Antakya Faciası
İSTİLA (1096 - 1100)
MELUN BİR ZIRH YAPIMCISI
“Antakya valisi Yağısıyan Frenklerin yaklaştığından haberdar olunca, kentteki hıristiyanların ayaklanacaklarından korktu. Bu yüzden onları kentten sürmeye karar verdi.”
Olayı Frenk istilasından bir yüzyıldan daha fazla bir süre sonra, o çağın insanlarının bıraktıkları tanıklıklara dayanarak anlatacak olan Arap tarihçi İbn el-Esir’dir (İbn el-Asir olarak da yazılır.)
“İlk gün, Yağısıyan müslümanlara kenti çevreleyen savunma hendeklerini temizleme emrini verdi. Ertesi gün aynı angaryaya yalnızca hıristiyanları gönderdi. Onları akşama kadar çalıştırttı ve geri dönmek istediklerinde, ‘Antakya sizindir, ama Frenklerle olan sorunumuzu çözene kadar onu bana bırakmanız gerekiyor’ diyerek onları engelledi. Onlar da ona sordular: ‘Çocuklarımızı ve karılarımızı kim koruyacak?’. Emir cevap verdi: ‘Ben sizin yerinize ilgileneceğim’. Nitekim sürgünlerin aileleriyle gerçekten ilgilendi ve onların tek bir saç teline bile helal gelmesine izin vermedi.
Selçuklu sultanlarına kırk yıldan beri hizmet eden yaşlı Yağısıyan, bu 1097 yılının Ekim ayını bir ihanet takıntısı içinde yaşamaktadır. Antakya önünde toplanan Frenk ordularının, surların içinden işbirlikçilerin yardımını sağlamadan kente asla giremeyeceklerinden emindir. Çünkü ablukadan ötürü henüz açlık çekmeyen kentini saldırarak almak mümkün değildir. Sakalları beyazlaşmakta olan bu emirin elinin altında ancak altı-yedi bin asker varken, Frenklerin yaklaşık otuz bin savaşçıyı düzene soktuğu doğrudur. Ama Antakya, aslında alınabilir gibi bir kale değildir. Surlarının uzunluğu iki fersahtır (oniki kilometre) ve üç farklı düzeyde inşa edilmiş en az üç yüz altmış kulesi vardır. Kesme taşlardan ve tuğlalardan duvarlı engellerle sağlam bir şekilde inşa edilen surlar, doğuda Habib en-Nacar tepesine tırmanmakta ve zirveyi ele geçirilemez bir hisarla taçlandırmaktadır. Batıda, Suriyelilerin el-Asi (isyankâr, asi nehir) adını verdikleri Orontes (Asi) nehri vardır; buna Asi adının verilme nedeni, bazen ters yönde, yani Akdeniz’den ülke içine akıyormuş izlenimini vermesidir. Yatağı Antakya surları boyunca giderek, geçmesi çok kolay olmayan doğal bir engel oluşturmaktadır. Güneyde istihkâmlar bir vadiye doğru sarkmaktadırlar, bu vadinin eğimi o kadar diktir ki, surun bir devamı gibi durmaktadır. Bu nedenle, kuşatıcıların kenti tamamen sarmaları olanaksızdır ve kenti savunanların da dışarıyla haberleşme ve yiyecek sağlama konularında hiçbir sıkıntıları yoktur.
Surların kapladığı alanın içinde bina ve bahçelerin dışında geniş tarlaların da yer alması nedeniyle, kentin gıda ihtiyatları daha da bollaşmaktadır. Müslüman fethinden önce, Antakya iki yüz bin nüfuslu bir Roma metropolüydü. 1097’de ancak kırk bin kişi vardır ve eskiden kalabalık olan bir sürü mahalle, şimdi tarla ve bahçeye dönüşmüştür. Geçmiş ihtişamından bir kısmını kaybetmiş olmasına rağmen, etkileyici bir kent olmayı sürdürmektedir. Bütün seyyahlar Bağdat veya Konstantinopolis’ten gelenleri bile vardır, gözalabildiğine uzanan minareleri, kiliseleri, kemerli çarşıları, hisara doğru çıkan ağaçlıklı yokuşlarda yer alan lüks villarıyla bu kenti daha iyi gördüklerinde büyülenmektedirler.
Yağısıyan, tahkimatının sağlamlığı veya gıda ihtiyatının güvenirliği konusunda hiçbir kaygı duymamaktadır. Fakat, kenti kuşatma altında tutanlar eskiden de olduğu gibi, bitmez tükenmez surların herhangi bir yerinde onlara kapılardan birini açacak veya bir kuleye girişlerini kolaylaştıracak bir işbirlikçi bulurlarsa, bütün bu savunma araçları yararsız olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Başka yerlerde olduğu gibi, Antakya’da, da Doğu hıristiyanları- Rumlar, Ermeniler, Marunîler, Yakubiler- Frenklerin gelişiyle birlikte çifte bir baskıya maruz kalmışlardır: Onları Müslümanlara sempati duymakla suçlayan ve onlara alt düzeyden uyruk muamelesi yapan kendi dindaşlarının baskısı ve onları çoğu zaman istilacıların doğal müttefiki olarak gören müslüman hemşehrilerinin baskısı. Aslında dinsel ve ulusal mensubiyetler arasında sınır yoktur. Aynı Rum sözü, Grek kilisesine bağlı Bizanslıları ve Suriyelileri ifade etmektedir, zaten bunlar kendilerini hep Bizans imparatorunun uyrukları olarak görmektedirler; “Ermeni” kelimesi, hem bir Kilise’ye, hem de bir halka atıfta bulunmaktadır ve bir Müslüman “millet”ten (el-umma, ümmet) söz ettiğinde, söz konusu olan bir müminler cemaatidir. Yağısıyan’ın zihniyetinde, hıristiyanların kentten sürülmeleri dinsel bir ayırımcılıktan çok, Antakya’nın uzun süre tabi olduğu ve burayı geri almaktan hiç vazgeçmemiş düşman bir gücün, Konstantinopolis’in uyruklarına yönelik bir önlemdir.
Arapların denetimindeki Asya bölgesinin bütün büyük kentlerinin içinde, Antakya Selçuklu Türklerinin eline en son geçenidir; 1084’te burası daha Konstantinopolis’e aitti. Ve Frenk şövalyeleri bundan onüç yıl sonra burayı kuşatmaya geldiklerinde, Yağısıyan, doğal olarak bunun Rumların buradaki egemenliğini, çoğunluğu hıristiyan olan yerli halkın işbirliğiyle yeniden kurma yönünde bir girişim olduğuna inanmıştır. Emir bu tehlike karşısında hiçbir şeyden çekinmez. Böylece nasranileri (çoğ. nassara, İsa Nasaralı - Nazareth - doğumlu olduğu için hıristiyan anlamında) kentten sürer, sonra buğday, zeytinyağı ve bal iaşesini kendi eline alır ve tahkimatı her gün denetler, her ihmali ağır bir şekilde cezalandırır. Bunlar yeterli olacak mıdır? Bundan daha belirsiz birşey olamaz. Fakat alınan tedbirler, takviye gelmesini beklerken dayanmalarına olanak vereceklerdir. Takviye ne zaman gelecektir? Antakya’da yaşayan herkes bu soruyu kendine ısrarla sormaktadır ve Yağısıyan buna sokaktaki insandan daha iyi cevap verecek durumda değildir. Frenklerin henüz uzakta oldukları yazın, oğlunun Suriyeli Müslüman yöneticilere göndererek, onları kentini bekleyen tehlike konusunda uyarmıştır. İbn el-Kalanissi’den öğrendiğimize göre, Yağısıyan’ın oğlu Şam’da cihaddan söz etmiştir. Fakat XI. yüzyıl Suriye’sinde cihad, zor duruma düşen hükümdarların ortaya attıkları bir slogandan ibarettir. Bir emirin bir diğerine yardım etmeyi kabul etmesi için, bunda kişisel bir çıkar görmesi gerekmektedir. İşte yalnızca bu durumda, o da büyük ilkelerin yanında yer alabilmektedir.
Oysa bu 1097 sonbaharında, Yağısıyan’dan başka hiçbir yönetici kendini Frenk istilasından ötürü doğrudan tehdit altında hissetmemektedir. Eğer imparatorun tuttuğu askerler Antakya’yı geri almak istiyorlarsa, bundan daha olağan birşey olamaz, çünkü bu kent hep Bizans’a ait olmuştur. Rumların ne olursa olsun daha ileri gitmeyecekleri düşünülmektedir. Ve Yağısıyan’ın zor durumda olması, komşuları için mutlaka kötü birşey değildir. On yıldan beri, aralarına nifak sokarak, kıskançlıkları körükleyerek, ittifakları bozarak onlarla oynamıştır. Şimdi onlardan aralarındaki kavgaları unutarak kendine yardıma gelmelerini istemektedir; onların bu isteğe karşılık vermemelerine şaşırmalı mıdır?
Gerçekçi bir adam olan Yağısıyan, onu uzun uzadıya bekleteceklerini, süründüreceklerini, yardım etmek için dilenmek zorunda bırakacaklarını; eski oyunlarını, entrikalarını, ihanetlerini ödeteceklerini bilmektedir. Ancak onu imparatorun paralı askerlerine eli kolu bağlı teslim edecek kadar ileri gitmeyeceklerini hayal etmektedir. Sonuç olarak, acımasız bir arı kovanında hayatta kalmaya uğraşmaktan başka birşey yapmamıştır. Manevralarını yaptığı âlemde, yani Selçuklu emirlerinin dünyasında, kanlı kavgalar hiç durmamaktadır ve Antakya’nın efendisi, tıpkı bölgenin diğer bütün emirleri gibi, tavır takınmak zorunda kalmıştır. Eğer kaybedenin yanında yer almışsa, onu ölüm veya en azından hapishane beklemektedir. Eğer şansı yaver gidip de kazanan tarafı tutmuşsa, bir süre zaferinin tadını çıkartmakta, ödül olarak birkaç güzel esir kadın verilmekte, sonra kendini hayatını tehlikeye soktuğu yeni bir çatışmanın içinde bulmaktadır. Bu işi sürdürebilmek için doğru ata oynamak ve hep aynı ata oynamakta inat etmemek gerekir. Her hata ölüme götürür ve yatağında ölen çok az emir vardır.
Frenkler geldiğinde, Suriye’deki siyasal yaşam “iki kardeşin savaşı” nedeniyle zehirlenmiş durumdadır. Bunlar, bir meddahın hayalinden çıkmışçasına tuhaf iki kişidir: Halep hükümdarı Rıdvan ile Şam (Dımaşk) hükümdarı olan küçük kardeşi Dukak. Bunlar birbirlerine karşı öyle inatçı bir kin duymaktadırlar ki, ikisine birden yönelik bir tehdit bile uzlaşmayı düşünmelerine yol açamamaktadır. 1097’de Rıdvan yirmi yaşından biraz daha büyüktür, ama daha şimdiden bir esrar perdesinin gerisindedir ve onun hakkında çok dehşet verici efsaneler ortalıkta dolaşmaktadır. Kısa boylu, zayıf, sert ve bazen de endişeli bakışları olan bu kişi, İbn el-Kalanissi’nin dediğine göre. Haşhaşiyun tarikatına mensup bir “müneccim-tabip”in etkisi altında kalmaktadır. Bu haşhaşiyun tarikatı o tarihlerde yeni kurulmuştur ve Frenk istilasının tüm süresi boyunca önemli bir rol oynayacaktır. Halep hükümdarı, hiç de haksız yere olmaksızın, bu fanatikleri hasımlarını ortadan kaldırmada kullanmakla itham edilmektedir. Cinayetler, dine aykırı hareketler, büyücülük ile Rıdvan herkesin kuşkusunu uyandırmakta, ama en güçlü kini bizzat ailesinin içinde uyandırmaktadır. 1095’te tahta çıktığında, bir gün iktidar talebinde bulunurlar korkusuyla küçük erkek kardeşlerinden ikisini boğdurtmuştur; bir üçüncüsü, tam Rıdvan’ın kölelerinin güçlü parmaklarının boğazını sıkacakları gece, Halep kalesinden kaçarak canını kurtarabilmiştir: Ölümden kurtulan bu kardeş Dukak’tır ve o zamandan bu zamana ağabeyine karşı amansız bir kin beslemektedir. Kaçtıktan sonra Şam’a sığınmış, kentteki askerler de onu hükümdar ilân etmişlerdir. Bu kararsız, etki altında kalan, öfkesi burnunda, sağlığı narin genç adam, ağabeyinin kendini öldürmek istediği takıntısı içinde yaşamaktadır. Bu yarı-deli iki hükümdarın arasında kalan Yağısıyan’ın işi hiç de kolay değildir.
Hemen yanıbaşındaki komşusu, başkenti Halep olan Rıdyan’dır. Dünyanın en eski kentlerinden biri olan Halep, Antakya’ya üç günden daha az yürüyüş mesafesindedir. Yağısıyan, Frenklerin gelmesinden iki yıl önce, kızını Rıdvan ile evlendirmiştir. Fakat, bu damadının onun topraklarına göz diktiğini çabucak anlamış ve o da kendi hesabına hayatından endişe etmeye başlamıştır. Haşhaşiyun tarikatı, Dukak gibi ona da musallat olmuştur. Ortak tehlike bu iki adamı doğal olarak yaklaştırdığından, Frenkler Antakya’ya doğru ilerlerken, Yağısıyan ilk önce Şam hükümdarına yönelmiştir.
Fakat Dukak tereddüt etmektedir. Bunun Frenklerden korktuğu için olmadığına teminat vermektedir, ama ağabeyinin onu geriden kıstırmasına olanak vermemek için, ordusunu Halep civarına götürmeye niyeti yoktur. Müttefikinin karar vermesini sağlamanın ne kadar güç olduğunu bilen Yağısıyan; ona parlak, atılgan, tutkulu, bir işin ucunu bırakmayan genç bir adam olan oğlu Şemsüddevle’yi (Devletin Güneşi) göndermiştir. Şems, saraydan hiç ayrılmamış, bir pohpohlayıp, bir tehdit ederek, Dukak ve danışmanlarını bıktırmıştır. Şam’ın efendisi, gene de Antakya çarpışmasının başlamasından iki ay sonra, ancak Aralık 1097’de, ordusuyla birlikte kuzey yolunu tutmaya istemeye istemeye razı olmuştur. Şems ona eşlik etmektedir. Bir hafta süren yol boyunca, Dukak’ın fikir değiştirmeye rahatça zaman bulacağını bilmektedir. Nitekim, genç hükümdar yol aldıkça daha sinirli hale gelmektedir. 31 Aralıkta Şam ordusu yolun üçte ikisini aşmıştır, bölgede hayvanları için ot arayan bir Frenk birliğiyle karşılaşır. Sayısal üstünlüğüne ve düşmanını kuşatmadaki görece rahatsızlığına rağmen, Dukak saldırı emrini vermekten vazgeçer. Bu, bir an için şaşkına dönmüş olan Frenklere kendilerini toplama ve yayılma süresi bırakmak demektir. Gün sona ererken, yenen veya yenilen yoktur, ama Şamlılar hasımlarından daha fazla adam kaybetmişlerdir: Dukak’ın cesaretinin kırılması için bu yeterli olmuştur; Şems’in umutsuz yalvarmalarına rağmen adamlarına hemen geri dön emri verir.
Dukak’ın harekâtı yarıda bırakması, Antakya’da büyük bir üzüntüye yol açar, ama kenti savunanlar vazgeçmezler. 1098’in bu ilk günlerinde, kenti kuşatanların arasında ilginç bir karışıklık vardır. Yağısıyan’ın birçok casusu düşman kampına sızmayı başarmıştır. Bu casusların bazıları, Rumlara duydukları kinle hareket etmektedirler, ama çoğu bu sayede emirin lütfuna nail olmayı uman kent hıristiyanlarındandır. Ailelerini Antakya’da bırakmışlardır ve onların güvenliğini sağlamaya uğraşmaktadırlar. Getirdikleri haberler, kent halkının moralini yükseltmektedir: Kuşatma altındakilerin erzakları bolken, Frenkler açlık tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Daha şimdiden yüzlercesi ölmüş ve binek hayvanlarından çoğu da yenilmek üzere kesilmiştir. Şam ordusuyla karşılaşan seferi birlik, tam da birkaç koyun, birkaç keçi peşindeydi ve ambarları yağmalayacaktı. Açlığa başka afetler eklenerek, istilacıların moralini her gün biraz daha düşürmektedirler. Yağmur aralıksız yağarken, Suriyelilerin Antakya’ya taktıkları bayağı “sidikli” lâkabını doğrulamaktadır. İstilacıların ordugâhı çamur deryasına dönmüştür. Ve bu arada yer sarsıntıları hep devam etmektedir. Bölge insanları buna alışkındırlar, ama Frenkler dehşete kapılmaktadırlar; tanrısal bir cezaya uğradıkları inancıyla gökler katına yalvarmak üzere toplandıklarında, dualarının meydana getirdiği büyük gürültü şehirden bile duyulmaktadır. Yüce Tanrının öfkesini yatıştırmak için, fahişeleri kamplarından kovmaya, meyhaneleri kapatmaya ve kumarı yasaklamaya karar verdikleri söylenmektedir. Komutanlar dahil olmak üzere, askerden kaçmalar çoğalmıştır.
Bu gibi haberler, kenti savunanların savaşkanlığını doğal olarak artırmakta ve onlar da cesur huruç hareketlerini çoğaltmaktadırlar. İbn el-Esir’in diyeceği gibi, “Yağısıyan hayranlık verici bir cesaret, bilgelik ve kararlılık gösterdi”. Ve heyecana kapılan Arap tarihçi şunları ekleyecektir: “Frenklerin çoğu öldü. Eğer geldikleri sırada olduğu kadar kalabalık kalsalardı, bütün İslam alemini işgâl ederlerdi!”. Eğlendirici bir abartma, ama istilanın yükünü aylar boyunca tek başına taşıyacak olan Antakya garnizonunun kahramanlığına yönelik, hakedilmiş bir saygı gösterimi.
Çünkü yardımlar hâlâ beklenmektedir. Dukak’ın alçaklığından yaralanan Yağısıyan, 1098 Ocağında Rıdvan’a yönelmek zorunda kalmıştır. Halep emirinden boynu eğik bir şekilde özür dileme; onun bütün alaylarını gözünü kırpmadan dinleme ve ona İslam ve akrabalık ilişkileri adına askerlerini gönderip Antakya’yı kurtarması için yalvarma gibi güç bir görev, gene Şemsüddevle’ye düşmüştür. Şems, emir kayınbiraderinin bu cins deliller karşısında tamamen duyarsız olduğunu ve Yağısıyan’a elini uzatmaktansa bu eli kesmeyi tercih edeceğini çok iyi bilmektedir. Fakat olaylar daha da zorlayıcı hale gelmiştir. Gıda durumları giderek kötüleşen Frenkler, Selçuklu emirinin topraklarında bir talan harekâtına girişerek, Halep yakınlarını bile yağmalayıp, alt üst etmişlerdir ve Rıdvan, kendi toprakları üzerine yönelen tehdidi ilk kez hissetmiştir. Böylece Antakya’ya yardımdan çok kendini savunmayı düşünerek, ordusunu Frenklere karşı göndermeye karar vermiştir. Şems zafer kazanmıştır. Babasına, Halep birliklerinin saldıracağı zamanı bildiren ve kuşatmacıları kıskaca almak üzere kitlesel bir huruç yapmasını isteyen bir haber göndermiştir.
Antakya’da Rıdvan’ın müdahalesi o kadar beklenmedik birşey olmuştur ki, tanrının bir armağanı gibi görülmüştür. Acaba bu, yüz günden beri süren çarpışmanın belirleyici dönemeci midir?
Hisardaki gözcüler, 9 Şubat 1098 öğleden sonra Halep ordusunun yaklaştığını haber vermişlerdir. Bu orduda binlerce süvari vardır; oysa Frenkler, kıtlığın binek hayvanlarını tüketmiş olmasından ötürü, onların karşısına ancak yedi veya sekiz yüz atlı çıkartabilmektedirler. Günlerdir diken üstünde yaşayan kuşatma altındakiler, çarpışmanın hemen başlamasını istemektedirler. Ama Rıdvan’ın ordusu durup, çadırları kurmaya başladığından, çarpışma emri sonraki güne ertelenmiştir. Hazırlıklar bütün gece sürdürülmüştür. Artık her asker, nerede ve ne zaman harekete geçeceğini çok iyi bilmektedir. Yağısıyan adamlarına güvenmektedir, onların paylarına düşeni yapacaklarından emindir.
Hiç kimsenin bilmediği, çarpışmanın daha başlamadan kaybedildiğidir. Frenklerin savaşçı niteliklerine ilişkin olarak anlatılanlardan dehşete kapılan Rıdvan, artık sayısal üstünlüğünden yararlanmaya cüret edememektedir. Birliklerini harekete geçirmek yerine, onları korumaktan başka birşey düşünmemektedir. Ve her tür kuşatılma tehlikesini önlemek üzere, onları bütün gece boyunca Asi nehriyle Antakya kalesi arasında kalan dar bir toprak şeridinde tutmuştur. Frenkler şafakla birlikte saldırıya geçtiklerinde, Halepliler felç olmuş gibidirler. Alanın darlığından ötürü hiç hareket edememektedirler. Atlar şaha kalkmakta ve düşenler daha ayağa kalkmadan kardeşleri tarafından çiğnenmektedir. Tabii ki artık geleneksel taktikleri uygulamak ve düşmana birbirini izleyen süvari-okçu dalgaları halinde saldırmak söz konusu değildir. Rıdvan’ın adamları, göğüs göğüse bir çarpışmaya zorlanmışlardır ve burada zırhlı şövalyeler kolayca ezici bir üstünlük sağlamaktadırlar. Bu tam bir kıyımdır. Frenkler tarafından izlenen emir ve askerleri, artık anlatılamaz bir düzensizlik içinde kaçmaktan başka birşey düşünememektedirler.
Antakya surlarının dibinde çarpışma başka bir şekilde cereyan etmektedir. Kenti savunanlar, günün ilk ışıklarıyla birlikte kitlesel bir huruç hareketi yapmışlar ve bu da kuşatıcıları gerilemek zorunda bırakmıştır. Çarpışmalar çetin geçmektedir ve Yağısıyan’ın askerleri çok iyi bir konumdadırlar. Öğleden biraz önce Frenklerin kampını kuşatmaya başladıkları sırada, Haleplilerin bozgun haberi gelir. Emir bunun üzerine adamlarına, istemeye istemeye kente geri dönme emrini verir. Geri çekilmeleri tam bitmiştir ki, Rıdvan’ı ezen şövalyeler ölümcül-ödülleriyle geri dönerler. Antakya halkı biraz sonra muazzam kahkahalar, boğuk bazı ıslıklar duyar ve bunların arkasından Haleplilerin berbat durumdaki kelleleri mancınıkla atılır. Kenti bir ölüm sessizliği sarmıştır.
Yağısıyan etrafındakileri cesaretlendirmek için birkaç cümle söylese de, kentinin etrafındaki kıskacın daraldığını ilk kez hissetmektedir. İki düşman kardeşin de bozguna uğramasından sonra, artık Suriyeli emirleri beklemekten başka yapacak birşeyi kalmamıştır. Başvuracağı tek kişi kalmıştır: Güçlü Musul atabeyi Kürboğa. Fakat onun da, Antakya’dan iki hafta yürüyüş mesafesinde bulunma gibi bir engeli vardır.
Tarihçi İbn el-Esir’in vatanı olan Musul, “Cezire”nin, yani Mezopotamya’nın, Dicle ve Fırat gibi iki büyük nehir tarafından sulanan verimli ovanın başkentidir. Çok önemli bir siyasal, kültürel ve ekonomik merkezdir. Araplar, onun lezzetli meyvalarını; elmalarını, armutlarını, üzümlerini, narlarını övmektedirler. Bütün dünya, bu kentin ihraç ettiği nitelikli ince kumaş ile onun adını özdeşleştirmektedir: “Muslim”. Frenkler geldiğinde, emir Kürboğa’nın topraklarında başka bir zenginlik işletilmeye başlamış durumdaydı. Seyyah İbn Cübeyir birkaç on yıl sonra neft adındaki bu zenginlik kaynağını tasvir edecektir. Dünyanın bu parçasını bir gün zengin edecek olan bu koyu renkli değerli sıvı, daha şimdiden kendini geçenlerin bakışlarına sunmaktadır.
“Dicle yakınlarında el-Kayyara (bitümlük) denilen bir yerden geçiyoruz. Musul’a giden yolun sağında, sanki bir bulutun altındaymış gibi olan bir kara toprak çöküntüsü var. Tanrı burada, bitüm veren irili ufaklı kaynaklar fışkırtmış. Bunlardan biri bazen kaynayan bir kaptaki gibi parçalar fırlatıyor. Bunları toplamak üzere havuzlar yapıyorlar. Bu kaynakların etrafında siyah bir gölcük var, bunun yüzeyinde kara bir köpük bulunuyor; gölcük bu köpüğü kıyıya atıyor ve o da burada bitüm olarak pıhtılaşıyor. Bu ürün çok kaygan, düz, parlak bir çamur görüntüsünde olup, çok güçlü bir koku çıkartıyor. Daha önce sözünün edildiğini duyduğumuz ve tasviri bize çok olağanüstü gelmiş olan bir harikayı böylece kendimiz gözleyebildik. Buradan çok uzakta olmayan bir yerde, Dicle kıyılarında, dumanını uzaktan farkettiğimiz başka bir büyük kaynak daha var. Bitüm elde edilmek istenildiğinde buranın tutuşturulduğu söylendi. Alev sıvı unsuru tüketiyor. Suriye’de ve Akkâ’ya kadar olan bütün bölgede ve sahil kesimlerinde bu bilinmektedir. Allah istediğini yaratır. Ona şükürler olsun”.
Musul halkı kara sıvıya tedavi edici özellik atfetmekte ve hasta olduklarında içine girmektedirler. Petrolden üretilen bitüm (asfalt), inşaatçılıkta, tuğlaların birbirlerine tutturulması için harç olarak kullanılmaktadır. Su geçirmez nitelikte olmasından ötürü, hamam duvarları onunla sıvanmakta ve burada cilalı bir siyah mermer görüntüsü almaktadır. Ama daha sonra göreceğimiz üzere, petrol en çok askeri alanda kullanılmaktadır.
Bu gelecek vaadeden kaynaklardan bağımsız olarak, Musul, Frenk istilasının başlangıcında başta bir stratejik rol oynamaktadır ve yöneticileri Suriye işlerine karışma olanağını yakaladıklarından, muhteris Kürboğa bunu kullanmak istemektedir. Ona göre, Yağısıyan’ın yardım çağrısı, etkisini yayma konusunda düşlediği fırsattır. Hiç tereddüt etmeden büyük bir ordu toplamaya söz verir. Antakya artık yalnızca Kürboğa’yı bekleyerek yaşamaktadır.
Bu hızır gibi yetişen adam, eski bir köledir ve bu durumun Türk emirleri arasında hiç de alçaltıcı bir yanı yoktur. Nitekim, Selçuklu hükümdarları en sadık ve en yetenekli kölelerini sorumluluk gerektiren görevlere getirme adetini edinmişlerdir. Ordu komutanları, kent valileri çoğu zaman köledirler (memluk) ve otoriteleri o kadar büyüktür ki, resmen azad edilmelerine bile gerek kalmamaktadır. Frenk istilası sona ermeden önce, tüm İslami Doğu Memluk sultanlar tarafından yönetilir hale gelecektir. Daha 1098’de bile, Şam, Kahire ve birçok diğer büyük kentin en etkili adamları köle veya köle oğludur.
Kürboğa bunların en güçlü ve muktedirlerindendir. Sakalına kır düşmüş bu otoriter subay, Türkçe bir unvan adla gelen Atabey.
Selçuklu imparatorluğunda yönetici hanedanın üyeleri arasında ölümler yüksek düzeydedir çarpışmalar, cinayetler, idamlar ve bunlar çoğu zaman reşit olmayan ardıllar bırakmaktadırlar. Bunların çıkarlarını savunmak üzere, üvey babalık rolünü tamamlasın diye genelde bu çocuğun annesiyle evlenen bir vasi atanmaktadır. Bu atabeyler, mantık gereği iktidarın gerçek sahibi olmakta ve bu iktidarlarını çoğu zaman kendi öz oğullarına bırakmaktadırlar. Meşru bey, onların elinde artık bir kukladan başka bir şey olmamaktadır, hatta bazen bir rehine durumuna düşmektedir. Fakat görünüş titizlikle kurtarılmaktadır. Böylece, ordular resmen üç veya dört yaşlarındaki çocukların “komutası” altındadır, bunlar iktidarlarını atabeylere “devretmişler”dir.
1098 Nisanının son günlerinde otuz bin kadar adam Musul çıkışında toplandığında, işte tam da bu alışılmadık manzaraya tanık olunmuştur. Resmi ferman, kahraman askerlerin, ordunun komutasını kundak bezlerinin içinden atabey Kürboğa’ya emanet eden meçhul bir Selçuklu dölünün emirleri altında cihad yapacaklarını bildirmektedir.
Ömrünü Musul atabeylerinin hizmetinde geçirecek olan tarihçi İbn el-Esir’e göre, “Kürboğa’nın ordusunun Antakya’ya yöneldiğini öğrenen Frenkler korkuya kapıldılar, çünkü zayıf düşmüşlerdi ve erzakları azdı”. Buna karşılık kenti savunanlar tekrar umutlanmışlardır. Müslüman birlikleri yaklaştıklarında bir kez daha huruç yapmaya hazırlanmaktadırlar. Oğlu Şemsüddevle’den etkin bir yardım alan Yağısıyan, aynı inatla buğday ihtiyatlarını denetlemiş, istihkâmları gözden geçirmiş ve “Tanrının izniyle” kuşatmanın yakında kalkacağını vaadederek, askerlerini yüreklendirmiştir.
Fakat halkın önünde gösterdiği güven bir yapmacıktan ibarettir. Durum birkaç haftadan beri hissedilir derecede bozulmuştur. Kentin ablukası çok daha sıkı, iaşe daha zor ve durumlar daha kaygı verici hale gelmiştir, düşman kampından gelen haberler seyrelmektedir. Söyledikleri ve yaptıkları herşeyin Yağısıyan’a aktarıldığını farkeden Frenkler, sert davranmaya karar vermişlerdir. Emirin ajanları, onların bir adamı öldürüp şişte pişirdikten sonra yediklerini görmüşlerdir; yerken, yakalanacak her casusun kaderinin bu olacağını yüksek sesle haykırmaktadırlar. Dehşete kapılan casuslar kaçmışlardır ve Yağısıyan artık kuşatanlar hakkında pek bir şey bilmemektedir. Tecrübeli bir asker olarak, durumu çok kaygı verici görmektedir.
Ona güven veren şey, Kürboğa’nın yolda olmasıdır. Mayıs ortalarına doğru binlerce savaşçıyla buralarda olması gerekmektedir. Antakya’da herkes bu anı beklemektedir. Hergün, temennilerini gerçek sanan kentliler tarafından çıkartılan söylentiler dolaşmaktadır. Fısıldaşılmakta, burçlara doğru koşulmakta, yaşlı kadınlar henüz sakalı bitmemiş birkaç askeri anaca bir tavırla sorgulamaktadırlar. Cevap hep aynıdır: Hayır, yardım birlikleri gözükmedi, ama yakında gelirler.
Büyük Müslüman ordusu Musul’dan ayrılırken, kargılarının güneş altındaki parıltısı ve beyazlar giymiş bir süvari denizinin ortasında dalgalanan Abbasi ve Selçukluların amblemi siyah sancaklarıyla göz kamaştırıcı bir manzara sunmaktadır. Sıcağa rağmen yürüyüş yavaşlatılmamaktadır. Ordu bu hızla iki haftadan önce Antakya’ya varacaktır. Ama Kürboğa kaygılıdır. Yola çıkmadan az önce telaşa düşürecek haberler almıştır. Bir Frenk birliği, Arapların el-Ruha dedikleri Edessa’yı (Urfa) ele geçirmişdir; burası Musul’dan Antakya’ya giden yolun kuzeyinde büyük bir Ermeni kentidir. Ve Atabey, kuşatma altındaki kente vardığında, Edessa’daki Frenklerin, arkasında olacaklarını düşünmekten kendini alıkoyamamaktadır. Böylece kıskaç içinde kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalmayacak mıdır? Mayısın ilk günlerinde başlıca emirlerini toplayarak, yolunu değiştirme kararı verdiğini açıklamıştır. Önce kuzeye yönelerek Edessa sorununu birkaç gün içinde çözecektir, bundan sonra Antakya’yı kuşatanlarla tehlikesizce karşılaşabilir. Bazı emirler, Yağısıyan’ın endişeli mesajını hatırlatarak itiraz etmişlerdir. Fakat Kürboğa onları susturmuştur. Karar verdi mi keçi gibi inatçı olmaktadır. Emirler homurdanarak itaat ederken, ordu Edessa’ya giden dağlık yola girmiştir.
Ermeni kentinin durumu gerçekten kaygı vericidir. Kenti terkedebilen az sayıdaki Müslüman haberleri aktarmıştır. Baudoin adında bir Frenk komutanı, emrinde yüzlerce şövalye ve iki binden fazla piyade olduğu halde Şubat başında gelmiştir. Türk savaşçıların artan saldırılarına karşın kentin askeri gücünü arttırmak üzere, yaşlı bir Ermeni olan vali Toros ona başvurmuştur. Fakat Baudoin yalnızca paralı bir asker olmayı reddetmiştir. Toros’un meşru varisi olarak belirlenmeyi istemiştir. Resmi bir evlat edinme töreni, Ermeni örfüne uygun bir şekilde yapılmıştır. Toros çok geniş bir beyaz entari giymiş, beline kadar çıplak Baudoin, “babası”nın elbisesinin altına girerek, vücudunu onunkine yapıştırmıştır. Sonra “anne”nin, yani Toros’un karısının sırası gelmiştir. Baudoin onun da entarisiyle çıplak bedeninin arasına süzülmüştür. Bu olayı eğlenerek seyredenler, evlat edinme için düşünülmüş bu ayinin, “oğul” kocaman kıllı bir şövalye olduğunda biraz sapıtık hale geldiğini fısıldaşmaktadırlar.
Kendilerine anlatılan sahneyi hayallerinde canlandıran Müslüman askerler kahkahalarla gülmektedirler.
Fakat hikâyenin devamı onları titretmiştir: Törenden birkaç gün sonra, “anne ve baba” “oğul”un isteğiyle halk tarafından linç edilmiş, o da onların öldürülmelerini duygusuz bir şekilde seyrettikten sonra, kendini Edessa kontu ilân etmiş ve ordu ile yönetimin bütün önemli mevkilerine Frenk arkadaşlarını getirmiştir.
Bütün kaygılarının teyid olduğunu gören Kürboğa, kenti kuşatmaya başlamıştır. Fakat emirleri onu gene bundan vazgeçirmeye uğraşmışlardır. Edessa’daki üç bin Frenk askeri, onbinlerce askeri olan Müslüman ordusuna saldırmaya asla cüret edemeyecektir; buna karşılık kenti savunmaya bu sayıları fazlasıyla yeter ve kuşatma aylarca sürebilir. Bu arada kaderine terkedilen Yağısıyan, istilacıların baskısı karşısında boyun eğebilir Atabey hiçbir şey duymak istememektedir. Ve ancak Edessa surları dibinde üç hafta kaybettikten sonra hatasını kabul eder ve cebri yürüyüşle Antakya yoluna yeniden koyulur.
Kuşatma altındaki kentte, Mayısın ilk günlerindeki umut yerini tam bir düzensizliğe bırakmıştır. Sokakta olduğu gibi sarayda da Musul birliklerinin neden bu kadar geciktikleri anlaşılamamaktadır. Yağısıyan umutsuzluk içindedir.
Gerilim had safhaya çıkmışken, 21 Haziranda günbatımından biraz önce, devriyeler Frenklerin bütün güçlerini biraraya topladıklarını ve kuzeydoğuya yöneldiklerini bildirirler. Emirlerin ve askerlerin tek bir açıklaması vardır: Kürboğa yakınlardadır ve kuşatmacılar onu karşılamaya gitmektedirler. Kısa bir süre içinde fısıltı gazetesi evleri ve surları haberdar eder. Kent yeniden soluk alır. Atabey yarın kenti kurtaracaktır. Kâbus yarın sona erecektir. Akşam serin ve nemlidir. Evlerin eşiklerinde, bütün ışıklar sönük olduğu halde saatlerce tartışılır. Sonunda Antakya uykuya dalar, bitkindir ama güvenlidir.
Saat sabahın dördüyken, kentin güneyinde taşa sürtünen bir ipin boğuk sesi gelir. Bir adam, beş kenarlı büyük bir kulenin tepesinden sarkarak el işaretleri yapmaktadır. Bütün gece boyunca gözünü kırpmamıştır ve sakalı diken dikendir. İbn el-Esir’in söyleyeceği gibi, “kulelerin savunmasına memur edilmiş bir zırh yapımcısı” olup, adı Firuz’dur. Ermeni kökenli bir Müslüman olan Firuz, uzun süre Yağısıyan’ın çevresinde yer almış, ama emir onu yakınlarda karaborsa yapmakla suçlayıp ağır bir para cezasına çarptırmıştır. İntikam çaresi arayan Firuz, kenti kuşatanlarla temasa geçmiştir. Onlara, kentin güneyinde vadiye girişi olan bir pencerenin kendi denetiminde olduğunu ve onları oraya sokacağını söyler. Bir tuzak kurmadığını kanıtlamak üzere, öz oğlunu onlara rehine olarak göndermiştir. Kuşatmacılar da ona altın ve toprak vaadaderler. Planı kararlaştırırlar: 3 Haziran şafakla birlikte harekete geçilecektir. Bir gece önce, kuşatmacılar muhafız askerlerin dikkatini azaltmak üzere uzaklaşıyormuş gibi yapmışlardır.
İbn el-Esir şöyle anlatacaktır: “Frenkler ile bu melun zırh yapımcısı arasında anlaşmaya varıldıktan sonra, bu küçük pencereye doğru tırmanmışlar, onu aşarak içeri ipler yardımıyla çok sayıda adam sokmuşlardır. Sayıları beş yüze ulaşınca, şafakta boru çalmaya başlamışlardır, bu sırada kenti savunanlar bütün gece uyanık kalmaktan ötürü bitkin durumdadırlar. Yağısıyan uyanarak ne olduğunu sormuştur. Ona, boru seslerinin herhalde artık düşmüş olan hisardan geldiği cevabı verilmiştir.”
Gürültüler ikiz kızkardeş kulesinden gelmektedir. Fakat Yağısıyan bunu doğrulatmak zahmetine girmez. Herşeyin kaybedildiğine inanmaktadır. Dehşete kapılarak, kentin kapılarından birinin açılmasını emreder ve birkaç muhafızla birlikte kaçar. Afallamış bir şekilde saatlerce at sürer, aklını bir türlü toplayamamaktadır.
İki yüz günlük bir direnmeden sonra, Antakya’nın efendisi çökmüştür. İbn el-Esir onun zayıflığını kınamakla birlikte, sonunu duygulu bir şekilde anlatmaktadır.
“Ailesini, oğullarını ve Müslümanları terkettiği için ağlamaya başladı ve acısından atından baygın yere düştü. Refakatçileri onu tekrar eğere oturtmaya çalıştılar, ama ayakta duramıyordu. Ölmek üzereydi. Onu bıraktılar ve uzaklaştılar. Oradan geçen Ermeni bir oduncu onu tanıdı. Kafasını kesti ve Antakya’daki Frenklere götürdü”.
Kenti ise kan ve ateş içindedir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar çamurlu sokaklarda kaçmaya uğraşmakta, ama şövalyeler onları kolayca yakalayıp oracıkta boğazlamaktadırlar. En son hayatta kalanların da dehşet çığlıkları yavaş yavaş yatışır, kısa bir süre sonra onların yerini daha şimdiden sarhoş olmuş birkaç Frenk yağmacının çatlak sesi alır. Ateşe verilen çok sayıdaki evden dumanlar yükselmektedir. Öğlenleyin, kenti bir matem örtüsü sarar.
Bu 3 Haziran 1098’deki kanlı çılgınlığın ortasında bir tek kişi soğukkanlılığını korumuştur. Bu, yorulma bilmeyen Şemsüddevle’dir. Kent zaptedilir edilmez, Yağısıyan’ın oğlu bir grup savaşçıyla birlikte hisara çekilerek barikat kurmuştur. Frenkler onu oradan çıkartmayı birçok kereler denerler, ama her seferinde ağır kayıplar vererek püskürtülürler. Frenk komutanların en yükseği olan uzun sarı saçlı dev Bohémond da bu saldırılardan birinde yaralanmıştır. Başına gelenden ders alarak, kentten çıkış güvencesi karşılığında hisarı terketmesini önermek üzere Şems’e haber gönderir. Fakat genç emir yüce bir şekilde reddeder. Antakya, bir gün kendine kalacağını hep düşündüğü topraktır, son nefesine kadar çarpışacaktır. Ne erzakı, ne de sivri okları eksiktir. Habeb en-Nacar tepesinin zirvesine muhteşem bir şekilde taht kurmuş olan hisar, Frenklere aylarca meydan okuyabilir. Bunlar eğer burçlara tırmanmaya kalkışırlarsa binlerce adam kaybedeceklerdir.
Sonuncu direnişçilerin kararlılığı pahalıya patlayacağa benzemektedir.
Şövalyeler hisara saldırmaktan vazgeçerek, onu bir güvenlik kuşağıyla çevrelemekle yetinirler. Ve Antakya’nın düşmesinden üç gün sonra, Şems ve arkadaşlarının sevinç çığlıklarından
Kürboğa’nın ordusunun ufukta olduğunu öğrenirler. Şems ve boyun eğmeyen bir avuç arkadaşı için, İslam süvarilerinin ortaya çıkmasının inanılmaz bir yanı vardır. Gözlerini ovuşturmakta, ağlamakta, dua etmekte, birbirlerine sarılmaktadırlar. Allahü Ekber sesleri, hisara nihayetsiz bir homurtu halinde gelmektedir. Frenkler, Antakya surlarının arkasına çekilirler; kuşatıcıyken kuşatma altında kalmışlardır.
Şems mutludur, ama hâlâ üzüntülüdür. Yardım birliğinin ilk komutanları ona bu daracık yerde ulaştıklarında, onları binlerce soruyla hırpalar. Neden bu kadar geç gelindi? Neden Frenklere Antakya’yı zaptedecek ve halkı katledecek zaman bırakıldı? Bütün muhataplarının, ordularının tutumunu haklı çıkartmak yerine bütün belâlardan ötürü Kürboğa’yı suçladıklarını şaşkınlıkla görür; küstah, kendini beğenmiş, beceriksiz, hain Kürboğa’nın yüzünden.
Yalnızca kişisel antipatiler değil, aynı zamanda elebaşının emir Dukak’tan başkasının olmadığı gerçek bir fesat söz konusudur. Dukak Musul ordusuna Suriye’ye girdiği anda katılmıştır. Müslüman ordusu hiç de türdeş bir askeri güç değildir. Çıkarları çoğunlukla çelişen beyler arasında bir koalisyondur. Atabeyin toprak edinme tutkusu kimse için sır değildir ve Dukak, diğer beyleri gerçek düşmanın bizzat Kürboğa olduğu konusunda ikna etmekte hiçbir güçlükle karşılaşmamıştır. Eğer Kürboğa kafirlerle olan çarpışmadan galip çıkarsa kendini kurtarıcı ilan edecek ve artık hiçbir Suriye kenti onun egemenliği dışında kalamayacaktır. Eğer bunun tersine Kürboğa yenilirse, Suriye kentlerinin üzerine çöken tehlike atlatılmış olacaktır. Bu tehdid karşısında, Frenk tehlikesi küçük bir belâdır. Rumların, paralı askerlerinin yardımıyla Antakya kentini geri almak istemelerinde dramatik olan birşey yoktur, çünkü Frenklerin Suriye’de kendi devletlerini kurmaları olanaksızdır. İbn el-Esir’in diyeceği gibi, “Atabey iddialarıyla Müslümanları o kadar rahatsız etti ki, onlar da çarpışmanın en belirleyici anında ona ihanet etmeye karar verdiler.”
Demek ki bu muhteşem ordu, ilk darbede yere düşecek, içi kof bir devden başka birşey değildir. Antakya’nın terkedilmesine karar verilmesini unutmaya hazır olan Şems, hâlâ bütün bu iğrençliklerin üstesinden gelmeye uğraşmaktadır. Eski hesapları görme zamanı olmadığını düşünmektedir. Umutları kısa ömürlü olacaktır. Kürboğa gelişinin ertesi günü onu çağırarak, hisarın komutasının elinden alındığını bildirir. Şems kızar. Bir kahraman gibi çarpışmamış mıdır? Bütün Frenk şövalyelerine kafa tutmamış mıdır? Antakya beyinin varisi değil midir? Atabey tartışmaya girmez. Komutan odur ve kendine itaat edilmesini istemektedir.
Yağısıyan’ın oğlu, etkileyici cüssesine rağmen Müslüman ordusunun galip gelme yeteneğine sahip olmadığına artık ikna olur. Tek tesellisi, düşman kampındaki durumun daha iyi olmadığını bilmesidir. İbn el-Esir’e göre, “Frenkler Antakya’yı zaptettikten sonra, on iki gün hiçbir şey yiyemediler.
Soylular atlarıyla, fakirler de cesetler ve ağaç yapraklarıyla besleniyorlardı”. Frenkler bu son aylar esnasında başka kıtlıklara da uğramışlardı, ama o zaman çevrede yağmaya çıkarak biraz erzak bulacaklarını biliyorlardı. Yeni kuşatılmışlık konumları artık buna olanak vermiyordu. Ve güvendikleri Yağısıyan’ın ihtiyatları da hemen hemen tükenmişti. Askerden kaçmalar yeniden başladı.
1098’de Antakya çevresinde çarpışan bu iki tükenmiş, morali bozulmuş ordunun arasından, tanrı kimin tarafını tutacağını bilmiyora benzemekteydi. Ama bir olay onun kararını etkiledi. Batılılar bunun mucize olduğunu söyleyeceklerdir, ama İbn el-Esir’in tasvirinde mucizeye yer yoktur.
“Frenklerin arasında, hepsinin önderi olan Bohémond vardı, ama aynı zamanda, Mesihin (tanrı huzur versin!) bir mızrağının Antakya’nın büyük binalarından biri olan Kusyan’ın içinde gömülü olduğu konusunda teminat veren çok kurnaz bir keşiş vardı. Onlara ‘eğer bunu bulursanız galip gelirsiniz, yoksa ölüm kesindir’ dedi. Daha önce Kuzyan’ın zeminine bir mızrak gömmüş ve bütün izleri yok etmişti. Onlara üç gün süreyle oruç tutmalarını ve tövbe etmelerini emretti; dördüncü gün onları uşakları ve işçileriyle buraya götürdü, bunlar her yeri kazdılar ve mızrağı buldular. Keşiş bunun üzerine haykırdı: ‘Sevinin, çünkü zafer kesindir!’ Beşinci gün, beş veya altı kişilik küçük gruplar halinde kent kapısından çıktılar. Müslümanlar Kürboğa’ya şöyle dediler: ‘Kapının yanında durup, çıkan herkesi vurmalıyız. Bu çok kolay, çünkü dağınıklar!’ Fakat o şöyle cevap verdi: ‘Hayır! Hepsinin dışarı çıkmasını bekleyin, sonra hepsini en sonuncusuna kadar öldürürüz!”.
Atabeyin hesabı göründüğünden daha az saçmadır. Böylesine disiplinsiz birliklerle, kaçmak için ilk fırsatı bekleyen emirlerle, kuşatmayı uzun süre devam ettirmesi olanaksızdır. Eğer Frenkler çarpışmaya girmek istiyorlarsa, onları çok kitlesel bir saldırıyla korkutarak kente geri dönmelerine yol açmamak gerekir. Kürboğa’nın öngöremediği şey, uygun zamanı bekleme yönündeki kararının onun sonunu getirmek isteyenler tarafından kötüye kullanılması olmuştur. Frenkler araziye yayılma harekâtını sürdürürlerken, Müslüman cephesinde kaçışlar başlamıştır. Herkes birbirini ihanet ve alçaklıkla suçlamaktadır. Birliklerinin denetiminin elinden kaçtığını hisseden ve herhalde kuşatma altındakilerin mevcudunu olduğundan az tahmin eden Kürboğa, onlara bir ateşkes önerir. Bu kendi adamlarının gözünden düşmesi ve düşmanın da güvenini artırması için son hareket olur: Frenkler teklifine cevap bile vermeden yüklenerek, onu bir süvari-okçu dalgasını kendi üzerlerine salmaya zorlarlar. Fakat Dukak ve emirlerin çoğu, birlikleriyle birlikte sakin sakin uzaklaşmaktadırlar. Giderek yalnız kaldığını gören atabey, genel bir geri çekilme emri verir, ama bu hemen bozguna dönüşür.
Güçlü Müslüman ordusu “bir kılıç veya mızrak darbesi indiremeden, tek bir ok bile atamadan” dağılmıştır. Musullu tarihçi fazla abartmamaktadır. “Frenkler de bir hileden şüphelenmektedirler, çünkü böylesine bir kaçışı haklı gösterecek bir çarpışma henüz olmamıştır. Böylece onlar da Müslümanları izlemekten vazgeçerler”. Kürboğa bu sayede, kılıç artıklarıyla birlikte Musul’a sağ salim dönebilmiştir. Bütün ihtirasları Antakya önünde sönmüştür, kurtarmaya yemin ettiği kent şimdi Frenkler tarafından sıkı sıkıya tutulmaktadır, hem de uzun süre tutacaklardır.
Fakat bu utanç gününden sonra en vahim durum, artık Suriye’de istilacıların ilerlemesini durduracak herhangi bir gücün kalmamış olmasıdır.
AMİN MAALOUF
ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ
Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay