5 Ocak 2023 Perşembe

Zaman Yolcusu - Türklerin İzinde/İpek Yolu’nun kadim Türk şehirleri

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


SULTAN ALPARSLAN DEVRİNDE ANADOLUDA YAPILAN AKINLAR VE FETİHLER-4

 


Sultan Alparslanın Anadolu ve Suriye seferi



XI. yüzyıl Orta- Doğusu'nun büyük devletlerinden birisini oluşturan şii Mısır – Fatımi halifeliği Mustansır devrinde (1036-1094), mülki yönetimin bozulması ve devlet hazinesinin boşalması, askeri unsurların yetki çatışmalarına girişmelerine sahne olmuştur. Halifelik veziri Nasıruddevle Hasan, şii halifeliğin yerine sünni bir devlet kurulması amacıyla, bu sıralarda Horasan'da bulunan sultan Alparslan'a Buharalı fakih Ebu Cafer Muhammed'i elçi olarak gönderdi ve "ordusuyla Mısır'a gelmesini, ülkeyi kendisine teslim edeceğini ve şii hutbesini kaldırıp yerine sünni hutbesi okutacağını" bildirdi. Bu çağrı üzerine sultan, esasen fethedilmesi, Selçuklu fetih planları içinde bulunan Mısır ülkesini, Büyük Selçuklu devletine katmak amacıyla, kuvvetli bir orduyla Azerbaycan üzerinden Doğu- Anadolu'ya girdi (1070 yılı ortaları). Bu bölgede üslenen Selçuklu akıncı kuvvetleriyle de ordusunu güçlendiren Alparslan, Van Gölü'niin kuzeyinden Malazgirt önlerine geldi. Daha önce görüldüğü üzere, amcası sultan Tuğrul'un iki kez kuşattığı halde alamadığı sağlam surlara sahip Malazgirt'i, daha sonra da Erciş'i güçlük çekmeden fethetti. Henüz Selçuklu kuvvetleri tarafından alınmamıs olan Murat, yukarı Dicle ve kolları arasındaki birtakım kaleleri birer birer fetheden sultan, Diyarbakır topraklarına gelerek Dicle ırmağı kıyısındaki Şorşefiyye yörelerinde konakladı. Diyarbakır'ın muhteşem surlarını hayranlıkla seyreden sultan, hala yürürlükte olan Türk adeti uyarınca, ellerini sur taşlarına, daha sonra da göğsüne sürdü. Sultan Diyarbakır ve yörelerinin yönetimini ellerinde tutan ve anlaşmazlık halinde bulunan Selçuklu vasalı Mervanoğulları ailesinden iki kardeş Nasr ve Said arasında, uzlaştırıcı bir barış yaptıktan sonra Tulhum ve Siverek kent ve kalelerini fethetti; o zamana kadar Selçuklu kuvvetleri tarafından birkaç kez kuşatılmasına rağmen fethedilememiş olan, fevkalede sağlam surlara sahip bulunan dük Vasil'in savunduğu Urfa'yı kuşatıp sıkıştırmaya başladı (Mart 1071). Sultan, 50 gün süren bir kuşatmadan sonra, gereksiz yere zaman kaybetmemek ve Mısır'ın fethini biran önce gerçekleştirmek amacıyla kuşatmayı kaldırdı. O, hareketinden önce, yanında bulunan elçi Ebu Cafer Muhammed'i, Selçuklu vasalı Halep Mirdasoğulları emiri Mahmud'a gönderip "kendisine itaat arzeden bütün vasal hükümdar ve emirler gibi, onun da katına gelip itaatını arzederek yenilemesini" bildirdi. Buna rağmen Mahmud, Hanoğlu Harun'un telkini ve sultandan çekinmesi sebebiyle, onun bu çağrısına uymayıp Haleb'den süratle topladığı para ve armağanları ona göndermekle yetindi. Bunun üzerine sultan, Mahmud'a gönderdiği cevapta "Adıma hutbe okutup benimle böyle mektuplaşmayı sürdürdüğün halde, niçin katıma gelip itaat arzetmekten çekindiğini anlayamıyorum. Halbuki sen, katıma gelen bütün tabilerimize gösterdiğimiz lütuf ve yaptığımız ihsanları çok iyi bilirsin" dedi. Emir Mahmud'un, huzuruna gelmemekte direnmesi üzerine Alparslan, Urfa'dan ayrılıp Ocak 1071 sonlarında, Birecik yakınlarındaki Nehrülcevz yöresinden Fırat'ı geçerek burada bulunan çok hoşlandığı bir çayırda dinlenmek üzere konakladı. Bu sırada fakih Ebu Cafer, sultan'a "Ey Efendimiz, ulu T anrı'nın sana ihsan ettiği bu nimete şükret" deyince, sultan "Bu nimet nedir?" diye sordu. Bunun üzerine fakih "Bu ırmağı şimdiye kadar Türk olarak yalnız köle asıllı hükümdarlar geçmişlerdir; halbuki, bugün, Hazret-i alileri, ilk kez bir Türk sultanı olarak geçiyorlar" dedi. Sultan, çok geçmeden yoluna devam ederek eriştiği Haleb'e bağlı yörelerde karargah kurdu. İtaat arzı için katına gelmesi hususunda, emir Mahmud'a yeniden ulak gönderdi ise de o, bir türlü gelip sultanın huzuruna çıkmadı. Buna sonderecede kızan sultan Alp arslan, Nisan 1071 başlarında, Haleb'i kuşatmaya başladı. İki ay kadar süren bir kuşatma sonucunda Halep burclarının en sağlamı olan Ganem burcu delindi; kent, buradan yapılacak bir saldırıyla alınabilecek bir duruma geldiği halde, sultan "Savunmasız kalıp Bizans'ın eline düşmemesi için, bu uç kentini kılıç kuvvetiyle almaktan endişe ederim" diyerek kuşatma harekatını durdurdu ve böylece ciddi bir savaş yapılmadı. Bununla birlikte çok sıkışık ve ciddi bir duruma düşen emir Mahmud, Oğuzlara mahsus giysiler giyerek annesiyle birlikte sultanın katına çıkıp, yer öperek arzı ubudiyette bulundu; sultan da onu affedip, bir ferman ve hil'atlerle Halep emirliğini yeniden kendisine verdi. Sultan Alparslan, Mısır'a gitmek üzere, Dımaşk yönünde bir günlük yol aldığı sıralarda, Bizans imparatoru Romanos Diogenes'ten kendisine gelen bir elçi "Menbic, Ahlat ve Malazgirt'in Bizans'a geri verilmesini" istedi; ayrıca bu isteğin yerine getirilmemesi halinde imparatorun kuvvetli bir orduyla harekete geçeceğini de bildirdi. Bununla birlikte imparatorun, Doğu- Anadolu (Erzurum) yönünde ilerlemekte olduğunu haber alan sultan, elçiyi sert bir cevapla geri yolladıktan sonra ordusunun bir kısmını, burada bırakarak emir Aytekin ve Mahmud'u Mısır'ın fethiyle görevlendirdi; kendisi de ordusunun büyük bir kısmıyla Bizans imparatorunu karşılamak üzere, derhal vakit kaybetmeden Doğu- Anadolu yönüne hareket etti. Fırat ırmağını süratle geçişleri sırasında, ordusunda bulunan at, deve, mal ve yiyecek maddelerinin çoğunun telef olmasına hiç aldırmayan sultan, ileri yürüyüşüne devam etti. Fakat bir süre sonra yiyecek sıkıntısı sebebiyle ordudaki Irak askerlerini terhis etmek zorunda kaldı, böylece orduda, Horasan, Erran ve Azerbaycan kuvvetleri kalmıştı. İleri yürüyüşüne devam eden Alparslan, Urfa üzerinden Diyarbakır yörelerine ulaştı. Silvan'da, Malazgirt'e kadar ilerleyip kaleyi ele geçiren Bizans ordusunun kıyımından kurtularak kaçan Malazgirt kadısıyla birçok Müslümanlar, durumun ciddiyeti sebebiyle kendisinden acele yardım istediler. Böylece Bizans ordusunun nerede bulunduğunu öğrenen sultan, süratle Erzen ve Bitlis boğazından, geçerek Selçuklu hareket üssü Ahlat'a geldi.

 

Romanos Diogenes'in Hareketi




Yukarıda görüldüğü üzere, Anadolu'da başarısız iki sefer girişiminden sonra yıllardır sürdürülen Selçuklu istila hareketlerine bir son vermek ve onları kesin olarak bu ülkeden çıkarmak amacıyla, uzun süreden beri Anadolu ve Azerbaycan'a büyük bir sefer hazırlığına başlamış olan Romanos Diogenes, Balkanlar'da­ki Peçenek, Uz (Hıristiyan Oğuz), Kıpçak ve Hazar Türkleriyle Islav (Rus), Alman (Gotlar), Bulgar, Frank, Ermeni ve Gürcülerden oluşan büyük bir ordu hazırladı. Çeşitli Müslim ve gayri Müslim kaynaklardaki kayıtlarda, bu ordunun sayısının 600 bine kadar çıktığı abartmalı olarak ifade edilmekte ise de bunun, büyük ve küçük rütbeli 30 bin kumandanın yönettiği atlı ve yaya olmak üzere, 200 bin kişi civarında olması düşünülebilir. Bu orduda, kale delicileri, lağımcılar, çarlıçılar, arabacılar ve mancınıkcılarla birlikte çok sayıda ustalar, 800 mandanın çektiği nal ve çivileri taşıyan 400 araba ile içlerinde silah, mancınık ve diğer savaş aletlerinin bulunduğu 1000 araba mevcuttu. Bunlar arasında, 1200 kişi tarafından çekilen ve on kantar ağırlığında taşlar fırlatabilen çok büyük hir mancınıkın da yer aldığı, çeşitli kaynaklarda kaydedilmiştir. Bütün bunlardan başka, imparatorun beraberinde getirdiği hazinesinde, bir milyon altın, 100 bin ipekli giysi, altın eğerler, kemerler, pek çok altın ve gümüş eşya da bulunuyordu. İmparator, sayı ve donatım bakımından gerçekten muazzam sayılabilen bu orduya güvenerek güya Anadolu'yu Türklerden kurtaracağına inandıktan başka, bütün lslam ülkelerini de ele geçireceğini ümit ediyor, hatta bu düşüncesinin etkisiyle beraberindeki kumandanları lslam kentlerine vali olarak atamayı planlıyor, "bütün camileri kiliseye çevireceğini" bildiriyordu. Romanos Diogenes, lstanbul'dan hareket etmeden önce, Ayasofya kilisesinde düzenlediği büyük bir dini törene katıldı ve buradaki büyük haç'ı ziyaret etti . Tarihi bir değer taşımamakla birlikte, bu ziyaretle ilgili olarak, o devirde yaşamış olan bir Müslüman tarihçi (Garsunni'me Muhammed Sabii), yenilgiden sonra tutsak alınan imparatorun ağzından şu hikayeyi nakletmiştir:


''Herhangi bir sefer dolayısıyla lstanbul'dan çıkan imparatorların törelerinden birisi de Ayasofya'ya gidip yakutlarla bezenmiş olan altın haç'tan yardım ve şefaat dilemesidir. Ben bu geleneğe uyarak Ayasofya'ya gidip buradaki altın haç'tan başarı için şefaat diledim. Bu sırada haç, bulunduğu durumdan Müslümanların kıblesine doğru çevrildi. Buna son derecede hayret edip şaşakaldım ve onu, yeniden doğuya çevirip eski haline getirdim. Ertesi günkü ziyaretimde, haç'ın yine kıbleye dönmüş olduğunu gördüm. Bunun üzerine onun, zincirlerle bağlanmasını emrettim. Fakat bununla birlikte üçüncü günkü ziyaretimde haç, yine kıbleye yönelmişti; hayretler içincle kalıp bunu, çıkacağım seferde yenilgiye uğrayacağıma yormuştum. Bununla birlikte arzu ve ihtiraslarımın etkisiyle, lslam ülkelerine yürüdüm ve işte biitün bunlar başıma geldi". Ayrıca Bizanslı bir tarihçi (Kedrenos), eskiden heri Roma ve Bizans hükümdarlarının başlarına gelecek iyi ve kötü olayların, daha önce Vukuu bulan bazı olaylarla belli olduğu inancına dayanarak, Romanos Diogenes'in başı üstünden kara bir güvercinin uçmasını, sefer sırasında, çadırının zarar görmesini ve nihayet atlarının ahırının yanmasını, onun yenileceğine yormuştur.


Yukarıda sözkonusu edildiği üzere, yapacağı büyük seferini gizlemek amacıyla, Halep önlerinde bulunan sultan Alparslan'a bir elçi gönderip, "Ahlat, Erciş, Malazgirt v.s. kent ve kalelerin geri verilmesi" şartlarıyla barış önerisinde bulunan imparator, büyük ordusuyla İstanbul'dan hareketle bir kısım eyaletlerden gelen kuvvetlerin kendisine katılma yeri olan Sakarya ırmağı yörelerine gelip konakladı. Daha sonra Kayseri- Sivas bölgesine ulaşan imparator, burada, uygulayacağı planlar konusunda, ordudaki bütün kumandanların katıldığı bir Savaş Meclisi topladı. Yapılan müzakereler sonunda, imparatorun "Azerbaycan'a girilerek oradan Selçuklu başkentine (Rey) yürüme" önerisinin, genç ve tecrübesiz generaller tarafından desteklenmesine rağmen Nikephoros Bryennios ve Türk asıllı Joseph Trakhaniotes (Tarhan) gibi tecrübeli generaller "Anadolu'dan uzaklaşılmasının ciddi tehlikeler doğurabileceğini, en uygun planın, Sivas veya Erzurum'da karargah kurulup, bu bölgelerde gerekli önlemlerin alınması, bu sıralarda, Türk ordusunu yiyecek sıkıntısına düşürmek amacıyla, yağma ve tahrip hareketlerinde bulunulmasını ve nihayet Selçuklu kuvvetlerini Anadolu'ya çekerek onlarla Erzurum veya Pasin ovasında savaşa tutuşulması" fikrini ileri sürüp savundular. Fakat bu görüşü benimsemeyen imparator, kendi planını uygulamak, yani Azerbaycan'a yürümek üzere, Sivas üzerinden Erzurum'a gelerek genel karargahını burada kurdu. Çok geçmeden imparator, Iran içlerine yürüyüşü sırasında, arkasını güven altına almak amacıyla, general Trakhaniotes ve Bizans hizmetine giren ünlü Norman soylularından Ursel (Urselius, Roussel) kumandasında 30 bin kişilik Uz ve Franklardan oluşan bir kuvveti Ahlat üzerine sevketti. Ayrıca Selçuklular tarafından fethedilerek Selçuklu vasallığına giren Gürcistan'ı yeniden elegeçirmek ve özellikle ordusunun yiyecek ihtiyaç]arını sağlamak için 20 bin kişilik bir kuvveti Gürcistan'a gönderdi; beraberindeki birliklerle de bizzat, daha önce sultan Alparslan tarafından fethedilen Malazgirt üzerine yürüdü. Bu sıralarda Bizans ordusunun Türk asıllı askerlerden oluşan bazı birliklerinden sultana "Endişe etme, Bizans ordusunun çoğu seninle birliktir" şeklinde mektuplar gönderildikten başka, Uzlar da ırktaşları Selçuklulara, eskiden beri kullanılan, fakat ne olduğu bilinemeyen Türk alametlerinden bir işaret (Belki ok) yolladılar. Bunu tespit eden İmparator, kendisine yardımcı olabileceği düşüncesiyle, beraberinde getirmekte olduğu ve bu hareketlerin önderi olabileceğine ihtimal verdiği Erbasgan'ı derhal İstanbul'a geri gönderdi. İmparator, Malazgirt'e yürümekte iken Ermeni ve Elcezire birlikleri kumandanı Basilakes (Vasilakes) Magistros da kendisine katıldı. Bu sıralarda bu birliklerin kumandanları Leon Debatenes ve Basilakes, imparatora, Alparslan'ın Bizans ordusundan korkup lrak'a gittiğini bildirdiler. Gerçekte ise sultan, lslam ve Bizans kaynaklarının belirttikleri üzere, Haleb'den ayrılıp Fırat ırmağını geçtikten sonra, bir ara Musul yönüne gitmişse de daha sonra Silvan ve Erzen üzerinden Bitlis boğazı yoluyla Ahlat'a ulaşmış idi. Çok geçmeden Malazgirt üzerine yürüyen imparator, az sayıda Selçuklu kuvvetlerinin savunduğu kaleyi aman ile teslim almasına rağmen pek çok Müslüman halkı kılıçtan geçirdi. Öte yandan sultan Alparslan, Ahlat'a geldiği zaman, Ursel ve Trakhaniotes, Ahlat yönünde hareket halinde idiler. Bu Bizans kuvvetleri, Selçuklu atlı birlikleri tarafından bozguna uğratılıp geri çekilmek zorunda bırakıldılar. Sultanın Ahlat'a geldiği ve Selçuklu kuvvetlerinin hareket halinde bulundukları haberi, etrafa yayılınca imparator, bunun doğruluğunu tespit etmek için Nikephoros Bryennios kumandasında yeniden bir kuvvet gönderdi. Bu kuvvetler, Selçuklu ordusunun öncü kuvvetleri ve esasen Ahlat Selçuklu garnizonu komutanı olan emir Sunduk tarafından bozguna uğratıldı, Bryennios, yaralı bir halde güçlükle kaçmayı başardı. Bu bozgun üzerine imparatorun, Basilakes kumandasında gönderdiği kuvvetler de yine Sunduk tarafından bozguna uğratıldı, Basilakes tutsak alındıktan başka, beraberinde taşımakta olduğu büyük haç da Selçuklu kuvvetlerinin eline geçti. Sultan, "bu haç'ın, zafer alameti sayılarak Bağdad'a halifeye gönderilmesi için, bu sıralarda Hemedan'da bulunan vezir Nizanıülmülk'e ulaştırılmasını" emretti. Böylece Malazgirt Meydan Savaşından önce yapılan Selçuklu- Bizans öncü savaşları, Selçuklu kuvvetleri tarafından kazanılmış oldu.



ANADOLU'NUN FETHİ

SELÇUKLULAR DÖNEMİ

(BAŞLANGIÇTAN 1086'YA KADAR)

Prof. Dr. ALİ SEVİM

Karmati Hareketinde Dış Tesirler

  Karmati Hareketinde Hind Tesiri


Hind kökenli akımlar içtimai çeşitlilik, siyasi durumların sürekli değişkenlikti gibi bazı faktörlerden etkilenmişlerdir. Hind hareketleri daha çok zühd, basitlik ve bedensel zevkleri hafife almaya dayalı bir hayat tarzını benimsemişlerdir. Hint coğrafyası sosyal taban olarak çeşitli etnik gruplardan oluşmakta idi. Bu içtimai çeşitlilik Hint coğrafyasının siyasi, sosyal ve ekonomik yapısına da etki etmiştir. Hint bölgesi bu yapısıyla İslam dünyasını da etkilemiştir. İslam dünyası özellikle Heterodoks hareketler Hint kültüründen etkileşimi çeşitli şekilde olmuştur.

Fetihlerle dış dünya ile irtibata geçen Müslüman toplumlar ve bilginler, yeni tanışmış oldukları toplumların kültürlerine ilgi duymaya başladılar. Öteki kültürlere duyulan bu ilgi çoğu kez toplumdan topluma değişmiştir. Buna en güzel örnek Hint ve İran kültürlerine karşı duyulan alakanın, Yunan kültürüne duyulan ilgiden farklı olmuştur. Bu açıdan Roma kültürü de gerçekte Araplar'a kapalı bir kitap olarak kalmıştır. Hint kültürüne gösterilen ilgi, astronomi ve tıp alanlarına yönelik bir eğilim halinde noktadır. Fakat Hintlilerin dini inançlarından tümüyle habersiz kalınmamıştır. Özellikle çok kültürlü yapıda oluşu etkileşim açısından kayda değer bir noktadır. Ayrıca Abbasi halifelerinin Hint Okyanusu ve Akdeniz bölgelerini tek bir ticaret alanı haline getirme çabasına benzer şekilde Grek, İran ve Hint gelenekleri de bir arada düşünülmüştür. Bunun üzerine, tarihte ilk kez bilim büyük çapta uluslararası hale geldi, denilmiştir. Bu cümleden olmak üzere, Hint kültürü hakkında çok değerli bilgi veren büyük bibliyografya bilgini İbn Nedim (ö.990) ile Biruni (ö. l048)'nin çalışmaları bu konularda önemli bilgiler vermektedir. Hint kültüründen gelen fantastik telakkilere ruhani değerler yüklenmiş, ay feleği altında olup bitenler yıldızların etkisine başlanmıştır. Uzay, zaman ve kozmoloji, ortaçağ islam dünyasında orta çıkan hareketlerin de dikkatini çekmiş ve bu gruplara bağlı grupların yaşamların her safhasında bu üç kavramın etkileri görmek mümkün olmuştur. Hind coğrafyasındaki içtimai çeşitlilik ve siyasi hayatın sürekli değişkenliği, Hintlilerin züht ve basitliğe, bedensel zevkleri hafife almaya dayalı bir hayat tarzına sevk etmiştir. Hint kültürün etkisi Tenasüh gibi inançlar da doruk noktasına ulaşmıştır.



Toplumlar arası ticaret, göçler gibi etkenlerle bu inançlar diğer toplumlara ulaşmıştır. Bu etkenierin sonucunda bazı gruplar Müslüman olmuşlardır. Bu topluluklar islam dini ile çatışmayan bazı inançları Müslüman olmalarından sonra da devam ettirmişlerdir. Zamanla bu grupların çocukları, atalarının inançları ile ilgili bazı hususları devam ettirdiklerini görmekteyiz. Emevi döneminde Haccac tarafından Hindistan'ın Sind bölgesinden Batiha'da çalıştırılmak üzere getirtilen Zuttlar buna en güzel örnektir. Haccac, onları ekseriyetle Batiha' da ve Dahhakinlere ait bölgelerde yerleştirerek Dahhakinlerin faaliyetlerini sınırlamak istemiştir. Halife Me'mun döneminde Zuttlar, Bağdat'tan Basra'ya kadar uzanan bölgeyi isyanları, yağmalamaları, hırsızlıkları ile güvensiz hale getirdiler. Zuttlar'ın isyanları, Me'mun döneminde bastırılamadı. Ancak Mutasım döneminde büyük çabalardan sonra bastırıldı. Mutasım'ın komutanı Üceyf ibn. Enbese, Zuttları bastırdı ve onlardan bir kısmı bufalo sürüleriyle birlikte Suriye'nin Thughur kalesine gittiler. Sevad bölgesindeki Karmatilerde Hint kültürünün bazı tesirlerini açıkça görülmesi bu dönemdeki göçlerin bir sonucudur. 295/907-8 yılında, Sevad bölgesinde bir dai olan Ebu Hatim el-Zutti, Karmatileri organize etti. Ondan sonra Buraniyye diye isimlenen belli bir İsma'ili gruplar arasında aktif oldu. Buraniyye ismi, Kufe Sevadında Hamdan ve Abdan'ın ilk dailerinden biri olan İshak el-Burani'yi gösterme ihtimali daha çok muhtemeldir. Bölgede Ebu Hatim el-Zutti'nin faaliyetleri yalnız Karmati öğretisini yaymak olmamıştır. Ayrıca taraftarlarına sarımsak, soğan, pırasa ve turp yemeyi, hayvan kesmeyi de yasakladı. Ebu Halim'in taraftarları daha sonralan et yemekten kaçınanlar veya vejetaryenler manasına Bakliyya olarak anıldılar. Ebu Hatim el-Zutti köken olarak Hindistan'dan gelmiş olması bu durumu daha anlamlı kılmaktadır. Bu bölgedeki insanların yeşil sebzeleri ve kökleri içeren diyet, hayvan kesmek ve yemenin yasaklığına inandıkları için Ebu Hatim'in taraftarları için de bu şaşırtıcı olmasa gerek. Bununla birlikte sarımsak, soğan, pırasa ve turp'un yasaklanmasının arkasındaki fikir çok açık değildir. Muhtemelen Ebu Hatim bu ürünleri yerel bir şekilde tüketmekten ziyade ihraç etmek istemesinden kaynaklanmış olabilir. Bu yılın sonunda Ebu Hatim tamamen görme gücünü kaybetti ve taraftarları arasında fikir ayrılıkları başladı. Ardından bu isim Muhammed b. İsmail 'in Mehdiliğine inananların büyük bir bölümünü elinde bulunduran Güney Irak'ın bütün Karmatilerine hasredildi. Aynı zamanda Buraniyye olarak isimlendirilen Bakliyya Hamdan ve Abdan'ın önceki taraftarlarının katılmasıyla etkinliklerini attırdılar. Bu Kannati koalisyonu lsa b. Musa ve Mes'ud b. Hureyf gibi liderlerin idaresi altında Güney Irak'ta birkaç dönem yaşadı. 312/925 yılında beklenilen Mehdi olarak kabul edilen bir adamın çevresinde toplanan bir hareket olarak ortaya çıktı. Abbasi orduları tarafından bozguna uğratıldı ve dağıtıldılar. Daha sonra 316/928 yılında Karmatiler (Bakliyya) Sevad'da tekrar isyan etti. Bu dönemde İsa b. Musa Abbasiler tarafından yakalandı; Fakat 320/932 yılında hapishaneden kaçtı. Misyonerlik faaliyetlerine yeniden başladı.


Sonuçta İranlılara karışan Bakliyya kolu Ebu Tahir el-Cennabi 'nin hüküm sürdüğü Bahreyn'e gittiler ve onun ordusuna katıldılar. Orada Acemiyyun olarak adlandırılmaya başlandı. Antik Hint ve İran geleneklerindeki yakınlık ortaçağ İslam toplumlarını etkilemiş bir başka husustur. Bir başka etkilenme yolu da Hint kökenli idareci ve dailerin Karmati hareketi aracılığıyla Hint kültürünü aynı zamanda ekonomik kaygıların da tesiriyle yaşatmak istemeleri sonucu ortaya çıkmış olmasıdır.


Karmati Hareketinde İran Tesiri


İran, önemli coğrafi konuma sahip bir ülke olarak kabul edilir. Asya kıtasının Akdeniz'e ve Ortadoğu'ya açılan en önemli bölgesidir. İran coğrafyasına hakim olan güçler kısa zamanda bölgelerine de hakim olmuşlar ve diğer toplumları kültürleriyle etkilemişlerdir. İran, hakimiyet alanı olarak Hazar denizinin güneyinden ve doğusundan başlayarak Afganistan'ı içine alır ve güneyde Hindistan'ın kuzeyine Basra Körfezi'ne kadar uzanır. Bizans İmparatorluğu'nun doğusunda yer alan Sasani İmparatorluğunun hakimiyet alanı bugünkü İran ve Irak üzerinden Orta Asya'ya kadar uzanmakta idi. Günümüzde İran ya da Pers (Fars) ülkesi denilen bu ülke, farklı etnik grupların yaşadığı, birbirinden stepler ya da çöllerle ayrılan, kolay iletişim kurmalarını sağlayacak büyük nehirlerin olmadığı, yüksek bir kültürün ve kadim kentlerin bulunduğu pek çok bölgeyi kapsıyordu. Bu bölgeler güçlü ve kalıcı hanedanlar tarafından zaman zaman birleştirilmişti. Bu hanedanların sonuncusu, gücünü Güney İran'ın Farsça konuşan halklarından alan Sasani hanedanı idi. Bir memurlar hiyerarşisiyle yönetilen bir aile devleti oluşturmuşlardı.


İran coğrafyası çeşitli inançlara, dini ritüellere ev sahipliği yapmıştır. Bu coğrafya'da oluşan kültürel unsurların bir başka özelliği, çeşitli şekillerde ilişkide bulundukları grupları etkilemiş olmasıdır. İran coğrafyasında Zerdüştlük, Maniheizm, Mazdek vb. inanışlar etkili olmuştur. Bu inanışlar tarih boyunca bölgedeki toplumları etkilemiştir.


ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ


Mardin

 


Kuzey Amerika'ya Yayılma ve "Kader Manifestosu"

 


18.yüzyıl boyunca ABD Kuzey Amerika geneline yayıldı. Pasifik sahiline doğru batıya ilerledi; Atlas Okyanusu' ndan Pasifik Okyanusu'na kadar. 1803 yılında Louisiana bölgesinin Fransa'dan alınması ABD'nin topraklarını iki katına çıkarmış oldu. 1820 yılında Florida, Missouri ve Maine de birliğe eklendi.  Meksika ile yapılan savaşın (1846- 1848) ardından Teksas, Kaliforniya ve New Mexico da ABD'ye katıldı (1848).

Bu arada 1846 yılında ingiltere ile yapılan Oregon Antlaşması ABD'ye Kuzey Batı Pasifik bölgesinin hakimiyetini verdi. 1849 tarihli Kaliforniya Altına Hücum Bareketi ile yüzbinlerce altın arayıcı bölgeye geldiler. 1860 - 1900 yılları arasında milyonlarca insan bu yeni bölgelere yerleşti. 1898 yılındaki ispanya-Amerika Savaşı'nın bitmesiyle birlikte Birlik, Alaska'yı Ruslardan aldı. Hawaii'yi de bu zafere ekledi. Porto Riko, Guam ve Filipinlerin de içinde bulunduğu kimi denizaşırı bölgeleri kontrol altına aldı.

"Kader Manifestosu" doktrini ABD yayılmacılığının desteklenmesinde önemli bir rol oynadı. Bu ifade ilk olarak New York Morning News editörü John O' Sullivan tarafından 1845 yılında Teksas'ın alınmasını savunmak için kullanılmıştı. Kader Manifestosu zamanla ahlaki bir ideoloji halini aldı. Buna göre yayılmacılık kutsal bir misyondu. Amerikan yerlilerinin zorunlu olarak yerlerinden edilmesini      (ve milyonlarca bufalonun katledilmesini) meşrulaştırıyordu.

Evsizlik ve açlıkla yüzleşen Amerikan yerlileri mücadele etmeye başladılar. Siu ve Cheyenler 1876 yılındaki Little Bighorn Savaşı'nda Albay Custer komutasındaki 268 ABD askerini öldürdüler (Custer's Last Stand, "Custer'ın Son Mücadelesi" olarak bilinir). ABD güçleri daha sonraki direniş hareketlerine aman vermediler. 1890 yılındaki Wounded Knee katliamında Amerikan yerlilerini nihai olarak yenilgiye uğrattılar. 1500'lerde Kuzey Amerika'da yaşayanlardan geriye kalan 500.000 kişi kendileri için ABD hükümeti tarafından ayrılan küçük arazilere yerleştirildiler.


Alıntıdır.


4 Ocak 2023 Çarşamba

İslam Devletleri, Vilayetler


İlk İslam devleti Hicret'in 1. yılında Medine'de kurulmuştur. Söz konusu yıllarda Müslümanların sayısı oldukça az ve güçleri de sınırlıydı. Medine'nin etrafını çeviren duvarlarının içindeki her mahalle Müslümanların olmadığı gibi, sahabe olmayan her insan da Müslümanların düşmanı gibi kabul ediliyordu. Bu dönemde İslam ülkesinin yüz ölçümü ve sınırları Medine ile çevresinde bulunan bazı küçük yerleşim yerlerinden ibaretti. Hukuki konular ve hükumet işleri, mescidde veya Hz. Peygamber veya sahabelerin evlerinde görülüyordu. İslam devleti H.4. yıla kadar bu şekilde devam etti. Söz konusu yılda, Medine'de yaşayan bir Yahudi kabilesi olan Nadiroğulları'nın toprakları İslam devletine katıldı. Bir yıl sonra Hayber, daha sonra Fedek, Vadi'l-kura bölgeleri de birbiri ardınca ele geçirilerek İslam topraklarına ilave olundu. Müslümanlar daha sonra Mekke, Taif, Tebale ve Cereş'i, kuzeyden Tebük ve Eyle'ye kadar olan yerleri, güneyden de Necran, Yemen, Umman, Bahreyn ve Yemame bölgelerini birbiri ardı sıra ele geçirdiler.


Hz. Peygamber (H. 13/M. 632) yılında vefat ettiğinde, İslam’ın gücü ve kudreti bütün Arap Yarımadası'nı kaplamıştı. Hz. Peygamber'in kurduğu ülkenin, kuzeyde Tebük ve Eyle'den güneyde Yemen kıyılarına ve doğuda Acem Körfezi'nden, batıda Kızıldeniz'e kadar uzandığını bizzat görmüşlerdi.


Hz. Ebubekir hilafet görevine seçildikten ve mürtetler (dinden çıkanlar) sorununu ortadan kaldırdıktan sonra, Şam ve Irak bölgelerini fethetmek için ordular göndermiş ve kendi devrinde başlayan fetihler, Hz. Ömer devrinde de sürdürülmüş, söz konusu iki bölgenin fethi tamamlanmıştır. Hz. Ömer devrinde Mısır da fethedildi. Fetihlerin çoğu Hz. Ömer zamanında gerçekleşmişti. Ömer'den sonra Osman devrinde de diğer bölgeler İslam ülkesi topraklarına ilhak olundu. Hz. Osman'ın şehit edilmesine kadar büyüyen olaylardan sonra Müslümanlar, ortaya çıkan fitne ve karışıklıklarla meşgul oldular. Hulefa-i Raşidin devrinden sonra Muaviye halifeliği ele geçirince, İslam bayrakları Şam, Mısır, Nübe, Afrika, Irak, Iran, Ermenistan, Azerbeycan, Cürcan, Taberistan ve Ahvaz bölgeleri topraklarında dalgalanıyordu.


Bu dönemde İslam halifesi, Medine'de veya Küfe'de ikamet eder ve güvendiği adamlarını vilayet merkezlerine vali olarak gönderirdi. İslam vilayetlerinin en büyüğü Şam'dı. Hınıs, Kınnesrin, Ürdün, Filistin kışlaları ile sınır boyları bu vilayete bağlıydı. Şam'dan sonra ikinci derecede büyük vilayet Irak bölgesiydi. Fırat ile Dicle ırmakları arasında yer alan ve "Sevad" adı verilen yerler söz konusu vilayete bağlı en önemli topraklardı. Bu vilayetin merkezi Fırat kıyısında yer alan Küfe şehriydi. Sevad'dan başka Basra, Kırkısya, Rey, Isfahan, Nihavent, Azerbeycan, Hulvan, Hemedan, Mazadan bölgeleri de Irak'a bağlıydı. Arap Yarımadası'ndaki İslam toprakları Mekke, Taif, Bahreyn, Umman ve San'a'dan oluşuyordu. Afrika'da ise Mısır bölgesi ile Mağrib ülkeleri (Trablusgarb, Tunus, Cezayir) ve Nil vadisinin yukarılarında bulunan Nübe bölgesinden oluşuyordu. Halifeler Medine'den, Küfe'den ve Şam'dan başka söz konusu bölgelerin hepsine resen memurlar tayin edip gönderirlerdi. Yalnız Şam valisi Şam'ın merkezinde oturur. Ve yanında bulunan ordugahlara (veya kışlalara) kendi tarafından memurlar tayin ederdi.


Aynı şekilde, Mısır valisi de çoğunlukla Afrika ve Nübe'ye gönderdiği vali veya memurları kendisi tayin ederdi.


Hz. Ömer b. El-Hattab'ın zamanından Hulefa-i Raşidin'in son devrine kadar, Şam valiliği Muaviye'nin elindeydi. Daha sonra yukarıda belirtildiği gibi, Muaviye kendini halife ilan ederek hilafet merkezini Şam'a taşıdı. Mücadelelerin başlarında tüm Arap Yarımadası Muaviye'ye biat etmekten çekinmiş, Hz. Ali'ye ve daha sonra onun oğullarına biat etmişlerdi. Hz. Hüseyin şehit olunca, söz konusu bölge Abdullah b. Zübeyr'in idaresinde kaldı. Onun H. 72 yılında, Emevi valisi Haccac tarafından şehit edilmesinden sonra Arap Yarımadası Emevi halifelerinin idaresine geçmiştir.


İslam devletinin toprakları Emeviler devrinde daha da genişledi. Emeviler, Endülüs'ün batı bölgelerini fethettikten sonra, İspanya'nın kuzeyinde Pirene (Pyrenees) Dağları'nı aşarak Avrupa'nın ortasına doğru hızla ilerlemişler ve Fransa topraklarına ayak basmışlardı. Ve H. 114/M. 732 yılında Ren (Reine) Nehri'ne kadar, Fransa'nın içlerine doğru ilerlemelerini sürdürdüler. Müslümanların bu zaferlerinden sonra endişeye kapılan Franklar, İspanya'da olduğu gibi kendi ülkelerinin de Müslümanların eline düşmesinden korkarak birbirleriyle işbirliği yapmaya ve her türlü fedakarlığı göze alarak Müslümanları mağlup edip geri püskürtmeye karar verdiler. İki taraf arasında Fransa topraklarında Tours ile Poitiers (puvatya) arasında birkaç gün boyunca devam eden kanlı savaşlar yapıldı (Ekim 732). Arap kaynakları bu savaşlar hakkında kısa bazı bilgilerden başka bir şey yazmıyor. Oysa Frank kaynaklarında bu olaylar üzerinde önemle durulmuş ve ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Bu kaynaklar, savaş sırasında İslam askerlerinde gördükleri yiğitlik ve cesaret hakkında övgüde bulunmaktan da kendilerini alamamışlardır.


Poitiers Savaşı, imparator Charlemaigne'ın büyükbabası ünlü Fransız komutan Charles Martel zamanında olmuştu. Fransızlar ile Araplar arasında 732 yılında şiddetli ve kanlı savaşlar yapıldığını ve Arapların İspanya’ya geri çekilmeleriyle sonuçlandığını ve bu savaşlarda Müslümanların başkomutanı Abdurrahman'ın (Abdurrahman el-Gafiki) şehit düştüğünü kaydediyorlar. lbn el-Esir, tarihinde bu savaşla ilgili yalnızca şu bilgiler görülüyor: Endülüs Emiri Abdurrahman b. Abdullah el-Gafiki (H. 114/M. 732) yılında Frank memleketine gazaya çıkmışsa da gerek kendisi gerekse beraberindeki askerler şehit düşmüştür. Charles Martel zamanında vuku bulan savaş adı geçen Abdurrahman ve ordusuyla yapılan savaş olmalıdır.


Burada önemli olan nokta şudur: Araplar, Fransızlar için çok önemli olan bu savaşta başarılı olsaydı, İslamiyet, önce Fransa'da daha sonra da tüm Avrupa'da yayılmış olacaktı. O dönemde İslam ordularını durduracak başka bir güç yoktu. Aynı şekilde Arap dili Asya ve Afrika'da yaşayan halkların büyük bölümünün nasıl ortak dili olmuşsa Avrupa'da da aynı şey olabilirdi.


Emevilerin Iran ve Horasan bölgelerindeki fetihleri de Hindistan sınırına kadar ulaşmıştı.

Emeviler zamanında İslam ülkesindeki idari yapı şu şekilde idi:


1)Şam: (Kendi içinde dört ordugaha bölünmüştü). 

2) Küfe,

3)Basra: (Iran, Sicistan, Bahreyn ve Umman bölgesini içine alıyordu).

4)Ermenistan, 

5) Mekke, 

6) Medine, 

7) Afrika, 

8) Mısır, 

9) Yemen, 

10) Horasan


Daha sonra halifelik Abbasilere geçince vilayetler ve idari bölünmüşlük şöyle olmuştur.

1. Küfe ve Sevad (Fırat ile Dicle arasındaki bölge) vilayetleri 

2. Basra (Mercan Kubad'dan, Dicle çevresinde bulunan beldelere ve güneyden Bahreyn ve Umman'a kadar bütün yerler dahil)

3. Hicaz ve Yemame vilayeti

4. Yemen vilayeti

5. Ahvaz (Huzistan ve Suziyana) vilayeti

6. Fars (Iran) vilayeti

7.Horasan vilayeti

8.Musul vilayeti

9.El-Cezire (Beyn el-nehreyn, Ermenistan, Azerbaycan) vilayeti

10.Şam vilayeti

11. Mısır ve Afrika vilayeti

12.Sind (Hindistan sınırında) vilayeti

13.Endülüs vilayeti.


Abbasi Devleti zamanında İslam devletinin ulaştığı genişlik ve büyüklük İslam’ın ortaya çıkışından günümüze kadar ulaştığı en geniş sınırlardır. Emevilerin eline geçen Endülüs gibi bazı bölgelerin Abbasilerden ayrılması ve Tahiriler, Aglebiler, Tolunoğulları vs. bazı emirliklerin bağımsızlıklarını ilan etmesi bu tesbitimizi geçersiz kılmaz. Çünkü Endülüs'ten başka, hepsinde de hutbe Abbasi halifesi adına okunuyordu.


Abbasiler devrinde İslam ülkesinin sınırları kuzeyde Asya'da Türkistan'ın yukarılarına ve İspanya’nın kuzeyinde Pirene Dağları'na, güneyde Arap Denizi'ne ve Hint Okyanusu'na ve büyük Afrika çölüne, doğuda Hindistan'dan Sind ve Pencap bölgesine ve batıda Atlas Okyanusu'na kadar uzanıyordu. Bu alan Avrupa kıtasının iki katından daha büyüktür.


Bu geniş İslam devletinin Abbasiler devrinde ulaştığı büyüklüğü göstermek için valiliklerin isimleriyle sayılarını şöyle açıklayabiliriz:



Sevad Hemedan Taberistan Fırat yolu

Ahvaz Masebzan Tekrit Kınnesrin ve Avasım

lran Mihrican k. Şehr-i Zor Hıms

Kirman lgareyn Samgan Dımaşk (Şam)

Mekran Kum ve Kaşan Musul Ürdün

lsfahan Azerbaycan Diyar-ı Rebia Filistin

Sicistan Rey Erzen ve  Meyyarfarikin Mısır

Horasan Kazvin Toron Hurmeyn

Hulvan Zencan Ermenistan Yemen

Küfe Kums Amid Yemame ve Bahreyn

Basra Cürcan Diyar-ı Mudar  Umman

 




 


Abbasilere bağlı İslam ülkesinde bulunan valilikler bunlardı. Endülüs'te Emevilere bağlı olan memleketler bu tabloda gösterilmemiştir. Endülüs'teki Emevi Devleti Bağdat'taki Abbasi Devleti'yle çağdaştı.


Endülüs Emevileri Akdeniz'de bulunan adalardan Sicilya, Malta gibi adaları da fethetmişlerdi. Söz konusu vilayetlerden her birine halife veya veziri veyahut kaymakamı tarafından bir vali tayin olunurdu. Söz konusu valiliklerin sayısı 44'e ulaşmıştı. Bunların her birinde bir veya daha fazla sayıda ayrıca Beytülmal (defterdarlık ve muhasebe), haraç divanı (vergi dairesi), ayrıca kadı (naib) bulunuyordu. Söz konusu kentlerin halkı Arap, lranlı, Türk, Kürt, Moğol, Afganlı, Hint, Ermeni, Süryani, Keldani, Rum, Got, Kıpti, Nübeli ve Berberilerden olmak üzere o zamanki uygar dünyada yaşayan halkların büyük bölümünü oluşturuyordu. Söz konusu halklar, Arapça, Farsça, Pehlevice, Hintçe, Rumca, Süryanice, Türkçe, Ermenice, Kıptice, Berberice vs. dillerini konuşuyorlardı. Zamanla bunların bir kısmı Şam, Mısır, Mağrib, Irak bölgeleri halkları gibi asıl dillerini tamamen unutarak Arapça'yı benimsemiş, bir kısmı da Iran, Türkistan, Hindistan, Afganistan halklarında olduğu, gibi Arapça kendi asıl dillerine karışmıştır. Bugüne kadar Asya ve Afrika halklarının büyük kısmı kendi dillerini Arap alfabesiyle yazarlar, bu durum sözünü ettiğimiz o büyük uygarlığın günümüze ulaşan izlerindendir.



El-lstahri Basra'nın o günkü halini akla hayret verecek şekilde vasıflandırır. Kendisinin bu konuda verdiği malumatı Irak bölgesinin o devirdeki halini göstermek için aşağıda naklediyoruz:


"Basra Arapların kurduğu büyük bir kenttir. Suyunun tamamı ırmaklardan oluşmuştur. Gezginlerden bazılarının anlattığına göre, Basra'nın çevresinde bulunan su kanalları, Bilal b. Ebi Bürde'nin valiliği zamanında genişletilerek, kayıkların geçmesine uygun hale getirilmişti. Bu kanalların sayısının 120 000'den fazla olduğu görülmüştür. Bilal zamanında su kanallarının bu kadar çok olmasına ihtimal vermiyordum. Ancak daha sonraki bir tarihte, Basra'nın birçok bölümünü bizzat dolaştım. Kimi kez, bir ok atımından fazla alanı olmayan yerlerde bile birçok kanal görüyordum. Bunların hepsinde de küçük kayıklar işliyordu. Kanallardan her birinin, kanalı kazan adamın adına veya döküldüğü yere göre bir adı vardır. Bundan dolayı bu mesafenin boyuna ve enine söylendiği kadar çok sayıda kanalın var olduğuna inanmaya başladım. 120.000 kanal kazımına gerek duyulan bir yerde ne kadar yoğun bir nüfus olabileceğini artık siz düşününüz.


Hilafet merkezi ve Darusselam olan Bağdat'ın da o devirlerde ulaştığı bayındırlık ve uygarlığı göz önüne almak gerekir. Adı geçen tarihçi lstahri H. 4. yüzyılda, Bağdat'ı bizzat gezip dolaştıktan sonra şöyle anlatır. "Bağdat'ta halife sarayları ile bahçeleri Bağdat'tan Beyyin Irmağı'na kadar aralıksız bir duvar ile iki fersah (her fersah 12.000 adım) mesafeyi işgal ettikten sonra Beyyin lrmağı'ndan Dicle kenarına bitişir. Söz konusu binalar bu noktada hilafet sarayıyla birleşir. Ve Dicle üzerinden 5 mil boyunca (her mil 4.000 adım) Şemmasiye'ye çıkar. Şemmasiye, batı tarafından Harisiye ile karşı karşıyadır. Söz konusu binalar buradan da Kerh'in sonuna kadar Dicle boyunca uzanır."



lstahri, Bağdat saraylarının genişliği hakkında söz konusu bilgileri verdikten sonra, Fırat'la Dicle arasında bulunan yerlerin ne derece bayındır ve mamur olduğunu anlatırken "Bağdat ile Kufe (veya Dicle ile Fırat) arası birbirine bitişik olarak ve boş yer kalmamak şartıyla birçok köy ve kasabayla doludur. Bunların hepsinden de Fırat'tan suyunu alan kanallar geçer" dedikten sonra Fırat'tan Dicle'ye kadar açılmış olan kanalları da anlatır.




Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak