1 Ocak 2023 Pazar

Türk’ün Yaşadığı Yer

 


Türkistan


Türk, genel olarak, en eski zamanlardan beri kendi ülkesinde, kendi diyarında yaşamaktadır. Kaşgarlı Mahmud, Türk’ün yaşadığı yerlerden Türk Eli, yani Türk Diyarı derken, muhakakk ki Türk’ün yaşadığı yeri anlatmıştır. Aslında önceleri coğrafya, Türk’e belirli özellikler verdikten sonra, Cahiz’in dediğine göre Türk, bu defa yeni gelip yaşamaya başladığı coğrafyayı da kendisine benzetiyordu. Türk ile yaşadığı yerler bir ifade başka ile özdeş gibi oluyordu. Buradaki özdeşlik, en sade şekliyle yer adlarında açıkça kendisini göstermektedir.


Türk’ün yaşadığı yer, Türk-eli veya Farsçası ile Türkistan’dır. Türklerin kendi yaşadıkları yere verdikleri genel Türkçe adı, ne yazık ki bilemiyoruz. Türk-eli denmiş olması en büyük ihtimaldir. Bu bölümün en başında, XIV. yüzyıldaki bilgiler Türkleri özellikle "sahra-nişin”, yani bozkırlarda yaşayanlar olarak tanımlamaktadır. Ancak, genellikle kabul edilen bu sözler ve hükümler, tabiatıyla tam olarak doğru değildir.


Sahra-nişinlik yaygın anlamıyla göçebelik demektir. Burada söz edilebilecek "göçebelik” ise, Türkler açısından sadece bazı tarihi devirler için söz konusu olmuştur. Mesela XI. yüzyıldaki Batı’ya doğru büyük göç sonrasında Ön Asya sahasında pek büyük göç hareketi olmamıştır. "Göçebelik” olarak ifade edilen hareket, yani Türk’ün göçebeliği, onun tercih ettiği ekonomik hayattan, hayvan besleyicilikten ve bu sebeple sene boyunca hayatını mevsimlere göre farklı yerlerde ve mekânlarda geçirmesinden doğmuştur.


Yukarda, Türklerin kendi oturdukları yere bir büyük bütün olarak Türk-eli demiş olabileceklerinden söz etmiştik. Türkistan, özellikle Arap ve İran kaynaklarında IX. ve X. yüzyıldan itibaren Ceyhun nehri ötesine verilen bir isimdir. Doğrudan da Türk ülkesi demektir. "Türkistan” Türkçe bir kelime olmadığından bu ifadeyi komşuları, Türklerin yaşadığı sahalara vermişlerdir. Nitekim Türklerin yaşadıkları yerlere bu ve benzeri adları sadece Türkler değil, aynı zamanda komşuları da vermiş ve kullanmış olmalıdırlar.


Türkistan, Türklerin yaşadıkları yeri belirleyen en önemli ve yaygın bir isimdir. Günümüzde Hazar Denizi’nin doğusundan, Ceyhun ötesine ve Altaylara kadar uzanan bölgeye Türkistan denmektedir. Tanrı dağları, Türkistanı Batı ve Doğu olarak ikiye ayırmaktadır. Batı Türkistan XIX. yüzyıl sonlarında Rusya’nın idaresine geçmiş, Doğu Türkistan sahası ise Çin idaresinde bulunmuştur.


Türkistan adı, İç Asya’da, "Türk” adını ve varlığını belirleyen en önemli unsurlardan birisidir. Bu sebepledir ki, bu sahaya hakim olan Türklerin dışındaki siyasî güçler bu adı kullanmazlar. Böylece 1924 senesinden sonra Türkistan İç Asya siyasî terminolojisinden kalkmıştır. Bugün de Doğu Türkistan kelimesi, Çin ve onun coğrafî isimlerine tâbi olanlar tarafından kullanılmamaktadır.


Türkistan olarak kimi zaman Karadenizin kuzeyi de (Eflaki, II, 981: Deşt-i Türkistan) anlaşılmıştır. Türklerin yaşadığı yer anlamında Doğu Anadolu sahası da (Evliya Çelebi), bu adla anılmıştır. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Padişahları (Abdülmecid, Abdülaziz, II. Abdülhamid ve Mehmed Reşad), kendilerini "Türkistan ve şâmil olduğu memâlik ve büldânın Padişahı” olarak tanımlıyorlardı.


Türkistan adı, doğrudan Türkçe olmadığından, bu sahaya Türk-eli denilmesi teklif edilmektedir.

Bu arada Ziya Gökalp’in ünlü bir şiirinde geçen Turan kavramı da dikkati çekmektedir:


Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan


Orta Çağ İran tarihçiliğinin etkisiyle ortaya çıkan Turan, İrec’in ülkesi İran’a karşı, Turec=Tur’un ülkesi anlamındadır. Tur/Turec’den sonra gelenler arasında İran ile kıyasıya savaşan Afrasiyab=Alp er Tunga vardır. Bu sebeple Turan, Afrasiyab=Alp Er Tunga’nın ülkesi olarak ünlüdür. Türk kavramı açısından, Destânî devirler dışında bir hatırası yoktur.


Türkiye


Türklerin yaşadıkları yerlere başkaları tarafından verilmiş olan bir kavram da Türkiye’dir. Bugün Batı Türklüğünün en büyük kitlesinin yaşadığı devletin resmi adı bu isimdedir. Gerçi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üzerinde olduğu topraklar Anadolu ve Rumeli adlarını taşımaktadır. En erken bir zamanda XI. yüzyılda bu sahaya İslam coğrafyacıları Diyar-ı Rum, yani Romalıların ülkesi demekte idiler. Buranın günümüzdeki yaygın adı olan Anadolu, Grekçe bir kelimedir. Eski Doğu Roma Devleti’ne ait topraklara eskiden Anadolu değil, Diyar-ı Rum denilmiş, ve bu sonraki yüzyıllarda da (XII-XIII.) devam etmiştir. XIV. yüzyılın ikinci yarısında kullanılmaya başlanan Anadolu da Grekçe bir kelime olup, "Doğu” demektir. Tabiî burada sözü edilebilecek Doğu kavramı, ancak Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının batısından bakılınca söz konusu olabilecektir. Türkler de buraya ancak XIV. yüzyıl ortalarından sonra hakim olabilmişlerdir.


Buna karşılık, XI. yüzyıldan itibaren, Diyar-ı Rum ülkesine gelen Avrupalılar, Türklerin oturduklarını gördükleri bu ülkeye, Türklerin memleketi anlamında Turkia=Turchia/Turkhia demişlerdir.


Çünkü onlar Arapların oturduğu yerlere de Arabia diyorlardı.


Türk’ün oturduğu yerlere verilen Turkia=Turkie adı, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin adında da yaşamaktadır. Ancak bu kavram, sadece yakın zamanlarda ve sadece Ön Asya Türklüğü ile ilgili değildir. Benzer kavramlar, Avrupa dillerinde veya Arapça olarak başka sahalardaki Türkler için de kullanılmışlardır.


Coğrafî terim olarak Türkiye= Turkia adı Orta Çağlarda çok geniş sahaları göstermekte idi. Bizans kaynakları, VI. yüzyılda İç Asya için Turkia tabirini kullanmışlardı. Aynı tabir, IX-X. yüzyıllarda İdil/Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan Hazar ve Macar ülkeleri için de kullanılmıştır. Hatta o zamanlar Doğu Turkia =Hazar ülkesi olmuş iken Batı Turkia, Macar ülkesi anlamında olmuştur.


XIV. yüzyıldan itibaren Avrupalı gözlemciler, XIX. yüzyıl ortalarına kadar Doğu Anadolu’dan Turkomania, yani "Türkmenlerin memleketi” olarak söz edeceklerdir (Baykara, 1976).


Bu arada hemen ilave edelim ki Mısır’daki Kölemen/Memlük Devleti, XV. yüzyıl kaynaklarında Ed-Devlet’it-Türkiyye yani Türk veya Türklerin Devleti olarak biliniyordu.


Avrupalı gözlemcilerin Türklerin gelip yerleştiği bu diyarı "Türklerin Ülkesi”, yani Turkia, Turkie (Türkiye) olarak tanımlamaları sonucu ortaya çıkan Türkiye adı, üzerinde yaşadığımız toprakları tanımlarken Anadolu kavramından, en azından iki yüzyıl daha eski bir geçmişe sahiptir. XII. yüzyılda kesinlikle bilinen Türkiye’ye karşılık bu topraklar XIV. yüzyılın ikinci yarısından sonra ancak Anadolu olarak da anılmaya başlayacaktır.


Tabiî Özellikler ve İklim


Tabiî Özellikler


Şimdi de Türk’ün yaşadığı yeri, fiziki ve tabiî özellikleriyle kısaca tanımlayalım. Türk’ün yaşadığı yerde sadece bozkır değil, aynı zamanda dağ (tau, tav) da olmalıdır. Bu dağlar sıra sıra olup, aşılması güç de olabilir. Fakat, dağlar ne kadar yüce olsa da yine de aşılacak bir yeri, bir beli, geçiti olabilir. Dağlardaki inler, mağaralar (üngür) gerekirse insanlar, fakat daha çok eşya ve üretilen mallar için birer saklama yerleridir. En eski hatıralarda bunlarda kıymetli varlıklar ve hazineler saklanabilirdi.


Türk’ün yaşadığı yerde bozkırda aynı zamanda ot, çayır, çimen, çer-çöp fazla olmalıdır. Çünkü orada Türk, kendi yiyeceğini teşkil eden hayvanlarını güdecek, onların beslenmesini sağlayacaktır.


Türk’ün yaşadığı yerde su da bol olmalıdır. Kaynaklar, bulaklar, pınarlar ve bunların akıp giden ayakları hem insanları hem de hayvanlarını suvaracaktır. Sular gür olup, çaylar her yerde geçit vermese de yine de, kimi yerlerde koyun, at veya deve geçitleri olabilir. Uygun yerlerde köprüler yapılarak gelip geçme kolaylaştırılır.


Türk’ün yaşadığı yerde, sağlık için, her sene bir miktar kar yağmalıdır. Kar insan hayatında sadece kış zamanları fırtına ve soğuk gibi olumsuz özellikleriyle değil, yazın sıcak günlerinde serinlik getirici özelliğiyle güzel gelir. Kar ve buz, kış mevsiminde buzluk ve karlıklara doldurularak yaz için hazırlanır ve yay (=yaz) mevsiminde kullanılır.


Türk’ün yaşadığı yer, Türk’ün kendi verdiği adları taşır. "Ak” ve "Kara” yer adlarında en çok kullanılan sıfatlardır ve pek çok ad da bulunur. Ak-su, Kara-su veya Ak-dağ, Kara-dağ gibi.


İklim


Türk yukarda da dediğimiz gibi, birçok özelliklerini yaşadığı yerin kendisine mahsus özelliklerinden almıştır. Buna daha 1300’lerde Reşideddin Fazlullah da dikkat etmiştir. O aslında Türklerin Moğol denilenlerle bir olmakla birlikte zamanla yaşadıkları yerlerin hava ve su şartlarına göre değiştiklerini belirtmişti. Nitekim o Türkmenlerin de, böylece oturdukları yerlerdeki özelliklerinden dolayı bu adı aldıklarını söyler. Arap kaynakları da Türklerin yaşadıkları yerlerin, sadece insanlara değil, hayvanlara, meselâ develere dahi kendi özelliğini verdiğini belirtir.


Türk’ün kendi özelliklerini alması, bir bakıma yaşadıkları yerin iklimi demektir. Türk’ün geçirdiği yüzyıllar içinde kendisine mahsus zevkleri oluşmuştur. Bunun temelinde de iklimin kendisine mahsus özellikleri gelmektedir. Bu sebeple denilebilir ki Türk, kendisine mahsus bir iklimde yaşamayı seven keyif sahibi insandır. O ne fazla sıcağa ne de fazla soğuğa gelir. Gerçi Türklerin arasında yine de daha ziyade soğuğu veya sıcağı tercih edenler olmuştur. Böylesine özel tercihleri olanlar azdır. Zaten bunlar sebebiyle Türklerin yaşadıkları yer ilk bakışta bizi şaşırtmakta, ortak iklim özelliklerinin belirlenmesini adeta imkânsız kılmaktadır


Türk’ün sevdiği iklim Ankara, Konya, Semerkant, Fergana, Taşkent, Bişkek ve Türkistan’ın (Yesi) iklimidir. Bununla birlikte Türk’ün hayatında Issık göl kıyıları yaylak, Hazar Denizi kenarları ise kışlak olabilir ve olmuştur. Şüphesiz daha serin yerleri sevenler için yaylaklar dağların yüksek ve serin yerleri veya coğrafya olarak daha kuzeye, Sibirya içlerine doğru bir haraketlilik olabilir. Sıcağı sevenler için kışlaklar Amuderya boylarına, Horasan’a daha güneye Hindistan, Şam ve Irak dolaylarına kadar yaklaşabilirler.


İklim söz konusu olunca Türk’ün özelliklerinden birisi açıkça ortaya çıkıyor. Burada iklim esaslı olarak belirlenen gerçek, Türk’ün göçebeliğine de açıklık getiriyor. Türk eğer bir yerden ötekine göçmüşse bu mevsimlik bir hareket olmuş ve tercih ettiği sıcaklıkta yaşamak istemiştir. Gerçi bu hareketinde, hayvanlarına ot ve yiyecek bulmak düşüncesi de etkili olmuştur. Türk sıcaklık artınca derhal daha serin bir yere gider, sıcaklık düşünce de daha sıcak yerleri arar ve bulur. Eğer sıcak yer bulamazsa, avarızın ve coğrafyanın imkan verdiği sahalarda kış mevsimini geçirir. Böylesine iklim şartlarına veya mevsimlere bağlı olan bir hayat, Türk’e ilk bakışta göçebe gürüntüsü vermiştir.


Türk hiçbir vakitte, bilinen ve yaygın anlamıyla göçebe bir hayatı sürmemiştir. Aksine sevdiği havada yaşamak için iklim değişmelerine bağlı olarak mevsimden mevsime evini göçürmüştür. Evini teorik olarak dört mevsime uygun olarak dört ayrı yere Kışlak, Yazlak, Yaylak ve Güzlek göçürürdü. Fakat yaygın olarak sadece iki yere göçer, genellikle yay (yaz) mevsimini Yay-lak (=yayla) da, "Kış” mevsimini de Kış-lak (kışla) da geçirirdi. Kışlakdaki iskân yaylağa göre daha uzun sürdüğünden burada daha kalıcı tesisler olabilirdi. Nitekim sonradan kışlaklarda oturmak devamlı hale geçtiğinden, mesela Özbekçede kışlak, Türkiye Türkçesindeki köy ile aynı anlamdadır.


Türk’ün mevsimlik hayatına en başta Beğ, Han veya Hakan=Padişah olmak üzere hemen herkes katılırdı. En batıdaki Türklerden artık yeni şartlara tâbi olmuş gibi görünen Osmanlı Padişahı dahi, yılın muhtelif mevsimlerini, İstanbul şehrinin geniş coğrafyası içinde farklı mekânlarda geçirirdi. Bunlar en azından iki olmak üzere üç veya dört ayrı kasır veya köşkte olabilirdi. Şehirlere muhtelif zaruretlerle yerleşen Türkler, mevsimlik hayatlarını, evlerinin mevsime göre uygun odalarına göçerek uygularlar idi. Bu sebeple hemen bütün Türk şehirlerinde evlerde, yaz evi ile kış evi (sonradan yaz odası, kış odası) aynı mesken içinde yer almış idi.


Kısacası Türk, dört mevsimin kendisine mahsus özellikleriyle görüldüğü bir coğrafyayı sevmiştir. Onun yaşadığı yerlerde, hem sıcak hem de soğuk olmalıdır. Nasreddin Hoca’nın (Efendi=Apendi) dediği üzere, insanlar kışın soğuktan; yaz (yay)’ın sıcaktan şikâyet etseler dahi, güz ve bahardan (yaz) kötü bir şekilde söz etmezlerdi. Türkler böylece dört mevsimi, kendi özellik ve bilhassa güzelliklerine göre yaşayabilirler.


Kısacası Türk yıllık ortalama 8-12 derece sıcaklığı tercih eder. Yaz mevsiminde çok sıcak olunca yaylaya, kışları soğuk olunca da sıcak yere gider. Böylece kimi Türkler serinlik bulmak için Sibirya içlerine gittikleri gibi kimileri sıcak yer bulmak üzere oldukça güneye inebilmişlerdir [T. Baykara, “Türk Kültüründe İklim”, Erdem, Sayı: 27 (Ocak 1997), Aydın Sayılı Özel Sayısı, III, s. 955973]


Türk’ün Ana Yurdu


Günümüzde dahi etkinliğini koruyan bir mesele, Türk’ün Ana/Ata yurdunun neresi olduğu sorusudur. Türk’ün en eski zamanlardan beri yeryüzünde, dünya üzerinde oturduğu yer neresidir? Bu mesele, Türk kavramı gibi, insanların zihnini meşgul eden apayrı ve önemli bir problemdir. Yukarda konumuzun hemen başında, “coğrafya=mekân” meselesinin oldukça önemli olduğunu belirtmiştik.


Türklerin Batı’daki güçlü devleti, Osmanlı Devleti veya Türkiye Cumhuriyeti’ndeki etkili konumları sebebiyle, Türk tarihi âdeta göçlerin bir tarihi gibi kabul edilmek istenir. Türkler, durmaksızın hareket eden, yer değiştirenler gibi kabul edilince Türk’ün bir asıl=ana yurdundan söz etmek de güçtür. Genellikle, devamlı oturduğu bir yeri olmayan Türk, belirli bir coğrafyanın insanı olarak kabul edilmez. Oysa Türklerin, bazı büyük hareketleri müstesna, gerek İç Asya gerekse Avrasya’daki hayatı, belirli bir yurdu gösterir. Sadece bu yurdun, tasavvur edilenden çok daha geniş olabileceğini belirtmek isteriz.


Türkler muhakkak ki doğrudan bir coğrafyanın, bir mekânın da sahibidirler. Ancak bunun yanında, göç hareketleri de vardır. Böylece, Türkler hakkında yaygın olarak iki ayrı anlayışla karşı karşıyayız. Bunu biraz daha açmak icab etmektedir.


Bir yaygın görüşe göre Türkler, durmaksızın göç eden, hareketli ve yer değiştiren insanlardır. Türk, adeta olağanüstü bir şekilde çoğaldığı bir yurttan, bir ata=ana yurdundan taşıp durmaktadır. Hatta bunu gökten durmaksızın indirilen veya yer altından kaynayan ve durmaksızın beslenen bir unsur olarak da algılamak mümkündür. İç Asya’nın tarih boyunca böylesine etkili bir göç sonrasındaki halihazır durumu bu görüşe göre oldukça şaşırtıcıdır. Türklerin yeni sahalara akışı, göçü ve yeni yerlere yerleşme hareketi, bu görüşe göre halen de devam etmektedir.


Bu görüşün dikkate değer bir gerekçesi de vardır. Buna göre Türk bugün büyük ölçüde yaşadığı yerlere hep sonradan gelmiş olup, buraların eski ve yerli halkı değildir. Bu sebeple bunların, yani Türklerin geldikleri yere gönderilmesi de gerekebilir. Fakat bir kısım tarihçiler, yeni gelenlerin orasının eski sâkinleri ile kaynaşıp yeni milletler oluşturduklarını da belirtir. Vaktiyle Sovyet devrinde etkili olan bir büyük görüş, yeni gelen Türkler ile o sahalarda eskiden beri oturan yerli unsurların karışması ile Kazak, Özbek, Türkmen, Azerî ve hatta Türkiyelilerin oluştuğunu ileri sürer.


Böyle kabul edilse bile, Türk’ün yine de, dünya üzerinde ilk olarak ortaya çıktığı (gökten indirildiği veya yerden durmaksızın kaynadığı) bir yeri olması gerekir. İşte burada, Türk’ün İç Asya veya Asya genelindeki geniş arazi üzerinde yine de öncelikle belirli bir sahada ve tarihin en eski zamanlardan beri oturmuş olması gerekmektedir. İşte bu yer neresidir sorusu, bizi Türk’ün ana-ata yurduna götürecektir.


Türk ne kadar göçebe veya hareketli sayılırsa sayılsın, yine de Asya içinde belirli bir mekânı; toprağı ve coğrafyayı esas olarak benimsemiştir. Yakın yıllarda Prof. D. Sinor, yayınladığı bir makalesinde, genellikle kabul edilen Türklerin göçleri nazariyesine karşı çıkmakta, mesela Karadeniz kuzeyinde Türklerin milât yıllarından beri var olduklarını kesinlikle göstermektedir.


Türklerin, belirli coğrafyada tarihî devirlerden önceden beri oturmakta olduğu şimdilerde arkeolojik bilgilerden de anlaşılmaktadır. Bu belirli coğrafyada yaşayanlar pekala tarihî devirlerde de burada yaşayanların ataları olabilirler. Bu konuda mitolojik bilgiler de Türk’ün belirli bir coğrafyada, XII-XV. yüzyıllardaki insanoğlunun bilebildiği en eski zamanlardan beri oturmakta olduğunu gösteriyor. Aşağıda ayrıca söz konusu edeceğimiz XII. yüzyıl başlarında kaleme alınan Mücmel’üt-Tevarih’te de Türk’ün Asya içlerinde seçip oturmak üzere benimsediği yer, Issık göl dolayları ve Iduk-Art dağları idi.


Bilim adamları, göç edenlerden olsun olmasın, geçen yüzyıllardan beri Türk’ün ana-ata yurdu konusunda fikirler ileri sürmüşlerdir. Türk’ün asıl yurdu konusunda şimdiki Moğolistan’dan, Baykal Gölü dolaylarından Ural Dağlarına ve hatta Karadeniz kuzeyine kadar uzanan çok geniş bir mıntaka içinde farklı yöreler öncelikle kabul edilmektedir.


Bu geniş sahanın ana-ata yurt olarak kabulü ilk bakışta imkânsız gibi görünüyor. Ancak Türk ile bir başka unsurun Atın, binlerce yıldan bu yana iç içe olduğunu unutmamak gerekir. Eski zamanlar dünyasında, esas olan insanın yürüyüşü ve hareketine göre At, bu mesâfeyi en azından dört misli daha büyütmektedir. Böylece ana-ata yurt meselesinde geniş bir coğrafyanın kabulü olağan sayılmalıdır. Ancak yine de diyebiliriz ki bundan 6.000 yıl kadar önce, daha dar bir alanda mevcud olan Türk ana-yurdu, zamanla "At”, burada yaşayanların, yani Türklerin hayatına girince çok daha genişlemiştir.


Bugün kesinlikle Türklerin yaşadığı yerlerden birisi Aral Denizi çevresi olup, özellikle Yenikend, tarihî devirlerde Oğuz Türklerinin oturduğu bir mekândır. Buradaki arkeolojik kazılar, geçmiş bin yılda da aynı maddî kültüre sahip insanların aynı mekânda oturduğunu göstermiştir (S. P. Tolstov, E. Esin). Böyle olunca, XI. yüzyılın Oğuzları gibi ataları olan bin yıl öncesinin insanları da aynı yerde oturuyordu. Oğuzların buraya sonradan göç ederek gelmelerini imkânsız kılan bu bilgiler, hemen bir başka varsayımla yorumlanabiliyordu. Bu sahaların eski Türk olmayan halkları, mesela Toharlar Türkleşmiş olmalıdır. Toharlar daha sonraları Diğer adıyla Oğuz Boyları arasında yer alabileceklerdir. Böylesine zorlamalara gerek olmaksızın, İç Asya sahasındaki arkeolojik bilgileri yeniden değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü hemen aynı ve benzer durumlar, şimdiki Kazakistan içleri, Kırgızistan’ın hemen her yeri, Altaylar ve Tuva ülkesi için de geçerlidir.


Bize göre, Türk’ün ana-ata yurdu meselesinde geniş bir mekân=coğrafya gerekmektedir.


Ancak bu belirleme sırasında bazı yerler kesinlikle gözönüne alınmalıdır. Adeta bu iki yer Türk’ün ana yurdunu bilmekte nirengi gibi yer alacaktır. Bunlardan ilki Issık göl, ikincisi ise Altay Dağlarıdır. Bu iki asıl mekânın hemen yanında Aral Denizi, Tanrı Dağları ile Ötüken Boyları da bulunmalıdır.


Türk, adeta kendisiyle özdeş gibi olan At’ı erken devirlerde bilip onu çok iyi kullanabilmesi sayesinde, başka milletlere göre çok daha geniş sahalarda hayatını sürdürmüştür. Türk, hayatını sürdürdüğü bu sahalarda binlerce yıl kalmıştır. Fakat erken zamanlardan itibaren bu sahalara yeni gelenler olmuş, kendisi de başka yerlere gitmiştir. Ama, kendisinin öz karakteri gibi gösterilen göçebelik asla Türk’ün hâkim ve asıl özelliği değildir.


Türk bu büyük coğrafyada, farklı boylar halinde halinde yaşamış, yönetiminde kimi zaman ayrı boylar etkili olmuştur. Boyların=kabilelerin ayrılması, geniş coğrafyada kültürel birliği pek az etkilemiştir. Buna karşılık kimi zaman yönetimde sert ve etkili mücadeleler olmuştur. Destanî devirlerde, Oğuz ile Türk arasında istendiğinde yağmur yağdırabilen yada taşı yüzünden olduğu belirtilen iç harp dikkate çekiyor. Bu mücadelenin ayrıntılarını tarihî kaynaklarda pek az buluyoruz ve bulunanlar da genelde “Türk” kavramı dışındaki siyasî teşekküllerde söz konusu ediliyor: Sakalar gibi.


Kısacası Türkler, Issık göl ile Altaylar arasındaki saha esas olmak üzere kuzey, doğu, güney ve batıda Karadeniz’den Tanrı dağlarına, oradan da Baykal ötesine kadar uzanan bir sahada etkili olmuşlardır. Kuzeyde gittikleri yerler için bilgimiz çok daha azdır.


Türk Takvimi=Türk’ün Zaman Ölçümü


Türk hayatında her zaman gök, yeryüzünden daha çok yer tutmuştur. Bununla beraber yeryüzü, hayvanlarının otlağı olmak bakımından da etkili olabilmiştir. Ancak gökyüzüne bakışı, oradaki ay, gün ve yıldızlarla ilgilenmesi, en eski zamanlardan beri devam eden bir olaydır. Kün ve ay, hem kısa hem de etkili bir isimdir. Bunlar birisi zaman ölçümü olarak günü, öteki de yine 30 günlük kabul edilen zaman birimi “ay”ı karşılamaktadır.


Türkler sene başı olarak muhtemelen milattan sonraki ilk bin yıl ortalarına doğru gelmesi gereken Ergenekon’dan çıkışı esas aldıkları, XIV. yüzyılın başlarındaki kaynaklara, Câmi’üt-Tevarih’e yansımıştır. Bundan açık olarak ortaya çıkıyor ki Türklerin zaman ölçümü milât yıllarına kadar gitmektedir ve bu olağan sayılmalıdır. Baharın (yaz) başlaması, Türk takviminin başı demektir.


Çünkü Türk’ün yaşadığı orta kuşak sebebiyle güneşin iki dönüşü ve onların tam ortası rahatlıkla bilinebilir. Böylece dört noktası bilinen zamanı, yılı belirlemek çok daha kolaydır. Bunun içinde de yaklaşık gökyüzündeki Ay’ın on iki hareketi vardır. Gerçi gökyüzündeki Ay’ın on iki hareketi ile, mesela Güneş’in en alt düzeye inmesini belirleyen (21 Aralık) zaman ölçümü tam uyuşmuyor. Bununla birlikte, Güneş’in hareketine bağlı bilgiler çok daha kesin olduğundan mevsimlere bağlı ay hesabı da daha rahatlıkla bilinebilir. Nitekim Kemal Paşazâde, II. Bayezid Devri’nde, “orta kış ayınun onunda, şehr-i cemazi’l-âhirün yigirmisinde pençşenbe günü” diye bir kesin zaman vermektedir (VIII. Defter, TTK, 1997, s. 172). 904 hicri yılı 20 Cemazielahiri, 2 Şubat 1499’a tesadüf eder. Ancak Perşembe günü 31 Ocak’tır; Bugün "orta kış ayının onu” olunca, orta kış ayı, ocak ayının 24’ünde (veya 21), ilk kış ayı da aralığın 24’ünde (veya 21) başlamaktadır. Bu ise, doğrudan gündönümünde (21 Aralık’ta) başlayan bir takvim demektir. Nitekim yakın yıllara kadar Türkiye Türkleri arasında kışın ilk, orta ve son ayı türünden mevsimlik ay isimleri de bilinmiştir.


Ay  isimlerinde  bir  başka  adlandırma  ayların  sıra  ile  sayılmasıdır.  Birinçay,  İkinçay,  .... Yetinçay, vb. gibi. Ancak son iki ay kimi zaman uluğ-ay ve küçük-ay diye de anılabiliyordu. Mevsimlik ay isimleri, eski Türk takviminin esası olsa gerek. Nasıl ki Temür’ün XIV. yüzyıl sonlarındaki bir kitabesinde (Karsak-pay) böyle bir tarihlendirme olduğu gibi, XV. yüzyılda batı Türklerinde de böyle bir tarihlendirmeyi Kemal-Paşa-oğlu belirtmektedir:


Türk takviminde yılbaşı, Ergenekon’dan çıkışın hatırası olarak da unutulmak istenmeyen (Reşideddin Fazlullah, Cami’üt-Tevarih, Moskova 1965, I, 364) yaz başlangıcındadır (21 Mart). Türk takviminde yıllar, İç ve Doğu Asya’da çok yaygın olarak kullanılan hayvan adlarını taşır. Bu arada Türk hayatında pek yer etmiş olmayan hayvanlar değişebilir: Ejderha yerine balık gibi sıçan, sığır, pars, tavşan, ejder-balık, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, it, domuz. 60 yıl bir müçeldir.


Mevsime dayalı düzeni, ay isimleri ve hayvan adlarını taşıyan yıl isimleri ile Türk takvimi, komşu ülkelerden etkilenmiş olsa bile, kendisine mahsus karekteristik özelliklerini milat yıllarından itibaren kazanmış olmalıdır. Türk takvimi bu esası ile günümüze kadar, çeşitli Türk boylarında devam etmekte ve halen de kullanılmaktadır.



Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.

Ayasofya Camii

 


Hz. MUHAMMED’DEN SONRA MÜSLÜMANLAR İLE YAHUDİLER ARASINDAKİ İLİŞKİLER

 


Hz. Muhammed'den Sonra Müslümanlar ve Yahudiler:


İslâm’ın tabiî gelişmesi ve yayılması; Müslüman olmayanların İslâm’ı seçip benimsemesiyle olacaktı. Hz. Muhammed en önce, putperestleri Müslüman etmeğe uğraşmış; Ehl-i Kitap’tan olanları bir kenara bırakmıştı. İslâm’ın günden güne gelişip yayılması, bir kısım insanları da Müslüman olmaya sevketmişti. O zaman Müslümanlar, İslâm’ı kabul edenlerle uğraşmıyor, herkesin gerçekten ihtida ettiğine inanıyorlardı. Peygamber zamanında bunların ne derece İslâm’ı kabul ettiği meselesi üzerinde durulmuyordu. Zaten onlar da mümkün olduğu kadar, böyle bir şüpheye fırsat vermekten kaçınıyor, zahiren hepsi Müslüman görünüyordu. İman dereceleri ancak, Cenâb-ı Hakk’a malûmdu. Hattâ, “Biz gerçekten iman ettik” diyenlere karşı Allah, Peygamberine, onlara şöyle demesini bildiriyor : «Siz kalplerinizle iman etmediniz. Ancak Müslüman gözüktük deyin. Henüz iman kalplerinize girmemiştir». Bu Âyet’ten Müslüman olmuş olanlardan bazılarının görünüşte Müslüman oldukları, imanlarının tam sağlam olmadığı ortaya çıkıyor ki; bunların ne olduğu, Hz. Muhammed’in vefatından sonra belli olacaktır.


Bu durumu, Arnold, şöyle izah ediyor: «Bazı Arap kabilelerinin ne kadar sathî bir surette Müslüman oldukları Peygamber’in irtihalinin hemen akabinde büyük ölçüde vukua gelen dinden dönmelerden anlaşılır. Bu gibilerin siyasî icaplardan dolayı İslâm’ı kabul ettikleri ortaya çıkar. Bunlar, daha sonra büyük bir millî hareket şeklini alan cereyana kendilerini kaptıran takımdandırlar. ilk ihtida edenlerin tuğyan (taşkınlık) dolu şevk ve hevesleri, sonradan İslâm’a gelen bu gibilerin hesaplı ve ihtiyatlı tutumlarında bulunmaz. Bununla beraber bunlar içinde bile; din için samimî bir şevk ile duygulu oldukları ve -evvelce benzerlerini gördüğümüz veçhile- kendi cemaatlerine dinî telkinatta bulunmak gayreti ile canlarını fedaya hazır bulundukları halde Müslüman saflarını sıklaştırmaya gelenler bulunmuştur». Bunlar arasında gerçekten İslâm’ı kabul edenler ve bu uğurda savaşanların -az da olsa-var olduğu inkâr edilemez.


İslâm’ın nûru dünyaya yayıldığı zaman Yahudi ışığı büsbütün sönmüş; fakat o, yolundan bir adım bile dönmemiş ve güneş gibi hakikatlere daima sırtını çevirmiştir. Yahudiler, İslâm’ın saf, âlî ve ulvi varlığı önünde biat etmesi lazımken, en büyük mücadelesini İslâm ve onun Peygamberi ile yapmıştır.


Hz. Muhammed’in zekâsı ve devamlı mücadelesi önünde Yahudi mağlup ve perişan edilmiş; fakat o, bundan asla ibret almamış, “şer ve menfaatine”  Hz. Muhammed zamanında da ve ondan sonra da devam etmiştir. İslâm’a karşı takip ettiği siyasetin merkezini, kaleyi içten yıkmak oluşturmuştur.


Napolyon’un, Yahudiler, Mûsa zamanından beri cibilliyetlerinin icabı olarak daima ihtikâr (vurgun) ve hile yolunda yürür dediği belirtilmektedir. Yahudilerin, vurgun vurmak için zahiren Müslüman ve bâtınen eski inançlarını yaşattıkları ve bu vesile ile İslâm’dan Öç alma yolunu tuttukları ileri sürülen görüşler arasındadır.


Yahudilerin ilim sahiplerinden olup Hz. Ebu Bekr devrinde Müslüman olan, Hz. Ömer devrinde de Müslüman olduğuna dair rivayetler bulunan ve Hz. Osman devrinde ölen (Ebu îshak diye künyelenen) Ka’bu’l-Ahbar (Ö. 32/652-3), Yemen Yahudilerindendir. O, Müslüman olduktan sonra, Medine’ye gelmiş, sonra Şam ve Hımıs'ta ikamet etmiştir. Müslümanlar arasında ilmine hürmeten «Hibr» (Yahudi âlimi) denmiştir. Ka’bu’I-Ahbâr, İslâm’da, ilk «siyonist» olarak gösterilmektedir. Hz. Ömer, onun Peygamber’den herhangi bir şey rivayet etmesine mani olmuş, yalan rivayetlerde bulunmasından dolayı onu dövmüş ve daima murakabe altında bulundurmuştur. Bundan dolayı Kâ’b’ın Hz. Ömer’in katlinde büyük rol oynadığı ileri sürülmüştür. «Kâ’b’ın Müslüman olduktan sonra da Yahudiliğini devam ettirdiğine dair örnekler vardır.»


Hz. Ömer 638’de Kudüs’e girdiği zaman beraberinde Müslümanlığı benimseyen Kâ’bu’l-Ahbâr’ın da olduğu belirtilmektedir. İslâm’ı kabul etmiş olmasında herhangi bir tereddüt yoktur. Ancak, Müslüman olduktan sonra, eski an’ânesini yaşattığı, bunları Müslümanlara aşılamağa çalıştığı ve Hz. Muhammed'den yalan rivayet ettiği söylenmektedir.


Her ne olursa olsun bu tip insanlara güvenilmemesi, eski inançlarında sebat etmiş olmalarına bağlanmaktadır.


Müslümanlar, Yahudilerden gördükleri kötülük ve ikiyüzlülüğe (riyakârlığa) rağmen, onlardan intikam almağı düşünmek şöyle dursun, onları himaye etmişlerdir. “Halife Ömer ül’ Faruk 640 tarihinde İskenderiye’yi fethettiği vakit orada hiç de iyi bir durumda; olmayan 45.000 Yahudiyi himayelerine almışlar ve onları fena akıbetlerinden korumuşlardır. O zamana kadar gayet kötü muamele gören İsrailoğulları, ancak Müslüman bayrağı altında hürriyet ve adalet mefhumlarını tanımışlardı”.


Yahudi olan Avram Galanti de, aynı hususu tekid eder mahiyette şöyle diyor: «Yahudiler, İslâm memleketlerinde himaye görmüşlerdir. Milâdın 640 senesinde İskenderiye’yi fethetmiş olan Halife Ömerü’l-Faruk bu şehirde 40.000 Musevi bularak himayesi altına almıştır... Türkiye Musevîleri, bu memlekette en geniş ve en hararetli bir himayeye mazhâr olmuşlardır. İslâm devletlerinin eskiden beri Yahudilere karşı olan bu himayesi Musevî alemince büyük takdir ve minnettarlıkla yâd ve zikredilir...»



Aklı başında Yahudilerin bu himayelerden minnet duydukları ve duymalarının lâzım geldiği çok yerde ifade edilmektedir. Ama, Müslümanların başarılarını çekemeyip, hasîslik edenler de az değildir. 


Müslümanlar, kendi aralarında birlik ve beraberliği sağlayarak yayılma ve gelişme gösterdikleri bir sırada, birbirlerine düşmeleri sebepsiz olamazdı. Çünkü; her şeyin bir sebebi vardır. İşte bu sebeplerden biri olarak, bir Yahudi gösterilmektedir.


Abdullah B. Sebe ve Etkileri:


Müslümanlar arasına büyük bir ikilik, çatışma sokarak İslâm'ı sarsmak, za’fa uğratmak ve inananları parçalamak isteyenlerin başında Abdullah b. Sebe adında «dönme» bir Yahudi bulunmaktadır. İbn Sebe, zahiren Müslüman olmuş; fakat hakikatte İslam’a karşı derin kin duymuş bir kimsedir. Gâyesi İslâm’ı sarsmaktır. Bu gayeye ulaşmak için o, halk arasında İslâm damgası altında, bir çok hurafeler yaymaya başlamıştır.


İbn Sebe, Basra, Küfe, Mısır vb. yerleri dolaşmış; idareden şikayetçi olan ve eski an’anelerine bağlı halk arasına tefrika sokmaya, İran, Hıristiyan ve Yahudi inançlarıyla ilgili teferruatı İslâm’danmış gibi gösterip Din’e dahil etmeye çalışmıştır. Hz. Osman’ın şehit edilmesinde ve Müslümanların birbirine düşman olmasında büyük rol oynamıştır. Hz. Ali’nin şehid edilmesinden sonra da İran, Hind, Mısır, Yahudi ve Hıristiyan inançlarında yer alan bazı hususları Hz. Ali'ye atfetmiş; onun «ilâh» olduğunu, ölmediğini, göğe çekildiğini, dünyayı düzeltmek ve adaletle doldurmak için yakında geleceği İnancını yaymıştır. Böylece bir «Sebeiyye» fırkası ortaya çıkarmıştır.


Abdullah b. Sebe ile ilgili olarak Taberî şöyle demektedir: «Abdullah b. Sebe, San’alı bir Yahudidir ve annesi siyahidir. Osman zamanında Müslüman olmuş, sonra Müslüman diyarlarda sapık fikirler yaymaya başlamıştır. Önce Hicaz’da iken sonra Basra, Küfe ve Şam’a gitmiştir. Şam’da kimseyi yoluna ram edememiş, Şam halkı onu şehirlerinden çıkarmış, bunun üzerine o da Mısır’a gitmiş, orada şöyle konuşmuştur: Tuhaftır, insanlar İsâ’nın ileride döneceğini kabul ederler de Muhammed de dönecektir diyeni yalanlarlar. Oysa Allah (C.C.) şöyle buyurmuştur; “(Ey Muhammed) Kur’ân’a uymayı sana farz kılan Allah, seni, döneceğin yere döndürecektir.” Böyle olunca Muhammed, dönmeye İsa’dan lâyıktır. Bu görüşü kabul edildi, halk Ric’at’ hakkında konuşmaya başladı. Abdullah b. Sebe, bundan sonra şunu ileri sürdü: Bin tane Peygamber ve her Peygamberin de bir vâsisi vardır. Ali de Muhammed’in vâsisidir. Bundan sonra şöyle dedi: Muhammed, Peygamberlerin sonuncusu, Ali de vâsilerin sonuncusudur. Daha sonra şunu ortaya attı: Peygamberlerin vasiyetini tutmayıp, hilâfına hareket edenden, haksız olarak ümmetin başına geçenden daha zâlim kimse olur mu? Osman, hilâfeti, hakkı olmayarak ele geçirmiştir, bu Allah’ın elçisinin vasiyetine aykırıdır. Ey nâs! Harekete geçiniz, emirlerinizi zorlayınız, Emr-i bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i anil-Münker’i izhar ediniz; insanları bu yola çağırınız. Faaliyetine bu yolda devam ile bütün memleketlere bu fesadı yaydı, gizli mektup gönderme yolu ile kendi görüşünde olanlarla haberleşti, emr-i bi’l-ma-ruf ve nehy-i ani’l-münker’i izhar ettiler...»  Houtsma da; Sebe’nin İslâm’ı Hz. Osman devrinde kabul ettiğini, Hicaz, Basra ve Kufe’de serserice dolaştıktan sonra, oralardan kovulmuş bulunduğunu ve Suriye yoluyla Mısır’a gidip orada, Osman’ın idaresinden şikayetçi olan kimselere iltihak etmiş olduğunu belirtmektedir.


Abdullah b. Sebe, Hz. Ali için “Sen İlâhsın” demiş ve Sebeiyye fırkası da; Cuz’i ilâhî’nin tenasüh ile Ali’den sonra İmamlara geçtiğini savunmuştur. Şia’dan Gâliye fırkası da bunun bir benzerini söylemiştir. Hattâ, Şiîliğin kurucusunun da bu Abdullah b. Sebe olduğu görüşü, hâkimdir. Şiîliğin kurucusu olarak gösterilen Abdullah b. Sebe, Hz. Ali’nin, Peygamber’in vasisi olduğunu, dolayısıyla Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’den değil de Hz. Osman’dan hilâfete daha lâyık bulunduğunu savunmuş ve delil olarak da şu görüşü ileri sürmüştür:

 


“Yuşe brNûn Mûsâ’nın vasisidir, o Mûsâ’nın yerine geçmiştir. Ali için de durum böyledir”. Böylece o, Peygamberlerin bir vasisi olacağını savunmaktadır. Eğer böyle ise, Hz. Ebû Bekr’den ve Ömer’den de önce hilâfeti alması lâzımdır. Neden sadece Osman’dan efdâl dediği düşündürücüdür. Çünkü, onları kabul etmekle bir nebze hakkı kabul etmiş ve bu yolla Müslümanları kandıracağını düşünmüş olsa gerektir. Yoksa, âdil hareketlerinde bir şüphe olmayan bu iki halifeyi inkâr etmesi, dâvasını güçleştirecektir. Böyle hareket etmekle haktan yana gözüküp bâtıla rahatça hizmet edebilmektedir.


Şiiliği ile ilgili olarak Tanyu; «Şiiliği, Yemenli bir Yahudi olan ve sözde dönmüş görünen Abdullah b. Sebe (Seba)’nin kurduğu ileri sürülmektedir. Şiilikle ilişkisi bulunan bazı bilginler, onun uydurma olduğunu söylemekte ve böyle bir şahsın değil, başka şahısların icraatının bu ad altında birleştirildiğini iddia etmekte, böylece Abdullah b. Sebe’yi reddetmeye veya inkâra özenmektedirler» demektedir.


Bu hususta, Murtaza’l-Askerî’nin, H. 1381/M. 1961’-de Mısır’da tab’edilen «Abdullah b. Sabâ» adlı eserini Türkçe’ye «Abdullah b. Sabâ Masalı» (Bir Yalancının Düzmeleri) diye 1969’da çevirip Önsöz ekleyen Abdül-bâki Gölpınarlı Önsözünde, bazı rivayetleri de vererek; Abdullah b. Sabâ’nın bir masal olduğuna, bu masalı uyduran Seyf b. Ömer’in güvenilir bir kişi olmadığına; tarihçilerin, Yahudi dönmesi olarak belirttikleri bu kişinin Yahudiyken de Yûşa hakkında aynı inancı benimsediğine, Müslüman olunca, aynı inancını Hz. Ali’ye tatbik ettiğine yer vermektedir, Gölpınarlı, Abdullah b. Sebe hakkında ileri sürülen görüşleri özetledikten sonra, bu zât hakkındaki düşüncelerinde Dr. Tâhâ Hüseyin’in şüpheye düştüğüne, Belâzurî’nin ((Ensâbu’l-Eşrâf«ında bu husûsa yer vermediğine, sadece Taberi’nin Seyf b. Ömer’den naklettiğine dikkati çekiyor ve Müslüman tanınan bir Yahudinin şehirleri gezip halkı ayaklandırmasının mümkün olamayacağını, hatta bu işi başardığı halde valilerin işe el atmamasını belirterek, bunu Şia düşmanlarının uydurduğunu kaydediyor. O, kitap yazan bazı şahısların da eserlerinde, îbn Sabe’nin hurâfî bir destan kahramanı olduğunu açıkladıklarını, sonra Murtaza’L-Askeri’nin de «Abdullah b. Sabâ» adlı eserinde, bu masalı uyduran Seyf b. Ömer olduğunu, bu Ömer’in de böyle uydurma kişiler icad ettiğini, Taberî’nin de buna dayanarak bilgi verdiğini belirtiyor.


Tahâ Hüseyin, Abdullah b. Sebe’yi şahıs olarak tam inkâr etmemekle beraber, onun tesirinin ileri sürüldüğü kadar olamayacağı üzerinde durur. Buna delil olarak o, şunları gösteriyor: 1. Sebe hakkında rivayet edilenler hak esasına ve gerçek tarihe dayansa idi tesirini Sıffin’de de gösterirdi. 2. Hz. Ali taraftarları hükümet konusunda ihtilâf ettikleri zamanda tesirini gösterirdi. 3. Sulhu istemeyen ve ondan nefret eden, ona meyleden veya ortak olanları da tekfir eden yeni hizibde de (Haricîler) te’siri görülürdü. Onun halbuki bunlarda zikrini görmüyoruz.

Dr. Tahâ Hüseyin, bu iki durumu bir sebebe bağlıyor. O da şudur; îbn Sebe, vehimdir, eğer vehim değil, gerçekten varsa da, tarihçilerin tasvir ettikleri gibi bir kişi değildir. Şîa düşmanları bunu böyle büyütürler. Haricîlerin Melik ve Hilâfet konusunda bir iddiaları olmadığı ve devamlı isyan ettikleri için İbn Sebe’nin tesiri söz konusu olamazdı.


Kutluay, Sıffın, Hakem Olayı ve Haricîlerin ortaya çıkışlarını İbn-i Sebe'ye bağlıyor. O, böylece birbirine tamamen zıd olan Haricilik ve Şiîlik’in menşede aynılık gösterdiğini, fakat bu aynılığın bütün Şiî mezhebleri için vârid olmadığını ilâve ediyor.


Dr. Tahâ Hüseyin; Belâzurî’nin, Abdullah b. Sebe ile Sevdâ'nın aynı kişi olmadığını, İbn Sevdâ’nın Abdullah îbni Vehb el-Hemedâni olduğunu ileri sürdüğünü; Hz. Ali ile Hz. Osman döneminde İbn-ı Sebe ve as-babından, bir yer hariç -Sebe’nin başkalarıyle Hz. Ali’ye, Hz. Ebu Bekr’den sual etmeye gelmesi, onun da onları kovmasını- bahsetmediğini kaydetmektedir.


Dr. Tahâ Hüseyin gibi Belâzurî de, Abdullah b. Sebe’nin mevcud birisi olduğu kanaatindedir. Ancak, bazı kaynakların Abdullah b. Sebe ile Sevdâ’yı aynı kişi olarak göstermesine rağmen, Belâzuri, bunları ayırmaktadır. Böyle olunca, Abdullah b. Sebe mevcuttur, mevcut olan bir kişinin de, hâliyle, kendine göre yapacağı işler olacaktır.

Dr. Mahmud Kasım, «Dirâsâtün fi’l-Felsefeti’l-İslâmiyye» adlı eserinde, Hz. Ali’nin hilâfeti zamanındaki nifakın başının İslâm kisvesine bürünmüş Yemenli bir Yahudi Abdullah b. Sebe olduğunu, onun siyasî ve dinî fitneyi çıkaran, hileli mahkemeyi çizen bulunduğunu kaydediyor ve Müslümanların çok işini fesad ettiği için de tenkid ettiğini belirtiyor. Eserin başka bir yerinde, Mesih İsâ. b. Meryem gibi Hz. Ali’ye ulûhiyet isnad eden îbni Sebe’nin Gnosticisme cemiyetine dahil olduğuna, Batıni fikirlerle uğraştığına, Kur’ân’ın bazı âyetlerini te’vil edip, Kabbala görüşlerini İslâm’a dahil etmeğe çalıştığına da yer veriyor.


Mahmud Kasım, Tahâ Hüseyin’in görüşlerini de tenkid ediyor ve şöyle diyor: «Tahâ Hüseyin de biliyor ki, Abdullah b. Sebe, bu husûsla da kalmadı, tâ Hakem Olayı’na kadar gitti. Ebu Musa el-Eş’ârî’nin seçilmesinin altında bu husûsun olması lâzımdır... Dr. Tahâ Hüseyin’in söylemek isteyip de söyleyemediğini biz söyleyelim: Hz. Ali’nin propagandistleri zındıklardandı ve bunların elçisi Yemenlidir. Bu görüş Yemen’de kurulan gizli cemiyetler hakkında bahisler açar...»


Murtaza’l-Askerî’nin eserini incelediğimizde gördük ki, A. Gölpınarlı’nın Önsöz’ünde bahsettiği «Ric’at» inancı, Cemel Vak’ası vb. şeylere, kitapta, fazla yer verilmemiş, sadece eser sahiplerinin görüşleri ele alınmış, bu kitaplarda sadece hilafet konusu ve Seyf b. Ömer’in güvenilir bir kişi olmadığı üzerinde durulmuştur. Bunun yanında, Hartum Üniversitesi eski tarih Prof. İhsan Abbas’ın, Murtaza’l Askeri’ye bu kitabı hakkında yazdığı mektuba, konunun özüyle İlgili bir cevap verilmemiştir.


Ayrıca Murtaza’l-Askerî’nin eserinde, Şia’nın çıkışına sebep olanın ve Yahudilikten ilhamla «Ric’at» fikrini yayanın İbn Sebe olduğuna dair tarihçilerin ileri sürdükleri görüşlere yeterli cevabı bulamadığımızı belirtmeliyim. Kitapta, sadece Ibn Sebe’nin uydurma bir kişi olduğu işlenmekte, bunun da Seyf b. Ömer’in rivayetlerine güvenilemeyeceğinden ileri geldiği savunulmaktadır. Belâzurî’nin eserinde, bu rivayete yer vermemesi; Hadîs ve Rical bilginlerinin, bu kişiyi zayıf ve terkedilmiş saymaları; Seyf b. Ömer’in tarihî rivayetlerini de terketmeye sebep olabilir mi? Veya Seyf b. Ömer’in bu kadar geniş bir muhayyeleye sahip olması mümkün mü? gibi sorular akla gelmektedir, Kaldı ki İbn Haldun, «Taberi’ye güvenmemiz, olayları doğru anlatmasındandır. Onun kitabı, İbn Kuteybe’nin ve başka tarihçilerin kitaplarından daha güvenilir bir kitaptır» demektedir. Taberî’nin, tarihî olayları, güvenilir kaynaklardan aldığı ileri sürülmektedir. Bu olayda, Taberî’nin sağlam bir kaynağa dayanmadığını kabul edersek, diğer nakiller için de bir genelleme yapmamız gerekmez mi? Veya bu konuyla ilgili olarak anlatılanların hepsini zaid mi addederiz?


Asıl konu; bir fitnenin zuhurudur. Muhakkak ki, her şeyi doğru olarak ifade etmesi gerekenler, nasıl ayrılığa düşerler? Bunda, bazı sebeblerin aranması yersiz Olmasa gerek. Kur’ân ve Sünnet varken niçin bu bölünme, bu düşmanlık ve bu olaylar? İşte tarih içinde bunların çözülmesi gereklidir. Yoksa Abdullah b. Sebe’nin uydurma bir kişi olduğunu ileri sürmek meseleyi çözmez. Mesele, ancak gerçekler ortaya serilerek halledilir. Değilse, belirli bir görüşü veya fikri -taraftarı diye- müdafaa etmek veya red etmek, din için de, taraftarlar için de bir şey kazandırmaz. Müfessirler dahi tefsire Yahudi rivayetlerinin girdiğini kabul ediyorlar. Böyle olunca İbn Sebe’yi hayalî bir kişi olarak kabul edersek, bir başkasının varlığını kabul etmemiz lâzım gelmez mi? O zaman, İslâm düşmanı olup, intikam peşinde olanlar yok mu? O halde niçin böyle bir fitne zuhur etmesin. Anımızda bile aramıza fitne ve fesat tohumu sokarak yıkmaya çalışanların varlığı inkâr edilemiyecek derecede açık değil midir? O halde, meseleye, bir Ehli Beyt meselesi olarak bakılmamalı, bir dinî mesele olarak bakılmalıdır. Ehl-i Beyt’i eleştirmek, bizim İslâm inancımız, yetkimiz ve konumuz dışındadır. O zaman Ehl-i Beyt’ten olanlar sahabe arasında yer almaktadır. Sahabenin adâlet ve fazileti âyet ve hadîslerce sabittir. Hz. Muhammed (S.A.V.), bir hadîsinde, «Sakın ashabıma sebb ü şetm etmeyiniz. Onların şeref ve fazileti yüksektir» demektedir.


Prof. Muhammed Tanci, şöyle demiştir: Şia, hilâfetle birlikte ortaya çıkan bir fırkadır. Hz. Muhammed (S.A.V.) zamanında ve Hz. Ebû Bekr'e biat edilişinden önce bu fikir mevcut değildir. Şia, Hz. Ali’yi seven ve onun halife olmasını isteyen Müslümanların meydana getirdiği bir fırkadır. Bu husûsta İbn Sebe’den önce, Şiîlikle ilgili herhangi bir aşırı hareketin olmadığı görülmektedir. Bütün kanlı çarpışmalar ve bölünmeler Cemel Vak’ası ile başlamaktadır. Bu vak’anın başlangıcı da Hz. Osman’ın şehadetine dayanmaktadır.


Hz. Osman’ın idaresinden şikayetçi olan kimseler, birleşerek ve hattâ bir kısım Müslümanları kendi düşünceleri etrafında toplayarak, Hz. Osman’ı katletmeye karar vermiş ve kararı infaz etmişlerdir. Tabiî Hz. Osman’ın katli ve Hz. Ali’nin hilâfeti -istemeyerek de olsa- iki tarafı birbirine dargın hale getirmiştir. Hz. Osman taraftarları, onun katillerinin bulunmasını istiyorlardı. Fakat katiller kendilerini gizlemek için başka yollara başvuruyorlardı. Durum, öyle bir hal alıyorki,, iki tarafı birbiriyle harb edecek vaziyete getiriyordu. Bunun asıl sebebi, Abdullah b. Sebe ve arkadaşlarından başkaları tarafından bilinmiyordu.


İbn Sebe, “Cemel Vak’ası”nın da içindedir. O, taraftarlarıyla beraber harbi körükleme peşindedir ve arkadaşları tarafından ileri sürülen hiçbir şeyi kabul etmemektedir. Çünkü her iki taraf anlaşırsa, Osman’ın katilleri cezalanacak, bu da kendilerinin sonu demek olacaktır. Sebe’nin arkadaşlarından Adiyy b. Hâtem, «Şayet iki taraf savaşa bir girişirlerse bizimle uğraşacak zamanlan kalmaz...» teklifini ileri sürmektedir: Bunu başkan İbn Sebe’de tasvib ederek şöyle demektedir: “Güzel düşündün, iki taraf bir defa kıtale başlarsa, birleşmeleri ihtimali ortadan kalkar, sizinle uğraşmazlar, herkes meşgul edilmiş olur, aksi halde ey Osman’ın katilleri, hepiniz 2500 yahut 2600 kişisiniz, bu durumda kimseye karşı koymadan ezilirsiniz.,.”


Görüldüğü gibi bulanık suda balık avlama durumuna düşmüşler ve muvaffak olmuşlar da... «Cemel Vak’ası» ile ilgili olarak Taberi’den nakledilen rivayeti vermekte fayda görüyoruz:


«Cemel Vak'ası başlamadan önce iki tarafın ordu mensupları ve liderleri, yarının hayır, getireceğini umarak huzur-u kalple yattıkları esnada, gece, bir toplantı daha akdeden Sebeiyye, güneş doğmadan harekete geçmeye karar verdi. (Şureyh b. Evfa’nın) ‘Geç kalmayıp, acele de etmeden tam zamanında hareketle iki tarafın tutuşturulması, kılıç kılıca çarpışmanın şartıdır’ şeklindeki görüşü uyarınca ve Abdullah b. Sebe’nin direktifleri ile, grup grup, gecenin karanlığında hücuma geçtiler. Uyanan herkes hâliyle kılıcına sarılıp ‘Ne oluyor?’ diyordu. Her iki tarafa da uygun cevap hazırlanmıştı : ‘Basralılar baskın yaptı, davranın’ ve karşı tarafa da, ‘Kûfeliler baskın yaptı, kalkın.’ Böylece iki taraf da karşıdakilerin baskınına uğradığını zannederken, Sebeiye kıyasıya savaşa devam ediyor, işi büyütmek için fasıla bile vermiyorlardı. Ali’nin ‘Durun durun’ nidalarına kimse kulak bile vermiyordu.»


«İşte bu İbn Sebe ve onun tarafından veya yandaşları tarafından ortaya atılıp yayılan fikirler yüzünden İslâm âlemi kanlı çatışmalara ve bölünmelere, sonuçsuz düşmanlıklara sahne olmuştur. Bunlar, Yahudi gayelerine uygun bir görevle, öç alma ve İslâm düşmanlığı sonucu mudur? Bunu kesinlikle tespit güçtür. Fakat şurası bellidir ki o zamanki ve sonraki olaylar bu meş’um rol ve faaliyeti ortaya koymaktadır.»


Biz de, İbn Sebe’nin görüşlerinin dayandığı husûslardan hareket ederek, kısa bir tahlilini yaptıktan sonra bir kanaat belirteceğiz. O, insanların, İsa’nın döneceğine inandıkları halde, Hz. Muhammed’in döneceğini söyleyeni yalanlamakta olmalarını kınamakta ve Kasas, 85 âyetini kendisine delil olarak almaktadır. Böylelikle Âyet’teki «Meadin» lafzını yeniden dünyaya dönüş olarak açıklamaktadır. Halbuki müfessirler onu Mekke’ye dönüş olarak tefsir ve tercüme ederler. Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsiri şöyledir: «Muhakkak O zât ki (O Hâlık-ı Azimü’şşan ki), senin üzerine Kur’ân-ı farz kıldı (Sana-Kur’ân’ın âyetlerini indirdi ve O Kur’ân’ın ahkâmına göre güzel amelde bulunmayı sana emretti, bir vazife-i diniye kıldı). Elbette seni dönülecek yere (Kendi vatanın olan Mekke-i Mükerreme’ye) iade edecektir (orayı düşmanlardan temizleyerek fethe muvaffak olacaksın). Bu mübarek âyetlerde Resûl-i Ekrem’e teselli bahş oluyor; onun ulvî vatanına avdet edeceğini bir mucize olarak tebşir ediyor ve Resûli Zişan’ın bir ümidi, bir mesaisi olmaksızın kendisine Kur’ân-ı Azim’in vahy edildiğini bildiriyor». Celâleyn ve Elmalılı tefsirlerinde de «Meâdin» lâfzı, Mekke olarak açıklanmıştır. Fikri Yavuz da âyeti şöyle tercüme etmektedir: «Muhakkak ki Kur’ân-ı sana inzâl eden (Allah) seni (âhirete göçmeden önce, hicret ederek içinden çıktığın) Mekke’ye geri çevirecektir;). Görülüyor ki îbni Sebe, âyeti kendi fikrine delil olmak üzere yanlış tefsir etmiştir. İslâmî kaynaklara göre Peygamberler silsilesi Hz. Muhammed’e kadar devam etmekte ve onunla bu nübüvvet kapısı kapanmaktadır. Hz. Muhammed’den sonra bir vasî bırakılmamıştır. Ona bir vasî isnat etmek Yahudilik inancından kaynaklanmaktadır. Hz. Muhammed’in bu yolda bir vasiyetinin olmadığında bütün âlimler ittifak halindedir. îbn Sebe Yahudilik görüşlerini İslâma da sokmak istemektedir. Çünkü Yahudilikte, Tevrat’ın Hz. Musa’ya indirilmesiyle din tamamlanmaktadır. O, yerini Yeşu’ya bırakmakta; Yeşu, Musa’nın vasisi olmakta ve Nebiler birbirini takip, etmektedir. Mesih’in haberciliğini yapacak olan Eliyahu’ya intizar, ümidiyle «Nübüvvet» müessesesi daima açılmaya hazır bir kapı olarak durmaktadır. Fakat Kur’ân-ı , Kerîm, bu kapıyı Hz. Muhammed’le kesin olarak kapatmaktadır.


Yahudilerdeki Mesih; İsrailoğullarını zulümden kurtaracak, onları Kudüs’e götürecek ve «bin yıllık dünya hükümranlığı»nı kuracak bir kurtarıcıdır. Şîa da, Ehl-i Sünnet’in zorla ele geçirdiklerine inandıkları hilâfeti Ehl-i Sünnet’ten alıp Ehli Beyt’e verecek ve dünyayı huzura kavuşturacak bir kurtarıcı beklemektedir. Bu kurtarıcı, Yahudilerin «Mesih»inin karşılığı olarak “Mehdî muntazar”dır. Halen Şîa onu bekleme halindedir. Bu görüş, Ehli Sünnet yolunda olan bir kısım insan tarafından da benimsenmiştir. Hatta Abdullah b. Sebe’-nin Hz. Ali’ye gelerek «Sen sensin», yani «Sen İlahsın» iddiasında bulunması üzerine Hz. Ali, iki çukur açılması emrini vermiştir. Fakat böyle bir cezalandırmadan çıkacak dedikodudan çekinerek onu Medain’e sürmüştür.


Houtsma, «Kendisinin Ali’ye taabbudu (tapınması) o kadar uygunsuz görüldü ki, Ali onu Medain’e nefy etti (sürdü.)» demektedir.


Hz. Ali'nin «İlâh» olduğu iddiasından sonra, onun ölümünü kabul etmemek zorunlu olacaktı. Nitekim İbn Sebe’nin de bu yolu seçtiğini görüyoruz: «Onun beynini yetmiş bohça içinde getirseniz bile, biz onun gelip idaremizi ele almadan ölmeyeceğini biliriz... Öyleyse o ölmemiştir. Kıyamet gününden önce bu dünyaya yeniden dönecek, cevr ile dolan arzı yeniden adaletle dolduracaktır. Ali’nin suretinde katledilen şeytandan başkası değildir, onun öldürüldüğünü sananlar, Yahudi ve Hıristiyanların Mesih’in öldürüldüğünü zannetmeleri gibi, vehme düşenlerdir. O göklerdedir ve pek yakında inerek düşmanlardan intikam alacaktır». İbn Sebe, beklenen Mehdi’nin Ali b. Ebî Talib’den başkası olmadığını ve «İlâh» olduğunu da söyleyerek Müslümanlar arasında fitne-fesat çıkarmayı başarmıştır.


Ehli Sünnetlin, hâlâ Yahudi dinine mensup olan ibn es Sevdâ’nın (Sebe) Ali ve evlâdı hakkındaki bu gibi iddia ve te’villeriyle Müslümanların dinini ifsada çalıştığı, kanaatini taşımakta olduklarını görüyoruz. Atilhan'ın görüşü de şöyledir : «İbn Sebe adındaki Yahudinin sureti haktan görünerek, maahaza Müslümanlığı parçalamak, mü’minler arasına şüphe ve nifak sokmak ve böylece nûm bütün cihanın zulmetlerini yırtmak istidadında olan Muhammed dininin aydınlığını karartmak için birkaç arkadaşıyla Müslüman olmuş gibi gözükerek ve yüzlerine îslâm maskesi takarak diyar diyar, iklim iklim dolaşıp dini mübin aleyhine ne kadar iblisâne çalıştıkları Islâm tarihini az - çok bilenlere malûmdur».


Kutluay'ın kanaati, Şii hareketlerinin hepsinin, Şiîliğin asıl kurucusu Abdullah b. Sebe’den sonra olduğu, gayesi ne olursa olsun, Ali taraftarlığını ilk olarak bunun sistematik şekilde ortaya atmış bulunduğu şeklindedir. Onun önceleri «vesâyet» doktrini şeklindeki iddiasının, zamanla daha ileri giderek, Ali b. Ebi Talib’e uluhiyet nisbetine kadar varmış ve sistemi, daha sonraki devirlere, bu kisve ile intikal etmiştir. Şiî fırkalarından bugüne kadar varlığını devam ettirenler, zaman bakımından, Sebeiyye ve Muhtariye’den sonradır. Mahmud Kasım; İslâm fitnesinin başı olarak Abdullah b. Sebe'yi göstermekte ve «Mesîh İsa b. Merye’nin Allah’ın hulûl ettiği gibi Hz, Ali’ye tenasüh yoluyla hulûlü fikrini de îbni Sebe’nin ileri sürdüğünü ve bu da, -Sebe’nin Gnoscism cemiyetine dahil olduğunu gösterir» demektedir.


Ehl-i Sünnet de, İbn Sebe’nin, bu işlere girişirken Yahudiliğini devam ettirdiği kanaatindedir. Zaten, bu fikirler, o zaman sadece Yahudilerce biliniyordu. Buna ilâveten, Yahudilerin eskiden beri an’anelerine bağlı olmaları, düşmanlarına karşı daima bir peygamber beklediklerini söylemeleri ve Müslümanlarla yakın temaslarının olması; Hz. Muhammedi çeşitli tertiplerle öldürmeye tevessül etmeleri, insanı bu kanaatin doğruluğuna inandırıyor. Gerçi içlerinde ibn Selâm ve Hz. Safiye gibi inananların olmasına rağmen, inanmayanların ve inanır görünenlerin de varlığına şahit olmaktayız. Abdullah b. Sebe'nin Müslüman kılığına girerek tefrikalar ve ayrılıklar vücuda getirdiğini belirtmeye çalıştık. Eğer Sebe, gerçekten İslâm dinine inanmış olsaydı, parçalama yerine birleştirmeye giderdi. Bir bütün olan Müslümanları- Hz. Ali'nin gayretine rağmen- birbirine düşman etmezdi. Sonra Hz. Osman devrinde İslâm’ı kabul etmesi de düşündürücüdür. İşte, istemeyerek insanın aklına şu husus gelmektedir: O zaman bazı huzursuzluklar zuhur etmiş ve bu huzursuzluklar İslâm düşmanları için bulunmaz bir nimet olmuştur. Bunu da ancak Müslüman görünerek yapmak söz konusudur. Çünkü, Müslümanların desteğini sağlamak için onlardan görünmek lâzımdır. Kuvvetle muhtemeldir ki İbn Sebe, bu yolu seçmiştir.


Asr-ı Saadet'te, Müslümanların soruları, Kur’ân-ı Kerîm’in diliyle ve Peygamberin sözüyle cevaplandırılıyordu. Daha sonraki yıllarda itikat konularında ayrılıklar ve farklı anlayışlar ortaya çıkmış, hattâ mezhep toplulukları türemiştir. Bu mezheplerin tarihteki isimleri «Fırka» dır. Kutluay, bu tip fırkalara «İ’tikadî Mezhepler» demekte ve bu itikadi mezhepleri de iki sebebe bağlayarak mütalea etmektedir :


«1 — İçtimaî ve buna bağlı olarak dinî sebepler;


2 — Siyasî sebepler. Bunun için de iktidar sahibi olmak isteyen kimselerin bu emellerini gerçekleştirmek için dinî ve bazı kimseleri istismar etmeleri de beraber mütalea edilmelidir».


Abdullah b. Sebe’nin, bazı âyetleri ve Hz. Ali’yi istismar ederek, itikadda bazı yanlış yorumlara giriştiğini ve İslâm’da ilk kez bu tip hareketlerin başladığım görüyoruz. Gelişim Yayınları’nın çıkardığı «Dinler Tarihi Ansiklopedisi»nde, mezheplerin çıkışındaki dış (harici) sebepler şöyle izah edilmektedir: «Bunlardan kastımız, yabancı etkiler altında İslâmiyet’e zıt bir amaç güden mezhepleri doğuran nedenlerdir. Bu tip mezhepler her ne kadar İslâm toplumlarında doğmuş ve İslâm dinî metinlerini, yani Kur’ân ve Hadîs’i kullanmışsalar da, amaçları İslâmiyet’i yolundan saptırmaktır. Ülkeleri fethedilmiş milletlerin bir kısmı Müslümanlığı 'kabul etmiş, ama bir kısmı da etmemiştir. Bir kısım daha vardır ki onlar görünürde Müslüman olmuşlar, ama gerçekte kendi dinlerinde kalmışlardır. İşte bu grup insanlar, İslâmiyet’ten öç alma peşine düşmüşler, eski dinleri ve kültürleri yönünde İslâmiyet’i yorumlamaya kalkışmışlardır». îbn Sebe de bu yolu seçmiştir demek, iftira olmasa gerek. Çünkü Allah’ın âyetlerini apaçık inkâr edip, insana «Uluhiyet» bahşetmek imân etmemenin alâmetidir. Çünkü Kur’ân’da, “Allah’a ve Peygamber’e inandık' ve itaat ettik diyorlar da bundan sonra onlardan bir taife yüz çeviriyor. Onlar imân etmiş kimseler değildirler” buyurulmaktadır.


Yukarıda zikredilen bu Âyet’de, İslâm’ı lisanlarıyla kabul ve itiraf edip, kalben kabul etmeyen bir takım münâfık kimselerin o çirkin hâlet-i ruhiyeleri teşhir ve takbih edilmektedir. Kur’’ân’da bu tip insanların amellerinin boşa çıktığı şu ' şekilde beyan edilmiştir: “Kâfir olanların ve Allah yolundan dönenlerin bütün amellerini Allah boşa çıkarmıştır.” «Kendilerine hak belli olduktan sonra arkalarına (eski küfürlerine ve bâtıl dinlerine) dönenleri, bu işi yapmaya şeytan şevketmiş ye onlara ümit vermiştir». İnsanın şeytanın teşvikine uymaması, sağlam imanla ve ondan sonra da şüpheye düşmemesiyle mümkündür.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 



ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-1

 Bağdat, Ağustos 1099


Ulu kadı Ebu-Saad el-Haravi, sarıksız, kafası matem işareti olarak kazınmış bir şekilde, el-Mustazhirbillah’ın geniş divanına bağırarak girer. Peşinde, genç yaşlı bir sürü yoldaşı vardır. Bunlar onun her sözünü gürültülü bir şekilde onaylamakta ve tıpkı onun gibi, kazıtılmış kafanın altında haşmetli bir sakaldan meydana gelen tahrik edici bir görüntü sunmaktadırlar. Sarayın önde gelenlerinden birkaçı onu sakinleştirmeye çalışır, ama onları horlar bir şekilde iten kadı, salonun ortasına doğru kararlı bir şekilde ilerler, sonra kürsüsünden konuşan bir vaizin coşkulu hitabeti içinde, mertebeleri hiç dikkate almaksızın herkese birden nutuk çeker:


— Suriye’deki kardeşlerimizin deve eğeri veya akbabanın miğdesinden başka oturacak yerleri yokken, siz bir çiçek gibi uçarı bir hayatın içinde, huzurlu bir güvenliğin gölgesinde uyuklamaya nasıl cüret ediyorsunuz? Ne kadar çok kan döküldü! Ne kadar çok güzel kız, tatlı cehrelerini utançtan elleriyle örtmek zorunda kaldı! Yiğit Araplar hakarete alıştılar mı ve kahraman İranlılar şerefsizliği kabul mü ettiler?


Arap vakanüvisler, bu “gözleri yaşlarla dolduracak ve kalpleri coşturacak bir söylevdi” diyeceklerdir. Konuşmayı duyan bütün oradakiler iç çekmeleri ve ağlamalarla sarsalanmışlardır. Fakat el-Haravi onların hıçkırıklarını istememektedir.


— Kılıçlar savaş ateşini canlandırdığında, insanın en kötü silahı gözyaşı dökmektir, der.


Eğer Şam’dan Bağdat’a Suriye çölünün dur durak bilmeyen kızgın güneşinin altında üç uzun yaz haftası boyunca yolculuk yaparak geldiyse, bunun nedeni merhamet dilenmek değil de, islamiyetin en üst yetkililerini inananların üstüne çöken afet konusunda uyarmak ve onlardan katliamı durdurmak üzere zaman kaybetmeden işe müdahale etmelerini istemektir. El-Haravi, “Müslümanlar hiç bu kadar aşağılanmadılar, ülkeleri bundan önce hiç bu kadar vahşice perişan edilmedi” diye tekrarlayıp durmaktadır. Ona eşlik edenlerin hepsi, istilacı tarafından yağmalanan kentlerden kaçmıştır; içlerinden bazıları, Kudüs’ten kurtulabilen çok az sayıdaki insanların arasında yer almaktadırlar. El-Haravi, bunları bir ay önce yaşadıkları dramı bizzat anlatsınlar diye yanında getirmiştir.


Nitekim Frenk taifesi, Hicretin 492. yılının 22 Şaban ayına gelen Cuma günü (15 Temmuz 1022), kırk günlük bir kuşatmadan sonra kutsal kenti ele geçirmiştir. Kentten sürülenler, bundan her söz ettiklerinde hâlâ titremekte ve sokaklara yalınkılıç dağılarak, erkekleri, kadınları ve çocukları boğazlayan, evleri yağmalayan, camileri talan eden bu zırhlı sarışın savaşçılar sanki hâlâ gözlerinin önündeymişçesine, bakışları sabitleşmektedir.


Katliam iki gün sonra bittiğinde, kent surlarının içinde tek bir Müslüman bile kalmamıştır. Bunlardan birkaçı, saldırganların yerle bir ettikleri kapılardan dışarı süzülmek için karışıklıktan yararlanmıştır. Başka binlercesi ise, evlerinin önünde veya camilerin yakınında, kan göllerinin içinde cansız yatmaktadır. Bunların arasında çok sayıda imam, ulema ve bu kutsal yerlerde sofuca bir inziva hayatı yaşamak üzere ülkelerinden ayrılarak buraya gelmiş olan mutasavvıf dervişler vardır.


Hayatta kalabilenlerin sonuncuları, en beter işleri yapmaktadırlar: Yakınlarının cesetlerini sırtlarında taşımak, onları kabirlere gömmek değil de, belirsiz yerlerde üst üste yığarak yakmak, sonra da kendilerinin katledilme veya köle olarak satılma sıralarının gelmesini beklemek.


Kudüs Yahudilerinin kaderi de aynı derecede korkunç olmuştur. Bunların çoğu, çarpışmanın ilk saatlerinde, kentin kuzeyinde bulunan mahallelerinin (Yahudi mahallesi) savunmasına katılmıştır. Fakat evlerine doğru çıkıntı yapan duvar cephesi çöküp, sarışın şövalyeler sokakları işgâl etmeye başlayınca, Yahudiler dehşete kapılmışlardır. Cemaatin tümü, atalardan yadigâr bir hareketle dua etmek üzere en büyük havrada toplanmıştır. Frenkler bunun üzerine bütün çıkışları kapatmış, sonra bu çıkışların etrafına odun yığıp ateşe vermişlerdir. Dışarı çıkmaya çalışanlar, civar sokaklarda öldürülmüşler, diğerleri canlı canlı yakılmıştır.


Bu dramdan birkaç gün sonra ilk Filistinli mülteciler Şam’a gelmişlerdir, yanlarında Kutsal Kitab’ın en eski nüshalarından biri olan ve çok büyük bir özenle taşıdıkları halife Osman’ın Kuran’ı da vardır. Daha sonra, Kudüs’ten kurtulabilenler de büyük Suriye kentine yaklaşmışlardır. Kentin kare seklindeki surlarının üzerinden yükselen Emevi camiinin üç minaresinin siluetini uzaktan farkedilince, seccadelerini yere sererek, sona erdiğini sandıkları hayatlarını devam ettirdiği için yüce Allaha şükretmek üzere namaza durmuşlardır. Ebu Saad el-Haravi, Şam mollası (başkadı) olarak mültecileri iyilikle karşılamıştır. Afgan asıllı olan bu kadı, kentin en saygı gören kişisidir; Filistinlilere bol bol öğüt vermiş ve onları teselli etmiştir. Ona göre bir Müslüman evini barkını terkederek kaçmış olmaktan dolayı utanç duymamalıdır. İslamiyetin ilk mültecisi, şehir halkının husumeti nedeniyle doğduğu yer olan Mekke’yi terkederek, yeni dinin hüsnü kabul gördüğü Medine’ye sığınmak zorunda kalan peygamber, hazreti Muhammed’in bizzat kendi değil midir? Ve vatanını putatapıcılıktan kurtarmak üzere cihadı bu sığındığı şehirde ilân etmemiş midir? Demek ki mülteciler kendilerini kutsal savaşın mücahitleri saymalıdırlar; mücahit olmak islamiyette o kadar onurlu bir iştir ki, peygamberin hicreti İslam takviminin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.


Hatta müminlerin çoğuna göre, işgal durumunda hicret etmek mutlaka uyulması gereken bir ödevdir. İspanyalı bir Arap olan ve Filistin’i Frenk istilasının başlangıcından bir yüzyıl sonra ziyaret edecek olan büyük seyyah İbn Cübeyir, “vatan aşkından ötürü boyunduruk altına girmiş” bazı Müslümanların, işgâl altındaki topraklarda yaşamayı kabul ettiklerini görmekten büyük bir kızgınlık duyacaktır. “Eğer oradan yalnızca geçmiyorsa, bir Müslümanın kâfir bir kentte ikâmet etmesinin hiçbir bahanesi olamaz” diyecektir. “Dar-ül islamda (İslam toprağında), hırıstiyanların ülkesinde maruz kalınan acı ve sıkıntılara karşı korunaklıdır; örneğin, özellikle en salak kişilerin ağzından çıkan ve peygambere yönelik olan iğrenç sözleri duymaktan, arınma olanağından mahrum kalmaktan ve domuzlar ile birçok gayrimeşru şeyin arasında yaşamaktan korunacaktır. Onların ülkesine girmekten kaçınınız! Böylesine bir hata yapınca tanrıdan af ve merhamet dilemek gerekir. Hıristiyan topraklarında oturan herkesin gözüne çarpan dehşet verici şeylerden biri, ağır işlerde çalıştırılan ve köle muamelesi gören Müslüman esirlerin kendilerine vurulan zincirleri sürüklemeleri ve ayaklarında demir prangalar taşıyan Müslüman esirlerin manzarasıdır. Bunları görmek yürekleri parçalar, ama acıma onların hiçbir işine yaramaz.”


İbn Cübeyir’in sözleri öğreti açısından aşırı olmakla birlikte, 1099’un bu Temmuz ayında Şam’a yığılmış olan şu binlerce Filistinli ve Kuzey Suriyeli mültecinin tutumlarını iyi aksettirmektedirler. Çünkü bu mülteciler evlerini barklarını istemeye istemeye terketmişlerse de, istilacının kesin gidişinden önce geri dönmemeye ve İslam âlemindeki bütün kardeşlerinin bilinçlerini uyandırmaya tamamen kararlıdırlar.


Aksi takdirde, el-Haravi’nin önderliğinde Bağdat’a neden gitsinlerdi? Bir Müslüman, zor duruma düştüğünde peygamberin ardılı olan halifeye yönelme durumunda değil midir? Müslümanlar yakınma ve şikâyetlerini emir el-müminin’e (inananların hükümdarı) yöneltmek zorunda değiller midir?


Mültecilerin Bağdat’ta uğradıkları hayal kırıklığı umutları kadar büyük olacaktır. Halife el-Muztahzirbillah, önce onlara karşı duyduğu derin yakınlık ve çok büyük şefkati dile getirmiş, sonra da altı yüksek saray görevlisini bu can sıkıcı olayları araştırmaya memur etmiştir. Bu bilgeler kurulundan bir daha söz edilmeyeceğini belirtmeye gerek var mıdır?


İslam alemi ile Batı arasındaki bin yıllık bir husumetin başlangıç noktasını meydana getiren Kudüs’ün yağmalanması, o sıralarda hiçbir silkinmeye yol açmayacaktır. Arap dünyasının istilacıya karşı seferber olması ve, Şam kadısı tarafından halifenin divanında ortaya atılan cihad çağrısını direnme hareketinin ilk yüce eylemi olarak selamlaması için yaklaşık yarım yüzyıl geçmesi gerekecektir.


İstilanın başında, Batı’dan gelen tehdidin ölçeğini el-Haravi gibi ölçebilen çok az sayıda Arap olmuştur. Hatta bazıları, yeni duruma çabucak uyum sağlamışlardır. Arapların çoğu, kızgın ama kaderine razı bir şekilde, yaşamını sürdürmekten başka bir şey düşünmemiştir. Birkaç Arap, bu beklenmedik olduğu kadar yeni de olan olayları anlamaya çalışırken, ortaya az çok berrak kafalı gözlemciler olarak çıkmıştır. İçlerinde en ilgi çekici olanı, seçkin bir aileye mensup genç bir okumuş olan Şamlı vakanüvis İbn el-Kalanissi’dir. Her şeyi ilk andan itibaren gören bu vakanüvis, Frenklerin Doğu’ya geldiği tarih olan 1096’da yirmi üç yaşındadır ve haberdar olduğu olayları düzenli bir şekilde kaydetmeye özen göstermiştir. Vekayinamesi, istilacıların ilerlemesini, Şam’dan algılandığı haliyle ve sadık bir şekilde, aşırı bir tutku taşımaksızın anlatmaktadır.


Ona göre herşey, ilk söylentilerin Şam’a ulaştığı şu kaygılı günlerde başlamıştır...

 



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

Türk Soylu Halklarda Gök Tasavvuru-4

 Orion (Avcı) Yıldız Kümesi



Büyük Ayı’da olduğu gibi, Orion ile ilgili olarak bir av efsanesi vardır. Buryatların anlattığına göre çok eski zamanlarda yaşamış olan meşhur bir avcı, bir gün üç tane geyik avlar, ama tam onları almak üzereyken, geyikler bir anda göğe yükselirler. Avcı, peşlerinden ok atarsa da onları yakalayamaz. Bu üç geyik Orion yıldız kümesinin sıralı duran üç yıldızına dönüşür (üç geyik), göğe bakıldığında, onların biraz aşağısında ise avcının oku görülebilir.

Altay bölgesinde bu efsanenin çeşitli varyantları mevcut olup, Teleütler; Kuguldei isimli bir kahramanın atıyla üç geyiğin peşine düşüp, geyiklerin kaçıştıklarını, fakat kurtulamayacaklarını anladıklarında göğe çekildiklerini, avcının onların peşini bırakmayıp, peşlerinden iki ok atarak, atıyla beraber göğe çıktığı, avcının atı Doğu ufkunda, üç geyiğin yakınında büyük bir yıldıza dönüşüp, attığı son iki okun da gökyüzünde görülebileceğini, bunlardan birinin kırmızı, diğerinin beyaz olduğu; kırmızı olanının, geyiklerden birine isabet ettiği için kırmızı olduğu, avcının kendisi de büyük bir yıldıza dönüştükleri hikâyesini anlatırlar.

Bazı yerlerde ise yeryüzündeki bütün geyikleri öldürmeyi istediği için avcının Tanrı tarafından lânetlenmiş olduğu anlatılır. O zamandan beri üç geyik (Orion kemeri), avcı, atı, köpeği ve oku gökyüzünde yıldızlara dönüştüğü, bazı yerlerde Orion yıldız kümesinde geyiklerin dışında, avcı, köpeği, av doğanı ve okları görüldüğü söylenirken, bazı yerlerdeyse iki tane av köpeğinden bahsedilir. Avcılar, avda başarılı olmak için, bu avcıya dua ederler.


“Orion kemeri”ne Moğollar, “üç geyik” adını verirler. Onlara göre bu yıldız kümesinde geyiklerin dışında avcı, at, köpek ve ok yeralmaktadır. Bu efsane, Baykal kıyısındaki Tunguzlara, Buryatlar üzerinden geçmiş gibi göründüğünü, efsanedeki avcının adından anlayabiliyoruz. Tunguzlara göre efsanedeki avcının başı, insan başı, gövdesi bir atın gövdesidir. Gökyüzündeki ok’a da “yanan ok” adını verirler.


Kırgızlar ise Orion kemerine “üç yaban keçisi” adını verirler. Bunun yanındaki yıldızlar da üç avcı ve üç oku temsil etmekte, efsaneye göre yaban keçileri ve avcılar, bir zamanlar yeryüzünde yaşamaktaydılar ama hiçbir hayvan avcıların oklarından kaçamadığı için avcılar son avlarında gökyüzüne alınmışlardır.


Tunguz efsanesinde tarif edilen yaratık, yâni Kentaur, bize eski Yunan mitolojisini ve orada Orion’un meşhur bir avcı olarak geçtiğini hatırlatır. Yunanlılar da, Altay Tatarları gibi avcının, bütün yeryüzündeki hayvanları öldürmeyi istediğini tasavvur ettiklerinden, “Orion’un avı” gök yüzünde resmedilmiş, köpeği de özel bir yıldızla (Sirius) temsil edilmektedir.


Yeniseyler, Orion’a “geyik kafası” adı verirken, onların bu konudaki tasavvurları yukarıda bahsi geçenlerden daha farklı olup, efsaneye göre bu geyik, kahraman Alba’nın gelinini kaçırmış, yâni Yeniseylere göre, gökyüzünün kız kaçırıcısı Büyük Ayı değil, Oriondur.


Orion’a bazen eşya isimleri de verilmiştir. Bunlar arasında en yaygın olanı, “terazi” (Kırgızlar ve Sibirya Tatarları) ve “saka” (su taşıyıcısı) “su sırığı”(Volga Tatarları) isimleridir.


Gecenin akışını Orion’un hareketine göre ölçen Goldeler, Orion’a damıtılmış içki, et, sütte kaynatılmış buğday unu gibi yiyecekler sunarlar. Bu tarz bir sunu şekli, en azından her senenin sonunda (Çin takvimine göre sene sonu) yapılır ve gece boyunca ayakta kalınır. Orion ufukta yükselmeye başladığında, üzerinde sunulan yiyecekler ve ışıkla donatılmış bir masa kulübeden dışarıya çıkartılıp, merasime katılanlar yıldız kümesine doğru dönerek, diz çöküp, ona dilekte bulunurlar. Bu bölgede, takvim yılı hesaplaması da muhtemelen Orion yıldız kümesi esas alınarak yapılmaktadır.


Ülker Yıldız Kümesi



Bazı halklar arasında Ülker kümesi bir havyan olarak tasavvur edilir ki, bunlardan bazı Kuzey Sibirya halklarından, meselâ Vogullar, Koryaklar ve Yakutlar, Ülker’i kuş veya yaban kazı yuvası olarak görürler. Altay dağlarında ise, Ülker’e “mečin” adı verilir.


Altay Tatarları “Mečin”in aslında çok eski zamanlarda, dünyanın çok sıcak olduğu zamanlarda yaşamış adı bilinmeyen bir hayvan olduğunu anlatırlar. Bu hayvan, bir gün ateşin küllerinin arasında saklanırken, onu öldürmeye karar vermiş olan bir deve ve inek gelip, onu bulurlar. Deve onu ayağı ile ezmek istediğinde, inek; “senin ayağın yumuşak, bırak ben sert toynaklarımla deneyeyim” deyip, küllerin üzerine basmasıyla, Mečin parçalara bölünüp, parçaları ineğin toynaklarının arasından yukarıya, göğe doğru yükselerek, Ülker yıldız kümesinin yıldızlarını oluşturur. Mečin’in göğe yükselmesiyle dünyadaki ısı azalıp, havalar serinler. Bu efsanenin bir başka anlatımında ise, tam tersine Mečin’in yaşadığı dönemde dünyanın dayanılmayacak kadar soğuk olduğu ve onun gidişi ile ısındığının anlatıldığı bir başka efsanede ise, bu hayvan çok iri bir çeşit böcek olarak tasavvur edilmektedir. Kırgızların “Ürker” adını verdikleri Ülker’in aslında otların arasında yaşayan çok iri ve yeşil bir böcek olup, inek ve koyunları yemesi üzerine deve ve inek “Ürker”i öldürmeye karar verdikleri, ancak “Ürker”in ineğin toynaklarının arasından parçalar hâlinde gökyüzüne kaçarak kurtulduğu, yaz aylarında Ürker gökyüzünde görünmediği zamanlarda, yeryüzüne geri döndüğü anlatılır. İnanışa göre Ürker, eğer bataklık bir bölgeye inecek olursa, zor ve soğuk bir kış, eğer kuru bir yere inerse o kış ılıman geçecektir.


Büyük bir Han olan Büyük Ayı, büyük ve kötü bir böcek olan Mečin’in yeryüzünde yaşayıp insanları ve hayvanları yiyor olmasından rahatsız olup, onu nasıl yok edeceğini bilemediği için atına fikir danışır. At; “ben onu toynaklarımla ezerim” dediğinde, bunu duyan inek, Mečin’in gizlendiği buzların arasına koşar ve onu toynaklarıyla ezip, parçalara böler. Bu parçalar, ineğin toynaklarının arasından gökyüzüne kaçmayı becerdiği için, Büyük Ayının Hanı bu parçalardan sadece bir tanesini alıp kendi yanına asar. Yıldızlarından bir tanesini kaybetmiş olan Mečin ise, öfke ve hınç içinde o zamandan itibaren biteviye Büyük Ayıyı takip etmeye başlar.


Ülker’in başlangıçta tek bir yıldız veya tek bir yaratık olup, daha sonraları parçalanmış olduğu tasavvuruna dünyanın değişik bölgelerindeki muhtelif efsanelerde rastlarız. Aynı şekilde, Ülker’in bir zamanlar yedi yıldızdan ibaretken, sonraları altı tane kalmış olduğu da oldukça yaygın bir inançtır.


Venüs


Sabah ve akşamları görülebilen Venüs’ün Buryatlar için önemli bir yeri vardır. Buryatlar, Venüs’e “Solbon” derler ve Buryat inançlarında “Solbon” elinde kementle gökyüzü çayırlarında dolaşan atların dostu olan bir yıldızdır. Buna göre çok büyük bir at sürüsüne, Dogedoi veya Toklok isimli seyis, çobanlık yapmaktadır. Buryatlar, “Solbon”un aynı zamanda kendi atlarının da koruyucusu olduğuna inandıklarından, ilkbaharda atlarının kuyruk ve yelelerini kesip, taylarını damgaladıklarında Solbon için kurban kesip, et, “salamat (sütle pişirilmiş buğday unu)” ve damıtma içki (tarasun) sunup, dua ederler. Solbon ve seyisi için sunulan içki, havaya doğru savrulurken, et ve yemekler ateşe atılır. Bunun yanında bazı atları Solbon için adayıp, bunları hiçbir şekilde kendi işleri için kullanmayıp, onları sadece besleyip, tımarını yaparlar. Bu at vakfetme/ayırma geleneğini kendi bazı tanrıları için de uygularlar. Georgi’nin bildirdiğine göre Buryatlar, “Tanrıların ve özellikle de sürülerin tanrısı olan Sulbundu’nun geceleri yeryüzüne inip kendilerine ayrılmış olan bu atlara binerek, diğer atları koruduklarına, bu sebeple sabahları bu adanmış atları ter içinde görüldüklerine” inanırlar. Efsanelerde bunun dışında, Solbon’un seyisinin insanlara atlarına nasıl tımar etmeleri gerektiğini öğrettiği, hâtta bazı zamanlarda bazı kişilere atlarının onlara nasıl şans getireceğini söylediği anlatılır. Yaz sonunda doğması beklenen bir tayın, Solbon gökyüzünde göründükten sonra dünyaya gelmesini Buryatlar iyiye işaret olarak yorup, bu tayın gelecekte iyi bir at olacağına inanırlar.


Bir başka efsanede de Solbon’un Batı göklerine gittiği bir dönemde, Solbon’un seyisi Dogedoi’un sürüyü üç günlüğüne bırakıp, köpeği Burto ile gezmeye gidişinden bahsedilir ki, geri döndüğünde Dogedoi kurtların sürüye saldırmış olduğunu ve bazı atları parçalayıp yediklerini görür. Sürüyü toplamaya çalıştığı sırada Solbon gitmiş olduğu Batı ufkundan geri gelip, sürünün perişan hâlini gördüğünde, Dogedoi’u ağır şekilde cezalandırır ve Dogedoi bu sebeple topal kalır.


Venüsün sabah ve akşamları görülen bir yıldız olması, onun gökyüzündeki sığırları güden bir nevi çoban olarak tasavvur edilmesine yol açmıştır. Kuzey Amerika yerlilerinin efsanelerinde de önemli bir yer sahip olan Venüs’ün yıldızların en yaşlısı olduğuna, yıldızları tehlikelerden koruduğuna ve onların geceleri vaktinden önce kaybolmamalarını sağladığına inanırlar. Bu sebeple Venüse “göğün ilk ve sonuncusu” adını verirler. Babil efsanelerinde de “İştar” yıldızının güttüğü koyunlardan bahsedilir.


Burada Moğol inançlarına bu “gökteki süvari ve seyis” motifinin nasıl ve nereden girmiş olduğu sorulabilir. Hayat tarzları at üzerine kurulu olan bu çoban halkın, gökteki yıldızları bir at sürüsüne benzeterek kendi kendilerine bu tasavvuru yaratmış olabileceklerini söylemek pekalâ mümkündür. Hind-İran kavimlerinde de bu tasavvur şekli mevcut olmakla, Oldenberg’in araştırmalarında ortaya koymuş olduğu gibi, muhtemelen Vedalardaki “çift Tanrılar” (Asvinler/süvariler) daha ilk başlarda sabah ve akşam yıldızını ifade etmekteydiler. Asvinlerin, at hediye ettikleri de efsanelerde geçer.


Venüs, Buryatlar arasında gelin kaçırma efsanesiyle de ilişkilendirilir. Efsaneye göre, Solbon’un üç karısı vardır ve bunlardan bir tanesi genç bir Buryat kızıdır. Solbon, bu kızı tam düğün günü sessizce yeryüzüne inip, güzelliği dillere destan olan bu kızı misafirlerin ortasından kapıp gökyüzüne kaçırmıştır. İlk iki karısından çocuğu olmayan Solbon’a yeryüzünden kaçırdığı karısı, bir erkek çocuk doğurur.

Yakutlarda Venüs dişidir ve Ülker’e âşık olan çok güzel bir genç kızdır. Gökte karşılaştıklarında fırtınalar meydana gelirken, Kırgızlarda, Ülker yıldız kümesinin ayın oğlu, akşam yıldızının (Venüs) ise kızı olduğuna inanırlar.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

TÜRKMENLER

 



Oğuzlar, Maveraünnehir ve Horasan elinde yaşamakta idiler. Bir kısmı göçerevli kalmış, bir kısmı da şehirler kurmuşlardı. Fakat sekizinci yüzyılın başlarında Arap komutanlarından (Kuteybe) Oğuz elini istila etti. Maveraünnehir Müslümanların eline geçti. Arapların bu bölgeye yerleşmeleri 842 tarihinde halife (Mutasım) zamanındadır. Arap tüccarları Horasan'dan Çin'e doğru ticarete başladılar. Bu devirde Nasturi papazları Türkler arasında hristiyanlığı yaymaya çalıştılar. Oğuzlar Şamanizm dininde idiler. Türk elinde camii, Buhara'da 712 tarihinde Kuteybe yaptırdı. Arap Halifeleri yerli Türk beylerine elçiler göndererek İslamiyet’i kabul etmelerini dilediler. Buna rağmen Emeviler Türk elini soyuyorlar, haraç alıyorlardı. Arap tüccarları ile temasa gelen Türklerin bir kısmı Müslümanlığı kabul ettiler. Müslüman olan Türkler ilk Müslüman devleti olan (Saman Oğulları) ve (Karahanlılar) devletlerini kurdular. Dokuzuncu yüzyılda Müslümanlık yayılmaya başladı.


Onuncu yüzyılda birdenbire Oğuzların 200 bin çadır halkı Müslümanlığı kabul ediverdi. Bu cihan tarihi için büyük bir olay oldu. Şamanizm dininde olan Oğuzlar Müslüman olarak Tanrının birliğine, Hazreti Muhammed'in Peygamberliğine, Kuran-ı Kerime inandılar. Artık Oğuzlar güneş din sisteminden büyük bir kitaba bağlandılar. Büyük kısmı Sünniliği, bir kısmı da Alevi olup Şamanlığı Müslümanlıkla bağdaştırdılar.


Oğuzlar Müslüman olunca Selçuklu devletini kurup cihan tarihine bir kuvvet olarak çıktılar. Selçuklular İran'a, bütün Arap alemine sahip oldukları gibi Doğu Roma'nın da varisi oldular. Oğuzlar kendi arzularıyla Müslümanlığı kabul ettiler. Bu dine gönülden bağlanıp onu yükselttiler ve muhafaza ettiler. Müslümanlık camiası içinde siyasi bir varlığa sahip oldular. Cihan tarihinde rol oynadılar. Yeni bir medeniyet kurdular.



Oğuzlar Müslümanlığı kabul edince onlara (Türkmen) denildi. Türkmen (Türk) kelimesiyle (Men) kelimesinden müteşekkildir. Men ise adam demektir. Türk adam, Müslüman Türk manasınadır. Bir manaya göre halis Türk demektir. Göçerevli Türkmenlere (Yörük), toprağa yerleşenlere (Türk) denilmiştir. Selçuklular zamanında Türkmen adını alan Oğuzlar, Alpaslan ve bilhassa oğlu Melikşah zamanında Anadolu'ya yerleştirilmiştir. Anadolu Oğuz Türkmenlerinin yatağı, yurdu oldu. Onbirinci yüzyıldan itibaren Anadolu Türkleştirildi. Anadolu bir (Türkmen eli) haline geldi. Selçuk Sultanı Melikşah Horasan'da bulunan Türkmen oymaklarına yeni fethedilen Anadolu topraklarında yaylak ve kışlaklar verdi. Bu sebeple Anadolu'ya büyük Oğuz Türkmenler göçü oldu. Türkmenlerin en büyük kısmı bu kıtaya yerleştiler. Türkmen oymak ve boyları, birbirleriyle bozuşmaması için ayrı ayrı yerlere yerleşmiştir. Türkmenlerin Anadolu'ya yerleşmeleri tarihte vuku bulan göçlerin en önemlilerinden biri olmuştur.


Anadolu'nun Kuzey yöresine Oğuz Türkmenlerin (Bozok) koluna mensup 12 boy yerleştirilmiştir. Güney Anadolu'ya ise Oğuz Türkmenlerin (Üç ok) koluna bağlı 12 boy yerleştirilmiştir. 24 boy her tarafı doldurdu. Selçuk devletini kuran (Kınık) boyu Orta Anadolu'ya yerleşti. Bunları takiben de Kayı, Bayındır ve Afşarlar geldiler. Üçüncü olarak da Salur, Çepni, Bayat, Iğdır, Döğer boyları geldiler. Anadolu'nun fethinde en önemli rolü (Yıva) boyu göstermiştir. Dil itibariyle kıt'aya hakim olundu. Orta Anadolu'da kınık lehçesi yayıldı.


Türkmenler Kızılırmak'tan itibaren ovalara yerleşip, Çiftçilikle meşgul oldular. Sürü sahipleri de Kuzey Anadolu dağları ve Toroslar ‘da dolaştılar. Bunlar bugüne kadar Türkmen aşiretleri ve (Yörükler) diye anılmaktadır. Anadolu'ya Türkmen Oğuzlardan sonra Uygurlar, Karluklar, Çiğiller, Kalaçlar, Kanıklar, Kıpçaklar;

Ağaçerilerinden boy ve oymaklar gelip yerleştiler. Ayrıca Bizanslıların yerleştirdikleri (Hıristiyan Oğuz) larda Anadolu'da yaşamakta idiler. Hıristiyan Oğuzların adları hep öz Türk adları idi.

Anadolu'ya Türkmenler geldikleri zaman nüfusu pek az buldular.

Eski kavimler münkariz olmuş, yalnız bazı bölgelerde Ermeni, Kürt ve şehirlerde ise Rumlar yaşamakta idi. Anadolu'nun 43 bin köyünden 35 bin köyünü Türkmenler kurdular. Köy, bir abanın çadırlarını bırakarak evlerde oturmakla başlamıştır. Komün mahiyetinde köyler kurulmuştur.

Anadolu'ya gelen ilk büyük kafile 100.000 kişi olup, komutanları Artuk ve Tutak beylerdi. İkinci bir kafile de 320.000 Türkmendi. Onbirinci yüzyılda Anadolu'ya ( 1 ) milyon Türkmen geldi.

Diğer yüzyıllar da durmadan Anadolu'ya Horasan elinden göç oldu. Bu nüfus bugün otuz altı milyonu buldu. Anadolu'nun 70 kadar şehrinde Türkmenler yerleştiler. Camiler, medreseler, Kervansaraylar, hamamlar, şifahaneler kuruldu

Anadolu'ya Oğuzların 24 boyu kendi adlarını veren köyler kurdular. Bugün Anadolu'da 43 bin köy vardır. Bozokların (Kayı, Yazır, Avşar, Beydili) boylarından Oğuz hakanları çıkmıştır. Üçokların (Kınık, Eymur) boylarından devlet reisleri gelmiştir. Bu boylara ait köy adları hala Anadolu'da yaşamaktadır. Bu köyler

şunlardır :


Adet Üçoklu Köyler

16           Bayındır

 2            Peçenek

               Çavuldur           GökHan Boyları

10          Çepni


Adet Bozoklu Köyler


4 Salur

20 Eymür Dağhan Boylan

2 Alayund Ürker


     Adet Bozoldu Köyler

3 Iğdır

1 Büğdüz Denizhan Boyları

9 Yıva

18 Kınık


14 Kayı

16 Bayat Günhan Boyları

Alkaevli

3 Karaevli


4 Yund

4 Döker Ayhan Boyları

3 Dodurga 


             Yazırlı

12 Afşar

9 Kızık Yıldızhan Boyları

2 Beydili

14 Kargın




Bu cetvele göre Anadolu'da Bozok adlı (81) köy, üçoklara ait (82) köy adı vardır. 17 tane de Salur'un bir kolu olan Karaman adlı köy bulunmaktadır. Ayrıca Oğuz adlı (6) köy ile bir de Erzurum’da (Oğuzdağı) vardır.


Anadolu'da diğer Türk kavimlerinden 4 tane (Özbek), 3 tane (Kazak), 5 tane (Kuman), 11 tane (Karluk) 1 tane (Kırgız), 1 tane (Kumuk), 1 tane (Hazar), 2 tane (Macar) adlı köyler de vardır.


Türk ve Türkmen adlı köyler de vardır. Türk eli köyü, Türkan, Türkiyan, Türkbar, ayrıca Türkmenli, Türkmen Hacı, Türkman, Türkmen, Türkmanoğlu, Türkmenli gibi. Bunlardan başka Kurt anlamına gelen (Çine) köyü, Orhunlu, Kızılelma, Kopuz, Hun'ların bir kabilesi olan Bozgeyikli köyü. Hive köyü, Şilan köyü, Kara koyunlu, Akkayunlu, Akça Koyunlu, Güney, Gökoğlan gibi köyler hep Oğuz Türkmen adlarıdır. Bu adlar Anadolu'nun tapu senetleri mertebesindedir. Hepsi Türk'lüğün birer damgalarıdır. Anadolu'da meşhur olarak yaşamakta olan (Türkmen Aşiretleri) de şunlardır :

 

1- Kara Keçili Aşireti

2 -   Afşar »

3 - Farsak »

4 - Sarı »

5 - Kaçar »

6 - Tahtacı Türkmenleri


Ayrıca Anadolu'da Beydili, Gündeçli, Köçekli, Kuyumcu, Karaşar, Gökçeli, Eseli, Nacarlı, Sehepli, Cingöz, Çobanlı, Çaylak, Bayat, Aydınlı, Karagöz, Tanrıdağ, Alabalı, Çiçili, Mazici, Barak, Türkmen aşeritleri de vardır. Bunların bir kısmı da (Alevi) dir. Farsak'lar Adana ve Antalya Vilayetlerinde, Afşarlar Doğu ve Kuzey Anadoluda dolaşırlar. Kaçarlar Anadolu'da azdır. Sarılar aşireti de Güney Anadolu'da yaşarlar. Karakeçili aşireti de büyük bir koldur. Alevi Tahtacılar da Toroslar'dan Çanakkale'ye doğru yaşamaktadırlar. Anadolu (Oğuz Türkmenlerin) ülkesi olmuştur. Bu Oğuz Türkmenler :

1- İran'da - Büyük Selçuklu İmparatorluğu,

2 -   Anadolu'da - Anadolu Selçuklu İmparatorluğu,

3 - Osmanlı İmparatorluğu,

4 - Türkiye Cumhuriyeti Devletini

kurmuşlardır. Oğuz Türkmenlerin kurdukları devletler (900) yıldan beri devam etmektedir. Oğuz Türkmenleri bizim atalarımızdır. Yani Türkiye Devletiyle ulus adımız (Türk), devlet adımız da (Türkiye) olmuştur. Bütün dünya ulusları bizi Türk diye anmaktadır. Atatürk'ün (Ne Mutlu Türküm Diyene!) dediği gibi biz de, tarihe ün salan Türklüğümüzle iftihar eder, bu vatanda onun adına çalışırız.




Oğuz Türkmenlerin devletini kuran (Selçuk Han) dır.

 



 

SELÇUK HAN


985 - 1007


ŞECERE

Adı                  Selçuk

Baba Adı                Dokak

Doğumu   985 . 1007

Saltanatı          22 yıl

Ölümü             1007

        Çocukları         Aslan •  Mikail •Musa • Yunus •Yusuf


Selçuklu Devletini kuran, Oğuzların Üçok koluna mensup (Kınık) boyundan (Dokak) ın oğlu (Selçuk) dur. Dokak'ın ataları şunlar olduğu Oğuznamede kayıtlıdır. (Karaküçi, Toksurmuş, Lokman, Ertuğrul)  dur. Dokak Oğuzların büyük bir kolu Olduğu Uygurların tabaasından idi. Uygurlar Göktürk Devletinin yıkılışından sonra devlet kurmuşlardı. Bunlar medeniyette de pek yüksek olup, ilk defa matbaayı icat etmişler. Orta Asya'nın ticaretini ellerinde tutmuşlardı.


Dokak Kınık beylerinden olup, Hazar hükümdarı (Beygür­han) a kendisini sevdirmiş ve büyük bir askeri birliğin komutanı olmuştu. Emri altında da bir ordu vardı.


875 yılı içinde Uygur Hakanı, Oğuzların bir boyuna karşı askeri bir kuvvetle yola çıktı. Bunu haber alan Dokak Bey, hükümdarın ordusunun önüne çıkarak, bu sefere mani olmak istedi. Ona hakaret edici sözler sarfetti. Beygü Han kılıcını çekip Dokak'ı yüzünden yaraladı. Buna kızan Dokak da elindeki gürzle ona vurarak, atından aşağı düşürdü. Hakan Dokak'ın öldürülmesini emrettiği halde onu kimse öldürmedi. Çünkü bütün askerler Dokuz Oğuzlardandı. Dokak Beygü Han'a: «Şayet Oğuzları öldürürsen, bütün Oğuz boyları ayağa, kalkacak ve iç savaşlar olacaktır. Bundan dolayı Hazar Devleti yıkılabilir» diye haber gönderdi. Bütün   beyler Dokak'ın düşüncesini doğru buldular. Beyler bir Şölen verip ikisini barıştırdılar. Dokak ileri görüşü ve yüksek ahlakı ile kendisini daha fazla sevdirdi. Adı her yöne yayıldı. Bu olay Oğuzların ilerde bir egemenlik kuracaklarına en canlı bir şahitti. Dokak'a (Kuvvetli Yay) takma adı verildi. Bu olaydan sonra Dokak çok yaşamadı. Yetiştirdiği oğluna şöhretini bıraktı. Oğlu (Selçuk) babası öldüğü zaman 18 yaşlarında idi. Selçuk 900 miladi yılında Yerkend'de dünyaya gelmişti. Bu delikanlı babasının bütün iyi meziyetlerine sahip idi. Kısa bir zamanda hakana kendini sevdirdi. Beygü Han onu bir müddet sonra (Sübaşı) lığa tayin etti. Sü, eski Türkçede (Sülemek - Sefer etmek) anlamına gelmektedir. Bu kelimeden sü hecesi alınarak ordu komutanlarına (Sübaşı) denilmiştir. Subay da bu kelimeden alınmıştır.  


Selçuk kısa zamanda bir komutan olunca bir Oğuz Devleti kurmağa karar verdi. Kınık boyu da Oğuzların en kuvvetlisi idi. Salur, Kayı, Bayındır, Yıva boyları da Selçuk'u çok seviyorlardı. Selçuk bir devlet kurmayı iyice tasarladı. Bir bahane arıyordu. Bir gün hükümdar Selçuk'u sarayına davet etmişti. Saraya gelince Hakan'ın, Hatununun üst tarafına kurulup oturdu. Bu saray adetini bozmaktı. Bu hareketiyle niyetini belli etmişti. Hakanın eşi ve hükümet büyükleri Selçuk'un aleyhine döndüler. Onu öldürmeye karar verdiler. Bu tehlikeli durumu gören Selçuk, Yenikent'i terkedip, 930 tarihinde (Cend) şehrine kaçtı.


Onuncu yüzyılın ortalarında Asya'da şu devletler yaşamakta idi :


1 -  Doğu Türk elinde (Uygur Devleti),

2 -  Tanrıdağ yöresinde (Karahanlılar),

3-- Maveraünnehir ve Horasan'da (Saman Oğulları)

4 -   Afganistan'da ( Gazneliler Devleti),

5 -  Anadolu'da (Bizanslılar)


vardı. Bu devletlerin yaşadıkları onuncu yüzyılda Oğuzlar Seyhun Nehri dolaylarıyla Hazar Denizine kadar yayılmışlardı. Boylar, oymaklar ve abalar halinde yaşıyorlardı. Oğuzların batısında Hazer Türkleri, Doğusunda Karluklar, Kuzeyinde Kimaklar, Güneylerinde ise Müslüman Araplar bulunuyordu.


Cend şehri ise İslamların tam sınırı idi. Araplar putpereslere cihad açmışlardı. Uygurlar Maniheizm dininde, bir kısım Türkler de Nasturi papazlarının tesiriyle hıristiyan olmuşlardı. Hazarların bir kısmı da Musevi olmuşlardı. Bunlara (Karayım) deniliyordu. Ayrıca Mazdekiler olup bunlara (Zındıklar) deniliyordu. Ayrıca Budistler ve Zerdüştler de bulunmakta idi. Oğuzlar da (Şamanizm) dininde idiler. Araplar Cend'e kadar gelmişler, bu kavimleri müslüman yapmaya çalışıyorlardı. İşte bu sıralarda Cend'de bulunan Selçuk 100 kadar adamı ile Müslüman olmayı düşündü. Bütün serveti de 50.000 koyun 1500 deve ve atları idi. Selçuk Arap ve Valisine adamlarından birisini göndererek ondan Müslümanlığı anlatacak bir din adamı istedi. Vali, Selçuk'a bir hey'et gönderdi. Bunlar, Hazreti Muhammed'in hayatını, eshabı olan dört halifenin şahsiyetlerini ve yaptıklarını, Kuran-ı Kerim'i ve İslamiyet’in esaslarını anlattılar. Oğuzların en hoşuna giden (cihat) ile eşitlik esasları ve İslam’ın şartları oldu... Selçuk sınır boyunda olunca Maveraünnehir'den doğuya kadar uzanan bütün puta tapanlarla savaşacaktı. Bu işte, büyük bir kitaba inanmakla olabilirdi. Derhal Selçuk başta bütün Oğuzlar Allah'ın birliğine, onun Resülü Hazreti Muhammed'e ve Kuran-ı Kerim'e inandılar. Kendi arzulariyle Müslümanlığı kabul ettiler. (960). Birdenbire 200.000 çadır halkı Oğuzlar Müslüman oldular. Onuncu yüzyılda Müslüman olan Oğuzlar, Asya tarihinde yeni bir devrin başlangıcı oldu .



Zamanla Müslümanlık Ceyhun Nehri boylarından, Anadolu'ya, oradan Batı Türk eline, Güney'den Mısır'a ve nihayet Fas'a kadar uzandılar. Zamanla Oğuzlar Selçuklu, Osmanlı adiyle geniş imparatorlukları kurdular.


Artık Oğuzlar Şamanlık dininden Müslümanlığa döndüler. Bu zaman (Türkmen) adını aldılar.



SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak