9 Kasım 2022 Çarşamba
8 Kasım 2022 Salı
PARLAK BİR DÖNEMİN VARİSİ: 4. TUTHALİYA
Puduhepa’nın kraliçelik unvanını ve bunun kendisine sağladığı hak ve yetkileri, kocası 3. Hattuşili’nin ölümünden sonra kral olan oğlu Tuthaliya zamanında sürdürdüğü, belgeler üzerinde bulunan mühürlerden anlaşılmaktadır. Bunlardan biri, Şahurunuwa aslı birisine verilen topraklarla ilgili bir bağış belgesidir. Toprak bağışı, kral Tuthaliya ve kraliçe Puduhepa tarafından düzenlenmiş, şahit olarak da Nerikkalili, Dattaşa kralı Ulmi-Teşup ve Kargamış kralı İni-Teşup hazır bulunmuşlardır. Bunlardan Nerikkaili, 3. Hattuşili’nin oğlu, babası tarafından yeniden Amurru krallığına geçirilen Benteşina’nın damadıdır. İkinci şahit durumundaki kişinin Dattaşa kentinin kralı unvanını taşıması da ilgimizi çekmektedir. Kral Muwatalli devrinde bir ara başkent durumuna getirilen, fakat, Urhi-Teşup (=3. Murşili) zamanında başkentinin eskisi gibi Hattuşa’ya nakledilmesi ile, herhangi bir Hitit kenti halini alan Dattaşa’nın, buna karşın yönetim bakımından bir ayrıcalığa sahip olduğu görülmektedir. İni-Teşup ise, Şuppiluliuma’nın Kargamış’ta kral ilan ettiği oğlu Şarrikuşuh’un torunudur. Demek oluyor ki, Kargamış’ta kurulan sülale, Tuthaliya dönemine değin kesintisiz sürebilmiştir. Hatta bu dönemde belki de Asur İmparatorluğu’nun giderek büyümesi ve Hitit Devleti’nin güney sınırları için güçlü bir tehlike oluşturması nedeniyle, Kargamış’ın daha da önem kazandığı, özerkliğinin daha da artmış olduğu söylenebilir; aşağıda göreceğiniz bazı belgeler bunu doğrular biçimde, Hatti kralının yanında, Kargamış kralı tarafından da mühürlenmiştir. Bunların Ugarit ve Amurru ile ilgili konuları kapsamış olması, Kargamış’ın bu ülkelerin üstünde bir mevkide bulunduğunu kanıtlamaktadır.
İlgi çekici bir başka belgede sadece Puduhepa’nın mührünü görüyoruz. Kraliçenin tek başına bir belge düzenlemesi, bildiğimiz kadarıyla sık rastlanan bir olay değildir. Adı geçen belge, bir mahkeme kararı niteliği taşımaktadır: Majeste, Ugarit kralı Ammistamru’ya der ki ‘Ugaritli adam ve Şukku, majestenin huzuruna mahkeme için çıktıkları zaman, Şukku şöyle söyledi: Onun gemisi kıyıda parçalandı. Fakat, Ugaritli adam: Hayır, Şukku isteyerek gemimi parçaladı. Majeste şöyle hüküm verdi: Ugarit gemicilerinin başı ant içsin; ondan sonra Şukku onun gemisi ve içindeki malları ödeyecektir.’ Burada zarara uğrayan ve herhalde Hitit Devleti’nin uyruğunu taşıyan Şukku, ne görevle Ugarit’te bulunmaktaydı bilmiyoruz. Tazminatı alacak kişi ise, bir tüccar ya da gemi sahibi olmalıdır.
Asur İmparatorluğu’nun büyümesinin, Hatti ülkesi için artan bir tehlike yarattığını yukarıda belirtmiştik. Gerçekten de, Tuthaliya döneminin bütün dış siyaseti, bu tehlikeye karşı önlemler alma üzerine kurulmuştur. Asur ile olan ilişkilerin, elden geldiği kadar dostluk havası içinde yürütülmeye çalışılmış olması Asur’dan çekinildiğine işaret etmektedir. Salmanassar’ın tahta çıkışı dolayısı ile Tuthaliya’nın yolladığı bir mektup bulunmuştur. Ondan sonra, Asur kralı olan Tukultininurta’ya da aynı biçimde bir kutlama mesajı yollanmış ve bunda iki ülkenin arasında hiçbir sorun yokmuş gibi dostane bir anlatım kullanılmıştır. Hitit kralı, Asur kralına artık bir babadan ve bir anadan (doğmuş) gibi olduklarını yazmaktadır. Amaç, herhalde içten olmaktan çok, Asur kralının öfkesini Hatti ülkesinin üzerine çekmemek olsa gerekir. İki devlet adamının birbirlerini ziyaret etmesinin de iyi bir şey olacağı aynı mektupta söz konusu edilmektedir: O benim ülkeme gelse, ben onun ülkesine gitsem; birbirimizin ekmeğini yesek. Bu iyi niyet gösterilerinden sonra, Tuthaliya esas soruna değinerek, Tukultininurta’nın Papanhi Dağı’na sefer düzenlememesini, çünkü dağları kötü olduğunu yazmaktadır. Hitit kralının niyetinin, Asurlular’ı bu dağlardaki kötülüklerden korumak olmadığı, Anadolu’nun güneydoğusuna Asur ordularının yaklaşmasından korktuğu açıkça bellidir. Tuthaliya’nın bu çabalarının boşa gittiği, Asur İmparatoru’nun planlarından hiç ödün vermeden, istediği yeri yağmaladığı, Hitit ülkesi halkından 28.800 kişiyi, Fırat’ın öte yakasından sürüp götürdüğünü anlatmasından anlaşılmaktadır. Sürülüp, topraklarından edilen bu insanların sayısı, belki de abartmalı olmakla beraber, Asur’un dehşet saçan bir savaş makinesi halini aldığı artık görülmektedir; dostluk gösterileri işe yaramamış, Asur’un açıkça başlattığı bu düşmanlıklara karşı somut önlemler almak zamanı gelmiştir. Bu yüzden yapılacak iş, Asur ve Hitit toprakları arasına, Hatti Devleti’ne sadık birer krallık olan Amurru ve Ugarit’in güçlendirilerek sokulması, iki gücün doğrudan ilişkisini önleyecek bir tampon bölge yaratılmasıdır.
Bu bakımdan, Kuzey Suriye ilişkilerinin sıklaştığı elimizde bulunan belgelerden izlenmektedir. Önce, belki de Hatti’ye ihanet ettikleri kuşkusu ile, iki Ugarit prensi, mallarının kendilerinde kalması koşuluyla Alaşiya’ya sürülür. Bu kararı, Tuthaliya’nın yanında Kargamış kralı İni-Teşup da mühürlemiştir. Diğer yandan Amurru ve Ugarit arasındaki olası sürtüşmelere meydan vermemek amacı ile, Amurru kralı Benteşina’nın kızlarından biri ile evlenmiş olan Ugarit kralı 2. Ammistamru’nun boşanmalarına, fakat kızın çeyizini geri götürmesi ve ondan doğan oğulun veliaht kalması koşuluyla izin verilir. Sonradan kızın kardeşi, Amurru kralı Şauşgamuwa ile de bir antlaşma yapılır. Adı geçen boşanma belgesi üzerinde yine Tuthaliya’nınki ile birlikte İni-Teşup’un mührü yer almaktadır.
Amurru kralı Şauşgamuwa ile imzalanan antlaşmanın amacı, Asur’a karşı bir ittifak ve yine Asur’a karşı uygulanmak istenen bir ekonomik ambargonun sağlanmasıdır. Yukarıda değindiğimiz gibi Tukultininurta, Hitit topraklarına saldırmış ve açıktan düşmanlık etmeye girişmişti. Tuthaliya buna misilleme olarak kuvvetle karşılık vermekten çekinmiş olmalıydı ki, Asur’u ekonomik açıdan yıpratma yoluna gitti. Şauşgamuwa antlaşmasının ana çizgileri şöyledir: Şimdi ben, majeste, Büyük Kral seni, Şauşgamuwa’yı elinden tuttum ve seni kendime damat yaptım ve kızımı sana eş olarak verdim. Ve Amurru ülkesinde seni kral yaptım. Şimdi majesteyi hükümdarlığından ötürü koru! Sonra, majestenin oğullarını ve oğullarının oğullarını ve (onların) soylarını hükümdarlıklarından ötürü koru! Başka bir efendi isteme! Bu konuda tanrılara ant içtiğin antla bağlısın!... Mısır kralı, Babil kralı ve Asur kralı (tablette, daha önce yazılmış Ahhiyawa kralı sözleri silinmiştir) benimle eşdeğer krallardır. Mısır kralı benimle dost ise, sana da dost olacaktır! (yani sen de ona dost olacaksın) Eğer majesteye düşmansa, senin için de düşman olacaktır! Asur kralı ise, bana düşman olduğundan, senin için de düşman sayılmalıdır! Senin (uyruğundaki bir tüccar) Asur ülkesine gitmeyecektir! Oradan gelen bir tüccarı da sen ülkene bırakmayacaksın! Senin ülkene girerse, onu yakala ve majestenin (huzuruna) yolla! Bu konuda tanrıya içtiğin antla bağlı sayılacaksın! Ve ben, majeste, Asur kralı ile savaşta olduğumdan, sen de katılacak ve bir ordu ve bir arabalı savaşçı birliği kuracaksın. Sürat ve etkinlik majeste için ne anlamda (önemliyse), senin için de sürat ve etkinlik o (derecede önemli) olacaktır! Öyleyse, şimdi, sadık bir biçimde, ordu ve arabalı savaşçı birliğini kur! Bu konuda tanrıya içtiğin antla bağlı sayılacaksın! Ekonomik ilişkilerin kesilmesi ile Asur’un ticaretine sekte vurulması yanında, askeri hazırlıklara girişilmesi, durumun gerginliğini ortaya koymaktadır. Bu hazırlıklar sırasında görüldüğü gibi, Amurru’dan ordu kurması istenirken, Ugarit’ten de bu yükümlülük kaldırılmış ve yerine maddi yardım yapılması, her nedense daha uygun görülmüştür. Bu düzenlemeyi, şu belge üzerinde okumaktayız: Kargamış kralı İni-Teşup’un huzurunda, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı, Tuthaliya, Ugarit kralı Ammistamru’yu ordu birlikleri ve arabalı savaşçı birlikleri kurma yükümlülüğünden affetmiştir. Asur ile savaş hali sona erinceye değin Ugarit askerleri ve arabalı savaşçıları yardıma gelmeyecektir. Ugarit kralı majesteye 50 mina (= yarım kiloya yakın bir ağırlık birimi) altın vermiştir. Gittikçe artan bu gerginlik savaşma noktasına varmadan, kendiliğinden sona ermiştir. Tukultininurta, egemenlik döneminin ikinci yarısında Fırat sınırında yeni operasyonlara girişememiş ve oğluyla tutuştuğu iktidar kavgaları sırasında öldürülmüştür.
Asur tehlikesi atlatılmış, fakat Tuthaliya döneminde bu sefer de bir açlık tehlikesi baş göstermiştir. Olasılıkla büyük bir kuraklık sonucu olan bu felaketin, yalnız dar bir bölgede kalmadığı, yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Mısır ile Hattuşili döneminde kurulmuş dostluk ilişkileri, Hatti ülkesinde açlığın önlenmesinde çok işe yaramış, firavun Merneptah krallığının ilk yıllarına rastlayan bu kuraklıkta, Hatti ülkesine gemilerle tahıl yardımı yapmıştır. Bu sırada Hitit kralından Ugarit kralına gelen bir mektupta, açlıktan söz edilmekte, yukarıda adı geçen Ura kentine tahıl götürecek gemilere yer sağlanması istenmektedir. Durumun ne kadar ciddi olduğunu mektubun son cümlesi vurgulamaktadır: Bu, hayat memat sorunudur! Mısır’daki Karnak yazıtında firavun Merneptah da olayı şu sözlerle anlatmaktadır: Hatti ülkesini yaşatmak için, Asyalılar’a gemiler içinde tahıl gönderdim. Bu kuraklık döneminde ya da daha sonra Ugarit’te Hititler’in bazı sorunlarla karşılaştıklarını öğreniyoruz. Hitit Kralı, Ugarit’te krallık tahtına geçmiş birine şöyle çıkışmaktadır: Ugarit’te hükümdar olduğundan beri niçin majestenin huzuruna gelmedin? Ve neden elçilerini göndermedin? Şimdi bak, majeste bu duruma çok kızmıştır! Kargamış’tan gelen mektuplarda da bir askeri denetim dolayısıyla, bir Hitit prensinin gelişinden ve onun Ugarit’teki yeni kralın hoş karşılanmayan davranışları yüzünden, askeri önlemler alma ya da oraya askeri müdahale etme anlamlarına geldiği düşünülebilir.
Anadolu içindeki durumun 4. Tuthaliya döneminde de arada sırada geleneksel düşman Kaşkalar tarafından bozulduğu görülüyor. Özellikle, Hitit kralının başka yerlerdeki askeri harekatlarını fırsat bilerek, Hitit topraklarına saldırmak, alışılagelmiş bir Kaşka davranışıdır. 4. Tuthaliya zamanında Aşşuwa ülkeleri ile savaş halinde iken, kuzeyde Kaşka akınları olmuş, fakat anlaşıldığı kadarıyla bunlar fazla zarar vermeden defedilmiştir. Bu arada kesintiye uğrayan Aşşuwa seferinde Kikkuli adlı biri, vasal kral olarak adı geçen bölgenin yöneticiliğine getirilmişti. Hatti kralı Kaşkalar ile uğraşırken yeni bir isyan daha çıkmıştı, bunun sonucunu kesin olarak saptayamıyoruz. Fakat, batıda yapılan ilk savaşa Hititler’in 10.000 asker ve 600 araba ile katıldıkları belirtilmektedir. Bu rakamlar savaşın ufak bir çatışma olmadığını kanıtlamaktadır. Şauşagamuwa adlı Amurru kralı ile yapılmış olan ve yukarıda metnini özetlediğimiz antlaşmada, Hatti kralının kendiyle eşdeğer kralları sayarken Ahhiyawa kralının adını da bunlar arasına önce kattığını, fakat sonradan sildirdiği göz önüne alınacak olursa, Tuthaliya döneminde ülkenin batısındaki devletlerin çok güçlenmiş oldukları sonucuna varılmaktadır.
Hiç kuşkusuz, Tuthaliya kendisine bırakılan güçlü bir mirasın bilincinde idi. Hattuşili ve Puduhepa ‘nın kudretli ordu ve akıllı bir siyasetle yarattıkları, Ön Asya dünyasında saygın bir yer tutan Hitit İmparatorluğu, onun krallık döneminde oraya çıkan güneydoğudaki Asur ve batıdaki Ahhiyawa gibi yeni güçlerin yarattığı sorunların üstesinden, böyle sağlam bir zemine dayandığı için gelebilmişti.
4. Tuthaliya yönetim örgütünün ve dinsel işlerin yeniden düzenlenmesi ile çok ilgilenmiş bir kraldır. Tapınakların durumu, rahip ve görevlilerin sayısı ve tapınak eşyasının ayrıntılı envanterleri çıkarılmıştır. Arşivlerin içeriği için de aynı işlem uygulanmıştır. Önemli dinsel metinlerden çok sayıda kopyalar çıkarılarak çoğaltılmış, özellikle dinsel bayramlarda yapılan törenlerin anlatıldığı metinler, tahta tabletlerden kil tabletlere aktarılmıştır. Yeri gelmişken burada Hitit yazıcılığının malzemesine değinmekte yarar vardır. Metinlerin, kilden yapılmış levhalar üzerine yazıldığını, ele geçen binlerce tablet göstermektedir. Ancak elimize geçmemiş olmakla beraber, belgelerden öğrendiğimize göre, önemli bazı metinler, tunç, demir, ya da Kadeş Antlaşması’nda olduğu gibi gümüş tabletlere de yazdırılıyordu. Madeni tabletlerden hiçbiri günümüze kadar gelmemiştir. Diğer tahta tablet ve tahta tablet yazmanı terimlerine de belgelerde rastlıyoruz. Anadolu’nun iklim koşulları, bunların da toprak altında çürümeden kalabilmesine engel olmuştur. Fakat Hattuşa-Boğazköy kazılarından çıkan, üzerlerinde mühür baskıları bulunan çok sayıdaki kil topakçıklarının bunlarla ilgili olduğun kuşkusuzdur. Tahta tabletlere yazılan belgelere, mühür basılmış bu topraklar bir iple bağlanıyor ve böylece belgenin imzalanması sağlanıyordu. Bu tahta tabletlere kilden olanlara yapıldığı gibi, sivri bir araçla bastırılarak, çiviyazısı işaretlerinin kazınmasına olanak yoktu. Belki de, tahta tabletlerde kullanılan yazı sistemi, bir tür resimyazısı olan Luwi ya da daha eskiden denildiği gibi Hitit Hiyeroglifleri idi. Hiyeroglif yazısı, genellikle mühürler ve anıtsal kaya yazıtlarında kullanılmış olmakla beraber, kazınmak suretiyle kurşun levhalar üzerine de yazılmıştı. Bu tür levhalar, daha doğrusu uzun kurşun şeritler, Asur’da ve yakın zamanlarda da Kayseri – Sivas arasındaki Kululu adlı yerde bulunmuştur. Bu bakımdan, tahta tabletlere de herhalde boya ile hiyeroglif yazısı uygulanmış olabilir. Diğer yandan, Asur’da üzerleri balmumu bir tabaka kaplanmış, tahta ya da fildişi tabletlerin varlığını biliyoruz. Balmumu tabakasının eriyip akmaması için tahta tablet biraz oyularak, kenarları çerçeve halinde yüksek bırakılıyordu. Balmumunun tahta yüzeyine iyi yapışması için de, tahtanın yüzeyi pürüzlü hale sokuluyordu. Anadolu’da böyle tabletler yapıldığını ve üzerlerinde çiviyazısı ile metinler yazdırıldığını varsaymak herhalde yanlış olmayacaktır. Bu tür tabletlerin kullanılış açısından iyi bir tarafı da, balmumunun ısıtılıp yumuşatılarak, yazıların silinmesi ve tabletin yeniden yazıya hazır duruma getirilebilmesidir. Bu olanak, mahkeme tutanakları, dikte ettirilen mektuplar ya da yazman yetiştiren okullardaki öğrencilerin alıştırmaları için kolaylık sağlıyordu. Önce bunlara yazılan karalamalar, gerektiğinde, kitaplıklara konulmak üzere, kil tabletler üzerine temize çekiliyordu.
4. Tuthaliya hukuk alanında düzenlemeler yapmış ve yasa maddelerini kapsayan tabletler onun zamanında yeniden kopya ettirilmiştir. Bu kralın bayındırlığa dönük icraatını da Boğazköy kazıları kanıtlamıştır.
Alıntıdır.
Türk Tarihinin Ana Kaynaklarından Arkeolojik Buluntular.
Kurganlar
Ön Türklere ait en önemli kurganlar Noyin Ula, Esik ve Pazırık kurganlarıdır.
Noyin Ula: Noin-Ula Kurganı
Moğolistan’ın kuzeyinde Selenga Nehrinin Baykal Gölüne aktığı yerde bulunan Noin-ula’da Albay P.K.Kozlov tarafından 1923-26 yılları arasında Hunlara ait 212 kurgan bulunmuştur. Kurganlarda bulunan eşyalar o dönemde yün işlemeciliğinin ulaştığı boyutları göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca bu kurganlarda bıyıklı iki insan portresi de bulunmuş ve bunların Kök-Türk ve Uygurlara ait olabileceği kabul edilmiştir.
Esik (Yesik) Kurganı
1969 yılında, Kazakistan’ın Alma-Atı şehrine 50 km. uzaklıkta bulunan Esik kasabasında garaj yapmak ve yol açmak için yapılan kazılar sırasında ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 500 yıllarına aittir ve Kazak ilim adamlarından Kemal Akişev'in başkanlığında bu kazılara devam edilmiş ve üzeri toprakla örtülmüş höyüğün açılması ile muhteşem bir mezar ortaya çıkmıştır. Süslü kayalarla yapılmış olan bu mezar odasının içinin altınlarla dolu olduğu görülmüştür. Ayrıca çeşitli eşyalar da bulunmuştur ki bunlar arasında en dikkat çeken altından yapılmış elbise olmuştur. Çizmesinden başlığına, kemerinden kılıçlarına kadar her şey saf altından yapılmıştır.
Altın elbisenin başlığı ok ve tuğlarla süslenmiştir. Alın hizasında koç, geyik ve at kabartmaları vardır. Belindeki kemerin solunda bir kılıç, sağında ise bir kama asılıdır. Ceketin altındaki düz pantolonun paçaları çizmenin içine girmiş vaziyettedir. Ceket, yüzlerce üçgen altının birleştirilmesinden meydana gelmiştir. Bu elbisenin bir Tigin’e ait olduğu kabul edilmekle birlikte bu şahsın kim olduğu henüz tespit edilememiştir. Bu yüzden de bütün metinlerde bu elbise “Altın Elbiseli Adam” olarak adlandırılmıştır.
Mezarda bulunan 4.800 parça altından başka, tabakları, vazoları, kepçeleri, ayna ve tarak kılıflarını ile gümüş kaşıkları inceleyen tarihçiler ve arkeologlar, bunların, M.Ö. V. yüzyıla ait yüksek bir medeniyetin ürünleri olduğunu düşüncesine sahip olmuşlardır. Yine araştırmacılara göre, bu yüksek medeniyetin kurucuları, Çin baskısı ile Altaylardan kalkıp bugünkü Kazakistan bölgesine gelerek yerleşen ve “Sakalar” olarak anılan Türk boyu olmalıdır. Bize göre Altın Elbiseli Adam'ın mezarında bulunan en değerli malzeme ne bu altınlar, ne de diğer buluntulardır. Türk tarih ve medeniyeti açısından en değerli tarihi belge, yarısı kırılmış bir kabın üzerindeki 26 harflik iki satır yazıdır. Bu yazı, tarih ilmîne, diline, kültürüne ışık tutan, yön veren ve mazimizin yazılı tarihini 25 asır öncesine taşıyan bir hazine değerindedir. Bugüne kadar bilinen en eski Türk yazısı, Yenisey ve Orhun Yazıtlarındaki yazılardı ki bunlar da zamanımızdan ancak on dört asır geriye uzanmaktadırlar.
Günümüzde Kazakistan’da yapılan arkeolojik kazılar sırasında muhtelif yerlerde 6 tane daha altın elbiseli adam bulunmuştur.
Pazırık Kurganı
Pazırık mezarları ilk defa 1919 yılında S.I. Rudenko ve M.P.Gryaznov adlı iki Rus ilim adamı tarafından bulunmuştur. Sibirya’da Ulagan vadisinde, Pazırık denilen yerde, tamamen donmuş mezarlar içinde cesetlere ve eşyalara rastlanılmıştır. Pazırık mezarlarında M.Ö. 400-200 yıllarına ait halılar, giyim eşyaları, ayakkabılar, arabalar, mumyalanmış kadın ve erkek cesetleri, at koşumları, müzik aletleri ve süs eşyaları çıkarılmıştır.
Bu ve diğer kurganlardan kıyafetler, çeşitli süs eşyaları, küpe, düğme, kopça, bilezik, gerdanlık, ayna, toka, kemer uçları, savaş aletleri, ok ucu (termen), balta, bıçak, süngü, kılıç, zırh, kalkan, bayrak, tug, ev aletleri, çekiç, balta, her türlü kap-kacak, eyer, gem, üzengi, kayış tokaları, halı, kilim, döşek, her türlü çalgı, heykeller çıkarılmıştır.
Eski Türk Paraları
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılan araştırmalarda Türklere ait sikkeler bulunmuştur. İlk bulunan sikkeler Türgeşler’e aittir. VIII. yüzyılın ilk yarısında darp olunan sikkelerin üzerinde “İlahi Türgeş Kağanı Sikkesi” ibaresi dikkat çekmektedir.
Fakat O. İ. Smirnova yaptığı araştırmalar neticesinde en eski Türk paralarının daha erken dönemlere ait olduğunu ortaya koymuştur. Smirnova, arkeolojik kazılarda elde edilen 6-8. yüzyıllara ait Türkistan sikkelerinin büyük bir kısmını Eski Türk sikkelerinin teşkil ettiğini ve üzerlerinde “Kağan, Hatun, Tudun, Tutuk” gibi Türkçe unvanlar yer aldığını tespit etmiştir.
Şimdiye kadar bulunan Eski Türk sikkelerinden Batı Kök-Türk Kağanlığına ait ilk sikkenin kağanlığın kurucusu Tardu Kağan (576-603) ’a ait olduğu belirtilmektedir.
Tardu Kağan Sikkeleri (576-603): Ön yüzünde ortada çapa şeklinde damga ve onun üzerinde Sogd yazısıyla “Tardu” kelimesi bulunmaktadır. Arka yüzünün orta kısmında ise yine Sogd yazısıyla “Qaghan” kelimesi yer almaktadır.
Tun Yabgu Kağan Sikkeleri: “Tun Yabgu Kağan Parası” Sikkenin ön yüzünde atlı binici tasviri görülmektedir. At oldukça uzun boylu tasvir edilmiştir. Bu sikkenin üzerinde karşıya bakan, geniş, yuvarlak yüzlü, uzun saçları omuzlarına kadar dökülen erkek (kağan) ve yanında yüzü biraz küçük kadın (hatun) tasviri görülmektedir. Burada erkeğin başı üzerindeki hilal ve yıldız tasviri dikkat çekmektedir. Ön yüzünde, sağ tarafa yönelen iki hörgüçlü deve tasviri vardır. Arka yüzünün orta kısmında damga ve etrafında Soğdca “İlahi Kut (sahibi) Kağan” cümleleri yer almaktadır.
Alıntıdır.
Gündelik Hayatımızda Temizlik - 7
Ayakkabı
Bilinen en eski ayakkabı IO 2000 yılına tarihlenen ve Mısır’da bulunan örülmüş papirüsten yapılma sandaldır. Eski Yunanlılar ve Romalılar çeşitli biçimlerde bağlanan sandallar giyiyorlardı ve bugünün ayakkabısıyla sandal arası giyimi Yunanlılardan öğrenmişlerdi. Ayakkabıcı loncası IO 200 yılında Roma’da kuruldu ve ayakkabı modasıyla Roma’da giyilebilecek ayakkabı renkleri kurala bağlanmıştı, imparator Heliogabalos (İS 204-222) yüksek mevki sahibi kadınlar dışında pahalı ayakkabı giymeyi yasakladığı gibi, Aurelianus da (270-275) erkeklere kırmızı, beyaz, sarı, yeşil ayakkabıyı yasaklamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nda da ayakkabı renkleri kurallara bağlanmış, Müslümanların ve her millet, yani din/mezhepten insanın ne renk giyebileceği belirlenmiştir. Müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, Ermenilerin başlık ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavidir.
Rönesans’la uzun topuk ve sivri burunlu ayak kabılar ilk kez moda oldu. Yüksek topuklu ayakkabıları önce erkekler giydi, zaten bu dönemde kadın ayakkabıları uzun eteklerin altında görünmediğinden henüz moda konusu değildi. Güneş Kral XIV. Louis döneminde erkek ve kadın ayakkabılarının topukları iyice uzadı. Zamanla erkek topukları küçülürken, kadın topukları uzayıp inceldi. Kadın ayakkabısının topuğu modaya göre yükselip alçaldı. Latince stilus kökünden gelen İtalyanca stilo (hançer), 1950’lerin sivri ve yük sek topuklarına stiletto biçimiyle ad oldu.
Ayakkabı, ‘demir asa demir çarık’ deyiminin ifade ettiği gibi, statü gösterir, simgesel nitelik de taşır. Ön Asya’ya benzer biçimde, demir ayakkabı Çin efsanelerine kadar uzanır. Çin’de ayakkabı uyum ve denge simgesidir ve oğul sahibi olma dileğini de ifade eder. Eskiden mahkemelerde kocasının cinsel iktidarsızlığı nedeniyle boşanmak isteyen kadınların, hâkimlere bu durumu anlatmak için ayakkabılarını çıkarmaları da Çin simgeselliği ile benzeşiyor.
Osmanlı esnaf örgütlenmesinde çizme, edik, terlik ve mestçiler ayrıştığı gibi pabuç ve başmakçı esnafı da ayrı ayrı örgütlenmiştir. Başmak deriden yapılmış üstü açık ayakkabı türüyken sonra pabuç anlamında kullanılır olmuştur. Pabuç Farsça pa (ayak) ve puş (örten) sözcüklerinden gelir. Evliya Çelebi başmak, pabuç, çizme ve attar esnafının hepsinin pirinin Muhammed bin Ekber-i Yemenî olduğunu, İmam-ı Azam’ın başmakçıları pabuççulardan ayırdığını yazar. 1579 yılında “...başmakçılar çarşısıyla çizmeciler ve pabuççular çarşısı başka başka olup biri birinin sanatlarına karışmayıb, her taife sanatlu sanatın işlerken, sonradan saray pabucu deyû bir pabuç ihdas olunmağla çizmeciler ve başmakçılar dahi işleyib sefer-i hümâyûn için orduca lazım oldukda bu pabuççular saray pabucu için orducu vermeziz deyü” direnmeleriyle İstanbul kadısına, başmakçılarla çizmecilerin pabuççuların işlerine karışmamasını sağlaması için emir verilmiştir (Ahmet Refik Altınay, Onuncu Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı). Ayakkabı esnafının bu kadar uzmanlaştığı Osmanlı döneminde çarık, çapula, yemeni, fotin kundura, kamerçin gibi, bölgelere ve toplumsal statüye bağlı olarak birçok ayakkabı çeşidi tüketilmektedir.
Çarık insanların kendi üretimi, çapula Doğu Karadeniz’e özgü çarık biçimidir. Yemeni geleneğe göre, Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye uygun biçimde, Yemenî Ekber adlı bir usta tarafından Yemen’den getirilmiştir.
Önce Güneydoğu’da yayılan ve özellikle Antep’te kırk yıl öncesine kadar varlığını sürdüren iki yüzün üstünde imalathaneyle bütün Anadolu’nun çarşı işi ayakkabısı olmuştur. Yemeninin alt derisi manda, yüz derisi keçi, kenarı oğlak, iç yüzü koyun, iç tabanı sığır derisinden yapılır, çirişle yapıştırılarak balmumuna batırılmış pamuk ipliğiyle çapraz dikilir.
Mest lapçin, konçları uzun ve bağlı kaloş potini çamurdan koruyan yarım kunduradır; mest lastik yaygınlaşınca bırakılmıştır. Galoş İspanyolca ahşap ayakkabının adıdır; Fransızca galoche, Almanca Galoschc, İııgilizce galosh, son dönem Latincesi calopedia, Eski Yunanca kalopous, ayakka bıcının ayakkabı kalıbı anlamında kalon (ahşap) ve pous —podos (ayak) sözcüklerinden gelir. Eskiden Osmanlı dahil bütün Avrupa’da yağmur çamura karşı ayakkabıyla giyilen nalındı, bugün hastane ve kreşlere girilirken takılan naylon koruyucu olarak yaşıyor.
İskarpin (Fransızca escarpin) 1918’de kullanılmaya başlandı, önce ‘avam’ yemenisini andırdığından yadırgandı ise de, Reşat Ekrem Koçu’nun verdiği bilgiye göre Anadolu hareketinin yaygınlaşmasıyla iskarpin de tutundu.
Rugan ayakkabı adını Farsça revgan (parlak deri) sözcüğünden aldığı gibi, süet de Fransızca peau de Suede tamlamasının İsveç anlamına gelen ‘Suide' kısmıdır; İsveç derisi yüzü ince havlı deri türüdür, ikinci Dünya Savaşı sonrasında bütün dünyada yaygınlaşan mokasen Kızılderili ayakkabısı, tatil yerlerinde bir dönem yaygınlaşan, altı örgü ipten yapılmış espadril ise İspanyol köylü ayakkabısıdır.
1892’de Ingiltere’de seri üretim yapan makinelerle ilk ayakkabı şirketi kuruldu. Dikiş makinesi ayakkabı sanayiine ilk ivmeyi kazandıran buluş oldu. Ama dünya ayakkabı modasının merkezi İtalya’dır.
Fatih döneminde Beykoz’da başlayan ayakkabı üretimi III. Selim zamanında 1805’te bir özel değirmenin devlet tarafından satın alınması ve suyunun Kâğıthane’ye verilerek yörenin dericilik bölgesi haline getirilmesiyle sürdürüldü. II. Mahmud Hamza Bey’den 1810’da Beykoz deresi debbağhanesini satın aldı, 1816’da debbağhane fabrikaya dönüştü. 1872’de iki buhar kazanı, 40 beygir gücünde bir buhar makinesi getirtildi. I884’de günde 250-300 çift kundura üreten fabrika, 1912’de günde 1000 tabaka deri, 4000 asker postalı üretiyordu. 1925’te sivilleştirilen fabrika 1933’te Sümerbank’a devredildi. 8 Aralık 1930’da Umum Ayakkabıcı Sanatkârlar Cemiyeti’nin düzenlediği ayakkabı sergisini gezen Atatürk’ün sözleri bu yıllardaki ayakkabı piyasası hakkında fikir verecektir: “Kunduracılar Sergisi’nde gördüğüm her türlü ayakkabılar, sanatkârlarının çok ilerlemiş olduklarını isbat eden eserlerdir. Vatandaşlarıma yerli ayakkabılara rağbet göstermelerini tavsiye ederim. Yerli ayakkabıları hariçten gelmiş göstererek fazla satış yapmak hevesine düşenler bulunduğunu söyleyenler oldu. Eğer bu doğru ise çok teessüfe şayandır.”
1950’li yıllarda dar gelirli kesimlerde ve özellikle köylerde kara lastik dönemi başladı. Şehirli çocuklar yazlık olarak renkli ve desenli, tokalı lastikler kullanırken, köylüler büyük küçük, yaz kış kara lastik giymeye başlamışlardı. Yazlık ayakkabı türü olarak ‘sandaletlerin giyilmesine, 1908’den itibaren önce erkek çocuklarla başlandı, sonra kız çocuk ve nihayet büyükler tarafından giyilmesi olağanlaştı. Lastik veya kara lastik ayakkabıların da biçim olarak sandaleti taklit eden yazlık modelleri vardı.
Yazlık olarak bu ayakkabıların giyilmesi, 1960’larm sonlarından itibaren ‘beden’ dersi ayakkabılarının günlük kullanıma girmesine kadar devam etti.
Türklerin eve girerken feslerini çıkarmamaları ile Batılıların ayakkabılarını çıkarmamaları, birbirlerinin tersi davranışlar olarak dikkat çekerdi. Fesin kalkması ile baştaki ayrım yok oldu ama misafir de olsa ayakkabıyla bir eve girmek halen evi mundar edecek bir davranış olmayı sürdürüyor.
Terlik
Ter Eski Türkçedir; terlik ev içinde giyilen hafif ayakkabının, ayrıca başa giyilen takkenin de adıdır.
Mercan terlik pabuççu esnafının bekar odalarının bulunduğu İstanbul’un Mercan semtinden adını alır; burada üretilen topuksuz yanları açık terlik 15.-16. yüzyılda moda olmuştur.
Pantofla orta Latincede vardır, İtalyanca, Fransızcaya, burdan da birçok Avrupa diline yayılmıştır. Yunanca ‘tamamen mantar’ anlamında panto-fellos’tan geldiği açıklaması yanlıştır, bu etimoloji 15. yüzyılda yapılmıştır, Eski Yunanistan’da mecvut değildir. Avrupa’nın birçok dilinde, Rusça tufel’e kadar terlik için kullanılan sözcük budur. Sırpça terlik sözcüğü zapatilla, zapato ayakkabının küçültülmüş biçimidir. Britanya Adalarında bugün terlik anlamında kullanılan yslopan, slipier, slipper sözcükleri iloparı, ilop, sloppe ve slop sözcüklerinin standartlaşmış biçimleridir, bu sözcükler geçmişte bot türü, tam olarak tanımlanamayan bir ayak giyiminin adı olduğu gibi, bol dolak, cübbe, potin, sandalet gibi giyimler için de kullanılmıştı.
Julie L. Horan Tuvaletin Sosyal Tarihi - Bay Porselen (çev. Gül Çağalı Güven, 1997) kitabında Japonların banyoya girmeden önce ev terliklerini çıkartarak tuvalet terliği giymelerini, herhalde terlik kullanmayan bir Batılı olarak, terlik konusunun tuzu biberi gibi anlatır.
Çizme, Bot, Spor Ayakkabı
Eski Mısır ve Sümer askerleri çıplak ayak savaşırken Asur ve Hitit askerleri çizme giyiyordu ve Hitit metinlerinde tarım tanrısı Telipinu için, şaşkınlık belirtmek üzere kullanılan sağ çizmesini sola giyinmek deyimi çizmenin sağının solunun olduğunu da gösterir.
Çizmeyi ilk giyenler göçebe halklardır. Avrupa’da çizme üretimi ve modaları 1800’lerde çağdaş ordularla gelişti. II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp yeni ordu kurarken, kara ordusu için postal, süvari için çizme giyilmesini benimsedi. Çizme sözcüğü Macar, Romen, Bulgar, Sırp dilleriyle birlikte Arapça (Mısır’da gazma) ve Farsçaya da geçmiştir. Orta Asya Türk dillerinde çizmenin karşılığı Anadolu’da dar bir bölgede de kullanımı süren edik’tir; çizme Anadolulu bir sözcüktür ve Hasan Eren’in açıklamasına göre ‘çözme edik’ kullanımından doğmuştur. Gene çizme anlamında kullanılan çekme de ‘çekme edik’ten gelmedir.
Bot sözcüğünün kökeni tartışmalıdır; Geç Latince botta, Germen dilinde butt (değnek), Fransızca pied (bot, sopa, ayak) sözcüğünden türetildiği düşünülen botte, İspanyolca bota, eski İngilizce bote ve Almanca Boot biçimleriyle Avrupa’da yaygındır. Kışlık ayakkabı yerine önce şehirlerde gençler arasında yaygınlaşmış olan bot Türkiye’ye ilk kez kadın ayakkabısı olarak gelmiştir. Kadınlar eskiden kundura giyerken, alafranga çarşafla birlikte uzun, yarım konçlu botlar yaygınlaştı Botun yerini iskarpinin alması 1909-14 yılları arasında, Meşrutiyet’in özgürleştirici havasında oldu.
Lastik tabanlı spor ayakkabıların üretimi 1800’lerin sonlarında lastiğin sülfürle karıştırılarak yumuşak ve dayanıklı hale getirilmesiyle mümkün oldu. Önce galoşta kullanılan lastik, 1910’larda lastik tabana geçirilen kanvasla hafif koşu ayakkabılarının yapılmasına yol açtı. 1917’de A BD ’de bu ayakkabıları ilk kez geniş pazara ulaştıran firma, onlara İngilizce çocuk anlamında kid ve Latince ayak anlamında ped sözcüğünden esinlenerek ‘keds’ adını vermişti. Bu ayakkabıların lastiği siyah, kumaşı kahverengiydi, çünkü erkek ayakkabısının kahverengi olması gerekiyordu.
Lastik sanayiinin gelişimi ve. naylonun bulunuşu ile spor ayakkabılar malzeme ve biçim açısından gelişti ve çeşitlendi. Yeni modeline Yunan Zafer Tanrısından alınan adla Nike adını veren üretici Phil Knight, 1972’de ABD Olimpiyat elemelerinde atletlere ayakkabılarını dağıttı ve elemelerden sonra “ilk yediye giren dört kişi Nike giyiyordu” açıklamasıyla reklam kampanyası başlattı. Elemelerde birinci, ikinci ve üçüncü gelenlerin Batı Almanya ürünü Adidas giydiğini elbette atlamıştı.
Başlangıçta normal ayakkabıya göre ucuz ve dayanıklı, çocuklar için rahat olması ve boya istememesi nedeniyle beden eğitimi dersleri dışında günlük hayatta da kullanılmaya başlanan spor ayakkabılar, zamanla yetişkinler tarafından da ‘genç kalmanın’, ‘sporcu, bakımlı ve rahat’ olmanın göstergesi olarak, hatta kot gibi, ceket kravat altına giyilmeye başlandı. İşte 1980’li yılların ortalarında bütün dünya ve Türkiye’yi kot markalarıyla birlikte saran ‘marka’ spor ayakkabısı modası ve ona göre fiyatları böyle oluştu.
Çorap
Farsça gorab sözcüğü Arapça (curab) ve Türkçeye (çorap) geçmiş, Türkçeden Balkan dillerine de girmiştir. Anadolu ağızlarında malzemesi, biçimi ve motiflerine göre çoraplara farklı adlar verilir. Çorap desen ve motiflerini bilmek, çorabın üretildiği bölgeyle birlikte, bir zamanların oyalı mendilleri gibi, çorabı örenin meramını da öğrenebilmek demekti. Ancak yün çorapların burun ve topukları o kadar çabuk yıpranır ki, çoraplara yama yapmak zorunda kalmamak için çorap örülürken topuk ilmekleri ayrı bir şişe alınarak, topuk gövde tamamlandıktan sonra ayrı, üçgen biçimli bir parça halinde örülür ve yırtıldığında gövdeye zarar vermeden yalnızca bu ilmekler yeniden örülerek çorap tamir edilir; bu işleme amaşmak denilir. Çarşı çorapları ise yekpare topuklu olduğu için yama gerektirir.
Avrupa’da çorap bilinmezdi. Fransızca chausette (Türkçede şoset), İtalyanca calza, Yunanca kaksa, Latince calcus ayakkabıdan gelmektedir. Fransızcada chausse yani kısa pantolonun küçültülmüş biçimidir. Chausse 1100’lerde, chausette 12. yüzyılın sonlarında görünür. Dilimizde soket biçiminde kullanılan, İngilizce sock ve stocking sözcüklerinin kökeni olan Latince soccus da alçak topuklu hafif ayakkabıdır. Stocking sözcüğü İngilizcede 16. yüzyıla kadar görülmez ve daha geçmişe gidildiğinde çorap, giyilen değil bacağa sarılan post, dolak veya kalçındır.
Eski Yunanlı kadınların giydikleri sykhos Roma’ya soccus olarak geçti ve Romalılarca Britanya Adaları’na taşındığında, çizmenin içine giyilerek ayakların korunabileceğini gören Anglosaksonlarca benimsendi.
Kuzeyliler bacaklarını dolar, güneyde uzun çorap kadın işi kabul edilirken, 14. yüzyılda Katolik Kilisesi beyaz ketenden diz üstüne çıkan çorapları papazların ibadet kıyafeti olarak benimsedi. Şövalye filmlerinde gördüğümüz ve son yıllarda komedi filmlerine konu olan taytlı (tight) erkekler 11.yüzyılda ortaya çıktılar; 14. yüzyılda iyice daralan ve pantolon yerine de geçmeye başlayan bu dar çoraplara karşı bu kez Kilise harekete geçti.
William Lee 1589’da ilk örgü makinesini yapınca Kraliçe I. Elisabeth dokunan kaba yün çoraplar nedeniyle patent başvurusunu geri çevirdi. Makinesini geliştiren Lee, Kraliçe’ye ipek çorapla başvurduğunda, elle çorap örenlerin çıkarı adına gene reddedildi. Fransa’da IV. Henri’den destek bulan Lee, kralın öldürüldüğü 1610’a kadar burada üretimini sürdürdü. Lee’nin ölümünden sonra kardeşi İngiltere’de, direnişlere rağmen örgü sanayisini kurabildi.
Fransız Aydınlanmacılarının Ansiklopedi’si (1765) “...iğneyle örülür ya da tezgâhta dokunur. Tezgâhta yapılan çorap ve kullanımı burada betimlenecek”, “... bu ürünü yapmakta kullanılan tezgâh, en karmaşık ve dolayısıyla en dakik makinelerden biridir. (...) Okuyucunun, bu makalenin böylesine uzun olduğuna şaşacak yerde, yazımızı kısa tutmak için elimizden gelen her şeyi yaptığımızdan emin olmasını isteriz,” diyerek yer verdiği çorap maddesi, “Dıctıonnaire du Commerce (Ticaret Sözlüğü) yazan, İngilizlerin bu makineyi kendilerinin icat edip şişinmelerinin beyhude olduğunu ve bu icadın şan ve şerefini Fransa’nın elinden almaya çalışmalarının da saçma bir şey olduğunu yazar,” diye devam etmektedir. Ansiklopedistlere göre makine bir Fransız tarafından icat edilmiş, mucit Paris’te oturma konusunda güçlüklerle karşılaşıp İngiltere’ye gitmiş ve orada ödüllendirilmiştir. İngilizler icadı saklayarak ölüm cezası tehdidiyle yurt dışına çıkartılması ya da modelinin yabancılara verilmesini yasaklamışlar, ama gene de bir Fransız onu ülkesine geri getirmiştir.
İngiltere kraliçesi Elisabeth ipekli çorapları çok sevmiş ve bir daha yünlü çorap giymeyeceğini açıklamıştı. Bu nedenle olsa gerek, İspanya elçisine, İspanya kraliçesi için törenle ipek çorap verilmişti. Fakat İspanya elçisi diklenerek, “Hediyenizi geri alın ve şunu bilin ki, kraliçemizin bacakları yoktur!” diye çıkışmıştı.
İngiltere devleti belki de yeni ürününü tanıtmak istiyordu. Fransız ansiklopedistlerinin makineleşmenin ve kapitalizmin motoru olan eğirme makinelerinin kökeni üstüne verdiği kavga, pazar mücadelesi ve tarih yaratma gayretinin ilk kapitalist örneklerinden birini oluşturuyor. Sanayi üretimi şehirlerden başlayarak köylere doğru evlerdeki dokuma, halı, çarık üretimi gibi çorap üretimini de bitirip, eli ağırşaklı ve şişli kadın manzaralarından sonra yamalı çorabı da ortadan kaldırmış, Anadolu’da anlatılan ‘didaktik’ küçük hikâyeyi de geçersiz kılmıştır: Kadın çoraplarını yamamadığı için kocası kahvede hep ayaklarını altına alıp otururmuş, sonunda çorabın biri örülüp yamanınca adam bir ayağını uzatmış. Kadın kahvenin önünden geçerken kocasının bir ayağını uzattığını görünce, “Y..ğını yidiğim, gelecek ay da öbürünü uzatırsın,” demiş.
Türkiye’de çorap üretimi 1980’lere kadar küçük atölyelerde gerçekleştiriliyordu, modernizasyon süreci tamamlandıktan sonra ülke, ABD ve İtalya gibi dünyanın sayılı çorap üretici ve ihracatçı ülkeleri arasına girdi.
Naylon Çorap
27 Ekim 1938’de Du Pont şirketi tekstilde kullanılabilecek daha kuvvetli ve esnek, yeni sentetik bir maddenin, naylonun üretildiğini açıkladı. Du Pontlar 1802’de Fransa’dan ABD ’ye gelmişler, ünlü kimyager Lavoisier’in yanında çalışmış olan Eleutre Du Pont burada barut fabrikası kurmuş ve Amerikalılar İngiltere’ye karşı savaşta bu barutu kullanmışlardı. Birinci Dünya Savaşı’nda da ABD ’nin barut ihtiyacının % 40’ını karşılayan şirket, savaştan sonra kimya sanayiinde büyük güç haline gelmiş ve araştırmalara büyük kaynak ayırmaya, vernik, otomobil boyası vb. imalatına başlamıştı.
Naylonun icadının açıklanmasıyla sanayi, bir yandan ipek bağımlılığından kurtulmaktan hoşnut, bir yandan dayanıklılığın artmasının satışları düşüreceğinden tedirgindi. Naylon iplik 1939 Dünya Fuarı’nda sergilendi ve naylon çorapların ‘deneme’ giyimi başlatıldı. Du Pont’un çorap imalatçılarına, sattığı iplikle üretilen ve ABD ’nin büyük satış yerlerine dağıtılan naylon çorapların ‘Naylon Günü’ ilan edilen 15 Mayıs 1940’dan önce satışa çıkartılmaması kararlaştırıldı. Düzenlenen kampanyayla satış o gün başlatıldı ve dükkânların önünde daha açılmadan önce kuyruklar oluştu, kadınlar saatlerce beklediler, çorapların tamamı o gün tükendi.
Ne var ki ikinci Dünya Savaşı başlamış ve naylon paraşüt, çadır, ip yapımına ayrılmıştı. Naylon çorap karaborsaya düştü. Ve kadınlar bacaklarını beje boyayıp siyah dikiş çizgisi çizdiler. Üretici Du Pont dikişsiz naylon tasarlamıştı ama savaş koşulları tabaka halinde naylon üretip sonradan dikmeyi gerektirmişti. Fakat bu çizgi çok seksi bulunuyordu.
Naylon ABD ’de üretilmiş ve Avrupa’ya ihraç edilmeden İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Ingiltere’ye giden bütün naylon savaş amacıyla kullanılıyor, naylon çorap yalnızca kaçak yollarla ve Amerikalılar özellikle de askerler tarafından ülkeye sokuluyordu. Naylon çorap bulabilen Ingiliz kızlar kıskanılıyordu. Bu kıskançlığın naylon çorap edinmek için Amerikalı askerlerle ilişki kurmaya kadar vardığı söyleniyordu. Naylon çorabın hikmeti bu ki, kırk yıl sonra Doğu Bloku rejimlerini yıkanın da aynı tutku olduğu söylenecekti.
Etek boyuyla birlikte kalınlığı ve rengiyle kadının toplumsal statüsünü bildiren naylon çorap, çalışan kadınlar ve öğrenci kızlar için yıllarca bir yandan da ‘kaçma’sıyla sorun oluşturduktan sonra, kalitelilerinin üretilmesi, pamukluların revaç bulması, külotlu çorabın yaygınlaşması ve sonunda tayt ve streç giymenin çocuklardan başlayarak teyzelere kadar olağanlaşmasıyla daha rahat günler başladı. Eteklerin kısalıp sonunda dizin üstüne çıkması jartiyer kullanımını olanaksız kılmış ve naylon çorap gittikçe uzayarak külotlu çorap ve tayta dönüşmüştü. Jartiyer Fransa’da (Bretonca garr, ‘dizin arkasından garter,jarretiere) 14. yüzyıldan beri kullanılmıştır. İngiltere’nin en büyük şövalyelik nişanı 1344’de verilmeye başlanan Order of Garter’dir (Diz Bağı Nişanı). Şemseddin Sami’nin 1886’da diz bağı diye, çevirdiği jartiyer, ortaçağ sonlarına kadar erkek kıyafetinin ayrılmaz parçasıydı ve kullanımı yakın yıllara kadar devam etmişti. Naylon çorapla birlikte Türkiye’de de çorap lastiğinin yanındaki yerini alan jartiyer, bu gelişmelerle tekrar özel hayata çekildi.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Antik Mezopotamya
MİTOLOJİ VE EFSANELER
Antik Mezopotamya'nın mitleri ve efsaneleri son derece zengin bir malzeme koleksiyonu oluşturur. Bunlardan bazıları Sümerce‘de ve bazıları Akad dilinde korunmuşlardır; en erken tarihli metin M.Ö. 2500'e, en geçiyse M.Ö. birinci yüzyıla aittir. Kayıtlarının bu kadar geniş bir tarih dilimine yayılmasından da tahmin edilebileceği gibi, bu malzeme oldukça fazla çeşitlilik gösterir; dolayısıyla birçok durumda bir öykünün farklı bölgelerde ve farklı dönemlerde ele alınmasından kaynaklanan birçok değişik versiyonu bulunmakta ve bu öykülerden bazıları diğer versiyonlarıyla çelişmektedir. Bazı mitler tarihsel dönemlerde yaratılmışlar; bazıları ise kesin tarihi belirlenemeyen çok eski bir dönemde yaratılmışlardır. Şüphesiz bunlar farklı biçimlerde ve farklı durumlarda ağızdan ağıza yayılmışlardır; bununla birlikte, bu mitlerin günümüze ulaşan tek biçimi doğal olarak yazılı biçimdir. Yazılı biçimde günümüze kadar korunan her mitin ya da efsanenin özel bir tarihsel çevrede yaratılmış ve özel bir edebi amaca hizmet etme niteliği taşıyan bir edebiyat eserinin (belki de parçalar halinde) bir bölümü olarak korunduğunu unutmamak gerekir. Böylelikle bu mitler Yunan trajedi yazarlarının yarattığı Yunan mitlerinin kullanımlarıyla karşılaştırılabilir ve ikisinde de aynı garip tiplerin kullanıldığı görülebilir. Homojen bir sistemden söz edilemez ve en genel anlamıyla ele alınmadıkça Mezopotamya mitinin karakteristik özelliğinden bahsetmek anlamsızdır. Mit, efsane ve tarih arasındaki ayrım elbette modern bir ayrımdır.
Belirtilmesi gereken özel bir sorun da mitlerin günümüze ulaşan edebi versiyonlarıyla, mitsel temaların Mezopotamya güzel sanatlarındaki birçok arma ve ikonlarda kullanılan grafik versiyonları arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Bu, antik sanat eserlerinin yorumlanmasında karşılaşılan büyük zorluğun kaynağını oluşturur. Bu farklılıklar Mezopotamya mirasının olağanüstü zenginliğini ortaya koyar çünkü sanatta kullanılan birçok mitsel temanın, henüz yazılı uyarlaması. keşfedilmemiş anlatılara gönderme yaptığını açığa çıkarır.
İncelenen ve derlenen mitler ve efsanelerle ilgili Akad eserlerinin çoğunun bugün İngilizce çevirileri vardır ancak birçok Sümer sanat eseri ya sadece yabancı dillerde yapılan derlemelerde ve (kolayca bulunması mümkün olmayan) doktora tezlerinde bulunmakta ya da henüz basılmamış durumdadır. Ayrıca, bunların dışında da henüz okunamamış ya da incelenememiş pek çok eser vardır.
İncil'e duyulan ilgi, genel olarak Antik Yakın Doğu üzerine araştırma yapmak için önemli bir itki oluşturmuştur. İncil'in yazıldığı dil olan İbranice, Aramca ve Yunanca dillerinde hatırı sayılır uzunlukta bir dönem boyunca yazılmış olan kapsamlı düz yazı ve şiir koleksiyonu, Mezopotamya'nınkine yabancı bir dünyanın ürünüdür ancak bu dünyada Mezopotamya toplumunun inançlarının ve tarihinin yankılarını bulmak mümkündür. Bu, bütün Yakın Doğu'da bulunan birçok sözlü geleneğin birbirini etkilemesi gibi karmaşık bir sorunu gündeme getirir. Mezopotamya'da aynı konularda çok daha eski dönemlere ait yazı örneklerinin varlığı görülmektedir. Ama bu, bizim daha sonra ortaya çıkan bütün benzer konuların kökeninin Mezopotamya olduğu sonucunu çıkartmamızı gerektirmez.
SANAT VE İKONOGRAFİ
Antik Mezopotamya dinsel sanatındaki öğeleri yorumlamanın zorluğu, (Mısır ve Klasik sanatın incelenmesinde son derece faydalı olan) kaynağından açıklamaların son derece nadir bulunmasından ve bulunan açıklamaların da son derece kapalı açıklamalar olmasından kaynaklanır. Belirteceğimiz örnekler bu noktayı aydınlatmamızı sağlayabilir. Babil kudurru-taşlarında (kralların toprak tahsisatlarının' kayıtlı olduğu taşlarda) gösterilen tanrı simgelerinin yanında simgelenen ilahları tanımlayan açıklamalara çok az rastlanır. Bu taşların bütün bilinen örnekleri Babil ülkesi yağma edildiğinde alınıp ve Elam Şehri Susa'ya getirilmiştir; açıklamalar muhtemelen Elamlar için eklenmiştir. Asur ve Babil ülkelerinde bulunan doğa üstü varlıkların heykelcikleri üzerinde bazen söz konusu yaratığın (örneğin Huwawa, Lamaştu veya Pazuzu'da olduğu gibi) adlarının da bulunduğu dualar yazılıdır. Neo-Asur Dönemi'nde, faydalı yaratıkların kil heykelcikleri üzerinde büyülü olduğuna inanılan yazılar da bulunur. Bunlarda doğrudan yaratıkların adları verilmez fakat heykelciklerin nasıl yapıldığını, her bir yaratık üzerine yazılacak yazıyı, bu yaratıkların konulacağı ya da bina içinde gömüleceği yerleri açıklayan talimatları içeren ayin metinlerinde bu yaratıkların adları geçer. Öte yandan, Asur krallarının (ya da ender olarak Asur yöneticilerinin) özel olaylar anısına yaptırdığı küçük heykellerde ve kaya kabartmalarda, bazen yazıtlarda anlatılan tanrılarla çizilen simgeler arasında hem sayı hem de düzen bakımından tam bir uyum olduğu gözlenir. Bununla birlikte bu, sık rastlanan bir durum değildir. Dahası, kudurrularda, ana metinde adı lanetler içinde geçen tanrıların taş üzerinde hiçbir simgeleri bulunmamaktadır.
Bazen metinde betimlenen ve adlandırılmış doğa üstü varlıklar, bunları günümüze kadar ulaşan sanatla ilişkilendirmemizi mümkün kılacak biçimde tasvir edilmişlerdir. Yine örneğin büyülü heykelciklerin yerleştirilmesi ile ilgili Neo-Asur törenleri bu heykelciklerin çizimi elimizde olmasa da kolaylıkla tanımlanabilecek yaratık türlerine gönderme yapar. Buha 'sağ ellerinde bir "arındırıcı" (mullilu) ve sol ellerinde bir kova (banolud du) taşıyan kuş yüzlü ve kanatlı' Bilgeler (apkallu) ya da 'balık derisinden pelerin kuşanmış' başka bir dizi Bilge örnek olarak verilebilir. Benzer biçimde, bir kudurro taşı üzerindeki yazılardan biri net terimlerle tanrıların simgelerine (bu tanrılar kudurro taşı üzerine işlenmiş olmasa da) gönderme yapar: "... gökyüzünün kralı Anu'nun oturduğu yer ve boynuzlu tacı; toprakların efendisi EnliI'in yürüyen kuşu; bir koçun başı ve keçi-balık, büyük Ea'nın tapınağı; ... Sin'in orağı, su yılanı ve geniş kayığı; büyük hakim Şamaş'ın ışık saçan diski, İştar'ın yıldız simgesi; Anu'nun oğlu Adad'ın vahşi genç boğası. .. " vb. Diğer taraftan sanatsal yapıtların yazılı tasvirlerinde ve edebiyat yapıtlarında doğa üstü varlıkların tasvirleri sanatsal örneklerle karşılaştırıldığında fazla alışılmadık, fazla edebi ya da fazla belirsiz kalabilir.
Gliptik sanat (antik Yakın Doğu'da bu terim küçük mühürlerin işlenmesi ya da kesilmesi zanaatını ifade ederdi) figürlerin ve motiflerin birleştirilmesi de dahil olmak üzere, her dönemin dinsel sanatındaki en muhteşem ayrıntıları sunar. Mühürler üzerine kazınmış minyatür ya da (mühürleme için) ters efrizler bulunur; tanrılar, bu tanrılara tapanlar, simgeler ve diğer motifler genellikle arma biçiminde ya da mitolojik bir sahneyi gösterecek biçimde düzenlenmiş halde bulunur. Mühürlerin üzerinde (genellikle ters taraflarında da) çoğunlukla yazılar bulunur; bu yazılar belli ilahların adlarını (bir insanın adının bir bölümünde kullanılmış olarak, mührün sahibinin kişisel tanrısının adı olarak ya da bir büyü duasının içinde) verebilir. Bazen adı verilen ilah ile resmedilen ilahın temsili birbiriyle örtüşür. Ancak genellikle birbirleriyle örtüşmezler. Bazı akademisyenler tek tek mühürlerde resmedilen tanrıların adı geçen tanrılarla aynı olmayabileceğine dikkat çekerler, ancak yine de verili bir dönem boyunca yapılan genellikle mühürlerde genel olarak en fazla resmedilen tanrılar ile adları en çok geçen tanrılar arasında kaba bir ilişki vardır. Bununla birlikte şu ana kadar ileri sürülen belirlemeler pek çok açıdan kanıtlanamaz durumdadırlar. Bazı tanrıların adının geçmesinin nedeni bazen resmi çizilen tanrıya bir alternatif olarak sunulması olabilir; öte yandan bazı tanrılar da resimdeki biçimlerinden çok kişilikleri ve yaptıkları ile tanınması da bunun nedeni olabilir.
Mühürlerdeki resimlerle (özellikle Akad dönemine ait mühürlerdeki resimlerle), daha sonraki dönemlerdeki mitoloji arasında bir bağlantı kurmak (resimlerin, belki de önceden sözlü olarak anlatılıp, daha sonradan yazıya geçirilen hikayelerin daha önceki biçimlerini yansıttığı varsayımına dayanmak), çok kullanılan bir yöntemdir. Bu fikir kendi içinde çok tutarsız olmasa da bu fikrin, özdeşleştirme sorununa uygulanabilirliği tartışılırdır çünkü resim ve edebiyat arasında kurulan ilişki kesin olmaktan uzaktır. Bu nedenle bazıları, adı geçen tanrıların ve yaratıkların sanattaki öğelere bire bir tekabül ettiği savını reddeder ve bu yüzden sanatta kullanılan figürler repertuarının edebiyattaki tanrılar, ifritler ve kahramanlarla daha çok, genel bir bağlantısı olduğunu savunurlar. Bununla birlikte, bu görüş sanatta işlenen konuların çok yüzeysel ve öznel olarak incelenmesini beraberinde getirdi. Yazılı kaynaklardan çıkarabildiğimiz özdeşlikler, zaman içinde gelişmiş ve anlamlarını değiştirmiş olma ihtimalleri olsa da, sanattaki figürlerin ve motiflerin belirli tanrıları, varlıkları ve iyi-bilinen simgesel nesneleri anlatmayı amaçladığını söyleyebilmemiz için yeterli kanıt oluşturur.
Mezopotamya sanatında özel adlar verilmiş tanrıların ve ifritlerin tanımlanması, doğal olarak mitolojik hikayeleri anlamamıza yardımcı olurlar.
DÖNEMLER
Yazı Geç Uruk Dönemi'nin sonuna doğru bulunmuştur; bu dönem, adını, yapılan kazılarda pek çok anıtsal mimari eserlerin açığa çıkarıldığı güney Sümer'deki önemli Uruk şehrinden almıştır. (Uruk aslında Sümer'deki Unug şehrine daha sonradan Akadlar'ca verilen bir addır). Daha sonraki, bağımsız ve birbirleriyle savaşan Sümer Şehir Devletleri, Erken Hanedanlık Dönemi olarak gruplandırılabilir. Bu, şu ana kadar okunabilen en eski edebi ve dini metinlerin yazılmış olduğu dönemdir (örneğin Sümer kenti Şuruppag'a ait, içinde 500'den fazla tanrı ve tanrıçanın adının geçtiği büyük listeler) bu nedenle, bir ilahın adı ya da o ilahın kültü Erken Hanedanlık Dönemi'ne kadar uzanıyorsa, bu ilahın adı ya da kültünün pratikte yazılı tarihin başına kadar uzandığı anlamına gelir. Bu ilk dönemler için kesin bir tarih vermek zordur fakat Erken Hanedanlık Dönemi'nin (bu dönem bazen arkeolojik amaçlar gözetilerek alt dönemlere ayrılır) bitiş tarihi olarak ilk büyük krallıkların başladığı M.Ö. 2390 tarihi kabul edilir. Dört büyük Mezopotamya krallığı birbirini takip eder. Fakat bunlardan birincisi, yöneticilerinin yaptığı büyük fetihlerle diğerlerinden ayrılır. Bu krallığın merkezi, Sami dillerinden birinin konuşulduğu bir Kuzey Babil şehriydi. Henüz kurulmamış olan Agade şehri adını, başkenti olduğu bölgeye (Akad), bu bölgenin diline ve bu bölgede kurulan krallığa vermiştir. Bu dönem bazen, Sargon (Şarrumkin krallığının kurucusunun adının İncil'de geçen biçimi) nedeniyle, Sargonik Dönem olarak anılmıştır. Gutiler krallığın çökmesinden faydalandılar; ne kadar sürdüğü tam olarak belli olmayan bu Gutiler dönemi, bu tarihte Gutiler'in (Sümer şehir devleti Lagaş bağımsız kalabilmiş gibi görünse de) en azından Sümer ve Akad bölgelerini kontrol altında tuttuklarının bir göstergesidir. Merkezi o dönem henüz önemsiz bir Akad şehri olan Babil'deki beşinci krallığın yıldızının sonraki yükselişine rağmen, Sümer Kültürü'nün doruk noktasını, Üçüncü Ur (güney Sümer'de bir şehir) Hanedanlığındaki, ondan sonra da Isin ve Larsa'daki (birbirleriyle kısmen çağdaştırlar) büyük Sümer krallıkları oluşturur. Hammurabi'nin de aralarında bulunduğu (şu anda tercih edilen kronolojiye göre M.Ö. 1848-1806 yılları arasında hüküm sürmüştür) Eski Babil (veya İlk Babil Hanedanlığı) kralları bazen resmi bildirilerini Akad dili veya Sümer dili gibi farklı dillerde yapmışlardır, fakat yaşayan bir dil ve kültür olarak Sümerce artık pek fazla kullanılmamaktadır. Kuzey Mezopotamya'daki Aşşur şehri, Hurri'lerin ağırlıklı olduğu bir bölgedeki küçük bir şehir devleti olarak M.Ö. 14.yy'a kadar varlığını sürdürdü. Şamşi Adad (M.Ö. 1869-1837) ve oğlunun döneminde çok büyük bir alana yayılan 'Eski Asur' krallığının ortaya çıkıp Suriye'den fırtına gibi gelip geçtiği ve sonradan da kayıplara karıştığı kısa dönem ise bir istisna teşkil etmektedir. Güneydeki Eski Babil Krallığı'nın yıkılma süreci Kassitler'in bölgeye gelmesiyle hızlanmıştır; Kassitler'in Babil'i uzun süre kendi başkentlerinden, Dur-Kurigalzu'dan yönettikleri döneme Orta Babil dönemi denir ve Kuzey Mezopotamya'daki bir Orta Asur dönemiyle eş zamanlı görülür. Ard arda başkent olan Aşşur'da, Kalhu'da (bugünkü Nemrut), Dur-Şarken'da (bugünkü Kharsabad) ve Ninea'da hüküm süren, II. Sargan, Sennecherib, Esarhedden ve Asurbanipal gibi ünlü Asur krallarının damgasını vurduğu altın çağ, M.Ö. 626'da kurulan Neo-Babil İmparatorluğu'nun hayatına ancak başladığı zaman olan M.Ö. 612'de Nineveh'in düşmesiyle son bulmuş olsa da, Neo-Asur ve Neo-Babil dönemlerinin başlangıç tarihi olarak M.Ö. 1000 alınır. Sahip olduğu topraklar II. Nebuchadnazzar (M.Ö. 605-562 tarihleri arasında hüküm sürmüştür) döneminde en geniş boyutlarına ulaşan Neo Babil Hanedanlığı, M.Ö. 539'a kadar hüküm sürmüştür. Mezopotamya tarihinde çok önemli bir tarih olan Babil'in, Med ve Pers kralı Cyrus tarafından ele geçirilmesi, Mezopotamya'nın tümünün kendi sınırları dışından yönetilen bir imparatorluğun parçası haline gelmesinin tarihidir. Böylelikle dünya imparatorlukları dönemi başlamıştır. Pers veya Achaemid imparatorluğu (adını Cyrus ailesinin geldiği kavimden alır) M.Ö. 331 yılında Büyük İskender tarafından ortadan kaldırılmıştır: Bunu izleyen Helenistik döneme, Mezopotamya, İran, Suriye ve Türkiye'nin de yarısının kontrolünü de geçiren İskender'in generalinin başlattığı hanedanlığa atfen Seleucid adı verilir. Bu generalin oğlu M.Ö. 274'de Dicle'de Seleucia'yı kurmuştur. İran halkı olan Partlar, M.Ö. 126'dan itibaren Mezopotamya'yı fiilen tahakküm altına almışlar ve hanedanlıkları bir başka büyük İran hanedanlığı Sasaniler tarafından M.S. 227'de yok edilene kadar Mezopotamya'yı yönetmişlerdir. Akad dilinde çivi yazısıyla yazılan metinlerin - astronomi araştırmalarının - tarihi M.Ö. birinci yüzyılın sonları olarak saptanmıştır; bu dönemde Antik Mezopotamya kültürüyle bağlantısını kopartmamış ve onların dillerini anlayabilen ve yazdıklarını okuyabilen insanların -iyi eğitim almış entelektüellerin- sayısının bir avuçtan fazla olması olası değildir. Üç bin yıllık Mezopotamya edebi geleneğinin ortadan kalktığı tarih olarak Hıristiyan döneminin başlangıcı gösterilir; bu elbette yaklaşık bir tarihtir.
Mezopotamya Mitolojisi Sözlüğü Tanrılar İfrider Semboller
Jeremy Black, Anthony Green
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...