25 Aralık 2022 Pazar

AVRUPA MEDENİYETİNİN OLUŞUMU

 


Günümüz Avrupa medeniyetinin kökeninin eski Yunan olduğu çok genel bir kabuldür. Nitekim ilk dönem cumhuriyet yazarlarımızdan İsmail Habip SEVÜK bu konuda şunları söylüyor:


"Bugünkü Avrupa medeniyeti, Yunan ve Latinden gelen hümanistliğe dayanır. Avrupa, Büyük Rönesansa o sayede erdi. Bugünkü medeniyet şu veya bu Avrupa milletlerinin değil, Yunan ve Latin'e eklenmiş Avrupa'nındır. Arada Ortaçağ Hıristiyanlığı da aşılanarak Yunan ve Latin'i Rönesansa bağlayan ve Rönesans'tan (892-1954) zamanımıza kadar uzanan yekpare bir Avrupa medeniyeti ... Bu kül halinde bir nur cephesidir. Hangi millet bu nurlu cepheyi bütün endamıyla kendi diline aksettirebilmişse, o «tam Avrupalı» olur. Avrupalı millet demek, Avrupa coğrafyasında bulunan demek değil; Avrupalı millet evvela bütün Antikiteyi yani Yunan ve Latin'in belli başlı eserlerini, sonra diğer Avrupa milletlerinin de yine belli başlı kitaplarını kendi diline nakledendir."


Yazarımızdan çok daha önce Alman düşünür ve yazarı F. Schiller (1759-1805) de Alman toplumunun kimlik arayışında Yunanistan'ı bir toplumun nasıl hür vatandaşlar oluşturabileceğinin bir örneği olarak görüyordu. Aynı dönemde bir diğer Alman. yazar da Greklere hayranlığını şöyle ifade ediyordu:


"Biz, bilim öğrenmedeki yalınlığıyla Greklerin milli karakterinin aralığına asla ulaşamayız. İyisi mi gelin, olabileceğimiz kadar olalım ve Greklerden sadece karakterimizin izin verdiği ölçüde kopya çekelim.


Gayet tabiidir ki, Avrupa toplumlarının Yunan medeniyetine hayranlığı Almanlarla sınırlı kalmamış, tüm Avrupa milletlerini de içine almıştır. Nitekim 1821 yılında Osmanlı Devleti'ne karşı Mora Yarımadası'nda çıkan Yunan ayaklanması hemen bütün Avrupa milletleri ve Rusya tarafından desteklenmiş; siyasi, mali ve askeri katkılarla günümüz Avrupa medeniyetine beşiklik ettiği kabul edilen Yunanistan'ın bağımsızlığı sağlanmıştır. Bu süreçte Fransızlar, Yunan isyanına destek amacıyla gönüllü asker göndermişler, banka hesap numaraları açarak isyanın mali kaynaklarına katkıda bulunmuşlardır. İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları birleşerek Mora'nın güvenliğini sağlayan Osmanlı donanmasını Navarin'de yakmışlardır.


Ege'de yani ilkçağın bu en gelişmiş «medeniyet havzası»nda M.Ö. 3000'lerde başlayıp M.Ö. 600'lere doğru yükselen, M.Ö. 500-400 yıllarına doğru daha da ilerleyerek dehaya doğru koşan bir medeniyete rastlıyoruz. Nitekim bu medeniyetten günümüze intikal eden veriler, Attika'daki Antik-Yunan düşünce atölyelerinin en seri üretimleri gerçekleştirdiklerini, akli unsurların armonik kaynaşmasından bir deha oluşturduklarını gösteriyor.


Ege'de oluşan yüzü dünyaya dönük bu medeniyetin oluşumunda, bölgenin doğudan batıya giden, kuzeyden güneye inen ticaret yollarının kavşak noktalarında bulunuyor olmasının önemli bir payı vardır. Nitekim Grekler; denizcilik ve ticaret yoluyla Mısır, Babil ve Asur'daki gelişmiş astronomi ve matematik bilgilerinden büyük ölçüde yararlandılar. Thales ve Pythagoras'da olduğu gibi bu konudaki temel bilgileri oralardan aldılar. Ne var ki, Grek filozofları, adı geçen medeniyetlerin sadece pratikte yararlandıkları bu bilgilerin dayandığı temel yasaları tespit ederek onlara ilmi bir hüviyet kazandırdılar. Böylece, ulaştıkları matematik bilgisi; felsefe yapmalarının ve akıl yürütmelerinin de önünü açtı. Sonuçta Grek felsefi düşünce geleneği daha da zenginleşti. Eflatun'un kendi kurduğu akademinin kapısına yazdırdığı şu söz, o günkü akli bilimlere verilen önemi göstermektedir: «Matematik bilmeyenler buraya giremez!»



GİRİT ve MİKEN MEDENİYETİ


M.Ö. 3000'lerde ortaya çıkan Girit medeniyeti sadece Ege'nin değil, Avrupa'nın da en eski medeniyeti olarak kabul edilir. Denizcilikte ileri giden, toprakları tarıma elverişli olmadığı için ticarete ağırlık veren Giritliler, kendi ülkelerine Sicilya'dan kalay, Kıbrıs'tan bakır, Yunanistan'dan şarap ve zeytin, Mısır'dan tahıl ve dokuma ürünleri ithal ettikleri gibi, diğer ülkelere de ünlü Girit çanak ve çömleklerini pazarlamışlardır. Ticaretle zenginleşen adalılar dünyanın bilinen ilk şehircilik örneğini vermişler, eşsiz mimari güzellikte ev ve saraylar yapmışlardır.


Knossos Sarayı'nın duvarlarındaki freskler veya boyanmış alçı kabartmalar, kral ve ailesinin rahat yaşantısını ve Girit halkının eğlenceye olan düşkünlüğünü gösteren önemli sanat eserleridir.


M.Ö. 2000'de Yunanistan'a gelip yerleşen Akalar (Mikenler), Girit medeniyetine son verdikleri gibi bütün Ege adalarına da hakim oldular. Böylece devraldıkları Girit medeniyetinin tesirlerini Yunanistan, Batı Anadolu ve Ege adalarına da yaydılar.


Homeros'un İlyada Destanı'nda, Aka Kralı'nın Truvalılarla giriştiği Ege Denizi'ndeki üstünlük mücadelesi anlatılır. Bu hikayeye göre Akalılar tahtadan yapılmış bir atı Truva'ya hediye ederler, tahta atın içine gizlenen savaşçılar daha sonra ortaya çıkıp rakiplerini hile ile alt ederler.


Şato ve Kuyu mezarları ile ünlü Miken medeniyeti, Yunanistan'a Balkanlardan gelip yerleşen Dorlar tarafından ortadan kaldırılmıştır.


YUNAN MEDENİYETİ ve DEMOKRASİ


Dorlar, M.Ö. 1200'lerde Girit ve Rodos dahil, Mora Yarımadası ve tüm Ege'ye hakim oldular. Askeri disiplinleri ile baskıcı bir yönetim oluşturarak halka zulmettikleri için halkın bir kısmı Yunanistandan ve adalardan Doğu Akdeniz'deki Fenike şehirlerine yerleştiler. Bu göçmenler yerli halka gemicilik sanatını öğrettiler.


Anadolu'ya gelenler ise İyon şehir devletlerini kurdular. M.Ö. 600'lü yıllardaki İyonya, tecrübi bilimlerin ilk boy attığı bir bölge olması bakımından bilim tarihinde önemli bir yer işgal eder. Geometride üçgeni bir daire içine oturtma kuramını ortaya atan, cisimlerin yüksekliğini gölgelerinin boyuyla ölçme tekniğini bulan Thales; yıl ile mevsimlerin uzunluğunu hesaplayan Anaksimandros; anahtarı bulan Teodoros; tıp biliminin kurucusu, tıbba klinik gözlemi ilk getiren, anjin ve bağırsak şeridi hastalıklarını isabetle teşhis eden Hipokrotas; atom mefhumunu bugünküne yakın biçimiyle ilk kullanan Demokritos; bilimsel anlamda ilk astronom olan Anaksagoras ve dünyanın yuvarlak olduğunu ilk söyleyen Pythagoras gibi Antik Ege medeniyetinin sembol isimleri hep İyonya'da yetiştiler.


Dorların kötü yönetimiyle sınıflara ayrılan halkın çeşitli arayışları sonucunda ibtidai seviyede de olsa ilk demokratik yönetim modeli ortaya çıktı. Böylece Yunan şehir devletlerinde, kadın ve kölelerin oy haklarının olmadığı ilk doğrudan demokrasi uygulamasına geçildi. Drakon ve Solon isimli kanun adamlarının (Arhon) kölelik ve sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması yönünde attığı adımlar Klistenes'le beraber daha katılımcı bir noktaya ulaştı. Ancak kölelere yine de hak verilmedi.


PERS-YUNAN SAVAŞLARI


Persler batıya doğru ilerleyerek Batı Anadolu’da Lidya'yı ve İyon şehirlerini ele geçirdiler. Perslerin bu zengin şehirlere koydukları ağır vergilerden dolayı halk arasında isyanlar çıktı. Yunanlıların da bu isyanları desteklemesi sonucunda M.Ô. 490'da başlayan Pers-Yunan Savaşı yaptıkları taktik hatalar yüzünden Perslerin yenilgisiyle sonuçlandı.


Bu savaş Yunanlılarda millet şuurunun ortaya çıkmasına yol açtı. Yunan Şehir Devletleri birleşerek Pers istilasına karşı Delos birliğini oluşturdular. Bu yenilginin intikamını almak isteyen Persler, bu kez Pelaponnes hariç Atina'ya kadar ilerlediler. Pers Kralı Keyhüsrev bu şehri yakıp yıktırdı. Bu olay diğer şehirlerdeki direnişi artırdıysa da işgalleri önleyemedi. M.Ö. 480 ve 479 da yapılan diğer savaşlarda ise Persler, Yunanistan ve adalardan çekilmek zorunda kaldılar. Son kez Mikate Savaşı'nda donanması yanan Persler, Yunanlılarla barış yapmak zorunda kaldılar. Bu barışa göre Persler ve Fenikeliler Ege Denizi'nden çekilecekler, İyon şehirleri de bağımsızlıklarını elde edeceklerdi. Ancak Atina ve Isparta arasındaki tarihi gerginlik tekrar nüksedince, İyon şehirleri de bir müddet daha Pers hakimiyetinde kaldılar.


ESKİ YUNAN'DA BİLİM ve FELSEFE


Atina'da bilim yapılan başlıca merkezler; halk okulları, tiyatrolar ve açık hava meclisleriydi. Yunanlılar on sekiz yaşına kadar okula devam ederlerdi. Sokrates, kurduğu düşünce mektebinde insanlara kendilerini tanımalarını, faziletli, akıllı ve bilgili birer vatandaş olmalarını tavsiye etmişti. Sokrates'in bu düşüncesi, Yunan putperestliğine karşı bir hareket olarak algılanmış, Yunan tanrılarına olan inancı zayıflattığı gerekçesiyle zehirlenerek öldürülmesine hükmedilmiştir.


Epikür ve arkadaşlarının ortaya koyduğu tenperest felsefeye ait antik putperestliğin ilkel biçimini günümüzde de yeşertmek isteyenler, Yunan kaynaklı tiyatro, drama, gösteri vesair sanatlarda bütünüyle ahlaki kayıtlardan sıyrılmak suretiyle, seleflerinin saplandığı süfliyet bataklığında boğulmaktadırlar.


Bu da gösteriyor ki, bilim ve felsefede çok ince bir zihin işçiliği düzeyine ulaşan Yunanlılar, manevi hakikatleri keşfetme bakımından aynı performansı gösterememiş, bu konuda iç aydınlanmalarını gerçekleştirme çabası gösteren ahlaklı düşünürlere tahammül edememiştir. Bilim ve felsefe alanlarında ulaştığı zenginliği, doğru ve ahlaki bir yaratılış anlayışıyla kaynaştıramamanın sonucu olarak birkaç yüz yıl içinde o görkemli parlaklığını yitirmiş, bin yıldan fazla süren bir unutuluşa mahkum olmuştur. Eğer İslam bilginlerinin «hikmeti» kendi yitiği sayan engin ufku olmasaydı, bu unutuluş daha da uzun sürecek, belki de bir daha tarih sahnesine bile çıkamayacaktı. Yunan düşüncesi, kıymetli bir beşeri tecrübe birikimi olması bakımından bütün insanlığın bilimdeki kilometre taşlarından biridir. Mesela Aristo mantığı, yüzyıllarca bir düşünce şablonu olma niteliği taşımıştır. Eflatun da, zengin iç dünyasının labirentlerinde hakikati aramış, el yordamıyla bulduğu ipuçlarından hareketle tek tanrı inancına ulaşmıştır. Hatta sırf tektanrıcı olduğu için İslam filozoflarınca muteber bir düşünür olarak kabul edilmiştir. Özellikle M.Ö. 400'lü yıllardaki bu filozoflar, kendilerinden önceki Homeros ve Hesiodos gibi şair ve tarihçilerin aktardıkları Antik-Yunan mitolojisine ait anlatıları ciddiye almamışlar, almadıkları gibi şiddetle eleştirmişlerdir. Ne yazık ki, Rönesans'la birlikte gelişen sanat ve edebiyat akımları Yunanlı bu üç büyük filozofun eleştirdiği Yunan mitolojisini tekrar gündeme getirmiştir. Böylece düşünce zenginliği ile ahlaki bir dünya algısı arasındaki çatlaklık yine onarılamamış, Eski Yunan'ın hurafeleri, batı sanat ve edebiyatının ilham kaynağı olmayı bugüne kadar sürdürmüştür.


Yunan ve batı medeniyetinin kavrayamadığı husus şudur ki; gerek akıl ve gerekse gönül itibarıyla olsun insan, vahiyle beslenmemesi halinde düşünce çıkmazları ve çarpık hislerin girdabından asla kurtulamaz. Onun için Hz. Mevlana; "Akıl, Mustafa’ya kurban olsun!" diyerek bütün zirvelerin anahtarlarını eline almış, akli yönden de kalbi yönden de yüceldikçe yücelmiştir.

 



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

KARMATi HAREKETİNİN TERMİNOLOJİSİ VE ARKA PLANI

 


Terminoloji ve Kavramlar



İslam dünyası Sünni (Ortodoks), ve Sünniliğe aykırı (heterodoks) gruplar olmak üzere, başlıca iki gruba ayrılmıştır. Zaman zaman bu grupların kutuplaşma sürecine girmiş olması siyasi ve ideolojik mücadeleye zemin hazırlamıştır. Bu kutuplaşmanın sonucunda Ortaçağ İslam dünyasında, ortaya çıkan hareketlerin birçoğu ya şahısların yada toplulukların iktidarını hedef almışlardır. Bunlar siyasi ve dünyevi ihtiras, arzu ve menfaatlerinin tesiriyle ortaya çıkmış, yaşayabilmek içinde; İslam inancının temel yasalarını, İslam tarihinde vuku bulmuş, bazı olayları anlama şekilleri ve yorumlama tarzları, bu iki eksenli yapı yeni birçok akımı etkilemiştir. Bu gruplar; coğrafi, sosyokültürel ve sosyoekonomik vb. unsurların etkisi ile değişik propaganda yöntemlerini uygulamışlardır. Batıni olarak adlandırılan grubun tarihçesine geçmeden önce Batıni kavramı hakkındaki değerlendirmelere göz atmamızda fayda vardır.

 



Batın-Zabir Kavramı


Batıni, gizli olmak, bir şeyin iç yüzünü bilmek, anlamında olup, batn veya butün kökünden türemiştir. Ragıp el-İsfahani (ö. 503/1 109), btn kelimesini "bir şeyin yeraltında bulunup gizli kalması" şeklinde izah etmiştir. Erken dönem kaynaklarında geçmeyen kavram, terim olarak "her zahirin bir batını ve her nassın bir te'vili bulunduğu ve bunu da masum bir imanın bilebileceğini iddia eden" gruplarca kullanılmıştır. Batın kavramı İsma'ili ve Karmati gruplarınca başlangıçta genel bir kabul olarak kanunların gizli manası olarak algılanmış daha sonra yasaların gerçek manası olarak kabul edilmiştir. İlk dönem kaynaklarında olmayan kavram ayet ve hadislerin zahirlerinde bulunmayan, Batıni te'viller getirme faaliyetine II. hicri Şii kaynaklarında bulunmakla birlikte Batıniyye kavramı ilk olarak Makdisi'nin el-Bed ve't-Tarih'inde kullanılmıştır. Bu noktada terimin h. IV. asrın ilk yarısında kullanılmaya başlandığı düşünülebilir. Şehristani de aynı kavramla ilgili olarak net bir tarzda bilginin ortaya konmamasının nedenini açıklarken terimden bahseder ve teferruatlı bilgi verilemeyişinin farklı bölgelerde ve farklı isimler altında yayılmasının sonucu olduğunu vurgular. İsmai'li öğretiye göre ise Zahir ile Batın, ruh ile ceset gibidir. İkisi birleşince, bundan birçok faydalar hasıl olur ve birey kainattaki güzellikleri tam olarak kavrar. Zahir cisimler gibidir; Batın ise onun gölgesine benzer. Bu tanımların dışında ilk dönemde Batıniyye kavramıyla ilgili tartışmalar yapılırken söz konusu olan zahir kavramı, batın teriminin zıddı bir anlamı içermektedir. Terim olarak Zahir; açık ve belirgin olmak, ortaya çıkmak ve muttali olmak anlamlara gelmektedir. Ragıp el-İsfahani (ö. 954/1109), zhr kelimesinin kök anlamını "bir şeyin yeryüzünde açığa çıkması, gizli olmaması" manalarını vermiştir. Batıniyye'nin ortaya çıkışını hazırlayan sebepler, kavramın muhtelif dönemlerde ve farklı bölgelerdeki algılanış tarzı da ilgi çekicidir. Abdülbaki Gölpınarlı 'nın Batın kavramını tanımlarken daha çok kavramın arka planını ifade eden bir açıklama getirmeye çalışmıştır. Ona göre Batın; erken dönem aşırı Şii fırkalar, yıldızları yeryüzünde tasarruf ve tedbir sahibi sayan Sabiiler ve eski Hint­ İran-Yunan inançlarının karışımından oluşan ve İslam dinini bu inanç ve kültürlere uyarlamaya çalışan anlayışların bütünüdür. Batın kavramını İsmai'li ve Karmati gruplarına hasretmekle birlikte, Şii fırkaların tümünü ifade eden bir hareket olarak da tarif edenler olmuştur. Bu düşünce tarzı genel bir kabul görmüş olmasına rağmen Batıni olarak kabul edilen grupların tümü öğreti ve dini ritüelleri açısından bir bütün olarak düşünmek mümkün değildir. Fakat bu grupların ortaya çıkış nedenleri, faaliyetleri ve siyasi otoritelerce algılanma tarzlarında paralellikler vardır.



Ortadoğu'nun antik kültürlerinin tesiriyle IX. yüzyılın ilk yarısında ihtilalci bir karakterle ortaya çıkmış olan gruplarla İslam dünyasında sistemli bir mücadele etmek, ancak Selçuklu döneminde yapılabilmiştir. Özellikle Nizamül-mülk ile Gazali'nin çabaları Batıni gruplarının hareket alanlarını kısıtlamıştır. İslam dünyasında siyasal alanda Batıni adı verilen gruplarla yapılan mücadelelerin yanında onları algılama şekli de Batıni grupları tanıma açısından kayda değerdir. Yukarıda belirttiğimiz gibi farklı bölgelerde muhtelif isimlerle anılmış olmalarına ragmen bu grupların bir kısmı siyasi ve şahsi kaygılarla yeni isimlerle adlandırılmış olduğu bir gerçektir. Batıni ilmine sahip olduğunu iddia eden Ebu Mansur el-İcli'den sonra Batıni te'villeri Ebu'l Hattab sistemleştirmiştir. Ebu'l Hattab'ın fikirleri Ca'fer Sadık'tan sonra oğlu İsmail'i imam olarak kabul eden Meymun el-Kaddah ve oğlu Abdullah aracılığıyla İsma'ililere geçmiştir. Bu manada Batıni tesirlerle gelişmiş olan İsma'iliyye çoğu kez Batıniyye ile aynı çizgide kabul edilmiştir. Ebu'l Hattab ilk dönem İsmailiyye'nin ilk temsilcisi olarak kabul edilmektedir. İsma'ili gruplar farklı isimlerle anılmışlardır. Bu gruplar ilk dönemde Ebu' l Hattab'a izafeten Hattabiyye; Meymun el-Kaddah'a izafeten de Meymuniyye; İsma'iliyye'nin İsmail'ilin kölesi Mübarek'e nispetle Mübarekiyye olarak da adlandırılmıştır.



 İsma'ililer


İsma'iliyye Cafer es-Sadık (148/765)'ın ölümünden sonra başlayan tartışmalarla ortaya çıktı. İsma'ililerin bir bölümü Ca'fer es-Sadık'ın oğlu İsma'il'in halef olarak tayin edildiğini kabul ettiler. İsmail 145/762 da daha babası hayatta iken vefat etmesi üzerine Ca'fer es-Sadık'ın ikinci oğlu Musa el-Kazım yedinci imam olarak kabul edildi. Bu grup İsna Aşeriyye (İmamiyye) olarak adlandırılır. İmametin, Cafer es-Sadık'ın oğlu İsmail'e geçtiğine inananlar ise İsma'iliyye olarak adlandırılmıştır. Hareketin taraftarları, İsmail'in ölümünün ardından (158/774) oğlu Muhammed b. İsmail'in etrafında toplanmışlardı. İvanow, İsma'ililerin, Ebu'l Hattab ile aralarındaki bağlantıyı reddetmelerine karşın, ilk İsma'ililiyye'nin, Cafer es Sadık'ın ilahlığını ve kendisinin de onun tarafından peygamber olarak görevlendirildiğini iddia eden Ebu'l Hattab el Esedi'nin mensupları olduğunu ileri sürmektedir. Fakat daha sonra genellikle Ebu'l Hatab'ı kötüleyen İsma' ili doktrini, onun ve mensuplarının düşüncelerinden etkitenmiş gibi görünmek istememişlerdir. Bununla birlikte IV/X. yüzyılın başlarında yazılan ve Bedahşan İsma'ililerince muhafaza edilen Ümrnü'l Kitab genel düşünceye zıt olarak Ebu'l Hattab'ın Muhammedel-Bakır'ın sadık ve önemli bir öğrencisi oğullarının da İsma'iliyyenin kurucuları arasında olduğunu belirtir. Ebu'l Hattab'dan sonra Meymun el- Kaddah ve oğlu Abdullah İsma'ili öğretisinin ilk öğrencileri olmuştur. Meymun el Kaddah ve oğlu Abdullah b. Meymun el Kaddah, Ortadoğu'nun antik kültürlerinin etkisiyle İsma'ili doktrininin oluşmasını sagladılar. Meymun el Kaddah ile oğlu Abdullah b. Meymun el Kaddah Fatımi hareketinin ataları olarak kabul edilir. İsma'ili tarihi Ca'fer es-Sadık'ın ölümünden 892/3 yılına kadarki dönemi Devr-i Setr (Gizlilik dönemi) 899'den günümüze kadar süren dönemi de Zuhur veya Keşf (Açıklık) dönemi olarak iki döneme ayrılır. Selemiye merkezli İsma'ili propagandasının bir sonucu olarak dünya 12, 20 veya 24 bölgeye ayrılmıştır. Zamanla bu bölgelerde faaliyetleri organize eden dailer, siyasi ve sosyoekonomik nedenlerle merkezden farklı düşünmeye ve bağımsız hareket etmeye başladılar. Abbasi idarecilerin yakın takibi ve İsma'ililer arasında başlayan farklılaşma İsma'ili gruplar arasındaki farklılaşmayı derinleştirdi. İlk ciddi ihtilaflar 286/899 yılında Selemiye'de imametin kendisine ve dedelerine ait bir hak olduğunu ileri süren Ubeydullah el-Mehdi'nin iddiasıyla İsma'ililer bünyesinde önemli bir bölünme ortaya çıktı. Bu ihtilaf İsma'ilileri devlet kurma sürecine sokmuştur. Bu gelişmeler Suriye bölgesinde İsma'ili propagandasını yürüten Hamdan ve Abdan'ın, Ubeydullah tarafından propaganda edilen yeni isma'ili doktrinden desteklerini çekmeye sebep olmuştur. Bundan sonra kendi adlarına bölgede İsma'ili propagandasını sürdürdüler. Bu süreçten itibaren Hamdan başkanlıgındaki gruplar merkezden bağımsız bir hareket olarak kendi ideolojilerini yaymak için faaliyet gösterdiler. Bu hareket Karmatiler olarak adlandırılmıştır. Kuzey Afrika'ya Yemen'den gönderilen propagandacıların (dailer) başarılı faaliyetleri sonucunda bu bölgede oluşan İsma'ili topluluk Ubeydullah'ı "gizli imam" olarak "Mehdi" unvanı ile halife ilan ettiler. Böylece İsma'ililer, 297/909 yılında Fatımiler adıyla anılacak bir devlet kurdular. Fatımı devleti 567/1 171 yılında Selahaddin Eyyubi'nin zaferi ile son buldu. Fatımi idaresinde bulunan İsma'ili gruplar arasında da ayrılıklar baş gösterdi. El-Mustansır'ın uzun hilafeti döneminde (427-487/1036-1096) İsma'ililer, Musta'li ve Nizari olmak üzere iki kola ayrıldı. Musta'li hareketi, 487/1094'den itibaren Mısır, Suriye, Yemen ve İslam dünyasının bazı bölgelerinde İsma'ili merkezden ayrı faaliyet göstermeye başladı. Musta'liler, Nizarilerin karşısında ayrı bir grup olarak propagandalarını sürdürdüler. Musta'liler, el Mustansır'ın ardından oğlu el Amir'i, onun da ölümü ardından iki imamı daha kabul ettiler. Fatımi tahtına Hafız'ın imamlık iddiasında bulunmasıyla Musta'liyye grubu, Hafiziyye ve Tayyibiyye olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Musta'li grubu da diğer İsma'ili gruplar gibi zulüm ve istibdatla idare edilen dünyayı adalet ve doğrulukla yönetecek "Mehdi'nin geleceği" düşüncesini yaymaya çalışmıştır. Sosyal taban olarak da aynı kitleyi hedeflemişlerdir. Özellikle iktisadi buhrandan en fazla etkilenen işçi ve köylü sınıfı ile muhalif grupları hareketlerine çekmeye çalıştılar. Fakat Musta'li grubunun faaliyetleri, Kannati ve Nizari grupları kadar İslam dünyasını derinden sarsmamıştır. Daha sakin ve sesiz bir hayatı benimsemişlerdir. Musta'liler daha çok Yemen ve Hindistan'ın Bombay, Borada ve Haydambad da etkili olmuşlardır. Özellikle Haydarabad'da ortaya çıkmış olan Bohralar, günümüze kadar ulaşmışlardır.


İsma'ililerin en etkili kollarından biri de Nizariler'dir. Nizari İsma'ililileri, İsma'ililiğin Alamut dönemi olarak adlandırılabilir. Hareketin ortaya çıkışından kısa bir süre sonra İran ve Suriye de bir Nizari İsma'ili devletine dönüşmüş olan bu oluşum, Hasan Sabbah tarafından 483/1090'da kurulmuştur. Hareketin faaliyetleri İran da 654/1256 yılına kadar sürmüştür. Hülagü'nün Alamut kalesini almasıyla, hareketin mensupları mevcudiyetlerini İran, Suriye ve Orta Asya'da korumaya çalıştılar. Daha sonra İran'dan Hindistan'a ve Afganistan'a geçerek burada Ağa Hanlar dönemi olarak adlandırdığımız süreçi başlattılar. Nizari İsma'ilileri, Hindistan'da "Hocalar", Pencap'ta "Şemsi" veya "Multani", Suriye'de İsma'iliyye, İran'da Ağa Han müridleri, Kabil'in kuzey bölgelerinde Ali-ilahiler, Orta Asya'nın doğu bölgelerinde "Mollalar" veya "Mavlai" olarak tanınmaktadırlar. Nizariler hem akide, hem de siyasi faaliyet bakımından çok etkili olmuşlardır. Nizariler Selçuklu fütuhatı sonrasında oluşan içtimai ve siyasi karışıklıklardan yararlanmaya çalışmışlardır. Ayrıca İran'daki hedef kitlesi hoşnutsuz topluluklar olmuştur. Bu amaçla şeyh, dai, fedai ve murid adı verilen gruplar aracılığı ile propagandalarını yaptılar. Selçuklular Nizari İsma'ililiğinin İslam dünyası için çok şümullü bir tehlike olduğu düşüncesiyle askeri tedbirler yanında teb'alarının zihinlerini İsma'ili fitnesinden korumak için, Ehl-i sünnet akidesini yaydılar. Ayrıca Mısır'daki Fatımi medreselerinden ve heyetlerinden, sonraları, Alamut'un mümessillerinden gelen propagandaya makul cevaplar vermek için, Bağdat'ta ve diğer şehirlerde büyük medreseler kurdular. Selçukluların Nizarilerle yapmış oldukları siyasi ve sosyal mücadele İslam dünyasının hasret kaldığı kudretli bir otoritenin tesis edilmesine vesile olmuştur.


Ortaçağ ve günümüz İslam dünyasını anlayabilmek için, Karmatilerin IX. yüzyıldan itibaren İslam dünyasına sunmaya çalıştıkları alternatif sosyal yaşam çabalarını incelemek gerekir. Bu amaçla Karmati kavramı, Karmatiler'in sosyal aktivitelerini ve yaşam tarzlarını incelemekte fayda vardır.


Karmati Kavramı


Muhammed el-Mehdi'nin imamet ve Mehdi anlayışında reform yapması, İsma'ililer arasında ayrılıkların baş göstermesine neden olmuştur. Hamdan ve kayın biraderi Abdan'ın Ubeydullah el-Mehdi'nin yeni reformları kabul etmeyi reddederek Selemiye'den bağımsız hareket etmeye başladılar. Bu ihtilaf, İslam dünyasında yeni bir hareketin çıkmasına neden olmuştur. Bu hareket, kurucusunun adına izafeten Karmati veya çoğul olarak Karamita olarak adlandırılmıştır. Karamita, İsma'illyye'nin dallarından birine verilen bir isim olarak kabul edenler de vardır. Bu kavram Kufe'nin Sevad'ında bir İsma'ili lider olan Hamdan Karmat'ın taraftarlarına verildi. Karmat, Hamdan'ın lakabı idi. Karmat kelimesinin kökeniyle ilgili kaynaklarda değişik anlamlar verilmiştir. Onun kaynağı hakkında tarihçiler, mezhep tarihçileri, hereziograficiler ve coğrafyacılar arasında bitmez tükenmez tartışmalar yapılmıştır. Kaynaklarımızda kısa bacaklı veya kırmızı gözlü veya kırmızı derili adam hatta Hamdan'a ait bir buffalo'nun adına izafeten, değişik şekillerde açıklamalar yapılmıştır. Karmat'ın asıl adı Aş'as'tır. Kendisi ve ayakları kısa olması, bu yüzden adımlarını sık attığından, Karmat lakabı verilmiştir. Karmati kelimesi Arami dilinde "Gizli öğretmen" manasma gelmektedir. İbn Esir, Kufe'li köylü Hamdan'nın kan kırmızı gözlere sahip olduğundan kendisine Kermite lakabı verilmiş olduğunu kaydeder. Kermite kelimesi, Nebati dilinde kırmızı göz anlamına gelmesede bu husus, İbn'ül Esir'in fikrini destekler mahiyettedir. El Bagdadi ise Hamdan Karmat'ın yazısının yengeç gibi karmakarışık olduğu için bu lakabın verildiğini belirtir.


Arap ve Avrupalı modern tarihçiler de Karmat kelimesinin kaynağı hakkında değişik manalar vermişlerdir. Massignon bu kelimenin Vasıt'ın yerel Arami diyalektiğinden almış oldugunu iddia eder. İvanow ise, bu kelimenin kökenini Aşağı Mezopotamya kökenli olduğunu belirtir. Ona göre bu kavram, Aşağı Mezopotamya'da Kamlitha veya Karmutha olarak kullanılmaktadır. Kelime bir ziraatçiyi veya basit bir köylüyü ifade eder. Bu anlamların dışında, genel manada Karmati tabiri İslam dünyasına getirmiş olduğu yeni bir yaşam felsefesi, fikirleri, yağmalamaları ve saldırıları ile uğraştıran Karmatiler IX-XII asırlar arasında İslam dünyasını sarsan eşitlik esasına dayanan geniş bir içtimal ıslahat ve adalet hareketini ifade eder. Adı geçen akımın eşitlik ve adaleti sağlamak amacıyla yapmış oldukları propagandanın temelini, Mehdilik ve imamet anlayışı oluşturmuştur. Bu iki kavram Ortaçağ İslam dünyasını sarstığı gibi günümüzde de bu kavramlar tartışılmaktadır. Özellikle günümüzde bu kavramlar ve bunlarla bağlantılı yeni kavramlar birtakım örgütler tarafından da kullanılmaktadır. Karmati terminolojisiyle öğretisinin günümüzdeki yansımalarının anlaşılması günümüz Ortadoğu'sundaki hareketlerin anlaşılmasına da katkı sağlayacaktır.





Mehdi Kavramı


Mehdi kavramı daha çok toplumların idari mekanizmaya karşı olan memnuniyetsizlikleri, zulümle dolmuş dünyayı adaletle dolduracak bir kurtarıcıyı yani "Mehdi'yi Bekleme” temeline oturtulmuştur. Mehdi kelimesi Arapça "hada", "hdy" kökünden İsm-i mef'ul olup hidayete ermiş hidayet bulmuş kişi anlamını taşır. El-Mehdi de "Allah tarafından kendisine yol gösterilen" özel manada ise "Allah'ın hidayetine nail olan" anlamındadır. Kelimenin bu kullanım tarzı Kuran-ı Kerimde yoktur. Aynı kökten Allah'ın Esma-i Hüsna'sından olan el-Hadi kelimesi Kuran-ı Kerim'de beş yerde geçmektedir. Bu kullanım tarzı hidayete ermiş mürşid, rehber delil, gelmekte olup, hidayet yolunu gösteren anlamlarını içermektedir. Mehdi kavramı ise hidayete eren doğru yolu tutan anlamına geldiği gibi "kurtaran", "hidayete erdiren" anlamıyla da kullanılmaktadır.


Kur'an-ı Kerim'de doğrudan doğruya temas etmediği, fakat İslam kültüründe oldukça yaygın bir şekilde yaşatılan ve beklenilen bir kurtarıcı fikri, özellikle kendisine, Allah tarafından yol gösterilen manası ön plana çıktığını görmekteyiz. Şii tarikatlarındaki Mehdi kavramı temelde bu mana üzerine şekillenmiştir. Şii fırkalarının bu manayı kullanmalarından önce gündelik dildeki kullanımıyla "doğru yolu takip eden ve kendilerine yol gösterilen halifeler; Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali" hakkında kullanılmıştır. Müşriklere doğru yolu gösterdiği, müminler Allah'a kulluk etmeye yönelttiği için, Hz. Peygamber hakkında da kullanıldığı bilinmektedir. Kavram, Hz Peygamber sonrası ortaya çıkmış olan siyasi, idari ve sosyoekonomik etkilerin sonucunda, ihtilalci hareketlerin doktrinlerinin de temelini oluşturmuştur. Mehdi kavramıyla paralel ele alınması gereken bir terim de hiç şüphesiz ki imamet kavramıdır. Kannati ve isma'ili grupları için İmam kavramı, iki boyutlu dünyanın bir tarafını oluşturur. Karmatilere göre, süfli alemin iki boyutunu, Peygamber “natık" yani konuşan, imam ise Sarnitso yani susan, esas, vasi' dir. Kainat nasıl akıl ile nefsin tahriki neticesinde hareket ederse, insanlar da natık ile esas tarafından vazedilen kuralların tahrikiyle hareket ederler. Kainattaki yedi felek gibi bunlar da yedişer yedişer devrederler. Nebi ile imamın icra etmiş olduğu görev Karmatilerin dinsel öğretilerinin temelini oluşturmaktadır. Buna göre Peygamber külli akıldan taşan manaları kutsi gücü sayesinde alarak zahiri bir kelama dönüştürür ve insanlara bildirir. İmam ise yaptığı te'villerle bu lafızların gerçek manalarını ortaya koyar.


Daha ileri bir değerlendirme de İmamların, Peygamberlerin getirdiği, nasları te'vil ederek onların gerçek manalarını açıklayan böylece dini emir ve yasakları değiştirebilen kutsi varlıklar olmasıdır. "Esas" ve "Vasi" gibi lakaplarla da anılan "yedullah" ve "vechullah" gibi unvanları taşıyan imamlar aslında uluhiyetin beden kalıbına girdiği şahsiyetler olarak değerlendirilir. İmamlar silsilesi yedi devre halinde devam eder, biri sona erince yeni bir yedili devre başlar. Karmatiler, bu İmamet anlayışıyla idari yapının da üst tabakasını şekillendirmeye çalışmışlardır. Bütün bu farklı açıklamalar göz önüne alındığında, Karmati hareketi ile bağlantılı kavramlar, Ortaçağ İslam dünyasında, zaman mekan içerisinde giderek genişlemiş ve yeni birtakım farklı boyutlar kazanmıştır. Hareketin arka planına baktığımızda İslam öncesi unsurlar akabinde Hz. Peygamber sonrası tartışmalar ve nihayet idarecilerin uygulamalarıyla Karmati-İsma'ili gruplar, tarihi dayanaklara sahip olmuşlar. Oluşturmuş oldukları bu yapıyla, İslam dünyasında Sünni anlayışa alternatif olmaya çalıştılar.



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosoyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ


Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


1700 – 1900 Yılları AVRUPA’sında Nüfus ve Göç Hareketleri

 


Avrupa'da imparatorlukların gelişmesi özellikle nüfusun iki kattan fazla arttığı 19.yüzyılda önemli nüfus hareketlerine neden oldu. 1830'larda Avrupa'dan denizaşırı göçler yıllık 100.000 kişinin üzerindeydi. 1840 ile 1930 yılları arasında yaklaşık 50 milyon insanın Avrupa'dan ayrılarak denizaşırı ülkelere göç ettiği tahmin edilmektedir.

Avrupalı göçmenlerin ekseriyeti Kuzey Amerika'ya gitmişlerdir (Büyük bölümü İngiliz, Alman ve İrlandalıydı). 1800 ile 1917 yılları arasında 36 milyon insan Avrupa'dan ayrılarak ABD'ye gitmişlerdir. 6 milyon Avrupalı ise Güney Amerika'ya, özellikle de İspanyolların, Portekizlilerin, İtalyanların ve Almanların yerleştiği Arjantin ve Brezilya'ya gitmişlerdir. Büyük bölümü İngiliz ve Fransız olan 5 milyonluk bir göçmen kitlesi ise Kanada'ya yerleşmiştir.

Göçmenlerin büyük bölümünün umudu daha iyi bir hayat, verimli ucuz topraklar ve iş bulabilmekti. Kimileri ise iradeleri dışında gönderilmişlerdir: İngiliz suçlular Avusturalya'ya, Fransız suçlular Yeni Kaledonya ve Fransız Guyanası'na yollanmışlardır. Rus Yahudileri ise baskıdan kurtulabilmek için ülkelerinden ayrılmışlar, Orta Asya ve Balkanlara yönelmişlerdir.

1845-1851 y1lları arasında İrlanda kıtlığı sırasında yaklaşık bir milyon insan hayatını kaybetmiş, bir milyon insansa ülkeden ayrılmıştır. İrlandalı göçmenlerin büyük bölümü Kuzey Amerika'ya gitmişlerdir. 1850'lerde pek çok ABD şehrinde İrlandalılar nüfusun dörtte birini oluşturmaktaydılar. Binlerce İrlandalıysa İngiltere, İskoçya, Kanada ve Avusturalya'ya göç etmişlerdir.  Avrupa'nın nüfusu artarken İrlanda'nın nüfusu 1871 yılında 5.5 milyondan 1911 yılında 4.4 milyona düşmüştür.  Patateslerin çürümesinden kaynaklanan kıtlık sadece İrlanda'yı değil, tüm Kuzey Avrupa'yı ilgilendiren büyük bir krizin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.


Alıntıdır.


24 Aralık 2022 Cumartesi

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 




Gündelik Hayatımızda Temizlik - 13


Kazak, Süveter, Hırka


Kazak, süveter ve hırka yenidir. Bunlardan hırka eski ve dönüşmüş, öteki ikisi ithaldir. Hırka, Çinlilerin halen giydiği tarzda, pamuklu, çoğunlukla baklava dilimli dikişli, astarlı üstlüktür. Astarla kumaş arasına pamuk konur. Derviş hırkası denilen ucuzları olduğu gibi, astâr ve yüzü değerli kumaşlardan yapılan süslü ve lüks olanları da vardır. Hırkanın kökeni tartışmalıdır, Arapça hirka'dan geldiği söylenirken, Eyuboğlu Arapça kerake, kerrake ve hirka’nın, adını Kilikya yününden aldığını söyler. Latince Cilicia’dan (Kilikya) türetilen cilicis Kilikyalı ve keçi kılından yapılan kaba giysi anlamlarındadır ve Fransızcada da cilice Kilikya (7. yüzyıl), caraco Türkçe kerake (17. yüzyıl) ile açıklanmaktadır. Her durumda bu günkü önü açık, yünden yapılan hırka ile eskinin hırkası aynı giysi değildir.


Hırka, tarikat ehli arasında ‘taç’ kadar törenseldi ve ancak pir eliyle giydirilirdi. Hz. Muhammed’in sahabesine giydirip hediye ettiği düşünülen hırkalar kutsal emanet olarak saklanmaktadır. Topkapı Sarayı’nda bulunan hırka-i saadet’i peygamber okuduğu övücü şiirler nedeniyle Zübeyr oğlu Kaab’a hediye etmiş, sonra Muaviye bu hırkaya büyük paralar teklif etmiş ve şair ölünce de nihayet satın almıştır. Bu hırka 1,24 m boyunda, geniş kollu, siyah yünlü kumaştan yapılmıştır. İçi kaba dokunmuş krem renkli yünlü kumaşla kaplıdır.

Kazak (Fransızca casaque) Şemseddin Sami’ye göre “geniş kollu bir nevi asker kaputu” (1886), Ali Hazima’ya göre “kolları geniş olup ev içinde giymeye mahsus olan roba”dır (1911). Fransızcaya İtalyanca casaccn’dan giren sözcük 1413’te “tunique d’homme” olarak açıklanır ve Farsça kazagand'dan geldiği bildirilir. Kazağın eski halinin de kalın üstlük olduğu anlaşılmaktadır. Bugünkü kazaktan farkı kolsuz ve V yaka olması olan süveter İngilizce suıeater ‘terlik’den gelmektedir.


Kazak, hırka ve süveterin bugünkü biçimleriyle yaygınlaşmalarında günlük kıyafet kurallarının esnekleşmesi kadar sentetik yün üretiminin de etkisi vardır. Köylü kadınlar yalnızca çorap örmeyi bilirken, ev ekonomisi uzmanı şehirli ev kadınları evin ihtiyacını kendi üretimiyle karşılar; mahallede satış yaparak veya dükkân ve firmalara mal bırakarak geçimini sağlayanlar da vardır. Satın alınsın, evde dokunsun, el işi kazaklar ve ‘marka’lar artık kadın erkek kış giyiminin olağan parçaları olmuştur.



Palto, Manto, Yağmurluk


Paltoya eskiden aba denirdi. Kaput Cumhuriyet’le başladı; palto ise Avrupai kesime sahip kaputtur.


Fransızca capote ve.paletot başlıklı, ‘kapüşon’lu üstlüktür, ikisi de kırsal kesimin kullandığı, 16. yüzyılda yaygınlaşan ve 17.-18. yüzyıllarda askeri kıyafet olarak benimsenen giysilerdir. Bir dönem Asakir-i Mansure-i Muhammediye zabitleri için pelerin, askeri öğrenciler için de kaput yerine pelerin benimsenmişti. Pelerini ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza ile Şevket Dağ, makfarlan denen, kolsuz, cepli, pelerinli paltoyu da Abdülhak Hamil giyerlerdi. Fransızca pardessus (perdessus: üstlük) 1836’da, trençkot (İngilizce trench'Coat: siper, hendek paltosu) 1920’de çıktı.


Kaban Arapça kaba’dan gelir ve İspanya’da köylülerin giydikleri ağır üstlüğe gaban biçimiyle ad olduktan sonra İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren yaygınlaşmıştır.


Latince mantellum'dan Avrupa dillerine çeşitli anlam ve biçimlerde yayılan sözcük Fransızca manteau’dan manto biçimiyle kadın paltosuna ad oldu; mantonun yayılışı Mütareke döneminde İstanbul’a gelen manto ve eşarplı Beyaz Rus kadınlarla oldu.


Amerika yerlileri yağmura karşı ayakkabı ve başlıklarını bir otun sütümsü özsuyuyla sıvıyorlardı. 16. yüzyılda yerlileri taklit eden İspanyollar onların ağlayan, akan anlamında caao-chu (kauçuk) adını verdikleri bu malzemeyi kullanmayı öğrendiler. İspanyolların ağaç sütü adını verdiği sıvı Avrupa’ya götürüldü ve üzerinde birçok çalışma yapıldı. 1748’de Fransız François Fresneau’nun ürettiği daha bükülgen ve az yapışkan madde kötü kokusu nedeniyle başarı kazanamadı. 176l ’de kauçuğun terebentinde çözülmesiyle şeklini değiştirmek mümkün oldu. 1770’de Ingiliz Joseph Peirstley çalışmaları sırasında bu sütlü lateksin grafiti çok iyi sildiğini keşfetti ve İngilizce adı buradan, ovalamak, sürtmek anlamında rnb’dan rubber olarak kaldı (bugün lastik, kauçuk ve silgi anlamlarına gelir). 1791’den itibaren kumaşların su geçirmez hale getirilmesi için kauçuk kullanımıyla ilgili birçok patent alındı. Giyim sanayiinde yağmurluk yapımında kullanılan benzolle işlemden geçirilmiş kauçuk yağmurlukları 1823’te Charles Macintosh icat etti.


Türkiye’de muşammâ kurutucu boyayla su geçirmez hale getirilen bezin adıyken, ilk kauçuk kökenli yağmurluklara da muşamba denildi.



Kaşkol


Boyun ve göğsü koruyan kışlık boyun atkısı, ipekli, pamuklu, tiftik yünden yapılıp uzunluğu ve renkleriyle kıyafetin aksesuarı olduğunda Fransızca cache-col adını alır. Cacher (saklamak, gizlemek, örtmek) ve col (yaka) sözcüklerinden oluşan kaşkolün Fransızcada nez (burun) sözcüğüyle cache-nez biçimi de üretilmiştir. Evde örülen kaşkoldan, marka ve moda olanlara kadar çok yaygın kullanımı varken, şapka, baston, şemsiye gibi aksesuar kullanımının ortadan kalkması, kışlık kıyafetlerde ve üstlüklerde yaşanan gelişmeler, özellikle fermuarlı kışlıkların göğüs ve boynu koruması sonucu daha sıcak tutan ve ucuz ürünler üretilmesi nedeniyle kaşkola artık eskisi kadar ihtiyaç duyulmuyor.



Şal


Farsça ve Hintçe şal, Sanskritçe savata alacalı rengârenk kumaşın adıdır. Atkı gibi baş ve omuza da alınan dört köşe büyük yün, ipekli kumaş ya da örtülere şal denir, Doğu ve Batı’da derviş ve keşişler tarafından kullanılırdı. 1590’da dörde katlanıp başa sarılan, kenarları desenli, dayanıklı ve pahalı uzun beyaz kumaş olarak tanımlanmıştır. 18. yüzyıla kadar Fransızcada châle denilirken, İngiliz etkisi ile chal, Schal, shauıl biçimlerini almıştır. 1680’de Meninski’nin Türkçe sözlüğüne aldığı şal, en ünlüsü Keşmir" olmak üzere Kaşan, Trablus, Horasan ve Lahor’dan ithal edilir, elbise, bohça, vb. dikilen yünlü kumaş olarak kullanılırdı. Şal taklidi yünlü kumaşlara şalaki, hatta Lahor işinin taklidine de lahoraki denir.



Türban


Türban, Avrupalıların Osmanlılarla ilk temas etmelerinden itibaren tülbente verdikleri addır. Meninski tülbenti başa örtülen ince beyaz muslin olarak açıklar. Sözcük Arapça bir yüzü pamuklu kadife olan dul’dan Farsça dul-bant biçimiyle Türkçeye geçmiştir. Avrupa’ya tulipant, toüibarı, turbant biçimleriyle geçtiği gibi Avrupa dillerinde lale anlamına gelen tulip sözcüğünün de yanlış anlama veya benzetme sonucu tülbentle ilişkili olduğu söylenir. Fransız kaynaklarında 1498’de toliban, 1538’de turban olarak görülür. İngiliz kaynaklarında, 1595’te “Türkler gibi at biner, başlarına tolliban sarmazlar”; 1611’de Cotgrave’in Fransızca sözlüğünde “toliban, turbant veya Türk başlığı, Turban: turbant, Türk başlığı, beyaz ince kumaş tan sarık”; 1745’te Zedler’in Universal Lexicon’unda, Türklerin sultanlarının türbanına çok saygı gösterip dokunamadıkları, Tulbentar veya Dul-bentar Aga’nın türban için özel görevlendirilmiş olduğu anlatılır.


Türban 1920-30’lu yıllarda Fransız usûlü baş bağlama olarak çarşaftan çıkan Türk kadınının modern örtünme yolu sayıldı. Örneğin Halide Edip türban bağlıyordu. 1990’lı yıllarda özellikle üniversitelerde başı kapalı kızlarla yönetim arasında giyim nedeniyle sorun yaşandığında, ara model olarak gündeme geldi, ama iki tarafı da memnun etmedi.


Mendil


Çin’den getirilen geniş, hafif keten kumaşlar Fransa’da 15. yüzyılda kadınların çok ilgisini çekmiş ve moda olmuştu. Çinli işçilerin güneşten korunmak için başlarına bağladıkları bu örtüler Fransa’da da couvrechef yani baş örtüsü olarak adlandırıldı. Fakat bu çekici kumaşları alan hanımlar, güneş yokken de onları ellerinde taşıyarak hava atıyorlardı. Ingilizler sözcüğü kercief olarak aldılar ve elde taşındığı için handkerchief olarak adını tam koydular. Avrupa’da zengin kadınlar zaten güneşe karşı şemsiye taşıdıklarından mendil ilk andan itibaren süs öğesi olarak kaldı. 1500’lerde ipek, gümüş ve altın işlemeli mendiller yaygınlaştı. 1599’da IV. Henri’nin on iki yeni, birkaç eski gömleği, beş tane de mendili vardı. İsmin baş harfleri işlenmiş dantelli mendiller I. Elisabeth döneminde İngiltere’de çıktı. Sevgililer birbirlerinin adlarının baş harfleri yazılı mendilleri değiş tokuş ettiler, erkekler şapka bağlarının, kadınlar göğüslerinin arasında taşıdılar bu mendilleri.


Burun silmek için ise çevrede ne bulunursa o kullanılıyordu. Romalıların özellikle ter silmek için kullandıkları sudarium adlı kumaşlar Roma’yla birlikte tarihe karışmıştı. 1530’da Rotterdamlı Erasmus elbise yenlerine burun silmenin doğru olmadığını, mendili tavsiye ettiğini yazıyordu. Yunancadan aldığımız manüli'nin kökü ise Latince havlu anlamında manus (el) sözcüğünden türetilmiş el-bezi mantele’den gelmektedir.


Mendillerin dört köşe oluşu ise, Marie Antoinette’in isteği ve Kral XVI. Louis’nin 1784’de, bundan sonra üretilecek mendillerin “uzunluğu genişliğine” eşit olması için çıkardığı fermana bağlanır.


Mendilin yaygınlaşmasına görgü kuralları, sağlık endişeleri ve mikrobun keşfi kadar sanayinin gelişip kumaşın ucuzlamasının da rolü oldu. Osmanlıların destmal’ı, Anadolu’nun terlik, yağlık adıyla aynı işlevi gören dokumaları varken, bir dönem takım elbisenin ayrılmaz parçası haline gelen, ilkokullarda temizlik kollarının kontrol ettiği mendil, 19. yüzyıl İstanbul’unda aşk oyunlarının işaretleşme aracı oldu. Anadolu’da oyalarıyla aynı biçimde folklora girdikten sonra, kâğıt mendilin yaygınlaşmasıyla hayatımızdan çıktı.



Yelpaze


Eski Mısır’da, filmlerdeki firavunu yelpazaleyen köle görüntülerinden bildiğimiz gibi, yelpaze üst sınıfın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti.

Çin’de yelpaze çok daha yaygın ve çeşidiydi. Çinlilerin yelpazesi IS 6. yüzyılda Japonya’ya geçtiğinde katlanır yelpaze icat edildi ve kadınlar ayrı ayrı dans, çay, vb. yelpazeleri edinirken, erkekler de binicilik, hatta savaş yelpazeleri taşıdılar.


12.yüzyılda Çin’e giren katlanır yelpazede yapılan yeni düzenlemeyle tek parça ipeğin yerine bambu veya fildişine takılı ayrı parçalar kullanılmaya başlandı. 15. yüzyılda Doğu’dan Avrupa’ya çeşitli mallar taşıyan tüccarlar her çeşit Japon ve Çin yelpazesini de tanıttılar. Rönesans’ta zengin kadınların modası olan yelpaze, egzotik kuştüyleriyle ve değerli maden ve taşlarla süslenen bir ziynet eşyası halini aldı. 18. yüzyılda üstleri desenli ve yazılı, daha küçük boyda yelpazeler moda olurken, 19. yüzyılda işlemeli kumaşlar, danteller yaygınlaştı. 18. yüzyılın aşırı süslü kıyafetleri, mendil, şemsiye, baston ve yelpazeyle tamamlanıyordu.

İstanbul’da da İtalya danteli ve sandal ağacından yelpazeler moda oldu ve şemsiyeyle birlikte kadınların aksesuarları arasına girdi. Yelpaze hasır örgü, fildişi, bağa, kumaş, dantel, kuştüyü ve kâğıttan yapılmaya başlanarak çeşitlendi. Birinci Dünya Savaşı ertesinde bütün dünyada ve Türkiye’de kullanımı azaldı. Direktör Ali Bey’in Lehçet’ük Hakayık (1897) adlı mizah sözlüğünde “siper-ifftne” dediği yelpazenin gizli dili de, renk ve çiçekler gibi, geçmişte kaldı.


Uygurcadaki yelpigü ve yelpimek sözcükleri yelpazenin Orta Asya’da kullanılmaya başlandığını gösteriyor. Yelpaze sözcüğünün etimolojisi ise açıklanabilmiş değil.



Eldiven


Eldiven 1930’lara kadar kadın kıyafetinin ayrılmaz parçasıdır ve adabı muaşeret kurallarına göre zarif bir kadın eldivensiz sokağa çıkamaz. Bayram ve törenlerde beyaz, cenazede siyah, gezintilerde çeşitli renklerde olması gibi kuralları vardır. Nureddin Büngül’e göre, ipekten örüldüğü, şallar kumaşlar üzerine inciler ve meşin üzerine elmaslar takıldığı zaman elçek diye bilinirdi, yılan derisinden, güderiden yapılmaya başlanalı eldiven denilir olmuştur. Kaşgarlı Mahmud’un Divan’nında eliglik biçiminde bulunduğu gibi, Anadolu halk ağızlarında da elçek, ellik biçimleriyle vardır ve etimolojik olarak tam anlamıyla açıklanamayan eldiven sözcüğü Türkiye (İstanbul) Türkçesine özgüdür. Eldiven aristokrasi ve burjuvazi arasında gördüğü bu itibarlı dönemden sonra normal işlevine dönmüş, soğuklarda veya iş gereği kullanılmaya devam etmiştir. Eldivenin toplumsal yaşamımızda yaptığı ayrımcılık, çarşıda satılanlar beş parmaklı iken, annelerin ördüğü yün eldivenlerin büyük çoğunlukla başparmağı olup, öteki parmakların aynı kese içine girmesidir.



Şemsiye


Eski Mısır’da şemsiye, yelpazenin uzantısı olarak üst sınıfların statü simgelerinden biriydi. Çin’de şemsiye Budist simgelerden biri ve Çinli memurun onurudur. Şemsiye Eski Yunan ve Roma’ya geçtiğinde (İngilizce şemsiye (umbrella), Latince umbra yani gölge’den gelir) kadın eşyası olarak benimsendi. Amfiteatrda erkeklerin kadın şemsiyeleri yüzünden gösterileri izleyememesi imparator Domitianus’a şikâyet olarak götürülmüş, fakat imparator kadınlar lehine karar vermişti.


1332’de Ibn Battuta İstanbulluları, asker sivil, büyük küçük, bu şehrin insanları yaz kış başlarının üstünde koca şemsiyeler (mahallat) taşırlar, diye anlatmaktadır. Venedik’in parlak çağında, Hindistan’da Timurlular döneminden itibaren, Madagaskar’da ve Aşanti yöneticilerince toplumsal statü simgesi olarak kullanılan şemsiye, John Marignolli (1350), Ruy Clavijo (1404), Barbosa (1516), John de Barros (1553) gibi Avrupalı seyyahlar tarafından tanımlanması gereken tuhaf bir nesne olarak görülmüştür.


yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da şehirli sınıfın şemsiye taşıması âdeti başlamış, Lale Devri’nden itibaren Osmanlı üst sınıfı tarafından da benimsenmiştir. 18. yüzyıla kadar Avrupa’da erkekler şemsiye taşımaz ve ıslanırlardı. Ingiltere’de Jonas Hanway’in (1712-1786) şemsiye taşıma inadı sonucu şemsiye erkeklerce de kullanılmaya başlandı. Hanway Rusya ve Uzakdoğu ticaretinden zengin olmuştu ve kendisini hayır işlerine adamıştı. 1750 yılından itibaren çok az sokağa çıkıyor, her çıkışında da şemsiyesini yanına alıyordu. Eski arkadaşlarınca kadınımsı bulunuyor, sokak serserileri laf atıyor, arabacılar yağmurlu günlerde çamur sıçratıyorlardı. 1786’da Hanway ölmeden önce Ingiltere’de erkekler, centilmenlerin ‘Hanway’ lakabını taktıkları şemsiyeyi kullanmaya başladılar.


II. Abdülhamid döneminde kadın erkek yağmurda siyah, güneşte değişik renklerde, sadakordan, sapı fildişi, gümüş şemsiyeler kullanılması yaygınlaşmıştı. Kadınlar püsküllü, boncuklu şemsiyelerinin altına volan bağlıyorlardı ve erkeklerle şemsiyelerini döndürmeleri, elden ele geçirmeleri, açıp kapamaları, indirip kaldırmaları gibi hareketlerden oluşan şemsiye diliyle konuşuyorlardı. Şemsiyeler pusulayla haberleşmek için de elverişli bir aksesuardı. Araplar şemsiyeye matariye, Farslar baraniye derken, Avrupa’da yağmura karşı umbrella, güneşe karşı parapluie adıyla ayrışmıştır. Türkiye’de halk arasında kullanımı yağmurlu günlerle sınırlı olmakla birlikte adını Arapça güneş anlamında şerm’ten almıştır.


Şemsiye eldiven gibi belirli sınıfın kullanımında olmaktan çıkmış ve sonuçta kullanım alanı daralmış, fakat halka mal olarak yağmurlu günlere özgü hale gelmiştir. Telleri balina kemiği, bakır ve çelik telden yapılan, 1860’dan itibaren sapı ikiye katlanan, otomatik kapanan, çeşitli boy ve renklerde şemsiyeler, genişleyen şehirli nüfus için artık doğal ihtiyaçtır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Atmosferdeki oran

 


Dünya'nın atmosferi de, yaşam için gerekli son derece özel şartların biraraya gelmesiyle tasarlanmış olağanüstü bir karışımdır. Dünya atmosferi, % 77 azot, % 21 oksijen ve % 1 oranında karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından oluşur. 

Öncelikle bu gazların en önemlisi olan oksijenle başlayalım. Oksijen çok önemlidir, çünkü insan gibi kompleks bedenlere sahip canlıların enerji elde etmek için kullandıkları çoğu kimyasal reaksiyon oksijen sayesinde gerçekleşir. İşte biz de bu nedenle sürekli olarak oksijene ihtiyaç duyarız ve bu ihtiyacı karşılamak için solunum yaparız. İşin ilginç yanı, soluduğumuz havadaki oksijen oranının, son derece hassas dengelere dayalı oluşudur. Michael Denton, bu konuya şöyle dikkat çekmektedir:

Atmosferimiz daha fazla oksijen içerebilir ve buna rağmen hayatı destekleyebilir miydi? Hayır! Oksijen çok reaktif bir elementtir. Şu anda atmosferde bulunan oksijenin oranı, yani yüzde 21, yaşamın güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam ideal noktasındadır. Yüzde 21'in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı, bir yıldırımın orman yangını başlatma olasılığını % 70 artıracaktır. 

İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise bu kritik dengeyi şu şekilde ifade etmektedir:

Yüzde 25'lik bir oksijen oranının daha yukarısında, şu anda besin olarak kullandığımız bitki türlerinin çoğu, tüm tropik ormanları ve arktik tundraları yok edecek olan dev yangınlarda yok olurdu... Atmosferin şu anki oksijen oranı, tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamdadır. 

Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması da, mükemmel bir "geri dönüşüm" sistemi sayesinde gerçekleşir. Hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini gerçekleştirir ve karbondioksiti hayat verici oksijene çevirerek canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.

Bu iki canlı grubu, yani bitkiler ve hayvanlar, eğer aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi, Dünya çok kısa sürede yaşanılmaz bir gezegene dönüşürdü. Örneğin hem hayvanlar hem de bitkiler oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede "yanıcı" bir özellik kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya dev bir "tüp patlaması"yla yanarak kavrulurdu. Öte yandan eğer hem bitkiler hem de hayvanlar karbondioksit üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen "boğularak" toplu halde ölmeye başlarlardı.

Atmosferdeki gazların karışımı yaşayan canlılar için çok hassas bir dengededir; her bir gaz doğru oranda ve doğru miktarda bulunur. Örneğin bizler için zararlı olan karbondioksit bile aslında çok çok önemlidir. Zira bu gaz Güneş'ten gelen ışınlardan bir kısmının yeryüzünden yansıyıp uzaya kaçmalarına engel olur ve böylece Dünya'nın sıcaklığının korunmasını sağlar. Atmosferi oluşturan bu gazların oranları Dünya'da meydana gelen biyolojik ve tektonik işlemler sayesinde devamlı olarak dengede tutulur. 

Atmosferdeki bu karbondioksitin Dünya'nın ortalama yüzey ısısını 35 derece yükselttiği tespit edilmiştir. Bu demektir ki, eğer atmosferdeki bu karbondioksit olmasaydı, Dünyamızın ortalama ısısı 14 derece değil, -21 derece olacaktı. Bu durumda bütün okyanuslar donacak ve Dünyada yaşam imkansız hale gelecekti.



Havanın yoğunluğu


Atmosferin çok iyi bir biçimde dengelenmiş bir başka yönü ise, onu soluyabilmemizi sağlayan ideal yoğunluğudur. 

Havanın basıncı 760 mm Hg'dir. Yoğunluğu, deniz seviyesinde, litre başına bir gram civarındadır. Havanın, deniz yüzeyindeki akışkanlığı ise, suyun elli katı kadar fazladır. Herhangi birer değer gibi görünen bu rakamlar, gerçekte insan yaşamı için hayati önem taşımaktadır. Çünkü "hava soluyan canlıların var olabilmesi için, atmosferin genel karakteristik özellikleri -yoğunluğu, akışkanlığı, basıncı vs.- şu anda sahip oldukları değerlere çok benzer olmak zorundadır".

Nefes alırken ciğerlerimiz "hava direnci" adı verilen bir güce karşı enerji kullanırlar. Hava direnci, havanın harekete karşı gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ancak bu direnç, atmosferin özellikleri sayesinde çok zayıftır ve ciğerlerimiz kolaylıkla havayı içeri çekip dışarı itebilirler. Bu direncin biraz artması ise, ciğerlerimizin zorlanmaya başlamasına neden olacaktır. Buradaki mantık şöyle bir örnekle açıklanabilir: Bir enjektörün iğnesinden su çekmek kolaydır, ama aynı iğneyle bal çekmek çok daha zordur. Çünkü bal, sudan daha az akışkanlığa ve daha yüksek bir yoğunluğa sahiptir.

İşte eğer atmosferin yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerleri biraz farklılaşacak olsa, nefes almak bizim için bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktır. Bu durum karşısında "o zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir" diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesinden bahsetmek ise yanlıştır. Çünkü o zaman ciğerlerde bulunan ve çok geniş yüzey alanına sahip olan küçük kanalcıklar iptal olacaktır. Bu durumda ise ciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşmaktadır. Yani havanın yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerlerinin mutlaka belirli bir aralık içinde olması şarttır. Bugün soluduğumuz havanın sahip olduğu değerler ise tam bu dar aralığın içindedir.

Prof. Michael Denton, bu konu hakkında şu yorumu yapar:

Eğer havanın yoğunluğu ya da durgunluğu biraz daha fazla olsaydı, hava direnci çok büyük oranlara çıkacaktı ve hava soluyan bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen oranını sağlayacak bir solunum sistemi tasarlamak imkansız hale gelecekti... Muhtemel atmosfer basınçları ile muhtemel oksijen oranlarını karşılaştırarak "hayat için uygun" bir rakamsal değer aradığımızda, çok sınırlı bir aralıkla karşılaşırız. Hayat için gerekli olan çok fazla şartın hepsinin bu küçük aralıkta gerçekleşmesi- ve atmosferin de bu aralıkta olması-elbette ki çok olağanüstü bir uyumdur.

Atmosferin rakamsal değerleri, sadece bizim solunumumuz için değil, mavi gezegenin "mavi" olarak kalması için de önemlidir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden beşte bir kadar azalsa, denizlerdeki buharlaşma oranı çok fazla yükselecektir. Atmosferde çok yüksek oranlara varacak olan su buharı, tüm Dünya üzerinde bir "sera etkisi" oluşturarak gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltecektir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı oranı büyük ölçüde azalacak ve Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecektir. 


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak