4 Ocak 2023 Çarşamba

İslam Devletleri, Vilayetler


İlk İslam devleti Hicret'in 1. yılında Medine'de kurulmuştur. Söz konusu yıllarda Müslümanların sayısı oldukça az ve güçleri de sınırlıydı. Medine'nin etrafını çeviren duvarlarının içindeki her mahalle Müslümanların olmadığı gibi, sahabe olmayan her insan da Müslümanların düşmanı gibi kabul ediliyordu. Bu dönemde İslam ülkesinin yüz ölçümü ve sınırları Medine ile çevresinde bulunan bazı küçük yerleşim yerlerinden ibaretti. Hukuki konular ve hükumet işleri, mescidde veya Hz. Peygamber veya sahabelerin evlerinde görülüyordu. İslam devleti H.4. yıla kadar bu şekilde devam etti. Söz konusu yılda, Medine'de yaşayan bir Yahudi kabilesi olan Nadiroğulları'nın toprakları İslam devletine katıldı. Bir yıl sonra Hayber, daha sonra Fedek, Vadi'l-kura bölgeleri de birbiri ardınca ele geçirilerek İslam topraklarına ilave olundu. Müslümanlar daha sonra Mekke, Taif, Tebale ve Cereş'i, kuzeyden Tebük ve Eyle'ye kadar olan yerleri, güneyden de Necran, Yemen, Umman, Bahreyn ve Yemame bölgelerini birbiri ardı sıra ele geçirdiler.


Hz. Peygamber (H. 13/M. 632) yılında vefat ettiğinde, İslam’ın gücü ve kudreti bütün Arap Yarımadası'nı kaplamıştı. Hz. Peygamber'in kurduğu ülkenin, kuzeyde Tebük ve Eyle'den güneyde Yemen kıyılarına ve doğuda Acem Körfezi'nden, batıda Kızıldeniz'e kadar uzandığını bizzat görmüşlerdi.


Hz. Ebubekir hilafet görevine seçildikten ve mürtetler (dinden çıkanlar) sorununu ortadan kaldırdıktan sonra, Şam ve Irak bölgelerini fethetmek için ordular göndermiş ve kendi devrinde başlayan fetihler, Hz. Ömer devrinde de sürdürülmüş, söz konusu iki bölgenin fethi tamamlanmıştır. Hz. Ömer devrinde Mısır da fethedildi. Fetihlerin çoğu Hz. Ömer zamanında gerçekleşmişti. Ömer'den sonra Osman devrinde de diğer bölgeler İslam ülkesi topraklarına ilhak olundu. Hz. Osman'ın şehit edilmesine kadar büyüyen olaylardan sonra Müslümanlar, ortaya çıkan fitne ve karışıklıklarla meşgul oldular. Hulefa-i Raşidin devrinden sonra Muaviye halifeliği ele geçirince, İslam bayrakları Şam, Mısır, Nübe, Afrika, Irak, Iran, Ermenistan, Azerbeycan, Cürcan, Taberistan ve Ahvaz bölgeleri topraklarında dalgalanıyordu.


Bu dönemde İslam halifesi, Medine'de veya Küfe'de ikamet eder ve güvendiği adamlarını vilayet merkezlerine vali olarak gönderirdi. İslam vilayetlerinin en büyüğü Şam'dı. Hınıs, Kınnesrin, Ürdün, Filistin kışlaları ile sınır boyları bu vilayete bağlıydı. Şam'dan sonra ikinci derecede büyük vilayet Irak bölgesiydi. Fırat ile Dicle ırmakları arasında yer alan ve "Sevad" adı verilen yerler söz konusu vilayete bağlı en önemli topraklardı. Bu vilayetin merkezi Fırat kıyısında yer alan Küfe şehriydi. Sevad'dan başka Basra, Kırkısya, Rey, Isfahan, Nihavent, Azerbeycan, Hulvan, Hemedan, Mazadan bölgeleri de Irak'a bağlıydı. Arap Yarımadası'ndaki İslam toprakları Mekke, Taif, Bahreyn, Umman ve San'a'dan oluşuyordu. Afrika'da ise Mısır bölgesi ile Mağrib ülkeleri (Trablusgarb, Tunus, Cezayir) ve Nil vadisinin yukarılarında bulunan Nübe bölgesinden oluşuyordu. Halifeler Medine'den, Küfe'den ve Şam'dan başka söz konusu bölgelerin hepsine resen memurlar tayin edip gönderirlerdi. Yalnız Şam valisi Şam'ın merkezinde oturur. Ve yanında bulunan ordugahlara (veya kışlalara) kendi tarafından memurlar tayin ederdi.


Aynı şekilde, Mısır valisi de çoğunlukla Afrika ve Nübe'ye gönderdiği vali veya memurları kendisi tayin ederdi.


Hz. Ömer b. El-Hattab'ın zamanından Hulefa-i Raşidin'in son devrine kadar, Şam valiliği Muaviye'nin elindeydi. Daha sonra yukarıda belirtildiği gibi, Muaviye kendini halife ilan ederek hilafet merkezini Şam'a taşıdı. Mücadelelerin başlarında tüm Arap Yarımadası Muaviye'ye biat etmekten çekinmiş, Hz. Ali'ye ve daha sonra onun oğullarına biat etmişlerdi. Hz. Hüseyin şehit olunca, söz konusu bölge Abdullah b. Zübeyr'in idaresinde kaldı. Onun H. 72 yılında, Emevi valisi Haccac tarafından şehit edilmesinden sonra Arap Yarımadası Emevi halifelerinin idaresine geçmiştir.


İslam devletinin toprakları Emeviler devrinde daha da genişledi. Emeviler, Endülüs'ün batı bölgelerini fethettikten sonra, İspanya'nın kuzeyinde Pirene (Pyrenees) Dağları'nı aşarak Avrupa'nın ortasına doğru hızla ilerlemişler ve Fransa topraklarına ayak basmışlardı. Ve H. 114/M. 732 yılında Ren (Reine) Nehri'ne kadar, Fransa'nın içlerine doğru ilerlemelerini sürdürdüler. Müslümanların bu zaferlerinden sonra endişeye kapılan Franklar, İspanya'da olduğu gibi kendi ülkelerinin de Müslümanların eline düşmesinden korkarak birbirleriyle işbirliği yapmaya ve her türlü fedakarlığı göze alarak Müslümanları mağlup edip geri püskürtmeye karar verdiler. İki taraf arasında Fransa topraklarında Tours ile Poitiers (puvatya) arasında birkaç gün boyunca devam eden kanlı savaşlar yapıldı (Ekim 732). Arap kaynakları bu savaşlar hakkında kısa bazı bilgilerden başka bir şey yazmıyor. Oysa Frank kaynaklarında bu olaylar üzerinde önemle durulmuş ve ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Bu kaynaklar, savaş sırasında İslam askerlerinde gördükleri yiğitlik ve cesaret hakkında övgüde bulunmaktan da kendilerini alamamışlardır.


Poitiers Savaşı, imparator Charlemaigne'ın büyükbabası ünlü Fransız komutan Charles Martel zamanında olmuştu. Fransızlar ile Araplar arasında 732 yılında şiddetli ve kanlı savaşlar yapıldığını ve Arapların İspanya’ya geri çekilmeleriyle sonuçlandığını ve bu savaşlarda Müslümanların başkomutanı Abdurrahman'ın (Abdurrahman el-Gafiki) şehit düştüğünü kaydediyorlar. lbn el-Esir, tarihinde bu savaşla ilgili yalnızca şu bilgiler görülüyor: Endülüs Emiri Abdurrahman b. Abdullah el-Gafiki (H. 114/M. 732) yılında Frank memleketine gazaya çıkmışsa da gerek kendisi gerekse beraberindeki askerler şehit düşmüştür. Charles Martel zamanında vuku bulan savaş adı geçen Abdurrahman ve ordusuyla yapılan savaş olmalıdır.


Burada önemli olan nokta şudur: Araplar, Fransızlar için çok önemli olan bu savaşta başarılı olsaydı, İslamiyet, önce Fransa'da daha sonra da tüm Avrupa'da yayılmış olacaktı. O dönemde İslam ordularını durduracak başka bir güç yoktu. Aynı şekilde Arap dili Asya ve Afrika'da yaşayan halkların büyük bölümünün nasıl ortak dili olmuşsa Avrupa'da da aynı şey olabilirdi.


Emevilerin Iran ve Horasan bölgelerindeki fetihleri de Hindistan sınırına kadar ulaşmıştı.

Emeviler zamanında İslam ülkesindeki idari yapı şu şekilde idi:


1)Şam: (Kendi içinde dört ordugaha bölünmüştü). 

2) Küfe,

3)Basra: (Iran, Sicistan, Bahreyn ve Umman bölgesini içine alıyordu).

4)Ermenistan, 

5) Mekke, 

6) Medine, 

7) Afrika, 

8) Mısır, 

9) Yemen, 

10) Horasan


Daha sonra halifelik Abbasilere geçince vilayetler ve idari bölünmüşlük şöyle olmuştur.

1. Küfe ve Sevad (Fırat ile Dicle arasındaki bölge) vilayetleri 

2. Basra (Mercan Kubad'dan, Dicle çevresinde bulunan beldelere ve güneyden Bahreyn ve Umman'a kadar bütün yerler dahil)

3. Hicaz ve Yemame vilayeti

4. Yemen vilayeti

5. Ahvaz (Huzistan ve Suziyana) vilayeti

6. Fars (Iran) vilayeti

7.Horasan vilayeti

8.Musul vilayeti

9.El-Cezire (Beyn el-nehreyn, Ermenistan, Azerbaycan) vilayeti

10.Şam vilayeti

11. Mısır ve Afrika vilayeti

12.Sind (Hindistan sınırında) vilayeti

13.Endülüs vilayeti.


Abbasi Devleti zamanında İslam devletinin ulaştığı genişlik ve büyüklük İslam’ın ortaya çıkışından günümüze kadar ulaştığı en geniş sınırlardır. Emevilerin eline geçen Endülüs gibi bazı bölgelerin Abbasilerden ayrılması ve Tahiriler, Aglebiler, Tolunoğulları vs. bazı emirliklerin bağımsızlıklarını ilan etmesi bu tesbitimizi geçersiz kılmaz. Çünkü Endülüs'ten başka, hepsinde de hutbe Abbasi halifesi adına okunuyordu.


Abbasiler devrinde İslam ülkesinin sınırları kuzeyde Asya'da Türkistan'ın yukarılarına ve İspanya’nın kuzeyinde Pirene Dağları'na, güneyde Arap Denizi'ne ve Hint Okyanusu'na ve büyük Afrika çölüne, doğuda Hindistan'dan Sind ve Pencap bölgesine ve batıda Atlas Okyanusu'na kadar uzanıyordu. Bu alan Avrupa kıtasının iki katından daha büyüktür.


Bu geniş İslam devletinin Abbasiler devrinde ulaştığı büyüklüğü göstermek için valiliklerin isimleriyle sayılarını şöyle açıklayabiliriz:



Sevad Hemedan Taberistan Fırat yolu

Ahvaz Masebzan Tekrit Kınnesrin ve Avasım

lran Mihrican k. Şehr-i Zor Hıms

Kirman lgareyn Samgan Dımaşk (Şam)

Mekran Kum ve Kaşan Musul Ürdün

lsfahan Azerbaycan Diyar-ı Rebia Filistin

Sicistan Rey Erzen ve  Meyyarfarikin Mısır

Horasan Kazvin Toron Hurmeyn

Hulvan Zencan Ermenistan Yemen

Küfe Kums Amid Yemame ve Bahreyn

Basra Cürcan Diyar-ı Mudar  Umman

 




 


Abbasilere bağlı İslam ülkesinde bulunan valilikler bunlardı. Endülüs'te Emevilere bağlı olan memleketler bu tabloda gösterilmemiştir. Endülüs'teki Emevi Devleti Bağdat'taki Abbasi Devleti'yle çağdaştı.


Endülüs Emevileri Akdeniz'de bulunan adalardan Sicilya, Malta gibi adaları da fethetmişlerdi. Söz konusu vilayetlerden her birine halife veya veziri veyahut kaymakamı tarafından bir vali tayin olunurdu. Söz konusu valiliklerin sayısı 44'e ulaşmıştı. Bunların her birinde bir veya daha fazla sayıda ayrıca Beytülmal (defterdarlık ve muhasebe), haraç divanı (vergi dairesi), ayrıca kadı (naib) bulunuyordu. Söz konusu kentlerin halkı Arap, lranlı, Türk, Kürt, Moğol, Afganlı, Hint, Ermeni, Süryani, Keldani, Rum, Got, Kıpti, Nübeli ve Berberilerden olmak üzere o zamanki uygar dünyada yaşayan halkların büyük bölümünü oluşturuyordu. Söz konusu halklar, Arapça, Farsça, Pehlevice, Hintçe, Rumca, Süryanice, Türkçe, Ermenice, Kıptice, Berberice vs. dillerini konuşuyorlardı. Zamanla bunların bir kısmı Şam, Mısır, Mağrib, Irak bölgeleri halkları gibi asıl dillerini tamamen unutarak Arapça'yı benimsemiş, bir kısmı da Iran, Türkistan, Hindistan, Afganistan halklarında olduğu, gibi Arapça kendi asıl dillerine karışmıştır. Bugüne kadar Asya ve Afrika halklarının büyük kısmı kendi dillerini Arap alfabesiyle yazarlar, bu durum sözünü ettiğimiz o büyük uygarlığın günümüze ulaşan izlerindendir.



El-lstahri Basra'nın o günkü halini akla hayret verecek şekilde vasıflandırır. Kendisinin bu konuda verdiği malumatı Irak bölgesinin o devirdeki halini göstermek için aşağıda naklediyoruz:


"Basra Arapların kurduğu büyük bir kenttir. Suyunun tamamı ırmaklardan oluşmuştur. Gezginlerden bazılarının anlattığına göre, Basra'nın çevresinde bulunan su kanalları, Bilal b. Ebi Bürde'nin valiliği zamanında genişletilerek, kayıkların geçmesine uygun hale getirilmişti. Bu kanalların sayısının 120 000'den fazla olduğu görülmüştür. Bilal zamanında su kanallarının bu kadar çok olmasına ihtimal vermiyordum. Ancak daha sonraki bir tarihte, Basra'nın birçok bölümünü bizzat dolaştım. Kimi kez, bir ok atımından fazla alanı olmayan yerlerde bile birçok kanal görüyordum. Bunların hepsinde de küçük kayıklar işliyordu. Kanallardan her birinin, kanalı kazan adamın adına veya döküldüğü yere göre bir adı vardır. Bundan dolayı bu mesafenin boyuna ve enine söylendiği kadar çok sayıda kanalın var olduğuna inanmaya başladım. 120.000 kanal kazımına gerek duyulan bir yerde ne kadar yoğun bir nüfus olabileceğini artık siz düşününüz.


Hilafet merkezi ve Darusselam olan Bağdat'ın da o devirlerde ulaştığı bayındırlık ve uygarlığı göz önüne almak gerekir. Adı geçen tarihçi lstahri H. 4. yüzyılda, Bağdat'ı bizzat gezip dolaştıktan sonra şöyle anlatır. "Bağdat'ta halife sarayları ile bahçeleri Bağdat'tan Beyyin Irmağı'na kadar aralıksız bir duvar ile iki fersah (her fersah 12.000 adım) mesafeyi işgal ettikten sonra Beyyin lrmağı'ndan Dicle kenarına bitişir. Söz konusu binalar bu noktada hilafet sarayıyla birleşir. Ve Dicle üzerinden 5 mil boyunca (her mil 4.000 adım) Şemmasiye'ye çıkar. Şemmasiye, batı tarafından Harisiye ile karşı karşıyadır. Söz konusu binalar buradan da Kerh'in sonuna kadar Dicle boyunca uzanır."



lstahri, Bağdat saraylarının genişliği hakkında söz konusu bilgileri verdikten sonra, Fırat'la Dicle arasında bulunan yerlerin ne derece bayındır ve mamur olduğunu anlatırken "Bağdat ile Kufe (veya Dicle ile Fırat) arası birbirine bitişik olarak ve boş yer kalmamak şartıyla birçok köy ve kasabayla doludur. Bunların hepsinden de Fırat'tan suyunu alan kanallar geçer" dedikten sonra Fırat'tan Dicle'ye kadar açılmış olan kanalları da anlatır.




Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

DÎNİ SÖZLÜK “H”

  

 

HÂL:

 

Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî derecedir.

 

Hâller ve vecdler (kendinden geçmeler), matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenin başlangıçlarıdır. Maksat değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

En güzel hâl; şerîate (dînimizin emir ve yasaklarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin bilgileri hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst, doğru olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Hâl Ehli:

 

Hâli tavrı güzel olan gönül sâhibi kişi. Velî zat.

 

Almayı, vermekten daha tatlı gören hal ehli olamaz. (Ebû Medyen Mağribî)

 

HALÂL (Helâl):

 

Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr, mâni ve mecbûriyet saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Ey mü'minler! Allahü teâlânın size helâl ettiği tayyib yâni güzel şeyleri kendinize haram etmeyiniz! Helâllere haram demeyiniz! Allahü teâlâ helâl ettiği şeylere haram diyenleri sevmez. (Mâide sûresi: 87)

 

Duânın kabûl olması için helâl lokma yiyin. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ıSeâdet)

 

Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet (faydalı ilim) akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

Allahü teâlâ, peygamberlerine emrettiğini, mü'minlere de emretti ve buyurdu ki: "Ey peygamberlerim!  Helâl  yiyiniz  ve  sâlih  (iyi)  işler  yapınız!"  (Mü'minûn  sûresi:  51)

Mü'minlere de emretti ki; "Ey îmân edenler! Sizlere verdiğim rızıklardan helâl olanları yiyiniz." (Bekara sûresi: 172) (Hadîs-i şerîf-Câmi-ul-Usûl, Mişkât, Müslim)

 

Allahü teâlâya itâat etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarının dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Muâz)

 

Haram yiyenlerin yedi âzâsı, istese de istemese de günâh işler. Helâl yiyenlerin her âzâsı ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir. (Sehl bin AbdullahTüsterî)

 

Bizim yolumuzda el, helâl kârda (işte); gönül ise hakîki yârdadır (Allahü teâlâdadır). (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

Her gün helâlinden alış-veriş yapmam, geceleri ibâdet, gündüzleri oruçla geçirmemden bana daha sevimlidir. (Muâviye bin Kurre)

 

Halâl Lokma:

 

Haram olmayan, dinde yenilmesi yasak edilmeyen yiyecek.

 

Helâl lokma yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl lokma yiyen kimse de Allahü teâlâya isyankâr olmaz. (Ali Râmitenî)

 

HALEF-İ MÜTTEKÎN

 

HALEF-İ SÂDIKÎN:

 

Selef-i sâlihînden yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri.

 

Halef-i sâdıkîn, îmân (inanç) ve amel bilgilerinde ve kalb bilgilerinde, hep Selef-i sâlihîne (Hicrî ilk iki asırda yaşayan müslümanlara) tâbi olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. (İbn-i Asâkir)

 

HÂLET-İ NEZ':

 

Ölürken rûhun çıkacağı an.

 

Allah'ım! Bizi ve dînimizi her türlü zarardan koru. Hâlet-i nez'de îmânımızı alma. O anda şeytanı bize musallat etme. Bizi dünyâ ve âhiret hayırları ile rızıklandır. Allah'ım! Sen her şeye kâdirsin. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

HALF ETMEK:

 

Yemin etmek.

 

HÂLIK (El-Hâlık):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr ve tâyin eden, yaratan.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

O öyle Allah ki, Hâlıktır, Bâridir (yaratan var edendir), Musavvirdir (bütün varlıklara şekil verendir), Esmâ-i hüsnâ (en güzel isimler) O'nundur. Bütün göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbîh eder. OAzîzdir (her şeye gâlib ve her kemâle sâhibdir), Hakîmdir (hikmet sâhibidir). (Haşr sûresi: 24)

 

O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O'dur. (En'âm sûresi: 102)

 

Pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kâinâtın (evrenin) bir hâlıkı ve anlamağa aklımızın ermediği pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu hâlıkın hiç değişmemesi ve sonsuz var olması lâzımdır. İşte bu hâlık, Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi)

 

Rahmân, Kuddûs, Müheymin ve Hâlık (yaratıcı) gibi yalnız Allahü teâlâya mahsûs olan isimleri insanlara isim yapmak haramdır. (A. Nablüsî)

 

Gece yarısı bir miktar zaman el-Hâlık ism-i şerîfini söyleyen kimsenin kalbi ve yüzü nûrlanır. (Yûsuf Nebhânî)

 

Hâlıkın dururken mahlûka tapma,

 

Şeytana uyup da yolundan sapma.

 

(Lâ Edrî)

 

HÂLİD BİN SİNÂN ABESÎ ALEYHİSSELÂM:

 

Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde, Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir.

 

Hâlid bin Sinân Abesî aleyhisselâmın kavmine musallat olan ve bir mağaradan çıkan ateş, uzak mesâfelere yayılıyor, ekinleri ve hayvanları yakıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu. İnsanlar âciz kalmıştı. Bu sırada Hâlid bin Sinân aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Hâlid bin Sinân aleyhisselâm, Allahü teâlânın izniyle mağaradaki ateşi söndürdü. Sonra mağaraya girerek kendisinin üç günden önce çağırılmamasını vasiyyet etti. Fakat kavmi ve çocukları şeytanın vesvesesine kapılarak üç günden önce çağırdılar. Bu çağırma sebebiyle başında bir elem (ağrı) olduğu hâlde mağaradan çıktı ve "Beni, kavmimi ve vasiyyetimi zâyi ettiniz" buyurarak yakın zamanda vefât edeceğini bildirdi. Vefâtından sonra cenâzesini defn etmelerini ve kabrini kırk gün gözetmelerini, kırk gün sonra kuyruğu kesik bir merkebin de içinde bulunduğu bir sürü, kabrinin yanına gelince kabrini açmalarını vasiyyet etti. Böyle yapıldığı zaman kabrinden çıkıp kabir ehlini ve kabir hayâtını aynen kendilerine anlatacağını bildirdi. Belirtilen işâret ortaya çıkınca, mü'minler Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kabrini açmak üzere harekete geçtilerse de, çocukları; "Bize öldükten sonra kabirden çıkan kimsenin çocukları derler" diyerek engel oldular. Böylece câhillikleri büyük bir hıyânete sebeb oldu. Dolayısıyla babaları olan bir peygamberi ve onun bu vasiyetini de yerine getirmediler.

 

Muhammed aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiğinde, Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kızı hayatta idi. Peygamber efendimizin huzûruna kavuşmakla şereflendi. Peygamber efendimiz ridâsını (hırkasını) sererek üzerine oturttu ve taltif buyurarak; "Merhabâ ey kavmi vücûdunun zâyi (yok) olmasına sebeb olduğu peygamberin kızı!"

 

buyurdu. (İbn-ül-Esîr-Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

HÂLİDİYYE:

 

Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye taraflarında yayılmıştır.

 

Hâlidiyye yolunun büyüğü olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Bizim büyüklerimizin yolunda tasavvuf, İslâm dîninin emirlerini yapmak içindir. Ama tasavvufu hakkıyla yapmak da herkesin işi değildir. Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildirler. Hangi şekilde olursa olsun bu büyüklere bağlılık büyük nîmettir" buyurdu.

 

HALÎFE:

 

Birinin yerine geçen.

 

1. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).

 

Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Ali halîfe olsun. Melekler dedi ki: "Yâ Muhammed! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)

 

Peygamber efendimiz, hazret-i Muâviye'ye; "Halîfe olduğun zaman, yumuşak ol veya güzel idâre et!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)

 

Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ'dan sonra müslümanların halîfesi, müslümanların reîsi Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. Ondan sonra halîfe, Ömer-ül-Fârûk'tur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyn, ondan sonra Ali bin Ebî Tâlib'dir (radıyallahü anhüm). Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelik sıraları gibidir. (Ömer Nesefî)

 

2.   Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.

 

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden Muhammed Ma'sûm hazretleri şöyle buyurdu:

 

"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak, dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebep olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır." (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

Halîfe-i Âdile:

 

Halîfe olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan halîfe. Hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği böyledir.

 

Halîfe-i Câbire:

 

Halîfeliği kuvvet zoru ile ele geçiren.

 

Halîfe-i Râşide:

 

İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de denir.

 

HALÎL:

 

Dost.

 

Kelime-i tevhîdi (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah sözünü) çok söyleyenlerde, Allahü teâlâya karşı fevkalâde sevgi hâsıl olmaktadır. Artık o, Allahü teâlânın halîlidir. Her kim, nefsinin boş arzularından sıyrılırsa, artık onda, Allahü teâlâdan başkasına bağlılığa yer kalmaz. (İmâm-ı Süyûtî)

 

HALÎLULLAH:

 

Allahü teâlânın dostu mânâsına İbrâhim aleyhisselâmın lakabı. Halîlürrahmân da denir.

 

İbrâhim aleyhisselâm Halîlullah'tır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) sevgisi yoktu. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Halîlullah İbrâhim aleyhisselâm, kendi kavmine, Allah'tan başka şeylere tapınmanın yanlış olduğunu pek güzel bildirdi. Müşrikliğe (Allah'a eş, ortak koşmağa) yol açacak kapıların hepsini kapadı. (Ahmed Fârûkî)

 

İbrâhim Halîlullah, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın ecdâdındandır, yâni Efendimizin mübarek, pak, temiz soyu ona dayanır. (İbn-i Hişâm)

 

İbrâhim Halîlullah, Habîbullah'ın yâni Resûlullah efendimizin ümmetinden olmayı temennî buyurmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

HALÎM (El-Halîm):

 

1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte acele etmez fakat ihmâl de etmez.

 

Kur'ân-ı  kerîmde   meâlen   buyruldu   ki:  Bilin  ki,  Allahü  teâlâ  mağfiret  edicidir

 

(bağışlayıcıdır), Halîm'dir. (Bekara sûresi: 235)

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem sıkıntılı zamanlarında; "Azîm, Halîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük arşın Rabbi olan Allah'tan başka ilâh yoktur." buyururlardı. (İmâm-ı Müslim)

 

El-Halîm ism-i şerîfini okuyan denizde ise boğulmaktan, bir vâsıtada ise helâk olmaktan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

 

2.  Yumuşak, sertlik göstermeyen, kızmayan kimse. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

İbrâhim (aleyhisselâm) Allahü teâlâdan çok korktuğu için çok âh ederdi. Halîm idi. (Tevbe sûresi: 114)

 

Allahü teâlâ halîm, iffetli kimseyi sever; çirkin şeyler konuşan, ısrarla halktan bir şey isteyen kimseye gazab eder. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

 

Halîm kimse, gadaba sebeb olan şeyler karşısında kızmaz, heyecâna gelmez. Korkak olan, kendine zarar verir. Gadablı kimse ise, hem kendine, hem başkalarına zarar verir. (Hâdimî)

 

HÂLİS:

 

Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah için olan, riya ve gösteriş bulunmayan.

 

İbâdetin kabûl olması için niyyetin hâlis olması lâzımdır. (Ali bin Emrullah)

 

Bir kimse başkalarının görmesi için ibâdet eder veya başkasının görmesi de hoşuna giderse veya ibâdetinde başkasından bir karşılık beklerse, o kimse hâlis olmaz. (M.Hâdimî)

 

Allah sevgisini hâlis olarak tadanı; bu sevgi, dünyâyı istemekten alıkoyar ve bütün insanlardan uzaklaştırır. (Hazret-i Ebû Bekr)

 

Ey nefs! Hâlis ol ki kurtulasın! (Ma'rûf-i Kerhî)

 

HALK:

 

1. Yaratmak, yoktan var etmek.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

 

Biz insanı en güzel biçimde halk ettik. (Tîn sûresi: 4)

 

O (Allahü teâlâ), hanginizin daha güzel amel (ve hareket) edeceğini (hakkınızda) imtihan etmek için ölümü ve hayâtı halk edendir. (Mülk sûresi: 2)

Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden halk ettik. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık... (Hucurât sûresi: 13)

 

Biz inanıyoruz ki, Allahü teâlâ sonsuz kudret (güç, kuvvet) sâhibidir. Yedi kat yerleri ve gökleri halk etmesi ile bir karıncayı halk etmesi O'na göre aynıdır. Allahü teâlânın halk etmesi mümkün olmayan hiçbir şey yoktur. (Harputlu İshâk Efendi)

 

Allahü teâlâ her şeyi bir sebeb ile halk etmektedir. Âdet-i İlâhiyyesi böyledir. (Muhammed Hâdimî)

 

2. Mahluk, yaratılmış, insan topluluğu.

 

Halkı dara düşürmek, sıkıştırmak ve incitmek haramdır. (İmâm-ı Rabbânî)


 

Halk ile konuşmalar yumuşak Halka hizmet, zikr (Allahü teâlâyı daha sevaptır). (İmâm-ı Rabbânî)


ve tatlı olmalıdır. Hiç kimseye sertlik göstermemelidir. anmak ile meşgul olmak)den efdâldir (daha fazîletlidir,


 

HALLÂK:

 

Yaratan, her şeyi yoktan vâr eden Allahü teâlâ.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

Şübhesiz ki senin Rabbin (seni de onları da) Hallak'tır (yaratandır). (Senin de onların da hâlini ve her şeyi) kemâliyle bilendir. (Hicr sûresi: 86)

 

Gökleri ve yeri yaratan (Allah) onlar gibisini yaratmağa kâdir değil midir? Elbette (kâdirdir ve) hallâktır, her şeyi hakkıyla bilendir. (Yâsîn sûresi: 81)

 

Can alıcı melek geldiğinde, mâsûm (günâhsız) kimseyi şefâat tâcını ve gömleğini giymiş, gözünün perdesi kalkmış görür. Ona; "Yâ mâsûm! Hallâk-ı âlem sana selâm söyledi ve buyurdu ki: "Ben onu yarattım, yine bana gelsin. Zîrâ o cân emânetini ben verdim, yine bana versin. Onun karşılığında Cennet ve dîdâr (Allahü teâlânın cemâlini görmeyi) vereyim." Eğer inanmazsan yüzünü çevirip göklerden tarafa bak görürsün" derler. O mâsûm dahi bakıp melekleri ve Allahü teâlânın cemâlini seyreder. (Kutbüddîn İznikî)

 

HALVET:

 

Yalnızlık, yalnız olarak kalma.

 

1. Yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin bir odada, kapalı bir yerde yalnız kalmaları.

 

Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

Allah'a ve kıyâmet gününe inanan, yabancı bir kadınla, yalnız kalıp halvet etmesin. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

 

Halvet haramdır. Mescid gibi dışardan içerisi görünen umûma açık yerlerde yalnız kalmak halvet olmaz. (İbn-i Âbidîn)

 

2.   Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet tenhâda kalma hali yalnız kalmak.

 

Tasavvufta halvet, vuslat (kavuşma) alâmetidir. (Ebü'l-Kâsım)

 

Halvet Der-Encümen:

 

Nakşibendiyye yolunda on bir esastan biri. Halk içinde Hak ile (Allahü teâlâ ile) olmak.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Öyle adamlar vardır ki, ticâretleri ve alışverişleri onları Allahü teâlâyı hatırlamaktan, anmaktan alıkoymaz." (Nûr sûresi: 37) buyrulan âyet-i kerîme, halvet der-encümen makâmına işârettir. (SeyyidAbdülhakîm Arvâsî)

Yolumuzun esâsı halvet der-encümendir. (Behâeddîn-i Buhârî)

 

HALVETHÂNE:

 

Çilehâne. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet kendi hâlinde yalnız kalınan ve ibâdetle vakit geçirilen yer.

 

HALVETİYYE:

 

Evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Nûr Halvetî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

 

HAMD:

 

En üstün şekilde senâ, övgü.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Dünyâda ve âhirette hamd Allahü teâlânın hakkıdır, O'na mahsustur. Hükm de O'nundur. Sonunda O'na döndürülürsünüz. (Kasas sûresi: 70)

 

Allahü teâlâ birdir, O'ndan başka bir ilâh yoktur. Her şeyden yücedir. Bütün hamdlerin hepsi O'na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)

 

Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ederse, bu hamd ve şükürlerin hepsi, Allahü teâlânın hakkıdır. Çünkü her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen hep O'dur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak