8 Kasım 2022 Salı

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


Türk Tarihinin Ana Kaynaklarından Arkeolojik Buluntular.

 Kurganlar


Ön Türklere ait en önemli kurganlar Noyin Ula, Esik ve Pazırık kurganlarıdır.


Noyin Ula: Noin-Ula Kurganı


Moğolistan’ın kuzeyinde Selenga Nehrinin Baykal Gölüne aktığı yerde bulunan Noin-ula’da Albay P.K.Kozlov tarafından 1923-26 yılları arasında Hunlara ait 212 kurgan bulunmuştur. Kurganlarda bulunan eşyalar o dönemde yün işlemeciliğinin ulaştığı boyutları göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca bu kurganlarda bıyıklı iki insan portresi de bulunmuş ve bunların Kök-Türk ve Uygurlara ait olabileceği kabul edilmiştir.





Esik (Yesik) Kurganı


1969 yılında, Kazakistan’ın Alma-Atı şehrine 50 km. uzaklıkta bulunan Esik kasabasında garaj yapmak ve yol açmak için yapılan kazılar sırasında ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 500 yıllarına aittir ve Kazak ilim adamlarından Kemal Akişev'in başkanlığında bu kazılara devam edilmiş ve üzeri toprakla örtülmüş höyüğün açılması ile muhteşem bir mezar ortaya çıkmıştır. Süslü kayalarla yapılmış olan bu mezar odasının içinin altınlarla dolu olduğu görülmüştür. Ayrıca çeşitli eşyalar da bulunmuştur ki bunlar arasında en dikkat çeken altından yapılmış elbise olmuştur. Çizmesinden başlığına, kemerinden kılıçlarına kadar her şey saf altından yapılmıştır.

Altın elbisenin başlığı ok ve tuğlarla süslenmiştir. Alın hizasında koç, geyik ve at kabartmaları vardır. Belindeki kemerin solunda bir kılıç, sağında ise bir kama asılıdır. Ceketin altındaki düz pantolonun paçaları çizmenin içine girmiş vaziyettedir. Ceket, yüzlerce üçgen altının birleştirilmesinden meydana gelmiştir. Bu elbisenin bir Tigin’e ait olduğu kabul edilmekle birlikte bu şahsın kim olduğu henüz tespit edilememiştir. Bu yüzden de bütün metinlerde bu elbise “Altın Elbiseli Adam” olarak adlandırılmıştır.



Mezarda bulunan 4.800 parça altından başka, tabakları, vazoları, kepçeleri, ayna ve tarak kılıflarını ile gümüş kaşıkları inceleyen tarihçiler ve arkeologlar, bunların, M.Ö. V. yüzyıla ait yüksek bir medeniyetin ürünleri olduğunu düşüncesine sahip olmuşlardır. Yine araştırmacılara göre, bu yüksek medeniyetin kurucuları, Çin baskısı ile Altaylardan kalkıp bugünkü Kazakistan bölgesine gelerek yerleşen ve “Sakalar” olarak anılan Türk boyu olmalıdır. Bize göre Altın Elbiseli Adam'ın mezarında bulunan en değerli malzeme ne bu altınlar, ne de diğer buluntulardır. Türk tarih ve medeniyeti açısından en değerli tarihi belge, yarısı kırılmış bir kabın üzerindeki 26 harflik iki satır yazıdır. Bu yazı, tarih ilmîne, diline, kültürüne ışık tutan, yön veren ve mazimizin yazılı tarihini 25 asır öncesine taşıyan bir hazine değerindedir. Bugüne kadar bilinen en eski Türk yazısı, Yenisey ve Orhun Yazıtlarındaki yazılardı ki bunlar da zamanımızdan ancak on dört asır geriye uzanmaktadırlar.


Günümüzde Kazakistan’da yapılan arkeolojik kazılar sırasında muhtelif yerlerde 6 tane daha altın elbiseli adam bulunmuştur.


Pazırık Kurganı


Pazırık mezarları ilk defa 1919 yılında S.I. Rudenko ve M.P.Gryaznov adlı iki Rus ilim adamı tarafından bulunmuştur. Sibirya’da Ulagan vadisinde, Pazırık denilen yerde, tamamen donmuş mezarlar içinde cesetlere ve eşyalara rastlanılmıştır. Pazırık mezarlarında M.Ö. 400-200 yıllarına ait halılar, giyim eşyaları, ayakkabılar, arabalar, mumyalanmış kadın ve erkek cesetleri, at koşumları, müzik aletleri ve süs eşyaları çıkarılmıştır.



Bu ve diğer kurganlardan kıyafetler, çeşitli süs eşyaları, küpe, düğme, kopça, bilezik, gerdanlık, ayna, toka, kemer uçları, savaş aletleri, ok ucu (termen), balta, bıçak, süngü, kılıç, zırh, kalkan, bayrak, tug, ev aletleri, çekiç, balta, her türlü kap-kacak, eyer, gem, üzengi, kayış tokaları, halı, kilim, döşek, her türlü çalgı, heykeller çıkarılmıştır.


Eski Türk Paraları


20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılan araştırmalarda Türklere ait sikkeler bulunmuştur. İlk bulunan sikkeler Türgeşler’e aittir. VIII. yüzyılın ilk yarısında darp olunan sikkelerin üzerinde “İlahi Türgeş Kağanı Sikkesi” ibaresi dikkat çekmektedir.

Fakat O. İ. Smirnova yaptığı araştırmalar neticesinde en eski Türk paralarının daha erken dönemlere ait olduğunu ortaya koymuştur. Smirnova, arkeolojik kazılarda elde edilen 6-8. yüzyıllara ait Türkistan sikkelerinin büyük bir kısmını Eski Türk sikkelerinin teşkil ettiğini ve üzerlerinde “Kağan, Hatun, Tudun, Tutuk” gibi Türkçe unvanlar yer aldığını tespit etmiştir.


Şimdiye kadar bulunan Eski Türk sikkelerinden Batı Kök-Türk Kağanlığına ait ilk sikkenin kağanlığın kurucusu Tardu Kağan (576-603) ’a ait olduğu belirtilmektedir.


Tardu Kağan Sikkeleri (576-603): Ön yüzünde ortada çapa şeklinde damga ve onun üzerinde Sogd yazısıyla “Tardu” kelimesi bulunmaktadır. Arka yüzünün orta kısmında ise yine Sogd yazısıyla “Qaghan” kelimesi yer almaktadır.


Tun Yabgu Kağan Sikkeleri: “Tun Yabgu Kağan Parası” Sikkenin ön yüzünde atlı binici tasviri görülmektedir. At oldukça uzun boylu tasvir edilmiştir. Bu sikkenin üzerinde karşıya bakan, geniş, yuvarlak yüzlü, uzun saçları omuzlarına kadar dökülen erkek (kağan) ve yanında yüzü biraz küçük kadın (hatun) tasviri görülmektedir. Burada erkeğin başı üzerindeki hilal ve yıldız tasviri dikkat çekmektedir. Ön yüzünde, sağ tarafa yönelen iki hörgüçlü deve tasviri vardır. Arka yüzünün orta kısmında damga ve etrafında Soğdca “İlahi Kut (sahibi) Kağan” cümleleri yer almaktadır.


Alıntıdır.


Gündelik Hayatımızda Temizlik - 7

 Ayakkabı


Bilinen en eski ayakkabı IO 2000 yılına tarihlenen ve Mısır’da bulunan örülmüş papirüsten yapılma sandaldır. Eski Yunanlılar ve Romalılar çeşitli biçimlerde bağlanan sandallar giyiyorlardı ve bugünün ayakkabısıyla sandal arası giyimi Yunanlılardan öğrenmişlerdi. Ayakkabıcı loncası IO 200 yılında Roma’da kuruldu ve ayakkabı modasıyla Roma’da giyilebilecek ayakkabı renkleri kurala bağlanmıştı, imparator Heliogabalos (İS 204-222) yüksek mevki sahibi kadınlar dışında pahalı ayakkabı giymeyi yasakladığı gibi, Aurelianus da (270-275) erkeklere kırmızı, beyaz, sarı, yeşil ayakkabıyı yasaklamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nda da ayakkabı renkleri kurallara bağlanmış, Müslümanların ve her millet, yani din/mezhepten insanın ne renk giyebileceği belirlenmiştir. Müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, Ermenilerin başlık ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavidir.

Rönesans’la uzun topuk ve sivri burunlu ayak kabılar ilk kez moda oldu. Yüksek topuklu ayakkabıları önce erkekler giydi, zaten bu dönemde kadın ayakkabıları uzun eteklerin altında görünmediğinden henüz moda konusu değildi. Güneş Kral XIV. Louis döneminde erkek ve kadın ayakkabılarının topukları iyice uzadı. Zamanla erkek topukları küçülürken, kadın topukları uzayıp inceldi. Kadın ayakkabısının topuğu modaya göre yükselip alçaldı. Latince stilus kökünden gelen İtalyanca stilo (hançer), 1950’lerin sivri ve yük sek topuklarına stiletto biçimiyle ad oldu.

Ayakkabı, ‘demir asa demir çarık’ deyiminin ifade ettiği gibi, statü gösterir, simgesel nitelik de taşır. Ön Asya’ya benzer biçimde, demir ayakkabı Çin efsanelerine kadar uzanır. Çin’de ayakkabı uyum ve denge simgesidir ve oğul sahibi olma dileğini de ifade eder. Eskiden mahkemelerde kocasının cinsel iktidarsızlığı nedeniyle boşanmak isteyen kadınların, hâkimlere bu durumu anlatmak için ayakkabılarını çıkarmaları da Çin simgeselliği ile benzeşiyor.


Osmanlı esnaf örgütlenmesinde çizme, edik, terlik ve mestçiler ayrıştığı gibi pabuç ve başmakçı esnafı da ayrı ayrı örgütlenmiştir. Başmak deriden yapılmış üstü açık ayakkabı türüyken sonra pabuç anlamında kullanılır olmuştur. Pabuç Farsça pa (ayak) ve puş (örten) sözcüklerinden gelir. Evliya Çelebi başmak, pabuç, çizme ve attar esnafının hepsinin pirinin Muhammed bin Ekber-i Yemenî olduğunu, İmam-ı Azam’ın başmakçıları pabuççulardan ayırdığını yazar. 1579 yılında “...başmakçılar çarşısıyla çizmeciler ve pabuççular çarşısı başka başka olup biri birinin sanatlarına karışmayıb, her taife sanatlu sanatın işlerken, sonradan saray pabucu deyû bir pabuç ihdas olunmağla çizmeciler ve başmakçılar dahi işleyib sefer-i hümâyûn için orduca lazım oldukda bu pabuççular saray pabucu için orducu vermeziz deyü” direnmeleriyle İstanbul kadısına, başmakçılarla çizmecilerin pabuççuların işlerine karışmamasını sağlaması için emir verilmiştir (Ahmet Refik Altınay, Onuncu Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı). Ayakkabı esnafının bu kadar uzmanlaştığı Osmanlı döneminde çarık, çapula, yemeni, fotin kundura, kamerçin gibi, bölgelere ve toplumsal statüye bağlı olarak birçok ayakkabı çeşidi tüketilmektedir.


Çarık insanların kendi üretimi, çapula Doğu Karadeniz’e özgü çarık biçimidir. Yemeni geleneğe göre, Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye uygun biçimde, Yemenî Ekber adlı bir usta tarafından Yemen’den getirilmiştir.


Önce Güneydoğu’da yayılan ve özellikle Antep’te kırk yıl öncesine kadar varlığını sürdüren iki yüzün üstünde imalathaneyle bütün Anadolu’nun çarşı işi ayakkabısı olmuştur. Yemeninin alt derisi manda, yüz derisi keçi, kenarı oğlak, iç yüzü koyun, iç tabanı sığır derisinden yapılır, çirişle yapıştırılarak balmumuna batırılmış pamuk ipliğiyle çapraz dikilir.


Mest lapçin, konçları uzun ve bağlı kaloş potini çamurdan koruyan yarım kunduradır; mest lastik yaygınlaşınca bırakılmıştır. Galoş İspanyolca ahşap ayakkabının adıdır; Fransızca galoche, Almanca Galoschc, İııgilizce galosh, son dönem Latincesi calopedia, Eski Yunanca kalopous, ayakka bıcının ayakkabı kalıbı anlamında kalon (ahşap) ve pous —podos (ayak) sözcüklerinden gelir. Eskiden Osmanlı dahil bütün Avrupa’da yağmur çamura karşı ayakkabıyla giyilen nalındı, bugün hastane ve kreşlere girilirken takılan naylon koruyucu olarak yaşıyor.


İskarpin (Fransızca escarpin) 1918’de kullanılmaya başlandı, önce ‘avam’ yemenisini andırdığından yadırgandı ise de, Reşat Ekrem Koçu’nun verdiği bilgiye göre Anadolu hareketinin yaygınlaşmasıyla iskarpin de tutundu.


Rugan ayakkabı adını Farsça revgan (parlak deri) sözcüğünden aldığı gibi, süet de Fransızca peau de Suede tamlamasının İsveç anlamına gelen ‘Suide' kısmıdır; İsveç derisi yüzü ince havlı deri türüdür, ikinci Dünya Savaşı sonrasında bütün dünyada yaygınlaşan mokasen Kızılderili ayakkabısı, tatil yerlerinde bir dönem yaygınlaşan, altı örgü ipten yapılmış espadril ise İspanyol köylü ayakkabısıdır.


1892’de Ingiltere’de seri üretim yapan makinelerle ilk ayakkabı şirketi kuruldu. Dikiş makinesi ayakkabı sanayiine ilk ivmeyi kazandıran buluş oldu. Ama dünya ayakkabı modasının merkezi İtalya’dır.


Fatih döneminde Beykoz’da başlayan ayakkabı üretimi III. Selim zamanında 1805’te bir özel değirmenin devlet tarafından satın alınması ve suyunun Kâğıthane’ye verilerek yörenin dericilik bölgesi haline getirilmesiyle sürdürüldü. II. Mahmud Hamza Bey’den 1810’da Beykoz deresi debbağhanesini satın aldı, 1816’da debbağhane fabrikaya dönüştü. 1872’de iki buhar kazanı, 40 beygir gücünde bir buhar makinesi getirtildi. I884’de günde 250-300 çift kundura üreten fabrika, 1912’de günde 1000 tabaka deri, 4000 asker postalı üretiyordu. 1925’te sivilleştirilen fabrika 1933’te Sümerbank’a devredildi. 8 Aralık 1930’da Umum Ayakkabıcı Sanatkârlar Cemiyeti’nin düzenlediği ayakkabı sergisini gezen Atatürk’ün sözleri bu yıllardaki ayakkabı piyasası hakkında fikir verecektir: “Kunduracılar Sergisi’nde gördüğüm her türlü ayakkabılar, sanatkârlarının çok ilerlemiş olduklarını isbat eden eserlerdir. Vatandaşlarıma yerli ayakkabılara rağbet göstermelerini tavsiye ederim. Yerli ayakkabıları hariçten gelmiş göstererek fazla satış yapmak hevesine düşenler bulunduğunu söyleyenler oldu. Eğer bu doğru ise çok teessüfe şayandır.”


1950’li yıllarda dar gelirli kesimlerde ve özellikle köylerde kara lastik dönemi başladı. Şehirli çocuklar yazlık olarak renkli ve desenli, tokalı lastikler kullanırken, köylüler büyük küçük, yaz kış kara lastik giymeye başlamışlardı. Yazlık ayakkabı türü olarak ‘sandaletlerin giyilmesine, 1908’den itibaren önce erkek çocuklarla başlandı, sonra kız çocuk ve nihayet büyükler tarafından giyilmesi olağanlaştı. Lastik veya kara lastik ayakkabıların da biçim olarak sandaleti taklit eden yazlık modelleri vardı.

Yazlık olarak bu ayakkabıların giyilmesi, 1960’larm sonlarından itibaren ‘beden’ dersi ayakkabılarının günlük kullanıma girmesine kadar devam etti. 


Türklerin eve girerken feslerini çıkarmamaları ile Batılıların ayakkabılarını çıkarmamaları, birbirlerinin tersi davranışlar olarak dikkat çekerdi. Fesin kalkması ile baştaki ayrım yok oldu ama misafir de olsa ayakkabıyla bir eve girmek halen evi mundar edecek bir davranış olmayı sürdürüyor.



Terlik


Ter Eski Türkçedir; terlik ev içinde giyilen hafif ayakkabının, ayrıca başa giyilen takkenin de adıdır.


Mercan terlik pabuççu esnafının bekar odalarının bulunduğu İstanbul’un Mercan semtinden adını alır; burada üretilen topuksuz yanları açık terlik 15.-16. yüzyılda moda olmuştur.


Pantofla orta Latincede vardır, İtalyanca, Fransızcaya, burdan da birçok Avrupa diline yayılmıştır. Yunanca ‘tamamen mantar’ anlamında panto-fellos’tan geldiği açıklaması yanlıştır, bu etimoloji 15. yüzyılda yapılmıştır, Eski Yunanistan’da mecvut değildir. Avrupa’nın birçok dilinde, Rusça tufel’e kadar terlik için kullanılan sözcük budur. Sırpça terlik sözcüğü zapatilla, zapato ayakkabının küçültülmüş biçimidir. Britanya Adalarında bugün terlik anlamında kullanılan yslopan, slipier, slipper sözcükleri iloparı, ilop, sloppe ve slop sözcüklerinin standartlaşmış biçimleridir, bu sözcükler geçmişte bot türü, tam olarak tanımlanamayan bir ayak giyiminin adı olduğu gibi, bol dolak, cübbe, potin, sandalet gibi giyimler için de kullanılmıştı.


Julie L. Horan Tuvaletin Sosyal Tarihi - Bay Porselen (çev. Gül Çağalı Güven, 1997) kitabında Japonların banyoya girmeden önce ev terliklerini çıkartarak tuvalet terliği giymelerini, herhalde terlik kullanmayan bir Batılı olarak, terlik konusunun tuzu biberi gibi anlatır.



Çizme, Bot, Spor Ayakkabı


Eski Mısır ve Sümer askerleri çıplak ayak savaşırken Asur ve Hitit askerleri çizme giyiyordu ve Hitit metinlerinde tarım tanrısı Telipinu için, şaşkınlık belirtmek üzere kullanılan sağ çizmesini sola giyinmek deyimi çizmenin sağının solunun olduğunu da gösterir.

Çizmeyi ilk giyenler göçebe halklardır. Avrupa’da çizme üretimi ve modaları 1800’lerde çağdaş ordularla gelişti. II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp yeni ordu kurarken, kara ordusu için postal, süvari için çizme giyilmesini benimsedi. Çizme sözcüğü Macar, Romen, Bulgar, Sırp dilleriyle birlikte Arapça (Mısır’da gazma) ve Farsçaya da geçmiştir. Orta Asya Türk dillerinde çizmenin karşılığı Anadolu’da dar bir bölgede de kullanımı süren edik’tir; çizme Anadolulu bir sözcüktür ve Hasan Eren’in açıklamasına göre ‘çözme edik’ kullanımından doğmuştur. Gene çizme anlamında kullanılan çekme de ‘çekme edik’ten gelmedir.


Bot sözcüğünün kökeni tartışmalıdır; Geç Latince botta, Germen dilinde butt (değnek), Fransızca pied (bot, sopa, ayak) sözcüğünden türetildiği düşünülen botte, İspanyolca bota, eski İngilizce bote ve Almanca Boot biçimleriyle Avrupa’da yaygındır. Kışlık ayakkabı yerine önce şehirlerde gençler arasında yaygınlaşmış olan bot Türkiye’ye ilk kez kadın ayakkabısı olarak gelmiştir. Kadınlar eskiden kundura giyerken, alafranga çarşafla birlikte uzun, yarım konçlu botlar yaygınlaştı Botun yerini iskarpinin alması 1909-14 yılları arasında, Meşrutiyet’in özgürleştirici havasında oldu.


Lastik tabanlı spor ayakkabıların üretimi 1800’lerin sonlarında lastiğin sülfürle karıştırılarak yumuşak ve dayanıklı hale getirilmesiyle mümkün oldu. Önce galoşta kullanılan lastik, 1910’larda lastik tabana geçirilen kanvasla hafif koşu ayakkabılarının yapılmasına yol açtı. 1917’de A BD ’de bu ayakkabıları ilk kez geniş pazara ulaştıran firma, onlara İngilizce çocuk anlamında kid ve Latince ayak anlamında ped sözcüğünden esinlenerek ‘keds’ adını vermişti. Bu ayakkabıların lastiği siyah, kumaşı kahverengiydi, çünkü erkek ayakkabısının kahverengi olması gerekiyordu.


Lastik sanayiinin gelişimi ve. naylonun bulunuşu ile spor ayakkabılar malzeme ve biçim açısından gelişti ve çeşitlendi. Yeni modeline Yunan Zafer Tanrısından alınan adla Nike adını veren üretici Phil Knight, 1972’de ABD Olimpiyat elemelerinde atletlere ayakkabılarını dağıttı ve elemelerden sonra “ilk yediye giren dört kişi Nike giyiyordu” açıklamasıyla reklam kampanyası başlattı. Elemelerde birinci, ikinci ve üçüncü gelenlerin Batı Almanya ürünü Adidas giydiğini elbette atlamıştı.


Başlangıçta normal ayakkabıya göre ucuz ve dayanıklı, çocuklar için rahat olması ve boya istememesi nedeniyle beden eğitimi dersleri dışında günlük hayatta da kullanılmaya başlanan spor ayakkabılar, zamanla yetişkinler tarafından da ‘genç kalmanın’, ‘sporcu, bakımlı ve rahat’ olmanın göstergesi olarak, hatta kot gibi, ceket kravat altına giyilmeye başlandı. İşte 1980’li yılların ortalarında bütün dünya ve Türkiye’yi kot markalarıyla birlikte saran ‘marka’ spor ayakkabısı modası ve ona göre fiyatları böyle oluştu.



Çorap


Farsça gorab sözcüğü Arapça (curab) ve Türkçeye (çorap) geçmiş, Türkçeden Balkan dillerine de girmiştir. Anadolu ağızlarında malzemesi, biçimi ve motiflerine göre çoraplara farklı adlar verilir. Çorap desen ve motiflerini bilmek, çorabın üretildiği bölgeyle birlikte, bir zamanların oyalı mendilleri gibi, çorabı örenin meramını da öğrenebilmek demekti. Ancak yün çorapların burun ve topukları o kadar çabuk yıpranır ki, çoraplara yama yapmak zorunda kalmamak için çorap örülürken topuk ilmekleri ayrı bir şişe alınarak, topuk gövde tamamlandıktan sonra ayrı, üçgen biçimli bir parça halinde örülür ve yırtıldığında gövdeye zarar vermeden yalnızca bu ilmekler yeniden örülerek çorap tamir edilir; bu işleme amaşmak denilir. Çarşı çorapları ise yekpare topuklu olduğu için yama gerektirir.

Avrupa’da çorap bilinmezdi. Fransızca chausette (Türkçede şoset), İtalyanca calza, Yunanca kaksa, Latince calcus ayakkabıdan gelmektedir. Fransızcada chausse yani kısa pantolonun küçültülmüş biçimidir.  Chausse 1100’lerde, chausette 12. yüzyılın sonlarında görünür. Dilimizde soket biçiminde kullanılan, İngilizce sock ve stocking sözcüklerinin kökeni olan Latince soccus da alçak topuklu hafif ayakkabıdır. Stocking sözcüğü İngilizcede 16. yüzyıla kadar görülmez ve daha geçmişe gidildiğinde çorap, giyilen değil bacağa sarılan post, dolak veya kalçındır.

Eski Yunanlı kadınların giydikleri sykhos Roma’ya soccus olarak geçti ve Romalılarca Britanya Adaları’na taşındığında, çizmenin içine giyilerek ayakların korunabileceğini gören Anglosaksonlarca benimsendi. 

Kuzeyliler bacaklarını dolar, güneyde uzun çorap kadın işi kabul edilirken, 14. yüzyılda Katolik Kilisesi beyaz ketenden diz üstüne çıkan çorapları papazların ibadet kıyafeti olarak benimsedi. Şövalye filmlerinde gördüğümüz ve son yıllarda komedi filmlerine konu olan taytlı (tight) erkekler 11.yüzyılda ortaya çıktılar; 14. yüzyılda iyice daralan ve pantolon yerine de geçmeye başlayan bu dar çoraplara karşı bu kez Kilise harekete geçti.

William Lee 1589’da ilk örgü makinesini yapınca Kraliçe I. Elisabeth dokunan kaba yün çoraplar nedeniyle patent başvurusunu geri çevirdi. Makinesini geliştiren Lee, Kraliçe’ye ipek çorapla başvurduğunda, elle çorap örenlerin çıkarı adına gene reddedildi. Fransa’da IV. Henri’den destek bulan Lee, kralın öldürüldüğü 1610’a kadar burada üretimini sürdürdü. Lee’nin ölümünden sonra kardeşi İngiltere’de, direnişlere rağmen örgü sanayisini kurabildi.


Fransız Aydınlanmacılarının Ansiklopedi’si (1765) “...iğneyle örülür ya da tezgâhta dokunur. Tezgâhta yapılan çorap ve kullanımı burada betimlenecek”, “... bu ürünü yapmakta kullanılan tezgâh, en karmaşık ve dolayısıyla en dakik makinelerden biridir. (...) Okuyucunun, bu makalenin böylesine uzun olduğuna şaşacak yerde, yazımızı kısa tutmak için elimizden gelen her şeyi yaptığımızdan emin olmasını isteriz,” diyerek yer verdiği çorap maddesi, “Dıctıonnaire du Commerce (Ticaret Sözlüğü) yazan, İngilizlerin bu makineyi kendilerinin icat edip şişinmelerinin beyhude olduğunu ve bu icadın şan ve şerefini Fransa’nın elinden almaya çalışmalarının da saçma bir şey olduğunu yazar,” diye devam etmektedir. Ansiklopedistlere göre makine bir Fransız tarafından icat edilmiş, mucit Paris’te oturma konusunda güçlüklerle karşılaşıp İngiltere’ye gitmiş ve orada ödüllendirilmiştir. İngilizler icadı saklayarak ölüm cezası tehdidiyle yurt dışına çıkartılması ya da modelinin yabancılara verilmesini yasaklamışlar, ama gene de bir Fransız onu ülkesine geri getirmiştir.


İngiltere kraliçesi Elisabeth ipekli çorapları çok sevmiş ve bir daha yünlü çorap giymeyeceğini açıklamıştı. Bu nedenle olsa gerek, İspanya elçisine, İspanya kraliçesi için törenle ipek çorap verilmişti. Fakat İspanya elçisi diklenerek, “Hediyenizi geri alın ve şunu bilin ki, kraliçemizin bacakları yoktur!” diye çıkışmıştı.


İngiltere devleti belki de yeni ürününü tanıtmak istiyordu. Fransız ansiklopedistlerinin makineleşmenin ve kapitalizmin motoru olan eğirme makinelerinin kökeni üstüne verdiği kavga, pazar mücadelesi ve tarih yaratma gayretinin ilk kapitalist örneklerinden birini oluşturuyor. Sanayi üretimi şehirlerden başlayarak köylere doğru evlerdeki dokuma, halı, çarık üretimi gibi çorap üretimini de bitirip, eli ağırşaklı ve şişli kadın manzaralarından sonra yamalı çorabı da ortadan kaldırmış, Anadolu’da anlatılan ‘didaktik’ küçük hikâyeyi de geçersiz kılmıştır: Kadın çoraplarını yamamadığı için kocası kahvede hep ayaklarını altına alıp otururmuş, sonunda çorabın biri örülüp yamanınca adam bir ayağını uzatmış. Kadın kahvenin önünden geçerken kocasının bir ayağını uzattığını görünce, “Y..ğını yidiğim, gelecek ay da öbürünü uzatırsın,” demiş.


Türkiye’de çorap üretimi 1980’lere kadar küçük atölyelerde gerçekleştiriliyordu, modernizasyon süreci tamamlandıktan sonra ülke, ABD ve İtalya gibi dünyanın sayılı çorap üretici ve ihracatçı ülkeleri arasına girdi.




Naylon Çorap


27 Ekim 1938’de Du Pont şirketi tekstilde kullanılabilecek daha kuvvetli ve esnek, yeni sentetik bir maddenin, naylonun üretildiğini açıkladı. Du Pontlar 1802’de Fransa’dan ABD ’ye gelmişler, ünlü kimyager Lavoisier’in yanında çalışmış olan Eleutre Du Pont burada barut fabrikası kurmuş ve Amerikalılar İngiltere’ye karşı savaşta bu barutu kullanmışlardı. Birinci Dünya Savaşı’nda da ABD ’nin barut ihtiyacının % 40’ını karşılayan şirket, savaştan sonra kimya sanayiinde büyük güç haline gelmiş ve araştırmalara büyük kaynak ayırmaya, vernik, otomobil boyası vb. imalatına başlamıştı.


Naylonun icadının açıklanmasıyla sanayi, bir yandan ipek bağımlılığından kurtulmaktan hoşnut, bir yandan dayanıklılığın artmasının satışları düşüreceğinden tedirgindi. Naylon iplik 1939 Dünya Fuarı’nda sergilendi ve naylon çorapların ‘deneme’ giyimi başlatıldı. Du Pont’un çorap imalatçılarına, sattığı iplikle üretilen ve ABD ’nin büyük satış yerlerine dağıtılan naylon çorapların ‘Naylon Günü’ ilan edilen 15 Mayıs 1940’dan önce satışa çıkartılmaması kararlaştırıldı. Düzenlenen kampanyayla satış o gün başlatıldı ve dükkânların önünde daha açılmadan önce kuyruklar oluştu, kadınlar saatlerce beklediler, çorapların tamamı o gün tükendi.


Ne var ki ikinci Dünya Savaşı başlamış ve naylon paraşüt, çadır, ip yapımına ayrılmıştı. Naylon çorap karaborsaya düştü. Ve kadınlar bacaklarını beje boyayıp siyah dikiş çizgisi çizdiler. Üretici Du Pont dikişsiz naylon tasarlamıştı ama savaş koşulları tabaka halinde naylon üretip sonradan dikmeyi gerektirmişti. Fakat bu çizgi çok seksi bulunuyordu.


Naylon ABD ’de üretilmiş ve Avrupa’ya ihraç edilmeden İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Ingiltere’ye giden bütün naylon savaş amacıyla kullanılıyor, naylon çorap yalnızca kaçak yollarla ve Amerikalılar özellikle de askerler tarafından ülkeye sokuluyordu. Naylon çorap bulabilen Ingiliz kızlar kıskanılıyordu. Bu kıskançlığın naylon çorap edinmek için Amerikalı askerlerle ilişki kurmaya kadar vardığı söyleniyordu. Naylon çorabın hikmeti bu ki, kırk yıl sonra Doğu Bloku rejimlerini yıkanın da aynı tutku olduğu söylenecekti.


Etek boyuyla birlikte kalınlığı ve rengiyle kadının toplumsal statüsünü bildiren naylon çorap, çalışan kadınlar ve öğrenci kızlar için yıllarca bir yandan da ‘kaçma’sıyla sorun oluşturduktan sonra, kalitelilerinin üretilmesi, pamukluların revaç bulması, külotlu çorabın yaygınlaşması ve sonunda tayt ve streç giymenin çocuklardan başlayarak teyzelere kadar olağanlaşmasıyla daha rahat günler başladı. Eteklerin kısalıp sonunda dizin üstüne çıkması jartiyer kullanımını olanaksız kılmış ve naylon çorap gittikçe uzayarak külotlu çorap ve tayta dönüşmüştü. Jartiyer Fransa’da (Bretonca garr, ‘dizin arkasından garter,jarretiere) 14. yüzyıldan beri kullanılmıştır. İngiltere’nin en büyük şövalyelik nişanı 1344’de verilmeye başlanan Order of Garter’dir (Diz Bağı Nişanı). Şemseddin Sami’nin 1886’da diz bağı diye, çevirdiği jartiyer, ortaçağ sonlarına kadar erkek kıyafetinin ayrılmaz parçasıydı ve kullanımı yakın yıllara kadar devam etmişti. Naylon çorapla birlikte Türkiye’de de çorap lastiğinin yanındaki yerini alan jartiyer, bu gelişmelerle tekrar özel hayata çekildi.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Antik Mezopotamya

 


MİTOLOJİ VE EFSANELER


Antik Mezopotamya'nın mitleri ve efsaneleri son derece zengin bir malzeme koleksiyonu oluşturur. Bunlardan bazıları Sümerce‘de ve bazıları Akad dilinde korunmuşlardır; en erken tarihli metin M.Ö. 2500'e, en geçiyse M.Ö. birinci yüzyıla aittir. Kayıtlarının bu kadar geniş bir tarih dilimine yayılmasından da tahmin edilebileceği gibi, bu malzeme oldukça fazla çeşitlilik gösterir; dolayısıyla birçok durumda bir öykünün farklı bölgelerde ve farklı dönemlerde ele alınmasından kaynaklanan birçok değişik versiyonu bulunmakta ve bu öykülerden bazıları diğer versiyonlarıyla çelişmektedir. Bazı mitler tarihsel dönemlerde yaratılmışlar; bazıları ise kesin tarihi belirlenemeyen çok eski bir dönemde yaratılmışlardır. Şüphesiz bunlar farklı biçimlerde ve farklı durumlarda ağızdan ağıza yayılmışlardır; bununla birlikte, bu mitlerin günümüze ulaşan tek biçimi doğal olarak yazılı biçimdir. Yazılı biçimde günümüze kadar korunan her mitin ya da efsanenin özel bir tarihsel çevrede yaratılmış ve özel bir edebi amaca hizmet etme niteliği taşıyan bir edebiyat eserinin (belki de parçalar halinde) bir bölümü olarak korunduğunu unutmamak gerekir. Böylelikle bu mitler Yunan trajedi yazarlarının yarattığı Yunan mitlerinin kullanımlarıyla karşılaştırılabilir ve ikisinde de aynı garip tiplerin kullanıldığı görülebilir. Homojen bir sistemden söz edilemez ve en genel anlamıyla ele alınmadıkça Mezopotamya mitinin karakteristik özelliğinden bahsetmek anlamsızdır. Mit, efsane ve tarih arasındaki ayrım elbette modern bir ayrımdır.


Belirtilmesi gereken özel bir sorun da mitlerin günümüze ulaşan edebi versiyonlarıyla, mitsel temaların Mezopotamya güzel sanatlarındaki birçok arma ve ikonlarda kullanılan grafik versiyonları arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Bu, antik sanat eserlerinin yorumlanmasında karşılaşılan büyük zorluğun kaynağını oluşturur. Bu farklılıklar Mezopotamya mirasının olağanüstü zenginliğini ortaya koyar çünkü sanatta kullanılan birçok mitsel temanın, henüz yazılı uyarlaması. keşfedilmemiş anlatılara gönderme yaptığını açığa çıkarır.



İncelenen ve derlenen mitler ve efsanelerle ilgili Akad eserlerinin çoğunun bugün İngilizce çevirileri vardır ancak birçok Sümer sanat eseri ya sadece yabancı dillerde yapılan derlemelerde ve (kolayca bulunması mümkün olmayan) doktora tezlerinde bulunmakta ya da henüz basılmamış durumdadır. Ayrıca, bunların dışında da henüz okunamamış ya da incelenememiş pek çok eser vardır.



İncil'e duyulan ilgi, genel olarak Antik Yakın Doğu üzerine araştırma yapmak için önemli bir itki oluşturmuştur. İncil'in yazıldığı dil olan İbranice, Aramca ve Yunanca dillerinde hatırı sayılır uzunlukta bir dönem boyunca yazılmış olan kapsamlı düz yazı ve şiir koleksiyonu, Mezopotamya'nınkine yabancı bir dünyanın ürünüdür ancak bu dünyada Mezopotamya toplumunun inançlarının ve tarihinin yankılarını bulmak mümkündür. Bu, bütün Yakın Doğu'da bulunan birçok sözlü geleneğin birbirini etkilemesi gibi karmaşık bir sorunu gündeme getirir. Mezopotamya'da aynı konularda çok daha eski dönemlere ait yazı örneklerinin varlığı görülmektedir. Ama bu, bizim daha sonra ortaya çıkan bütün benzer konuların kökeninin Mezopotamya olduğu sonucunu çıkartmamızı gerektirmez.


SANAT VE İKONOGRAFİ


Antik Mezopotamya dinsel sanatındaki öğeleri yorumlamanın zorluğu, (Mısır ve Klasik sanatın incelenmesinde son derece faydalı olan) kaynağından açıklamaların son derece nadir bulunmasından ve bulunan açıklamaların da son derece kapalı açıklamalar olmasından kaynaklanır. Belirteceğimiz örnekler bu noktayı aydınlatmamızı sağlayabilir. Babil kudurru-taşlarında (kralların toprak tahsisatlarının' kayıtlı olduğu taşlarda) gösterilen tanrı simgelerinin yanında simgelenen ilahları tanımlayan açıklamalara çok az rastlanır. Bu taşların bütün bilinen örnekleri Babil ülkesi yağma edildiğinde alınıp ve Elam Şehri Susa'ya getirilmiştir; açıklamalar muhtemelen Elamlar için eklenmiştir. Asur ve Babil ülkelerinde bulunan doğa üstü varlıkların heykelcikleri üzerinde bazen söz konusu yaratığın (örneğin Huwawa, Lamaştu veya Pazuzu'da olduğu gibi) adlarının da bulunduğu dualar yazılıdır. Neo-Asur Dönemi'nde, faydalı yaratıkların kil heykelcikleri üzerinde büyülü olduğuna inanılan yazılar da bulunur. Bunlarda doğrudan yaratıkların adları verilmez fakat heykelciklerin nasıl yapıldığını, her bir yaratık üzerine yazılacak yazıyı, bu yaratıkların konulacağı ya da bina içinde gömüleceği yerleri açıklayan talimatları içeren ayin metinlerinde bu yaratıkların adları geçer. Öte yandan, Asur krallarının (ya da ender olarak Asur yöneticilerinin) özel olaylar anısına yaptırdığı küçük heykellerde ve kaya kabartmalarda, bazen yazıtlarda anlatılan tanrılarla çizilen simgeler arasında hem sayı hem de düzen bakımından tam bir uyum olduğu gözlenir. Bununla birlikte bu, sık rastlanan bir durum değildir. Dahası, kudurrularda, ana metinde adı lanetler içinde geçen tanrıların taş üzerinde hiçbir simgeleri bulunmamaktadır.




Bazen metinde betimlenen ve adlandırılmış doğa üstü varlıklar, bunları günümüze kadar ulaşan sanatla ilişkilendirmemizi mümkün kılacak biçimde tasvir edilmişlerdir. Yine örneğin büyülü heykelciklerin yerleştirilmesi ile ilgili Neo-Asur törenleri bu heykelciklerin çizimi elimizde olmasa da kolaylıkla tanımlanabilecek yaratık türlerine gönderme yapar. Buha 'sağ ellerinde bir "arındırıcı" (mullilu) ve sol ellerinde bir kova (banolud­ du) taşıyan kuş yüzlü ve kanatlı' Bilgeler (apkallu) ya da 'balık derisinden pelerin kuşanmış' başka bir dizi Bilge örnek olarak verilebilir. Benzer biçimde, bir kudurro taşı üzerindeki yazılardan biri net terimlerle tanrıların simgelerine (bu tanrılar kudurro taşı üzerine işlenmiş olmasa da) gönderme yapar: "... gökyüzünün kralı Anu'nun oturduğu yer ve boynuzlu tacı; toprakların efendisi EnliI'in yürüyen kuşu; bir koçun başı ve keçi-balık, büyük Ea'nın tapınağı; ... Sin'in orağı, su yılanı ve geniş kayığı; büyük hakim Şamaş'ın ışık saçan diski, İştar'ın yıldız simgesi; Anu'nun oğlu Adad'ın vahşi genç boğası. .. " vb. Diğer taraftan sanatsal yapıtların yazılı tasvirlerinde ve edebiyat yapıtlarında doğa üstü varlıkların tasvirleri sanatsal örneklerle karşılaştırıldığında fazla alışılmadık, fazla edebi ya da fazla belirsiz kalabilir.


Gliptik sanat (antik Yakın Doğu'da bu terim küçük mühürlerin işlenmesi ya da kesilmesi zanaatını ifade ederdi) figürlerin ve motiflerin birleştirilmesi de dahil olmak üzere, her dönemin dinsel sanatındaki en muhteşem ayrıntıları sunar. Mühürler üzerine kazınmış minyatür ya da (mühürleme için) ters efrizler bulunur; tanrılar, bu tanrılara tapanlar, simgeler ve diğer motifler genellikle arma biçiminde ya da mitolojik bir sahneyi gösterecek biçimde düzenlenmiş halde bulunur. Mühürlerin üzerinde (genellikle ters taraflarında da) çoğunlukla yazılar bulunur; bu yazılar belli ilahların adlarını (bir insanın adının bir bölümünde kullanılmış olarak, mührün sahibinin kişisel tanrısının adı olarak ya da bir büyü duasının içinde) verebilir. Bazen adı verilen ilah ile resmedilen ilahın temsili birbiriyle örtüşür. Ancak genellikle birbirleriyle örtüşmezler. Bazı akademisyenler tek tek mühürlerde resmedilen tanrıların adı geçen tanrılarla aynı olmayabileceğine dikkat çekerler, ancak yine de verili bir dönem boyunca yapılan genellikle mühürlerde genel olarak en fazla resmedilen tanrılar ile adları en çok geçen tanrılar arasında kaba bir ilişki vardır. Bununla birlikte şu ana kadar ileri sürülen belirlemeler pek çok açıdan kanıtlanamaz durumdadırlar. Bazı tanrıların adının geçmesinin nedeni bazen resmi çizilen tanrıya bir alternatif olarak sunulması olabilir; öte yandan bazı tanrılar da resimdeki biçimlerinden çok kişilikleri ve yaptıkları ile tanınması da bunun nedeni olabilir.


Mühürlerdeki resimlerle (özellikle Akad dönemine ait mühürlerdeki resimlerle), daha sonraki dönemlerdeki mitoloji arasında bir bağlantı kurmak (resimlerin, belki de önceden sözlü olarak anlatılıp, daha sonradan yazıya geçirilen hikayelerin daha önceki biçimlerini yansıttığı varsayımına dayanmak), çok kullanılan bir yöntemdir. Bu fikir kendi içinde çok tutarsız olmasa da bu fikrin, özdeşleştirme sorununa uygulanabilirliği tartışılırdır çünkü resim ve edebiyat arasında kurulan ilişki kesin olmaktan uzaktır. Bu nedenle bazıları, adı geçen tanrıların ve yaratıkların sanattaki öğelere bire bir tekabül ettiği savını reddeder ve bu yüzden sanatta kullanılan figürler repertuarının edebiyattaki tanrılar, ifritler ve kahramanlarla daha çok, genel bir bağlantısı olduğunu savunurlar. Bununla birlikte, bu görüş sanatta işlenen konuların çok yüzeysel ve öznel olarak incelenmesini beraberinde getirdi. Yazılı kaynaklardan çıkarabildiğimiz özdeşlikler, zaman içinde gelişmiş ve anlamlarını değiştirmiş olma ihtimalleri olsa da, sanattaki figürlerin ve motiflerin belirli tanrıları, varlıkları ve iyi-bilinen simgesel nesneleri anlatmayı amaçladığını söyleyebilmemiz için yeterli kanıt oluşturur.



Mezopotamya sanatında özel adlar verilmiş tanrıların ve ifritlerin tanımlanması, doğal olarak mitolojik hikayeleri anlamamıza yardımcı olurlar.


DÖNEMLER


Yazı Geç Uruk Dönemi'nin sonuna doğru bulunmuştur; bu dönem, adını, yapılan kazılarda pek çok anıtsal mimari eserlerin açığa çıkarıldığı güney Sümer'deki önemli Uruk şehrinden almıştır. (Uruk aslında Sümer'deki Unug şehrine daha sonradan Akadlar'ca verilen bir addır). Daha sonraki, bağımsız ve birbirleriyle savaşan Sümer Şehir Devletleri, Erken Hanedanlık Dönemi olarak gruplandırılabilir. Bu, şu ana kadar okunabilen en eski edebi ve dini metinlerin yazılmış olduğu dönemdir (örneğin Sümer kenti Şuruppag'a ait, içinde 500'den fazla tanrı ve tanrıçanın adının geçtiği büyük listeler) bu nedenle, bir ilahın adı ya da o ilahın kültü Erken Hanedanlık Dönemi'ne kadar uzanıyorsa, bu ilahın adı ya da kültünün pratikte yazılı tarihin başına kadar uzandığı anlamına gelir. Bu ilk dönemler için kesin bir tarih vermek zordur fakat Erken Hanedanlık Dönemi'nin (bu dönem bazen arkeolojik amaçlar gözetilerek alt dönemlere ayrılır) bitiş tarihi olarak ilk büyük krallıkların başladığı M.Ö. 2390 tarihi kabul edilir. Dört büyük Mezopotamya krallığı birbirini takip eder. Fakat bunlardan birincisi, yöneticilerinin yaptığı büyük fetihlerle diğerlerinden ayrılır. Bu krallığın merkezi, Sami dillerinden birinin konuşulduğu bir Kuzey Babil şehriydi. Henüz kurulmamış olan Agade şehri adını, başkenti olduğu bölgeye (Akad), bu bölgenin diline ve bu bölgede kurulan krallığa vermiştir. Bu dönem bazen, Sargon (Şarrumkin krallığının kurucusunun adının İncil'de geçen biçimi) nedeniyle, Sargonik Dönem olarak anılmıştır. Gutiler krallığın çökmesinden faydalandılar; ne kadar sürdüğü tam olarak belli olmayan bu Gutiler dönemi, bu tarihte Gutiler'in (Sümer şehir devleti Lagaş bağımsız kalabilmiş gibi görünse de) en azından Sümer ve Akad bölgelerini kontrol altında tuttuklarının bir göstergesidir. Merkezi o dönem henüz önemsiz bir Akad şehri olan Babil'deki beşinci krallığın yıldızının sonraki yükselişine rağmen, Sümer Kültürü'nün doruk noktasını, Üçüncü Ur (güney Sümer'de bir şehir) Hanedanlığındaki, ondan sonra da Isin ve Larsa'daki (birbirleriyle kısmen çağdaştırlar) büyük Sümer krallıkları oluşturur. Hammurabi'nin de aralarında bulunduğu (şu anda tercih edilen kronolojiye göre M.Ö. 1848-1806 yılları arasında hüküm sürmüştür) Eski Babil (veya İlk Babil Hanedanlığı) kralları bazen resmi bildirilerini Akad dili veya Sümer dili gibi farklı dillerde yapmışlardır, fakat yaşayan bir dil ve kültür olarak Sümerce artık pek fazla kullanılmamaktadır. Kuzey Mezopotamya'daki Aşşur şehri, Hurri'lerin ağırlıklı olduğu bir bölgedeki küçük bir şehir devleti olarak M.Ö. 14.yy'a kadar varlığını sürdürdü. Şamşi Adad (M.Ö. 1869-1837) ve oğlunun döneminde çok büyük bir alana yayılan 'Eski Asur' krallığının ortaya çıkıp Suriye'den fırtına gibi gelip geçtiği ve sonradan da kayıplara karıştığı kısa dönem ise bir istisna teşkil etmektedir. Güneydeki Eski Babil Krallığı'nın yıkılma süreci Kassitler'in bölgeye gelmesiyle hızlanmıştır; Kassitler'in Babil'i uzun süre kendi başkentlerinden, Dur-Kurigal­zu'dan yönettikleri döneme Orta Babil dönemi denir ve Kuzey Mezopotamya'daki bir Orta Asur dönemiyle eş zamanlı görülür. Ard arda başkent olan Aşşur'da, Kalhu'da (bugünkü Nemrut), Dur-Şarken'da (bugünkü Kharsabad) ve Ninea'da hüküm süren, II. Sargan, Sennecherib, Esarhedden ve Asurbanipal gibi ünlü Asur krallarının damgasını vurduğu altın çağ, M.Ö. 626'da kurulan Neo-Babil İmparatorluğu'nun hayatına ancak başladığı zaman olan M.Ö. 612'de Nineveh'in düşmesiyle son bulmuş olsa da, Neo-Asur ve Neo-Babil dönemlerinin başlangıç tarihi olarak M.Ö. 1000 alınır. Sahip olduğu topraklar II. Nebuchadnazzar (M.Ö. 605-562 tarihleri arasında hüküm sürmüştür) döneminde en geniş boyutlarına ulaşan Neo­ Babil Hanedanlığı, M.Ö. 539'a kadar hüküm sürmüştür. Mezopotamya tarihinde çok önemli bir tarih olan Babil'in, Med ve Pers kralı Cyrus tarafından ele geçirilmesi, Mezopotamya'nın tümünün kendi sınırları dışından yönetilen bir imparatorluğun parçası haline gelmesinin tarihidir. Böylelikle dünya imparatorlukları dönemi başlamıştır. Pers veya Achaemid imparatorluğu (adını Cyrus ailesinin geldiği kavimden alır) M.Ö. 331 yılında Büyük İskender tarafından ortadan kaldırılmıştır: Bunu izleyen Helenistik döneme, Mezopotamya, İran, Suriye ve Türkiye'nin de yarısının kontrolünü de geçiren İskender'in generalinin başlattığı hanedanlığa atfen Seleucid adı verilir. Bu generalin oğlu M.Ö. 274'de Dicle'de Seleucia'yı kurmuştur. İran halkı olan Partlar, M.Ö. 126'dan itibaren Mezopotamya'yı fiilen tahakküm altına almışlar ve hanedanlıkları bir başka büyük İran hanedanlığı Sasaniler tarafından M.S. 227'de yok edilene kadar Mezopotamya'yı yönetmişlerdir. Akad dilinde çivi yazısıyla yazılan metinlerin - astronomi araştırmalarının - tarihi M.Ö. birinci yüzyılın sonları olarak saptanmıştır; bu dönemde Antik Mezopotamya kültürüyle bağlantısını kopartmamış ve onların dillerini anlayabilen ve yazdıklarını okuyabilen insanların -iyi eğitim almış entelektüellerin- sayısının bir avuçtan fazla olması olası değildir. Üç bin yıllık Mezopotamya edebi geleneğinin ortadan kalktığı tarih olarak Hıristiyan döneminin başlangıcı gösterilir; bu elbette yaklaşık bir tarihtir. 



Mezopotamya Mitolojisi Sözlüğü Tanrılar İfrider Semboller


Jeremy Black, Anthony Green


Silivri / İstanbul

 


Amasra / Bartın

 


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 38

 KARZlT


Temizlik tanrısı. İnsanlara temizliği öğretmiştir. Ülgen Han'ın oğludur. Ülgen'in oğulları içinde en duygulu olanıdır. Temizlik Türk kültüründe çok önemli bir yere sahiptir. Su, ateş, toprak temizleyici unsurlar olarak görülmüştür. Su zaten bilinen en önemli temizleyicidir. Ateşin de gözle görülmeyen mikroskobik canlıları öldürdüğü günümüzde bilimsel bir gerçektir. Topraksa ölen canlıların gömülerek hastalıklara neden olmalarını engeller.



KATAY


Demircilerin koruyucu  tanrısıdır.  Dokuz  davulludur.  "Dokuz Han" onun buyruğundadır. Yeraltı tanrılarının soyundan gelir. Hiçbir üstün gücün egemenliği altına girmeyi kabul etmez. Yeraltındaki demir evinde yaşar.  Yeraltında yaşadığı için kötü bir varlık olarak algılandığı halde aslında gerçekte iyiliksever bir tanrıdır. Ergenekon'dan çıkışta demir kayayı eriten demircilere o yardımcı olmuştur. Çırakların demircilik mesleğine kabul töreninde onların güçlerini sınar ve bu esnada onların canlarını yakar, hatta geçici zararlar verir. 40 boynuzlu boğasıyla deprem oluşturur. Bu boğa kızıp sinirlendiğinde ayaklarını yere sürtmeye başlar böylece hafif sarsıntılar olur. Burnundan solumasıysa hafif seslere dönüşür. Biraz daha kızdığındaysa ayaklarını yere vurur, böylece depremin şiddeti artar. Daha da çok kızınca boynuzlarını toprağa geçirip yeryüzünü sallar ve her yer sarsılır. Homurtularıysa depremin gürültüsünü meydana getirir. Geçmişte Katay Han'a kırmızı inek kurban edilirdi. Demirciler kurban olarak kesilen bu ineğin kanını çekiç, örs, körük gibi aletlerine sürerler ve hayvanın yüreğini de demirci ocağına atarlardı. Katay Han'ın koruyucusu olduğu demirciler ve biraz daha özelleşmiş bir mesleğin icracısı olarak takağçılar/takavcılar (nalbantlar) eskiden Türk halk kültürü içerisinde önemli bir yer tuttukları gibi halk öykülerinde, masallarda ve efsanelerde de sıklıkla rastlanan figürlerdir.



KAYAKAPISI


Yeraltı dünyasına giden geçidin kapısıdır. Çok uzak diyarlardaki bir mağaranın içinde bulunur. Önemli kapıların veya geçitlerin bulunduğu mağaralar, in içinde in, kuyu içinde kuyu olacak şekilde karmaşık yerlerdir. "Demir Kaygan Geçit" ve "Kara Kaygan Geçit" olarak betimlenir. Bazen sürekli açılıp kapandığı için "acılar cabılar" (açılır kapanır) olarak tarif edilir. Kimi zaman çadırın hacası ve güneşliği olan Tünük/Tündük penceresi biçiminde düşünülür. Türk halk kültüründe uzun dehlizlerle birbirine bağlı olan yeraltı mağaraları her zaman ilgi görmüştür.



KAYIŞ


Çarpık cin. "Kayış Bacak" veya "Kayış Baldır" olarak da söylenir. Hava karardıktan sonra ortaya çıkarak tan vaktine kadar dolaşır. Eğri bacaklı, korkunç görünüşlü bir yaratıktır. Kendi ayakları üzerinde durup yürüyemediği söylenir. Çünkü elsiz ve ayaksız (sadece bacakları olan) bir ihtiyar görünümündedir. Bu nedenle de insanları aldatıp boyunlarına biner. Sonra kayış gibi bacaklarını insanın beline veya boynuna dolayıp onu bırakmaz. Lohusalara musallat olarak, omuzlarına ayakları önden sarkacak şekilde sımsıkı oturur. Sonra da yakaladığı kadından gezinmesini ister. Kimi yörelerdeki inanışa göre akarsu kenarlarında oturur, zavallı bir görünüşte boynunu büküp oradan geçenlerden kendisini omuzlarına alarak suyun diğer kıyısına geçirmelerini ister; hatta bunun için yalvarır. Ancak insanın sırtına binince karnından üç arşın uzunluğunda iki bacak veya yılana benzer kollar çıkıp kişinin bedenine dolanır. Elleriyle de sıkı sıkıya kişinin boynuna sarılarak kendisine köle yapar. Kayış Baldır'ın tıpkı bacakları gibi boyu da (veya boynu) uzayabilir.



KAYRA


Baş Tanrı. Eski Türk dininde ve Şamanist halk inancında tanrıların en büyüğü ve en önde gelenidir. Her şeyin yaratıcısıdır. Mutlak üstünlüğü vardır. Göğün 17. katında oturur. Bazen Gök Tanrı'yla eşdeğer tutulur. Diğer tanrıları da o yaratmıştır. Dünyanın yaratıcısı olarak anılır. Her şeyden ve evren yaratılmadan önce o vardır. Erlik Han'ı cezalandırarak yeraltına gönderen odur. Bu anlamda diğer tanrıların kendisiyle kıyaslandığında, emirlerini yerine getiren veya verdiği görevleri yineleyen birer melek konumunda olduğu yaklaşımı yanlış olmayacaktır. Ancak İslam öncesi Türk kültüründe melek veya benzeri bir kavram yer almaz. Bu sonuca yalnızca kıyaslama yapılarak ulaşılabilir. Evrenin yazgısını belirler. İyilik yönü ağır basar. Yeryüzünü yarattıktan sonra dokuz dallı bir ağaç (çam veya kayın) dikmiştir. Bu ağaç yerle göğü birbirine bağlayan Yaşam Ağacı "Uluğ Kayın'dır. İnsanların atası olan dokuz kişi bu ağacın dallarından türemiş ve Dokuz Boy (yani Dokuz Irk) bu kişilerin soyundan ortaya çıkmıştır. Kış mevsimini yeryüzünde yaz mevsiminiyse gökyüzünde geçirir. Değişik renklerde yıldırım çaktırır. Onun yıldırımına çarpılan kişi şaman olur. Ülgen, Mergen ve Kızagan adlı üç oğlu vardır. Eski kaynaklarda verilen bilgilere göre ülgen iyilik ve bağışlayıcılığını yani merhametini; Kızagan intikamını ve cezasını yani öfkesini; Mergen'se bilgelik ve hikmetini yani aklını temsil ederler. Kayra Han görkemli bir varlığa sahiptir. Somut nitelemeler pek fazla yapılmamış ancak soyut yönü üzerinde daha çok durulmuştur. Ana ve ata olarak (hem eril, hem de dişil, yani nötr olarak) tanımlandığı kaynaklar mevcuttur. İnsan biçimli olarak pek fazla tasvir edilmez. Türklerin İslam'ı kolaylıkla kabul etmelerinin kökeninde Kayra Han'a ait bu özelliklerin tek Tanrı inancına yönelik belirli bir zihinsel altyapıyı hazırlamış olmasının yattığı söylenebilir. Böylece  İslamiyet'i kabulden sonra bu inanca uygun olarak mutlak tek Tanrı inancı yerleşmiştir. Bazı Batılı kaynaklarda adı Kuara (Kuğara) olarak geçer. Bu takdirde Urartulardaki "Kuera'' ile bağlantılı görünmektedir. Bulgarlarda da bu isme rastlanır. Buna karşın Kuğara (Koğara) ile Kayra Han'ın aslında farklı tanrılar olduğunu öne süren görüşler de vardır. Altayların yanı sıra  üstyaklar gibi Türk kökenli olmayan bazı Sibiryalı toplumların mitolojilerinde de saygı duyulan bir tanrıdır.



KAZAN HAN


Oğuz boylarının başında ikinci sırada Kazan Han bulunur. Yiğitlere komutanlık eder. Bayındır Han'dan sonra en ileri gelen beydir. Kazan Han'ın mertliği, cesareti, tedbirli oluşu Oğuz yurduna huzur getirir. Annesine karşı saygılıdır, eşini gönülden sever, oğlunun vatanını milletini seven bir yiğit olarak yetişmesine çalışır. Düşman karşısında eğilmez, en zor anlarında bile kendisini değil halkının onurunu düşünür. Dede Korkut Öykülerinde, yöneticilere bir anlamda model olarak sunulur. Kazan kentinin kuruluşuysa bir hakanın  şehrin yakınlarında değerli bir kazanını ırmağa düşürmesiyle açıklanır.



KAZIRGAN


Kötü ruhların cezalandırılması, ıslah  edilmesi,  doğruluğa gelmesi için geçici bir süre kaldığı  ateş  çukuru.  Kimi  zaman  cehennemin en derin yeri olarak da ifade edilir. 



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak