28 Aralık 2022 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “H”

  

HABÂİS:

 

Kötü, alçak, pis şeyler, haramlar. Habîsin çoğulu.

 

HABER:

 

Herhangi bir konuda alınan yazılı veya sözlü bilgi.

 

1. Sünnet, hadîs-i şerîf.

 

Şüyû bulma (herkesçe duyulma, yayılma bilinme) derecesine göre haber; ya mütevâtir (Resûlullah efendimizden, birçok kimsenin rivâyet ettiği hadîs), ya meşhûr (ilk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan hadîs), ya müstefîz (söyliyenleri üçten çok olan hadîs), ya garîb (yalnız bir kimsenin bildirdiği hadîs), yâhut da azîz (iki veya üç kimsenin naklettiği hadîs) olur. (İmâm-ı Süyûtî)

 

Her hadîs-i şerîf haberdir ancak her haber hadîs-i şerîf değildir. (İmâm-ı Süyûtî)

 

Haberde "Tövbekârlarla sohbet edin, zîrâ onların kalbleri daha yumuşaktır" diye vârid olmuştur (gelmiştir). (İmâm-ı Gazâlî)

 

2. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden bildirilen söz.

 

Haber-i Meşhûr:

 

Başlangıçta râvîsi (rivâyet edeni, bildireni) sınırlı iken, sonraki devirlerde, daha çok kimse tarafından nakledilen haber, hadîs-i şerîf.

 

Haber-i meşhûrun, hadîs-i şerîf olduğunu kabûl etmeyerek inkâr eden, bid'at sâhibi olur. (İbn-i Kudâme)

Haber-i Mütevâtir:

 

Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.

 

"Delîl getirmek dâvâcıya, yemîn etmek dâvâlıya düşer" hadîs-i şerîfi haber-i mütevâtirdir. (Teftâzânî)

 

Haber-i Vâhid:


 

Bir kişinin ettiği rivâyet, verdiği efendimize kadar, rivâyet edenlerden şerîfler. Buna, haber-i âhad da denir.


haber, hep bir kimse tarafınan fakat Peygamber (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i


 

Haber-i Vâhid, Kur'ân-ı kerîm ve meşhur sünnete aykırı olmamalıdır. (İbn-i Melek)

 

HABÎB:

 

Sevgili mânâsına Muhammed aleyhisselam.

 

Öğünmek için söylemiyorum. Allahü teâlânın habîbiyim, peygamberlerin reisiyim. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)

 

Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın resûlüdür. Habîbidir. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Âdem aleyhisselâm Cennet'te iken, Cennet'in her yerinde ve Arş üzerinde "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" yazılı gördü. (Abdülhâk-ı Dehlevî)

 

Yâ İlâhî ol Muhammed Hakkıçün,

 

Ol şefâat kânı Ahmed Hakkıçün.

 

Afv edip isyânımız kıl rahmeti,

 

Ol Habîbin yüzü suyu hürmeti.

 

(Süleymân Çelebi)

 

HABÎBULLAH:

 

Allahü teâlânın sevgilisi manasına, Muhammed aleyhisselâm.

 

Allahü teâlâyı seven Habîbullah'ı da sever. Habîbullah'ı seven O'na salevâtı çok okur, sünneti ile amel eder. (İsmâil Fakîrullah)

 

Hidâyete ermek için, Habîbullah, verdi imkân,

 

Habîb ne demek? Düşünse kemâlini anlar insan,

Yâ Râb! Büyük nebîdir O; köleleri olur sultan,

 

Bir kalbe sevgisi dolsa; eder envâr ondan feyzân (mânevî ilimler feyzler).

 

(M. Sıddîk bin Saîd)

 

HABÎR (El-Habîr):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğundan her zaman haberdâr olan.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, O'ndan en çok korkanınızdır. Allahü teâlâ Alîm'dir (her şeyi bilendir), Habîr'dir. (Hucurât sûresi: 13)

 

HABÎS:

 

1. Kötü, alçak, pis, âdî, bayağı.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:


Ey îmân edenler! (Hak yolunda) yerden çıkardığımız (mahsûllerin) en olmadığınız pek habîs şeyleri vermeye


infâkı (harcamayı), kazandıklarınızın ve sizin için iyisinden yapın. Kendinizin göz yummadan alıcısı kalkışmayın... (Bakara sûresi: 267)


 

İnsanların en kötüsü, habîsliği sebebiyle kendisine ikrâm olunandır. (Hadîs-i şerîf-Ez-Zevâcir)

 

Boyun eğdirme yâ Rab bir habîse,

 

Şükr edeyim lütfuna her ne ise.

 

(Muhammed bin Receb Efendi)

 

2. Haram.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Yetimlere (babası veya anası ölmüş çocuklara; rüşdüne gelince) mallarını verin. Temizi (helâlı), habîse değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir günahtır. (Nisâ sûresi: 2)

 

HABLULLAH:

 

Allahü teâlânın ipi, Kur'ân-ı kerîm veya İslâm dîni.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Hepiniz Hablullah'a sımsıkı sarılınız. (Âl-i İmrân sûresi: 103)

 

Kur'ân-ı kerîm hablullah-il-metîndir. Allahü teâlânın sağlam ipidir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

HAC:

 

İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir miktâr durması ve bâzı vazîfeleri yerine getirmesi.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin o Beyt'i (Kâbe'yi) hac etmesi, insanlar üzerine Allahü teâlânın hakkıdır, farzdır. (Âl-i İmrân sûresi: 97)

 

Hac edip de beni ziyâret etmeyen kimse, beni incitmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)

 

Allah'ım! Hac edeni ve onun af ve mağfiret olunmasını istediği kimseyi af ve mağfiret eyle. (Hadîs-i şerîf-Lübâb-ül-İhyâ)

 

Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)

 

Ticâret yapmak ve hac etmek için giden bir kimsenin, hac niyeti ziyâde (fazla) ise, sevâb kazanır. Ticâret niyeti çok ise veya iki niyet eşit ise, hac sevâbı kazanamaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

 

Kulun haccının kabûl olduğunun alâmeti, hacda Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanarak, dönmesi, günâha hiç yaklaşmaması, kendini hiç kimseden üstün görmemesi, ölünceye kadar dünyâya meyletmemesidir. Haccının kabûl olmadığının alâmeti de, hacdan döndüğünde evvelki hâli üzere bulunmasıdır. (Ali Havvâs)

 

Hac Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin yirmi ikinci sûresi.

 

Hac sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yetmiş sekiz âyet-i kerîmedir. Sûrede, hac ibâdetinin ilk önce İbrâhim aleyhisselâm tarafından yapıldığından ve Peygamber efendimizle


devâm ettirildiğinden bahsedildiği için Sûret-ül-Hac denilmiştir. Hac sûresinde; îmân, tevhîd, Allahü teâlânın birliği akîdesi (inancı), kıyâmetin alâmetleri ve dehşeti, öldükten sonra dirilme, Allah yolunda cihâd, hac ve kurbandan bahsedilmektedir.

 

Allahü teâlâ, Hac sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

O    günün (kıyâmet gününün) zelzelesi çok büyük şeydir. O gün kadınlar memedeki çocuklarını unuturlar. Hâmile hâtunlar çocuklarını düşürürler. İnsanlar sarhoş olmuşlar sanılır. Onlar sarhoş değildir. Fakat, Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir. (Âyet: 1)

 

Kim Hac sûresini okursa, hac yapanın hac sevâbı, ömre yapanın ömre sevâbı, gelmiş ve gelecek hac ve ömre yapanların sevâbı kadar sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

Hacc-ı Asgar:

 

Ömre. Hac zamânı olan beş günden (Arefe günü ile dört bayram günlerinden) başka senenin her günü ihrâm (dikişsiz elbise) ile Mekke'ye gelip, Kâbe'yi tavâf (etrâfında yedi kere dolaşmak), sa'y yapmak (Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip gelmek) ve traş olmak.

 

Hacc-ı Ekber:

 

Farz olan hac.

 

Hacca giden müslümanların hacı olabilmeleri için şartlarını yerine getirmeleri lâzımdır. Arefe günü Cumâ'ya rastlarsa yetmiş hac sevâbı meydana gelir. Halk arasında buna hacc-ı ekber deniliyor. Bu söz doğru değildir. Hacc-ı ekber farz olan hacdır. (İbn-i Âbidîn)

 

Hacc-ı İfrâd:

 

İhrâma girerken, yalnız hacca niyet edilerek yapılan hac. Bu haccı yapana müfrid hacı denilir.

 

Mekke'de oturanlar yalnız ifrâd haccı yaparlar. Hacc-ı ifrâd, fazîlet bakımından temettu' haccından aşağıdadır. (M. Mevkûfâtî)

 

Hacc-ı Kıran:

 

Hac ile ömreye birlikte niyet ederek ihrâm giyip, ömrenin vazîfelerini yaptıktan sonra ihrâmını (hac elbisesini) çıkarmayarak aynı elbise ile hac vazîfelerini de yapmak. Bu haccı yapana kârin hacı denilir.

 

Hacc-ı kıran'a niyet şöyle yapılır: "Yâ Rabbî! Ömre ile haccı berâber edâ etmeye niyet ettim. Onları bana kolaylaştır ve benden kabûl et." (Saidüddîn Fergânî)

 

Hacc-ı kıran sevâbı, hacc-ı ifrâd ve hacc-ı temettu'dan çoktur. (İbn-i Âbidîn)

 

Hacc-ı Mebrûr:

 

Şartlarına dikkat edilerek hiç günâh işlemeden yapılan ve kabûl olan hac.

 

Hacc-ı mebrûr yapanın dünyâya yeni gelmiş gibi, günâhları affolur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Amellerin en hayırlısı; Allahü teâlâya îmân etmek, cihâd etmek ve hacc-ı mebrûrdur. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)

 

Hacc-ı mebrûr, kazâya kalmış farzlardan (vaktinde kılınmamış, sonraya bırakılmış namaz, oruç, zekât) ve kul haklarından başka günâhların affına sebeb olur. (Hâdimî)

 

Hacc-ı Temettû':

 

Hac mevsiminde (Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce aylarında) önce ömre için niyet edilerek ihrâma girilip ömre yapıldıktan sonra memleketine dönmeyerek, yeniden ihrâma girip hac


yapmak. Bu haccı yapana mütemetti hacı denir.

 

Hacc-ı temettû' sevâbı ifrâd hacdan çoktur. (İbn-i Âbidîn)

 

Hâccü'l-Haremeyn:

 

Hac farîzasını yaptıktan sonra Medîne'ye gelip kabr-i saâdeti de ziyâret eden hacı.

 

Çün rûz-ı ezel kısmet olmuş bize devlet

 

Takdîre rızâ vermeyesin buna sebeb ne

 

Hâccü'l-haremeynim diye dâvâlar çekersin

 

Ya saltanat-ı dünyâ için bunca talep ne!

 

(İkinci Bâyezîd Han-ı Adlî)

 

HACÂMAT:

 

Hacâmat bıçağı  denilen bir âletle, vücûdun deriye yakın damarlarını  keserek kan alma.

 

Kan almaya fasd da denir.

 

Bütün meleklerden işittim ki, ümmetine söyle hacâmat yaptırsınlar, dediler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

Arabî ayın on yedinci veya on dokuzuncu veya yirmi birinci günleri hacâmat olunuz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

Kan aldırmak sünnettir. Peygamber efendimiz her ay hacâmat olurdu. (Zehebî)

 

HACB:

 

İslâm mîrâs hukûkunda bir vârisi (hisse sâhibini) diğer bir vârisin bulunmasından dolayı kısmen veya tamâmen mîrastan menetmek. Bir vârisi mîrâstan kısmen (payının azalması şekliyle) mahrûm etmeğe hacb-i noksan, mîrastan hiç alamamak şeklinde mahrûm etmeğe hacb-i hirman denir.

 

Erkek vârislerden oğul, baba, zevc (koca) ile kadınlardan kız, ana, zevce (hanım); yâni bu altı kimse hacb-i noksan ile payları düşebilirse de tamâmen mîrastan mahrûm olmazlar. (Muhammed Mevkûfâtî)

 

HÂCE:

 

Müderris, hoca, efendi mânâsına ilim sâhibi kimselere verilen Farsça bir ünvan.

 

Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr buyurdu ki: Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi (geleceğimi) karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları ve çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler hiç üzülmem. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Hâce-i Âlem:

 

Âlemin, kâinâtın mürşidi, rehberi, yol göstericisi mânâsına Resûlullah efendimize mahsûs bir ünvan.

 

Hâce-i âlem, gelmiş ve gelecek, yaratılmış ve yaratılacak olanların en üstünü, en iyisidir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Hâce-i Kâinât:

 

Hâce-i âlem.

 

HÂCEGÂN YOLU:

 

Daha çok nübüvvet kemâlâtına (olgunluklarına, üstünlüklerine) kavuşturan Hazret-i Ebû Bekir'den gelen yolun, Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden îtibâren aldığı isim. Bu yol sonradan Nakşibendiyye adını almıştır.


Hâcegân yolunun büyüklerinden Abdülhâlik Goncdüvânî hazretleri vasiyetnâmesinde buyuruyor ki: Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol, İslâm âlimlerinin kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın, şöhret yapma, şöhrette âfet vardır. Arslandan kaçar gibi câhillerden kaç. Bid'at sâhibi inanışları bozuk olan sapıklar ile ve dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme. (Mevlânâ Sâfî)

 

HACER-ÜL-ESVED:

 

Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş.

 

İbrâhim aleyhisselâm ile oğlu İsmâil aleyhisselâmın birlikte Kâbe'yi inşâ ettikleri sırada, melekler taş getirerek İsmâil aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül -esvede gelince, İbrâhim aleyhisselâm; "Ey İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâret olsun" buyurdu. İsmâil aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; "Bundan daha iyi bir taş getir" buyurunca; Ebû Kubeys dağından; "Cebrâil aleyhisselâm, tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!" diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı Ebû Kubeys dağından alınıp, Kâbe'deki yerine yerleştirildi. (Azrakî)

 

Hazret-i Ömer, Hacer-ül-esved taşına, karşı; "Sen bir şey yapamazsın, fakat Resûlullah'a uyarak seni öpüyorum" dedi. Hazret-i Ali bunu işitince, Resûlullah'ın "Hacer-ül-esved, kıyâmet günü insanlara şefâat eder" buyurduğunu söyledi. Hazret-i Ömer de hazret-i Ali'nin bu sözüne teşekkür etti. (Dâvûd bin Süleymân)

 

Tavâfa (Kâbe'nin etrâfında dönmeye) Hacer-ül-esvedden başlamak ve burada bitirmek sünnettir. (Zeylâî)

 

HÂCET NAMAZI:

 

Maddî ve mânevî bir ihtiyaca, dileğe kavuşmak niyeti ile iki ve en fazla on iki rek'at olarak kılınan namaz.

 

Bir kimsenin Allahü teâlâdan veya benîâdemden (insanoğlundan) bir hâceti olursa, tertemiz bir abdest alsın. Sonra iki rek'at hâcet namazı kılsın. Sonra Allahü teâlâya senâ (hamd)da bulunsun ve Peygambere salevât getirsin... (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

Tecnîs ve diğer kitaplarda, hâcet namazının yatsıdan sonra dört rek'at olarak kılınacağı ve bir hadîs-i şerîfe göre ilk rek'atta; bir fâtiha, üç âyet-el-kürsî, kalan üç rek'atin her birinde birer fâtiha, ihlâs ve muavvizeteyn okunacağı, bunlar yapılırsa, kılınan namaz Kadir gecesinde kılınmış gibi olacağı kaydedilmiştir. (İbn-i Âbidîn)

 

Üstâdlarımız (hocalarımız); "Biz bu hâcet namazını kıldık ve ihtiyaçlarımız, dileklerimiz görüldü" demişlerdir. (İbn-i Âbidîn)

 

HÂCI:

 

Hac yapan kimse.

 

Hanefî mezhebinde, yalnız Arafat meydanında ve müzdelife'de hâcıların iki namazı cem' etmeleri, birleştirmeleri lâzımdır. (AbdullahMûsulî)

 

Hamdan Karmat adlı bölücü, sapık Karâmita devletini kurdu. Hâcıları katl etti. Haramlara güzel sanat ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy, fuhş dediği ahlâksızlıklara, moral eğitimi diyerek gençleri felâkete, sefâlete sürüklediler. 983 yılında gadab-ı ilâhiyyeye yakalanıp yok oldular. (Şehristânî, Nişancızâde)

 

HÂCİS:

 

Kalbe (gönle) gelen ve hemen gidermek mümkün olan kötü düşünceler.

 

Kalbe  gelen  hâcisi  melekler  yazmaz.  Hasenelere  (iyi  düşüncelere)  sevâb  yazılır. (Abdülganî Nablüsî)

 

HAÇ:

 

Birbirini dik olarak kesen iki doğrunun meydana getirdiği, hıristiyanlık dîninin sembolü olarak kabûl edilen şekil. Buna salîb ve istavroz da denir.

 

İnsanların doğuştan günâhkâr olduğuna inanan hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın bu günâhlara keffâret olarak kendini fedâ ettiğini, haça gerilmek sûretiyle öldürüldüğünü kabûl ederler. Îsâ aleyhisselâma yapılan işkencenin, dolayısıyla onu kurtarmanın sembolü olarak kabûl edilen haç ile ilgili yaygın hıristiyan inanışı yanlıştır. (Harputlu İshak Efendi)

 

Kur'ân-ı kerîm, hazret-i Îsâ'nın haça gerilerek öldürülmediğini, diri olarak göğe çıkarıldığını açıkça haber vermektedir. Dîninden dönerek ufak bir menfaat karşılığı hazret-i Îsâ'yı Romalılara haber veren Yehûdâ, Allahü teâlâ tarafından Îsâ aleyhisselâmın şekline benzetildi. Romalı askerler. Yehûdâ'yı yakaladılar ve haça gerip öldürdüler. (Rahmetullah Efendi)

27 Aralık 2022 Salı

Renklerden nasıl etkileniriz?

 


Renklerin insan davranışını ve psikolojisini önemli ölçüde etkilediği bugün kesinleşmiştir. Kanada'da bir okulda yapılan deneyde, odaların renk ve ışık düzenlerinin değiştirilmesi ile bazı öğrencilerin zeka düzeylerinin ve disiplin sorunlarının olumlu biçimde etkilendiği tespit edilmiştir. Ancak insan gözünün ışık ve rengi algılayan ağ tabakasını görme sinirleri vasıtasıyla bunu beyne ilettikten sonra beyinde nasıl fizyolojik etkiler yarattığını renkbilimciler henüz açıklayamıyor.

Aslında gözümüze gelen görüntü iki çeşit görme hücresi aracılığı ile tanınır. Silindir ve çomak şeklinde olanlar ışığı, koni şeklinde olanlar ise rengi algılarlar. Gözümüzde yedi milyon konik ve 100 milyon kadar silindirik hücre vardır.

Renge duyarlı konik hücreler ağ tabakasının ortasında, ışığa duyarlı silindirik hücreler ise kenarında daha yoğundur. Bu nedenle gece gökyüzünde gözümüzün kenarından gördüğümüz bir yıldızı, ona doğrudan bakınca göremeyiz. Çünkü burada ışığa hassas silindirik hücreler daha az olduğundan görüntü kaybolur. Aynı şekilde gözümüzün kenarıyla baktığımız şekillerde renkler kaybolur.

Yapılan deneylerde, pembe renge bakan kişilerin rahatladıkları, kırmızı, turuncu ve sarı gibi sıcak renklere bakanlarda tansiyonun yükseldiği, nabzın ve solunumun hızlandığı, terlemenin çoğaldığı, mavi rengin ise tam tersi etki yarattığı belirlenmiştir.

Araştırmalar insanların en çok mavi rengi sevdiklerini, bunu kırmızı ve yeşilin takip ettiğini göstermektedir. Erkeler yeşil, deniz mavisi, turuncu ve koyu mor renkleri tercih ederken, kadınlar firuze yeşili, açık mavi, pembe gibi açık-uçuk renkleri, çocuklar ise mavi, kırmızı, yeşil, sarı ve turuncu gibi canlı renkleri daha çok sevmektedirler.

Bir binada sarı renge boyanmış bir tavan, odayı daha yüksek, sarı renkli duvarlar ise daha geniş gösterir. Kliniklerin sıcak renklere boyanması, beyaz rengin hastalarda yarattığı hüzün duygusunu azaltır. Ayaküstü hazır yiyecek satan dükkanların duvarları iştah açtıran portakal rengine boyanırken yarış arabalarında kırmızı veya turuncu-sarı renkler tercih edilir. Aslında bir renk olmayan, daha doğrusu renksizlik olan siyah da makam araçlarının klasik rengidir.

Kırmızı renk kan rengidir, asırlar boyu tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuştur. Trafik ışıklarında "dur" sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur. Ameliyathanelerde, bulaşan kan rengini belli etmeyeceği için mantıken kırmızı giysi kullanmaları gerekirken, teskin edici mavi ve yeşil renkler tercih edilir.


Alıntıdır.


SELÇUKLULARlN SÜNNİ SiYASETi-1

 



Selçuklular, Sünni Samanoğulları Devleti'nin hakimiyeti altındaki Maveriünnehr'de ortaya çıktılar. Türkler arasında Sünni İslam'ın yayılmasına vesile olan Samanoğulları Devleti'nin ordusunu ve halkının büyük bir kısmını Türkler teşkil etmekte idi.' Bunlar, Hilafet ordusundaki soydaşları gibi Sünniliği müdafaa etmekteydiler. Nitekim Samani emiri İsmaili Mezhebine meyledince Türk komutanlar onu tahtından indirmekte tereddüt etmemişlerdir.'


Türklerin Sünniliği kabullenişleri hem kendileri, hem de İslam dünyası açısından çok önemli bir olaydır. Zira Türklerin Ortadoğu'ya intikal ettikleri dönemde İslam alemi bölünmüş bir vaziyette Sünni ve Şii merkezli iki başkent tarafından idare edilmekteydi. Sünni Türklerin Ortadoğu'ya gelmesi, Şii propagandası ve saldırıları ile yok olma tehlikesiyle karşılaşan Sünni alemin adeta bir kurtuluş vesilesi olmuştur. Öyle ki Sünnilik, bu yeni ve zinde kuvvetle birlikte, kendisini yok etmeye çalışan Şii düşüncesine karşı siyasi, ilmi ve askeri alanda üstünlük elde edecektir.


 SELÇUKLULAR DÖNEMİNDE MEZHEPLER


İslami ilimierin teşekkül ve ekolleşme dönemi, İslam'ın ortaya çıkışından hayli zaman sonra olmuştur. Bunun dini, sosyal ve kültürel sebepleri mevcuttur. Hz. Peygamber hayatta iken Kur'an ayetlerinin indirilişi tamamlanmadığı için, kendisinden Kur'an'ın dışında bir şey yazılmasını yasaklamıştı. Bu yasak Hz. Peygamber'den sonra da sürdürülmüştür. Nitekim Hulefai Raşidin döneminde Kur'an'ın cem edilmesi, sonra da çoğaltılması ile bu endişe bertaraf edilmiştir.' Emeviler düneminde ise Islam'ın ikinci kaynağı olan hadislerin tedvini başlamıştır. İslam'ın iki temel kaynağı olan Kur'an ve hadislerin muhafaza altına alınmasıyla birlikte Abbasiler döneminde diğer İslami ilimler, bu arada fıkhi ve itikadi mezhepler de gelişmiş ve esasları belirlenmeye başlamıştır. Hiç şüphesiz bunda Emevilerin olumsuz tesirlerini silmek ve ulemaya dayanarak otoritelerini sağlamlaştırmak isteyen Abbasilerin takip ettikleri politikaların payı büyüktür.

Abbasiler döneminde okullaşan ve yayılma imkanı bulan büyük Sünni mezheplerden biri olan Şafiilik, kurucusunun yaşadığı bölge ve hadis kaynağına yakın olması bakımından özellikle Mekke, Medine ve Mısır civarında geniş oranda yayılmıştır. Bir başka büyük mezhep olan Maliki Mezhebi ise daha çok İslam aleminin batı kesimlerinde Mağrib ve Endülüs'te yayılmış, Irak bölgesinde fazla taraftar bulamamıştı. Hanefilik de Abbasilerin hakim olduğu bütün ülkelerde yayılmış ve mezhebin otoritesi devletin otoritesiyle orantılı olmuştur. Irak ve Maveriünnehr bu mezhebin en fazla müntesibinin bulunduğu coğrafya haline gelmiştir. Hanbeli Mezhebi, çeşitli sebeplerden dolayı Bağdad ve çevresi dışında fazla yayılma imkanı bulamamış, mensupları azınlık durumunda kalmıştır.


Fıkhi mezheplerin yanında, onlarla birlikte yayılan, bazı durumlarda ise fıkhi mezheplerle aynileşen itikadi mezhepler ise büyük oranda Eş'ari ve Maturidi mezhepleridir. Ehl-i sünnetin bu iki büyük mezhebinden Eş'arilik, Mutezilenin X. ve XI. asırlarda zayıflamasından sonra Ehl-i sünnetin görüşlerini açıklayan ve insanlar tarafından benimsenen bir mezhep oldu. Eş'arilik daha çok Şafiiler ve Malikilerce kabul edilerek bu mezheplerin yayıldığı sahalarda varlık gösterdi. Bu şekliyle Mısır, Hicaz ve Irak Eş'ariliğin geniş şekilde hakim olduğu saha olurken, Horasan bölgesinde de Eş'ariliği yücelten büyük alimler varlık göstermişlerdir.


Imam Eş'ari'nin çağdaşı ve onun gibi Ehl-i sünnetin büyük itikat imamlarından olan İmam Maturidi ve adıyla anılan Maturidilik de daha çok Türkistan, İran ve Irak coğrafyasında taraftar bulmuştur. Bu şekilde yayılmış bulunan fıkhi ve itikadi mezhepler gelişmelerini devam ettirerek Selçuklular dönemine kadar gelmişlerdir. Selçukluların Sünni İslam dünyasının lideri olmaları, bu yöndeki mezhepler açısından büyük avantajlar sağlamış, onların hem fikri yönden güçlenmelerine, hem de yeni sahalara yayılmalarına imkan hazırlamıştır. Böylelikle, Ehl-i sünnetin güçlenip üstünlük sağlaması Selçuklular sayesinde mümkün olmuştur.


Hanefilik


Kufe'de dünyaya gelen ve kendi adıyla anılan Hanefi Mezhebi'nin görüşlerini Kitap ve Sünnet doğrultusunda açıklayan Ehl-i sünnetin büyük imamı Ebu Hanife (öl.767), fıkıh sahasında İslam'ın çok büyük simalarından birisidir. Otuz senelik tedris hayatında 4000 talebe yetiştirmiş ve bunlardan 560'ı fıkıhta şöhret sahibi olmuştur." Abbasilerin iktidara gelmesiyle birlikte, İmparatorluğun hudutları içinde yaşayan geniş halk kitleleri hızla İslam'a girmeye başlamışlardır. İslamlaşma olayında Abbas! Devleti'nin himayeci politikalarının etkisi kadar, hakim mezhep konumunda olan Hanefiliğin en geniş ve müsamahakar mezheb olmasının da rolü büyüktür."


Abbasiler tarafından kabul gören ve desteklenen Hanefilik, özellikle de Ebu Hanife'nin talebelerinden Ebu Yusuf'un Harun Reşid (766-808) tarafından Bağdad Kadılkudatlığına (Baş kadılığa) getirilmesiyle beraber hızla yayılmıştır. Bu dönemde atanan bütün kadılar Ebu Yusuf'un emriyle Hanefi Mezhebi'nden seçilmişlerdir." Bu mezhebin Abbasiler yanındaki itibarı o kadar yüksek olmuştur ki, Memun (813-833 )'un veziri Fadl b. Sehl'e Ebu Hanife'den hoşlanmayan bir fakih müracaatta bulunarak Hanefi sisteminin kaldırılmasını istemişti. Vezir, alimlerden bir grup toplayarak bu konuda onların görüşlerini almak istedi. Ama onlar, bunun imkansız olduğunu, zira bütün ülkenin Hanefi Mezhebi'ni benimsernesi yüzünden halkın idareye karşı ayaklanabileceğini söylemişlerdir.


Türklerin Sünni İslam'ı benimsemelerinde en büyük etken, Samanilerin Maveraünnehr bölgesine hakim olmaları ve İslam'ın onlar vasıtasıyla Türklere ulaşmasıdır. Samanoğulları'nın Sünni olmaları ve giderek artan bir şekilde Türk gücüne ihtiyaç hissetmeleri sonucunda gelişen münasebetler, tüccarlar ve uç bölgelerdeki medreselerden yetişen mutasavvıf dervişler, Türklerin İslamlaşmasında, özellikle de Sünni itikadı benimsemesinde büyük rol oynamışlardır. Hanefilik, Abbasilerden itibaren Irak ve doğusundakı ülkelerde halkın ve hükümetin mezhebi olması hasebiyle en yaygın mezhep olma durumunu muhafaza etmiştir. Selçuklular, İslam'ın hamisi olmakla kalmamış, İran ve Irak coğrafyasına hakim olduktan sonra, bu bölgenin eski hakimi Deylemilerin Şiiliği kabullenmesinin aksine Sünniliği ve onun Hanefi yorumunu benimseyerek, bu uğurda kafir soydaşlarıyla savaşacak kadar samimi davranmışlardır.


Türklerin Hanefi Mezhebi'ni benimsemelerindeki en büyük etken, bahsedilen coğrafi ve kültürel tesirlerin yanında, Haneflliğin yayılma sahasında olmaları ve bu mezhebin bariz vasıflarından birisi olan şahsi hürriyetlere diğer mezheplerden daha fazla değer verip, onu himaye etmesidir. Özellikle kadınlar ve gayrimüslimler hakkında diğer mezheplere göre daha müsamahakar olup, örf ve adetlere önem vermesi de Haneflliğin ayrı bir hususudur. İslam'a girip, bu mezhebi seçen milletlerin milli benliğini takviye eden bir unsur haline gelen Hanefi Mezhebi, bu yönüyle de insanların işini kolaylaştırırken, aynı zamanda daha akılcı ve gerçekçi bir mezhep olduğunu da göstermişti. Fert ve devlet hayatında hürriyetine son dercede düşkün olan Türklere bahsedilen özellikleri yüzünden Hanefllik çok cazip gelmiş ve onlar tarafından benimsenmiştir. Hanefllik aynı zamanda hukuki yönlerini daha ziyade Türk çevrelerinden alarak geliştiği; yani felsefe ve düşünce yapısı bakımından da uygunluğu sebebiyle Türkler tarafından kabul görmüştür.



Hanefi - Maturidi Birlikteliği


Ehl-i sünnetin büyük imamlarından olan Ebu Mansur el-Maturidi (öl.944) Semerkand'da dünyaya gelmiş ve yine orada vefat etmiştir. Kelam ve düşüncelerin yoğun olarak tartışıldığı bir dönemde yaşayan Imam Maturidi, Mutezile ve diğer ehl-i bidatle mücadele etmiştir. Kelamdaki geniş bilgisinin yanı sıra fıkıh ve usulde de maharet sahibi idi. Imam Mituridi irikat konusunda Ebu Hanife'nin yolunu takip etmiş ve Ebu Hanife'nin görüşlerini şerh ederek açıklık getirmİştir. Maveraünnehr’de Hanefilerin imamı ve Ebu Hanife'nin takipçisi olması hasebiyle, müteakip ulema ona intisap etti. Bu yüzdendir ki, Maturidilik, Maveraünnehr ulemasının mezhebi olmuştur.


Mutezile ile Eş'ari arasında bir yol benimseyen İmam Mituridi, kelam ilmine bir yenilik getirmiş, akla, herhangi bir mübalağaya sapmaksızın ve haddini aşmaksızın büyük bir yer vermiştir. İmam Mituridi, aklı ve nakli ayrı ayrı birer bilgi kaynağı olarak kabul ederken, aklın yanılıp hataya düşebileceğini de kabullenir. Fakat Eş'ari gibi aklı sırf Allah'ın hitabını (emir ve yasaklarını) anlamak için bir alet seviyesinde görmez. Aksine aklın din tarafından bildirilmeden önce de bazı şeylerin iyiliğini anlayabileceğini savunur. Dine aykırı olmayan hususlarda aklın hükmünü esas alır.


İmam Maturidi'nin İmam Ebu Hanife'nin yolunu takip etmesi, Bağdad dini ortamından uzak ve ilmi münakaşaların serbestçe yapıldığı Maveriünnehr'de yetişmesi, üslup ve metotta ona bir üstünlük sağlamıştır. Eş'ariliğin doğduğu Bağdad ve Basra bölgeleri çeşitli kelami görüşlerin çatışma alanı halinde iken, Maturidi'nin yetiştiği Semerkand ve Buhara bölgeleri bu tartışmalardan ve çekişmelerden uzak bir haldeydi. Dolayısıyla İmam Maturidi, meseleleri daha salim kafayla düşünme ve akıl süzgecinden geçirme imkanına sahip olmuştur. Eş'ari, sürekli Mutezileyle mücadele sebebiyle, kendi fikir ve çalışmalarına birtakım gereksiz, yerine göre de aşırı unsurlar karıştırmıştı. Eş'ari'nin fikir ve düşüncelerini benimseyip onun yolunda yürüyenler bu aşırı unsurları daha da çoğaltmışlar, gelişme bahanesiyle yeni yeni şeyler ilave etmişlerdi. Oysa İmam Maturidi'nin çizgisinde bu tür yanlışlıkları görmek mümkün değildir.

Maturidi, Sünni doğmuş, Sünni yaşamış ve bu akide üzerine vefat etmiştir. Çağdaşı Eş'ari, Mutezili iken; O, Sünni akaidini ilmi ve akli delillerle savunmakta idi. Eş'ariliğe nazaran daha serbesiyetçi bir fikre sahip olan Mituridilik, hilafet merkezi Bağdad'dan uzak oluşu ve kelami münakaşaların yoğun yapıldığı bu coğrafya alimlerince az tanınması yüzündendir ki, bazıları tarafından kelam alimi olarak kabul edilmez. Müsteşriklerin çoğu "Hanefi-Maturidi" tabirini kullanırken," bizzat Hanefi tabakat kitapları bile onu mütekellimden çok fakih olarak göstermektedirler.


Yapılan bu değerlendirmeleri bir tarafa bıraktığımızda görünen şudur ki: Ehl-i sünnetin büyük imamlarından olan ve kendinden sonra gelen kelam alimlerini de büyük oranda etkileyen İmam Maturidi ve onun görüşleri daha çok Maveriünnehr, Hindistan ve Irak coğrafyasında, Hanefiliğe paralel olarak yayılmıştır. Hanefi akaidinin şekillenmiş biçimi olan Maturidilik, akla ve iradeye verdiği değer sebebiyle, zaman zaman Mutezileye yaklaşmıştır. Eş'arilerin, Allah'ı tanımanın şeriatle vacip olduğu görüşüne karşılık, Maturidiler yine aklı ön plana çıkararak, pek çok konuda Mutezilenin fikirlerine karşı olmalarına rağmen, "Allah'ın akıl tarafından bilinebileceği" gibi akıl ve iradeye yönelik konularda Mutezileyle benzer fikirleri savunarak birbirlerine yakın duruma gelmişlerdir.


Yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere Mituridilik, kurucusunun da Türk olması hasebi ile tamamen Türkistan coğrafyasında yayılmış, dine sonradan dahil edilenlerden uzak, akla dayanan ve şer'i esasları olmayan bir mezheptir. Türkistan'da çıkıp yayılması, Hanefi görüşlerine paralellik arz etmesi ve akla gerektiği kadar önem vermesi, onun Türkler, dolayısıyla Selçuklular arasında yayılıp gelişmesine zemin hazırlamıştır.


Hanefi - Mutezili İlişkileri


Hanefiler itikadi yönden büyük bir ekseriyetle Maturidi olmakla beraber, diğer itikadi mezhepleri seçenler de yok değildi. Ehl-i sünnet’in dışında kabul edilen Mutezile Mezhebi bunlardan birisidir. Maturidiler, Eşarilere göre daha akılcı ve hürriyetçiydiler. Maturidilerin çoğunluğunun Hanefi Mezhebi'ni seçmelerinin sebebi: Maturidiliğin, Hanefi akaidinin teşekkül etmiş şekli olmasının yanında, Hanefi'lerin daha çok akla itimat etmeleri ve fıkıhta "Rey Medresesi"ni temsil etmelerindendir. Akla verdikleri önem sebebiyle diğer mezheplerden ayrı bir özellik kazanan Mutezile Mezhebi'nde olanların büyük çoğunluğu da bahsedilen bu sebeplerden ötürü fıkhi mezhep olarak Hanefiliği benimsemişlerdi. Zira Mutezilenin akla verdiği değerle, Hanefi'lerin akla verdiği değer benzerlik arz ediyordu. Bu yakınlaşma ise, ileride izah edileceği şekliyle, Mutezile Mezhebi'nden olanların bir kısmının amelde Hanefi Mezhebi'ni seçmelerine sebep olmuştur.


VIII. asırda ortaya çıkan, Kur'an'ın mahluk olması, kulun fiillerinin yaratıcısı olması, özellikle de büyük günah işleyenlerin durumu ve akıl konusundaki görüşleriyle diğer fırkalardan ayrılan Mutezile, daha çok insana, aklının ortaya çıkardığı ·değerlere, Kur'an-ı Kerim'in de üstünde mutlak bir değer atfetme yoluna sapmıştı. Abbasilerin ikinci döneminde ·güçlenen Mutezile, bilhassa Memun döneminde (SD-833) devletin dini doktrini haline gelmiş ve diğer görüşlere karşı şiddet noktasına varan baskılar uygulanmıştı. İslam akaidini Yunan felsefesine dayanarak münakaşa eden, dolayısıyla felsefeyi dine ilk sokan Muteziledir. İrade hürriyeti ve insan mesuliyetinin mümessilleri olan, bu düşünce mensupları İslam aleminde “hür düşünceliler”, "İslam rasyonalistleri" olarak tanındılar.


Mutezileler, kendi içlerinde hür düşünceye önem vermelerine rağmen, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı şiddet uygulamışlardır. Bu da onların gözden düşmelerine sebep oldu. Özellikle X. asırda Şianın yükselişe geçmesi ve Abbasilerin yavaş yavaş nüfuzlarını kaybetmeleri Mutezilenin de nüfuzunu azalttı. Buna rağmen Mutezile Irakta Büveyhiler zamanında bir miktar canlanma gösterdi ve bazı Büveyhi valilerinin gayretleriyle eski itibarını bir nebze kurtararak doğuya doğru yayılma imkanı buldu. 980 yıllarından itibaren Büveyhiler, Ehl-i sünnet karşısında güçlenmesi için Mutezileye yardıma başladılar. Bu yardım ve destek işi artarak devam etti. Büveyhi devlet adamlarından meşhur edip ve Büveyhi veziri olan es-Sahib b. Abbas (öl.995) vezirliği müddetince Mutezillleri desteklediği gibi, onsekiz sene süren vezirlik müddetince özendirme, mal, makam ve tehdit yollarını kullanarak Mutezile fikrinin yayılmasına yardımcı olmuştur. XI. asır Mutezilenin yıldızının parladığı, Kadı Abdulcebbar (öl. 1024) ve Ebu'l-Hüseyn el-Basri (öl.1038) gibi önemli Mutezile İmamlarının yetiştiği dönem olmuştur. Büveyhiler Devleti yaşadığı müddetçe Mutezile fikri Ehl-i sünnet aleyhine desteklenmiştir. Daha sonraki gelişmelerle birlikte Mutezile Büveyhilerin, Eşarilik ve onun şahsında Ehl-i sünnet düşüncesi de Selçukluların yanında yer almıştır. 


Büveyhilerle birlikte canlanma dönemine giren Mutezilenin, Selçuklular döneminde de devam ettiğini görmekteyiz. Bunun temel sebeplerinden biri, yukarıda kısaca değinildiği gibi bir kısım Hanefilerin itikatta Mutezili görüşü benimsemeleri, bir başka sebebi de Tuğrul Bey ve Alp Arslan'ın vezirliğinde bulunan Amidulmülk Kunduri'nin aynı şekilde amelde Hanefi, itikatta Mutezili olmasıdır.' Hanefiliğe ve Mutezile görüşüne taassup derecesinde bağlı olan vezir, Şafiileri ve Eş'arileri sevmezdi. Sultan Tuğrul Bey'den Horasan minberlerinde Rafızilere lanet okutma izni alan Kunduri, Şafii ve Eş'arileri de bu hükme dahil ederek minberIerde lanet okutınaya başlamıştı. Bu yüzden ülkede fitne çıkmış ve pek çok Sünni alim eziyet görmüştü.


Alp Arslan'ın 1063'de Selçuklu tahtına geçmesinden sonra durum düzelmiştir. Sultan, halkın Kunduri'ye olan meylini görünce, veziri yakalattırıp, önce hapsettirdi, sonra da öldürttü. Kunduri'yi müteakip vezirliğe getirilen ve Sünniliğin önemli savunucularından olan Nizamül­mülk, bu durumu düzeltmiş, tüm Ehl-i sünnet alimlerine de gereken itibarı göstermiştir.


Hürriyetçi ve akılcı olmaları sebebi ile Hanefilik ve Mutezililiğin ortaklık arz ettiği, bu sebepten bazı Mutezili alimlerin amelde Hanefi Mezhebi'nden olduğu görülmüştü. Bahsedilen bu hususla ilgili Selçuklular döneminde önemli alimlere rastlanmaktadır. Bu Hanefi-Mutezili alimler kadılık görevlerinde bulunmakta, medreselerde ders vermekte ve sultanlar tarafından iltifat görmekteydiler. Selçuklular Sünni dünyanın lideri, aynı zamanda Sünniliğin savunucusu olmalarına rağmen, bu Mutezili alimlere karş ı hoşgörü göstermişlerdir ki, bu da dikkate değer bir hususdur.


Selçuklular döneminin önemli Mutezili alimlerinden birisi Tefsir sahasının önde gelen şahsiyetlerinden olan Ebu Yusuf el-Kazvini'dir (öl. 1095).53 Mutezili alimlerden bir diğeri de Muhammed b. Abdullahen­ Nasihdir (öl.1091). Hanefi-Mutezili olan bu alim dönemin önemli şahsiyetlerindendir. Nişabur kadısı iken hakkında şikayette bulunulmuş, bunun üzerine buradan alınarak Rey kadılığına getirilmiştir. Muhammed b. Ahmed el-Buhari de ( öl.l090) Haleb kadılığı yapmış dönemin önde gelen Mutezile alimlerindendir. Sultanları tarafından iltifat gören bir başka Mutezili alim de Ali b. Hasan es-Sandali'dir (öl.1091). Sultan Tuğrul Bey'le birlikte Bağdad'a gelmiş, sonra Nisabur'a dönerek burada vaazlar vermişti. Mutezile kelamı üzerine maharet sahibi olan bu alimin Ebu Muhammed el-Cüveyni ve oğlu İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni ile itikat ve fıkıh konularında ihtilafları, münazaraları vardı. Bu şahsın bir de tefsiri mevcuttu. Sultan Melikşah, bu alimi Nisabur Camiinde görmüş ve niçin kendisini görmeye gelmediğini sormuştur. es-Sandali, cevaben: "Meliklerin hayırlısı, ulemanın ayağına gidendir; ulemanın şerlisi de meliklerin ayağına gidendir. Böyle olmak istemediğim için gelmedim" cevabını vermiştir. 


Ehl-i sünnet olmamaları sebebiyle bütün Mutezili alimlere aynı hoşgörünün gösterildiğini söylemek mümkün değildir. Nitekim davranışlarıyla toplum tarafından dışlanan ve fikirleri sebebiyle kargaşa çıkaran Mutezililer pek de iyi karşılanmamışlardır. Elli sene boyunca evinden çıkmasına müsaade edilmeyen Ebu Ali el-Mutezili (öl.1085), fıkıh ve nahivdeki maharetine rağmen ahlakının bozukluğu yüzünden insanlar tarafından dışlanan Ebu'I-Kasım el-Ukberi (öl.1063) ve Bağdad şehrine girmesine müsaade edilmeyen Muhammed b. Ahmed el-Beykendi (öl.1089) gibi isimler bu gruptan olan Mutezili alimlerdir.


Selçuklular büyük oranda yaşadıkları coğrafyanın sosyo-kültürel şartlarının ve kendi düşünce yapılarının gereği olarak Sünniliği, onun da Hanefi yorumunu benimsemişlerdi. Türklerin Sünniliği bu şekilde benimsemelerini izah etmeye çalışan bazı müellifler, Türkün ruh yapısı ve seviyesinden habersiz değillerse, bilgisizlik ve art niyetle izah edilebilecek birtakım izahlar getirmektedirler. Bu yaklaşım şekli hemen hemen her konuda kendini göstermekte, kayda değer hiç bir İş veya müessese Türke yakıştırılamamakta, hiçbir şey yapılamazsa onun yabancı bir kaynaktan alındığı ispata çalışılmaktadır. Bu yaklaşımları ilmi ve akli ölçüler içerisinde görmek mümkün değildir. 


Dolayısıyla bunlar, birtakım ırki ve coğrafi endişelerin sonucu oluşan görüşlerdir.


Türklerin Sünniliği benimsemesini izah eden batılılardan C. Cahen: Türklere her türlü dini akım ulaşmış olmasına rağmen, onların din adamlarının tartışmalarıyla ilgilenmeyip, kendi inançları, yahut da siyaset gereği tutuculuğun savunucusu olduklarını; zira bu durumun Selçukluların Horasan'daki fetihlerine yardımcı olduğunu, onların siyasetin gereği olarak, o dönemde İslam dünyasında yaygın hale gelen tutuculuğu benimsediklerini söylemektedir. Cahen'in bu iddialarına bakıldığında, Sünniliğin tutuculuk gibi algıladığını, Türklerin Sünniliği benimsemelerinin sebebi olarak da siyasi endişeleri ve yeni toprakları fethetme arzusuna bağlandığını görürüz. Aynı mantığı ve yaklaşımı Arap müellifi Abdulmedd Bedevi'de de müphede etmek mümkün. Müellif, Selçukluların Hanefilik ve Maturidiliği benimsemeleri, göçebe olmaları hasebi ile, fikri ve akli yolla olmayıp aksine, hamasi duygularla ve taklit şeklinde olmuştur, demektedir. Bu izahlara bakıldığında Türk göçebeliğinin iyice anlaşılamadığı ve "nomad"lıkla karıştırıldığı anlaşılmaktadır. Gerçekte ön yargıdan kaynaklanan bu yaklaşım tarzı, Selçuklular ve takip eden Osmanlılar için de geçerli sayılmıştır.


Selçuklu tarihi araştırmacıları arasında farklı düşünenlerin sayısı hiç de az değildir. Bunlardan biri olan L. Rasonyi: "İslam'ın manevi teceddüt devresi de Selçuk yayılış çağına rastlar" derken:"' "Müslümanlar ile SelçukIular arasında engel olarak duran Ceyhun ve Seyhun nehirleri aslında onlar ile dünya tarihi arasında engeldi. Selçukluların Müslüman oluşu ile birlikte, İslam yeni bir kuvvet kazanmıştır. İslam, Türk kuvveti ile yükselmiş ve onları dünya tarihi çerçevesine sokmuştur" şeklinde meseleye yaklaşmıştır.


Selçukluların tarih sahnesinde oynadıkları role ve insanlık tarihinde yapmış oldukları medeniyet hamlelerine baktıktan sonra birinci görüşe katılmak mümkün değildir. Selçuklu Sultanları bazı istisnalar dışında Sünnilikten ve Hanefilikten yana olmuşlar, Hanefi ulemayı diğerlerine tercih etmişlerdir. Nitekim Kendisi de son derece dindar bir şahıs olan ve "Ben kendime bir saray yaptığımda, onun yanında bir mescit yaptırmazsam Allah'tan haya ederim" düşüncesinde olan Tuğrul Bey, 1047 senesinde Büveyhi Sultanı ile arasındaki sulhun yapılmasında Hanefi alim Ebu Muhammed el-Buhari'yi görevlendirmişti. Aynı şekilde Sultan Alp Arslan da Hanefi alimlere itibar etmekte, Hanefi alim Ebu Nasr Muhammed el-Buhari'yi yanından hiç ayırmamaktaydı. Namazlarını onun arkasında kıldığı gibi, gittiği seferlerde onu beraberinde götürmekteydi.

Selçukluların Hanefiliğe olan bağlılıklarını Bağdad'a gelişlerinden itibaren yapılan uygulamalardan ve gelişen olaylardan gözlemek mümkündür. Tuğrul Bey, Bağdad'a geldiğinde Bağdad Kadılkudatlığında yirmi yedi seneden beri Şafii alim İbn Makula bulunmakta idi. 1055 senesinde bu alim vefat edince yerine yeni kadı atanması lüzumu hasıl oldu. Halife Kaim Biemrillah vezirine: "İbn Makula hoş bir kadıydı, lakin ilimden hali idi. Şimdi alim ve dindar bir kadı istiyorum" dedi. Vezir, itikattaki mezhebi Mutezililik kadar ameldeki mezhebi Hanefilikte de mutaassıp olan Kunduri'ye baktı ve onun isteği doğrultusunda Hanefi alim Ebu Abdullah ed-Dameğani ( öl. 1085) çağrılarak "Kadılkudatlık" görevi ona tevdi edildi.


1 Şubat 1056 salı günü hilat giyen ve tayin kararı okunan ed­ Dameğani, ertesi hafta çarşamba günü Tuğrul Bey'in yanına giderek hizmetinde olduğunu bildirdi. Sultan da ona elbise ve katır hediye etti. Önce Horasan'da, sonra da Hanefi ulemasının büyüklerinden Kuduri'den okuyarak yetişen bu alim, birincisi Halife Kaim diğeri de Halife Muktedi'ye olmak üzere iki defa da vezirlik yapmıştı. Halifelerin ve sultanların katında itibarı fazla olup, Tuğrul Bey ona son derecede hürmet gösterirdi. 


Otuz sene boyunca bu görevi yürüten ed-Dameğani, Hanefi Mezhebi'nin yayılmasında büyük görev ifa etmiştir. Nasılki Ebu Yusuf, Harun· Reşid'in başkadısı olunca atadığı kadılar vasıtasıyla Hanefiliğin o dönemde yayılmasını sağlamışsa, aynı şekilde otuz sene bu görevi ifa eden ve "Kadılkudat" olması hasebi ile diğer kadıları atama yetkisin sahip bulunan ed-Dameğani ile de Hanefilik büyük bir gelişme göstermiştir. Ülkenin değişik yerlerine atanan kadılar Hanefi Mezhebi'ne mensup olanlar arasından seçilerek atanmış, bunlar da gittikleri yerlerde mezheplerinin intişarına yardım etmişlerdir. Selçukluların siyasi desteği de bu Kadılkudat'ın ve temsil ettiği mezhebin arkasında olduğu için, bahsedilen dönemde Hanefilik kolayca yayılma ve gelişme imkânı bulmuştur.


ed-Dameğani, ilimdeki derin vukufiyetiyle İmam Ebu Yusuf'a benzemesinin yanı sıra, uygulamada da onun gibi uzun süre Kadılkudatlık makamında kalmış olmasından dolayı, kaynaklar onu Ebu Yusuf'un denginde görmüşlerdir." Hanefiliğin yükselişi açısından bu benzetme ve Tuğrul Bey'den itibaren Melikşah'ın son dönemlerine değin hilafet merkezinde Hanefi bir Kadılkudatın bulunması dikkate değer bir durumdur. Bu alimin vefatından sonra yine eskisi gibi Şafii mezhebinden bir alim Ebu Bekr eş-Şaşi (eş-Şami) (öl. 1095) Bağdad Kadılkudatlığına getirilmiştir."


Ebu Bekir eş-Şaşi'nin vefatından sonra tekrar bir Hanefi ve ed­ Dameğani'nin oğlu olan Ebu'I-Hasan Ali ed-Dameğani ( öl.1119) Kadılkudatlık makamına getirildi. Babası gibi "ilimde derya misali" olan Ebu'l-Hasan, yirmi senesi Halife Müsterşid Billah döneminde olmak üzere bir rivayete göre yirmi dört, başka bir rivayete göre de yirmi dokuz sene kadılık yapmıştır. Ebu'I-Hasan ed-Dameğani'nin dört halifeye Kadılkudatlık yaptığı ve bu işin meşhur Kadı Şureyh'ten başkasına nasip olmadığı bilinmektedir. Kaza İşlerinin yanı sıra devrin alimleri ondan hadis de nakletmişlerdi." Görünen şekliyle hilafet merkezi Bağdad'da Hanefi tesiri Melikşah'dan sonra da devam etmiştir. Aksi varid olsaydı, Hanefi bir alim yirmi dokuz sene bu makamda tutulmazdı.


Selçukluların Hanefilik hakkındaki İcraatları sadece "Kadılkudat" tayiniyle sınırlı değildir. Selçuklu Sultanları Hanefi oldukları için bu konuya büyük ihtimam göstermişlerdir. Hanefiliğin gelişmesi için medreseler bina etmek ve buralardan Hanefi Mezhebi'ne mensup insanlar yetiştirmek de onların gayeleri arasında olmuştur. Nitekim Tuğrul Bey'in Nisabur'da bir medrese inşa ettirdiği bilinmektedir. Bu şekilde medrese inşa faaliyetlerinden biri de Bağdad'da Hanefi medresesinin açılmasıdır. Selefi Tuğrul Bey gibi Hanefi Mezhebi'ne sıkıca bağlı birisi olan Sultan Alp Arslan'ın izni ve desteği ile Nizamülmülk Bağdad'da Şafiiler için Nizamiye Medresesi inşasına başladığında ( 1064) , Alp Arslan'ın elçisi olarak Halifeye Şerefulmülk Ebu Sad el-Harezmi gönderildi. Bu elçi Bağdad'a Sultan'ın mektubunun yanı sıra, kıymetli taşlar ve değerli bir mushaf da getirmişti.


Şerefulmülk Ebu Sad el-Harezmi, Bağdad'a geldiğinde Nizamül mülk'ün vekilleri Nizamiye Medresesi'nin inşasına başlamışlardı. Bunun üzerıne, Hanefiler için bir medrese inşa etmek kastıyla yer aramaya başladı ve en uygun yer olarak da İmamı Azam Ebu Hanife'nin kabrinin yanını seçip, burada inşaatı başlattı. Civardaki evleri satın aldıktan sonra eski mescidi de yıktırarak büyük bir saha elde etti. Mühendisleri ve ustaları yığarak önce Ebu Hanife'nin kabri üzerine kubbeli bir türbe yaptırdı, arkasından da bu türbenin hizasında geniş bir mescit ve Hanefiler için bir medrese inşa ettirdi. Medresede ders verecek müderrisleri tayin edip, medreseye, müderrislere, öğrencilere ve medresenin kütüphanesine gelirleri harcanmak üzere bir vakıf kurdu.


Ebu Sad, yaptırdığı medresenin Şafiilerin medresesi olan Nizamiye Medresesi'nden önce bitirilip, eğitime başlaması için çok aceleci ve hızlı davranmaktaydı. Nitekim bu emeline de nail oldu. Nizamiye Medresesi'nden dört ay onüç gün önce medreseyi bitirmeye muvaffak oldu ve medrese açıldı. Bu gaye için hiçbir masraftan çekinmeyip, külliyatlı miktarda para harcadı ve Bağdat'da Şafii Nizamiye Medresesi'nden önce Hanefi medresesi eğitime başlamış oldu. Bu medresede ilk dersi Hanefilerin önemli şahsiyetlerinden Ebu Tahir İlyas ed-Deylemi ( öl. 1098) vermiştir. Yine ünlü Hanefi alimi Ebu Talib el-Hüseyn ez-Zeynebi de (ol. 1111) bu medresede elli sene boyunca Hanefi Mezhebi üzere ders veren önemli bir şahsiyet olmuştur.


Bağdad, Horasan ve Maveraünnehr kadar olmasa da, önemli Hanefi Alimlerinin yetiştiği merkezlerden birisidir. Bahse konu dönem için Irak ve Musul'da kadılık yapan, Halife Kaim Biemrillah ve vezir Nizamülmülk ile görüşmeleri olan İbnu's-Simnani ( öl. 1073) ; Irak'ta Hanefilerin şeyhi, lügat, nahiv ve hadiste üstat Ebu Galib b. Bişran (öl. 1069); Kufe kadılığından sonra Bağdad'a gelerek burada hadis öğreten Ahmed b. Muhammed es-Sakafiyyi ( öl. 1102); sultanlar tarafından iltifat gören, ilim meclislerine vezirlerin de katıldığı İsmail b. Ali el-Hatibi (öl. 1108) gibi Alimleri örnek olarak göstermek mümkündür.


Hanefi Mezhebi'nin asıl yayılma sahası ve büyük imamlarının yetiştiği yer, önceden de belirtildiği gibi, Horasan ve Maveraünnehr'dir. İstisnalar dışında bu bölgeler tamamen Hanefi kültürünün yaşandığı ve geliştiği yerlerdir. O kadar ki, Belh'den bahseden Şeyhulislam Abdullah b.Ömer el-Belhi: "Bu beldenin nimeti; halkının Müslüman, Ehl-i sünnet ve'l-cemaat olması ve halkının tümünün Hanefi Mezhebi'nden olmasıdır" demektedir. Bu durum, bölgede yerleşmeye çalışan Şafii Mezhebi karşısında da kendisini göstermiştir. Nitekim 1087 senesinde Nizamiye Medreseleri zincirinin devamı olarak Belh'de Nizamiye Medresesi açılınca bu medreselerin Şafii Mezhebi üzere eğitim vermelerinden dolayı, hiç bir Belhli bu medresede müderris veya muid olarak görev almamıştı. Bu sebepten dışarıdan ve Araplardan oluşan müderrisler getirtilerek medresede görev verilmiştir." Aynı şekilde Rey'den bahseden Kazvini, şehir  halkının Hanefi ve Şafiilerden meydana geldiğini, fakat Şafiilerin diğerlerine göre çok az mensubunun bulunduğunu bildirmektedir." Kaynakların naklettikleri bu bilgiler, bölgedeki Hanefi Mezhebi'nin durumunu ve yaygınlığını gösteren önemli misallerdir.


XI. yy'da Horasan ve Maveraünnehr'den çok büyük Hanefi alimler çıkmıştır. Semerkand'da fetva işlerine bakan ve verdiği fetvaları bir sandıkta saklayarak, benden sonra gelenler bunları görsünler ve hatalarını anlasınlar diyen Ebu Nasr el-İsbicabi (öl. 1087); onbir ciltlik "el-Mebsut" adlı eserin sahibi, aynı zamanda "Camiu's-Sağir" ve "Camiu'I-Kebir"i şerheden ünlü alim Fahru'I İIslam Pezdevi (öl. 1089) aynı aileden gelen, yazdığı eserlerle "doğuyu ve batıyı dolduran" Ebu'l Yusuf el Pezdevi (öl. 1099); Maveraünnehr'in büyüklerinden olan ve değerli alimler yetiştiren Ebu Bekr b. Muhammed Haherzade ( öl. 1090) on beş ciltlik meşhur "el-Mebsut" adlı eserini hapiste yazan döneminin büyük alimi Şemsu'I-Eimme  es-Serahsi (öl. 1090); yaşadığı dönem için Hanefilerin örnek gösterilen alimlerinden olan ve "Küçük Ebu Hanife" lakabıyla anılan Ebu'I-Fadl ez-Zerenceri  İmam Merğinani'den fıkıh okuyan, ömrünü ilim yaymak ve hadis dinlemekle geçiren, zamanında Maveraünnehr'de Hanefi Mezhebi'ni en iyi bilen Ali b. Muhammed el­ Isbicabi (öl. 1140) ; Nisabur'un kadısı ve "Şeyhu'I-İslam" lakaplı; vaktinde mezhebinin önde geleni Ebu Nasr en-Nisaburi ( öl. 1089) gibi sayıları daha da çoğalabilecek alimler bu bölgelerde yetişen büyük Hanefi ulemasından bazılarıdır.


Türkistan ve Irak Hanefiliğin yoğun şekilde yaşandığı bölgeler olurken, Irak'a yakınlığından dolayı Halep ve Antakya'da da Hanefilik yaygın mezhep durumundaydı. Hanefilik, Şam bölgesine ise VIII. asırda girmeye başlamıştı. Esasen büyük fıkıh İmamı ve Evzai Mezhebi'nin kurucusu imam Evzai'nin yaşadığı ve mezhebini yaydığı yer olması hasebi ile,"' bu bölgede Evzai Mezhebi mensupları çoktu. Bu sebepten Dımaşk'te Evzai Mezhebi kadısının yanında birde Hanefi kadı görev yapmaktaydı. Hanefi alim Kuduri'nin öğrencilerinden el-Mufaddal b. Muhammed el-Hanefi (öl.1052) burada kadılık yapmış ve kaza İşlerine bakmıştır.


Şafiilik, Şam bölgesinde Hanefiliğe nazaran daha genİş müntesibi bulunan mezhep durumundaydı. Bu sebepten kadılar Şafii Mezhebinden atandığı gibi, Emevi Camii'nin imamları da Şafiilerden seçilmekteydi. Bu durum, Hanefi alim Ebu Abdullah Muhammed el-Balasağuni et-Türki'nin (öl.1112) Dımeşk kadılığına atanmasına kadar devam etmiştir. Mutad olduğu üzere kadılar Şafiilerden atanırken, bu defa bir değişikliğe gidilerek, Dımeşk'e bir Hanefi alim kadı olarak atanmıştı. Kadı Balasağuni, mezhepte mutaassıp olması ve halkın yeni uygulamayı kabullenememesi sebebiyle tepki gördü ve halk camilerin kapılarını kapatarak açmadılar. Bu uygulama tekrar Şafii Mezhebinden bir kadı atanana kadar sürdü.


Hanefi ulema sadece tedris ve ifta İşleri görmemiş, halifeler ve sultanlar tarafından bürokratik görevlerde de vazifelendirilmişlerdir. Tuğrul Bey'in 1047 senesinde Büveyhi Sultanı ile arasındaki sulhun yapılmasında Hanefi alim Ebu Muhammed el-Buhari'yi görevlendirdiği bilinmektedir. Aynı şekilde Ebu'I-Kasım es-Semnani (öl.1099) de Musul kadılığı yaptıktan sonra Bağdad'a gelmiş ve Bağdad'da olup bitenleri Nizamülmülk'e bildirmekle mükellef tutulmuştur. Yine başka bir Hanefi alim Ebu Talib ez-Zeynebi (öl.1118) Halife tarafından "Nakibu'l-Abbasiyyin ve't­ Talibiyyin" vazifesi verilen bir şahsiyettir. Bu alimler gibi değİşİk görevIere getirilen diğer alimlere de rastlanmaktadır. Netice itibariyle, Selçuklu Sultanları tarafından himaye gören ve desteklenen Hanefilik gelişerek imparatorluğun en fazla müntesibi bulunan mezhebi haline gelmiştir. Türklerin himayesi sayesinde gelişen ve yaygınlaşan bu mezhep, daha sonraki Türk devletlerinin de adeta resmi mezhebi olarak kabul görmüş ve en yaygın Sünni mezhep olma özelliğini korumuştur.



Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-3 “Hindistan”

 İndra ve Ejderha: Sunuş


Ariler, MÖ 1500 civarında kuzeybatıdan gelerek Hindistan'ı istila ettiklerinde, fethettikleri topraklara kendi dinsel düşüncelerini de getirmişlerdir. Bu düşünceler doğa güçlerini ateş, yağmur ve rüzgâr gibi kişileştiren bir grup tanrıyı içerir. Hindistan'ın fethi, İndra gibi başarıları kısmen olgulara dayanan bir sözlü söylence kümesini oluşturan kahraman önderler üretmiştir. İndra, zamanla eski Hindistan'ın büyük tanrılarından birisi olur ve daha eski tanrıların kutsal özellikleriyle efsanevi kişiliklerin kahramanlıklarını kendinde toplar.

İndra, Brahmanlar ve daha sonra Hindular Vişnu'yu onun üstün konumuna yükseltmeden önce tanrıların kralı, tanrıların ve insanların savunucusudur. Aynı zamanda yağmur ve toprağın verimliliğiyle ilintilidir. Büyük silahı yıldırımla karanlıkta yaşayan ve kuraklık yaratan kötü ruhları yok etmiştir. Bu türden kahramanlıklar gereklidir, çünkü Hindistan toprağı çoklukla kuraktır. Ejderha ile başarıyla savaştığı ve dünyayı verimli yapan yedi nehri özgür bıraktığı bu söylencede, İndra'nın verimlilik tanrısı olarak rolü açıktır.


İndra'nın en eski kahramanlık serüvenleri, Hindu-öncesi tanrı gruplarına adanmış binden fazla mitolojik ilahi, ritüel ve risaleden oluşan Rig veda'da anlatılır. MS 1500-1200'leri izleyen yüzyıllarca yıllık süre boyunca Veda sözlü bir gelenek yoluyla korunmuştur. Sonunda bu söylenceler, Yunanca ve Latince ile yakından ilişkili bir Hint-Avrupa dili olan Sanskrıtçede yazıya geçirilmiştir.


Hindular Veda'lara büyük saygı göstermişler, fakat kendi gelişen dinsel geleneklerini yansıtacak bir biçimde tanrıların rollerini de değiştirmişlerdir. MÖ 700 civarında yeniden dünyaya geliş (reenkarnasyon) düşüncesini oluşturmuşlardır ve söylencelerinde her tanrı ya da kahraman bir başka tanrı ya da kahramanın yeniden dünyaya gelmiş örneği olabilir. Bu kavram, sonraki tanrıları daha önceki tanrıların yeniden dünyaya gelmiş biçimleri yaparak, yeni tanrıları eski gelenekle birleştirmiştir.


Rig Veda'dan yüzyıllar sonra, Tanrı İndra hâlâ Hindu söylencelerinde varlığını sürdürür, fakat daha önceki kişiliğinin bir belgesi olarak Hindu destanı Mahabbnrata'da (MÖ 300 ve MS 300 arasında bir dönemde yazılmıştır) indra, bir zamanlar cesaret gösterdiği yerde korku göstermekte ve önceki söylencede yendiği ejderha, daha sonraki söylencede onu alt etmektedir. Hindu Râmâyana'da (MÖ 200 ve MS 200 arasında yazılmıştır) İndra hâlâ tanrıların kralıdır, fakat kötü ruh Râvana onu alt etmiştir ve İndra değil Vişnu, tanrıların ve insanların koruyucusudur. İndra'nın yağmurla ilişkisi, yağmur yerine çiçek tomurcukları yağdırmaktır. 


Rig Veda'da İndra'ya büyük gücünü veren Soma, daha sonraki Hindu dinsel törenlerinde çok önemli bir rol üstlenmiştir. Rahipler, tanrıların güçlerini korumaları için soma adağında bulunurlar. Hindular, soma olmadan, tanrılarının dünyayı bir aşamadan diğerine ilerleterek, döngüsel süreci yönetecek güce sahip olmayacağına inanmaya başlamışlardır.


İndra ve Ejderha


Elinde silah olarak güçlü bir yıldırım taşıyan İndra, hareketli ve hareketsiz, saldırgan ve barışçı her şeyi ve herkesi yönetir. Sadece o, tekerin çemberinin çubuklarını sarması gibi insanları kuşatır ve onları kralları olarak yönetir. Ona gereksinim duyduklarında yardımlarına koşar. İndra'nın ilk kahramanlık eylemi şöyledir:


Vaktiyle dünyada Vritra adında bir ejderha yaşardı. Bu canavar, tanrıların da insanların da düşmanıydı. Bir gün dünyanın yedi nehrini yuttu ve onları büyük dağında hapsetti. Daha sonra ele geçirdiği suları korumak için dağın tepesinde nöbet tutmaya başladı. Gündüz ve gece uyanık kaldı, kendisine kafa tutacak her varlığa karşı ganimetini savunmak için hazırlandı.


Kızgın güneş her zaman olduğu gibi yine doğdu. Parıldayan ışınlarıyla dünyayı kavurdu. Ağaçlar, otlar ve her türden bitki, nehir suları gelişmeleri için gerekli nemi artık sağlayamadığı için zamanla kurudu ve öldü.

Halk yardım için tanrılara dua etti, fakat tanrıların hiçbiri büyük cin-ejderhayı yenecek kadar güçlü değildi. Günler geçtikçe çökük yanaklı ve İhtiraslı Kuraklık, toprağı boğmaya başladı. Açlık çeken insan sayısı gittikçe artıyordu. Önce yiyecek satın almaya çalıştılar. Daha sonra yiyecek dilendiler. En sonunda umutsuzluk içinde yiyecek için yalvardılar. Hıçkırıkları büyük bir sessizlikle karşılandı, çünkü zenginlerin bile ambarları boştu ve dünyada yiyeceğin kırıntısı bile kalmamıştı.


Açlıktan zayıf düşen halk kuru ve boş toprağa çöktü ve tanrılara dualarını kabul etmesi için yalvardı. Tanrılar, Vritra gibi ölümcül bir düşmana karşı güçsüz olduklarını bilerek, kalpleri üzüntü dolu dünyayı seyrettiler. Fakat İndra ölen insanlara yardımda kararlıydı. O tanrıların en genciydi, ama en cesur ve güçlü olduğunu kanıtlamak istiyordu.

Teker teker üç kase tatlı, kendinden geçirici soma aldı ve içti. Her içişte biraz daha güçlendi. En sonunda tanrıların en güçlüsü olduğunu kavradı. Büyük silahı olan ölümcül yıldırımı sağ eline aldı ve Vritra ile savaşmak için yola koyuldu. Kötü cin-ejderhayı dağının tepesine yaslanmış, kendisine saldırmaya yeterince cesaretli bir tanrıyı beklerken bulacağını biliyordu.


lndra yaklaştığında güçlü ejderha savaş için hazırlandı. Tanrılardan farklı olarak kendisini korumak için ne elleri ne de ayakları vardı, fakat ağzı hem tanrıları, hem insanları aynı derecede korkutuyordu. Kızgınlıktan kudurmuş olan canavar, güneş ışıklarını kesen ve dünyayı karanlığa boğan sisli bir duman püskürttü. Daha sonra kör eden bir ışık, sağır eden bir gök gürültüsü ve insanın etini kesen bir dolu fırtınası kustu.


lndra'nın hiçbir korku belirtisi göstermemesi Vritra'yı şaşırttı. Şimşek gözlerini kör, gök gürültüsü kulaklarını sağır etmemiş ve dolu etini kesmemişti. Genç tanrı Öldürücü silahını sakince kaldırdı ve büyük yıldırımını Vritra'ya fırlattı. Yıldırım ok gibi dosdoğru gitti ve ejderhanın etine sımsıkı saplandı.


Bu güçlü vuruş, bir darbede kötü cin-ejderhanın ruhunu ve vücudunu paramparça etti. Ejderha dağın doruğunda sendeledi ve çok aşağılara, dağın dibine düştü, orada kesilmiş bir ağaç gövdesi gibi serilip kaldı.

Vritra'nın annesi oğlunun öcünü almaya geldi, fakat bir başka ürkütücü cinin ortaya çıkması İndra'yı korkutamazdı. Gücünü topladı ve Vritra'yı öldürdüğü güçlü yıldırımını ona da fırlattı. Anne yere düştü ve bir ineğin buzağısının yanında dinlenmesi gibi oğlunun yanında yatıp kaldı.

İndra hapsedilen suları kurtardı. Öldürücü silahıyla dağın yamacını ikiye böldü, mühürlü çıkışı açarak yedi nehri kurtardı. Sular dağın kenarından aşağıya boşandı ve bir inek sürüsünün gürültüsü gibi kükreyerek karaları aşıp denize ulaştı.


Yedi nehir tekrar dünyada akınca nem kavrulan toprağa süzüldü. Kuruyan dallar kana kana su içti ve ölen ağaçların gövdelerinde yeniden yaşam dolaşmaya başladı. Açgözlü tohumlar hızla büyüyüp çimlenerek filizlendi. Aç insanlar sularını içtiler ve yaşamlarını sürdüren yeni ürünleri yiyerek yaşadılar. Bir aslanın aç kurt sürüsünden kaçması gibi kıtlık da bolluktan kaçtı.


Cesur tanrı indra, savaşta büyük ejderha Vritra ile karşılaştı ve kazandı. Yağmur getirici güçlü İndra kuraklığa son verdi ve dünyanın verimliliğini geri getirdi. Yüce Tanrı İndra, dünyada yürüyenleri kesin bir ölümden kurtardı. Elinde güçlü yıldırımı taşıyan indra, her hareket edeni ve duranı, her saldıranı ve barışçıl olanı yönetir. Sadece o, tekerin çemberinin çubuklarını sarması gibi dünya insanlarını kuşatır ve kralları gibi onları yönetir. Ona gereksinim duyduklarında yardımlarına gelir.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Orhun Yazıtları ile Moğolistan - Bilge Kağan Karayolu - TRT Avaz

Mardin

 


SULTAN ALPARSLAN DEVRİNDE ANADOLUDA YAPILAN AKINLAR VE FETİHLER-2

 Selçuklu Komutanlarının Harekatı


Sultan Alparslan'ın buyruğu gereğince, daha önceleri de Anadolu'da akınlarda bulunan Horasan Saları, Ergani yörelerindeki Tulhzını ve Siverek kalelerini başarısız bir kuşatmadan sonra Urfa'ya yürüyerek bu yörelerde birtakım yerleri ele geçirdikten başka Antakya dükünü yenilgiye uğrattı, fakat Urfa'yı kuşatma girişimi başarılı olamadı (1065 /66). O, aynı yıl içinde yeniden Urfa yörelerine akınlarda bulunarak Kısas (K'sos = Ak· sos) ve Celeb'i kuşattıktan başka Diphisar'ı elegeçirdi; bunun üzerine karşı harekatta bulunan dört bin kişilik bir Bizans kuvvetini de bozguna uğrattı. Bu kumandan, aynı yılda, üçüncü kez, Urfa yörelerine akınlar yaparak tutsak ve ganimetler elegeçirdi. Daha sonra bu Selçuklu emiri, Diyarbakır'a gelerek şehrin Hevve Kapısı önlerinde karargah kurdu. Bura emiri Nizamüddin'le müzakerelerde bulunmak üzere, şehre girdiği zaman hile ile yakalanıp beraberindekilerle birlikte öldürülerek cesetleri bir kuyuya atıldı. Bu sebeple bu kuyu Horasan Saları Kuyusu (Bi'rü Saları Horasan) adıyla anılmıştır.


Bu sıralarda Karahanlı devletinin Batı Kolu hükümdarı Ebu  İbrahim Tamgaç Han'ın (1058-1067 /68) oğullarından biri olması mümkün olan Hanoğlu  Harun, Selçuklu hizmetinde olarak, bin Oğuz atlısıyla  Anadolu sınırlarını aşıp Diyarbakır yörelerine akınlarda bulundu. Daha sonra o, Haleb'deki Selçuklu vasalı Arap Mirdasoğulları emirleriyle (Atiyye ve Mahmud) birlikte Bizans'a karşı akınlara girişti; Halep için stratejik bakımdan önemli olan Artah ve lmm kalelerini fethettikten başka, Kuzey - Suriye'ye bir sefer yapan Bizans imparatoru Romanos Diogenes'e karşıda başarılı savaşlarda bulundu (1064/65-1067 /68). 1066 yılında, Selçuklu devlet adamlarından hacip Gümüştekin, sultan Alp arslan'ın emriyle, beraberinde Afşin, Ahmetşah ve  daha bazı  Selçuklu emir ve  Türkmen beyleri olduğu halde, Murat ve Dicle ırmakları havzalarından ilerleyerek Elcezire bölgesine inip, Ergani ve Nizip yörelerindeki birtakım kaleleri elegeçirdi; Nusaybin'e başarısız bir kuşatma harekatında bulundu. Daha sonra o, Fırat ırmağını geçip Adıyaman yörelerini akınlara uğrattı. Bunun üzerine, Bizans uç kumandanı Aruandanos, Selçuklu kuvvetlerinin önünü kesip bir baskın girişiminde bulundu ise de Hoşin kalesi yörelerinde yapılan çarpışmalarda, Bizanslılar ağır bir yenilgiye uğradılar, Aruandanos da tutsak alındı; fakat daha sonra 40 bin altın kurtuluş akçası karşılığında serbest bırakıldı.

Bu başarılı hareketlerden sonra Gümüştekin ve diğer emirler, büyük ganimet ve tutsaklarla birlikte Anadolu'da Selçuklu askeri üssü haline gelen Ahlat'a döndüler. Fakat burada emir Afşin, Gümüştekin'le bozuşup yaptıkları gavga sırasında onu öldürdü. Sultan Alparslan'ın kendisini cezalandıracağından korku ve endişeye kapılması sebebiyle, o, buyruğu altında bulunan çok sayıdaki Türkmen atlılarıyla batı yönüne hareketle Anadolu'da akınlara başladı. Bu sırada karargahını Amanos dağlarındaki Karadağ'da kuran Afşin'in kuvvetlerinden bir kısmı, Gaziantep'in kuzey - batısındaki Dülük'ü elegeçirdi, başka bir kısmı (bin kişilik) da Antakya yörelerine inip geniş yağma ve talan hareketlerinde bulundu (Ağustos 1067). Afşin, daha sonra kuzeye Malatya'ya yönelerek burada karşılaştığı bir Bizans birliğini yenilgiye uğratıp darmadağın etti. Daha sonra Tohma suyu vadisi boyunca ileri harekatına devam ederek Kayseri'ye gelip kenti geçici olarak işgal etti. Bunu izleyen günlerde Afşin, Karaman yörelerine de akınlar yaptıktan sonra Toros ve Gavur dağları yoluyla Kuzey - Suriye'ye gelerek Anadolu'dan elegeçirdiği çok sayıdaki ganimet ve tutsakları, önemli bir ticaret merkezi olan Halep pazarlarında sattı (1067 sonları). Haleb'den ayrılan emir Afşin, ertesi yıl (1068), yeniden Antakya üzerine yürüyerek yörelerine akınlarda bulundu. Onun bu harekatı sırasında, Halep ve Antakya yörelerinde akınlara uğratılmadık hiç bir yer kalmamış, dolayısıyla sayısız ganimet ve tutsak elegeçirilmiş idi; ayrıca o, Antakya Bizans valisinden 100 bin altın ve savaş aletleri aldı. Çok geçmeden sultan Alparslan, Afşin'in Bizans'a karşı giriştiği bu çok başarılı akınları sebebiyle, ona bir mektup yollayıp kendisini affettiğini bildirdi. Antakya yörelerinde harekatta bulunduğu sıralarda, sultanın bu af mektubunu alan Afşin, onun huzuruna çıkmak üzere, atlı kuvvetleriyle birlikte buradan ayrıldı (Nisan 1068). Bütün bu Selçuklu akınlarını durdurmak ve özellikle doğu ve güney - Anadolu'da tahrip edilen kaleleri onartmak amacıyla, doğu orduları başkomutanlığına atanan Nikephoros Botaniates, Sivas, Malatya, Divriği ve diğer kent ve ilçelerin kalelerini tamir ettirip kuvvetlendirdi, fakat hiç durmaksızın sürüp giden Selçuklu akınlarını önlemeyi başaramadı.



ANADOLU'NUN FETHİ

SELÇUKLULAR DÖNEMİ

(BAŞLANGIÇTAN 1086'YA KADAR)

Prof. Dr. ALİ SEVİM

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak