1 Kasım 2022 Salı
AK HUN DEVLETİ (367-557)
Ak Hunlar, tarih kaynaklarında Eftalitler olarak da bilinirler. M.S. 350’li yıllardan sonra Juan-juan Devleti’ne bağlı Hun kalıntısı Uar ve Hun adlı iki Türk kabile grubu Altaylar havalisindeki yerlerini terk ederek Güney Kazakistan bölgesine geldi. Burada yaşayan daha önceden gelmiş olan Hun kitlelerini Avrupa’ya ittiler. Daha sonra güneye yönelerek Afganistan’ın Toharistan civarına geldiler (367). Daha sonra Maveraünnehir ve Çu havalisini ele geçirdiler. Arkasından hâkimiyetlerini Hazar Denizi doğusu ve güneyine kadar genişlettiler. Onların ilk hücumları neticesinde Sasanî İmparatorluğu büyük sarsıntı yaşadı ise de, daha sonra iki ülke arasında barış yapıldı.
359 yılında Amid’i (Diyarbakır) kuşatan Iran ordularının yanında yardımcı olarak Ak Hun kuvvetleri de bulunmuştu. 420 yılından sonra Ak Hun-Sasanî ilişkileri yeniden bozuldu. Ak Hunların Eftal (Abdel) hanedanından Kün-han, İran’ın iç işlerine karışarak nüfuzu altına aldığı veliaht Firuz’u Sasanî hükümdarı yaptı (459). Daha sonra Kuzey Hindistan istikametine yönelip, Gupta Devleti’ni dağıttı (470 dolayları). Ancak, Sasanî Devleti üzerine Ak Hun baskısı durmuyordu. 484 yılında Ceyhun Nehri kıyılarında mağlup edilen Sasanîlerin Herat bölgesi Ak Hunların eline geçmişti. Bundan sonraki devirlerde Sasanîlerin iç işlerine karışan Ak Hunlar, Şah Kubad’ın yeniden tahta çıkmasını sağladılar.
Hoten, Kuça, Aksu ve Kaşgar tarafları da Ak Hunların eline geçmişti. Kabil’de oturan Tegin unvanlı Toramana adındaki kumandan tarafından bütün kuzey Hindistan zapt edilmişti. Ak Hun Toramana’nın oğlu Mihiragula ordusunda sürekli yedi yüz savaş fili bulunduruyordu. Kuvvetli oluşundan dolayı Mihiragula (515-545) en büyük Ak Hun hükümdarı görünmektedir.
ipek Yolu’nu elinde tutan Ak Hun Devleti’nin topraklarında doğuda Gök-Türk-lerin, batıda ise İranlıların gözü vardı. Her iki devletin ortak hareketi neticesinde, 557 yılında Ak Hun Devleti yıkıldı. Topraklarının büyük bir kısmı ve İpek Yolu Gök-Türklerin eline geçerken, diğer kısmı İran hükümdarı Anûşirvân’a bağlandı.
Afganistan’da bulunan Ak Hun hükümdarı Hakan unvanını taşıyor, Kuzey Hindistan’a uzanan bölgeyi idare eden prenslerine ise Tegin unvanı veriliyordu. 520 yılında Ak Hun hükümdarının Bedehşan’daki yazlık merkezini ziyaret eden ünlü Budist rahip Sung Yün, Ak Hunların şehirlerde oturmadıklarını, merkezlerinin seyyar bir karargâh olduğunu, su ve otlak aramak için yer değiştirdiklerini, yazın serin yerlere, kışın ılıman bölgelere göç ettiklerini, hükümdar çadırının duvarlarına yünlü halılar serildiğini ve hükümdarın ipekten işlemeli bir elbise giydiğini yazmıştır.
Çin’den çıkarak Akdeniz dünyasına kadar ulaşan ipek Yolu’nun en önemli kesimi Ak Hun Devleti topraklarındaydı. Bazı kaynaklara göre Ak Hunlar keçeden yapılmış veya ipekten elbiseler giyiyorlar, çadırlarda oturuyorlardı. Ak Hunlar yaşadıkları coğrafi mevki bakımından Budist ve eski İran sanatlarından etkilenmişlerdi. Ak Hun sikkelerinde inci dizisi motiflere, insan portrelerine ve ay-yıldız gibi tasvirlere rastlanır.
Alıntıdır.
Hippokrates'in İskitlerin Yaşayışı Hakkında Verdiği Bilgilerin Türkçesi
LXXXXIX. Avrupa'da İskit kavmi bulunur. Azak denizi çevresinde otururlar. Diğer kavimlerden farklıdırlar. Sauramatlar diye de adlandırılırlar. Bunların kadınları kızoğlankız kaldıkları sürece ata biner, ok atar, at üstünde kargı savurur ve düşmanla savaşırlar. Üç düşman öldürmedikçe evlenmezler. Töre gereğince hayvan kurban etmeden kocalarıyla aynı evde oturmazlar. Bir kız kocaya varınca, genel bir seferberlik zorunluluğu ortaya çıkmadığı sürece, ata binmeyi bırakır.
XC. Kadınların sağ memeleri yoktur. Çünkü kızlar daha çocukken anaları, bu iş için yapılmış tunçtan bir aleti şiddetle kızdırıp sağ memeye bastırarak dağlarlar. Böylece memenin büyümesi önlenir. Bütün kuvvet sağ omuz ve kola gider.
XCI. İskitlerin diğer kısımları birbirlerine ne kadar benzerler ise, diğer kavimlerden de o kadar farkları vardır. Bunların çehre hatlarının bir örnek olmasının sebebi, Mısırlılarda olduğu gibi açıklanabilir. Bu söz, İskitlerin soğuktan, Mısırlıların sıcaktan kavrulduğunu saymazsak, Mısırlılar için de geçerlidir.
XCII. İskit çölü denilen yer, otlakları bol, yüksek ve rutubeti az bir ovadır. Çünkü bu ovanın ortasından geçen büyük ırmaklar suyu köylerin dışarısına götürürler.
XCIII. İskitler buralarda yaşarlar. Bunlara göçebe derler. Çünkü sabit bir ikametgâhları yoktur. Bunlar arabalar içerisinde otururlar. Arabaların en küçüklerinin dört, diğerlerinin ise altı tekerleği vardır. Arabaların dört bir yanı ve üstleri keçe ile kaplanmıştır. Bir kısmının iki, bir kısmının da üç odası bulunmaktadır. Bu evler yağmura, kara ve yele karşı korunaklıdır. Arabaların bazılarını iki çift, bazılarını ise üç çift öküz çeker. Öküzlerin boynuzu yoktur, çünkü soğuk yüzünden boynuzları çıkmaz.
XCIV. Bu arabalarda kadınlar çocuklarla birlikte yaşarlar. Erkeklerse at üstünde onların yanlarında giderler. Bunları koyun sürüleri, sığır ve atlar izler. Bir yerde hayvanlarına ot bulabildikleri sürece kalırlar. Otların hepsi bitince başka yerlere giderler. İskitler pişmiş et yerler ve kısrak sütü içerler. Bu sütten bir de "hippace" denilen peynir yaparlar. İskitlerin âdetleri ve yaşayış tarzları bunlardır.
İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır.
DÎNİ SÖZLÜK “D”
DÂBBET-ÜL-ERD:
Kıyâmetin büyük alâmetlerinden. Kıyâmetin kopmasına yakın çıkacak olan bir hayvan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İnsanlara vâd olunan öldükten sonra dirilmek ve azâb olunmak yaklaşınca, biz onlara yerden Dâbbe'yi (Dâbbet-ül-erd'i) çıkarırız. (Neml sûresi: 82)
Dâbbet-ül-erd çıktığında gökleri bir duman kaplayıp bütün insanlara gelip canlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip; "Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz" diyeceklerdir. (Yûsuf Nebhânî)
Dâbbet-ül-erd çıkar sonra Mekke'de Safâ altından, Dağ kadar bir hayvandır, ayırır iyiyi fenâdan.
(M.Sıddîk bin Saîd)
DAĞLAMA:
Kızdırılmış mâdenle vücûdun bir yerini yakma.
Efsûn yapan ve ateş ile dağlayan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş(güvenmemiş, O'ndan yüz çevirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Tevekkül edenler, falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmez. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Dağlamanın faydası kesin değildir. Çünkü tehlikeli yaralara sebeb olabilir. Üstelik dağlama ile elde edilecek fayda, başka ilâçlarla da te'min edilebilir. Bu bakımdan dağlamak uygun değildir. (İmâm-ı Gazâlî)
DAHK (Dıhk):
Gülmek, kendi işiteceği kadar gülmek.
Dahkı azaltınız. Zîrâ çok dahk kalbi öldürür. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Namazda kahkaha ile gülmek namazı ve abdesti bozar. Tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. Dahk, yalnız namazı bozar. (İbrâhim Halebî)
DAHVE-İ KÜBRÂ:
Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki vakit.
Hanefî mezhebinde Ramazan orucu, nâfile oruç ve belli olan adak orucuna niyet etme zamânı, bir gün evvel güneşin batmasından başlayarak, ertesi gün dahve vaktine kadardır. (Muhammed Hâdimî)
DAHVE-İ SUGRA:
Güneşin bulutsuz havada bakamayacak kadar parladığı vakit. İşrâk vakti.
DÂİRE-İ HİNDİYYE:
Namaz vakitlerinin tesbitinde kullanılan ve güneş gören düz bir yere çizilen dâire veya bu şekle uygun olarak yapılan âlet.
Dâire-i Hindiyye'nin ortasına, yarıçapı uzunluğunda mikyâs denilen düz bir çubuk dikilir. Tam dik olması için çubuğun tepesi dâirenin üç değişik noktasından aynı uzaklıkta olmalıdır. (Abdülhak Sücâdil)
DALÂLET:
Sapıklık, yoldan çıkma. Peygamber efendimizin ve Eshâbının bildirdiği doğru yoldan ayrılma, sapma.
Allahü teâlâdan korkunuz! Sözümü iyi dinleyiniz ve itâat ediniz. Ben öldükten sonra gelecekler, çok ayrılıklar göreceklerdir. O zaman benim ve halîfelerimin yolumuza sarılınız. Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız. Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, doğru yoldan ayrılmaktır. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce)
Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ' etmez (birleşmez). (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en iyisi, Muhammed'in (aleyhisselâm) gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.(Hadîs-i şerîf-Müslim)
Eshâb-ı kirâm Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işitip öğrendiklerini gençlere bildirdiler. Zamanla insanların kalbleri karardı. Hele bâzıları , yeni müslüman olanlar, Kur'ân-ı kerîmden kendi noksan akılları ve kısa görüşleri ile mânâ çıkarmağa kalkıştılar. Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymayan şeyler anladılar. İslâm düşmanları da bu bölünmeyi, parçalanmayı körükledi, böylece yetmiş iki türlü dalâlet ve sapıklık yolu meydana geldi. (Kutbuddîn İznikî)
DÂLLE:
Âdet hâlinin kaç gün olduğunu unutan veya kaç gün olduğunu bilip ayın başında mı, ortasında mı, sonunda mı olduğunu kestiremeyen kadın.
İslâmiyet'te her kadının; hayız (âdet), lohusalık ve temizlik günlerini, bunların sayısını, zamânını bilmesi lâzımdır. Dâlle din husûsundaki gevşekliği ve ilgisizliği sebebiyle âhirette mes'ûl olacak, azâbı pek büyük olacaktır. (İbn-i Âbidîn)
DANYAL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara tebliğ etti (duyurdu).
İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemeyip isyân edince, Allahü teâlâ onlara zâlimleri musallat etti. Çeşitli belâlar gönderdi. Düşmanları tarafından yurtları işgâl edildi. Bir kısmı esir edilip bir kısmı da öldürüldü. Âsurlu hükümdârı Buhtunnasar'ın orduları Kudüs'e girip ele geçirdiler. İsrâiloğullarından pek çok kimseyi öldürdüler. Esir aldıkları yetmiş bin çocuğu da yanlarında götürdüler. Bu esir çocuklar arasında bulunan Danyal aleyhisselâmı Buhtunnasar sarayına aldı. Danyal aleyhisselâm onun sarayında büyüdü. Mecûsî (ateşperest) olan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselâmın kendi dinlerinden olmadığını anlayarak yanından uzaklaştırdı ve hapse attırdı. Buhtunnasar'ın gördüğü bir rüyâyı tâbir ettiği için hapisten çıkarıldı. Buhtunnasar, ona memleketin işlerini havâle etti. Çıkardığı fermanla ona saygı gösterilmesini emr etti. Buhtunnasar'ın adamları onu kıskandılar ve işten uzaklaştırılmasını istediler. İleri gelen adamlarının dediklerine aldanan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselâmı kendi dîninden olmadığı için ateşe attırdı. Fakat Danyal aleyhisselâm Allahü teâlânın yardımıyla yanmadı. Daha sonra, Buhtunnasar'a yâhut Buhtunnasar'ın resmine secde etmediği için, içinde arslanların bulunduğu bir kuyuya atıldı. Fakat Allahü teâlânın koruması ile arslanlar ona hiç dokunmadı ve atıldığı kuyudan sağ sâlim kurtuldu. Buhtunnasar'ın ölümünden sonra, Üzeyr aleyhisselâm ile birlikte Kudüs'e geldi. Kendisine peygamberlik verildi. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın dînini teblîğ etti. Bir müddet sonra, Ehvaz yakınında bulunan Sûs şehrinde vefât etti. (Nişâncızâde Mehmed Efendi, Taberî)
DÂR-UL-UKBÂ:
Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüleceği yer. Âhiret.
Hani annen baban nerde, bu dünyâ kimseye kalmaz. Gelenler hep sefer eyler, muhakkak dâr-ul-ukbâya Yüzün dön, ilticâ eyle (sığın), Cenâb-ı zât-ı Mevlâya.
(M. Sıddîk bin Saîd)
DÂR-UT-TEKLÎF:
Kulların Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekle mükellef, sorumlu tutulduğu yer.
Dünyâ.
Âhiret, dâr-ül-cezâdır, dâr-üt-teklîf değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
DÂR-ÜL-BEKÂ:
Ahiret, sonsuz kalınacak yer.
Resûlullah efendimiz kamerî sene hesâbı ile altmış üç, şemsî sene hesâbı ile altmış bir yaşında, dâr-ül-fenâdan (dünyâdan) dâr-ül-bekâya intikâl etti. Vefât ettiği odaya defnedildi. (M. Sıddîk bin Saîd)
DÂR-ÜL-CELÂL:
Sekiz Cennet'in birincisidir.
Dâr-ül-Celâl beyaz incidendir. Kapısının üzerinde Kelime-i tevhîd, yâni Lâ ilâhe illallah yazılıdır. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)
DÂR-ÜL-CEZÂ:
Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüldüğü yer. Âhiret, öbür dünyâ. Âhiret, dâr-ül-cezâdır. Dâr-üt-teklîf (iş yapılacak yer) değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
DÂR-ÜL-FENÂ:
Geçici âlem, dünyâ.
Mü'minler ölmezler. Ancak dâr-ül-fenâdan dâr-ül-bekâya geçerler. (İmâm-ı Gazâli)
Göz yumup dâr-ül-fenâdan baş açık, çıplak endâm,
Can atıp dâr-ül-bekâyaeyledi azm-i kirâm.
(Beykozlu Muhammed Efendi)
DÂR-ÜL-GURÛR:
İnsanın gönlünü cezbeden, çeken fakat ele geçtiğinde faydalanamadan kaybolup giden yer.Dünyâ.
DÂR-ÜL-HARB:
İslâm ahkâmının (kânunlarının) tatbik edilmediği yer.
Dâr-ül-harbde îmâna gelen kimse, farzı, haramı işitince o anda farzları yapması, haramlardan kaçınması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-harbde, İslâm'ın vekârını, şerefini korumak ve fitneden sakınmak müslümanlara vâcibdir. (Muhammed Bağdâdî)
Düşman ordusu kuvvetli ise, sulh yapmak, mal vermekle bile câiz olur. Mürtedler (dinden dönenler) kuvvetli olup şehirleri alırlar ve oraları Dâr-ül-harb olursa, hükümetin zarûret hâlinde onlarla da sulh yapması câiz olur. (İbn-i Âbidîn)
DÂR-ÜL-İSLÂM:
İslâm memleketi. İslâm ahkâmının (kânunlarının) tatbik edildiği yer.
Düşmandan alınan ganîmet, Dâr-ül-İslâm'a getirilince askerin hakkı olur. Fakat taksîm edilmeden (bölüşmeden) önce mülk olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-harbde (kâfir ülkesinde) îmâna gelenin Dâr-ül-İslâm'a hicret etmesi vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-İslâm'da yaşayan kâfirler ve başka memleketlerden gelen kâfir turistler, kâfir tüccarlar, muâmelâtta müslümanlarla aynı hak ve hürriyetlere sâhiptirler. (Muhammed Hâdimî)
DÂR-ÜL-KARÂR:
Sekiz Cennet'in sekizincisi.
DÂR-ÜS-SELÂM:
Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırır ve kimi dilerse onu doğru yola iletir. (Yûnus sûresi:
25)
DA'VET (Dâvet):
1. Hak dîne çağırmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey Muhammed! Rabbininin yoluna hikmetle, güzel öğütlerle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde tartış. (Nahl sûresi: 125)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlâdan kendisine gelen emirleri insanlara açıklamak ve onları îmâna dâvetle emredildi. Dâvetini üç yıl gizli yaptı. Üç yıl sonra ilâhî emir üzerine, Allahü teâlânın emirlerini açık açık bildirmeye, kavmine İslâmiyet'i anlatmaya başladı. (Abdülhak Dehlevî, İbn-ül-Esîr)
Allahü teâlâ, kullarına acıdığı için, Peygamberler aleyhimüsselâm gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolunu şaşıran insanlara, O'nu ve sıfatlarını kim bildirirdi? Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi? İnsan aklı, noksan olduğu için o büyüklerin dâvet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramazdı. Anlayışımız tam olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet akıl, doğruyu eğriden ayırmaya yarayan bir âlettir. Fakat o büyüklerin dâveti ile, haber vermeleri ile tamam olmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. İkrâm etmek için çağırma çağırılma.
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevâb vermek, hastasını ziyâret etmek, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükallah diyerek cevap vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Riyâ, gösteriş ve övünmek için yapılan dâvetlere gitmek câiz değildir. (Muhammed Hâdimî, İmâm-ı Gazâlî)
Mü'minin dâvetine gitmek sünnet olduğu hâlde haram bulunan dâvete gitmemeli, haramdan, mekrûhtan sakınmak için sünneti terk etmelidir. (Abdülganî Nablüsî-Muhammed Rebhâmî)
Dâvet Makâmı:
Vilâyet (evliyâlık) makâmının üstünde, peygamberlere mahsus bir makâm.
Peygamberlerin izinde bulunanların en üstünlerine de dâvet makâmından bir pay ayırırlar. Yûsuf sûresinin; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, benim yolum budur. Sizi gafletten uyandırarak, Allahü teâlâya dâvet ediyorum. Ben ve benim izimde bulunanlar çağırıcıyız"meâlindeki yüz sekizinci âyeti bunu göstermektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Çin'in Avrupa’yı Keşfi ve İç Meseleleri
Çin’in tarih-coğrafyacılarının keşifleri, hem karmaşık, hem de ilginçtir. Dünya, sadece batıdan değil, doğudan da keşfedilmiştir. Gezgin Chang Ch’ien’in ismi de Herodot ve Strabon’la birlikte zikredilmelidir.
Han hanedanı kurulup, yönetimi ele geçirinceye kadar, Çin denilen ülke, oldukça sınırlı topraklara sahipti. Çin toprakları, Tibet dağlarından başlayarak Sarı Nehir’e ulaşıyor; Gobi Çölü ve bozkırlarını yalayarak Yang-tse nehrinden güneye ve Kore’ye doğru uzanıyordu. Elbette Çinliler, o dönemde kendi ülkelerini dünyanın merkezi olarak kabul ediyorlardı.
Ülkenin dış politikasında, yeni topraklar kazanma itkisi ağırlık kazanmıştı. Çin yönetimi, Hyung-nu (Hun)lara karşı savaşı sürdürebilmek amacıyla, müttefikler aramak zorundaydı. Gözler Yüeçi’lere çevrilmiş ve Chang Ch’ien onlara elçi olarak gönderilmişti. Chang, T’a-yang-yi adındaki bir kölesiyle birlikte yola çıktı, fakat henüz sınırdayken Hunlar tarafından yakalandı. On yıl Hunlar arasında kalan Chang Ch’ien, sonunda uygun bir zamanını gözleyip batıya doğru, Davan’a (Fergana) kaçmayı başardı. Çin’in zenginliği ve gücü hakkındaki söylentiler Orta-Asya’ya kadar ulaştığı için, Chang, orada saygıyla karşılandı. Kendisine verilen rehberin delaletiyle, Soğdiana üzerinden Yüeçiler’in topraklarına ulaştı. Fakat diplomatik görevinde başarılı olamadı. Çünkü Yüeçiler, Hunlar’a karşı savaş başlatmaya hazır değillerdi. Chang Ch’ien geri dönerken tekrar Hunlar’ın eline düştüyse de, kaçmayı başardı ve M.Ö. 120’de Çin’e geri döndü.
Chang Ch’ien’in anlattıkları, bilmedikleri bir dünyayı Çinliler’in gözü önüne sermekteydi. Avrupa’da Colombe’un keşif gezisinden sonra dünyaya duyulan ilgi neyse, Çin’de de batı ülkelerine karşı Chang’ın seyahatinden sonra duyulan aşırı ilgi de odur. Chang, onlara çarvacılıkla uğraşan dağlı Wu-sunlar’dan, Mirzaçöl bozkırlarında yer alan K’ang-chü göçebe devletinden, Kuzey Denizi (Hazar)’nin geniş sahillerine yayılmış bulunan Yang-ts’ai [An-ts’ai]lar’dan ve An-hsi’deki büyük, kalabalık ve yerleşik düzende yaşayan Parth Devleti’nden bahsediyordu. Chang ayrıca, Batı Denizi sahillerinde (Mesopotamya’da) yaşayan zengin batılı Teao-chiler’in ülkesi ile harikalar ülkesi Shen-t’u [Sheh-tu] ve Ying-t’u (Hindistan) hakkında duyduklarını da anlatmıştı.
Dinlediği hikayelerle âdeta büyülenen imparator, gezgin Chang’ı cömertçe ödüllendirdi. Batının zenginliği, Çin ticareti için çok büyük imkanlar demekti, fakat Hunlar’a karşı bir müttefik olarak kullanabileceği için, bu ülke insanların cesareti imparatorun daha fazla dikkatini çekmişti.
Vakit geçirilmeden An-hsi (Parthia), Yang-ts’ai (Sarmatya), Teao-chi (Mezopotamya), Shen-t’u (Hindistan) ve Li-kan’a [Ta-ch’in/Roma) elçiler gönderildi. M.Ö. II. Yüzyılda yaşayan tarihçi Lucius A. F, meşhur “Tarih”inde, Serler’in bu halkı zaten fethetme niyetinde olan August’e gönderdikleri bir elçilik heyetinden bahseder. Yabancı bir devlete gönderilen elçilik heyetlerinin kalabalık olanları, birkaç yüz kişiden, en küçükleri ise asgari yüz kişiden ibaret olurmuş. Çin sarayı ise yabancı bir halkların kimine on kişilik, kimine beş veya altı kişilik heyetler göndermişti ve gönderilenlerin geri dönüp gelmeleri yıllar almıştı.
Hunlar, Tibetliler ve güneyli Manlar yolcuları yağmaladıkları için, gönderilen elçilerin seyahatleri tehlikelerle doluydu. Elçilerin yolculuklarını tehlikesiz hale getirmek için askerî devriyeler çıkartmak ve kervan yolları boyunca kaleler kurmak gerekiyordu ki, bu da hayli masraflı bir işti. Yine de Çinliler, güney kervan yolu Nan-liu’yu tanzim etmeyi uygun buldular. Bu yol, Kukunor Gölü’nün önünden ve muhtemelen Buhayn Göl, Tang-ho nehirleri vadilerinden geçerek Ho-ten ve Yarkend’e ulaşıyordu. Güney yolu, daha ileriye doğru, batıya kıvrılıp, Ch’ung-ling üzerinden dolaşarak Büyük Yüeçi (Baktria) ülkesine ve An-hsi’ye (Parthia) varıyordu.
Nedir bu Ch’ung-ling? Harita metinleri çevirmeni N.V Küner, bu kelimeyi mot-a-mot olarak, “Dirsekli Dağlar” şeklinde çevirerek “Pa-mir’i gösterdiği sonucuna varıyor. Halbuki, bu tarife göre, Dirsekli Dağlar ibaresinden Altay sıradağlarını anlamak daha uygun düşmektedir. Çünkü Kaşkar [Su-le]dan başlayan kuzey yolu, “Ch’ung-ling üzerinden de dolaşarak” Fergana’ya uzanır. Güney yolunun Kaşkar’dan başlayarak Taşkurgan ve Gilgit’e uzandığı, oradan da Srinagar ve bugünkü Tacikistan’a; kuzey yolunun ise Kaşkar’dan başlayarak, fazla yüksek olmayan geçitlerle Fergana Vadisi’ne (Davan’a), oradan K’ang-chü (bugünkü Kazakistan) ve Yang-ts’ai’ya (Hazar civarı steplerine) ulaştığı bilinmektedir.
Kuzey yolu, zamanla bozulmuş ve bir süre sonra güney yolu kullanılır olmuştu ki, bundan sonra mağlup olan Hunlar, kumlu Sha-mo çölüne çekilmişler; Çinliler de Hami ve Ch’e-shih’ye (Kiu-şe/Turfan havzası) yerleşmişlerdir. Kaşkar’a kadar uzanan yol, güneye nisbetle pekçok vadilerle kaplı olan T’ien-shan’ın güney eteklerini takip eder. Güney yolu da zaman içinde önemini yitirmiş ve işlerliğini kaybetmiş olmakla birlikte, güvenilir bir güzergâh olarak kalmıştır. Çinliler Birmanyalılar’ın direnişini kıramadıkları için, Annam ve Birma üzerinden Hindistan’a açılan güney-doğu yolu denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak, daha sonraları Çinliler’in deniz yolunu geliştirmesi sayesinde, Malakka’nın ötesinden dolaşmak suretiyle, Hindistan’a ulaşmak mümkün olmuştur.
150 yıl boyunca, batıya elçiler gönderilmiş ve bunlar, batı ülkelerini canlarından bezdirmişlerdir. Kalabalık Çin kervanlarını beslemek, vassal ülkeler için ağır bir yük halini almasına rağmen, çok nadiren elçileri iaşesiz bırakmışlardır. Hatta “elçilik kervanlarının açlıktan kıvranmaları o noktaya varmıştı ki, mesele kılıçların çekilme noktasına ulaşmıştı”, ama Batı ucunun dağınıklığı, hep Çinliler’in işine yaramıştı.
Batı Uçları
Çin’i bilgi yönünden zenginleştiren diplomatik yolculuklar, Çinli üstadlara Batı ucunun tarihi haritasını çıkartma imkanı sağlamıştır. Bu bilgiler, N.Ya. Biçurin’in Sobraniye Svediniy onarddax, obitavşixv Sredney Azii v drevniye vremena (Eski Zamanlarda Orta Asya’da Yaşayan Halklar Hakkında Bilgiler Toplamı) isimli eserinin ikinci baskısına üçüncü bir cildin ilave edilmesine yol açmış, fakat A.N. Bernchtam bu haritalara saçma sapan yorumlar getirmiştir. Her bir harita, iki yarım parçadan oluşmaktadır: Doğuyla ilgili olanı, Edzin-göl nehri ve Kukunor Gölü’nden (100. meridyen) T’ien-shan ortalarına ve Tarba-gatay’a (84. meridyen) kadar olan kısmı; batıyı gösteren parçası ise Taşkent’e kadar olan 84-68. meridyenleri arasını göstermektedir. Haritada dağlar, resimlerle; nehirler ise, son derece doğru bir şekilde, çift çizgilerle gösterilmiş. Ölçekler konusunda bazı gülünç hatalar da var tabii: Güneydoğu açısı geniş tutulmuş, fakat oradan uzaklaştıkça ölçek küçültülmüş. Ama bu hata, perspektiftir. Çünkü gösterilen yerler, daha yakınmış gibi görünmektedir. Güneydoğu açısında, Edzin-Göl’ün orta akımının bir kısmı ile Su-le-ho ve Tang-ho nehirlerinin kesişme noktası, Haranur Gölü’ne dökülüyormuş şeklinde gösterilmiştir. Güneyde Nan-shan ve Altıntag sıradağları uzanıyor; kuzeyde ise Ch’ilan-shan ismini alan Pei-shan ve T’ien-shan kesişiyor. Lob-nor ve Bagraçkul gibi iki büyük göl gösterilmiş ve Tarım ve Konçederya ise onlara dökülüyor olarak tasvir edilmiş. Daha da ilginci, bugün suyu çekilmiş olan bu nehirlerin gürül gürül akar vaziyette gösterilmesidir.
Esasen eski dönemlerde, Merkezî Asya iklimi daha fazla rutubete sahip iken, bu bölge, büyük miktarda halkı besleyecek durumdaydı. Çorak arazilerde sürekli akan nehirler, sahillerinde yaşayan halkların hoşnutsuzluğunu tatmin edecek durumda değildi. Alashan ve Nan-shan eteklerinde, birçok göl vardı, fakat bunların çoğu, kamışlarla kaplı olmasına rağmen, hayvanların su ihtiyacını karşılıyorlardı. Bu göller, Edzin-Göl, Su-le-ho ve Tang-ho gibi dağ nehir ve çaylarıyla besleniyorlardı. Buralarda çarvacılık ve avcılık gelişmişti. Bunlar, fazla meşakkatli işler değildi ve uğraşanlara yeterli miktarda etle beslenme imkanı sağlıyordu.
Batı ucunun (Hsi-yü) büyük kısmını, Takla-Makan Çölü teşkil ediyordu ve bölge ikiye taksim olunmuştur: Güney ve kuzey kısımları dağ silsilelerinden akan sularla beslenen yeşil vahalar zinciriyle donatılmıştır. Bu ovaların geniş olanları arasında Hoten, Taş-Kurgan ve Yarkend güneyde; Hami, Turfan, Karaşar, Kuça, Kurla, Aksu ve Kaş-kar kuzeydedir. Yarkend’in batısında, Orta Asya’ya, münbit Fergana Vadisi’ne açılan bir geçit vardı; Taş-Kurgan’dan başlayan yüksek dağ geçidi ise Vahan Vadisi ile Afganistan’a açılırdı. Fakat bu yol, çok meşakkatliydi. Dağ patikalarıyla ve uçurumlar üzerine kurulan köprülerle ulaşım sağlandığından, nadiren kullanılırdı. Batıdaki en uygun yol, T’ien-shan’ın kuzey kısmında yer alan Cungar Kapısı’ndan geçen yoldu. İç Asya’yı Kazakistan ve Orta Asya’ya, yani batı dünyasına bağlayan kapı da, bu Cungar Kapısı idi.
Merkezî Asya’ya düşen yağmur, 100-150 mm.’ye inince, step gölleri kurudu; nehirler ise Takla-Makan Çölü’nün kumlu ve çakıllı arazilerinin altına çekildi. Alashan bozkırlarındaki bitki tabakası oksit hücumuna uğrayınca, hayatta kalabilen vahşi hayvanlar, o tarafa bu tarafa dağıldılar ve insanlar dahi yaşayamaz hale geldiler. Kale ve tapınak harabeleri, fırtınaların taşıdığı yakıcı kumların altında kalırken, bölgeyi inceleyenler dahi bir zamanlar burada cıvıl cıvıl bir hayatın bulunduğuna inanamadılar.
Bugün kumlu Takla-Makan Çölü, dünyanın en korkunç yerlerinden biridir. Yakıcı gün ışıkları, burada bitki örtüsünü tamamıyla yoketmiştir. Fırtınalar, havaya kaldırdıkları toz bulutlarını bitki örtülerinin üzerine yağdırırlar ve yaşamaya elverişli pek az yer kalır.
İnsanı hayrete düşüren bu bölgenin en muammalı yeri, deniz seviyesinden düşük olan ve Turfan Vadisi’ni bünyesinde barındıran Lukçun Çukuru’dur. Bu çukur, biri M.V.Pevtsoff, diğeri ise Grumm-Grjimaylo kardeşlerin yönetimindeki iki heyet tarafından ortaya çıkarılmıştır. Bu heyetlerden birisi, Lukçun Çukuru hakkında şunları yazmıştı: “Merkezî Asya’da, Turfan bölgesinden daha yakıcı başka bir zaviye yoktur. Bölgenin dağ bilimi açısından incelenmesi de bu sonucu verir. T’ien-shan çevresinde, iki tür hava akımı vardır: Kuzeybatı akımı, yaz ve kış boğucu bir özelliğe sahiptir; kuzeydoğu akımı ise sonbahar ve kış aylarında etkilidir. Turfan Vadisi, birincisinden Boğ-do-ola’nın kalın kar tabakasıyla korunur; ikincisi ise T’ien-shan’ın basık kısımlarında serbestçe dolaşır. Tuz ve Kuş-tav Dağları’nı bütün gücüyle yakıp kavuran güneş ışıkları yüzünden, yazları burada ısı bâriz şekilde yükselir ve bu yüzden gölgelenecek bir yere asla rastlanamadığı gibi, hava da yüksek yerlerde dahi son derece kurudur.” Burada,Temmuz ve Ocak ayları arasındaki basınç farkı yaklaşık 30 mm.dir ki, Yerküre’nin en yüksek basınç farkıdır. Temmuz ayının ortalama sıcaklığı, Sahara’nınkine oldukça yakındır. Su öylesine azdır ki, bütün çukurda topu topu dört fakir çay mevcuttur.
Bu bahtsız vadide, hiçbir kültürün gelişemeyeceği âşikar. Fakat burada, Orta Asya kültürünün doğu varyantının temsilcisi olan bir kale vardı. Grumm-Grjimaylo, Turfan vadisinin ilk bilinen sakinlerinin doğu İranlılar, daha doğrusu, Soğdiyanalılar olduğunu ispat etmiştir. Bu insanlar, özel sulama usullerini ve çöl ikliminde yaşama tarzını iyi biliyorlardı. Çinliler, Turfan’a kadar, ancak M.Ö. II. Yüzyıl’da ulaşmışlar ve orada Ch’e-shih (Çeşi okunur) ismini taşıyan az nüfuslu, fakat bağımsız yaşayan bir halkla karşılaşmışlardı. Ch’e-shihler ve torunları, bugün arkeologlar tarafından ortaya çıkarılan önemli şehir ve tapınaklar kurmuşlardı. Fakat sanırım bugünkü iklim orada hâkim olmuşsa, onlar da Turfan vadisinde tutunamamışlardır. Tıpkı kuru nehir yataklarının sahil kesimlerinde, Budist manastırlarının harabelerinin yattığı gibi, onlar da tarihin derinliklerinde kaybolup gitmişlerdir. Grumm-Grjimaylo, Hami ile Piçan arasındaki yolun güneyinde, görünüşe göre birbirine bağlanan bir dizi kamışlık alanlar da keşfetmiştir. Denilebilir ki Asya Kıtası şartlarında iklim, Avrupa sahillerine nisbetle çok daha aktif bir rol oynamıştır.
Burada ziraatla uğraşanlar, örneğin T’ien-shan eteklerindeki Arka Ch’e-shih, Bargöl [Bars-göl/Bar-kul] Gölü civarındaki Pu-lei vb. gibi küçük vahalarda tarım yapmışlardır. Doğu Cungarya, vahşi ve insan yaşamaz kumluklarla kaplıdır.
Çinli coğrafyacılar, Cungarya ve Yedisu’yu tanıyorlardı. Sözü edilen Çin haritasında, Hsi-yü (Batı ucu) doğru ve tam olarak gösterilmiştir. Cungarya’da, T’ien-shan’nın kuzeyinde, Manas ve Urungu nehirleri gösterilmiş; fakat Moğolistan Altaylar’ına işaret edilmemiştir. Bargöl [Bars-göl] ise tam yerindedir. Haritanın sol yarımında, Tarım nehrinin kolları olan Hotenderya, Yarkendderya, Kaşkarderya vd. tam yerinde gösterilmiştir. Pamir yerine dağ kümeleri gösterilmiş; aynı şekilde Pence gibi büyük nehir kolları da belirtilmiş, fakat uzantıları gösterilmemiştir. Pamir’in güneyinde, İndus nehri bâriz bir şekilde gösterilmiş, fakat yeri tam tesbit edilememiş. Çinliler, Batı Tibet’i tanımıyorlardı. Ch’ung-ling sıradağları, iki defa zikredilmiş. Geniş bir açı çizilerek Alay Dağları’nın bulunduğu yer de Ch’ung-ling sıradağları içinde gösterilmiş. Fergana Vadisi (Davan) belirtilirken, ne işse Sırderya’ya işaret edilmemiş. Çu Nehri ise Issık Göl’den dökülüyormuş gibi gösterilmiş. Bugün bu nehir, kumluk arazilere akmaktadır; haritada ise, aynı yerde, büyük bir göle işaret edilmektedir. İli Nehri, Balhaş’a dökülüyor olarak gösterilmiştir ki, yüzde yüz doğrudur. İşte, Çin haritacılığının bize bıraktığı bilgiler bunlardan ibarettir.
Acaba, batılı coğrafyacılar bu bölgeyle ilgili ne biliyorlardı? Ptolemaeus, “Coğrafya”sında “Skif toprakları”, “Serika” ve “Saka Yurdu”ndan bahseder ki, muhtemelen bunlar, Çinliler’in Hsi-yü adıyla belirttikleri aynı topraklardı. Çinli haritacı gibi Ptolemaeus da bir hataya düşmüş ve Yaksart’ı (Sırderya) Pamir’den (Komed Dağı) doğuyor olarak göstermiş; bu yüzden Pamir, batıya doğru yöneldiği halde, Yaksart kollarını güneye doğru akıyormuş gibi kaydetmiştir. Böyle olunca da Orta Asya’nın doğu yarısını batıdan ayıran Pamir ile Himalaya dağları arasında bir kopukluk söz konusu olmuştur. İşte, onun haritasıyla günümüz haritaları arasındaki tek fark budur. Grek ve Çin etnoğraflarıyla coğrafyacılarının isimlendirmeleri arasında farklılıklar varsa da, bunlar özdeşleştirilebilmektedir. Örneğin Grigoryeff, bu isimleri başarılı bir şekilde karşılaştırmıştır: Hata/Hoten, Saha/So-kui (Yarkend), Hasa/Kaşkar (gerçi bu Çin isimlendirmesi sadece Milâdî VII. Yüzyılda ortaya çıkmıştır) ve Auksay/Aksu. Bu özdeşleştirmelere dayanarak Grigoryeff Serler’deki İssedon şehrinin Yütian yani Hotan [Hoten], İskit İssedonu’nun ise Kuça’ya, Dman’ın Karaşar’a tekabül ettiğini tesbit etmiştir. Strabon’da ve Dionysios Periegettes’te geçen Frunlar’la, Plinius’da geçen Frur’un Tibetli-Ch’ianglar’la aynı halk olduğu, ancak İfagurlar’ın Toharlar’ı gösterdiğini de tesbit etmiştir. Göründüğü kadarıyla, Koneed halkının en doğru özdeşleştirmesi, Auksay Dağı (T’ien-shan)’nın kuzeyine yerleştirilen Wu-sunlar’la aynılaştırılmasıdır.
Doğulu ve batılı yazarların eserlerinde rastladığımız detaylı bilgiler, Tarım Havzası’nın etnoğrafik ve politik haritasını tarihe tam uygun bir şekilde çıkarmamıza imkan sağlamaktadır. Bölge halkı, son derece azdı. Birbirinden çöllerle ayrılan vadiler, yaşamaya elverişliydi. Çinliler büyük kervan yolunu açıncaya kadar, Batı ucuyla temas kurmak oldukça zordu. Bunun bir sebebi de, bölgede farklı etnik kökenli halkların yaşamasıydı: Göçebe kabileler Tibet, yarı göçebeler Junğ, yerleşik düzende yaşayanlar Tohar orijinliydi. Bunlar Hint-Avrupa dillerinde konuşuyorlardı ve Frako-Frigya ve Ermeni lehçelerine biraz benzerlik arzediyordu. Ancak, kullandıkları dil, birbirine kesinlikle benzemeyen lehçelerdi. Yani Turfan’da kuzey lehçesi, Kuça ve Karaşar’da güney lehçesi kullanılıyordu. Tohar metinleri, Hint alfabesi, yani Brahma yazısıyla yazılmıştı. Hoten ve ona yakın olan Altıntag eteklerinin doğu kesimlerinde, Saka diline yakın, arkaik doğu dilleri konuşuluyordu. Çinliler, Hotenliler’in Toharlar’a benzediklerini zannediyorlardı. Halbuki Toharlar, başka bir görünüme, yani Avrupaî tipe sahiptiler. İşte bu tür etniksel, lengüistik ve külterel farklılıklar, söz konusu ülkelerin birleşmesini engelleyecek; onları bir yandan Hunlar’ın göçebe devletine, diğer yandan Çin imparatorluğu’na kolay lokma haline getirecekti. İmparator Wu-ti’nin öğrendiği ve faydalandığı bilgiler de işte bunlardı.
Wu-ti ve Açmazları
Wu-ti döneminde Çin’in iç ve dış politikasında yaşanan bu önemli değişiklik, geçmiş yılların bütün tarihini gözler önüne sermiş, yüzlerce yıl sonra olacak felaketi de göstermişti. Hayatın tüm yönlerine akseden bu değişiklik, kendisine ideoloji ve dış politika konusunda gerekli bakış açısını kazandırmıştı.
Daha önce Ch’in Shih Huang-ti’nin merkeziyetçi politikasına karşı duyulan tepkinin, Han hanedanının iktidara gelmesine yardımcı olduğunu görmüştük. Bu hanedanın ilk temsilcileri, taraftarlarının isteklerini tatmin etmişlerdi. Resmî ideoloji olarak Huang Lao’nun, eski Çin’in efsanevî lideri ve atası olan Lao-tse’ye Huang-ti tarafından dikte ettirilen dünya görüşlerini aksettirici felsefî sistemi benimsenmişti. Bu sistemin amacı, saf mutluluk, yani insanın saadetidir. Fakat o, insanı huzura, kendini beğenmişliğe ve mükemmelliğe ulaştırıcı bir sistem olarak algılanmıştır. Dış politikada mütecaviz saldırılara karşı çıkış; iç politika da ise, kanunların azaltılması, vergilerin düşürülmesi ve farklı görüşlere tahammül olarak kabul edilmiştir. Hu-ang Lao’ya göre en saygıdeğer insan, köylüdür. Gerçekten köylünün çıkarları korunmak istenmiş, ama imparatorluk ailesi de galiba kendisini unutmamıştır. Bu doğrultuda hareket eden İmparator Wen-ti (179-156), wangların, yani feodal aristokratların imtiyazlarını kaldırmış ve iktidar, devlet memurlarının eline geçmiştir.
Elbette bu grup, Huang Lao’nun ruhuna düşmandı. Çünkü halkın hürriyet ve ekonomik bağımsızlığa sahip olması sebebiyle, hiçbir yerde, devlet memurlarına yüz verilmiyordu. Her şey hızlı bir şekilde gelişmişti: Tarım, imalat, sanat, Bilim ve din; kısacası her şey, devletin kontrolünden çıkmıştı. Yönetim, ülkede muazzam bir potansiyelin bulunduğunu, fakat bunu devletin problemlerinin çözümü doğrultusunda harekete geçiremediğini anlamıştı. Problemler dağ gibi büyürken, millî servetin artması bir takım kararlar alınmasını gerekli kılmaktaydı. Güney, doğu ve batıda kazanılan bazı kolay zaferler, Wu-ti ve çevresindekileri coşturmuştu. Halbuki aynı dönemde, batıda Sci-pio ve Marius, demir yumruklarıyla “Pax Romana”yı kurarken, doğuda “Pax Sinica”nın kurulması fikri kendi kendine teşekkül etmişti. İşte bu noktada Huang Lao’nun sistemi, sadece bir engel teşkil etmiyor, aynı zamanda nefret de uyandırıyordu.
Kaynakların devreye sokulması gereği hissedildiği an, “Çok büyük kayıtlar ve vergiler yüzünden halk aç kalır” diyerek, yönetimin mâli icraatını toplumsal bir felaket olarak niteleyen Lao-tse’nin görüşleri bir yana atılmıştı. Böylece Çin yönetimi, K’ung-tse’nin sistemine döndü. Devlet memurlarının kültürlü insanlardan seçilmesi gerekiyordu, ama Çinli entellektüel kesim, çoktandır Konfüçyüs görüşlerinin tesiri altındaydı. Bundan başka, devlete hizmet edenlerin mukaddes bir görev yaptıkları şeklindeki öğretiler de yönetimin pek işine gelmiyordu. Bu yüzden Wu-ti, Konfüçyanizm dışındaki bütün felsefî görüşleri yasakladıktan başka, eski dinî geleneklere karşı mücadele başlattı. Vergileri artırdı; vergi toplamak için daha fazla asker topladı ve birçok kanunlar çıkarttı. Halkın durumu, birden kötüleşmişti. Askere alınan ve kendilerine “genç serkeşler” denilen kişilerin işledikleri suç oranlarında ciddi artışlar gözleniyordu.
Astrolojinin yerine, tarih bilimi gelişmeye başlamıştı. Eski kitapların devşirilmesi, kütüphanelerin doldurulması ve bunlarla ilgili büyük katalogların hazırlanmasını, metinlerin tenkide tabi tutularak incelenmesi ve deneştirilmesi takip etti. Tarih, millî gururu ve milliyetçiliği beslediği için, Konfüzyanizmin temel taşıydı. Dipte bucakta kalmış sistemlere dönülmesinden ve zenginlere vergi konulmasından bahsetmeye başladılarsa da, Wu-ti, bu görüşlerin yaşamasına izin vermedi. Bu arada, dış politikaya ve harb sanatına daha sert bir dönüş başlamıştı.
Wu-ti’nin M.Ö. 141’de “yoksulların devlet hizmetinde görev yapmaları hakkı bulunduğu” şeklinde yayınladığı fermanını savunanlar çıktıysa da, bunlar, fermanın yeniden gözden geçirilmesini ve tatbik edilebilir hale getirilmesini istediler. “M.Ö. II-I. Yüzyıl civarında San Hun-yang, taraftarlarıyla birlikte iktidara gelmiş ve bu dönemde yeni yapılanmalar konusunda kanunlar çıkarılmıştı.” Yang grubu, “Hu-ang-tse”nin eski ekonomik görüşlerinden faydalandı. Buna göre, halktan alınan bütün vergiler kaldırılacak ve devlet, tuz ve demir sektörünü tekeline alacaktı. Fakat bu hareket, Konfüçyanist ortodoksî taraftarlarının tepkisini çekti. Hatta Wu-ti’nin ölümünden sonra, “tuz ve demirin işletilmesini elde tutma” konusunda tartışmalar başladı ve bu tartışmalar, ancak M.Ö. 81’de büyük ekonomik krizlere yol açtıktan sonra son buldu.
Hunlar’a karşı kazanılan zafer, Çin politika ve ekonomisinin güçleneceğinin habercisiydi ve bunun için, bütün imkanlar seferber edilerek, paralar toplanmıştı.
Wu-ti’nin dış politikasının, “köle sahiplerinin çıkarlarına cevap verdiği ve mal üretiminin artmasına yol açtığı” düşünülmekteydi. Çinli üstadlardan Kuo Mo-jo ve Fan Wen-lan, Han döneminde kölelik sisteminin varolduğunu reddetmekte, ancak, gerek devlete ve gerekse özel kişilere ait pekçok kölenin bulunduğunu kabul etmektedirler. Bu köleler, hizmetçi olarak çalıştırılıyordu. Köle, savaş esirinden daha pahalı, fakat attan daha ucuzdu. Kuo Mo-jo, köle pazarlarının kendi çocuklarını tâcirlere, tefecilere ve büyük toprak ağalarına satan bîçare köylüler tarafından doldurulduğunu kaydetmektedir. Elbette Çinli kölelerin yanı sıra, Hunlar gibi savaş esirleri de vardı; fakat askerî başarılarla ilgili raporlar, ele geçirilen bu şahıslar hakkında kesin bilgiler vermemektedirler. Çünkü, kendi başına buyruk çobanları zaptetmek ne kadar güçse, sesi sedası çıkmayan köleleri ezmek de o kadar kolaydı. Kuo Mo-jo, Hun köle edinmenin, kötü muamele edilmesi ve ölüm cezasına çarptırılması yasaklanmış olan hizmetçiler kadar pahalı olduğunu zikretmektedir.
İmparator Wu-ti’nin açtığı savaşları incelerken, bunların, Çin’in bozulan ekonomik imkanlarının sebep olduğu siyasî kargaşalıklar sonucunda çıktığını varsayıyoruz. Çünkü Çin içinde biriken güçler, çeşitli yönlere tevcih edilmemiş olsaydı, o zaman da ülke içindeki huzuru bozabilirlerdi. Tabiî ekonomiyle geçinen ülkelerde, seperatist sebepler daima mevcuttur. Farklı felsefî sistemler, yani dünya görüşleri, düşmanlığı körüklemiş; ikbalperestler ise, bu fırsatları kendi çıkarları uğruna kullanmışlardır. Eğer Wu-ti dış savaşlara sığınmamış olsaydı, bu savaşlar ülke içinde olacak; “genç serkeşler” uzak yürüyüşlere gönderilmeselerdi, kendi ülkelerinde suç işleyeceklerdi. Fetih hareketleri, daha önce Huang Lao’nun barışsever görüşlerini çürüten olaylar zinciriyle de açıklanmıştır. Ülkesinin büyük bir potansiyele sahip olduğu görüşünde olan Wu-ti’nin de yanıldığı söylenemez, ama rakiplerini küçümsemekle doğru mu, yoksa yanlış mı yaptığını ilerdeki olaylar gösterecektir.
Lev Nikolayeviç Gumilev
Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...