24 Aralık 2022 Cumartesi

DÎNİ SÖZLÜK “G”

  

 

GANÎMET:

 

Harpte düşmandan zorla alınan mal.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Şimdi elde ettiğiniz ganîmetten helâl ve hoş olarak yiyin. (Enfâl sûresi: 69)

 

Ganîmetler bana helâl kılındı. Benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı. (Hadîs-i şerîf-Buhârî-Müslim)

 

Düşmandan alınan ganîmet, dâr-ül-İslâm'a (İslâm memleketine) getirilince, askerin hakkı olur. Fakat, taksim edilmeden önce mülk olmaz. Ganîmetin beşte biri beytülmâle (hazîneye) verilir. Geri kalanı askere dağıtılır. (İbn-i Âbidîn)

 

GARÂMET:

 

Borçlanılan şeyi ödeme. Bir çeşit vergi.

 

Müslümanların, hıristiyanlara ve yahûdîlere yapmakla yükümlü oldukları muâmele şekli, bizzat Resûlullah efendimizin, bütün müslümanlara hitâben yazdırdığı şu mektûbda açıkça bildirilmiştir. Mektûbun tercümesinin bir kısmı şöyledir:

 

Bu yazı, Abdullah oğlu Muhammed'in, bütün hıristiyanlara verdiği sözü bildirmek için yazılmıştır... Müslüman olmayan herkes, benim himâyem (korumam) altındadır. Hıristiyan manastırlarının (kiliselerinin) hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp, müslüman mescidleri için kullanılmasın. Ticâret yapmayan ve ancak ibâdet ile meşgûl olan kimselerden, her nerede olursa olsunlar, garâmet almayın... (Feridun Bey-Mecmûa-i Münşeât-üs-Salâtîn)

 

GARAZ:

 

1. Kin, içinden düşmanlık yapmak.

 

2. Gâye, maksad, arzu, dilek, istek.

 

Hâsılım yok ser-i kûyunda belâdan gayrı

 

Garazım yok, reh-i ışkında fenâdan gayrı

 

(Fuzûlî)

 

(Ey sevgili! senin bulunduğun yerde, benim belâdan başka bir kazancım yoktur. Aşkının yolunda, yok olmaktan başka bir maksat, gâye taşımıyorum.)

 

GARER:

 

Tehlike, zarar. Sonu belli olmayan şüphe ihtimâli olan satış.

 

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem garer bulunan satışı, yasak etmiştir. Bu sebeble yakalanmadan önce, balığı, havadaki kuşu, kaçıp, kayıp olan hayvanı satmak bâtıldır. Hattâ sonra gelip müşteriye teslim edilse yine satış geçerlilik kazanmaz. (M. Ebû Zühre)

 

GARÎB:

 

1. Yabancı, memleketinden uzakta bulunan, kimsesiz.

 

Garîb hastalanır, dört yanına bakınır da, tanıdık bir kimse göremezse, Allah onun geçmiş günâhlarını affeder. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)

 

Dünyâda garîb veya yolcu gibi ol ve kendini ölmüş say. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

 

Garîbler azdır. Onları sevmeyenler çoktur. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

 

En garîb ve muhtac olduğun gün, kabre konduğun gündür. (Ebû Zer Gıfârî)

 

Gariblere merhamet etmek Resûlullah efendimizin sünnetidir. Nerede bir garip görsen ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır. (Ahmed Yesevî)

 

GASB:

 

Başkasının malını izinsiz (rızâsı olmaksızın) zorla elinden almak. Malı alana gâsıb, alınan mala mağsûb denir.

 

Gasb, haram olduğu gibi, gasbedilen malı; hediye, sadaka, ücret olarak almak, kirâ ile kullanmak da haramdır. (Abdülganî Nablüsî)

 

Bir müslüman ölüp geriye gasb edilmiş bir mal bıraksa, vârislerin bu malı, parayı alması helâl olmaz. Vârislerin bu malı sâhibine, eğer sâhibi bilinmiyorsa fakîrlere vermesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

 

GASÎL-ÜL MELÂİKE:

 

Melekler tarafından yıkanan; Eshâb-ı kirâmdan Uhud harbinde şehîd olan ve cenâzesini meleklerin yıkadığı Peygamber efendimiz tarafından müjdelenen Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretleri. (Âdem aleyhisselâmı da melekler yıkamıştır.)

 

Hanzala'ya Gasîl-ül melâike lakabı verilme hâdisesi şöyle olmuştur:

 

Hanzala Uhud gazâsına çıkılacağı gece evlenmişti. O gecenin sonuna doğru Peygamber efendimizin harb haberini alınca, boy abdesti alma fırsatı bulamadan Uhud harbine katıldı ve şehîd oldu. Harb sonrası Medîne'ye dönüldüğünde, hanımı, Hanzala'yı sorunca, Resûlullah efendimiz şehîd olduğunu bildirdi. Hanımı tekrar: "Yâ Resûlallah! O, boy abdesti almadan harbe katılmıştı, bulunup yıkansın" deyince, Peygamber efendimiz; "Sen Hanzala için hiç merak etme. Ben Hanzala'yı rahmet suları ile melekler tarafından yıkanırken gördüm" buyurdu. (İbn-ül-Esîr, İbn-i Hacer)

 

GASL:

 

Yıkamak, yıkanmak. Ölünün cenâze namazı kılınmadan ve kefenlenmeden önce teneşir tahtası üzerinde, ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırıp, göbeğinden dizlerine kadar bir örtü ile kapatılarak yıkanması.

 

Âdem aleyhisselâm vefât edince, melekler Cennet'ten hanût ve kefen getirdiler. Su ve sedir yaprağı ile gasl ettiler. Üçüncüsünde kâfûr koydular. Üç kefen ile kefenlediler. Namazını kıldılar. Lahd (mezârın içinde kıble tarafının biraz açılması) yaptılar. Defnettiler. Sonra çocuklarına dönerek, ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız!" dediler. (Sa'lebî, Nişâncızâde, Mirhaund)

 

Meyyiti gasletmek, kefenlemek, cenâze namazı kılmak farz-ı kifâyedir (bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinin üzerinden düşen farz). (İbn-i Âbidîn)

 

GÂŞİYE SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin seksen sekizinci sûresi.

 

Gâşiye sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi altı âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen Gâşiye kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede kıyâmet ve âhirete âit haberler bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs-Taberî)

 

Allahü teâlâ Gâşiye sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Cennet'te yüksek sedirler ve tahtlar vardır. (Âyet: 13)

 

Kim Gâşiye sûresini okursa, Allahü teâlâ (kıyâmet gününde) onun hesâbını kolay eyler. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

GAVS:

 

Yardım eden. Evliyâ arasında kullara yardımla vazîfelendirilen velî zât.

 

Muhyiddîn-i Arabî'ye göre gavs, medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine göre ise, medâr kutbundan ayrı ve daha yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeble, medâr kutbu birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makamlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır. (S.Abdülhakîm Arvâsî)

 

Gavs-ı A'zam:

 

Büyük gavs (yardımcı). Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabı.

 

Gavs-üs-Sakaleyn:

 

İnsanlara ve cinlere yardım eden büyük velî Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin lakabı.

 

Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, tasavvufta Gavs derecesine ulaşmıştır. İnsanlara ve cinlere yardım etmesi ve imdatlarına yetişmesi sebebiyle Gavs-üs-sakaleyn ve Gavs-ül-a'zam lakablarıyla meşhûr olmuştur. (Şâh-ı Nakşibend)

 

GAVUR:

 

Müslüman olmayan, îmânsız.

 

GAYB:

 

Hazır olmama, gizli kalma. Hazır olmayan gizli kalan, görünmeyen.

 

1. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bildirilmeyen, his organları, tecrübe ve hesâb ile anlaşılmayan gizli şeyler.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Gaybları ancak Allahü teâlâ bilir. O'ndan başka kimse bilemez. (En'âm sûresi: 59)

Gayb olan şeyler beştir. Onları yalnız Allahü teâlâ bilir. Ana rahminde olanı, yarın ne olacağını, ne zaman yağmur yağacağını, nerede ve ne zaman öleceğini, kıyâmetin ne zaman kopacağını. (Hadîs-i şerîf-Buhârî-Müslim)

 

2.   Akıl ve his (duyu) organları ile bilinemeyip, ancak peygamberlerin haber vermesi ile bilinen, Allahü teâlânın sıfatları, âhiret günü, öldükten sonra dirilmek, canlıların mahşer yerinde toplanması, hesab vermeleri v.b şeyler.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Onlar gayba îmân ederler. (Bekara sûresi: 3)

 

Gaybları bilen yalnız O'dur (Allahü teâlâdır). Bildiği gizli şeylerden dilediği kadarını yalnız peygamberlerinden istediğine açıklar. (Cin sûresi: 26)

 

3. Mahlukların bir kısmının bilip, diğer kısmının bilmediği şeyler.

 

Cinlerin hâlleri, yaşayışları, insanlar için gaybdır. Uzak yerlerdeki şeylerin durumları cinler için gayb olmadığı hâlde, insanlar için gaybdır. Bundan dolayı bâzı kimseler, cinlerin gaybı bildiğini iddiâ etmişlerdir. Hâlbuki onlar, görmediklerini değil, gördükleri şeyi bilirler. Eğer cinler gaybı bilselerdi, Süleymân aleyhisselâm onları çalıştırırken, vefât ettiğinde, onun vefâtını da bilirlerdi. Hâlbuki bilememişlerdir. Yine semâlardaki (göklerdeki) şeyler, semâ ehline (meleklere) göre gayb olmadığı hâlde, insanlara gaybdır. Aynı şekilde doğudaki şeyler de batıdakilere göre gaybdır. Bu kısım gayb bâzan vahy ve ilhâm ile, bâzan aradan perdelerin kaldırılması veya bunların şeffaflaştırılması sûretiyle bilinir. Perdelerin kaldırılması şeklindeki bilme, mûcize ve kerâmet kâbilinden olsa bile, gaybı bilme değil, gördüğünü bilmektir. (Senâullah Pânî Pütî)

 

Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Gaybı, gizli, bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)

 

GAYBET:

 

Tasavvufta, kalbin kendisine gelen mânâlarla meşgul ve onlara dalmış olarak, kendisinden ve halkın işlerinden, etrâfında olan şeylerden habersiz olması.

 

Gaybet hâlindeki kimse, hissini ve şuurunu kaybeder. Kalbi, kendisine gelen feyzler ve ilhâmlar, mânevî ilimler ile meşgûl olur. Rebi' bin Heysem bir gün İbn-i Mes'ûd'un (r.anh) huzûruna giderken, bir demirci dükkanının önünden geçiyordu. Körüğün ağzında kızarmış bir demir gördü ve cehennemliklerin Cehennem ateşindeki hâllerini hatırlayıp kendisini bir gaybet hâli kapladı. Kendinden geçip yere düştü. (Abdülkerîm Kuşeyrî)

 

GAYRET:

 

Bir kimseden fâidesi bulunmayan, zararlı olan bir şeyin ayrılmasını istemek, böyle şeyleri reddetmek, kabûl etmemek.

 

Allahü teâlâ mü'min kuluna gayret eder. Mü'min de mü'mine gayret eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Malını; haramda, zulümde, İslâmiyet'i yıkmada, bid'atleri ve günâhları yaymakta kullananın malının yok olmasını istemek de hased olmaz din gayreti olur. (Muhammed Hâdimî)

 

İlmini; mal, mevkî ele geçirmek, günâh işlemek için kullanan din adamından ilmin gitmesini istemek gayret olur. (Hâdimî)

 

Gayret-i İlâhiyye:

 

Allahü teâlânın kullarından beğenmediği hallerin ayrılmasını istemesi, böyle şeylere rızâ göstermemesi.

Önceki ümmetlerde kibir sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Yûsuf aleyhisselâmın şerbetçiye; "Sultanın yanında benim ismimi söyle" demesi gayret-i ilâhiyyeye dokunarak birkaç sene zindanda kalmasına sebeb oldu. (Muhammed Hâdimî)

 

Dâvûd aleyhisselâm, duâ ederken; "Yâ Rabbî! Evlâdlarımdan bir kaçının namaz kılmadığı hiçbir gece yoktur ve oruç tutmadığı hiçbir gün geçmemiştir" demişti. Dâvûd aleyhisselâmın bu sözü gayret-i ilâhiyyeye dokundu ve Allahü teâlâ; "Ben dilemeseydim, kuvvet ve imkân vermeseydim, bunların hiçbiri yapılamazdı" buyurdu. (Muhammed Hâdimî)

 

GAYR-İ MEŞRÛ:

 

İslâmiyet'e uygun olmayan iş ve hareketler.

 

Kadın da, erkek de para kazanmak için haram işlememeli ve hiçbir namazı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık helâlden isteyene helâl yoldan, haramdan isteyene haram yoldan gelir. Gayr-i meşrû yoldan kazanan; hem büyük günâhları işlemiş olur, hem de kazandıklarının hayrını, bereketini görmez. (Muhammed Rebhâmî)

 

Gayr-i meşrû hayat yaşayanlarda frengi ve belsoğukluğu gibi pek çok zührevî hastalıklar görülmektedir. (Fâideli Bilgiler)

 

GAYR-I MÜEKKED SÜNNET:

 

Müekked olmayan sünnet.

 

Resûlullah efendimizin bâzan yapıp, bâzan yapmadığı ibâdet ve tâatler.

 

GAYR-İ MÜSLİM:

 

Müslüman olmayan.

 

Gayr-i müslimlerin yüzüne karşı; "Yâ kâfir!" demek günâhtır. Çünkü onlar kendilerini kâfir bilmiyor ve kâfir denilince inciniyorlar. (Alâüddîn Haskefî)

 

Müslüman olsun, gayr-i müslim olsun hiçbir insanın malına, canına ve ırzına, nâmusuna dokunmak câiz (uygun) değildir. (Muhammed Hâdimî)

 

GAYÛR:

 

Gayreti çok olan. Kötülük ve çirkinlikleri şiddetle reddeden.

 

Resûlullah  efendimiz  bir  defâsında  Ensâra  (Medîneli  müslümanlara)  buyurdu  ki:

 

"Reîsinizin sözünü işitiniz! O çok gayûrdur. Ben ondan daha çok gayûrum. Allahü teâlâ, benden daha gayûrdur." (Berîka)

 

GAZÂ:

 

İnsanların İslâmiyet'i işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri yâhut müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna tecâvüz eden düşmanı kovmaları için yapılan muhârebe.

 

Kim evinde oturduğu hâlde Allah yolunda mal infak ederse, (harcarsa), onun her dirheminin (4.8 gram gümüş) karşılığında yedi yüz dirhem vardır. Bizzât Allah yolunda gazâya gider ve bu yolda da infakta (harcamada) bulunursa, onun her dirhemine karşılık yedi yüz bin dirhem vardır. (Hadîs-i şerîf-Tergîb-ül-İbâd)

 

Denizde cihâd edenin karadakine üstünlüğü, on gazâ yapmak kadardır. (Hadîs-i şerîf-Tergîb-ül-İbâd)

 

Gazâ Ordusu:

 

Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanı korumak için düşmanla savaşan müslüman askerler.

Gazâ ordusu, duâ ordusuna muhtaçtır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

GAZAVÂT:

 

Gazâ kelimesinin çoğulu.

 

GAZAB:

 

Hiddet, öfke, kızgınlık.

 

GÂZİ:

 

Allahü teâlânın dînini yaymak, din, nâmus ve vatanına saldıran düşmanı kovmak için savaştıktan sonra geri dönen müslüman.

 

Bir gâziye veya mücâhide yardım edeni, Cenâb-ı Hak mahşerde (gölge olmayan günde)

 

gölgelendirir. (Hadîs-i şerîf-Tergîb-ül-İbâd)

 

Ey mes'ûd ve bahtiyâr kardeşim! Amel ve ibâdet, niyet ile olur. Kâfirlere karşı savaşa giderken, önce niyeti düzeltmelidir. Ancak, bundan sonra sevâb kazanılır. Muhârebeye (savaşa) gitmekten maksad; Allahü teâlânın ismini, dînini yaymak ve yükseltmek, din düşmanlarını zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır; adam öldürmek, can yakmak niyeti ile cihâda gitmemelidir. Gazâdan selâmetle çıkan gâzi olur, mücâhid olur. Ölen, hâlis şehîd olup, en büyük sevâblara, nîmetlere kavuşur. (İmâm-ı Rabbânî)

Mardin

 


Emeviler (Ümeyye Oğulları Devleti) (H. 41-132/M. 661-750)

 


Emevi devleti kurucusu ve ilk hükümdar ve halilesi Muaviye'ydi. Ümeyye Oğulları'nın halifeliği Raşid Halifelerin halifelik anlayış ve biçiminden farklıdır. Raşid Halifeler döneminde halifeler, nefislerini dünyevi arzu ve hırslardan arındırmış, tüm çabalarını öte dünya ve hesap verme düşüncesiyle sınırlandırmış, daima halkın iyilik ve rahatı için çırpınan kişilik ve özellikleriyle sivrilmişlerdi. Emeviler devrinde ise hilafet dünyevi bir saltanat biçimine döndü. Raşid Halifeler zamanında halife, saf ve temizlik, doğruluk ve adaletle kendini halka sevdirerek, hakimiyet ve otoritesini yürütürken, Emeviler devrinde, vaziyet ve ortama göre hareket ediyor, halkı korkutarak veya para ve ihsanlarla satın alarak kendilerine destekçi yapıyor ve bu şekilde hükümlerini sürdürüyorlardı. Bunun nedeni, hilafeti ele geçiren Muaviye'nin Hulefa-i Raşidin gibi, yalnızca ahiret saadeti amacıyla hilafeti talep etmemesidir. Muhtemelen Şam'da, elinde bulunan büyük zenginlik olmasaydı, Muaviye halifeliği ele geçirmekte başarılı olamayacaktı. Halifeliği elde edince etrafa mal ve para dağıtarak kendi yandaşlarının maaşlarını da artırmıştı. Bu paralar özellikle de Haşim Oğulları'na veriliyordu. Bununla amacı halifeliği kendilerinden aldığı için hakkında besledikleri düşmanlık ve intikam duygularını sakinleştirmek veya değiştirmekti. Bu yüzden Haşim Oğulları'ndan biri, kendisini ziyaretine geldiğinde çok fazla iltifat ve ikramda bulunur onu memnun etmeye çalışır, her ne işi varsa hepsini öne alır ve çözüme kavuştururdu. Pek çok kez Haşim Oğulları, Muaviye'nin huzurunda bulundukları sırada halifeliğin kendi hakları olduğunu, Muaviye'nin yüzüne karşı halifeliği çaldığını söylerlerdi. Muaviye bunların hepsini büyük bir sakinlik ve sessizlikle dinler ve hoşgörüyle karşılık verirdi. Hediye, bahşiş ve yumuşaklıkla dillerini keser, yani ağızlarını kapatırdı.


Muaviye savurganlığı, saltanatta gösteriş ve debdebeyi Rumlardan almış ve onlarda olduğu gibi kendisine özel muhafızlar tayin etmiştir. Muaviye yolda yürürken ve namaza gidip gelirken bu muhafızlar ellerinde mızraklarla kendisiyle beraber gider ve ona korumalık yaparlardı. Ayrıca kendisine ait bir saray yaptırmış ve içine saltanat tahtı kurdurmuştur. Kapısına yağver ve teşrifatçı koydurdu. Camide de namaza geldiğinde, namazı içinde kılmak üzere kendisine ait özel bir bölüm yaptırdı. Muaviye, büyük olasılıkla bu tedbirleri Hz. Ali'ye yapılan suikastın kendisine de yapılacağını düşündüğünden yapmış olmalıdır. Zaten daha önce bir suikasta uğramış ancak hayatını bir tesadüf eseri kurtarabilmişti. Muaviye ipekli ve kadife elbise giymek gibi işlerde de Rumlara özenmiştir. Aşağıda ayrıntılı olarak üzerinde durulacağı gibi, İran ve Rumlarda olduğu gibi posta ve istihbarat teşkilatını kabul ederek, divan dairesini kurduran da Muaviye'dir.


Muaviye'nin İslam devleti bünyesinde yaptığı yeniliklerden biri de, öteden beri seçimle belirlenen halifelik makam ve kurumunu, kendi soyu için ırsi bir şekle çevirmesidir. Başlangıç olarak önce kendisi oğlu Yezit'e biat ettikten sonra, halkı da onun veliahtlığına biat etmeye davet etti. Oysa, Hz. Ali'nin vefatından sonra oğlu Hasan'a yapılan biat şekli böyle değildi. Hz. Hasan'a halk, bir zorlama olmaksızın kendi istekleriyle biat etmişti. Hz. Ali halifeliği kendi oğluna vasiyet etmemişti.


Emevilerin halifeliği ele geçirmelerine yardım eden hususlar nelerdir?


Gerek Muaviye gerek kendisine biat eden halk, halifeliğin Peygamber'in Ehl-i Beyti'nin hakkı olduğunu bildikleri halde, halifeliği Ehl-i Beyt'ten alarak kendi sülalesine bırakması konusunda, Muaviye'ye yardım eden etkenlerin gerçekten iyi incelenmesi gerekir. Kuşkusuz bu etken ve nedenler çeşitlidir. Muaviye amacına ulaşmak için Amr b. el-As gibi çok ünlü bir dahiyi kendisine yandaş ve danışman yapmıştı. Amr, Mısır valiliğine karşılık hemen Muaviye'ye biat etmişti. O cümleden olarak babası belli olmayan fakat deha ve dirayet sahibi olan Ziyad b. Ebih'i (babasının oğlu Ziyad) de kendisine yandaş yapmıştı. Muaviye, Ziyad'ın babası yönünden olan şaibesini silmek için onu temize çıkaracak bir hayat hikayesi uydurdu. Ziyad'ın, kendi babası Ebu Süfyan tarafından kardeşi olduğunu iddia ederek ve kendi kütüğüne dahil ederek Ziyad b. Ebi Süfyan adını verdi. Bu nedenle Ziyad, Muaviye'nin en büyük destekçisi ve yardımcılarından oldu ve Irak vs. bölgelerde Emeviler'in yayılması ve güçlerini artırmaları uğrunda büyük hizmetlerde bulundu. Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'i o meşhur olayda (Kerbela Olayı) (H. 10 Muharrem 61/M. 10 Ekim 680) şehit eden Ziyad'ın oğlu Abdullah'tı. Ziyad'ın oğulları ve torunları 3. Abbasi halifesi Mehdi'nin zamanına kadar (159) Kureyş'e bağlanarak geçinmişlerken, söz konusu halife onların soylarını Sakif kabilesinden Ubeyd el Rumi adında bir adamın üzerine yazdırarak kendilerini Kureyş sülalesinden çıkarmıştır.


Muaviye'nin bu şekilde kendisine yandaş yaptığı dahilerden biri de Mugire b. Şu'bey'di. Oğlu Yezid'e biat etmeye ve halifeliği kendi sülalesine ait kılmaya Muaviye'yi cesaretlendiren, heveslendiren ve Ziyad b. Ebih'i Muaviye'ye getirip ona destekçi yapan da bu kişiydi.


Tarihçiler bu dört adamı, Arapların en büyük dahileri (duhat-ı erbaa) olarak kabul ederler, üstelik o tarihçilerden biri bunları şu şekilde anlatır: "Muaviye gibi bilim ve teennisi çok adam görmedim. Toplu bir halde bulunan adamlara galip gelmekte ve hayatını tehlikeye atmakta Amr b. el-As kadar kudret sahibi bir adama rast gelmedim. Ziyad kadar içi dışına benzeyen bir adam bulunamaz. Mugire'ye gelince, bu adam sekiz kapılı bir kentte bulunup o kapılardan hiçbirinden hile ve oyun yapmaksızın çıkmak mümkün olmasa, Mugire o sekiz kapının hepsinden de çıkabilir".


Hz. Ali'nin, hakimiyette hileyi ve devlet idaresinde kurnazlığı uygun görmemesi, Muaviye'nin başarılı olmasına yardım eden en önemli etkenlerden biridir. Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra Hz. Ali'ye biat olunduğu sırada Hz. Ali'nin icraatı bu iddiamıza delildir. Çünkü o sırada Mugire, Hz. Ali'ye giderek, halifelik makamının kontrolünü büsbütün elde edinceye kadar Zübeyr, Muaviye, Talha'yı vs. valileri, Hz. Osman'ın zamanında olduğu gibi, görevlerinde bırakması ve tüm halk kendisine biat ettikten sonra o zaman istediğini yapması gibi, zekice bir görüş ve taktik ileri sürmüştü. Ancak, Hz. Ali bu gibi sözleri hile, sahtekarlık ve halkı aldatma olarak kabul ettiğinden bu görüşe önem vermedi. Amca oğlu Abdullah b. Abbas da aynı öğütte bulundu. Hz. Ali onu da dinlemedi. Mugire, sözlerinin etkisiz ve yararsız kaldığını görünce Hz. Ali'nin fikrine uymaya karar verir ve ertesi gün Hz. Ali'nin yanına gider ve önceki günkü savaşta Hz. Ali tarafından ileri sürülen görüşün çok yerinde olduğundan söz eder. Oysa Hz. Ali, Mugire ile ibn Abbas'ın görüş ve değerlendirmelerine göre hareket etmiş olsaydı onlardan hiçbiri kendisine düşman olmaz, ne Mugire ne de destekçilerinden diğerleri taraftarlığı bırakmaz, Cemel ve Sıffin olayları olmaz ve halifelik de Emevilere geçmezdi.


Muaviye ve diğer Ümeyye Oğulları'nın egemenliklerini güçlendirmek için kullandıkları diğer etkili bir kuvvet daha vardı ki, o da paraydı.


Bunlar para ile menfaat sağlayarak kendilerine yandaş gruplar elde ediyorlar ve yine onun sihirli gücüyle kendi düşmanlarını kendilerine yaklaştırıyor ve bağlıyorlardı. Şöhret sahibi bir şair, makam sahibi bir kişi onlara başvurunca, onu bağış ve hediyelerle minnet altında boğuyorlardı. Bu yöntemlerle Hz. Ali ve soyuna karşı galip geldiler. Oysa, Hz. Ali ve yandaşları paranın bu şekilde kullanılmasına tenezzül etmedikleri gibi bunu bir ahlaksızlık kabul ediyor ve bir konuda haklı olmanın tek başına başarı ve zaferi elde etmek için yeterli olduğuna inanıyorlardı. Aslında, halk henüz kişisel yarar ve emellerin peşine düşmeden önce, İslam’ın ilk yıllarında Peygamberliğin saygınlık ve görkemi herkesin üzerinde etki yaptığı dönemde, Hz. Ali ve yandaşlarının savunduğu bu düşünce başarılı olmuştu. Ancak daha sonra zemin ve zaman değişmişti. Para ve menfaat en büyük güç ve etkiye sahipti. Bize göre, ortada para ve menfaat sağlamanın rolü olmasaydı Küfe halkı Hz. Hüseyin'e ettikleri biattan dönmezler ve onun şehadetiyle sonuçlanan Kerbela olayı gibi feci bir sonuç yaşanmazdı. Kısacası, Hz. Hüseyin'i şehit edenler para karşılığında şehit etmişlerdi. Hz. Ali'den sonra halifeliği kendi nefsi için elde etmeye çalışan büyük sahabilerden Abdullah b. Zübeyr'i şehit edenler de aynı şekilde para kuvvetiyle öldürmüşlerdi. Abdullah b. Zübeyr, Emeviler gibi yanındaki paraları kendisi saçıp dağıtmış olsaydı halifelik Emevilerin değil belki kendisinin ve sülalesinin olacaktı. Abdullah, Kabe'nin mallarını halka vermek istemedi. Ancak böyle yapmakla kendine kötülük yapmış oldu. Öyle ki, onun rakibi ve düşmanı olan Emevi halifesi Abdülmelik bu hususu, daha sonra ölüm döşeğindeyken açıkça şu sözlerle anlatmıştır: "Hilafet işlerini idare edecek benden daha güçlü bir adam yoktur. lbn Zübeyr çok namaz kılar, çok oruç tutar, ancak cimriliğinden dolayı elinden idare ve iş gelmez.


Ancak garip olan şudur ki; Hz. Abdullah b. Zübeyr hakkında halk tarafından böyle cimrilik yakıştırması yapılırken, onun kardeşi Musa'b b. Zübeyr o sırada gerek kendisi gerekse yakınları için çok para harcıyordu. Üstelik Hz. Hüseyin'in kızı Hz. Sekine'nin evliliğine 1 milyon dirhem (frank) harcamıştı. Halbuki askerler büyük bir sıkıntı içindeydiler ve para istiyorlardı. Onlara verilmiyordu. Başka yerlere saçılıp dağıtılıyordu. Bunun üzerine Abdullah b. Hümmam, Abdullah b. Zübeyr'e durumdan şikayetini gösteren şu anlamda üç beyit yazıp gönderdi:


"Müminlerin emrini aldatmak istemeyen bir nasihatçiden şu sözleri bildir. Asker kumandanları aç bırakılarak, bir kızın çeyizine ve düğününe 1 milyon verilmez. Hz. Ömer'e bu sözlerimi söylesem size ettiğim bu şikayeti ona etsem ürperirdi."


Abdülmelik, otorite ve yönetimini daha da güçlendirmek için, Ümeyye Oğulları hükümdarları içinde para ve mal dağıtımında en fazla ileri giden kişiydi. Ünlü Haccac b. Yusuf (M. 661-714), ibn Zübeyr'i Kabe'de kuşattığı zaman (M. 692) adamlarına; Kabe'nin mancınıkla taşa tutulmasını emretmişti. Bu emri saygısızca bulan askeri bir korku kapladı ve emrin yerine getirilmesine cesaret edemediler. Haccac bir sandalye getirtti. Üzerine oturdu. Askere dönerek: "Ey Şam halkı! Abdülmelik'in bağış ve ihsanlarını hatırlayınız. Bağışlara kim nail olmak istiyorsa savaşsın dedi." Bunun üzerine askerler Haccac'ın emrini yerine getirdiler.


Abdülmelik çoğu kez halka paralar dağıtarak kendine yandaş olmayanların düşmanlığını ve zararlarını yok ederdi. Bu şekilde halk kendisini bırakıp parayla meşgul olurdu. Abdülmelik ile Beytülmal bakanı Amr b. Said arasında geçen olay buna bir örnektir. Amr b. Said Şam'ı Abdülmelik'ten almaya kalkışmıştı. Abdülmelik Amr b. Said'e aman vererek hileyle kendi huzuruna getirdikten sonra onu öldürdü. Amr'ın yandaşları onun öldürüldüğünü anlayınca Abdülmelik'in sarayını kuşattılar. Abdülmelik işin tehlikeli ve kötü bir sonuca varacağından korkarak, Amr'ın başını halkın önüne attırdı. Aynı anda Abdülmelik'in oğlu Abdülaziz halk üzerine para dolu keseler atmaya başladı. Sarayı kuşatanlar bir kesik başa bir de paralara bakmışlar, paraları toplamayı yeğleyerek ele geçirdikleri paralarla sarayın etrafından uzaklaşmışlardır.


Abbasiler zamanında paranın etkisi bundan da güçlüydü. Üstelik onların egemenlik ve güçleri halifenin askere dağıttığı paranın miktarına göre, güçleniyor veya zayıflıyordu. Özellikle Memlüklular, devletin kontrolünü ele geçirdikten sonra, hilafet makamına çıkabilmek için gerekli olan destek ve yardımlar ancak parayla elde edilebiliyordu. Memlüklar halife değiştikçe biat hakkını isterlerdi. Buna ek olarak bazen de bir senelik veya daha uzun süreyi kapsayacak biçimde toplu maaş isterlerdi.

Emevilerin egemenliğini destekleyen ve güçlendiren özelliklerden biri de, -dine ve dindarlara karşı çıkmayı gerektirse bile- kendi menfaatlerine uygun gelen her şeyi yapmaktan geri durmamalarıdır. Emeviler Hz. Peygamber'in kızının oğlu, yani torunu Hz. Hüseyin'i şehit ettiler. Kabe-i Muazzama'yı mancınıklarla taşa tuttular. Peygamber'in amcaoğlu ve damadı olan Hz. Ali'ye camilerde minberlerde lanet okuttular. Lanet etmeyenleri de katlettiler. Buna benzer çok şeyler yaptılar.


Emevi Halifeleri


Muaviye yukarıda açıklandığı gibi, halifeliği kendi soyuna ait, ırsi bir saltanat haline getirmişse de, bu saltanat sistemi kendi çocuklarından öteye geçemedi. Kendi çocuklarından kendisi hayattayken veliahtlığa tayin olunan yalnız Yezid halife oldu. O da birkaç yıldan fazla halifelik yapamadı. Ancak, Yezid devrinde Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in şehit edilmesi (H. 61/M. 680)) gibi korkunç olaylar yaşandı. Yezid ölünce halifelik konusunda halk arasında anlaşmazlık ve uyuşmazlık baş gösterdi. Yezid'in, Muaviye adındaki oğlunu ikinci Muaviye adıyla halife yaptılar. Halbuki bu kişi, halifeliğin kendilerinin yani Emevilerin hakkı olmadığı düşüncesindeydi. Kısa bir süre sonra öldü. Bunun üzerine Ümeyye Oğulları birinci Muaviye'nin soyundan olmayan, ancak Emevi sülalesinden olan Mervan b. el-Hakem adında yaşlı bir adama biat ettiler. Mervan hilafet makamında birkaç ay kaldıktan sonra öldü. Ancak hilafet kendisinden sonra onun nesline geçmiş oldu. Bu tarihten sonra Ümeyye Oğulları'ndan gelen halifelerin hepsi Mervan'ın soyundandır. Bunların en ünlüsü yukarıda adı geçen Abdülmelik b. Mervan'dır. H. 65-86 (685-705) yıllarında halifelik yapmıştır.


Abdülmelik b. Mervan İslam uygarlığı tarihinde önemli bir yer tutar. Çünkü İslam şehirlerinde resmi daireler her bölgede o bölge halkının diliyle ve o dile alışkın yerli memurlar aracılığıyla idare olunurken, bu yöntemi terk edip Arapça'yı hükumet işlerinde resmi dil yapan kendisiydi. Örneğin Mısır divanının resmi dili Kıptice ve idareye bakanlar Kıptiydiler. Aynı şekilde, Şam'da resmi dil Rumca ve hükumet dairelerinde görev yapanlar Rumcayı bilen yerli Hıristiyanlardı. Irak'ta ise resmi dil Farsça ve işe bakanlar da o dili bilen yerli memurlardı. Abdülmelik bunların hepsinde, yerli dillerin yerine devletin resmi dili olarak Arapça'nın kullanılmasını ve hükumet işlerinde de Müslüman memurların görevlendirilmesini emretti. Bu teşebbüsün İslam devletinin egemenliğini güçlendirme yönünde ne derece büyük etki yaptığını açıklamaya gerek yoktur. Bu uygulama, Arapça'yı ülkenin her tarafında genelleştirmiş ve halkın zamanla kendi dillerini, gelenek ve göreneklerini, yöntemlerini unutarak, kendilerini Arap saymaya başlamalarına neden olmuştur. Bununla beraber, Arapça'nın bu şekilde yayılıp kullanılmasına neden olan diğer bir sebep de dinin dili olmasıdır.


Bundan başka Abdülmelik Arapça yazılı para bastırmıştır. Aşağıda detayları görüleceği üzere tırazı (ipek ve kadifeden yapılmış, halife ve devlet adamlarına ait elbise) Rumca'dan Arapça'ya çeviren de kendisiydi. Abdülmelik zamanında Irak valiliğinde, deha, şiddet ve katılığıyla ünlü olan Haccac b. Yusuf bulunuyordu (Haccac-ı Zalim). Bu adam Abdülmelik'in saltanatını destekleyip güçlendirmek uğrunda çok şey yapmıştır. Emevilere karşı hilafet davasında bulunan Abdullah b. Zübeyr'i, Kabe içinde kuşatıp Kabe'yi mancınıkla döven ve Abdullah'ı şehit ederek halifeliğin Abdülmelik üzerinde kalmasını sağlayan işte bu Zalim Haccac'dı.


Ömer b. Abdülaziz b. Mervan (M. 680-720) da Emevi halifelerinin en ünlülerindendir. Hicri 99-101 (717-720) de iki yıl halifelik yaptı. Ömer b. Abdülaziz, Emevi halifeleri içinde Raşid Halifelerin hal ve yoluna en çok yaklaşan kişiydi. Muhtemelen kendisinin bu karakter ve tutumu, Hz. Ömer b. Hattab'la akraba olmasından ileri geliyordu. Ömer b. Abdülaziz, Hz. Ömer'in kız torununun oğluydu. Hilafet makamına geçince zühd ve adalette büyükbabası Hz. Ömer'in izini takip etti. Emeviler hilafet davasına kalkıştıkları tarihten beri cami minberlerinde Hz. Ali'ye lanet okumayı alışkanlık edinmişlerdi. Ömer b. Abdülaziz bu çirkin hareketi İslam’ın ruhuna aykırı görerek kaldırdı. Ancak kendisinin bu gibi icraatları Ümeyye ailesince hoş karşılanmadı. Özellikle Ömer b. Abdülaziz, Hz. Ömer'in akraba ve yakınlarına yaptığı gibi, Emevilerin emlak sahibi olmalarını yasaklamıştı. Ümeyye Oğulları Ömer b. Abdülaziz'in bu konudaki emirlerini dinlemeyince ellerinde bulunan malları geri aldırmıştı. Bunun üzerine Emeviler Ömer'in halifelik zamanının uzamasından ve halifeliğin kendi ellerinden gitmesinden korkarak, bir an önce onu öldürmeye karar verdiler.


Halife Ömer b. Abdülaziz'in zehirlenerek öldürülmesinden sonra Abdülmelik'in oğlu Yezid halife oldu. Ömer b. Abdülaziz'in amca oğlu olan bu halife, eğlenceye, içkiye ve çalgıya çok düşkün biriydi. Hilafet işleriyle uğraşacağı yerde, Selame ve Habbabe adında iki cariyeyle meşgul oldu. Habbabe, Yezid'in akıl ve kalbini tamamen eline geçirerek, ülkesinde bir çeşit hükümdar olmuştu. istediğini göreve getiriyor, istediğini görevden alıyordu. Yezid ise çevresinden habersizdi. Sonunda kardeşi Mesleme kendisine "Ömer b. Abdülaziz gibi adil bir halifeden sonra hilafet makamına geçtin. Devlet işlerini bırakıp bu cariyeyle meşgul oluyorsun, kapında uzak yerlerden gelmiş birçok özel heyet, birçok şikayetçi bekliyor. Bağırıp çağırıyorlar. Sen ise gafletle vakit geçiriyorsun böyle şey olur mu?" şeklinde uyarılarda bulundu. Mesleme'nin bu sözleri onun üzerinde olumlu etki yaptı. Bundan sonra Yezid, içki ve eğlenceyi bırakmak istedi. Üstelik birkaç gün Habbabe ile de görüşmedi. Ancak Habbabe Yezid'i birkaç gün göremeyince arzu iyice arttı. Cuma günü cariyelerinden birine "Müminlerin emiri namaza çıkarsa bana haber" ver diye tembih etti. Yezid namaza çıkınca cariye hanımına haber verdi. Habbabe elinde bir ud olduğu halde Yezidi karşılayarak şu şarkıyı söyledi:


"Avare aşığı bugün hissiz gibi durduğundan dolayı azarlama zavallı üzüntülü ne yapsın. Sabır ve tahammüle güç yetiremiyor."


Yezid elleriyle yüzünü kapadı. Habbabe'ye "aman yapma" dedi. Habbabe devam etti: 

"Hayat gönlünün lezzet aldığı arzu ettiği şeyden ibaret. Düşman ne derse desin, sözüne, çıkışmasına bakma"


Yezid artık dayanamadı. Habbabe'ye yaklaşarak "Allah'a yemin ederim ki doğru söylüyorsun. Seni sevdiğimden dolayı bana çıkışanlar kahrolsun. Oğlan! (yanındaki köleye seslenerek) git Mesleme'ye söyle halkla namaz kılsın" dedikten sonra, Habbabe ile eskisi gibi yeme içmeye, zevk ü sefaya dalıp gitti.


Yezid yaşantısına, Habbabe ölünceye kadar böyle devam etti. Habbabe ölünce kendisi de onun ayrılığına dayanamayarak kısa süre sonra öldü. Bunların ölüm olayları şöyle olmuştu: Yezid vakit geçirmek için Habbabe ile birlikte Filistin civarında bağ, bahçesi ve şarabıyla ünlü Beytres köyüne varmıştı. Kendi kendisine şöyle düşünüyordu: "Bütün gün zevk ü sefa sürdükten sonra o günün gecesinde mutlaka o zevk ve sefayı bozan bir durum olur, derler. Bunun doğru olup olmadığını kendim deneyeceğim." Emrinde bulunanlara da: "yarın bütün gün bana hiçbir şey söylemeyiniz. Hiçbir mektup getirmeyiniz" emrini verdikten sonra Habbabe'yle beraber odasına çekildi. Yiyecek içecek her ne gerekliyse hepsini, o yalnız kaldıkları odada hazırlatmıştı. Habbabe bu sırada bir nar yedi. Narın tanelerinden biri boğazında kaldı ve bundan dolayı kadın öldü. Yezid cenazeyi üç gün bekletti. Rengi değişerek kötü kokular yayılmaya başlayıncaya kadar gömdürmedi. Bütün bu süre zarfında Yezid, Habbabe'nin cesedini kokluyor, öpüyordu. Cesedi bırakmak istemiyordu. Sonunda yakınları kendisini ayıplayıp azarlamaya başladılar. Bunun üzerine cenazenin gömülmesine izin verdi. Ancak kendisi de sevgilisinin ölümünden sonra ancak on beş gün yaşayabildi. Cesedi Habbabe'nin yanına gömüldü.


Yezid'den sonra hilafet makamına kardeşi Hişam geçti. H.-125 (724-743) yılları arasında hüküm sürdü. Hişam akıllı bir adamdı. Yalnız son derece cimriydi. Cömertlik ve israf üzerine kurulan bir hükumette cimrilik (bahillik) ne kadar zararlıdır. Hişam'dan sonraysa Yezid'in oğlu Velid hilafet makamına çıktı. Bu kişi hilafet makamına geçmeden önce babası gibi zevk ü sefaya, yeme içmeye, eğlenceye çok meyilliydi. Üstelik bu yolda şiirleri de vardır. Hilafet kürsüsüne oturduğu andan itibaren, zevk ü sefada ve günahkarlıkta daha da ileri gitti. Buna ek olarak, kendi yakınlarına kötülüklerde bulunarak aleyhinde kin ve düşmanlıklarını davet etti. Bunun üzerine yakınları hep birlikte üzerine hücum ederek kendisini öldürüp yerine Abdülmelik'in torunu ve Velid'in oğlu Yezid'e biat ettiler. Yezid b. Velit devlet işlerini düzene koymaya çalışmışsa da o vakte kadar Ümeyye Oğulları devleti düzeltilemeyecek derecede perişan ve darmadağın ve Abbasiler adına hilafeti talep edenler de oldukça çoğalmış olduğundan önemli bir şey yapamadı. Kendisine halef olarak hilafet makamına oturan Mervan b. Muhammet b. Mervan zamanında halifelik, bir isyan sonucunda Emevilerden Abbasilere geçti (H. 132/M. 750)



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

MISIR MEDENİYETİ

 


MISIR MEDENİYETİ ve PİRAMİTLERİN SIRRI


Mısır medeniyeti, yeryüzünün en eski ve parlak medeniyeti olduğu gibi, geçmiş dönemlere ait iz ve yıkıntılarını da günümüze kadar ulaştırmayı başaran bir medeniyettir.


Habeşistan dağlarından doğarak tropikal yağışlarla beslenen, karların erimesiyle Heredot'a göre 100 gün boyunca taşarak coşan Nil, tartışmasız Mısır'ın gerçek hayat iksiridir. Bu özelliğinden dolayı Nil Nehri'nin taşması eski Mısırlılarca bayram kabul edilmekteydi. Çünkü nehir, suların çekilmesi sonrasında geride verimli alüvyonlar bırakmakta, bu da vadiyi, adeta çöllerin hayata; «Merhaba!» dediği bir cennet bahçesine dönüştürmekteydi.


Nitekim Mısır'a hayat veren bu büyük nehrin tebeddülatını hayretengiz ifadelerle kaleme alan Mısır fatihi Amr İbn-i As, bu durumu Halife Hz. Ömer’e şöyle rapor etmiştir:


"Ya Emire'l-Mü'minin! Kısır bir çöl ve iki dağ arasında muhteşem bir vadi tahayyül et. ki, bu dağların biri kum tepeleri şeklinde, diğeri ise zayıf bir at karnı veya deve hörgücü biçiminde olsun. İşte Mısır böyledir. Bütün verimi ve zenginliği, bunların arasından haşmetle akan bir nehirden gelir. Suların çoğalması ve azalması güneşle ayın yürümesi kadar muntazamdır. Muayyen bir zaman vardır ki; o zamana gelince dünyanın bütün bulakları ve çayları, kudretin kendine bağladığı bu nehirler padişahına vergilerini getirir verirler. O vakit suları çoğalır, yatağından fırlar, bereketli çamurlarını bırakmak için Mısır'ın sathını sular. O vakit bir köyden diğer köye hurma yaprakları kadar hafif kayıklardan başka gidip gelmek vasıtası yoktur. Ondan sonra bu itaatli ırmak arzın sinesinde sakladığı hazineleri toplatmak için kudretin kendine çizdiği hudutlar içine girer.


Ya Emire'l-Mü'minin! İşte böylece Mısır ülkesi, dönüşümlü olarak önce kısır ve kumlu bir çölden sulak ve parlak bir ovaya; sonra da siyah ve kalın bir çamurla örtülü bataklıktan yeşil ve dalgalı bir çayırlığa, türlü türlü renkte çiçeklerle donanmış bir yaygı ve sararmakta olan bir ekin tarlası manzarasına kavuşur."


MISIR'IN SİYASİ GELİŞİMİ


Mısır'da ilk şehir devletleri M.Ö. 4000'de görülürken, birleşik Mısır tarihi Kral Menes'le başlar, Perslerin M.Ö. 525'te Mısır'ı işgallerine kadar devam eder. Bu dönem içerisinde yer yer kendilerini tanrı olarak kabul ettirmeye kalkışan 26 Firavun sülalesi vazife başında kalır.


ESKİ KRALLIKDÖNEMİ (M.Ö. 3000-2100)


Firavunların en parlak dönemi olarak kabul edilen bu dönemde en önemli gelişme, piramitlerin inşasıdır. İlk inşa edilen piramit Sakkara'daki basamaklı piramittir (M.ö. 2500). Daha sonra Kahire yakınlarında Gizede Keops, Kefren ve Mikerinos adlı piramitler yapılmıştır. Bu piramitlerin hepsi de, yüz binlerce kölenin dönüşümlü olarak zorba bir biçimde onlarca yıl çalıştırılmasıyla yapılabilmiştir. Bu muazzam eserlerin yapımındaki ileri teknoloji, bugün bile görenleri büyük bir hayranlık duygusuna sevk etmektedir. Sadece Keops piramidinin 10- 15 ton ağırlığında 2.300.000 adet blok taşın üst üste koyulmasıyla oluştuğu, Heredot'un anlatısına göre ağır granit blokların üst kısımlara çıkarılması işlemi için 925 metre boyunda, l 9 metre genişliğinde bir rampa hazırlandığı bilinmektedir. Yükseklikleri, içlerindeki galeri ve labirentler, altlarındaki saraylar, duvarlarındaki resimler, mumyalanmış Firavun cesetleri ve inşa edildikleri platoların akustik düzenleri gibi ilginç ve göz alıcı niteliklerinden dolayı piramitler, eski dünyanın en büyük ve en başarılı mühendislik eserleri olarak kabul edilmektedir.


Bazı bilim adamları bu devasa eserlerin ortaya çıkmasını bilim-kurgu nevinden bir yaklaşımla yorumlayarak fantastik bir sonuca ulaşmaktadırlar. Mesela Eric Yon DANIKEN bu piramitleri uzaylıların yaptığını iddia ederken, Andrew COLLINS de, Cennetin Tanrıları adlı kitabında olayı mitolojik bir temele yaslamakta, bu tapınak ve anıtların yapımını bir tanrılar ırkının eseri olarak göstermeye kalkışmaktadır.


Bilim adamları ağır taş blokları havaya kaldırmanın nasıl mümkün olabildiğini, sert kayalara delikler açmak için ses teknolojisinin kullanılıp kullanılmadığını, Atom Uzmanı Prof. Lois BULGAN'in iddia ettiği gibi, bu konuda nükleer enerjiden yararlanılıp yararlanılmadığını araştırmaya devam etmektedirler. Mısır'ın, tarihin seyri içinde arkeolojik bir hasat bölgesi olma özelliğini sürdüreceği anlaşılmaktadır.


Şüphesiz Mısır, eski çağlardan beri zengin bir ülkedir. Zaman zaman kendilerini tanrı kral şeklinde empoze eden Firavunlar; tarım çağlarının en zengin ülkesi Mısır'da çok güçlü bir bürokrasi oluşturmuşlar, tarım ve ticareti geliştirerek sağlam gelir kaynaklarına sahip olmuşlardır. Hakimiyet alanlarını doğuda Mısır'dan Filistin ve Suriye'ye, güneyde Habeşiştan ve altın rezervleriyle ünlü Nübya bölgesine kadar genişletmişlerdir. Kral mezarlarından çıkan dört tekerlekli altından gemiler ve altın savaş arabaları, bu dönemdeki refahın en önemli göstergeleri olarak sayılabilir. Yunanlılar ve Fenikelilerle yapılan ticaretle Mısır'ın zenginliği daha da artmıştır. Piramitler gibi muazzam yapıların kaynağını başka yerlerde değil, bu medeniyetin ulaşmış olduğu zenginlikte aramak gerekir. Bu eserlerin meydana gelmesi için gerekli olan ilmi arka plana Mısır medeniyeti fazlasıyla sahipti. Buna örnek olarak geometride «pi» sayısını bilmeleri, Nil'in taşma ve çekilme günlerini hesaplayabilmek için oluşturdukları; günümüze kadar uzanan güneş takvimini bulmuş olmaları, tıp ve eczacılıkta zengin bir birikime sahip olmaları bu ilmi gelişmişliğe örnek olarak gösterilebilir.


Fakat yararsız bir güç gösterme yarışına girmişler, ölümsüz bir saltanat sahibi olma arzularını dünyanın en faydasız fakat en pahalı yapılarını inşa ederek ortaya koymuşlardı. Ancak bütün bu zenginliklerine rağmen kendilerini tanrı yerine koymaları, toplumları katmanlara ayırarak tarafgir davranmaları ve halkın büyük bir kesimini köle yapmaları gibi sapkınlıkları, sonlarını getirmiştir:


"Oysa biz onlardan gelip-geçen nice kuşakları helak ettik. Öyle ki, onlar dünyevi güç ve dış görünüş olarak berikilerden daha üstündüler:' (Meryem, 74)


ORTA KRALLIK, HİKSOSLAR ve HZ. YUSUF (M.Ö. 2100-1600)


Kıtlık yıllarının baskısıyla Asya'dan gelerek Mısır'a hakim olan Hiksoslar, «Çoban Krallar» diye de anılır. Hiksoslar, güçlü askeri birlikleriyle Mısır'ın tamamında siyasi birlik sağlamalarına rağmen hiçbir zaman yerli unsurlarla tam bir kaynaşma sağlayamadılar. Farklı kültürel ve dini gelişmelerin yaşandığı bu dönemde Sami dilini kullanarak Avaris'i başkent yaptılar.


Mısır tarihinde ilk peygamber olarak bilinen Hz. Yusuf'un Hiksoslar döneminde yaşadığı kabul edilmektedir. Hz. Yusuf, Hz. İbrahim'in oğlu olan İshak'ın oğlu Hz. Yakub'un oğludur. Kardeşlerinin kıskançlığı sonucunda bir kuyuya atılır, kervancılar tarafından bulunarak Mısır'da köle olarak satılır. Sarayda gönül ve ahlak güzelliği yanında yüz ve fizik güzelliği ile de vezirin hanımını ve Mısır sosyetesini şaşkına çevirir. Şehvetperest baskılara, nefsinin bütün zorlamalarına rağmen, vezirin hanımının süfli, azgın ve fütursuz taleplerini reddetmesi üzerine iftiraya uğrar ve zindana atılır.


Hz. Yusuf, zindanda rüya yorumları ile peygamberlik vazifesinin temel fikirlerini birlikte sunmayı başarır. Başarılı rüya yorumları sonrasında saraya çağrılır, geçmişteki suçlamalardan aklandıktan sonra Mısır'ın mali yönetiminde görev alır. Kıtlık yıllarının yaşandığı bu dönemde aldığı tedbirlerle Mısır'da kuraklığın getirdiği olumsuzlukları giderir, Mısır'ın mali yönden rahatlamasına yol açar. Bu arada kardeşlerine ve babasına önemli faydalar sağlar. Bu gelişmeyle birlikte İsrailoğulları Mısır'a yerleşir ve zamanla çoğalırlar. Bir müddet Yusuf Peygamber'in yaydığı tevhid inancı Mısırda etkili olur.


Hiksoslar'ın Mısırdan çıkarılmasından sonra ülkeye Teb prensleri hakim olur. Bu prenslerin yönetiminde Mısır, Afrika ve Asya'daki en geniş sınırlarına ulaşır. Zamanla yönetimler tarafından halka Amon, Ra gibi yerel tanrılar empoze edilir. Ancak IV. Amonofıs döneminde tekrar tek tanrılı inanca benzer Aton isimli (güneş tanrısı) bir inanç yaygınlaşır.


HZ. MUSA ve FİRAVUN

3400 YILLIK BİRANLAŞMAZLIK


Mısır'ın yarı resmi yayın organı el-Ehram Gazetesinin Kasım 2000'de Londra'da basılan İngilizce nüshası ilginç bir suç duyurusu yayınladı.


Bu duyuruya göre, bir hukuk profesörü ve avukat olan Nebil Hilmi; otuz dört asır önce Hz. Musa ile birlikte Mısırdan kaçan yahudilerin, Mısırlılara ait kıymetli altın ve gümüş eşyaları da beraberinde götürdüklerini iddia ederek ülkesi adına yüklü bir tazminat talebinde bulundu. Prof. Hilmi bu iddiasına delil olarak Tevrat'ı göstermekte, Tevrat'ın İsrailoğulları'nın hırsızlıklarını gösteren sayısız deliller içermekte olduğunu dile getirmektedir. Mısırlılardan çalınan eşyaların hiçbirisinin geri getirilmediğini kaydeden Hilmi'ye göre, yıllık % 5 faizi de eklendiğinde yahudilerin bugünkü Mısırlılara yaklaşık 9 milyon ton altın borcu vardır. Bu tarihi bir gerçektir ve Mısırlıların hakkı boşa gitmemelidir.


Mısırlı avukatın bu teşebbüsüne karşı yahudiler de tepkilerini göstermekte gecikmediler. Bir hafta sonra, İsrail'de yayınlanan Jerusalem Post Gazetesinde Moşe KOHN, karşı bir dava ile Hilmi'nin girişimine cevap verdi. Tevrat'ın çıkış bölümündeki anlatıma dayanarak İsrailoğulları'nın Mısır'da kaldıkları 430 yıl boyunca Mısırlılara kölelik yaptığını ve 600.000 erkeğin 430 yıl boyunca onlar için ücretsiz çalışmak zorunda kaldıklarını dile getirmektedir. Bu durumun göz önünde tutularak İsrailoğulları'na ödenmeyen alacakların, Hilmi'nin çıkarttığı borçla karşılaştırılması gerektiğini belirtmekte, ayrıca bu birikmiş emeğin karşılığına yıllık % 5 faiz eklenmesini istemeyi de ihmal etmemektedir. Kohn'a göre gündeliği bir dinardan hesaplandığında Mısırlıların sadece yüz yıl için verecekleri para iflaslarına yetecektir. Yazar ayrıca iddialarına Tevrat'ın dışında Kur'an ayetlerinden de mesnet göstermektedir.


Bu ilginç davaların nasıl sonuçlanacağı ve hangi iddialarla zenginleştirileceği önem taşımamakla beraber, bu anekdot, gerek Mısırlılar ile İsrailoğulları'nın tarihi ilişkileri, gerekse bu kavmin dünya tarihindeki göz ardı edilemez yeri hakkında bize ip uçları vermektedir.


İSRAİLOĞULLARI'NA UYGULANAN BASKI ve ZULÜMLER


İsrailoğulları'na yapılan baskı ve zulmün Mısırda XVIII. sülale döneminde başladığı bilinmektedir. O dönemde İsrailoğulları'nın Mısırda tevhid anlayışının en güçlü savunucuları olduğu görülür. Hz. Musa'nın Firavun'a karşı giriştiği hürriyet, hak ve adalet mücadelesinde peygamberlerinin yanı başında olmuşlar, mağdur ve mazlum bir kitle olarak yönetimden baskı ve zulüm görmüşlerdir. Baskıların yoğunlaşması II. Ramses'in babası 1. Seti dönemine rastlar. Kaynaklar Hz. Musa'nın doğum yıllarında işbaşında bulunan Firavun'un II. Ramses olduğunu iddia etmektedir. Bu dönemde İsrailoğulları'na yapılan baskılardaki şiddet ve dozajın dayanılmaz bir biçimde arttığı anlaşılmaktadır. Nitekim Ahd-i Atik ve Kur'an'ın verdiği bilgilerden, o günkü firavunun İsrailoğulları'nın erkek ve kadın yetişkinlerini köle olarak kullandığı, yeni doğan erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını sağ bıraktığı anlaşılmaktadır.


Kur'an'a göre Firavun; ilahlık iddiasında bulunacak kadar kendini beğenen, büyüklük taslayan, Hz. Musa'nın tanrısına ulaşmak için alaycı bir eda ile Haman'a kule yapmasını emredecek kadar küstahlaşan, taşkınlık gösteren, halkını küçümseyen, onu fırkalara bölen, zayıfları ezen, gerçeklere sırt çeviren bir kişidir.


Hz. Musa'nın muasırı/çağdaşı kabul edilen Firavun II. Ramses, İsrailoğulları'na ve halkına zulüm ve baskıda, ayrımcılıkta, köleleştirmede aleni ilahlık iddiasında bulunmada sembol bir isim olmuştur.


Esasen firavunlar, ilk dönemlerde kendilerini delta bölgesi tanrısı Oziris'e nispet ederlerdi. Daha sonra güneş tanrısı Horus'un temsilcileri olarak göstermeye başladılar. V. Hanedan döneminden sonra (M.Ö. 2600-2500) tanrı Ra'ya izafe edilmeye başlandılar. Orta İmparatorluk döneminde ise Tanrı Amon'la ilgi kurularak Amon-Ra ile aynılaştırıldılar.


Kısacası Hz. İbrahim'in, Hz. Yusuf'un, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun'un İsrailoğulları eliyle Mısırda yükseltmeye çalıştığı tevhid çağrıları, her dönemde olduğu gibi Hz. Musa döneminde de Firavun, Haman ve Karun üçlüsü eliyle perdelenmeye çalışılmıştır.


M.Ö. 1300'lerde Mısır tahtına geçen II. Ramses, Suriye yüzünden Hititler ile savaşır. Anadolu'nun bu güçlü devleti ile Asur tehlikesi yüzünden dünyanın ilk yazılı anlaşması olan Kadeş'i imzalamak zorunda kalır. (M.Ö. 1280) Mısır'ın güvenliği için bu önemli tedbiri aldıktan sonra içte güçlü ve baskıcı bir yönetim kurar. Yönetimini vezir Haman ve mali alanda Karun'la güçlendirir. Yaşayan her canlının kendisine saygı duyması ve korkması için dağların içini oydurarak ürperti uyandıran Ebu Simbel tapınağını yaptırdığı gibi yanına da kendisinin dev boyutlardaki dört adet heykelini yerleştirir.


HZ. MUSA ve FİRAVUN


Geçmişte büyük içtimai dalgalar oluşturan peygamberler gibi Hz. Musa da Allah'tan aldığı elçilik vazifesinin bir parçası olarak Firavun'u ve onun zalim yönetimini uyarmış, onları hak ve adalete, kulluğun sınırlarına, gökte ve yerde tek ilah olarak sadece Allah'a itaat etmeye davet etmiştir. Hz. Musa, Firavun'un karşısına çıkar çıkmaz, aralarında müthiş bir mücadele başlar. Hz. Musa; insanlık tarihinde hak, adalet ve sağduyuyu temsil eden nübüvvet zincirinin bir halkasını oluştururken, Firavun da; Karun ve Haman gibi taraftarlarıyla; zulmün, şirkin, ayrımcılığın, kibrin, ilahi ölçülere karşıtlığın ve duyarsızlığın o çağdaki temsilciliğini üstlenirler. Firavun, bütün gücünü Hz. Musa'nın çağrısını ortadan kaldırmak için seferber eder. Hz. Musa ise hem Firavun ve çevresini hem de kendi halkını uyarmayı sürdürür. Oysa Firavun, Allah'ın elçisini dinlemez, ona karşı gelmeyi sürdürür. Bu yüzden Firavun ve ailesi, yıllarca kıtlık ve ürün azlığı ile imtihan edilir. Su baskınları, çekirge sürülerinin istilaları, kurbağa ve kan gönderilmesi suretiyle bir dizi felaketlere uğratılır. Nihayet Firavun ve beraberindekiler Kızıldeniz’de boğulur.


İslam kaynakları Firavun'un boğulmak üzereyken iman ettiğini, ancak bunun kabul edilmediğini, cesedinin ise daha sonra gelenlere ibret olması için saklandığını kaydeder. Nitekim Cebeleyn mevkiinde mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış bir ceset bulunmuştur. Bütün firavun cesetleri mumyalandığı halde, o cesedin mumyalanmadan günümüze kadar ulaşmış olması, onun bir mucize olarak korunduğunu doğrulayan bir bulgudur. Nitekim British Museum'da muhafaza edilen bu cesedin en az 3000 yıllık olduğu tespit edilmiştir. Mehmed Akif de konuyla ilgili bir şiirinde bu hadiseye şöyle temas etmiştir:


Ne intikam-ı ilahi, ne sermedi hüsran:

Gelen geçenlere ibret, yatar sefil üryan!

Soyulmadık eti kalmış, bilinmiyor kefeni;

Açıkta, mumyası hala dağılmayan bedeni. 


MISIR'IN ZAYIFLAMASI ve İSTİLALARA UGRAMASI


II. Ramses ve oğlu Merneptah'ın ölümünden sonra imparatorluk hızla yıkılma vetiresine/sürecine girmiştir. Güneyden gelen Habeşliler, güney Mısır'a hakim olmalarına rağmen Mısır birliğini sağlayamadılar.



Mısır, M.Ö. 671 yılında Asurluların istila ve yağmalarına şahit olur. Onu bu durumdan Yunanlıların yardımıyla Sais şehri prensleri kurtarır. Buna rağmen bu kez de Perslerin hakimiyeti altına girer. (M.Ö. 525)



M.Ô. 332 de ise büyük bir ordunun başında Büyük İskender Mısır topraklarına ayak basar. Pers hakimiyetine son verir. İskenderiye şehrini kurarak doğu-batı kaynaşmasını esas alan Helen kültürünün yayılmasına hizmet eder. M.Ö. 30 yılına dek Helenlerin elinde kalan Mısır, bu tarihten itibaren Romalılarca yönetilir. İmparatorluğun ikiye ayrılmasından sonra da (l.S. 395) Doğu Roma İmparatorluğu'nun önemli bir merkezi olma özelliğini korur.


Romalılar döneminde antik Mısır medeniyetinin izleri giderek silinmiştir. Oysa Antik Mısır Medeniyeti, başta Yunan Medeniyeti olmak üzere tüm eski kıta uygarlıklarını asli yapısıyla köklü bir şekilde etkilemiştir.


Mısır; 646 yılından itibaren, Hz. Ömer döneminde Müslümanların hakimiyetine girer. İslam döneminde sırasıyla Emevi, Abbasi, Tolunoğulları, Akşitler, Fatımiler, Eyyubiler ve Memluklar dönemleri yaşanır. 1517 den itibaren de 1881 deki İngiliz işgaline kadar Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı bir eyalet olarak kalır.



Ahmet MERAL’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

23 Aralık 2022 Cuma

HADİSLERDE BEŞ RAKAMI

 

  1. Şu beş şey çoğalınca, ümmetim helâk olur:
    1- Lânetleşme.
    2- İçki içme.
    3- İpekli giyme.
    4- Çalgı.
    5- Eşcinsellik.
  2. Mümin beş çeşit şiddet arasındadır:
    1- Müslüman kardeşi onu çekemez.
    2- Münafık ona buğzeder.
    3- Kâfir ona kasteder.
    4- Nefsi onunla uğraşır.
    5- Şeytan onu şaşırtmaya çalışır.
  3. Şu beş şey ibadettir:
    1- Az yemek.
    2- Camide oturmak.
    3- Kâbe'ye bakmak.
    4- Mushafa bakmak.
    5- Âlimin yüzüne bakmak.
  4. Şu beş şeyi bir gün içinde yapan cennet ehli olur:
    1- Hasta ziyaret etmek.
    2- Cenazede bulunmak.
    3- Cuma günü oruçlu olmak.
    4- Cuma namazına gitmek.
    5- Sadaka vermek.
  5. Şu beş şeyin kefareti yoktur:
    1- Allaha şirk koşmak.
    2- Haksız yere adam öldürmek.
    3- Mümini dehşete koymak.
    4- Harp gününde cepheden kaçmak.
    5- Hakkı olmadığı malı almak için yalan yere yemin etmek.
  6. Şu beş şeyin cezası gecikmez:
    1- Devlete isyan etmek.
    2- Gadr etmek.
    3- Anaya, babaya asi olmak.
    4- Akrabaya ziyareti kesmek.
    5- İyiliğe karşı şükretmemek.
  7. Şu beş şey oruç ve abdestte hayır bırakmaz:
    1- Yalan söylemek.
    2- Gıybet etmek.
    3- Söz taşımak.
    4- Harama bakmak.
    5- Yalan yere yemin etmek.
  8. Beş şeyden beş şeye davet eden âlimle beraber olun:
    1- Şekten yakîne [sağlam imana].
    2- Kibirden tevazua.
    3- Nefretten hayırhahlığa.
    4- Riyadan ihlâsa.
    5- Dünyaya düşkünlükten zühde.
  9. Kıyamette herkes şu beş suale cevap verecektir:
    1- Ömrünü nerede tüketti?
    2- Gençliğini nerede geçirdi?
    3- Malını nasıl, nereden kazandı?
    4- Malını nereye harcadı?
    5- İlmi ile nasıl amel etti?
  10. Hiçbir peygambere verilmeyip bana verilen beş şey:
    1- Bir aylık mesafeden düşmanların kalbine korku salarım.
    2- Yeryüzü bana temiz ve mescit kılındı.
    3- Ganimetler bana helâl kılındı.
    4- Kıyamette umumî şefaat izni verildi.
    5- Her peygamber kendi kavmine, ben ise bütün insanlığa gönderildim.
  11. Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilmeli:
    1- Ölüm gelmeden önce hayatın.
    2- Hastalık gelmeden önce sağlığın.
    3- Meşguliyetten önce boş vaktin.
    4- İhtiyarlamadan gençliğin.
    5- Fakirlikten önce zenginliğin.
  12. Şu beş durumda dualar kabul edilir:
    1- Kur'an-ı kerim okunurken.
    2- Düşman ordusuyla karşılaşınca.
    3- Yağmur yağarken.
    4- Zulme uğrandığı vakit.
    5- Ezan okunurken.
  13. Müslümanın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır:
    1- Karşılaşınca selâm vermek.
    2- Davetine icabet etmek.
    3- Nasihat isterse yol göstermek.
    4- Aksırıp Elhamdülillah derse, Yerhamükellah demek.
    5- Hastalanırsa ziyaretine, ölürse cenazesine gitmek.
  14. Beş şey, beş şeyin karşılığıdır:
    1- Verilen sözde durulmazsa, düşmanlar musallat olur.
    2- Allahın emrine uyulmazsa, fakirlik yaygınlaşır.
    3- Fuhuş yaygınlaşırsa, ölümler çoğalır.
    4- Ölçü ve tartıda hile yapılınca, bereket kalkar ve kıtlık gelir.
    5- Zekât verilmezse, yağmur yağmaz olur.
  15. Şu beş gecede yapılan dua kabul olur:
    1- Regaib Gecesi.
    2- Berat Gecesi.
    3- Cuma Gecesi.
    4- Ramazan Bayramı Gecesi.
    5- Kurban Bayramı Gecesi.
  16. Şu beş şey imandandır:
    1- Allaha teslim olmak.
    2- Onun takdirine razı olmak.
    3- İşinin sonunu O'na havale etmek.
    4- Ona güvenmek.
    5- Musibete sabretmek.
  17. Şu beş şey sünnettir:
    1- Hacamat.
    2- Misvak.
    3- Güzel koku.
    4- Hayâ.
    5- Hilm.
  18. Şu beş şeye sahip olan dine uymada mazeret bulamaz:
    1- Dindar bir hanım.
    2- Hayırlı çocuklar.
    3- Herkesle güzel geçinme kabiliyeti.
    4- Geçim kaynağının şehrinde olması.
    5- Çoluk çocuğunu sevmesi.
  19. Şu beş şeyin cezası gecikmez:
    1- Zulüm.
    2- Hainlik etmek.
    3- Anne babaya eziyet etmek.
    4- Akraba ile irtibatı kesmek.
    5- Yapılan iyiliği görmemek.
  20. Şu beş kişinin duası makbuldür:
    1- Zulüm bitene kadar mazlumun.
    2- Evine dönünceye kadar hacının.
    3- Cihad bitene kadar gazinin.
    4- İyileşinceye kadar hastanın.
    5- Arkadaşının arkasından dua edenin.

 

 

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-2 “Hindistan”

 


Evrenin Yaratılışı, Yok Olması ve Yeniden Doğuşu: Sunuş


Hindu dini çok sayıda farklı dinsel bakış açısını bağlaştırdığı gibi, pek çok farklı yaratılış söylencesini de kabul eder. Güneşle ilişkilendirilen Vişnu ve fırtınayla ilişkilendirilen Rudra, Hindulardan Önce de vardır; Hindular Vişnu'ya birinci derecede önem vererek Rudra'yı onun yıkıcı yönünün temsilcisi haline getirmiştir, Aşağıdaki söylence büyük olasılıkla MS 300 ve 500 yılları arasında yazılmıştır ve tümüyle Hindulara ait ayırt edici öğeler içerir, öncelikle, yeniden doğuş düşüncesi bir Hindu kavramıdır. Hindu yaratılış söylencesi, Vişnu'yu üç biçimde ortaya koyar; dünyadaki yaşamın yaratıcısı Brahma olarak; dünyadaki yaşamın koruyucusu Vişnu olarak ve dünyadaki yaşamın yok edicisi Şiva-Rudra olarak. Söylence, Vişnu'nun nasıl sık sık dünyaya indiğini, tanrıları ve ölümlüleri kötü varlıklara (şeytanlar) karşı korumak için İnsan kahraman olarak nasıl yeniden dünyaya geldiğini açıklar.


Her insanın, toplumdaki yeri tarafından belirlenen adaletli davranış kalıbı olan dharmasına uygun olarak yaşama görevi de bir Hindu yaklaşımıdır. Vişnu, dharmayı uygarlığı korumanın bir yöntemi olarak öne sürer; o olmazsa toplum çözülür, savaş gelir ve uygarlık kendi kendini yok eder.

Son olarak, zamanın ve yaşamın sonsuz döngüsel doğası da bir Hindu kavramıdır. Yaratılış, başı ve sonu olmayan bir döngünün parçası olarak bir yeniden yaratılıştır. Evren, doğumdan olgunluğa ve ölüme tekrar tekrar durmadan ilerler. Dünyadaki yaşamın dört aşaması tekrar tekrar, ideal altın çağdan karanlık çağa ve tekrar altın çağa ilerler. Vişnu evrenin tekrar tekrar yaratılıştan dağılmaya doğru olan döngüsünü yönetir.

Böylece Hindu düşüncesinde, tüm görünürdeki farklılıkların temelinde bir birlik örüntüsü vardır. Vişnu yaratır, korur ve yıkar. Adı ve rolü değişir, fakat büyük tanrı aynı kalır. Altın çağ kaçınılmaz olarak karanlık çağa ve o da tekrar altın çağa dönüşecektir.


Yunanların dört çağı gibi Hint çağlarıda, toplumun ahlak parçalanmasını ortaya koyar ve insanların birbirlerine karşı bencil ve adaletsiz davranışları yüzünden nasıl kendilerine acı getirdiklerini gösterir. Her seferinde çağlar daha da kötüleşir. Son çağ her zaman zulüm, acı, keder ve gereksiz ölüm zamanıdır ve her zaman okuyucunun yaşadığı çağ budur.


Evrenin Yaratılışı, Yok Olması ve Yeniden Doğuşu


Dünya sonsuz tekrar eden döngülerde yaratılır, yok edilir ve tekrar yaratılır. Sürekli olarak her biri 4.430.000 yıl süren bir Maha Yuga'dan (Büyük çağ) diğerine devinir. Her Maha Yuga, her biri daha önceki çağdan daha kısa süren ve ahlaksal olarak daha kötü olan dört daha kısa yuga dizisinden oluşur.

Her Maha Yuga'nın başlangıcı bir erdem ve ahlaki yetkinlik çağı, dünyada parlak ve altın bir çağ olan Krita Yuga'dır. Büyük tanrı Vişnu; Brahma, yani büyükbaba ve dünyanın yaratıcısı biçiminde başkanlık eden tanrıdır ve dharma (ideal, dürüst davranış ve moral görev), dört ayağı üzerinde düzenli ve güvenceli bir biçimde yürümektedir. Krita Yuga 1.728.000 yıl sürer. Bu dönem boyunca insanların, ister dağda ister denizde yaşasınlar, insanların barınma gereksinimleri yoktur. Nimet veren ağaçlar onlara bol yiyecek, giysi ve süs eşyası sağlar. Herkes iyi olarak doğar ve mutlu, doygun, bencil olmayan güzel bir yaşam sürer. İnsanlar kendilerini en yüksek erdem olan düşünmeye adar ve yaşamlarını dharmaya sadık olarak sürdürürler. İnsanlar zorunluluk yerine dharmanın keyfiyle yaşarlar ve acı çekmezler.


Her Maha Yuga'daki ikinci çağ, Treta Yuga'dır. Treta üç anlamına gelir ve dharmanın, şimdi daha düzensiz olarak, dört ayağından üçü üzerinde yürüdüğüne işaret eder. Erdem ve tinsel mükemmellik hâlâ vardır, ancak dörtte bir oranında azalmıştır. Çağın süresi de, benzer biçimde dörtte bir azalmıştır. Göksel ışığın efendisi ve dünyadaki yaşamın koruyucusu Vişnu baş tanrıdır. Şimdi insanlar kendilerini en yüce erdem saydıkları bilgi edinmeye adamışlardır.


Treta Yuga'da nimet veren ağaçlar, açgözlü insanlar onları özel mülkleri yapmaya çalışıncaya değin herkese bolca yiyecek ve giyecek sağlar. Daha sonra bu Özel ağaçlar yok olur ve dünyadaki yaşam ilk kez güçleşir. Yoğun yağmurlar nehirleri oluşturur, toprak ve suyun karışması sonucu birçok yeni tür ağacın büyümesi için toprağı verimli hale getirir. Yeni ağaçlar meyve vermekle ve insanlara yararlı olmakla birlikte, bunlar nimet veren ağaç olmak yerine sıradan ağaçlardır. Bu nedenle halk, yiyecek ve giyecek sağlamak için çok çalışmak zorundadır. Yağmur ve iklimdeki şiddetli değişiklikler nedeniyle, barınmak için evler inşa etmek zorundadırlar.


Treta Yuga'da halk daha tutkulu ve açgözlüdür. Artık ellerindekiyle mutlu değildirler. Doyumsuzluk, hınç ve kızgınlık, kalplerindeki doyum, barış ve kanaatkârlığın yerini alır. Komşularının mülküne göz dikerler. Güçlü olanlar, daha çok yiyeceğe ve zenginliğe sahip olmak için zayıfların topraklarına el koyarlar. Birçok erkek başkalarının karılarını alır.


Her Maha Yuga'daki üçüncü çağ, Dvapara Yuga olarak adlandırılır. Dva iki anlamına gelir ve sonsuz dharma, şimdi iyi ve kötü arasında güvenilmez ve değişken bir denge yaratarak dört ayağından ikisi üzerinde düzensiz olarak yalpalar. Erdem ve ahlaki mükemmellik hâlâ vardır; ancak bunlar Krita Yuga'da olduklarının yansına inmişlerdir. Aynı şekilde, bu çağın süresi Krita Yuga'nınkinin yarısıdır. Dünyadaki yaşamın koruyucusu Vişnu, hâlâ baş tanrıdır ve insanlar kendilerini, en yüce erdem olarak kabul ettikleri kurban olmaya adamışlardır.


Dvapara Yuga'da hastalık, acı ve ölüm herkesin varlığının bir parçasıdır; halk daha tutkulu ve açgözlü olur ve savaşa her yerde rastlanır. İnsan davranışlarını dharmaya yöneltme yolunda dinsel öğretiler geliştirilir, ancak ahlaki gerileme süreci devam eder.


Her Maga Yuga'daki dördüncü çağ, Kali Yuga'dır. Kali kavga ve savaş anlamına gelir ve karanlık çağdır. Dharma dört ayağından sadece birisi üzerinde kendini sürükler ve erdem pek bulunmaz. Bu çağ, altın Krita Yuga'nın dörtte biri uzunluğundadır. Büyük tanrı Vişnu, dünyadaki yaşamın yıkıcısı olan Şiva-Rudra biçimini almıştır ve yine baş tanrıdır.


Kali Yuga'da insanlar ahlaki erdem yerine, sahip oldukları para ve mal miktarına göre toplum içinde yerlerini alırlar. Erdem derecesi sadece maddi refahla ölçülür. Evlilikte koca ve karıyı birbirine sadece cinsel tutku bağlar. Halk, art arda gelen yalanlar sayesinde yaşamda başarılı olur ve tek eğlence kaynakları cinselliktir. Sürekli olarak açlık, hastalık ve ölüm korkusuyla yaşarlar.


Kali Yuga'da sadece yoksullar dürüsttürler ve kalan tek erdem iyilikseverliktir. Açgözlü kralların baskısından kaçmak için az sayıda insan ıssız dağ vadilerine çekilir. Kendilerine ağaç kabukları ve yapraklarından kaba örgülü elbiseler yaparlar ve yabani meyveler ve yenebilecek ağaç kökleri toplayarak yaşarlar. Sert iklim ve ilkel yaşama koşulları onları öldürücü hastalıklara kurban eder. Yirmi üç yaşına varan biri çok yaşlı sayılır.


Şiva-Rudra Olarak Vişnu, Dünyadaki Yaşamın Yıkıcısı


Dünya yaşamında bir yıla karşılık gelen 1000 Maha Yuga (Büyük Çağ) sonunda büyük tanrı Vişnu, Şiva-Rudra'ya dönüşecek ve dünyadaki tüm yaşamı yok edecektir. Bir gece, dünyadaki yaşamda bir günlük bir süreç başlatacaktır. Önce güneş ışınlarına girecek ve dünya yüzeyindeki tüm suyu buharlaştıracak, ısıyı artırmak için yüz yıl boyunca güneş ışınlarını yoğunlaştıracaktır. Her üç dünya, gökyüzü, yeryüzü ve yeraltı, bu korkunç sıcakta kavrulacak, büyük kuraklık ve kavurucu ateş bomboş bir çöl yaratacaktır. Kıtlık evrende kol gezecek, yüz yıllık süre sona erdiğinde hiçbir canlı varlık kalmayacaktır.

Ateşler üç dünyadaki tüm yaşamı tükettiklerinde, Şiva-Rudra, yani Vişnu'nun yıkıcı biçimi, korkunç fırtına bulutları püskürtecektir. Yüreklere korku salan gök gürültüsü ve yıldırımların eşlik ettiği bulutlar, güneşi gizleyerek ve dünyayı karanlığa boğarak yeryüzünün çevresinde dolaşacaktır. Yüzyıl boyunca gündüz ve gece, dünyadaki her şey yıkıcı sellerin derin suları altında yok oluncaya değin bir yağmur tufanı sürecek; ateş ve seller yaşamla birlikte tüm diğer tanrıları da yok edeceği için, korkunç tufan yanında sadece büyük tanrı Vişnu varlığını sürdürecektir.


Büyük tufan tüm yaşamı yok etmeye başladığında, büyük bir altın yumurta ortaya çıkacak; bu yumurta tufan öncesi dünyada var olan tüm hayat biçimlerinin tohumlarını taşıyacak; dünya sulara gömülürken, bu yumurta sınırsız okyanusun suları üzerinde güvenlik içinde yüzecektir.


Okyanus üç dünyayı tümüyle kapladığında, Vişnu kurutucu bir rüzgâr püskürtecek; yüzyıl boyunca bu rüzgâr, fırtına bulutlarını dağıtarak dünya çevresinde dolanacak; 1000 Maha Yuga'nın kalanında, dünya yaşamındaki bir gecede, Vişnu uyuyacak ve dünya da uyuyacaktır.


Brahma Olarak Vişnu, Dünyadaki Yaşamın Yaratıcısı


Uzun 1000 Maha Yuga gecesinin sonunda Vişnu uyanacaktır. Göbeğinde muhteşem bir lotus çiçeği çıkacak ve Vişnu, dünyadaki yaşamın yaratıcısı olan yaratıcı Brahma biçiminde bu çiçekten çıkacaktır. Lotus üç dünyanın temeli olacaktır. Brahma, çiçekten çıktığında onun üzerinde dinlenecek; sellerin tüm hayatı öldürdüğünü kavrayan Brahma, yeniden doğuş sürecini harekete geçirmek için yumurtayı kırarak açacaktır. Böylece Vişnu, tanrı Brahma olarak dünyanın yaşamında yeni bir günü, yeni bir 1000 Maha Yuga zamanını müjdeleyecektir.

Üç dünyanın imgesi tüm tanrılar, şeytanlar ve insanlarla tamamlanmış olarak Brahma'da bulunmaktadır. Yaratıcı Brahma önce su, ateş, hava, rüzgâr ve dünyayı üzerinde dağlar ve ağaçlarla birlikte ortaya çıkaracak; daha sonra evreni örgütlemenin bir yolu olarak zamanı ortaya çıkaracaktır.

Hemen sonra Brahma, tanrılar, kötü ruhlar ve insanları yaratma üstünde yoğunlaşacaktır, önce butlarından kötü ruhları ortaya çıkaracaktır; daha sonra, vücudundan sıyrılarak tanrıların düşmanlarına ait olan ve gece dediğimiz karanlığı yaratacaktır. Brahma ikinci bir vücut alarak, yüzünden tanrıları yaratacak, bu vücudu da terk ederek tanrılara ait olan, gündüz olarak adlandırdığımız ışığı yaratacaktır. Brahma'nın yoğunlaşma gücü, art arda gelen vücutlardan insanları ve Rahşasaları, yılanları ve kuşları ortaya çıkaracaktır. Daha sonra Brahma, ağzından keçileri, göğsünden kuzuları, midesinden inekleri, kollarından ve ayaklarından antilopları, buffaloları, develeri, eşekleri, filleri ve diğer hayvanları, ayaklarından atları ve vücudundaki kıllardan bitkisel yaşamı oluşturacaktır.


Böylece büyük tanrı Vişnu, sonsuza kadar üç biçim içinde var olur. Birincisi, dünyanın büyükbabası ve yaratıcısı Brahma'dır. Daha sonra dünyadaki hayatın koruyucusu Vişnu'ya dönüşür. Vişnu olarak bir uygar davranış yasası olan dharma ile insanları korur ve insanlara yardım için sık sık dünyaya inerek ve insan biçiminde doğarak onları en büyük düşmanlarından korur. Sonuncusu, dünyadaki hayatın yıkıcısı olan Şiva-Rudra'dır.




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak