarak biraz erzak bulacaklarını biliyorlardı. Yeni kuşatılmışlık konumları artık buna olanak vermiyordu. Ve güvendikleri Yağısıyan’ın ihtiyatları da hemen hemen tükenmişti. Askerden kaçmalar yeniden başladı.


1098’de Antakya çevresinde çarpışan bu iki tükenmiş, morali bozulmuş ordunun arasından, tanrı kimin tarafını tutacağını bilmiyora benzemekteydi. Ama bir olay onun kararını etkiledi. Batılılar bunun mucize olduğunu söyleyeceklerdir, ama İbn el-Esir’in tasvirinde mucizeye yer yoktur.

“Frenklerin arasında, hepsinin önderi olan Bohémond vardı, ama aynı zamanda, Mesihin (tanrı huzur versin!) bir mızrağının Antakya’nın büyük binalarından biri olan Kusyan’ın içinde gömülü olduğu konusunda teminat veren çok kurnaz bir keşiş vardı. Onlara ‘eğer bunu bulursanız galip gelirsiniz, yoksa ölüm kesindir’ dedi. Daha önce Kuzyan’ın zeminine bir mızrak gömmüş ve bütün izleri yok etmişti. Onlara üç gün süreyle oruç tutmalarını ve tövbe etmelerini emretti; dördüncü gün onları uşakları ve işçileriyle buraya götürdü, bunlar her yeri kazdılar ve mızrağı buldular. Keşiş bunun üzerine haykırdı: ‘Sevinin, çünkü zafer kesindir!’ Beşinci gün, beş veya altı kişilik küçük gruplar halinde kent kapısından çıktılar. Müslümanlar Kürboğa’ya şöyle dediler: ‘Kapının yanında durup, çıkan herkesi vurmalıyız. Bu çok kolay, çünkü dağınıklar!’ Fakat o şöyle cevap verdi: ‘Hayır! Hepsinin dışarı çıkmasını bekleyin, sonra hepsini en sonuncusuna kadar öldürürüz!”.


Atabeyin hesabı göründüğünden daha az saçmadır. Böylesine disiplinsiz birliklerle, kaçmak için ilk fırsatı bekleyen emirlerle, kuşatmayı uzun süre devam ettirmesi olanaksızdır. Eğer Frenkler çarpışmaya girmek istiyorlarsa, onları çok kitlesel bir saldırıyla korkutarak kente geri dönmelerine yol açmamak gerekir. Kürboğa’nın öngöremediği şey, uygun zamanı bekleme yönündeki kararının onun sonunu getirmek isteyenler tarafından kötüye kullanılması olmuştur. Frenkler araziye yayılma harekâtını sürdürürlerken, Müslüman cephesinde kaçışlar başlamıştır. Herkes birbirini ihanet ve alçaklıkla suçlamaktadır. Birliklerinin denetiminin elinden kaçtığını hisseden ve herhalde kuşatma altındakilerin mevcudunu olduğundan az tahmin eden Kürboğa, onlara bir ateşkes önerir. Bu kendi adamlarının gözünden düşmesi ve düşmanın da güvenini artırması için son hareket olur: Frenkler teklifine cevap bile vermeden yüklenerek, onu bir süvari-okçu dalgasını kendi üzerlerine salmaya zorlarlar. Fakat Dukak ve emirlerin çoğu, birlikleriyle birlikte sakin sakin uzaklaşmaktadırlar. Giderek yalnız kaldığını gören atabey, genel bir geri çekilme emri verir, ama bu hemen bozguna dönüşür.


Güçlü Müslüman ordusu “bir kılıç veya mızrak darbesi indiremeden, tek bir ok bile atamadan” dağılmıştır. Musullu tarihçi fazla abartmamaktadır. “Frenkler de bir hileden şüphelenmektedirler, çünkü böylesine bir kaçışı haklı gösterecek bir çarpışma henüz olmamıştır. Böylece onlar da Müslümanları izlemekten vazgeçerler”. Kürboğa bu sayede, kılıç artıklarıyla birlikte Musul’a sağ salim dönebilmiştir. Bütün ihtirasları Antakya önünde sönmüştür, kurtarmaya yemin ettiği kent şimdi Frenkler tarafından sıkı sıkıya tutulmaktadır, hem de uzun süre tutacaklardır.


Fakat bu utanç gününden sonra en vahim durum, artık Suriye’de istilacıların ilerlemesini durduracak herhangi bir gücün kalmamış olmasıdır.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak