4 Kasım 2022 Cuma

Vücudumuzdaki Hormonlar

  

 

Büyüme Hormonu

 

Bir yaşını dolduran bir bebek, doğduğu güne oranla yaklaşık olarak iki kat daha ağır, %50 daha uzundur. 1 yıl içinde olağanüstü bir hızla kilo alır, uzar ve vücudu orantılı bir şekilde büyür. Yaklaşık 3 kg ağırlığında 50 cm boyunda yeni doğan bir bebeğin, yirmi-yirmi beş sene içinde 80 kg ağırlığında 1.80 m uzunluğunda yetişkin bir insan olmasını sağlayan nedir?

Bu sorunun cevabı, hipofiz bezinden salgılanan mucize bir molekülde, büyüme hormonunda saklıdır.

Küçük bir bebeğin yetişkin bir insan olması için büyümesi gerekir. Büyüme işlemi de iki farklı şekilde gerçekleşir. Bazı hücreler hacimlerini artırırlar. Bazı hücreler de bölünerek çoğalırlar. İşte bu iki işlemi de sağlayan ve yöneten büyüme hormonudur.

Büyüme hormonu hipofiz bezinden salgılanır ve bütün vücut hücrelerine etki eder. Her hücre hipofiz bezinden kendisine gelen mesajın anlamını bilir. Eğer büyümesi gerekiyorsa büyür, bölünerek çoğalması gerekiyorsa çoğalır.

Örneğin yeni doğmuş bir bebeğin kalbi yetişkin halinin yaklaşık olarak 16'da biri kadardır. Buna karşın toplam hücre sayısı yetişkin kalbindekilerle aynıdır. Büyüme hormonu gelişme döneminde kalp hücrelerine teker teker etki eder. Her hücre, büyüme hormonunun kendisine emrettiği kadar gelişme gösterir. Böylece kalp de büyüyerek yetişkin bir insan kalbi haline gelir.

Sinir hücrelerinin çoğalması da bebek henüz anne karnındayken, 6. ayın sonunda biter. Bu aşamadan doğuma ve doğumdan yetişkinliğe kadar olan devrede sinir hücrelerinin sayıları sabit kalır. Büyüme hormonu sinir hücrelerine de hacimsel olarak büyümelerini emreder. Böylece sinir sistemi büyüme çağının bitimiyle beraber son halini alır.

Vücutta bulunan diğer hücreler  –örneğin kas ve kemik hücreleri- gelişme dönemi boyunca bölünerek çoğalırlar. Bu hücrelere ne kadar bölünmeleri gerektiğini bildiren yine büyüme hormonudur.

 

 

Prolaktin Hormonu

 

Hipofiz bezinden salgılanan bu hormon, kadınlarda anne sütünün üretilmesi için göğüste bulunan süt bezlerini uyarır. Üretimi hipotalamus bölgesinin kontrolü altındadır.

 

Oksitosin Hormonu

 

Bu hormon hipotalamus tarafından üretilir ve hipofizin arka bölümünde depolanır. Gerektiği zaman hipotalamustan gelen sinirsel bir emirle hipofiz tarafından salgılanır. Görevi, süt kanallarının kasılmasını sağlamaktır.

Oksitosin hormonunun anne sütü üretimi dışındaki bir başka görevi de doğum yaklaştığı zaman rahim kaslarının kasılmasını sağlamaktır. Böylece doğumun kolay gerçekleşmesini sağlar. Doğum yaklaştığında oksitosin üretimi hızla artar. Çok ilginçtir ki, aynı anda rahim kasları, oksitosin hormonuna karşı olağanüstü bir duyarlılık kazanır. Doğum sırasında, bazı kadınlara, ağrının dinmesi ve doğumun daha kolay olması için damardan oksitosin verilmektedir.

 

 

Anne Sütü: Prolaktin ve Oksitosin Hormonları

 

Yeni doğmuş bir bebeğin beslenme ihtiyaçları yetişkin bir insanın beslenme ihtiyaçlarından çok farklıdır. Ayrıca bebeğin savunma sistemi yetişkin bir insanınkine göre zayıf olduğu için, savunma sisteminin dışardan takviye edilmesi gerekmektedir. Yeni doğmuş bir bebeğin bütün bu ihtiyaçlarına cevap verecek en ideal besin "anne sütü"dür. Yapılan çalışmalar anne sütü ile beslenen bebeklerin çok daha sağlıklı olduklarını ve vücutlarının daha iyi geliştiğini göstermiştir.

Anne sütünün bir başka mucizevi özelliği, gelişme aşamalarında bebeğin değişen ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde, içerdiği besinlerin de değişmesidir. Bebek maması üreten büyük şirketler milyonlarca dolar harcayarak yaptıkları araştırmalarda, bir bebeğin sağlıklı gelişimi için en ideal karışımı tespit etmeye çalışmışlardır. Ancak ulaştıkları son noktada böyle bir karışımın mevcut olmadığını, bebeğin değişen ihtiyaçlarına göre her aşamada özel bir karışımın hazırlanması gerektiğini tespit etmişlerdir. Ardından en ileri teknolojilere sahip laboratuvarlarda anne sütünün benzeri yapay mamalar üretme yoluna gidilmiştir. Ancak hiçbir yapay besin anne sütünün yerini tutmamaktadır.

Annenin göğsünde bulunan süt bezlerini harekete geçiren çok özel bir hormon vardır. Bu hormon prolaktin hormonudur. Prolaktin hormonu hipofiz bezinden salgılanır.

Ancak hamilelik döneminin başında prolaktin hormonunun salgılanmasını kısıtlayan bazı faktörler vardır. Bu faktörleri yokuş aşağı inen bir arabanın fren pedalına basılması gibi düşünebiliriz. Araba aşağı doğru hareket etme eğilimindedir, ancak frene basılı olduğu sürece hareket edemez. Yani süt üretimi frenlenmiş olur.

Prolaktin hormonunun frenlenmesi çok yerinde bir karardır. Çünkü bebek daha doğmadığı için annenin erken süt salgılamasının bir yararı yoktur. Peki bu frene nasıl basılır? Prolaktinin gereğinden erken salgılanması nasıl engellenmiştir? Beynin hipotalamus bölgesi, prolaktin hormonunun üretimini engelleyen bir hormon salgılar. PIH (Prolaktin Inhibiting Hormon- Prolaktin Engelleyici Hormon) olarak isimlendirilen bu hormon prolaktin üretimini yavaşlatır, yani bir anlamda frene basar.

Bebeğin süt emmesi, annenin göğüs bölgesinde bulunan bazı sinir hücrelerinin hipotalamusa bir sinir uyarısı göndermelerine neden olur. Bu uyarı hipotalamusu etkiler ve hipotalamusun prolaktin üzerinde uyguladığı freni kaldırmasını sağlar. Böylece prolaktin üretimi artar ve süt bezleri süt üretmeleri için uyarılmış olurlar.

 

 

Kanınızdaki Su Miktarını Ayarlayan Sistem: Antidiüretik Hormon

 

Vücudunuzda ne kadar su bulunması gerektiğini biliyor musunuz? Her gün yediğiniz besinler ve içtiğiniz sıvılarla vücudunuza kaç gram su aldığınızı ve bu suyun ne kadarını vücudunuzdan atmanız gerektiğini hesaplayabilir misiniz? Günün her saniyesi kanınızda kaç gram su bulunduğunu, kan basıncınızı, dokularınızdaki su oranını hesaplayabilir misiniz?

Eğer bu hesaplamaları teker teker yapma görevi bir insana verilmiş olsaydı, başka hiçbir işle ilgilenmeden bütün zamanını bu göreve ayırmak zorunda kalırdı. Bu çok önemli bir görevdir; çünkü insan bedeni su kaybetmemek zorundadır. Eğer su kaybı mevcut suyun %10'u gibi bir rakama ulaşırsa bunun ardından ölüm gelir.

Ancak insanın, bedeninde bulunan su miktarını ölçmeye ihtiyacı olmaz. Çünkü her insanın bedeninin derinliklerine, vücudunda bulunan su miktarını ayarlayan ve düzenleyen çok özel bir sistem yerleştirilmiştir.

Eğer terleme ya da su içmeme nedeniyle bir miktar su kaybına uğrarsak, kandaki su yoğunluğu düşecektir.

Beynin hipotalamus bölgesine çok özel algılayıcılar yerleştirilmiştir. Bu algılayıcılar her saniye, hatta siz bu yazıyı okurken dahi, kanınızda bulunan su miktarını ölçerler. Eğer kanda bulunan su miktarının düştüğünü tespit ederlerse hemen alarma geçerler.

Hipotalamusta bulunan algılayıcı hücreler, kandaki su miktarının düştüğünü tespit ettikleri anda, dahiyane bir yola başvururlar. Hipofiz bezinde saklı tutulan antidiüretik hormon (ADH) çok özel bir mesajcı molekülü kullanmaya karar verir. Bu mesaj, böbrekteki milyonlarca mikro kanalcığın etrafında bulunan hücreler için yazılmıştır. Ve bu hücrelere "idrar sıvısında bulunan su moleküllerini yakalayın" emrini vermektedir.

Bu haberleşme sistemi sayesinde idrarda bulunan su moleküllerinin büyük bir bölümü arıtılır ve tekrar kana karıştırılır. Sonuçta idrar miktarı azaltılmış ve vücuda belli ölçüde su kazandırılmış olur.

Eğer gereğinden fazla su içmişsek bu sefer mekanizma tam tersine işler. Kandaki su yoğunluğu yükselir. Bu yükselme sonucu hipotalamusta bulunan algılayıcılar, ADH hormonunun salgılanması işlemini yavaşlatırlar. ADH hormonu azalınca böbreklerde suyun geri emilimi de azalır. İdrar sıvısı artar ve kandaki su miktarı dengede tutulmuş olur.

ADH hormonunun bir özelliği de kan damarlarını kasabilmesi ve böylece kan basıncını artırabilmesidir. Kalbin kulakçık bölgesinin içine ve kalbe gelen damarların içine kan basıncını ölçen çok özel alıcılar yerleştirilmiştir. Bu alıcılardan çıkan kablolar da –sinirler- hipofiz bezine bağlanmışlardır. Normal kan basıncı altında bu alıcılar sürekli olarak uyarılmakta ve hipofiz bezine durmaksızın bir elektrik akımı göndermektedirler. Bu elektrik sinyallerinin hipofize ulaşması, ADH hormonunun salgılanmasını engellemektedir.

Bu sistemi, kızıl ötesi ışınlar kullanarak yapılan alarm sistemlerine benzetebiliriz. Eğer hırsız farkında olmadan bu ışın demetlerinden birine temas ederse ışık kaynağı ve alıcı arasındaki bağlantı kesilir ve alarm çalmaya başlar.

Tıpkı bu örnekte olduğu gibi; kalbin ve damarların içine yerleştirilen alıcılardan hipofize sinyal ulaştığı sürece herşey normal ve yolunda gidiyor demektir. Peki alarmın çalışması nasıl gerçekleşir?

Ciddi bir kanama durumunda insan çok kan kaybeder ve damarlarında bulunan kan miktarı azalır. Bu da kan basıncının düşmesi anlamına gelir ki, düşük kan basıncı hasta açısından çok tehlikelidir.

Kan basıncı düştüğü anda damarların ve kalbin içinde bulunan reseptörlerin hipofize gönderdikleri sinyal de kesilir. Bu da hipofizin alarm durumuna geçmesine ve ADH hormonu salgılamasına neden olur. ADH hormonu derhal kan damarlarının etrafında bulunan kasların kasılmasına neden olur ve bu işlem kan basıncının yükselmesini sağlar.

 

 

Zaman Ayarlaması ve Cinsiyet Ayrımı Yapabilen Hormonlar

 

Belki ilk okunduğu anda inanması güç gelecektir ancak, bedeninizin içinde birçok saat bulunmaktadır. Bilim adamlarının biyolojik saat olarak da tanımladıkları bu kavram, bedenin farklı bölgelerine yerleştirilmiş ve her biri kendi görevine göre zaman ayarlı olarak programlanmış birçok mikro saatten oluşur. Bu mikro saatlerden biri de beynin hipotalamus bölgesine yerleştirilmiştir.

Herkes insanların çocukluktan yetişkinliğe giden aşamada bir değişim yaşadıklarını, ergenlik dönemi geçirdiklerini ve bu dönemde insan vücudunda belirli değişimlerin yaşandığını bilir. Ergenlik çağına geçiş kadınlarda 8-14, erkeklerde 10-16 yaşları arasında yaşanır.

Beynin hipotalamus bölgesi doğumdan itibaren çok özel bir işlemi yerine getirmek için yıllarca bekler. En doğru zaman, yani çocukluktan ergenlik çağına geçme zamanı geldiğinde hipotalamusun içinde adeta bir saat alarmı çalar. Bu, hipotalamusun yeni bir göreve başlama alarmıdır.

Aslında bu saat benzetmesi, bilim adamlarının mevcut bir olayı açıklamak ve anlaşılır bir hale getirmek için kullandıkları bir açıklamadır. Hipotalamus içinde elbette bir saat yoktur. Ancak bir et parçası yıllarca bekleyip, en doğru an geldiğinde harekete geçiyorsa, bunun için en uygun benzetme hipotalamusun içinde bir saat olduğudur.

Söz konusu alarmın çalışmasıyla birlikte hipotalamus özel bir hormon (GnRH) salgılar. Bu hormon da hipofiz bezine iki hormonun salgılanması emrini verir. Çünkü hormonların salgılanması için en ideal zaman gelmiştir. Salgılanan hormonlar Folikül Uyarıcı Hormon (FSH) ve Luteinleştirici Hormon (LH)'dur.

Bu iki hormonun çok önemli görevleri ve mucizevi yetenekleri vardır. Her ikisi de erkek ve kadın bedeninin farklılaşma ve fiziksel olgunlaşma sürecini başlatırlar. Bu çok önemli bir ayrıntıdır; çünkü FSH ve LH hormonları bu değişimi sağlayacak bölgelere uygun olarak tasarlanmışlardır. Ve iki hormon da ne yapmaları gerektiğini çok iyi bilircesine hareket ederler.

FSH hormonu kadın bedeninde, yumurtalığın içinde bulunan yumurta hücrelerinin olgunlaşmalarını ve gelişmelerini sağlar. Bir başka görevi de, bu bölgeden çok önemli bir başka hormonun, östrojen hormonunun salgılanmasını sağlamaktır.

FSH hormonu yine aynı formülle erkek bedeninde de salgılanır. Ancak bu sefer bambaşka etkilere yol açar. Testis hücrelerini uyarır ve sperm üretimini başlatır.

LH hormonunun kadın bedenindeki görevi, olgunlaşan yumurtanın serbest bırakılmasını sağlamaktır. Ayrıca kadınlarda progesteron isimli bir başka hormonun salgılanmasını sağlar.

LH hormonunun erkek bedeninde  farklı bir görevi vardır. Testislerde bulunan bir grup özel hücreyi (leyding hücreleri) uyarır ve testosteron isimli hormonun salgılanmasını sağlar.

 

Alıntıdır.

Silivri / İstanbul

 


3 Kasım 2022 Perşembe

Britanya Adalarının Söylenceleri - 11 - İngiltere/Fransa

 Kral Arthur: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Britanya'nın efsanevi büyük kahramanı Kral Arthur'un öyküleri, sekiz yüz yıldan uzun bir süredir bilinmektedir, ama bilim adamları gerçek Arthur hakkında çok az şey öğrenebilmişlerdir, çünkü savaşlarını gösteren çağdaş hiçbir kanıt bulunamamıştır. Bazı bilim adamları, gerçek Arthur'un muhtemelen, MS 500-517 arasında Saksonya'nın işgali için düzenlenen on iki başarılı saldırıyı yönetmiş Artorius adlı Galli bir süvari generali olduğunu ileri sürmektedir.


Ancak 1985'te, tanınmış Arthur uzmanı Geoffrey Ashe, Kral Arthur'un tarihsel kimliği hakkındaki bilinen görüşlere meydan okuyan kanıtlar yayımlamıştır. Ashe, tezini, Jordanes'ın (6. yüzyıl), William'ın (11. yüzyıl) Monmouth'lu Geoffrey'in (12. yüzyıl) eserlerine ve bir Romalı soylunun, daha sonra Galya’ya (Fransa) geçen Riothamus (Yüce Kral) adlı, 5, yüzyılda yaşamış bir Britanya kralına yazdığı mektuba dayandırmaktadır. Ashe, Arthur ile Riothamus'un aynı kişi olduğu noktasından hareketle, Arthur'un krallık dönemini de, 460'larda Galya'ya yönelik Britanya harekâtının da yaşandığı 450-470 yılları arasına yerleştirir. Monmouth'lu Goeffrey'in, Arthur'un Galya'ya yönelik askeri başarısını tanımlayışı genellikle hayal ürünü kabul edilir, ama Riothamus, Burgundi'de Gothlara karşı cesaretle savaşıp başarılı olamadığı saldırıda, Galya'ya gerçekten on iki bin askerle girmiştir, Hatta Arthur gibi Riothamus da dostlarından birinin ihanetine uğramış ve muhtemelen, bugün bile Avallon adını taşıyan bir Fransız kasabası üzerinden geri çekilmiştir.


Başarılarının ölçüsü ne olursa olsun, gerçek Arthur yaşadığı dönemde de, sonrasında da ilgi çeken bir sözlü Gal folklorü geleneğinin, adıyla özdeşleştiği bir kişiliktir. Arthur adına ilk atıfa, Nennius'un Histerin Brittonum’v nda (yaklaşık MS 800) ve Malmesbury'li William'ın Gesta Regum Angforum (yaklaşık 1125) adlı eserinde rastlanmıştır.


Arthur, edebiyatta ilk olarak, Monmouthlu Geoffrey'in MS 1136'da Latince yazılmış Historia Regum Britanniae (Britanya Kralları Tarihi) kitabında görülmektedir. Geoffrey, Britanya tarihi üzerine bir kitaba gereksinim duyulduğunu düşündüğünde, Arthur zaten Gal ülkesinin sözlü geleneğinde yaygın bir konudur. MÖ 1200 yılından MS 689 yılına kadar, 1900 yılı kapsayan tarih kitabında Geoffrey, Arthur'u baş karakter yapmayı seçmiştir.


Geoffrey'in topladığı malzemeler için kaynak belirtmesine karşın, bilim adamları onun o günkü geleneği izlediğine ve folklor ile kendi düş gücünü birlikte kullandığını örtmek için hayali kaynaklar yarattığına inanırlar. Bundan ötürü onun çalışması, tarihten çok edebiyat olarak anlaşılmalıdır.


Bütün Britanya adaları ve Avrupa'nın birçok kısmını ele geçiren Büyük Britanya Kralı Arthur'un yaratılışını Geoffrey'e borçluyuz. Geoffrey'in yorumunda Arthur, yokluğunda krallığı ele geçiren yeğeniyle savaşması için yurduna çağrılmasaydı Roma'yı da ele geçirebilirdi. Geoffrey, Arthur'un olağandışı doğumunu ve ölümünü; güzel ama vefasız karısı Guinevere'yi; büyücü Merlin'i ve şövalyelik kavramını dünyaya tanıtır. Geoffrey, Arthur'un daha çok askeri önder yönünü ele almıştır.

Ama başka yazarların daha derinden ilgilenmeleri için esin kaynağı olabilecek konulara da {Merlin, Guinevere, büyü ve şövalyelik kavramı) kitabında yeteri kadar yer vermiştir.

Geoffrey'in tarihi öylesine iyi yazılmıştır ki, yalnızca kendi döneminde değil sonraki kuşaklarda da ilgi çekmeyi sürdürmüştür. 20. Yüzyıl yazarları için hâlâ ana kaynaklardandır. Şair Robert Wace, MS 1155 yılında Geoffrey'in tarihini serbest bir biçimde Norman-Fransız diline çevirmiştir. Kitapta Arthur'un geçtiği bölümleri çoğaltmış, yeni kaynaklar kullanmış ve çalışmaya daha saraylı bir tat katmıştır. Yuvarlak Masa'ya ilk kez değinen Wace'tir.


Wace'in şiirinin ortaya çıkmasından sonra Chretien de Troyes, Kral Arthur'un sarayında geçen beş roman yazmıştır. Fransız olan Chretien, Kral Arthur'un Britanya ulusal kahramanı ya da istilalar kralı olmasıyla fazla ilgilenmez. Bunun yerine âşıkların ve şövalyelerin bulunduğu ve Arthur'un yönettiği şövalyelik dünyasını dile getirir. Chretien, kadının erkeğe üstün olduğu ve âşığın sevgilisinin isteklerine bütünüyle uyduğu saraylı aşk düşüncesini tanıtır. Lancelot'da, Lancelot ve Guinevere arasındaki aşk ilk kez görülür. Chretien öylesine iyi bir Öykü yazarıdır ki, romanları geniş çevrelerde okunmuş ve taklitleri yazılmıştır.


Kral Arthur, son olarak İngiliz dilinde MS 1205 yılında şair Layamon'un Wace'in şiirlerini orta dönem İngilizcesi denen dönemin başlarında, serbest bir biçimde çevirdiği zaman görülmüştür. Layamon, Wace'in öyküsüne daha çok ayrıntı ekler ve Arthur'un cesaretinin ve serüven tutkusunun vurgulanmasıyla öyküye belirgin bir İngiliz çeşni katar. Monmouthlu Geoffrey gibi Layamon da bir yurtseverdir, bunun için Chretien'in Arthur öyküsünün romantik yorumunu göz ardı etmeyi yeğler.


Kral  Arthur öyküsünün  başka bir anlatımı daha  vardır:


14. yüzyılın ortalarında İngilizce olarak yazılmış olan Mortc Arthure. Konu yine Arthur'un kişiliğinde ulusal kahramanlıktır; mağrur savaşçı kral büyük bir kahraman olarak sunulur. Yazar aşk, şövalyelik ya da şövalyeler sarayına hiç ilgi göstermemiştir. öyküde, Sör Gavvain, Arthur'un baş şövalyesidir ve Lancelot küçük bir role sahiptir. Bu sunuş Fransız destanı Chatıson de Rolcınd ve Anglosakson destanı Beuwolf a benzemektedir.


Uzun yıllar sonra, 1485'te, Sör Thomas Malory, Kral Arthur öyküsünün son biçimi olan Lc Morte D'Arthıtr'u yazmıştır. Malory, Monmoutlu Geoffrey'in İngiliz geleneğiyle Chretien de Troyes'nin Fransız geleneğini birleştirir. Malory'nin anlatımında, Kral Arthur, Büyük İskender gibi dünyanın en büyük hükümdarlarından biridir. Roma'da krallık tacı giyene dek İngiltere'ye geri dönmez. Malory, Mordred'in ihanetini ve Guinevere' nin sadakatsizliğini Geoffrey'den aktarır, ama bunu Guinevere ve Lancelot arasındaki aşk ilişkisiyle birleştirir. Ayrıca, Arthur'un baş şövalyelerinin birçok öyküsünü katarak Arthur'un sarayının resmini genişletir. İngiliz tarihinin bu romantik anlatımında, Yuvarlak Masa'nın dağılması, birçok yaşamı trajediyle yüzleştirir ve altın bir çağı noktalar.



Çekiciliği ve Değeri


Kral Arthur'ıın öyküsü yüzlerce yıldır yazarların ve okuyucuların ilgisini çekmektedir. Bunun nedeni öykünün içeriğinin oldukça karmaşık olması ve öyküde hemen hemen herkesin İlgisini çekebilecek bir çeşitlilik bulunmasıdır. Büyük destanların birçoğunun tersine, Öykü geniş bir rol dağılımını içerir. Okuyucu ister macera, büyü, soyluluk, gerçek aşk gibi konularla, İsterse büyük ve trajik bir aşk öyküsüyle ilgilensin, Le M orte D 'Arthur okunması gereken bir kitaptır.


Kral Arthur'un temel klasik biçimine aşina olan okuyucular birçok çağdaş versiyonuna da büyük ilgi göstereceklerdir, çünkü her birinin yoğunlaştığı nokta ayrıdır. 19. Yüzyıldan kalan Sör Walter Scott'un hmnhoe ve Alfred Lord Tennyson' un ldytk o ffhc King adlı eserleri elimizdedir. 20. Yüzyıl Arthur efsanesiyle büyülenmiş olmayı sürdürmektedir. John Steinbeck, T.H White ve Mary Stewart da bu geleneği taşıyan yazarlar arasındadır. Hemen hemen her yıl, gerçekten yazarının Arthur öyküsüne kendi damgasını vurduğu yeni bir roman ortaya çıkmaktadır. Kral Arthur, Lancelot, Guinevere, Mordred ya da Merlin gibi baş karakterlerden birinin gözünden olayları anlatmak büyüleyici bir öykü yaratmaya yeter. Çağdaş anlatımların kimi tarihsel, kimi mizahi ve kimi de feminist bir noktadan yazılmıştır.


Bireyin kişisel istekleriyle başkalarına karşı sorumlulukları arasındaki çatışma, İlyada'daki kadar eski ve şimdi kendi yaşamlarımızda vermek zorunda olduğumuz kararlar kadar günceldir. Toplumumuz Malory'nin betimlediği toplumla çok az benzeşmesine rağmen Arthur, Lancelot ve Guinevere'nin karşılaştığı çelişkileri anlayabilir ve paylaşabiliriz.


Arthur Kahramanları


Le Mor te D'Arthur'da temel karakterler, kahraman aristokratlardır, O toplumda yalnızca soylu doğan biri şövalye olabilir. Daha yeni yetme bir oğlan çocuğuyken kadınlara nasıl eşlik edeceğini öğrenir, genç bir şövalye olduğunda gerekli savaş becerilerini kazanır, yirmisine geldiğinde artık şövalyelik yolunda olgunlaşmıştır.


Bir erkek şövalye olduğunda, kendini belirli değerlere göre yaşamakla yükümlü kılan bir and içer. Krala, yakınlarına ve arkadaşlarına, sevdiği kadına sadık olması beklenir. Özellikle de kadınların yanında nazik ve kibar olması gerekir. Ayrıca, bir savaşta efendisi için çarpışırken, bir yarışma ya da turnuvaya katıldığında ya da zordaki arkadaşlarına ya da kadınlara yardım ederken her zaman cesur olması, son olarak da onurlu bir insan olması beklenir; öyle yaşamalıdır ki, diğer soylular ona saygı göstersin. Sorun, bu farklı değerleri en az atışmayla dengelemektir.


Saraylı aşkın, genellikle evlilik dışı aşk olduğunu belirtmek gerekir. Chretien ve Malory'nin edebiyatta dile getirdiği toplumda ve gerçek dünyada, soylular arasındaki evlilikler, genç çiftlerin aileleri ya da yöneten kişi tarafından siyasal, toplumsal ya da ekonomik nedenlerden ötürü düzenlenmiştir. Evlenen kişilerin duyguları göz önüne alınmaz ve boşanma yoktur. Bu nedenle evli bir insan için, aşkı evlilik dışı ilişkide bulmak rastlanmadık bir durum değildir. 

Başlıca Karakterler


Brutus: Aeneas'ın büyük torunu; Troya sürgünlerini Britanya'ya götürür ve krallık kurar.


Auretiııs Ambrosias: Kral Constantıne'in oğlu; Uther Pendragon'un ağabeyi; Britanya kralı; Stonehenge yaratıcısı.


Uther Pendragon: Kral Konstantın'in oğlu; Aurelius Ambrosias'ın küçük kardeşi; Britanya kralı; İgraine'in kocası; Arthur' un babası.


İgraine: Cornwall dükünün karısı; daha sonra Uther Pendragon'un karısı ve Britanya Kraliçesi; Arthur ve Margawse'in annesi.


Arthur: Kral Uther Pendragon ve Kraliçe İgraine'in oğlu; Guinevere'in kocası; Mordred'in babası; Britanya kralı; Yuvarlak Masa Şövalyelerinin kurucusu.


Ector: Arthur'un babalığı.


Kay: Ector'un oğlu; Arthur'un kardeşliği; Yuvarlak Masa şövalyesi.


Guinevere: Kral Leodegrance'ın kızı; Kral Arthur'un karısı; Britanya kraliçesi.

Merlin: Büyük büyücü ve kâhin; üç Britanya kralının, Aurelius Ambrosias, Uther Pendragon ve Arthur'un danışmanı.


Lucius Hiberius: Arthur söylencesinde, Arthur onu yenip yerine geçene kadar Roma imparatoru.


Margaıpse: Kral Uther Pendragon ve Kraliçe İgraine'in kızı; Kral Arthur'un kızkardeşi; Orkneyli Kral Lot'un karısı; Kral Arthur'dan Mordred'in, Kral Lot'tan Gawain, Agravain, Gaheris ve Gareth'in annesi.


Mordred: Kral Arthur ve kızkardeşi Kraliçe Margavvse'in oğlu; Gavvain ve Agravain'in üvey kardeşi; Yuvarlak Masa şövalyesi.


Gamım: Kral Arthur'un yeğeni ve en sevdiği şövalyelerden biri; Kraliçe Margavvse ile Orkneyli Kral Lot'un oğlu; Agravain, Gaheris ve Gareth'in kardeşi; Mordred'in üvey kardeşi; Yuvarlak Masa'nın ikinci büyük kralı.


Agravain: Kraliçe Margavvse ile Kral Lot'un oğlu; Gawain'in kardeşi; Mordred'in üvey kardeşi ve arkadaşı; Yuvarlak Masa şövalyesi. 


Gaheris: Kraliçe Margavvse ve Kral Lot'un oğlu; Gavvain ve Agravain'in küçük kardeşi; Yuvarlak Masa şövalyesi.

Gareth: Kraliçe Margavvse ve Kral Lot'un oğlu; Gavvain ve Agravain'in küçük kardeşi; Yuvarlak Masa şövalyesi.

Lancelot: Benvvickli Kral Ban'ın oğlu; Yuvarlak Masa'nın en büyük şövalyesi; Kral Arthur'un en sevdiği iki şövalyeden biri; Kraliçe Guinevere'in en sevdiği şövalye ve taraftarı.

Bors: Galyalı Kral Bors'un oğlu; Lancelot'un yeğeni; Yuvarlak Masa şövalyesi.


Pellinor: Yuvarlak Masa'nın büyük şövalyelerinden.


Bedivere: Yuvarlak Masa şövalyesi; Kral Arthur'u canlı gören son şövalye.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Pers Ülkesi'nde Nadir Şah Hakimiyeti

 Kimi zaman "Perslerin Napolyon'u" denilen Nadir Şah 1736'dan 1747 yılına kadar Pers Ülkesi'ni yönetmiştir. Günümüz Irak, iran, Afganistan, Umman, Orta Asya'nın kimi bölgeleri ve Kafkasları kapsayan bir imparatorluk kurabilmek için başarılı bir askeri faaliyet yürütmüştür.

Türk kökenli olan Nadir Şah, Safevi Hanedanlığı'nın son döneminde Kuzey Pers Ülkesi'nde büyümüştü. Zayıf Safevi Hükümdarı Şah Sultan Hüseyin, Hotaki Afganları tarafından tahttan indirildikten ve Osmanlılarla Rusların ülkeyi işgalinden sonra kendini göstererek herkesin dikkatini çekmeye başlamıştır. Nadir, Hüseyin'in oğlu II. Şah Tahmasp'a yardım etmek için 5000 kişilik bir ordu topladı. Osmanlı ve Rusları ülkeden çıkardı, onların elindeki bölgeleri geri aldı. 1736 yılında Nadir tahta çıktı ve kendisini Şah ilan etti.

Nadir sonraları komşu devletlerin üzerine seferler düzenledi. Afganistan'ı fethetti. Hindistan'daki Mughal imparatorluğu'nun topraklarını işgal etti. Kabul, Lahor ve Peşavar'ı ele geçirdi. 1739 yılında Delhi'yi yağmaladı. Bu saldırıda yaklaşık 30.000 kişi öldü. Hazineler talan edildi. Bunların arasında Mughal'ın efsanevi tavus kuşu ve Koh-i-noor elması da vardı (Daha sonra ingiliz kraliyet mücevherlerinin bir parçası olacaktı).

Daha sonraları Nadir'in sağlığı bozulmaya başladı. Giderek daha despotik bir yönetim izliyordu.  1747 yılında kendi korumalarından biri tarafından öldürüldü. İmparatorluk hızla dağılma sürecine girdi. Generallerinden biri olan Ahmet Şah onun ele geçirdiği bölgeleri ve Kuzeybatı Hindistan' da fethedilen yerleri 1773 yılında ölene dek elinde tutmayı başardı.


Alıntıdır.


Sultanahmet Meydanı / İstanbul

 


KANATLI ATLAR

 Çin’in Batıya Yönelişi


Gerek güneyde (Hindiçini) ve gerekse doğuda (Kore) elde edilen askerî başarılara rağmen, Wu-ti, asıl problemi olan Hun meselesinin asla hallolmadığını kabul etmek zorundaydı. Çok büyük kaynaklar aktarılarak sahra ordusu kurulmuş; bu ordu, zaferler kazanmış, esirler almış, topraklar fethetmiş, ama Hun devleti bir türlü yokedilememişti. Üstelik bu devlet, her an bir karşı saldırı başlatabilirdi. Bu başarısızlığın farklı sebepleri vardı ve bunlardan birincisi de bizzat Çin ordusunun kullandığı askerî teknolojiden kaynaklanıyordu. Wu-ti arazi savaşları için büyük bir süvari ordusu teşkil etmişti; ama kısa boylu, güçsüz, hızlı koşamayan ve yüke fazla dayanıklılığı olmayan Çin atları, dayanıklı Hun atlarıyla kıyas bile edilemezdi.


M.Ö. I. Yüzyılda kulanılan savaş taktiğinde gerçek bir devrim yaşanmıştı. Batıda Parthlar ve Sarmatlar, zırhlı süvariler kullanıyorlardı. Süvari ve atın gövdesi pul zırhla örtülüyor; başı ise yüksek, ucu sivri miğferlerle korunuyordu. Süvari, silah olarak ağır ve uzun bir mızrak ile çift kabzalı kılıç kullanıyordu. İşte bu şekilde silahlanmış olan savaşçılar, saflar halinde, hafif silahlarla mücehhez düşman arasına dalmaktaydılar. Sarmatlar, Karadeniz bozkırlarında İskitler’le kolayca hesaplaşmışlar; Parthlar ise Roma lejyonlarını Tigros’dan Fırat’a sürerek, düşmanın ilerlemesini durdurmuşlardı. Bu çapta bir savaşçı orduya sahip olabilmek için, her şeyden önce, ihtiyaçlara cevap verebilen atlar gerekliydi.


Chang Ch’ien, İmparator Wu-ti’ye Davan (Fergana)’da “kanatlı atlardan türemiş olan ve kan terleyen asil atlar (argamak)” bulunduğundan söz etmişti. Bu atların türeyişleri konusunda şöyle bir hikaye anlatılır: “Davan ülkesinde yüksek dağlar vardır. Bu dağlarda yakalanması imkansız atlar dolaşır. Bu yüzden, benekli kısrakları seçerek, dağ atlarıyla çiftleşmeleri için dağın eteklerine salarlar. Bu kısraklardan kan terleyen taylar doğar. İşte bu atlara da kanatlı at soyundan gelen aygır adı verilir.” Wu-ti, bu hikayeyi dinledikten sonra, ne pahasına olursa olsun, Fergana aygırlarından temin edilmesini ve “kanatlı atların” Çin’e getirilmesini emretti.


Fakat Davanlılar da argamaklara çok değer veriyorlar ve onları, kendisinden korkmaları için hiçbir sebep bulunmayan Çin’e vermek istemiyorlardı. Çin’in Batı ucu ülkelerine aşırı ilgi göstermesi, şüphelerini celbediyordu. Çin’in ilk gönderdiği elçilik heyeti, yüksek rütbeli devlet memurlarından teşekkül etmişti; fakat daha sonra pahalı hediyeler sunan “sıradan insanlar” gönderilmeye başlandı. Ne var ki bu insanlar, yerli ahali tarafından hiç de dostça karşılanmadı. Hun akıncı birlikleri, sık sık elçilik heyetine saldırmışlar ve Çin, çok ihtiyacı olan prestijini kaybetmişti. 

 


Chang Ch’ien, imparatora, Hunlar’a karşı verilecek mücadeleyle ilgili çok akıllıca bir plan sundu. Buna göre, Wu-sunlar Çin tarafına çekilecek ve onlara dayanılarak “Baktria ve batıdaki diğer ülkeler teba olmaya zorlanacak” ve bunlarla “Hunlar’ın sağ kolu kesilecekti.” Gerçi Wu-sunlar Hunlar’a meyyaldiler, fakat Soğdiyana yöneticileri, Hun elçisini Çinlilerinkinden daha iyi karşılamıştı. Bunlara baskı yapabilmek için Çin’in gücünü göstermek gerekiyordu, ama bunun için de Davan’ın “kanatlı atları”na sahip olmak gerekiyordu. Fasid bir daire şekillenmişti.

105’de Çin elçisi Ch’e Ling, altın ve gümüş karşılığında birkaç aygır almayı denedi, fakat talebi reddedildi. Öfkelenen elçi, Davan ileri gelenlerine küfredip, “altın atı bırakarak” çekip gitti. Davanlılar, hakarete uğramışlığın verdiği öfkeyle, Çin elçisinin kervanına saldırarak, elçiyi parça parça ettiler ve kervanda bulunan mallara el koydular. Bu durum karşısında Wu-ti, meseleyi kesin bir şekilde bitirme kararı aldı.


Hun-shieh prensin gitmesinden sonra Ordos’la Lob-nor arasındaki bozkırlar boş kalmıştı. Her ne kadar hâkimiyet Çinliler’in eline geçmişse de, onlar, bölgeyi elde tutacak imkana sahip değillerdi ve bu yüzden Tankutlar’ın orada söz sahibi olmalarına seslerini çıkarmadılar. Tankutlar, bölgede Hunlar’a karşı yarı bağımsız olarak, Lob-nor Gölü’nün güneydoğu sahillerinden çok uzakta bulunmayan Shan-shan Prensliği’ne sahiptiler. Shan-shan küçük bir devletti. Topu topu 14.100 insan yaşardı ve bunun da 2912 tanesi savaşçıydı. Bununla birlikte bölge halkı, kervanları vurmayı tabiî bir gelir kaynağı olarak görürdü. Çin elsi Wang K’ai, Shan-shanlılarca yağmalanınca, Wu-ti onlara karşı ciddi tedbirler almak zorunda kalmıştı. 108’de Çinli General Po-nu, kendilerine bağlı hükümdarlığın süvarileriyle birlikte K’u-shih (Ch’e-shih)lere karşı savaşmaya giderken, 700 hafif süvariyle Shan-shan’a uğramış ve prensliği fethetmişti. Shan-shan prensi, Çin yönetimini protesto etmiş, ama oğlunu rehin bırakarak vergi ödemeyi de kabullenmişti. Hunlar durumu öğrenince Shan-shan’a bir garnizon kurarak, prensin diğer bir oğlunu rehin olarak götürdüler. Wu-ti, öfkeli prensi bir açıklama yapması için huzuruna çağırdı. Prens, imparatora şöyle dedi:”İki güçlü düşman arasına sıkışıp kalan küçük bir devlet, iki tarafla da iyi geçinmezse, huzur bulamaz.” Wu-ti, bu cevap karşısında güldü ve Shan-shan’ın fethedilmeye bile değmeyeceği kanaatine vararak, prensi serbest bıraktı.


K’u-shih Prensliği, verimli bir vadide kurulmuştu ve Hunlar’la sıkı ekonomik ilişkileri vardı. Hunlar, buradan kendilerine gerekli olan sanat mahsulatıyla, ziraat ürünleri alıyorlar ve K’u-shih’yi Sinki-ang’daki en güvenilir destek noktası olarak görüyorlardı. K’u-shih’nin talan edilmesinden sonra General Po-nu, ülkenin ismini Ch’e-shih olarak değiştirmişti. Herhalde bu, aynı zamanda ülke başında yönetimde bulunan hanedanın da değiştirilmesi anlamına geliyordu. Ne var ki Çinliler, fethettikleri bu toprakları ellerinde tutamazlardı. Çünkü bir tek gayeleri vardı: Prestijlerini yükseltmek ve Wu-sun ve Davan’a gözdağı vermek. Wu-ti, yapılan askerî barış müzakerelerinden sonra, diplomatik atağa geçmiş ve yaşlı tilki Chang Ch’ien’i Wu-sun-lar’a elçi olarak göndermişti. İmparator, elçiyle yolladığı mesajda k’un-mo’ya (Wu-sun hükümdarının titülü) Çinli bir prensesle evlenmesini, buna karşılık Hunlar’a dirsek çevirerek ülkesini Çin’in vassalı olarak ilan etmesini iletti. K’un-mo, prensesle evlenmeyi kabul etti fakat yemyeşil T’ien-shan’ı terkederek şallak Alashan bozkırına göçetmeyi prensip olarak reddetti. Chang Ch’ien Wu-sunlar’a gelince, beyler arasında bir birlik ve disiplin olmadığını farketti. K’un-mo’nun ortanca oğlu T’a-lü, yeğeni ve veliaht olan kişiden nefret ediyordu. Yaşlı k’un-mo ise her birine 10 bin süvariden oluşan bir ülüş vermişti. Tabii bu durum, ülkede dirliği bozmuştu, ama yaşlı k’un-mo sağ olduğu için bir iç savaşa başlamamışlardı.

Wu-sun ülkesi, hem Çinliler, hem de Hunlar için stratejik yönden önemliydi. 107’de Çin elçisi, zırhlı savaş arabaları, tuvalet takımları, haremağaları, üst düzey memurlar ve halayıklarla birlikte âtifi olarak prenses ünvanı verilen Çinli bir kızı alıp k’un-mo’ya getirdi. Aynı günlerde Hun yabgusunun kızı da otağlar, koyun sürüleri, halayıklar ve nedimeleriyle birlikte Wu-sunlar’a gönderilmişti. Wu-sun k’un-mosu, gönderilenlerin hepsini kabul ederek, Hun yabgusunun kızını büyük hanım, Çinli prensesi de küçük hanım olarak aldı. Çinli prenses, kocasını üç ayda bir defa görmüştü. Çünkü k’un-mo, prensesin verdiği şölene katılmış, hediyeleri kabul etmiş, fakat kendisiyle ilgilenmemişti. Sonunda onu torununa hanım olarak vermişti. Prenses, öfkeden küplere binmişti, ama Çin’den kendisine gönderilen mesajda bulunduğu ülkenin âdetlerine saygı göstermesi gerektiği bildirildi. Prenses, bilahere yeni kocasına bir erkek çocuk doğurduktan sonra vatan hasretinin verdiği üzüntüler yüzünden hayata veda etti. Ne var ki ülkede Çin taraftarı bir grup oluşmuştu ve bu grup, Wu-ti’nin batı politikasını destekliyordu. İyi niyet gösterisi olarak da (Büyük Seddin Batı ucunda)Yü-men Huan isminde bir kale yapılmıştı.


Yabgu Wu-shih-lü


105’de tahta geçen Yabgu Wu-shih-lu, “gençti ama çılgınlık derecesinde savaş tutkunuydu.” Wu-ti, bir yandan babasının ölümünden dolayı taziyelerini bildirmek için yeni yabguya elçi gönderirken, bir yandan da Hun prensleri arasında “nifak çıkartmak amacıyla” başka bir elçiyi batıdaki chu-ki prense gönderdi. Fakat genç yabgu, ikinci elçinin nifak çıkarmak amacıyla hareket ettiğini öğrenince, öfkeden küplere binerek, elçileri tutuklattı. Onun bu hareketi esasen bir savaş sebebiydi, ama Çinliler batı ile meşgul idiler ve Hunlar da şiddetli kış sebebiyle güçten düşmüşler ve atların tırnakları donmuştu. Çin’le müttefik olma taraflısı bazı beyler, elçilerin tutuklanması olayından faydalanmak niyetiyle, Çin’in lüks eşyalarına karşı zaafları olduğundan, yağmalanan malların taksim edilmesi gerektiğinden, Çin şarabı, tatlısı ve güzel kokularına hasret kaldıklarından dem vurmaya başladılar.

Çin taraftarı grubun başında Doğu Ulu T’u-yü’sü bulunuyordu. Ulu T’u-yü, Çin’e bir casus göndererek, yabguyu öldürmek ve Çin tarafına geçmek istediğini; ancak, bu işin üstesinden gelmek için kendisine yardımcı kuvvet gönderilmesi gerektiğini bildirdi.

Wu-ti, bu plan kafasına yatınca, vakit geçirmeden bozkırda She-wu-hsiang-ch’eng isminde bir kale kurdurdu. Maksadı, bu kaleyi, hazırlanan plan için üs olarak kullanmaktı.103’de General Po-nu, 20 bin kişilik bir orduyla Ordos’tan hareket ederek, Doğu Ulu T’u-yü’süyle buluşmak üzere geze-eylene Pei-shan (Beyşan okunur) civarındaki Hsün-k’i dağına geldi. Fakat geç kalmıştı. İhanet planı öğrenilmiş ve T’u-yü’nün kellesi vurulmuştu. Hunlar, Çin taburunu kuşatma altına aldılar. Gece su aramak için kamptan ayrılan General Po-nu, Hun devriyeleri tarafından yakalandı. Hunlar, morali bozulan ve başsız kalan Çin ordusuna saldırarak teslim olmak zorunda bıraktılar. Daha sonra Yabgu Wu-shih-lü, bir karşı saldırı başlattı. Ordusunun bir kısmı She-wu-hsiang-ch’eng’i kuşattıysa da, kaleyi alamayınca hemen muhasarayı kaldırdı. Ordunun başka bir kanadı Çin’in sınır bölgelerine saldırarak, yağmaladıktan sonra elini kolunu sallayarak geri döndü. Mete ve Lao-Shang’ın günleri geri gelmiş gibiydi. Wu-shih-lü, She-wu-hsiang-ch’eng kalesini yeniden kuşatıp ele geçirmeye hazırlandığı bir sırada aniden hastalandı ve geride küçük bir oğul bırakarak öldü. Bu durum karşısında Hunlar Wu-shih-lü’nun yeğenleri gibi aşırı Çin düşmanı olan amcası Hü-li-hu’yu yabgu olarak seçtiler.


Davan’a İlk Sefer


Wu-ti, inatçı biriydi. Hunlar’ın yayılma faaliyetlerini sürdürdüğü dönemlerde bile Batı ucu ve Soğdiyana meseleleriyle uğraşmaktan vazgeçmedi. Elçisinin öldürülmesi karşılıksız kalmamalıydı ve kanatlı atlara da mutlaka sahip olmalıydı. Çinliler’e göre, Soğdiyanalıların savaş gücü son derece düşüktü. Daha önce oraya elçi olarak gönderilenlerden birinin imparatora sunduğu raporda, “otomatik mızrak mancınıklarıyla mücehhez üç bin kişilik bir Çin ordusu gönderilmesi halinde, Davan’ın fethedilebileceği” kaydedilmişti. 

Düşmanın güçsüz olduğuna iyice inanılmış bulunduğundan, savaş hazırlıkları bile üstünkörü yapılmıştı. Hazırlanan ordunun başına, imparatorun en güvendiği akrabalarından Li Huang-li isimli biri tayin edildi. Bütün ordu, çeşitli kabilelerden toplanmış 6 bin kişilik atlı sınır muhafızından ve birkaç onbin Çinli “genç serkeşler”den ibaretti. Ordunun bir kısmı, herhangi bir savaş eğitimi almamış, askerî sefer tecrübesi olmayan suçlulardan seçilmişti. “Genç Serkeşler”in kendi yiyeceklerini kendilerinin bulabileceğine inanıldığından, ordunun iaşesi meselesi bile ciddiye alınmamıştı. Hedef, Fergana vadisindeki Erh-shih (Oratepe)nin ele geçirilerek, oradaki argamakların ganimet olarak alınmasıydı. Şanssızlık, daha sınırdan hareket sırasında başlamıştı. Çünkü 104. yılın ilkbahar aylarında ortaya çıkan bir çekirge sürüsü, Shan-si’den Tun-huang’a kadar uzanan arazinin yeşil bitki örtüsünü mahvetmişti. Hayvanlara yem bulma ümidi kalmamıştı ve atlar, daha yolun başında açlıktan kırılmaya başlamıştı.


Bu durum karşısında Çin ordusu bağımsız şehirlerin sınırlarına daldı. Fakat bu şehirlerin sakinleri kale kapılarını kapatarak, ellerindeki buğday stoklarını ve üzümlerini “genç serkeşler”in beslenmesi için vermeye yanaşmadılar. Açlıktan kıvranan Çin ordusu, bu şehirleri birbiri ardınca yakıp yıktıysa da, gıda ambarlarını ele geçirmek için yerli halkın öfkeli direnişini kırmak zorundaydı. Henüz şehirleri zaptolunmamış bulunan halk, düşmanın yaklaştığını öğrenince dağlara kaçışmış, düşmana ise bomboş mazankiler bırakmıştı. Hastalık ve açlık, Çin ordusunun saflarını seyreltmişti. Li Huang-li, daha önce Çin elçisinin öldürülmüş olduğu Yü (Özgen) şehrine ulaştığında elinde savaşabilecek ancak birkaç bin asker kalmıştı. Gerçi saldırı üzerine saldırı tertipleyerek ve halkın büyük kısmını kılıçtan geçirerek Yü şehrini ele geçirmişlerdi, ama daha öteye ilerleme imkanı kalmamıştı ve hatta böyle bir şey, kumandanın aklından bile geçmiyordu. Geri dönüş de pek öyle kolay olmadı ve Tun-huang vadisine ulaşıldığında, ordunun ancak beşte biri hayattaydı, ama o da yorgunluk ve açlıktan bitkin bir haldeydi. Bu yürüyüş, iki yıl (M.Ö. 104-103) sürmüştü.


Davan’a İkinci Sefer


Batı seferinin başarısız geçmesi, Wu-ti’yi öfkeden kudurtmuştu. Yü-men’e (yani Çin sınırlarına) dönmeye cesaret eden her askerin kellesinin vurulmasını emretti. Vezirler, Davan seferinin bir yana bırakılıp, bütün imkanların Hunlar’a karşı kullanılması yolunda tavsiyelerde bulunmalarına rağmen Wu-ti, meseleyi bir prestij konusu haline getirerek, yeni bir sefere hazırlanılmasını istedi.


Önce, geri dönmüş olan ve kale surlarının altında verilecek yeni emirleri bekleyen askerleri affederek, seferden vazgeçilmesi tavsiyesinde bulunan vezirlerini mahkemeye verdi. Daha sonra da atlı sınır birliklerini ve “genç serkeşler”i Tun-huang’a gönderdi. Bir yıl sonra, 60 bin kişilik bir ordu hareket etmişti. Ama bu defa, ordunun iaşesi mükemmelen hazırlanmış ve iyi silahlandırılmıştı. Yedek olarak, 100 bin öküz, 30 bin at ve 10 bin eşek alınmıştı. Bundan başka orduya kuşatma işlerinde tecrübeli ustalar ve aygırlara bakacak seyisler de alınmıştı. Orduyu Hun akıncılarının saldırılarına karşı korumak amacıyla iki kale kurulmuş ve buraya yerleştirilen garnizonlar, Ordos’la Lob-nor arasındaki steplerde mekik dokumaya başlamıştı. Böylece 180 bin kişilik bir ordu, Hunlar’a karşı faaliyet göstermiş ve onları hareketsiz hale getirmişti.

Yabgu Hü-li-hu, Çin imparatorunun o güne kadar Hun hâkimiyet alanı içinde bulunan Soğdiyana’yı ele geçirme denemelerinden elbette haberdardı. Olaya seyirci kalamazdı ve ikinci Batı ucu seferini engellemek için kolları sıvamıştı. Wu-ti de düşmanının ne gibi planlar hazırladığını tahmin ettiğinden, zaman içinde hazırlıklarını yapmıştı. Sarayın fermanına binaen, steplerde bin li (yaklaşık 500 km.) uzunluğunda bir emniyet şeridi teşkil edilmişti. Bu şerit, kaleler ve ön karakollarla takviye edilmiş toprak tabyalardan ibaretti ve ayrıca, sinyal ateşleri yakmaya mahsus kuleler kurulmuştu.

Ama bütün bu tedbirlere rağmen Hunlar, 101. yılın sonbaharında Çin sınırından içeri dalıp yağmalarda bulunarak, önlerine çıkan şehirleri yakıp yıktılar. Binlerce esir aldıktan başka, dönüş sırasında Çinliler tarafından kurulmuş bulunan bütün kaleleri ve bekçi kulübelerini yerle bir ettiler. Böylece Çin’in yaptığı onca masraf boşa gitmişti, ama Hunlar da emniyet şeridini ortadan kaldırmakla meşgul oldukları için, imparatorluğun Batı yürüyüşünü engelleme imkanından mahrum kalmışlardı. Kış aylarında tekrar saldırıya geçerek She-wu-hsiang-ch’eng’i kuşattıkları bir sırada, Yabgu Hü-li-hu hastalanıp ölünce, Hun ordusu başsız kaldı.


Kui-shan’ın Kuşatılması


Davan hâkimi Mu-kuo ve çevresindekiler de Çin’in güç ve enerjisini küçümsüyorlardı. “Çin bizden uzakta”- diye konuşuyorlardı kendi aralarında.- Üstelik kuzeyde Hunlar’ın saldırılarını defetmekle uğraşıyorlar; güneyde ise, yeterince otlak ve su yok. Dahası, yol boyunca çok az insan yaşadığı için iaşe sıkıntısı çekecekler. Daha önce Çin elçisi birkaç yüz kişilik mevkebiyle bile yollarda açlık sıkıntısı çekmişken, böyle büyük bir ordu haydi haydi açlıktan kırılır. Böyle büyük bir ordu buraya nasıl ulaşacak ki?” Daha önceki seferden dolayı tecrübe edinmiş olan Li Huang-li, ordusunu, kuzey ve güney yolundan ilerlemek üzere ikiye ayırdı. Güney yolu, Lob-nor Gölü üzerinden Hoten ve Yarkend’e, oradan da Fergana’ya uzanıyordu. Fakat bu yol oldukça meşakkatliydi: Sol tarafı Altın-tag’ın uzantılarıyla kesiliyor, sağ tarafında ise Takla-Makan Çölü’nün kumlu arazileri uzanıyordu. Yol boyunca çok az köy vardı ve üstelik ot da fazlasıyla azdı. Ama Hunlar oralara kadar uzanamadıkları için tehlikesizdi. Kuzey yolu ise, Hami’den geçerek Karaşar ve Kuça üzerinden T’ien-shan’ın güney eteklerini takiple Kaşkar’a uzanıyordu. Burada vadiler zengindi ve sekene sayısı fazlaydı; ancak, Hun saldırı tehlikesi her zaman vardı.

Orduların güzergahları üzerinde bulunan kimera prenslikler öyle bir sarsıntı geçirdiler ki, bunlar savaşmayı göze alamayarak Çin ordusunun iaşe ihtiyacını karşılamayı  kabullenmek zorunda kaldılar. Sadece Lun-tu, (Karaşar’ın 680 li batısındaki Bügür) direnmeye kalkıştı. Fakat o da bir hamle ile fethedilerek, bütün ahali kılıçtan geçirildi.


Bu olaydan sonra Çin ordusu, Davan’a kadar elini kolunu sallayarak vardı. Çin ordusuyla savaşı kabul eden Davanlılar yenilerek, Çinliler’in Kui-shan (Kuşan) adını verdikleri başkentin surları arkasına çekildiler. Li Huang-li, hemen şehri kuşatma altına aldı. Çinli mühendisler su yolunu kesince, Soğdiyanalılar susuzluktan kırılmaya başladılar. Kırk günlük bir kuşatmadan sonra Çinliler, dış surları yıkarak şehre girdiler. Davanlı kumandanların çoğu çarpışmalar sırasında öldüler veya esir edildiler. Mu-kuo da esir edilenler arasındaydı. Kalanları kaleye kapanarak Çinliler’le müzakereye başladılar. Çinliler’in çekip gitmesi şartıyla argamakları vermeyi ve Çin ordusunun iaşe ihtiyacını karşılamayı teklif ederek, aksi halde argamakları öldüreceklerini ve K’ang-chü’den gelecek yardımı bekleyip, ölümüne çarpışmaları göze alacaklarını bildirdiler.

Gerçekten de K’ang-chü öncü birlikleri, artık Çin askerî kamplarının çevresinde dolaşmaya başlamışlardı ve bu durumda işi inada bindirmek akıllıca bir şey değildi. Üstelik Li Huang-li, şehirde kuyu açmayı becerebilecek Ta-chin’li (Roma ve Gresyalı) mühendislerin bulunduğunu haber almıştı. Bütün bu durumları gözönüne alan Çinliler, karşı tarafın şartlarını kabul ettiler ve birkaç on argamakla 300 kısrağı aldıktan başka, Mo-ch’ai isimli bir beyi Davan hâkimi olarak tayin edip, geri döndüler.


İkinci ordu, daha az başarılı olmuştu. Çinlilerin eskiden beri kuyruk acıları bulunan Yü şehrine gelen Binbaşı Wang Shen-sheng, haber göndererek şehrin şartsız teslim edilmesini istedi. Sabahın alacakaranlığında Çinliler’e karşı saldırıya geçen şehir halkı, bütün birlikleri kılıçtan geçirdi. Katliamdan kurtulabilen birkaç kişi, Li Huang-li’ye sığındı. Li, hemen tenkil müfrezelerini oraya göndererek Yü şehrini ele geçirdi. Şehir hâkimi, K’ang-chü’ye kaçtıysa da Çinliler’e teslim edildi ve kellesi vuruldu. K’ang-chü, çatışmalara girmekten kaçınmıştı ve böylece Çin ordusunun prestiji yeniden yerine gelmişti. Çin ordusunun güzergahı üzerinde bulunan bütün küçük prensliklerin hâkimleri rehin olarak Çin’e götürüldü. Wu-sun k’un-mosu, ikibin kişilik bir süvari ordusu hazırlamasına rağmen, savaşa girmeye cesaret edemedi. Çin, kazandığı zaferi kutluyordu ve bu zaferi dünyaya duyurmak için on adet elçilik heyeti dört bir yana doğru yola çıkarılmıştı. Prenslik mertebesine yükseltilen Li Huang-li’ye ayrıca “Erh-shih Generali” ünvanı da verildi ve yürüyüş M.Ö. 101 yılında sona erdi. Entresan olanı, 101 yılında daha önce birbiriyle temasları olan Hellas ve Çin’in ilk defa karşı karşıya gelmiş olmasıydı. Ku-shan kuşatması sırasında kuyular kazan Ta-chin’li mühendislerin kimler olduğunu bilmiyoruz. Büyük bir ihtimalle bunlar, Çinliler’le Batı dünyasından uzak bir yerde burun buruna gelen ve her yere burnunu sokan Yunanlı vatandaşlardı.


Savaşın Getirdiği Külfet


Davan seferi, Çin’e çok pahalıya malolmuştu. 102 yılında sefere katılan 60 bin kişilik ordudan, 101’de ancak 10 bini geri dönebilmiş; otuz bin attan ise geriye sadece bin tanesi sağ kalmıştı. Yine de ordunun iaşesi mükemmelen sağlanmış ve çarpışmalarda çok büyük kayıplar verilmemişti. Kumandanlar ve devlet erkanı orduya hiç acımamış; yürüyüş sırasında insanlar gözlerinin önünde ölürken oralı bile olmamışlardı. Bürokratların halkı ezmeleri, rüşvet ve haraç almaları, Han hanedanının kuyusunu kazmaya başlamıştı. Yönetimin hovardaca yaptığı onca masrafa rağmen, savaş sonunda elde edilen başarı, son derece mütevaziydi. Çin ordusu Davan’dan ayrılır ayrılmaz, onun ikame ettiği Mo-ch’ai, “alınan toplu karara binaen” öldürülmüş, yerine de öldürülen Mu-kuo’nun kardeşi Ch’ang Feng getirilmişti. Çinliler, bu yeni hakimle anlaşmayı ve onu resmen tanımayı kabul etmişlerdi. Li Huang-li’nin askerî seferi sırasında gözü korkmuş olan Batı ucu hâkimleri, Çin’in vassallığını kabul etmişler; Çinli kumandan ve devlet memurları Bügür ve Kui-li’ye gönderilmiş, ama yine de kuzey yolu kontrol altına alınamamıştı. Çünkü Hunlar, onları kısa zamanda sıkıp çıkarmışlar, Çinliler’in elinde ise kimsenin uğramadığı güney yolu kalmıştı.

Çin’in tek kazancı, stratejik yönde olmuştu. Çünkü teşkil edilen güvenlik şeridi, Hunlar’la Ch’ianglar’ın ve Küçük Yüeçi’nin irtibatını koparmıştı. Yine de elde edilen netice, uğranılan kayıplar karşısında hiçbir şeydi. Hunlar, hâlâ Çin’in en büyük düşmanıydılar. Çin’in açık alan orduları, Hunlar’ı hezimete uğratmış ve sınır bölgelerinden uzaklaştırmış ise de, düşman hâlâ büyük bir güce sahipti ve ölümcül darbeler indiren hücumları kesilmemişti. Diğer yandan, Çin içinde de huzursuzluk vardı. Orduya yapılan büyük harcamalar yüzünden, halka yüklenen yükümlülükler ve vergiler alabildiğince artmıştı. Savaşın bütün yükü köylülerin sırtına yükletilmişti. Köylüler ise öfkeden bağırıp çağırmaya başlamışlar; işlenen suç oranında büyük artışlar olmuştu. “Bunu, kıtlık yılları takip etmiş; çeteler türemiş ve yollar emniyetsiz hale gelmişti.” Daha önce belirtildiği gibi, ordu safları suçlularla doldurulmuş; bu durum orduda disiplini bozmuş, ayrıca savaş kapasitesini de düşürmüştü. Çinli siyasiler, harcanan bunca güce rağmen, imparatorluğun nihâî zaferler kazanamadığını ve kısır savaşlara son veremediği noktasından hareketle, Wu-ti’yi başarısızlıkla suçlamaya başlamışlardı. Tabii bu arada Hunlar yeniden güçlenmiş ve karşı bir darbe indirme hazırlığına başlamışlardı.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR

Çorlu / Tekirdağ

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak