13 Ekim 2022 Perşembe
10 Ekim 2022 Pazartesi
Gündelik Hayatımızda Temizlik - 5
Deterjan
Yıkama işlemi, fiziksel ve kimyasal süreçleri içerir; kirlilik yaratan maddelerin su geçirgenliğini artırarak ve özellikle çamaşır lifleri yerine deterjan molekülleriyle etkileşimini sağlayarak arındırılması, kimyanın gelişimiyle doğrudan ilgilidir. Ama kimyanın harekete geçmesinde yine savaş önemli bir rol oynamıştır. Yıkamada sabun kullanımı, suda bulunan mineral ve asitlerin erimeyen moleküller oluşumuna yol açması nedeniyle sorunludur. 1890’larda bu etkileşimi engelleyici kimyasal çalışmalar sonucu ilk deterjanlar üretilmeye başlanmıştır. Fakat araştırma ve üretim in yaygınlaşması Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da olmuştur. Sabun yapımı yerine sentetik ürünlerin kullanımını artırma çabası, sabun yapımında kullanılan değerli yağların askeri araçlar ve silahlara ayrılabilmesi amacını taşır.
Alman kimyager A . Kraft’ın, suyu seven ve sudan kaçan moleküller üstüne yaptığı çalışmalarla ilk kez 1890’da ürettiği deterjan, Müttefik ablukası altında kalan ülkede gündeme gelerek, M. Hetzer ve H. Gunther adlı kimyacıların hazırladığı deterjan Nekal adıyla piyasaya çıkarıldı. Bu ürünün savaş zamanında sabunu ikame edeceği düşünülüyordu. Deterjanın sabuna üstünlükleri görüldü ve çeşitlenip gelişerek 1920 ’lerden itibaren kullanımı yaygınlaştı.
Ama çamaşırın ayrılmaz parçası haline gelmesi, ikinci Dünya Savaşı sonrasında otomatik çamaşır makinelerinin evlere girmesiyle oldu.
1929’da Alman kimyager Hans Krais deterjana boyarmadde katmayı akıl etmişti. Bu maddeler, gün ışığında giyildiğinde gözle görünmeyen ultraviyole ışınlarının giysilere parlaklık vermesini sağlıyordu. Elbiselerin doğal sararması böylece engellenerek ‘daha beyaz’ olmaları sağlandı. Böylece deterjan, girdiği yerde çivit kullanımına da son verdi. Çivitağacı ve çivitotu adlı, Eski Mısır, Yunan, Roma, Peru’da kullanılan, en çok Hindistan’dan ithal edilen bitkilerden elde edilen boyarmaddeyle ‘beyaz’lara mavi bir renk veriliyor, daha çabuk kirlenmeleri önlendiği gibi daha parlak görünmeleri sağlanıyordu. Anadolu’da yetiştirilen ve ihraç edilen çivit, halıcılıkta da kullanılıyordu. 1880 yılında Almanya’da indigo boyarmaddesinin sentetik olarak üretilmesinden sonra çivit önemini kaybetti. Bugün Anadolu’da yalnız yabani olarak yetişmektedir. Son yıllarda bitkisel boyanın önem kazanması üzerine çivit boya üretme çalışmaları yapılmış ancak yöntem unutulmuş olduğu için başarılı olunamamıştır. Oysa 1960’lı yıllarda çivit piyasada temizlik malzemesi olarak satılan bir üründü, hatta en tanınmış markası Öküzbaş olduğu için bir devlet büyüğüne de ima yoluyla ‘çivit’ denirdi.
1960’larda çok köpük üreterek hem bulaşığın arındırılmasını zorlaştıran, hem atık su ve kanalizasyon yoluyla denizlere karışan ve bu sulardaki organik maddelerin biyolojik etkenlerle ayrışmasını geciktirerek çevre kirliliğine yol açan alkilbenzen formülleri değiştirilerek Lab ya da Las gibi düz zincirli alkil grupları kullanılmaya başlandı.
Latince detergere (temizlemek) fiilinden üretilen detergent sözcüğüyle adlandırılan ve Fransızca okunuşuyla Türkiye’de 1960’lı yıllarda kullanımı yaygınlaşan deterjanın üretimi 1970’de beş bin tona ulaşmıştı. Bugün Avrupa ölçülerine göre yine de az olan tüketime karşın, üretimde 800 bin tona gelindi.
Çamaşır Makinesi
Çamaşır yıkamanın teknolojisinde, beş bin yıl boyunca büyük adımlar atılmamışa benzemektedir. Halil Erdoğan Cengiz, Anadolu’nun elli yıl öncesinden söz ederken, “Çamaşır makinesinin değil kendisi; adı, sanı, hayâli bile bizim o taraflara adımını atmış değildi,” demektedir.
Modern teknoloji öncesinde çamaşır yıkamak hiç de sanıldığı kadar kolay, sıradan bir iş değildi. Çamaşır yıkamak, en az iki günlük, uzun bir uğraş gerektiriyordu.
Çamaşır yıkamak için mutlaka hazırlık yapılması, bir gün önceden meşe odunu külünün bir gaz tenekesinde ya da kazanda iyice kaynatılması gerekirdi. O su ateşten indirilip dinlenmeye bırakılırdı. Küller iyice dibe çöküp, su tamamen berraklaşırdı. Çamaşıra başlanacağı zaman ocakta kaynayan su ile soğuk küllü su, uygun miktarda (genellikle bir tas küllü suya iki tas sıcak su), leğende karıştırılır; bu su ve sabunla çamaşırlar yıkanırdı.
Çamaşır yıkamakta tercih edilen ve yaygın olarak kullanılan yöntem küllü su yöntemi ise de, bunun zorlukları nedeniyle, kimi zaman çamaşır sodası da kullanılırdı. Bazıları küllü suya da çamaşır sodası katarlardı. Yine de çamaşırların en iyi biçimde küllü su ile temizlendiğine inanılırdı. Küllü suyun Anadolu’da kullanımı o denli yaygındı ki, bundan 70-80 yıl öncesine kadar mahalle aralarında dolaşıp kül toplayıp satanlar vardı.
Küllü su ile çamaşır yıkamanın zorluğu sadece harcanan zaman ve emekten ibaret değildi; kaynar su, küllü su, kimilerinin buna eklediği soda ile çamaşırların kirini çıkarabilmek için iyice çitilemek, çamaşır yıkayanların ellerinde ağır tahribat yapar, deri soyulmaları ve kızarıklıklar günlerce süren acılara neden olurdu. Bu gibi etkilerden kaçınabilmek amacıyla da, çamaşırlar kimi zaman ayaklarla kimi zaman da “tokaç” denilen çamaşır tokmağıyla dövülerek yıkanır, bu kez de çamaşırlar hızla yıpranırdı. Küllü suyun özellikle renkli çamaşırlar üzerindeki olumsuz etkisi şiirlere bile konu olmuştur. 1814’de ölen ve önemli bir hiciv ustası olarak bilinen Adanalı Seyyid Osman Sürîri şöyle der:
“Müşterinin çamaşırcı alaca anterisin
Urmasın küllü suya belki boyasın çıkarır.”
İlk çağlardan itibaren kadınlar çamaşırları derelerin kıyısında pürüzsüz taşlar üstünde tokaçlarla döver, ovar, çitilerlerdi. Suyun daha etkin kullanılmaya başlanmasından sonra köy meydanlarına yapılan çeşmeler de çamaşır yıkama yerleri haline geldi. Anadolu’nun bazı köylerinde, köyün ortak bir kullanım alanı olarak taş çamaşırhaneler de inşa edilmiştir. Bu çamaşırhanelerde çeşme, çamaşırı suya yatırmak, tokaçlamak, çitilemek için yapılmış özel taş bölümler vardı; ama bütün bu gelişmelere rağmen modern çağa kadar çamaşır yıkama teknolojisi yavaş bir hızla gelişti.
Çamaşırların sürtülerek yıkandığı oluklu tahtalar, leğenler ve sıkma merdaneleri çamaşır yıkama teknolojisindeki önemli dönüm noktalarını oluşturur. Ancak Sanayi Devrimi’nden sonra, 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, durum birden değişti. 1858’de Hamilton E. Smith, Amerika’nın ve tabii ki dünyanın ilk mekanik çamaşır yıkama cihazının patentini aldı. Hemen ardından “Harpers Tvvelvetree’s” çamaşırları kendi kendine çitileyen bir makine tasarladı. İlk çamaşır makineleri büyük bir kutu biçimindeki tekne içinde dönen çarklardan ibaretti. Teknenin yanındaki kol elle çevrildiği zaman içindeki çarklar da dönerek sudaki çamaşırı karıştırır, kirlerini akıtırdı. Ancak bu makineleri kullanmak da neredeyse çamaşır tokaçlamak kadar zor bir işti.
1908’de Thomas J. Meroney daha “tuhaf” bir makine geliştirdi. Meroney’in makinesi çamaşırların üzerine sıcak buhar püskürterek kirleri hızla temizliyordu. 1908’de, Amerikalı A. J. Fisher elektrik motoru ile çalışan bir makine geliştirildi ve yüzyılın ortalarına varılmadan çamaşır yıkama teknolojisinde büyük gelişmeler sağlandı.
ilk motorlu' çamaşır makinelerinin çoğunda teknenin ortasına hem yukarı-aşağı hem de sağa-sola hareket eden bir mille tutturulmuş karıştırıcı, çamaşırları da çevirerek sabunlu suyun aralarından geçmesini sağlar ve çamaşırları yıkardı.
Yüzyılın ortalarında bir İngiliz firması karıştırıcıyı teknenin iç kenarına yerleştirmiş, bir pervane hızıyla dönen karıştırıcının çamaşırlara değmeksizin yalnızca suyu şiddetle karıştırarak, su içinde alabora olan çamaşırların yıkanmasını sağlamıştır. Bu teknoloji, teknik özellikleri son derece gelişmiş günümüz otomatik çamaşır makinelerinin ilk örneğidir.
Otomatik çamaşır makineleri sadece bu hızlı dönüşle çamaşırları yıkamakla kalmaz. Makine önce yıkanan çamaşırların suyunu sıkar. Ardından teknenin içinde büyük bir hızla döndürülen çamaşırlar, santrifüj gücüyle sularını kaybeder ve kısa süreli bir havalandırmadan sonra ütülenecek kadar nemli bir hale gelirler.
1950’lerde özellikle ABD ’de çamaşırhaneler hızla yaygınlaştı; bu çamaşırhaneler kamusal bir alan oluşturarak mahallelerin toplumsal yaşamını da zenginleştiriyordu.
1950’lerden itibaren çamaşır yıkama teknolojisi, makine ve deterjanlarda paralel bir gelişim yaşandı. Sıcak suyun yüksek devirli motorlar aracılığıyla yıkama teknelerinde hızla dönmesini sağlayan otomatik çamaşır makineleri deterjanların daha çok köpürmesine neden olmuş ve bu sorun da deterjan teknolojisinde yeni bir aşamayı ortaya çıkarmıştır. Deterjanın köpürme oranı ayarlanabilir bir hale getirilmiştir.
Pamuklu, ipek, yün, akrilik gibi değişik malzemelerden üretilen ve farklı malzemelerle boyanmış olan giysilerin farklı etkilenme derecelerini dikkate alan deterjanlar geliştirilmiştir. Çamaşır makinesi üreticileri de bunu göz önünde bulundurarak yıkama sürelerini, su sıcaklığını, devir hızını ve hatta deterjan kullanım miktarını ayarlayabilen programlar geliştirmişlerdir.
Bugün artık çamaşırları kir ve lekelerden arındırmak için bilinen tüm maddelerden daha etkili olan deterjanlar, giysilerimizin ömrünü uzatan yumuşatıcılar, hoş kokulu temizlik ürünleri ve gelişmiş çamaşır makineleri sayesinde, çamaşır yıkamak için harcadığımız zaman birkaç dakikadır. Gelişen çamaşır yıkama teknolojileri zamandan sağladığı büyük tasarrufun yanı sıra, kullandığımız malzemenin ömrünü uzatarak para tasarrufu da sağlamaktadır.
Türkiye’de çamaşır makinesine talep 1950’lerde kendisini hissettirmiş, 1959’da Arçelik, bir yıl sonra Profilo üretime başlamıştır. Bugün 18 şirket bulunan sektörde üretimin % 53’ü bu iki firma tarafından gerçekleştirilmektedir. Rekor satış 1979’da 313 bin makine ile gerçekleşmiştir.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
8 Ekim 2022 Cumartesi
Türk Tarihi Açısından Rus Yıllıkları
İslâm öncesi dönemde Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda uzun süre gerek devlet kurarak, gerekse boylar halinde yaşayarak varlıklarını güçlü bir şekilde hissettiren Hazar, Peçenek, Uz, Berendi, Kara-Kalpaklılar ve Kuman-Kıpçaklar için İlk Rus Yıllıkları bulunmaz hazinedirler.
IX. yüzyıldan XIII. yüzyılın ilk çeyreğine kadar yani Rusya’nın Moğollar tarafından istilasına kadar yaklaşık 4, 5 asırlık bir zaman dilimi içerisinde, özellikle de Kiev Rusya’sının kuruluşundan Moskova Çarlığı’nın teşekkül aşamasına kadar olan bir dönemde Türk boylarının oynadıkları rolleri ve onlara ait bilgileri İlk Rus yıllıkları vermektedirler. Rus Kronikleri veya Rus Vekayinâmeleri olarak da bilinen Rus yıllıkları, Rusların Hristiyanlığı kabul etmelerinden sonra Bizans ile aralarında meydan gelen yakınlık sonucu onlardan aldıkları yıllık yazma âdeti neticesinde meydana getirilmişlerdir. Rus tarihini efsanevi bir şekilde anlatan Rus yıllıklarının ortaya çıkarılması P.M. Stroyev adlı bir araştırmacının gayretleri sonucu gerçekleşmiştir.
Eski Rus yıllıklarından istifade ederek Rus yurdunun tarihini, IX. asrın ortalarından XVIII. asra kadar kesintisiz bir şekilde takip etmek mümkün olmaktadır. Ayrıca o bölgede devlet kuran ve Ruslarla bir şekilde münasebete geçen Bulgar, Hazar, Peçenek, Türk (Uz), Berendi, Kuman, Kara-Kalpaklı ve Tatarlara dair pek çok önemli bilgiler yıllıklar sayesinde bilinmektedir.
Türk ilim âleminde bu yıllıklardan istifade eden ilim adamları Z.V. Togan ve Akdes Nimet Kurat’tır. Sonrasında Mualla Uydu Yücel “İlk Rus Yıllıklarına Göre Türkler” adlı çalışması ile yıllıkların verdikleri bilgileri Türk ilim âlemine kazandırmıştır.
Türkler hakkında bilgi veren yıllıklardan bazıları şöyledir:
Povesti Vremennıh Let: Geçmiş Yılların Hikâyesi (Nestor Yıllığı)
Kiev’de tertip edilen Yıllık Dergileri’nin ortak ismidir. XII. Yüzyılın başına kadar olan hadiseler ile XIV-XV. Yüzyıldaki Yıllık Dergileri’nin başlangıç kısımlarını ihtiva etmektedir. Bu yıllığın Nestor Nüshası, Silvester Nüshası, 1118 Tarihli Nüsha olmak üzere üç nüshası bulunmaktadır. Bu yıllığın konuları arasında Tufandan sonra yeryüzünün Hz. Nuh’un oğulları arasında bölünmesi; Babil kulesi yapılırken insanların Tanrı tarafından dağıtılmaları; Slavların Tuna’ya yerleşmeleri ve buradan başka ülkelere gitmeleri; Kiev Şehrinin kurulması; Hazarların Slavlar üzerindeki hâkimiyetleri; Slavların bir kısmının Varegler’e bir kısmının da Hazarlar’a vergi vermeleri; Bizans ile Kiev arasında yapılan antlaşmalar ile Rusların Hristiyanlığı kabul etmelerini sayabiliriz.
İpatyev Yıllığı
Bu yıllık XIV veya XV. asırda Kostroma şehrindeki İpatyev manastırında yazıldığı için bu isimle adlandırılmıştır. Bu nüshayı Pskov’da bulan N.M. Karamzin olmuştur. Bu yıllık ilk bilgilerini Povesti Vremennıh Let’ten alarak hadiseleri 1198 yılına kadar getirmekte ve daha sonra özellikle Güney-Batı Rusya’da cereyan eden olayları anlatmaktadır.
Lavrentev Yıllığı
Rahip Lavrentev’in ismiyle anılan ve Rus yıllıklarının en eski ve en önemlisi olan bu yıllık; 1377 yılında Büyük Suzdal ve Nijegorod Knezi Dmitri Konstantinoviç’in emriyle ihtiyar bir yıllıkçıdan, rahip Lavrentev tarafından istinsah (kopya) edilmiştir. Yıllık 1305 yılına kadar olan hadiseleri ihtiva etmektedir. Ancak yıllıkta bazı yıllara ait olaylar eksiktir.
Türkler Hakkında Bilgi Veren Diğer Rus Yıllıklarından Bazıları
1- Radzivilov veya Kenigsberg Yıllığı (İçerisinde minyatür barındıran tek yıllıktır)
2- Troitski Yıllığı
3- Nikonov Yıllığı
4- Moskova- Akademi Yıllığı
5- Preyaslav (Suzdal) Yıllığı
6- Birinci Novgorad Yıllığının Sinodal Nüshası
7- Birinci Novgorad Yıllığının İlk Nüshası
8- İkinci, İkinci, Üçüncü, Dördüncü ve Beşinci Novgorad Yıllıkları
9- Ermitaj Yıllığı
10- Vaskresen (Pazar) Yıllığı
11- Tver Yıllığı
12- Pskov Yıllığı
13- Rostov Yıllığı
14- Lvov Yıllığı
15- Yermolin Yıllığı
Alıntıdır.
ASYA HUN İMPARATORLUĞU (M.Ö. 221- M.S. 439)
Türklerin kurduğu ilk devlet olan Asya Hun İmparatorluğu aynı zamanda Orta Asya tarih sahnesinin ilk büyük imparatorluğudur. Hunların tarih sahnesine çıkışlarının kesin tarihi belli olmamakla birlikte, efsanevi Çin kayıtlarında M.Ö. 2255’lere kadar götürülmektedir. Bu dönemde Hunların adı kaynaklarda farklı şekillerle yazılmıştır. Çin kaynaklarında, değişik isimlerle geçen Hunlar, M.Ö. 318 yılında bir anlaşma dolayısıyla Hun adının en çok bilinen Hsiung-nu şekli ilk defa kullanılmış ve bu durum bir daha değişmemiştir. Hsiung-nu kelimesinin Hun adının tam karşılığı olduğu ise M.S. 311 tarihli Soğdça bir metinden anlaşılmıştır.
Pek açık olmamakla birlikte, Hunların atalarına dair bazı belgeler mevcuttur. Kaplumbağa kabukları ve kemikler üzerine yazılan söz konusu yazılarda Hunların atalarının Çin’deki hanedanlarla ilişkilerine yer verilmektedir. Daha sonraki devirlerde de görüldüğü gibi, Ordos ve Kansu bölgeleri arasındaki alan, Hunların atalarının Çin’e akın yoludur. Bu akınlar neticesinde Çin’deki ağaç saban kullanan ve gelişmemiş Lung-shan kültürünün yerine Yang-shao kültürü ortaya çıkmıştır. Yang-shao kültürü demirin kullanımı, atın evcilleştirilmesi, gök kültü gibi özellikleri dolayısıyla bozkır özellikleri taşımaktadır. Bu kültürün siyasi sahnede temsilcisi Cho-u (M.Ö. 1122-255) Devleti’dir. Bozkır özellikleri taşıyan bu devlet zamanla çinlileşmiştir. Diğer taraftan Çin üzerine düzenlenen Hun akınları asırlarca durmak bilmemiş, bu akınları durdurmak için M.Ö. 780’li yıllarda Çin Seddi’nin ilk temelleri atılmıştır. Hunlarla savaşlarda başarılı olamayan Çinliler, yüz yıl süren bir askeri reform yapmışlar, ordularını Hun tarzında teşkilatlandırarak, eğiterek ve silahlandırarak onları durdurmaya çalışmışlardır. Nihayet, Ch’in hanedanının imparatoru büyük bir imar faaliyetine girişerek M.Ö. 247-221 yılları arasında Çin Seddi’nin inşasını tamamlamıştır.
Adı bilinen ilk Hun hükümdarı (Şan-yü) Tou-man’dır (M.Ö. 221-209). Onun vaktinde Çinliler Hunları yenerek Kuzeybatı Çin’den çıkarmışlardır. Bu durum Orhun, Selenga, Onon ve Ongin gibi ırmakların havzalarında, yani Ötüken ve Moğolistan coğrafyasında Hunların nüfus olarak güçlenmelerine sebep olmuş, gelecekteki büyük imparatorluğun temeli atılmıştır.
Babası ve üvey annesinin entrikalarına rağmen kendisine kurulan tuzaklardan kurtulan Mo-tu (Mete/”Bahadır”), M.Ö. 209’da Hun tahtına çıkmış, önce doğuda kendini tehdit eden Tung-hu’ları, daha sonra güneydeki Yüe-chihları yenerek rakipsiz olduğunu göstermiştir. Akabinde Kuzeybatı Çin’deki atalarının eski topraklarını alarak devletini özellikle ekonomik açıdan güçlendirmiştir. Bunun yanında Orta Asya’da Kırgızlar ve Ting-lingler gibi 26 boy ve devletçiği kendine bağlayarak devletini geniş bir imparatorluk haline getirmiştir. M.Ö. 199 yılında kendisinden en az dört kat büyük orduya sahip Çin imparatorunu kuşatarak, ona büyük bir tehlike yaşatmıştır. Devletin sınırları Kore’den Aral Gölün’e, Baykal Gölü’nden Çin Seddi’ne ve Doğu Türkistan’ı içine alacak şekilde genişlemiştir. Tamamını işgal edecek gücü olduğu halde Çin’i ele geçirmemiş, ancak kendi ekonomisini güçlendirmek maksadıyla Çin’i vergiye bağlamıştır.
Orta Asya’nın en büyük imparatorluğu haline gelen Asya Hun İmparatorluğunun bu güçlü durumu M.Ö. 174 yılında Mete’nin ölümünden sonra oğlu Chi-yü (M.Ö. 174-160) zamanında da devam etmiştir. Onun oğlu Chün-ch’en (M.Ö. 160126 döneminin ilk yirmi yılında Hun üstünlüğü sürmüş, ancak daha sonra onun ve diğer devlet adamlarının başarısız yönetimi yüzünden ülkede huzursuzluklar baş göstermiştir. Buna Çinlilerin entrikaları da eklenince savaş meydanlarında yenilgiler birbirini takip etmiştir. Bu arada Çinliler Batı Türkistan’ın diğer halklarıyla (Yüe-chihlar, Wu-sunlar) temasa geçmişler ve Hunlara karşı ittifak yapmışlardı. Çin’e karşı askeri üstünlüklerini M.Ö. 119 yılında bir savaşta kaybeden Hunların mücadelesi durmadı; M.Ö. 56 yılına kadar bağımsızlıklarını korudular. Dışarıda Çinlilere karşı savaştıkları gibi, ülke içinde de onların müttefikleri olan Wu-huan-lar, Hsien-piler, Ting-lingler ve Wu-sunlarla mücadele ediyorlardı.
M.Ö. 56 yılında tahta çıkan Hun hükümdarı Ho-han-ye, ülkesi için tek kurtuluş çaresinin Çin’deki Han hanedanına bağlanmak olduğu düşüncesini taşıdığını devlet meclisinde söyleyince büyük bir tartışma çıktı. Bağımsızlık taraftarları davalarını kaybedince hükümdarın kardeşi Chih-ch’i liderliğinde Batı Türkistan’a göç ettiler. Burada yerleşerek ayrı bir devlet kurdular ve M.Ö. 36’da üzerlerine gönderilen kalabalık Çin ordusuna kahramanca direndilerse de, mağlup olarak yok edildiler.
Doğuda kalan Hunlar ise Çin’in siyasi üstünlüğünü tanıyarak varlıklarını sürdürüyorlardı. M.Ö. 8 yılında Hun tahtına geçen Wu-chu-liou, Çin’e olan siyasi bağımlılığa son verdi. Devleti eski gücüne kavuşturma yönünde önemli adımlar attı. Kuzey Çin’i yerle bir eden akınlar düzenledi. Onun M.S. 13’te ölümü üzerine başa geçen kardeşi ve diğer hükümdarlar devrinde de güçlü durum devam etti.
Ancak, M.S. 46 yılında Hun ülkesinde büyük bir kıtlık çıkınca devlet yeniden zayıflamaya yüz tuttu. Hun hükümdarı ekonomik destek için Çinlilerle anlaşmak zorunda kaldı. Wu-sunlarla Çinliler ortak harekât yapınca Hun ülkesi karışıklığa sürüklendi ve M.S. 48 yılında kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrıldı.
İkiye Bölünme: Kuzey ve Güney Hun Devletleri
Çin’e bağlanmayı reddeden Kuzey Hun Devleti, bağımsız bir şekilde varlığını sürdürüyordu. Ancak, çıkan kıtlıklar yüzünden Kuzey Hunları ekonomik zorluklarla karşı karşıya kaldılar. Bunu bazen Çin’e karşı akınlar düzenleyerek çözümlemeye çalıştılar. Hükümdarları Wu-ta Şanyü, M.S. 52’de bir ara Çin’in himayesini kabul etti ise de, kendisinden sonra gelenler durumu toparladılar. Maveraünnehir’e kadar sefer düzenleyerek güçlerini ayakta tuttular; Semerkand kralının oğlunu rehin almayı başardılar. Arkasından Çin’deki Han İmparatorluğu’na karşı harekete geçtiler. Onların akınları karşısında bir şey yapamayan Çinliler barış istemek zorunda kaldılar.
Çinliler, Kuzey Hunlarını savaş meydanlarında yenemeyince doğudaki Hsien-pileri ve Ting-lingleri ayaklandırdılar. Zor durumda kalan Kuzey Hunlarının hükümdarı savaş meydanında ölünce 58’den fazla kabile Çin’e sığınarak onlara itaat etti. M.S. 73’ten sonra Çinliler ve Güney Hunları ortaklaşa Kuzey Hunlarına saldırıp bozguna uğrattılar. Böylece çöken Kuzey Hun Devleti M.S. 93 yılında tamamen tarihe karıştı. Halkının çoğunluğu batıya doğru kayarken, onların topraklarını doğudan gelen Hsien-piler işgal etti.
M.S. 48’de Çin’e bağlanan Güney Hun Devleti, ilk zamanlarında silik bir vaziyette idi. Çinliler daha çok Kuzey Hunları ile uğraştığı için arada kalmışlar ve Çinlilerle işbirliği yapmışlardı. Kuzeydeki devlet yıkılınca seslerini duyurmaya başladılar. Çin’e karşı bazı akınlar düzenleseler de genelde onların hâkimiyeti altında yaşamak zorunda kaldılar. M.S. 303 yılına kadar varlıklarını bu şekilde sürdürebildiler. Bazı kuvvetli Hun boyları Kuzey Han, İlk Chao, Son Chao, Kuzey Liang ve Hsia gibi küçük Hun devletlerini kurarak M.S. 439 yılına kadar varlıklarını devam ettirdiler.
Hunlarda Sosyal ve Kültürel Yapı
Hunlar çocuklarını daha küçük yaşlarda biniciliğe alıştırırlardı. Gençlik çağına geldiklerinde mükemmel binici olurlardı. Atlı savaş usullerini Hunlar çok iyi uyguluyorlardı. Sahte geri çekilme esasına dayalı bir savaş taktikleri vardı ki, onun sayesinde kendilerinden üstün orduları çember içine alarak mağlup ederlerdi. Hunlar savaş için dolunay vaktini beklerlerdi.
Hunların sadece hayvancılıkla uğraşmadıkları, tarım da yaptıkları bilinmektedir. Son yapılan arkeolojik kazılarda Altay Dağları’ndaki Çulışman Irmağı bölgesinde sulama kanalları gün ışığına çıkarılmıştır. Orhun ve Selenga ırmakları havalisinde yapılan kazılarda ise sabanlar, oraklar ve tarım ürünlerini öğütmede kullanılan değirmen taşları ele geçmiştir.
Asya Hunlarına ait yazılı Türkçe metinler mevcut olmasa da, Çin kaynaklarında kaydedilmiş, Hun dilinden kalma bazı kelimeler vardır. Bunlar Ching-lu (kılıç) ve Ch 'eng-li ku-t'u (tanrı kutu) gibi sözcüklerdir.
Çin kaynaklarında, Hunlara ait müzikle ilgili bilgilerden de söz edilmektedir. Dokuz delikten oluşan Pi-li adlı sazın cenaze törenlerinde kullanıldığı anlatılır. Hu-chia ise yukarısı dar, aşağısı kısa ve geniş bir alet olup melankolik havalar çalınırdı. Pi-pa ise at üzerinde çalman telli bir müzik aletiydi.
Pazırık, Tuyehta ve Noin-ula benzeri çok önemli arkeolojik merkezlerde ele geçen Hunlardan kalma eserler günümüzde Petersburg’da Hermitaj Müzesi’nde sergilenmektedir. Buluntular halı, keçe örtü, at koşum takımları, çeşitli silahlar, elbiseler, kemer tokaları ve demirden üretilmiş ev eşyalarıdır. Bunların üzerindeki desenler ve süslemeler bozkır hayvan üslubunu meydana getirmektedir. Ağaç oymalardan yapılan at yular takımlarındaki yanak süsleri dikkat çekmektedir. At eyerlerindeki süslemeler de doğadaki hayvan mücadelelerini yansıtır. Hun öncesi döneme ait Pazırık halısı dünya tarihinin ilk düğümlü halısı kabul edilmektedir.
Alıntıdır.
Çin-Hun Savaşlarının Yeniden Başlaması
Çin yeni bir döneme girmiş; Han sülalesi yönetimi, selefi Ch’in yönetiminden farklı çıkmıştı. İç savaşlara son verilmesi, Büyük Çin Seddi gibi yüksek maliyetli projeden vazgeçilmesi, ziraat ve sanat konusunda olumlu gelişmelere yol açmış; ticaret canlanmış, nüfus artmaya başlamıştı. Hun ve Tankut saldırılarına rağmen ülke, günden güne değil, saatten saate zenginleşmeye devam etmiş ve Çin, sınırsız imkanlara kavuşmuştu. Çinliler, becerikli ve gözardı edilemeyecek bir halk haline gelmişler; yarınlarına emin gözlerle bakar olmuşlardı. M.Ö. 140 yılında tahta oturmuş olan Wu-ti, halkının neye ihtiyacı olduğunu anlamıştı. Çinliler’in çevresi düşmanlarla çevrilmişti ve bunların başında da Hunlar geliyordu. İmparator Wu-ti, Çin ve Hunlar’ı birbirine denk hale getiren aşağılayıcı bir barış anlaşmasını bozmaya hemen cür’et etmemiş; aksine, bir takım ekonomik zararları göze alarak, söz konusu anlaşmaya serbest ticaret maddesini de ilave etmişti. Fakat bir yandan da yavaş yavaş savaşa hazırlanıyordu. Bir sonraki yıl, en yakın adamı Chang Ch’ien’i, Yüeçiler’i bulup, onları Çinlilerle aynı anda Hunlar’a saldırma konusunda ikna etmek amacıyla gönderdi. Fakat Wu-ti, daha Chang Ch’ien’in görevini yapmasını bile beklemeden, kendisi harekete geçti.
Aslen Ma-i şehrinden olan diğer bir casus Hieh-İ, güya imparatorun gizli emriyle bir takım hediyelerle Hunlar’a geldi ve yabgunun itimadını sağlayarak, ona kendi şehrini yağmalamayı teklif etti. Ma-i’nin zenginliği karşısında iştahı kabaran yabgu, casusun sözüne kanarak, 133 yılında 100 bin kişilik bir orduyla Çin sınırlarından içeri daldı.
Çinliler’in istediği de bu idi: Savaşa hazır 300 bin kişilik ordu, Ma-i sırtlarının arkasına gizlenerek, Hunlar’ın şehre girip ganimet toplamaya başlamasını bekliyordu ve âni bir saldırı ile onları kuşatma altına alıp, tamamen yoketmek amacındaydı.
Hunlar, düşmanın toparlanmasına fırsat vermemek amacıyla, cebri bir yürüyüşle ilerliyorlardı. Henüz Ma-i şehrinin 100 li (yaklaşık 40 km) açıklarındaki bir merada, kalabalık bir sürüye rastladılar. Sürünün başında çobanları yoktu. Muhtemelen Çin ordusunun pusuya yatarak Hunlar’ın yaklaşmasını beklediğini öğrenen halk, malı mülkü bir yana bırakarak, canını kurtarmanın telaşına düşmüştü. Fakat yabgu, hiçbir Çinlinin Hun atlılarına karşı koyacak gücü olmadığı için, kimsenin çobanları Hunlar’ın gelişi konusunda uyaramayacağının hesabını yaparak, şehir sakinlerinin ortada görünmemesinden şüphelendi.
Bazan çok önemsiz şeyler, olayların seyrini değiştirebilir. Sınır boyunda dolaşmakta olan Çinli bir kumandan (yü-shih), istihkamını savunmaya kalkışınca, Hun süvarileri onu kuşatma altına aldılar. Zavallı yü-shih gözetleme kulesine kapanmak zorunda kaldıysa da, Hunlar uzun mızraklarıyla kule çevresinde kümelenen Çinlileri darmadağın edince, aşağı inip, teslim olmaktan başka çaresi kalmadı. Yabgunun karargahına getirildi ve böylece savaşın ilk ganimeti oldu. Durumdan zaten şüphelenmekte olan yabgu, onu dikkatlice sorguya çekti. Esir, hayatını kurtarabilmek için bülbül gibi öterek, Çin ordusunun kurduğu tuzağı anlattı. Hemen geri dönülmesini emreden yab-gu, sınıra varınca “Kurtuluşumu bana bu yüşiyi gönderen Sema’ya [Tanrı’ya] borçluyum” dedi. Sonra da elindeki bu tek savaş esirini serbest bıraktı. Fakat ülkesine dönerse onu öldüreceklerini bildiği için, yanında alıkoyup, ona “Gök Prensi” [T’ien-wang] ünvanını verdi.
Çinli kumandanlar, Hunlar’ın Ma-i’ye saldırmasını bekledikleri için yerlerinden kımıldamamışlardı. Öfkeden küplere binen Wu-ti, General Wang K’ai’ı (Wan Gay okunur) mahkemeye verdiyse de, başkumandan, celladın kılıcı altına yatırılmaktan korktuğu için, intiharı tercih edip, kendini öldürdü. Çin, ağır ve ümitsiz bir savaşla karşı karşıya kalmıştı. Generalin intiharına rağmen Çin ordusu, Hun topraklarından içeri girebilme imkanına sahip idiyse de, bunu yapmadı. Bu tuhaf, fakat aynı zamanda Hunlar’ı kurtaran tersliği nasıl izah edebiliriz? M.Ö. 131 yılında Huang-ho nehri, Hu-ch’e köyü (Shan-tung eyaletinde) civarındaki bendi yıkarak yatağını değiştirmişti. Bu olayı tasvir eden şöyle bir dörtlüğe rastladık: Ah, ne kadar da acımasızdı Ho-pei Binlerce insanı yuttu dalgalar Sang-fu’yu yutarak bastırdı Huai üstüne Daha da dönmedi geri; doğduğu yere!İmparator, büyük yarığı kapatmak için 100 bin kişi gönderdi. Herhalde bunlar arasında sınırı bekleyen askerler de vardı ki, Hunlar rahat bir nefes aldılar.
Hunlar’ın Kayıpları
Bu olaylar olduktan sonra, artık barıştan söz edilemezdi. Yine de ilk dört yıl boyunca, her iki taraf da önemli operasyonlara girmedi. Hun akıncı birlikleri, Kuzey Çin’in çeşitli şehirlerine yağma saferleri düzenlerken, Çinliler savunmada kalmayı tercih ettiler. Ancak, işin enterasan tarafı, Çin sınırı boyunca bozkırda kurulan pazarlarda yoğun bir ticaret yapılmasına rağmen, Hunlar, kendilerine ipek ve tatlılar temin eden Çinli tacirleri kesinlikle tâciz etmiyorlardı. Her iki taraf da tâcirlere dokunmuyordu. Fakat 129’da Çin yönetimi, millî mahsulatının düşmanın eline geçmesinin önlenmesine karar vererek, serbest ticareti yasaklamayı uygun gördü. Bu kararı uygulamaya koymak için bölgeye her biri on bin süvariden oluşan dört kolordu sevkedince, Hunlar bunların karşısına dikiliverdiler.
Kabiliyetli Çinli kumandan Wei, Ch’ing kurnazca bir hareketle düşmanı tuzağa düşürüp, Lung-ch’eng’de (Lunçen okunur) 700 kişiyi esir aldı. Bu esirlerin Hun mu, yoksa Çinli tâcirler mi olduğu konusunda kronikler herhangi bir bilgi vermiyorlar. Diğer bir kumandan, herhangi bir şey elde edememekle birlikte, kimsenin burnu kanamadan geri döndü. Üçüncü kumandan, emrindeki 10 bin kişiden 7 binini kaybetti ve elinde kalanlarla geri çekildi. Dördüncüsü Hunlar’a esir düştüyse de, daha sonra kaçmayı başararak ülkesine döndü. Son iki kumandan mahkemeye verildi, ama bu, cephedeki durumda herhangi bir değişiklik yapmadı.
Kazandıkları başarılarla coşkuya kapılan Hunlar, saldırılarını artırdılar. Bir sonraki yıl, yani 128’de, 20 bin Hun atlısı Liao-hsi (Layo-si okunur) şehrine girerek, oradaki askerleri öldürüp Pekin’in batısında yer alan Yai-men’e (Yaymın okunur) geldiler. Burada da yağmada bulunarak, üç bin kişiyi savaş esiri olarak alıp götürdüler. Hunlar’ın bu saldırısına karşı cevap vermek amacıyla, Wei Ch’ing kumandasında bir ordu sevkedildi ve Çinliler birkaç bin kişiyi esir alarak geri döndüler.
Wei Ch’ing, daha sonra Ordos’a girerek, orada yaşayan Lou-fang ve Bayan (Pa-yang) kabilelerini talan etti. Birçok esir ve sürüyü ganimet olarak alıp götürdü. Çinliler, Ordos’u güçlendirmek amacıyla Sarı Nehir sahillerinde bulunan eski kaleyi tahkim ettikten başka, Shuo-fang (Şofan okunur) adında yeni bir kale daha kurdular. Hunlar, bu saldırılara karşı Büyük Seddin doğu kesiminde bulunan Chao-yang kasabasını ele geçirerek cevap verdiler.
126. yılın kış aylarında, Me-te’nin torunu yabgu Kün-çin öldü. Kün-çin, [Chün-ch’en] dedesinin kurduğu devletin sınırlarını küçültmediği gibi, kendisinden kat kat güçlü düşmana karşı da altı defa savaşa girmişti. Ordos’un elden çıkarılması, Hunlar için ağır bir kayıp sayılmazdı. Çünkü zaten ora ahalisi Hunlar’a yabancı olan Tankutlar’dı. Halbuki buna karşılık Hunlar’ın Yin-shan’daki sınırları genişlemiş, ticaret devam etmiş; Çin sınırındaki kasabalar tarumar edilmiş ve savaşlar sırasında Çin ordusu Hunlar için kolay bir lokma olmuştu. Ancak, İmparator Wu-ti inatçı biriydi ve savaşı sürdürüyordu.
Yabgu Kün-çin’in ölümü Hunlar arasında iç savaşlara sebep oldu. Kardeşi olan Doğu Lu-li-prensi İ-ch’ih-hsieh, (İçisiye okunur) “kendini yabgu ilan etmiş” ve Kün-çin’in oğlu Yü-pi’yi (Yübi okunur) ağır bir hezimete uğratmıştı. Çin’e kaçan Yü-pi, orada hüsn-ü kabul görmüş, iltifatlara mazhar olmuş, fakat çok geçmeden ölmüştü. Prensler arasındaki çarpışmalar, birkaç gün içinde sona ermiş ve neyse ki Hunlar için olumsuz sonuçlar doğurmamıştı. İ-chih-hsieh, büyük bir enerjiyle Çinliler’e karşı savaşı sürdürmeye devam etti. 126. yılın yaz ve güz aylarında Çin’in kuzey-doğu kasabaları (Bugünkü Ho-pei, Li-ao-hsi ve Liao-tung), Yin-shan’ın ormanlık bölgelerini kendilerine üs olarak seçen Hunlar tarafından yerle bir edildi. Ülkenin batı tarafı da huzursuzdu. 125’de Batı Chu-ki-prensi, Ordos’a girerek Shuo-fang’ı yağmaladı ve devlet memurlarıyla halktan birçok kişiyi esir alıp götürdü.
Bu durum karşısında İmparator Wu-ti, ayıplanan ve maneviyatı bozulmuş olan orduya yeni bir şekil vermeyi kararlaştırdı ve her şeye rağmen bunun faydaları görülecekti. Düşmanın süvari birlikleriyle savaşabilmek için, yanına sadece yiyecek içecek alan hafif süvari alayları teşkil edilmeye başlandı. Bu alaylar, savaşı Hun bozkırlarına taşıyacaklardı. Ancak bunların hazırlanması zor ve pahalıydı. Bundan başka, bu alaylar savunma için yeterli olamadıkları gibi, öfkeli düşmanın saldırılarına karşı ülkeyi korumaktan da âciz kaldılar. Fakat bunun, o an için yapılabilecek olanın en iyisi olduğunu kabul etmek gerekir.
Atlı saldırı birliklerinin başına, yine Wei Ch’ing getirildi.
124. yılın ilkbaharında 100 bin kişilik orduyla Ordos’tan harekete geçen Çin ordusu, batıdaki Hun göçebelerine saldırarak, onları gafil avladı. Batı Chu-ki-prensin karargahında bulunanlar, kendilerini eğlenceye vermişlerdi ve sarhoştular. Halbuki Çin ordusu, cebri bir yürüyüşle 700 li (yaklaşık 300 km) ilerleyerek, bir gece karargahı kuşatma altına alıverdi. Chu-ki-prens kendi canını kurtarmayı başarırken, aralarında on adet düşük rütbeli prensin de bulunduğu 15 bin kişi esir düştü.
Aynı yılın sonbaharında, Hunlar bir karşı saldırıyla cevap vererek, Ho-pei’in batısındaki T’ai-kung’u yerle bir edip, Çin sınır birliklerini kılıçtan geçirdiler ve bin kadar savaş esirini beraberlerinde alıp götürdüler.
123’de Wei Ch’ing, doğudaki göçebelere iki saldırı düzenlediyse de, bu defa umduğundan daha az başarılı olduğu gibi, pekçok kayıp da verdi. Hatta birliklerinden birisi, Hunlar tarafından kuşatma altına alınmış ve teslim olmak zorunda kalmıştı. Bu birliğin kumandanı, son kardeş kavgaları sırasında Çin’e kaçmış olan Chao Hsin adında tâli dereceli bir Hun prensiydi. Yabgu İ-ch’ih-hsieh, ondan intikam alacağı yerde, kızkardeşiyle de evlendirip, onu Çin’le ilgili konularda kendisine danışman yaptı. Chao Hsin, yabguya, Çin ordusunun habersiz bir baskınına maruz kalmaması için karargahını kuzeye taşımasını tavsiye etti. Böylece yabgu, Çin ordusunu bozkırın içlerine doru çekecek ve sonra yorgunluktan bitkin hale gelen düşmana saldırıp, imha edebilecekti. Yabgu, Chao’nun bu tavsiyesini makul görerek karargahını kuzeye taşıdı. Bu arada Çin’le olan savaş durumunu sürdürdüyse de, 122 yılında yapılan saldırı pek de semereli geçmedi.
Bu sıralarda İmparator Wu-ti, ordusunu yeniden teşkilatlandırma işini tamamlamış ve 121 yılının bahar aylarında Çinliler saldırılarına tekrar başlamışlardı. Başkumandan Huo Ch’ü-ping, (Hogübin okunur) onbin süvariyle batılı göçebe Hunlar’a saldırarak, kılıçtan geçirdi ve birçok esirle birlikte Hunlar’ın kurban sundukları altın idolu alıp götürdü. Aynı yılın yaz aylarında Huo Ch’ü-ping, bu defa, Tanrı Dağları (T’ien-shan)ın eteklerindeki göçebe Hunlar’a saldırarak, aralarında 70 kadar tâli dereceli prens ve kumandanın da bulunduğu 30 bin kişiyi esir aldı.
Batıda ağır darbeler alan Hunlar, saldırılarını doğuya teksif ettiler. Kendilerine karşı çıkan dört Çin birliğini (4 bin kişi) kuşatarak yarısını kılıçtan geçirdilerse de, hemen yardıma gelen diğer orduların destekleriyle, kalanlar kellelerini kurtarmayı başardılar.
Savaş, gittikçe kızıştı ve 120’de Hunlar, Shan-si’deki Yu-pei-ping (Yübeybin okunur) ve Ting-hsiang (Dinsiyan okunur) yerle bir edip, pekçok kişiyi esir alıp götürdüler. Artık, savaş alevleri her tarafa yayılmıştı.
Fakat İ-ch’ih-hsieh yabgu, büyük bir hataya düştü. Batı cephesindeki başarısızlıklardan dolayı küplere binerek, haklı olup olmadıklarına bakmaksızın, Hü-chui ve Hun-shieh kabilelerinin prenslerini sorumlu tutup, kellelerinin vurulmasını emretti. Durumunun ümitsiz olduğunu anlayan Hun-shieh prens, ihaneti ölüme tercih etti. Panik halindeki Hü-chui prensi öldürerek, kendi kabilesiyle onunkini alıp Çin tarafına geçti. Çin’e sığınanların sayısı 120 bin kişi idi. Hun-shi-eh prensin ihaneti, cephedeki durumun tamamen değişmesine yol açtı. Hunlar’ın Kuzeybatı Çin’e (Ho-hsi) yaptıkları saldırılar, giderek azalmaya başladı. Bu durum, İmparator Wu-ti’ye, iyi eğitilmiş ordunun yarısını kuzeybatı sınırından çekerek, onların yerine biraz savaş tecrübesi edinmiş zavallı köylüleri yerleştirme imkanı sağladı. Çünkü eğitimli ordu, daha başarılı saldırılar gerçekleştirme planları peşinde koşan imparatora gerekliydi.
Wei Ch’ing’in Hunlar’la Savaşı
Wu-ti, Hun yabgusuna ölümcül bir darbe vurmaya karar vermişti. Bunun için büyük bir süvari ordusu (100 bin?!), onun birbuçuk misli yedek at (140 bin) ve yeterinden fazla iaşe hazırlandı. Bütün mesele, bu ordunun Gobi’yi aşarak, önü Alashan prenslerinin karargahlarıyla kesilmiş bulunan yabgu otağına ulaşabilmesiydi.
Esasen Hun göçebeleri, öküzlerle çekilen arabalarla çok yavaş yol alıyorlardı ve düşman süvari birlikleri onlara kolaylıkla yetişeceğinden, böyle bir güçlük aşılamayacak bir problem sayılmazdı. Diğer yandan, Hunlar’ın bütün servetleri, sahip oldukları koyun sürüleriydi; büyük boynuzlu sürüleri ve atları ise onlar için ikinci derecede öneme sahipti.
Koyun sürülerini düşman süvarilerinin önünden kaçırabilmek imkansızdı. Bu yüzden Halha steplerine ulaşmış olan Çinliler, Hunlar’ı bir meydan savaşına çekip, orada bir darbeyle işlerini bitireceklerini sanıyorlardı. Eğer bunu yapamazlarsa, sınırdan uzaklaşmış olan Çin ordusunun hiçbir kurtuluş ümidi kalmazdı. Bu sebeple her şey, en ince teferruatına kadar düşünülmüş ve hazırlanmıştı.
Wu-ti, “bütün bir Orta Vaha İmparatorluğu’nun gıda ihtiyacını karşılamaya” yetecek kadar parayı, ordunun silahlanması, iaşesi ve üniforması için hiç düşünmeden harcamıştı, ama onun da hesabı, bütün bu masrafları elde edilecek ganimetlerle karşılayabileceği şeklindeydi. 119’da Çin ordusu, Wei Ch’ing ve Huo Ch’ü-ping’in kumandasında iki koldan harekete geçtiyse de, bu hareketi gizli tutmayı başaramadılar.
Çin ordusu, daha Gobi’nin kumlu çöllerine ulaşmadan, yabgu İ-ch’ih-hsieh, göçebelerinin çadırlarını ve otağını çok uzağa gönderip, en seçkin ordusuyla çölün kuzey uçlarında düşmanı beklemeye başladı. Onunla karşılaşan Wei Ch’ing, savaşı kabul ederek, bütün gün çarpışmasına rağmen, her iki taraf da bir netice alamadı. Akşama doğru, gözleri kör edecek kadar çok güçlü bir kum fırtınası çıktı. Böyle bir havada ok kullanmak mümkün değildi. Çünkü atılan ok, başka bir yöne gidiyordu. Hunlar, ok atma konusunda son derece maharetliydiler, ama bu defa ağırlıklarından mahrum kalmışlardı ve bu da Çinliler’e iyi bir fırsat vermişti. Safları daraltarak, Hunlar’ı kuşatma alına aldılar. Gırtlak gırtlağa bir boğuşma başladı. Yabguya herhangi bir ok isabet etmemişti. Hassa birliklerinden birkaç yüz gözüpek yiğitle bir yarma hareketine girerek, gece karanlığından faydalanmak suretiyle, çember dışına çıkmayı başardı.
Fırtına ve karanlık, her iki tarafı da sindirmişti. Hun savaşçıları Çinli askerlerin arasına karışmış; gecenin karanlığında bir kör döğüştür devam ediyordu. Hun ordusunun büyük kısmı, yabgunun peşinden gitmişti, ama orduyu toplayıp, yeniden savaş düzenine geçirmek mümkün olmadı. Sih-ma Ch’ien’e göre Hunlar’ın kayıpları, 19 bin kişiydi. Bu, elbette kesin bir rakam olamaz. Oturup, tek tek saydın mı be adam!
Çin Ordusunun Başarıları
Wei Ch’ing, saldırıları sürdürmeyi deneyerek, Chao Hsin’le birlikte kaçan ve Çinlileşenlerin kurduğu Chao-hsin-ch’eng kasabasına kadar ilerledi. Tarihî kaynaklar, bu kasabanın ele geçirildiğinden bahsetmezlerse de, Çin ordusunun geri çekilmeleri buradan başlamıştır. Çinli tarihçi, Çinlilerin 100 bin at kaybettiklerini belirtmekle birlikte, ne kadar asker kaybettiklerini resmî tarihinde bahsetme cesaretini gösterememiştir. Wei Ch’ing, bir zafer kazanmıştı, ama bu şişirilmiş bir zaferdi. Çünkü doğuda faaliyet gösteren Huo Ch’ü-ping, bazı önemli neticeler elde etmiş; Doğu Chu-ki-prensini yenmiş ve 70 bin savaş esiri aldığına göre, muhtemelen onun otağını da ele geçirmiştir. Bu olaydan sonra Hunlar, Yin-shan’ı terkederek Halha’daki kumlu çöllere çekildiler.
Wu-huanlar, Hunlar’ın hakimiyetinden çıkarak, Çin sınır boylarına (Mançurya’ya) yerleştiler. Çin yönetimi de bölgeye yeniden 60 bin kişilik savaş gönüllüsünü alelacel götürüp yerleştirdi. Buraya yerleşenler, sulama kanalları açtılar ve daha münbit topraklara sahip olabilmek amacıyla, yerli göçebeleri kovdular. Azad köylüler gelip bölgeye yerleşirken, askerler ve devlet memurları da itaat arzeden bozkırlılar ve onların boy eşraflarını denetleme işini üzerlerine aldılar. Böylece Gobi Çölü, Çin’le Hunlar arasında sınır haline geldi.
119 yılı olayları, her iki tarafı da bitirmiş; ne Hunlar’da, ne de Çinliler de savaşı sürdürecek güç kalmıştı. Yabgu İ-ch’ih-hsieh, barış müzakerelerini başlatmak için teşebbüslerde bulunmasına rağmen, Çinliler onu vassal bir komşu olarak görmeye devam ettiler. Bu durumu bir tür hakaret olarak telakki eden Hun yabgusu, Çin elçisini alıkoydu. İmparator Wu-ti de, Hun elçisini alıkoyarak, yeniden asker ve at toplamaya başladı. Fakat bu asker ve atlar, ona başka bir iş için lazım olacaktı. Çünkü Çin’in batı sınırlarında, Kukunor Gölü civarında Tibetliler güçlenmişlerdi. Çin ordusunun Alashan ve Nan-shan eteklerini ele geçirmesi, hem Tibetliler, hem de Hunlar için hayra alamet değildi. Üstünlüğü ne pahasına olursa olsun elde tutmak isteyen Çinliler, “Hunlar’ın Ch’ianglar’la ilişkilerini engellemek için” hemen fethedilen bölgeyi tahkim etmeye giriştiler. Tibetliler hiç beklemeden savaşa girince, Wu-ti, 117’de esasen Hunlar’la hesaplaşmak için topladığı orduyu onlar üzerine sevketmek zorunda kaldı. Hunlar ise, 12 yıllık bir istirahat döneminden sonra, artık Çinlilerle hesaplaşacak duruma gelmişlerdi.
112-111 yılları arasında Çinliler, Tibetliler’i Sarı Nehir ve onun bir kolu olan Huang-shu’nun ötesine atmayı başardılar. Fakat bu olay, üç büyük Tibet kabilesinin aralarındaki düşmanlığa son vererek, birleşmelerine; bunu müteakiben de Hunlar’la temasa geçmelerine zemin hazırladı ve böylece bir karşı taarruz başladı. Çinliler, bu saldırıları durdurabilmek için, daha büyük ordulara ihtiyaç duydular, ama dağlıları itaat altına almak mümkün olmadı. Dağlılar, batıya geçerek, Kukunor Gölü civarına karargah kurdular. Böylece Güney Nan-shan sıradağlarının bir kolu, iki taraf arasında sınır kabul edildi ve savaş 107’de sona ermiş oldu.
İmparator Wu-ti, çok büyük güçlerle, kuzey ve güney göçebelerini birbirinden ayırmaya muvaffak olmuştu, fakat bu, daha ziyade stratejik bir başarıydı. Çünkü ele geçirilen topraklarda zaten kimse yaşamıyordu ve buralar Çinli savaş gönüllülerine tahsis edilecekti, fakat bu tedbirler tamamlanamadı.
Yabgu İ-ch’ih-hsieh, 114’de ölmüş ve tahta oğlu Wu-wei geçmişti. Görünüşe göre Wu-wei, kendi halinde, savaşmaktan hoşlanmayan biriydi. Kuzeydeki baş ağrılarına son veren Wu-ti, bakışlarını güneye çevirmişti. Çin’in güneyinde biri Kuang-tung, diğeri Hindiçin’de bulunan iki Yüeh prensliği bulunuyordu. Wu-ti, 113’de bu iki prensliği ele geçirmiş; Hindiçin Yüeh prensliğinin başında bulunan kişiyi imparatorluk sarayının kuzey kapısındaki bir hücreye kapatmıştı. Sui ve K’un-ming (Birma) ülkelerine yapılan seferler, daha az başarılı olmuştu ve balta girmez cangıllarda yaşayan savaşçı halklar Çin ordularının ilerleyişini durdurmuşlardı.
Yüeh’lere karşı kazandığı zafer Wu-ti’yi coşturmuş ve hemen Hal-ha’ya iki ordu sevketmişti. Fakat her iki ordu da Hunlar’a rastlayamadan geri döndü.
110’da imparator, kuzey ordusuna resmî bir geçit yaptırmaya karar verdi. Shuo-fang kalesinde 180 bin süvari toplanmıştı. Bu bir askerî gövde gösterisi olmalıydı, fakat Wu-ti’nin kafasında birden yabguyu korkutarak, vassalı olmaya zorlama düşüncesi geçiverdi. Ne var ki yabgu, Çin teklifini dinlemeye bile tahammül edemedi ve Çin elçisine kurulan otağda kendisi için yapılan bir gösteri sırasında seremoniyi tertipleyen kişinin kellesini kestirdi. Yine de Hunlar saldırıya geçmediler ve bir yandan atlarını dinlendirirken, bir yandan da sürek avıyla meşgul oldular. Bu, fırtına öncesi sessizliği idi. Fakat bu defa, Wu-ti de Hunlar’a karşı hareket etme cesaretini gösteremedi. Çünkü doğuda yeni ve karmaşık bir durum ortaya çıkmış ve imparatorun halletmesi gereken en önemli problem haline gelmişti. Çinli göçmenleri kabul etmekle kalmayıp, onları kendi tarafına çekmeye çalışan Kuzey Kore Ch’ao-hsien (Çaosyen okunur) Devleti’yle pürüzler çıkmıştı.
Wu-ti, 109’da Ch’ao-hsien’e karşı bir ordu ve savaş filosu sevketti. Çinliler’i karada ve denizde mağlup eden Koreliler, Çin’le şerefli bir barış anlaşması yapmak istediler. Çin’e gönderilen Kore elçisi, aynı zamanda ülkenin veliahtıydı. Çin’e gelince haince öldürüldü. Bir sonraki yıl, savaş yeniden başladı. Takviye kuvvetleriyle desteklenen Çin ordusu, Ch’ao-hsien’in başkentini karadan ve denizden kuşattıysa da, general ve amiral arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle, harekat başarıya ulaşamadı. Sonunda Çinliler, Kore devlet erkanından bazı subayları satın almayı başardılar ve onların yardımıyla Ch’ao-hsien prensi haince öldürüldü. Böylece Ch’ao-hsien Çin’in hakimiyetini kabul etti ve savaş 108’de sona erdi. Ne var ki bu başarılı sona rağmen, Çin ordusu ve subayları savaşta performans gösteremedikleri için, bazı kumandanların kellesinin vurulması ve ordunun yeniden organize edilmesine ihtiyaç duyulması; dolayısıyla, Hunlar’a karşı behemahal ciddi bir savaş sürdürülebileceği düşünülemezdi.
İşte 107 yılında Çin-Tibet savaşı bu şekilde bitmiş, 105’de ise Hun yabgusu “uysal” Wu-wei, tahtı genç ve savaş tutkunu oğlu Wu-shih-lu’ya (Uşilü okunur) bırakarak ölmüştü.
Lev Nikolayeviç Gumilev
Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...