4 Ocak 2023 Çarşamba
ispanyol-Amerikan Bağımsızlık Savaşları
Kuzey Amerika ve Fransız Devrimleri, Aydınlanma'nın liberal idealleri ile birlikte ispanya Amerikası'ndaki kolonilere bağımsızlık uğruna savaşmaları için ilham verdiler. 1808 - 1825 yılları arasında Orta ve Güney Amerika'da bağımsızlık hareketleri yaygınlaşmıştı. Öyle ki ispanya bölgede Küba, Karayip Adaları ve Porto Riko dışında hiçbir yeri kontrol edemez hale gelmişti (Porto Riko 1898 yılına kadar ispanya kontrolünde kaldı).
Çatışma 1808 yılında ispanya kralı, Napolyon'un kardeşi Joseph tarafından Yarımada Savaşı'nda tahttan indirilince alevlendi. Fransız istilası ispanyol yönetimini yok etti. Bölgesel cuntalar ve kaos ortaya çıktı. Pek çok ispanyol kolonisi kendi cuntalarını ortaya çıkarabileceklerini iddia ettiler. Bu durum özerklik talep eden yurtseverlerle ispanya' nın otoritesini tanıyan kralcılar arasında bir mücadelenin başlamasına neden oldu.
Bağımsızlık Savaşı'nın en önemli iki lideri Simon Bolivar ve Jose de San Martin'di. 1813 yılında Bolivar Venezuela'da bir isyan başlattı ve 1821 yılında ülke bağımsız oldu. Daha sonra savaşı Kolombiya'ya taşıdı. ispanyolları yenilgiye uğratıp ülkenin ilk başkanı oldu. Güneydeki bağımsızlık hareketlerini Jose de San Martin' in liderliği altında birleştirmeye çalıştı. Komutan muavini Bernardo O' Higgins (Yarı irlandalı, yarı Şililiydi) ve San Martin kralcı orduları yenilgiye uğrattı. Şili'nin 1818 yılında bağımsızlığını ilan etmesini sağladı (O'Higgins Şili diktatörü oldu ve 5 yıl boyunca ülkeyi yönetti).
Hareketler ispanya'nın güçlü olduğu Peru'daki Lima'ya ulaştı. Peru'nun bağımsızlığı 1822 yılında ilan edildi. San Martin bir yıllığına ülkenin koruyucusu oldu. Arjantin 1816 yılında bağımsız oldu. Onu 1821 yılında Meksika izledi. Portekiz kolonisi Brezilya 1821 yılında I. Dom Pedro liderliğinde bağımsızlığını ilan etti.
Alıntıdır.
SELÇUKLULARlN SÜNNİ SiYASETi-2
Şafiilik
Hanefi Mezhebi'nden sonra İslam aleminde en fazla taraftarı olan mezhep Şafiiliktir. Kurucusu olan İmam Şafii (öl.819) Gazze'de dünyaya gelmiş, Medine'de tahsilini yapmıştır. Bedevi kabileleri arasında kalarak fasih Arapça'yı öğrenen Imam Şafii, bir müddet Yemen'de ve Bağdad'da ikamet ettikten sonra Mısır'da vefat etmiştir. İmam Şafii'nin yaşadığı coğrafya ve bu coğrafyanın sosyo-kültürel yapısı onun fıkhının esaslarına zemin teşkil eder. Onun için, yaşadığı muhitin örf ve adetleri Şafii'nin içtihatları üzerinde gayet açık tesir bırakmıştır.
İmam Şafii, Medine'de İmam Malik'ten, Bağdad'de İmamı Azam'ın öğrencisi İmam Muhammed'den ders görmüş, dolayısıyla Hadis fıkhını temsil eden Maliki fıkhı ile, Rey ekolünü temsil eden Hanefi fıkhı arasında bir orta yol, köprü olmuştur. Hadis ekolüne dayanması ve Medine'de yaşaması sebebiyle Şafiilik daha çok bu bölgede yayılmıştır. Ancak İmam Şafii daha sonra Mısır'a giderek Malikilerden ayrılınca mezhebi yayılış alanı da bu bölgeye kayacaktır. Şafiilerin tedris faaliyeti gösterdikleri yer Bağdad ve Kahire idi. Özellikle IX. ve X. yüzyıllarda Hicaz ve Mısır bölgelerine yayılmakla birlikte, Abbasilerin resmi mezhebinin Hanefilik olmasından dolayı Şafillik fazla gelişmemiştir.
Şafiiliğin Şam bölgesinde yayılması, oradaki Evzai Mezhebi'nin aleyhine genişlemek suretiyle olmuştur. Bölgeye Şafiiliği ilk getiren Ebu-Zura b. Osman ed-Dımeşki'dir. Kahire'de sekiz sene kadılık yaptıktan sonra Dımeşk'e giderek 904'de buraya kadı olan bu alim, 915'de ölümüne kadar bu görevi devam ettirmiştir. Şam bölgesi Şafiilere mahsus bir bölge olarak devam etmiş, bu şekilde oluşan teamül Hanefi alim Ebu Abdullah Muhammed el-Balasağuni et-Türki'nin (öl.1112) Dımeşk kadılığına atanmasıyla bozulmuşsa da, halkın camileri kapatarak tepki göstermesi sebebiyle tekrar eski uygulamaya dönülmüştür. Daha sonraları Şafiiliği benimseyen sultanlar ve şahıslar tarafından açılan medreselerle Şafii Mezhebi bu bölgede iyice güçlenmiştir.
Şafiilik, Irak bölgesinde de önemli bir gelişme göstermiştir. Bu husus Horasan ve Maveraünnehr'de de etkisini gösterecek ve Hanefilik yaygın olmasına rağmen bölgede Şafiilik de yayılma imkanı bulacaktır. Ama, Abbasilerin resmi mezhebi olması açısından Hanefilik daha yaygın mezhep olma konumunu muhafaza etmiştir. Onun için, Şafiilerin Hanefilerle beraber bu beldelerde ifta ve tedris işlerini paylaşmaları özellikle Selçuklular dönemine denk gelir. Öyleki, Nizamiye Medreseleri'nin açılması ile birlikte Şafiilik için yeni bir dönem doğacak ve bu mezhep gelişerek devam edecektir.
Şafii - Eş'ari Birlikteliği
Kelami mezheplerden Eş'ariliğin kurucusu olan Ebu'I-Hasan el Eş'ari (öl.936) Basra'da dünyaya gelmiş, dönemin ünlü Mutezile şeyhlerinden Ebu Ali el-Cübbai'nin yanında yetişerek onun fikirlerinden etkilenmiştir. Zekâsı ve münazaradaki kabiliyeti sayesinde büyük şöhret sahibi olmuştU. Daha sonra hocasından ve fikirlerinden ayrılarak Mutezileden öğrendiği metotlarla bu fikre karşı mücadele etmiştir. Esasında Mutezile X. ve XI. asırlarda zayıflamaya yüz tutmuştu. Ehl-i sünnet alimleri arasından çıkan Eş'ari, Ehl-i sünnet fikrini savunmayı üzerine alarak, bu konuda Sünni esasları Hanbeli şekliyle kabul edip, bir noktada kendisini Ahmed b. Hanbel'in takipçisi gibi gördü. Mutezile ve Ehl-i sünnet dışı fikirlerle mücadele ederken cedel metodunu büyük bir başarı ile Sünnilik için kullanmıştır. Hanefilerin Mituridiliği benimsernelerine karşılık, Şafiiler ve Malikiler Eş'ariliği benimsemişlerdir.
Eş'ari'nin fikirleri kendisinden sonra bir Maliki alimi olan Bakillani (öl.1012) vasıtasıyla iyice tekamül etmiştir. Bu alim, Eş'ari'nin görüşlerini bir süzgeçten geçirmiş ve birtakım meselelerin izahında eski fikirlerle yetinmeyerek yeni ve akli deliller kullanmıştır. Bakillani'den sonra Eş'ariliğin en büyük siması İmamu'l-Harameyn Cüveyni (öl.1085) olmuştur. Önceleri Eş'arilik ile Mituridilik arasında müteşabih ayetleri tevil etmeme konusunda birlik var iken sonraları Cüveyni, Eş'ariliğe tevil metodunu getirerek mezhep imamını aşmış oldu. Gazali ( öl. 1111) ise, kelamın kapılarını felsefeye ve mantığa açarak İmam Eş'ari'yi bir kez daha aştı. Bu sebepten dolayı Eş'ariliğin nihai zaferi ancak Selçuklular döneminde ve ünlü alim İmam Gazali tarafından sağlanmıştır.
Aynı coğrafyada ortaya çıkmanın vermiş olduğu sosyo-kültürel yapıdan dolayı Eş'arilik ile Şafii ve Maliki mezhepleri arasında bir yakınlık söz konusudur. Dikkat edilirse bu mezhepler daha çok Arap unsurlar arasında yayılmış mezheplerdir. Bu da, bir noktada Seyyid Hüseyin Nasr'ın tezini teyit etmektedir. Yani Şafiilik ve Eş'ariliğin Arapların ruhi ve psikolojik yapısına uygun gelmesi, onların mantığına hitap etmesi, bu mezheplerin bahsedilen topluluklar arasında daha fazla yayılmasına sebep olmuştur.
Eş'arilere göre akıl, hiçbir zaman mutlak hakikate ulaşamaz. O, duyularda ve zihinde bizi daima aldatır. Bu yüzden de, nübüvveti ispat için akli deliliere başvurmadıkları gibi, nesnelerin güzellik ve çirkinliği (Hüsn ve Kubh) konusunda da, bir şeyin güzel olup olmadığını aklımızia kestiremeyiz. Akıl dini teklifi anlamak için bir vasıtadır, derler. Tarihi boyunca akıl ile nakil arasında denge kurmaya çalışan Eş'arilik, Ehl-i sünnet akaidine sahip çıkarken mutedil bir yol izlemeye çalışmışsa da, Mituridiler kadar akla yer vermedikleri de bir hakikattir.
Eş'ari, görüşlerini savunurken her ne kadar Mutezili metotları kullanmış olsa da, nassları anlama konusunda Hanbeli metodu takip ettiği için, Şafiiler ve Malikiler tarafından kabul görmüştür. Nitekim, Eş'a ri'den sonra Eş'ariliğe hayat veren en önemli iki sima Şafii ve Maliki mezhepleri arasından çıkmıştır. Bu anlayıştan dolayı Eş' arilik daha çok bu iki mezhebin yayıldığı sahada onlarla beraber yayılmıştır. Eş'arilik aynı zamanda Hanbelilerin itikat esaslarına da uygunluk gösterdiğinden onlar arasında da yayılma imkanı bulmuştur.
Hanbeli ve Eş'ari mezhepleri arasındaki birlik Hanbeli alim Ebu Ya'la el-Hanbeli'den (öl.1065) sonra ayrılmış ve Hanbeliler Eş'ariliğin dışında görülmeye başlanmıştır. Eş'arilik, kelami fırkalardan ayrıldıktan sonra Horasan'da Şafii bayrağı altında toplanırken, Şafiilik de Mısır ve Şam'da Eş'arilik bayrağı altında toplanmıştır. Böylece bu iki mezhep kucaklaşmış ve yayılma sahaları da aynı olmuştur.
Selçuklular Döneminde Şafiilik
Selçukluların Şafiilik dolayısıyla da Eş'arilik hakkındaki politikalarını anlamak için o dönemin genel yapısını ve yeryüzünün ilk üniversiteleri olarak kabul edilen Nizarniye Medreseleri'nin açılış sebeplerini bilmek gerekmektedir. Kuzey Afrika'da kurulmuş olan Fatımiler Devleti X. asırdan itibaren gelişmeye ve Bağdad Abbasi Halifeliği'ne karşı tehdit unsuru olmaya başlamıştı. Fatımilerin güçlenmesiyle beraber temsil ettikleri Şii düşüncesi de güçlenmişti. Mısır'dan sonra Suriye'ye de hakim olan Fatımiler Abbasi Halifeliği'nin otoritesini sarsmak ve Sünniliği zaafa düşürmek için çeşitli yollar denemişlerdir. Bir taraftan siyasi alanda Arslan Besasiri ve isyan eden İhrahim Yınal desteklenmiş, diğer taraftan Şii dailer yetiştirmek üzere medreseler açılmıştır. Esasen belli bir ders programı olan ve akidelerini insanlara telkin etmek üzere açılan ilk medreselerin Şiilere ait olduğu görülmektedir.
Sünni dünyanın liderliğini ele geçiren Selçukluların halletmek zorunda oldukları temel meselelerden biri de hiç şüphesiz ki, Şiilik meselesiydi. Sünni dünyayı rahatsız eden ve kurulduğu günden itibaren siyasi bir vasıf kazanan bu hareketi engellemek gerekmekteydi. O da ancak siyasi ve askeri faaliyetlerin yanı sıra, Şiilerin propagandalarını boşa çıkaracak ilim müesseseleriyle mümkündü. Özellikle X. ve XL asırlarda güçlenen Şiilik; genelde Şiilik, özelde ise İsmaililik olarak Sünniliğe karşı saldırıya geçmişti. Gün geçtikçe güçlenen bu harekete karşı Alp Arslan döneminde bir takım tedbirler alınmıştı. Alp Arslan'ın Şafii mezhebinden olan dirayetli veziri Nizamülmülk de, Sultanın büyük destek ve yardımlarıyla Nizamiye Medreseleri'ni açmıştı. Bu müesseseler, Selçukluların, Sünniliğe düşman ve devletçe takibata maruz diğer mezhep ve zümrelere karşı mücadele etmek kastıyla açmış oldukları kurumlardır. Nizamülmülk, güçlenen "Batıni" hareketin istikbalde Selçuklular için tehlike teşkil ettiğini fark ederek ilmi müesseselerin açılmasını ve böylelikle Sünniliğin ilmi yolla güçlendirilip, "devlete bağlı temiz akldeli insanların yetişmesini" amaçlamıştır.
Selçuklular devlet işlerini vezirlerine havale ettiklerinden, sultanlar onların işlerine fazlaca müdahale etmezlerdi. Esasen vezir devletin memuruydu ve yaptığı bütün işleri bağlı bulunduğu sultan adına yapmaktaydı. Bu yüzdendir ki Nizamülmülk, Alp Arslan ve onu takip eden Melikşah döneminde devletin bütün işlerinden sorumlu hale gelmiştir. Nizamiye Medreseleri'ni açan Nizamülmülk, bu medreselere zengin gelirli vakıflar bağlamıştır. Bağdad Nizarniye Medresesi için yapılan vakıftan anlaşıldığı şekliyle bu medreseler asılda ve füruda Şafiilere ait medreselerdir. Bu medreselerde ders verecek müderristen kütüphanecisine, öğrencisinden müstahdemine kadar herkes bu mezhepten; yani itikatta Eş'ari, amelde şafii Mezhebinden olmalıydı. Böylece o dönem için geçerli olan tek mezhebe dayanan medrese geleneğine uygun olarak Bağdad Nizamiye Medresesi açıldığı gibi, buna paralel olarak ülkenin çeşitli şehirlerinde de buna benzer medreseler inşa ettirilmiştir.
Nizamiye Medreseleri genelde Sünni, özelde ise Şafii düşüncesini güçlendirmişlerdir. Dolayısıyla bu düşünceyle özdeşleşen Eş'arilik de güçlenecektir. Nizamiye Medreseleri ülkenin Başta Bağdad olmak üzere Belh, Musul, Nisabur, Herat, İsfehan, Basra, Merv, Rey vb. önemli şehirlerinde inşa edildi. Açılan bu medreselerle Şia ve Mutezile fikri geriletilirken, Sünniliğe aykırı bütün fikirlere karşı da mücadele edilmiştir. Medreselerin vakfiye şartları gereği buralardan Şafii fakihler yetişerek İslam aleminin çeşitli bölgelerine dağılmış ve gittikleri yerlerde mezheplerini yaymışlardır. Nitekim, 1082 yılında Halifenin elçisi olarak Sultan Melikşah'a giden Nizamiye Medresesi'nin ünlü müderrisi Ebu İshak Eş-Şirizi, "Horasan'a gitmek için yola çıktığımda hiçbir beldeye, hiçbir karyeye uğramadım ki; orada benim yetiştirdiğim kadı, müfti, hatip bir öğrencim veya dostum olmasın'' demektedir. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, Nizamiye Medreseleri'nden yetişen insanlar ülkenin her tarafında görev almışlardı. Bu medreselerin açılmasındaki gayelerden biri de ilmi faaliyetlerin yanı sıra devletin ihtiyaç duyduğu adli, mali ve idari personeli yetiştirmek olduğuna göre, bu hedefin hakkıyla tahakkuk ettiği gözlenmektedir.
Nizamiye Medreseleri, Selçuklular döneminde İslam aleminin ve Şafiilerin en parlak simalarının yetiştiği ve görev yaptığı yerler olmuştur. Sayıları hayli kabarık olan bu şahıslardan bazılarının gösterilmesi ile iktifa edilecektir. Bu şahsiyetlerin başında Nişabur Nizamiyesi'nin müderrisi, aynı zamanda Gazali'nin de hocası bulunan İmamu'l-Harameyn Cüveyni (öl. 1085) gelir. Selçuklu Sultanları'ndan ve Nizamülmülk' den iltifat gören bu alim otuz sene müderrislik yapmıştır. Cüveyni, Şafii fıkhının yanı sıra Eş'ari kelamında da Bakillani'den sonraki en büyük temsilcidir. Bakillani'nin görüşlerine paralel görüşler taşıyan Cüveyni; münakaşaları daha titizlikle ele alarak Bakillani'den daha dikkatli davranmış ve adeta Eş'ari kelamını yeniden inşa etmiştir. Cüveyni, aynı zamanda dönemin önemli fakihlerinden olduğu halde, Eş'ari kelamı üzerindeki çalışmaları ile kelamcılık tarafı fakihlik yönünden ileri geçerek, bu cephesiyle daha fazla tanınmaya başlanmış, bir manada da Bakillani çizgisini devam ettirmiştir. Cüveyni, kelamcılığıyla birlikte sınırlı da olsa kelamın kapılarını felsefeye açmıştır. O, bu tavırlarıyla özellikle Eş'ari kelamının gelişmesini temin ederken, öğrencisi Gazali'nin de fikir sisteminin temellerini atmıştır.
Eş'ari kelamında belirleyici bir yeri olan Cüveyni, yetiştirdiği öğrenciler vasıtasıyla etkisini uzun süre devam ettirdiği gibi, İslam aleminde önemli kelamcıların yetİşmesine de zemin hazırlamıştır. Bunlardan birisi olan Ebu'I-Kasım el-Ensari, Selçuklular döneminin ünlü kelamcısı Şehristani'nin hocası olduğu gibi, Cüveyni'nin bir başka öğrencısı olan Ömer Ziyauddin de meşhur kelamcı Fahreddin Razi'nin hocasıdır.
Hocası Cüveyni'nin takipçisi olan büyük alim Gazali, Şafii fıkhının yanı sıra kelamda da bir otorite olarak günümüze kadar tesirlerini devam ettirmiştir. Gazali, kelamın kapılarını felsefeye ve mantığa açarakİImam Eş'ari'yi bir kez daha aştı. Dolayısıyla Eş'ari, Bakillani, Cüveyni çizgisini devam ettiren Gazali, aklı her meseleye tatbik etmekten kaçınmamış ve imana ait meselelerde tam bir rasyonalist gibi davranmıştır. Ehl-i sünnet dışı fikirlerle şiddetli bir şekilde mücadele etmiş, aklın çözernediği meselelerde vahye dayanmak gerektiğini söyleyerek mutasavvıf kişiliğini de ortaya koymuştur. Dönemindeki çalışmalarıyla Eş'ari kelamının nihaı zaferi Gazali ile temin edilmiş olduğu gibi, daha sonra gelen Fahreddin Razi (öl.1209) ve benzeri alimlerin de aynı yolda yürümeleri sağlanmıştır. Özellikle Razi, kelamı iyice akıllaştırarak Eş'ari kelamcılarına yeni fuklar açmış, felsefeyi kelam ile birleştirerek felsefi kelam dönemini başlatmıştır. Gazali kelamı güçlendirmek için bilerek veya bilmeyerek felsefi metodara başvurmuştur. Filozofları reddetmek için yazdığı "Tehafetü'l Felasife"si meşhurdur. Gazali, bu - çalışmaları ile - Batı filozoflarını da etkilemiştir.
Selçuklu Sultanı Alp Arslan'ın Hanefiler, vezir Nizamülmülk'ün de Şafii'lere ikramlarda bulunması, bu mezhep alimlerinin iltifat görmelerine ve fikirlerini yaymalarına sebep olmuştur. Özellikle Nizamiye Medreseleri'nin açılmasından sonra Şafiilik ve beraberinde Eş'arllik büyük bir gelişme göstermiştir. Bu hususta Eş'ari alimlerinin Selçuklular devleti tarafından desteklenmesinin ve Nizamiye Medreseleri'nin açılmasının payı büyüktür.
Selçukluların ve onların açtığı Nizamiye Medreseleri'nin Şafii ve Eş'arlliğin gelişmesindeki yeri birazda bu medreselerden yetişerek İslam aleminin değişik bölgelerine dağılan, gittikleri yerlerde Nizamiye ekolünü devam ettiren insanlar sayesinde olmuştur. Kaynaklar incelendiğinde İslam aleminin değişik yerlerinden gelerek Nizamiye Medreseleri'nde yetişen ve memleketlerine dönerek oralarda Şafiiliği, dolayısıyla da Eş'arlliği yayan insanları tespit etmek mümkündür. Bu şahıslara dikkat edildiğinde Endülüs'ten Miveraünnehr'e, Kafkaslardan Yemen'e kadar olan değişik bölgelerden geldikleri ve Şafiiliğin eğitim yerleri olan Nizamiye MedreseIeri'nde yetiştikten sonra memleketlerine döndükleri görülür. Bunlar gittikleri yerlerde Şafıi fıkhını ve Eş'ari kelamını temsil etmiş ve yayılmasına hizmette bulunmuşlardır. Bu gelişmelerin merkezinde hiç şüphesiz ki, bahsedilen medreselerin kurulması ve gelişmesini devlet politikası haline getiren Selçukluların payı büyüktür.
Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Gündelik Hayatımızda Süslenme-2
Parfüm
Hz. Muhammed müminlere, “Güzel kokular sürününüz,” buyurmuştur; ama güzel kokular sürmek sadece İslam kültürünün bir motifi değil, neredeyse insanlık tarihi kadar eski. İnsanların ateşi kullanmaya başlamasıyla birlikte, yanmakta olan çeşitli bitkilerin yaydığı kokuları yeniden elde etmek için, bu bitkileri sadece kokularından yararlanmak amacıyla yakmışlardır. Daha çok dinsel törenlerde kullanılan ve yakılan bitkilerden elde edilen bu kokulu dumanlar bugün “parfüm” olarak bildiğimiz kelimenin de kökenini oluşturmuştur. Bu kelime Latince “buharla” anlamına gelen perfuma ifadesinden doğmuştur.
IO 69-30 yılları arasında yaşamış olan Mısır kraliçesi Kleopatra’nın ve ondan yaklaşık bin yıl kadar önce yaşamış olan Nefertiti’nin parfüm tarihinin en popüler kişilikleri olduğunun söylenmesi sadece her ikisinin de güzelliklerine saplantı derecesinde tutkun olmalarından kaynaklanmaz. Eski Mısır parfümün ilk defa yapıldığı yer olarak tarihte yerini almıştır. Bilinen en eski örnekler, formülleri en gelişmiş analitik yöntemlerle bile aydınlatılamamış olan ve Mısır’daki değişik arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan kokulu merhemlerdir. Bu örneklerden daha yakın tarihlerde yine Mısır’da yapılmış olan ve Plutarkhos’un mürrüsafi, kına, tarçın, ardıç, hintsümbülü, safran, bal, üzüm gibi on altı bitki ve reçinenin karışımından elde edildiğini söylediği Kyphi bilinen en eski parfüm örneklerinden biridir. Mısır’da kişisel parfüm kullanımının da en az dinsel kullanımlar kadar yaygın olduğu söylenmektedir. Banyonun günlük yaşamlarında çok önemli bir yer tuttuğu bilinen Mısırlılar yıkandıktan sonra vücutlarını kokulu yağlarla ovarlardı.
Mısırlıların parfüm yapımı ve kullanımı konusundaki derin bilgileri İbranilere, Asurlulara, Babillilere, Keldanilere, Perslere, Yunanlılara, kısacası eski dünyanın bütün halklarına hızla yayılmıştır. Bundan dört bin yıl kadar önce Niniveh ve Babil koku ticaretinin merkezi haline gelmişti. Bir efsaneye göre Judith, İbrani ülkesini kurtarmak amacıyla Nabukadnezar’ın komutanı Holofernes’i baştan çıkarabilmek için, güzel kokuların büyüsünden yararlanmıştı. Hz. Muhammed’in tersine Musa cemaatine güzel kokuların kişisel amaçlarla kullanımını yasaklamışsa da, buyurduğu sert cezalar bile yaygınlaşmalarının önünü alamamıştı.
Çinliler ise IO 2300’lerde erkek misk geyiğinin salgısını yasemin ve lotusla karıştırarak parfüm yapımında kullanmışlardır. Hindistan’da ise yasemin, gül, nergis ve sümbülteber gibi çiçeklerden kokular hazırlanmış, ancak kutsal kabul edilen sandal ağacı bütün parfümlerin esas bileşenini oluşturmuştur.
Kokuyu önce tanrıların kullanımına bırakan Yunanlılar sonraları o denli ifrata kaçmışlardır ki, Solon güzel koku kullanımını yasaklamak zorunda kalmıştır; ama elbette kimse bu yasağı ciddiye almamıştır. Yazma merakları güzel koku meraklarından aşağı kalmayan Yunanlılar tarihin ilk parfüm kitabını da kaleme almışlardır. IO 2. yüzyılda Apollonius parfüm üzerine bilimsel bir eser yazmıştır.
Yunanlılarda güzel kokular bir biçimde tanrı ve tanrıçalarla ilişkilendirilmiştir; bir gün kayığında kim olduğunu bilmediği bir yolcu taşıyan Lesbos’lu kayıkçı Phadon’a müşterisi Venüs hoş kokulu bir esans vermiş ve bu kokuyu süren Phadon’a antikçağın ünlü şairi Sappho delicesine âşık olmuştu. Kapalı bir yaşam süren Yunan kadınları fazla parfüm kullanmazlardı; çoğu zaman fahişe sanılan ama fahişeden çok daha farklı olan heteira’lar vücutlarını kokulu yağlarla ovar, ağızlarını kokulu sularla çalkalarlardı.
Aristoteles kokuları 6 grupta sınıflandırır: tatlı, ekşi, keskin, yağlı, acı ve pis kokular. Yunanlılar güzel kokularla bedenlerini ve saçlarını ovarlardı; ama Diogenes bu kullanım biçimini aptalca buluyordu: “Parfümü neden saçlara sürmeli ki? Böyle çabuk uçtuğundan onu sadece kuşlar algılasın diye mi? Bana gelince, ben kokularını tüm gövdeme yaysınlar diye, ayaklarımı kokulu aromalar içinde yıkamayı tercih ederim.”
İsa’nın yaşadığı yıllarda Roma’da parfüm kullanımı ifrata varmış, Romalılar sancaklarını, elbiselerini, kölelerini, hatta at ve köpeklerini bile güzel kokulara bulamışlardır. Romanın yıkılmasından sonra Avrupa’da parfüm kullanımı azalmaya başlarken, Araplarda artış göstermiş ve dünyanın parfüm merkezi değişmiştir; öyle ki Arabistan’a “kokular ülkesi” denmeye başlanmıştır.
Ünlü tıp bilgini İbn Sina (980-1036) buhar damıtmasını ilk geliştiren kişi olmuştur; bu yöntem parfümün uzun süre saklanmasının zorluklarını büyük ölçüde aşmıştır. 1150 yılında yöntemi kısmen geliştiren Avrupalılar damıtma kabından çıkan sıcak buharı soğutmuş ve önemli üretim artışı sağlamışlardı. Aynı dönemde ünlü Arap bilgini El Razi, parfümle hiç de ilgili olmayan çalışmalarında dünya tarihinin en önemli keşiflerinden birini yapmış ve alkolü damıtmayı başarmıştır. Alkolün Avrupa’da tanınmasıyla birlikte, tuvalet suyu (eau de toilet) olarak bilinen alkollü parfümlerin üretimi başlamıştır.
1370’de kokulu yağlar ve alkolden üretilen Eau d’EIungrie (Macaristan Suyu) aynı zamanda klasik bir afrodizyak olarak da bilinir. Bir keşiş tarafından lavanta yağı ve biberiye karışımından hazırlanan bu koku sayesinde Macaristan kraliçesi Elisabeth von Ungaro, 72 yaşındayken Polonya kralını baştan çıkardı.
1555’te Rosetti Notandissimi Secreti del’Arte Profumatoria adlı kitabı yayımladı. Yüzyıllarca birçok baskısı yapılan bu kitapta 19. yüzyılda bilinen tüm kozmetik ürünler yer alıyordu. Bu sıralarda İtalya’da parfümcüler eczacı, sabuncu ve berberlerden ayrılarak eldivenciler loncasına bağlandılar; eldiven çok önemli bir aksesuardı, ama derinin yaydığı kötü kokuyu önlemek için parfümlere ihtiyaç duyuluyordu. Sonradan Fransa kraliçesi olan Floransak Catherine de Medici Orleans Dükü ile evlenip Paris’e gittiğinde bu kent açık bir lağım çukuru halindeydi ve başta saray olmak üzere bütün şehir dayanılmaz kokular yayıyordu. Bu kokulardan kurtulmak için parfümü vazgeçilmez bir çare olarak gören Fransızlar için bu yeni kraliçe ve yanında getirdiği kalabalık parfümcü grubu bulunmaz bir nimetti ve böylece parfümün merkezi İtalya’dan Paris’e taşınmış oldu. Catherine’in yanında getirdiği ustalardan biri, Rene, sadece kokulardan değil, zehirlerden de iyi anlıyordu ve Catherine zehirli parfümlerle kokulandırılmış eldivenlerden yararlanarak bazı düşmanlarını devredışı bıraktı.
Fransız Devrimi soyluların ağır parfümlerini de tahtından indirivermiş, hafif çiçek kokuları moda olmuştu; burjuvazi kendi beğenilerini dayatmaya başlamıştı. “Fransız Devrimi’nin şakası yoktu ve parfüm, politik inancın tehlikeli bir göstergesi olmuştu. Dehşetin egemenliğinde, ‘bir sans culotie (baldırıçıplak) parfüm sürmez’ kuralı, bir buyruk gibi geçerliydi. Güzel kokan bir burjuva, şüpheli biriydi, hele ki saçını pudralayandan adamakıllı şüphelendirdi. Zambak özüne ya da Kraliçenin Suyuna batırılmış mendil kullanmak, giyotini göze almak demekti,” (Andrea Hurton, Parfümün Erotizmi, s. 38). Ağır parfümlerin hayranları kokularını yayabilmek için karşı-devrimi beklemek zorunda kaldılar.
1830-1870 arasında parfüm epeyce gözden düştü. Temizlik losyonu ve kolonya dışındaki kokulara ahlaken izin verilmiyordu. Parfüme yolunu tekrar açan, Imparatoriçe Eugenie oldu; bu sonradan görme imparatoriçe parfümcü Pierre-François Pascal Guerlain’i sarayın resmi parfümcüsü yaptı ve o da Imparatoriçe’ye onuruna ürettiği “Eau de Cologne Imperiale” ile teşekkür etti, imparatorluk parfümcüsünün büyük torunları hâlâ dünyanın en gözde parfümcüleridir. Ama imparatoriçelerin parfümcüsü bu eski aile dünyaya yayılan Amerikan zevkinden şikâyetçidir. Philippe Guerlain, “20. yüzyılın başında parfümler hâlâ son derece sadeydiler. Sonra giderek Amerikan beğenisi bize ulaştı. Bugün çevremizdeki her şey parfümlenmiş durumda, sabundan yoğurda dek. Artık parfümlendirilmemiş bir ürünü satabilmek olanaksızdır” diyor.
Parfüm modası kısmen farklılıklar gösterse de, temelde fazla değişmeden 19. yüzyıla kadar sürdü; bu arada, parfüm üretimini pek de kaale almayan biri, Kolbe, kaynağı organik olmayan karbon, hidrojen ve oksijen elementlerinden asetik asidi sentezledi ve daha sonra parfüm bileşeni olarak kullanılacak kimyasal maddeler peş peşe üretilmeye başlandı.
1868 Dünya Sergisi’nde kısmen sentetik olarak üretilmiş parfümler sergilendiğinde çok ilgi toplamasa da, bu bir ekonomik devrim anlamına geliyordu. 8 milyon çiçekten elde edilen 1 kg yasemin özününün maliyeti yaklaşık 30.000 DM iken, sentetik eşdeğeri sadece 10 DM ’a mal oluyordu.
Meşrutiyet’le birlikte Avrupa parfümleri Osmanlı coğrafyasında da boy göstermeye başladılar. Eski çağların ve ortaçağ İslam geleneğinin mirasını alan Osmanlı kültüründe üst sınıf hanımlar için sandal, tarçın, nane gibi güzel kokular ve miskle kâbefesleğeni gibi koku gidericiler üretilmekteydi. Gövde ve elbiseler kokulu sularla yıkanmakta, giysi sandıklarına kokulu sabunlar konulmakta, Mısır Çarşısı’na egzotik bitkiler taşınmaktaydı. Orta sınıfın büyümesiyle birlikte Avrupa tarzı parfüm Osmanlı topraklarında da müşteri bulacaktı. Haşmetlû Felemenk Kraliçesi’nin Lavantacıbaşısı Victor Rico’nun İstanbul gazetelerine ilanlar vererek “hakiki ıtriyat için Dersaadet’de Haşan Rauf Bey’in istikamet Eczanesi’ni depo” olarak kullandığını duyurması, bu pazarın saraylılar ve vüzera hanımları dışında da Avrupa’yla eklemlenmesinin işaretiydi.
1921’de hâlâ sentetik kokuların klasiği olmaya devam eden ‘Chanel No:5’ piyasaya çıktı. Zenginlerin terzisi Coco Chanel, bir Rus göçmeni olan Ernest Beaux’dan 24 saat kullanılabilecek bir parfüm istemişti ve Beaux 10 şişeden oluşan örnekleri 1-5 ve 20-24 olarak numaralamıştı; işte 5 nolu şişede bulunan örnek yüzyılımızın en çok tanınan kokusu oldu. Chanel No:5'in şişesi 1959’dan bu yana New York Modern Sanatlar Müzesi’nde sergilenmektedir. Aynı yıllarda yatakta ne giydiğini soran bir gazeteciye Marilyn Monreo, “Geceleri üstümde hiçbir şey olmaz birkaç damla Chanel No:5 dışında,” diyordu.
Coco Chanel’den sonra parfüm dünyasına damgasını vuran en tanınmış modacı olan Yves Saint-Laurent ve aynen onun gibi adının baş harflerini markaya dönüştüren bir filozof, Bernhard-Henry Levy hakkında Andrea Hurton’un sözleriyle bitirelim:
“Yves Saint-Laurent, tüm medyalarda karşılaşılan moda filozofu Bernhard-Henry Levy’nin ancak yirmi yıl sonra yeniden başarabileceği bir şeyi başarmış, kendi adının baş harflerini bir ürün markasına dönüştürmüştü. YSL ve BHL bugün en çok tanınan Fransız markalarıdır. Kimbilir, belki filozofun da çekmecesinde bir parfüm tasarımı duruyordur. Bunun için gereken ünlü bir adı zaten var, ve böylelikle parfüm ile moda arasındaki ilişki, evriminde yeni bir aşamaya ulaşabilir.”
Artık sentetik ürünler dakikada bir şaşırtır hale geldiler; onunla birlikte geçirilen saatlerin her iki dakikasında bir “mükemmel” olmakla “tiksindirici” olmak arasında durmaksızın gidip gelen l'eau per Kenzo, BHCye çok uygun olacak bir parfüm tasarımını çoktan piyasaya sundu bile.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ kitabından alıntılanmıştır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...