6 Haziran 2022 Pazartesi

GÖK-TÜRK DEVLETİNİN İKİYE AYRILMASI VE DOĞU GÖK-TÜRK DEVLETİ - 2

 Baga Kağan Devri (587-588)


Işbara Kağan ölmeden önce, kendinden evvel olageldiği üzere oğlu yerine yabguluk vazifesi ifa eden kardeşi Ch'u-Io-hou'yu Doğu Gök-Türk tahtına vasiyet etti. Bunu yaparken de oğlu Yung-yü-lü'nün zayıf ve çekingen olmasına sebep göstermişti. Tahta geçemeyip kağan olamayan Yung-yü-lü bu duruma itiraz etmedi. Bilakis amcasına destek verdi. Aslında Yabgu Ch'u-lo-hou, kendisinin yeğeni tarafından tahta çağrılışında önce şüphelenmişti. Bu şüphelenmeden kaynaklanarak amca-yeğen arasında bir iki mektup teatisi oldu. Gök-Türk tarihi İçin çok önemli değere sahip bu mektupların tam tercümesini vererek durumu açıklamayı daha uygun buluyoruz: "Biz Gök-Türkler, Mukan Kagan'dan beri daima esas kadınlardan doğan çocuklardan büyük kardeşlerin yerine küçük kardeşler geçmiştir. Zorla taht gaspedilip, ataların usulleri bir kenara atılıp, saygı gösterilmiyor; sen tahta geçersen ben seni selâmlamaktan korkmam". Yung-yü-lü tekrar elçi gönderip Ch'u-lo-hou'ya dedi ki: "amcam ve babam ayrı vücud iseler de birleşmişlerdi. Ben onların çocuğuyum. Fakat, nasıl çocuktan isyan edeceği fikrine düşersiniz? Amcam gençlere mi tenezzül ediyor? Ayrıca babamın emri var. Onu mu çiğneyeceğiz? amcamın hiç şüphe etmemesi arzusundayım, bunu ortadan nasıl kaldırabiliriz?". Bu arada Yung-yü-lü küçük kardeşi Ju-tan Tegin'i, Hoten'in yeşim taşlarıyla Çin'e göndererek, bunları sundu.





Neticede kağan olarak tahta geçen Ch'u-lo-hou yabgu unvanını bıraktı ve yerine Baga (Mo-ho) Kağan unvanını aldı. Yeğeni Yung-yü-lü ise yabgu oldu. Yeni kağan da siyasî olarak Çin'in üstünlüğünü kabul ediyordu. Bunu belirtmek için de hemen elçi göndererek bağlılığını bildirdi. Sui imparatoru da karşılık olarak araba ve süvari generali Ch'ang Sun-shengi özel elçi sıfatıyla gönderip, Baga Kagani selâmladı, ayrıca davul ve sancak sundu. Çinli elçi Baga Kağanın yanına vardığında kağan 582 yılından beri devletin içini kemiren, yıllarca süren iç savaşlarla gücünü zayıflatan A-po'yu ortadan kaldırmak için destek istedi. A-po'nun daha önce Tanrı tarafından cezalandırıldığını 5-6 bin süvariyle dağların vadilerin arasında yaşadığını, onu yakalayıp, Çin'e sunmak arzusu taşıdığını belirtti. Sui imparatorunun da uygun görmesiyle batıya A-po'nun bulunduğu yere hücum eden Baga Kağan, onu canlı yakaladı. Aslında A-po'nun askerlerinin çoğu gidip, Baga Kağan'a kendileri teslim olmuşlardı. Canlı yakalanan A-po'nun öldürülmesine izin için tekrar Sui imparatoruna müracaat edildi. Bütün bu hadiseler sırasında Çin imparatoruna yapılan müracaat Doğu Gök-Türk devletinin Sui tesirine ne kadar çok girdiğini göstermekte idi. Bundan sonra A-po'nun akıbetinin ne olacağı konusu Çin sarayında müzakereye açıldı. Bazı Çinli devlet adamları canlı olarak Çin sarayına getirilip halka gösterilmesini teklif ederlerken, bazıları da hemen öldürtülmesi tavsiyesinde bulundular. Ancak, Sui imparatoru bunların hiç birinden tatmin olmadı. Gök-Türklerin iç yüzünü en iyi tanıyan Ch'ang Sun-sheng'in fikrini almak istedi. Casus Ch'ang Sun-sheng "Eğer Gök-Türkler Çin'e saldıracak olduklarında, onlara karşı savaşmak gerekeceğini, şimdi kardeşlerin birbirlerini mahvetmek zorunda olduklarını; A-po'nun suçunun devleti kötü idare edememesi değil, çok kötü ekonomik sıkıntı içinde bulunmasından kaynaklandığını, dolayısıyla öyle bir tehlike anında A-po'nun varlığının onları uzaklara çekeceğini, ikisinin anlaşmalarının bir araya gelmelerinin ise hiç bir zaman mümkün olmayacağını" söyledi. Devlet adamlarından dük Kao Kung da "efsanevî Çin İmpartoru Hsüan Yüan'den beri kuzey yabancılarının sınırları her zaman taciz ettiğini, o sırada ise Baykal Gölünün kenarında çok fakir ve Çin'e bağlı köle durumunda olduklarını, tarihte hiç bir zaman böyle bir vaziyetin gerçekleştiğinin duyulmadığını, dolayısıyla hayatta kalıp, siyasî olarak varlıklarını sürdürmelerini" tavsiye etti. Sui imparatoru Ch'ang Sun-sheng ve Kao Kung'un fikirlerini Çin'in menfaatlerine daha uygun bularak kabul etti.



Baga Kağan, 589 yılında batı tarafına doğru adını öğrenemediğimiz bir ülke üzerine doğru sefere çıktı. Bu sefer esnasında yapılan bir savaşta alnından okla vurularak öldü. Biz A-po tehlikesini ortadan kaldırdıktan sonra Baga Kağanın Tardu'yu da yenip devletin birliğini yeniden sağlayacağını düşünerek, bu komşu ülkenin Batı Gök-Türk devleti olması ihtimali bulunduğunu söylemenin lüzumlu olduğunu söylüyoruz. Ancak, kaynaklarımızda bu hususta maalesef yeterli bilgi yoktur.

Kaynaklarda ifade edildiği üzere Baga (Ch'u-lo-hou) 'nın görünüşü diğer Gök-Türk kağanlarından çok farklı idi. O uzun yanaklı, sırtı kambur ve açık renk yüzlü idi. Bunun yanında cesur ve akıllı olduğu da vurgulanmıştır.


Ahmet Taşağıl'ın Göktürkler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


DÎNİ SÖZLÜK “A”

  

 

AKLÎ VE NAKLÎ İLİMLER:

 

Fen ve din bilgileri.

 

AKRABÂ:

 

Aralarında neseb (soy), süt ve evlilik bakımından yakınlık bulunanlar.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Akrabâna (onları gözetmek, ziyâret etmek ve yardım etmek), fakîre ve yolcuya (durumlarına göre zekât ve yiyecek vermek sûretiyle) hakkını ver! Elindekini isrâf etme. (İsrâ sûresi: 26)

 

Ey ümmetim! Beni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, fakîr akrabâsı varken, başkalarına verilen zekâtı Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)

 

Akrabânıza yardım ve iyilik ediniz. Hâllerini, hatırlarını sorunuz. Muhtâç iseler ellerinden tutunuz. Onları incitmekten çok sakınınız. Babanızın emrinden sakın çıkmayınız. Amcanızın derdiyle dertleniniz. Dayınızın hâlinden gâfil olmayınız. Diğer akrabânızı akrabâlık derecesine göre arayınız ve onlara yardımcı olunuz. Böyle yaparsanız Allahü teâlânın ikrâm ve ihsânlarına kavuşursunuz. (Muhammed Rebhâmî)

 

AKTÂB:

 

Kutublar. Tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli zâtlar Kutb'un çokluk şeklidir.

 

ÂL:

 

Âile, akrabâ, tâbî.

 

Duâ olsun âline dahî eshâbına

 

Tâbiîn, ensâr ve hem ahbâbına.

 

(Süleymân Çelebi)

 

A'LÂ SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin seksen yedinci sûresi.

 

A'lâ sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). On dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmedeki (en yüce) mânâsına gelen "A'lâ" kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, Allahü teâlânın her türlü noksanlıklardan tenzîh edilmesi, uzak tutulması, Resûllulah'ın nasîhatlarından kimlerin faydalanıp kurtulacağı, kimlerin de istifâde edemeyip, azâba uğrayacağı, insanların dünyâ hayâtını tercih ettikleri halbuki âhiretin dünyâdan daha hayırlı


olduğu, çünkü dünyânın geçici, âhiretin ise devamlı olduğu ve daha başka hususlar bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî)

 

A'lâ sûresi birinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu:

 

Rabbinin o yüce ismini tesbîh et (O'nun; zâtında, sıfatlarında ve isimlerinde O'na lâyık olmayan her şeyden münezzeh (uzak, temiz) olduğuna inan. O'nun adını başkasına verme).

 

Dokuzuncu ve onuncu âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu:

 

(Habîbim) artık sen (fayda versin vermesin) insanlara nasîhat et, öğüt ver. Allahü teâlâdan korkan kimse, nasîhati, öğüdü dinleyecektir (ondan faydalanacaktır). Çok fâsık ve bedbaht olan o nasîhatlardan kaçınacak. O Cehennem ateşine girecek. (Âyet: 10-11)

 

Belki siz dünyâ hayâtını, (âhirete) tercih edersiniz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve devamlıdır. (Âyet: 16-17)

 

ALAK SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin doksan altıncı sûresi.

 

Alak sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). On dokuz âyet-i kerîmedir. "İnsanı kan pıhtısından yarattı"meâlindeki ikinci âyet-i kerîmede (kan pıhtısı ) mânâsına gelen "alak" kelimesi bu sûreye isim olmuştur. Sûre, ikra' (oku) diye başladığı için İkra' sûresi de denir. İlk beş âyet-i kerîmesi Kur'ân-ı kerîmin ilk inen âyetleridir. Sûrede çeşitli hususlar bildirilmekte ve bu arada Peygamber efendimize cephe alanlar, kavuştukları nîmete karşılık nankörlükte bulunanlar, gurûra kapılanlar tehdit edilmekte, Resûlullah efendimize, bu gibi kimselere iltifat etmemesi, secdeye (namaza) ve sâlih (iyi) işlere devam ederek Allahü teâlâya mânevî yakınlığa kavuşmaya çalışması emrolunmaktadır. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, Taberî)

 

Alak sûresinde meâlen buyruldu ki:

 

İnsan, ihtiyâçsız olunca, elbette azar. (Âyet: 6)

 

ÂLEM:

 

Allahü teâlâdan başka her şey, Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi, kâinât, varlıklar.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Elbette Allahü teâlânın bu âlemlere hiç ihtiyâcı yoktur. (Ankebût sûresi: 6)

 

Bütün varlıklar, Allahü teâlânın varlığına alâmet (delîl) olduğu, O'nun varlığını gösterdiği için, mahlûkların (yaratılmışların) hepsine "Âlem" denmiştir. Varlıkların aynı cinsten olanlarının her birine de, âlem, meselâ, insanlar âlemi, melekler âlemi, hayvanlar âlemi, cansız maddeler âlemi denir. (Teftâzânî, Seyyid Şerîf Cürcânî, Senâullah Pânî Pütî)

 

Âlem sonradan yaratılmıştır. Çünkü devamlı değişikliğe uğramaktadır. Böyle her değişen şey sonradan var edilmiştir. Âlem de devâmlı değiştiği için, o da sonradan yaratılmıştır. (Reyhâvî)

 

Cisimlerin, maddelerin, durmadan değişmeleri, birbirlerinden meydana gelmeleri sonsuz olarak gelmiş değildir. Yâni âleme, böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin bir başlangıcı var demek, âlemin var oluşunun bir başlangıcı var demektir. Yâni âlem yok iken, hepsi yoktan yaratılmış ve yine yok olacaklardır demektir. Âlemi yoktan yaratan ise, hep var olan, hiç değişmeden, sonsuz var olan Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi)

 

Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner,

 

Gam ve neşe insanda, böyle gelir böyle gider.


 

(Seâdet-i Ebediyye)


Âlem-i Kebîr (Büyük Âlem):

 

İnsandan başka bütün mahlûkât, kâinat ve içindekiler. Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en şereflisi ve en büyüğü Arş'dır. (İmâm-ı Rabbânî)

Âlem-i Ecsâd:

 

Yerler, dağlar, gökler gibi, ölçülebilen ve tartılabilen madde âlemi. Buna âlem-i halk, âlem-i şehâdet ve âlem-i mülk de denir.

 

Âlem-i Emr:

 

Arşın üstünde olup, madde olmayan, ölçülemeyen ve herkesin anlayamayacağı  âlem.

 

Buna, âlem-i melekût ve âlem-i ervâh (rûhlar âlemi) ve mekânsızlık âlemi de denir.

 

Âlem-i emrde sırayla; kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ denilen beş latîfe (makam, mertebe) vardır. (Ahmed Fârûk-i Serhendî)

 

Âlem-i halkın ötesi, âlem-i emrdir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Âlem -i emr bâzı bakımlardan âlem-i halktan üstün ise de, küllî fazîlet yâni her bakımdan üstünlük âlem-i halktadır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Âlem-i Ervâh:

 

Ruhlar âlemi.

 

Âlem-i Mânâ:

 

1. Rüyâ âlemi.

 

Peygamber efendimizi âlem-i mânâda görmek büyük bir devlet, büyük bir nîmettir. Nitekim hiç bir kâfir, hiç bir zındık, hiç bir mürted, hiç bir sûretle Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı âlem-i mânâda göremez. Zîrâ münâsebetleri yoktur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

 

Âlim ve sâlih bir zât olan Yûsuf bin Hüseyin'i mânâ âleminde gördüler. Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı, dediler. Rahmetiyle muâmele etti. Ne ile dediler. Hiç bir zaman ciddî söze şaka karıştırmadığım için, dedi. (İmâm-ı Gazâlî)

 

2.  Âlem-i emr.

 

Âlem-i Melekût:

 

Madde, his, akıl, ölçü âleminin üstündeki âlem.

 

İlimlerin hepsi his yolları ile değildir. Bir kısmı da âlem-i melekûta âittir. Bu dünyâ için yaratılmış olan hisler, âlem-i melekûtun bilinmesine perde olurlar. Onlardan kurtulmadıkça aslâ o âleme yol bulunmaz. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Âlem-i Misâl:

 

Varlıkların kendilerinin değil de sûretlerinin, görünüşlerinin bulunduğu âlem.

 

Âlem-i misâl, âlem-i şehâdet gibi vardır. Vehim ve hayâl değildir. Âlem-i misâl bütün âlemlerin (yaratılmışların) en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan her şeyin âlem-i misâlde bir sûreti, bir görünüşü vardır. Akla hayâle gelen şeylerin, mânâların bu âlemde bir sûreti, görünüşü vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Âlem-i Sagîr:

 

Yaratılmışların hepsinden kendisinde bir nümûne bulunduğu için insana verilen ad.

 

İnsan, âlem-i kebîrdeki (insan dışında bulunan âlemdeki) her şeyi kendinde topladığından, mahlûkların (yaratılan varlıkların) en kıymetlisi olduğu gibi, kalb de âlem-i sagîrde bulunan her şeyi kendinde topladığı için çok kıymetlidir. Kalbe Âlem-i asgar (en küçük âlem) ismi verilmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)


Âlem-i Süflî:

 

Dünyâ.

 

Âlem-i Zâhir:

 

Görünen âlem, dünyâ.

 

ALEVÎ:

 

Hazret-i Ali'ye mensûb olan.

 

1. Hazret-i Ali'nin hazret-i Fâtıma'dan olan çocukları : Hazret-i Hasan, hazret-i Hüseyin ve kıyâmete kadar çocukları. Hazret-i Hasan'ın çocuklarına şerîf, hazret-i Hüseyin'in çocuklarına seyyid denir.

 

2.   Hazret-i Ali ve çocuklarını sevenler ve onların yolunda gidenler. Bunlar diğer Eshâb-ı kirâmın da hepsini severler. Ehl-i sünnet müslümanları böyledir.

 

3.  Bu isimden faydalanarak diğer müslümanları kendi inançlarına çekmek isteyen Eshâb-ı kirâm düşmanı kimseler.

 

Hurûfî denilen bozuk kimseler, temiz müslüman olan hakîkî Alevîleri aldatmak için kendilerine Alevî diyorlar. Bu güzel ismi maske olarak kullanıyorlar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

 

ALEYHİMÜRRIDVÂN:

 

Allahü teâlânın rızâsı onların üzerine olsun veya Allahü teâlâ onlardan râzı olsun mânâsına duâ ve hürmet ifâdesi. İkiden fazla Eshâb-ı kirâmın ismi anıldığında, işitildiğinde ve yazıldığında söylenir ve yazılır. Bir kişi için aleyhirrıdvân, iki kişi için aleyhimerrıdvân denir.

 

Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, peygamberlerden sonra mahlûkların (yaratılmışların) en üstünüdürler. (Ömer Nesefî)

 

Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) son derecede çok severlerdi. Uğrunda, canlarını, mallarını, mülklerini, çoluk-çocuklarını, baba ve analarını ve vatanlarını terk ve fedâ ettiler. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)

 

ALEYHİSSELÂM:

 

Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun mânâsına daha çok peygamberler ve dört büyük melek için kullanılan duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm, daha çok kişi için aleyhimüsselâm denir.

 

Muhammed aleyhisselâm; "Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından korkuyorum. Bunlar nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasından koşmaktır" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Seâdet sâhibi o kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip ona; "Korkma, Erhamürrâhimîne (Allahü teâlâya) gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun" der. Böyle kimseye bundan daha şerefli sevinçli ve mutlu bir gün yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

ALEYHİSSALÂTÜ VES-SELÂM:

 

Peygamberler bilhassa Peygamber efendimizin ism-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince söylenen ve yazılan salât ve selâm (hayr duâlar) onun üzerine olsun mânâsına duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm daha fazla için aleyhimüssalâtü ves selâm denir.

 

Peygamber efendimiz aleyhissalâtü ves-selâm buyurdu ki: "Cehennem'e girmesi haram olan ve Cehennem'in de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz! Bu


kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren mü'mindir." (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

ÂL-İ İMRÂN:

 

İmrân âilesi. Süleymân aleyhisselâmın evlâdından İmrân bin Mâsân'ın kendisi veya onun kızı hazret-i Meryem ile oğlu hazret-i Îsâ. Âl-i İmrân'ın, Yâkûb aleyhisselâmın evlâdından İmrân bin Yeshâr'ın kendisi veya oğulları Mûsâ ile Hârûn aleyhisselâmın olduğu da bildirilmiştir.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Gerçekten Allahü teâlâ, Âdem'i, Nûh'u, Âl -i İbrâhim'i, Âl-i İmrân'ı (peygamberlik, rûhî ve bedenî üstünlükler vermek sûretiyle kendi zamanlarındaki) âlemlerin üzerine mümtâz kıldı(seçti). (Âl-i İmrân sûresi: 33)

 

Âl-i İmrân Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin üçüncü sûresi.

 

Âl-i İmrân sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). İki yüz âyet-i kerîmedir. Otuz üçüncü âyet-i kerîmede geçen Âl-i İmrân kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, Allahü teâlânın birliği, yüce sıfatları bildirilmekte, bütün peygamberlerin tasdîk edilmesi emredilmekte, onların hepsinin Allahü teâlânın kulları olduğu, bâzısını inkâr etmenin bâzısını ilah edinmenin yanlışlığı açıklanmakta, müslümanlara, Allahü teâlânın maddî ve mânevî ihsanları hatırlatılarak, bir hikmetten dolayı zaman zaman karşılaştıkları zahmetlere, musîbetlere sabretmeleri tavsiye edilmekte ve daha başka hususlar bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî)

 

Âl-i İmrân sûresinde meâlen buyruldu ki:

 

Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız. Cennet'in büyüklüğü gökler ve yer kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler. Öfkelerini belli etmezler. Herkesi af ederler. Allahü teâlâ, iyilik edenleri sever. (Âyet: 133-134)

 

Kıyâmet gününde Kur'ân-ı kerîm ve onunla amel edenler getirilirler. Kur'ân-ı kerîmin önünde, (en uzun oldukları ve en çok hüküm kendilerinde olduğu için) Bekara ve Âl-i İmrân sûreleri bulunacaktır. Bu iki sûre sanki iki bulut yâhut aralarında bir nûr bulunan iki siyah gölgelik veya sâhiblerini müdâfaa eden(savunan) saf bağlamış uçan iki kuş topluluğu gibi olacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

ALÎM (El-Alîm):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devâmlı ve eksiksiz bilen.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

O, her şeyi alîmdir. (Hadîd sûresi: 5)

 

El-Alîm ismi şerîfini söylemeye devâm edene mânevî sırlar açılır, hikmet ve mârifete kavuşur. (Yûsuf Nebhânî)

 

ÂLİM:

 

Bilen, ilim sâhibi.

 

1. Her şeyi bilen mânâsına Allahü teâlânın sıfatlarından biri.

 

Allahü teâlâ gizliyi de âşikar olanı da âlimdir. (Haşr sûresi: 22)

 

2.   Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve yüzbinlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş


ve yetiştirebilen müctehid.

 

Âlimler peygamberlerin vârisleridir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Ümmetimin âlimlerine hürmet ediniz. Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâik)

 

Âlimin yüzüne bakmak İbâdettir. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâik)

 

Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)

 

Âlimleri hafife alanların âhireti, ümerâyı (devlet başkanlarını) hafife alanların dünyâsı, dostlarını hafife alanların mürüvveti (insanlığı) yıkılır. (Abdullah bin Mübârek)

 

3. Bir ilim dalında yetişmiş mütehassıs kimse (uzman).

 

Allahü teâlâ birine iyilik vermek isterse onu fıkıh âlimi yapar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Fıkıh âlimleri kıymetlidir. Onlarla berâber bulunmak ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)

 

Âlimin kıymetini ancak âlim anlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

4. Öğreten, öğretici.

 

Ya âlim, ya talebe, yâhut bunları dinleyici ol. Bu üçten olmazsan helâk olursun. (Hadîs-i şerîf-Ahmed ibni Hanbel)

 

Âlimin bir nazarı bulunmaz hazînedir

 

Bir sohbeti yıllarca bitmez kütüphânedir.

 

(Seâdet-i Ebediyye)

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


İspanyol İstilacılar

 1519 Kasım ayında, resmi adı Hernan Cortes (1485-1547) olan bir İspanyol  400 kişiden oluşan keşif gücü ile Meksika'ya geldi. Yaklaşık 25 yıl önce 1492 yılında Cenevizli denizci Kristof Kolomb ispanya tahtının desteğiyle Orta ve Güney Amerika'ya yaptığı bir deniz yolculuğunun ardından Küba üzerinden karaya çıkmıştı. Cortes de aynı yolu izleyerek Küba üzerinden seyretti .

Cortes'in ordusu Tenochtitlan'a doğru ilerlerken Aztek yönetimindeki yerli halk İspanyollarla alay etmişlerdi. Aztek lideri Montezuma esir alınınca büyük bir savaş başladı.  İspanyollar yüzlerce Aztek asilini katlettiler. Montezuma da bu sırada öldürüldü. Cortes "Yeni İspanya'nın valisi oldu.

Büyük zenginlik vaadiyle cezbedilmiş İspanyollar, efsanevi "Altın Şehir El   Dorado"nun  peşinde  "Yeni  ispanya "da   keşifler   yapmaya başladı. Altın Şehir asla bulunamadı. Buna karşılık Peru ve Meksika'da gümüş buldular. Bunlar gemilerle İspanya'ya taşındı (Bu gelişme İspanya'yı Avrupa'nın en zengin ve en güçlü ülkesi yapacaktı).

İspanyol yerleşimciler yanlarında Avrupalılara özgü hastalıkları getirmişlerdi, çiçek ve grip gibi. Bu hastalıklar Amerika'daki yerli nüfusun önemli bir bölümünü yok etti. Milyonlarca insan gümüş madenlerinde  ve tarım alanlarında ölene dek çalıştırıldılar. Yaşanan can kayıpları Kara ölümle karşılaştırılabilir düzeydeydi: 1492-1650 yılları arasında yerli nüfusun %80-%90 oranında azaldığı tahmin edilmektedir. Çalışanlar öldükçe onların yerine Afrikalı köleler getirilmeye başlandı. Köle ticaretini büyük ölçüde   1500'lerde Brezilya ' yı işgal eden Portekizliler yapıyordu.


Alıntıdır.


Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


5 Haziran 2022 Pazar

Bitkilerde akılcı Savunma Sistemi

 Bitkiler kendilerini savunmak için çok çeşitli yollara başvururlar. Mekanik savunmada diken, kabuk gibi unsurlar kullanmalarına rağmen, bu silahların etkili olmadığı düşmanlar için özel yöntemler kullanırlar. Bitkilerin böyle durumlarda kullanmak üzere ürettikleri zehirli veya kötü tadı olan kimyasal silahları vardır. Buna verilecek en iyi örnek ısırganlardaki üstün savunma sistemidir. Asetilkolin ve histamin adlı kimyasallar harika bir mekanizmayla "enjeksiyon tüylerinde" biraraya getirilerek, bitkinin içinde stratejik noktalara yerleştirilmiştir. Bu bitkilere dokunulduğunda kimyasallar devreye girerek can yakıcı sıvıyı enjekte ederler.

3000 farklı bitki ailesinde 10.000'den fazla  alkaloid adı verilen zehir çeşidi tespit edilmiştir. Zaten küçük olan hacimlerinde bu kimyasalları depolamak kullanışlı olmadığı için birçok bitki alkaloid, fenol ve terpen gibi kimyasalları sadece ihtiyaçları olduğu zaman üretirler. Çok güçlü etkilere sahip olan bu kimyasallardan dopamin, serotonin ve asetilkolin, insanın merkezi sinir sistemindeki sinirsel taşıyıcılarıyla çok yakın yapısal benzerliklere sahiptirler. Hastalıklarda, ameliyatlarda acıları ve ağrıları dindiren ilaçların büyük bir kısmı bu maddelerden üretilmektedir.

Son zamanlarda araştırmacılar, bitkinin diğer bölümlerine yardım sinyali ulaştırmakla görevli, "jasmonatlar" adı verilen yeni bir kimyasal grubu keşfettiler. Bu sinyal iletim sistemi, memelilerdekine benzer bir şekilde çalışmaktadır: Bir bölgede hasar meydana geldiğinde, vücudun diğer bölümlerinde farklı tepkileri harekete geçiren kimyasalların üretimi başlar. Örneğin, kendisini oldukça zehirli nikotinle savunan tütün bitkisinde, saldırı jasmonik asit adı verilen mesajcı maddenin üretimini başlatır. Ya da bir tırtıl bir yaprağı çiğnemeye başladığında yaprak, köke doğru yol alan ve nikotin üretimini başlatan jasmonik asiti daha fazla üretir. Üretilen nikotin, yaprağın ön tarafına geri gönderilir ve bu kimyasalın yoğunluğu arttığı için en inatçı saldırganlar bile vazgeçmek zorunda kalırlar. Bazı yapraklar her 1 gram yaprak dokusunda 120 miligram nikotin taşıyacak kadar üretim yapabilir. Bu miktar 100 adet filtresiz sigaranın içerdiği nikotinden fazladır.

Bazı bitkiler böceğin salgılarını tadarak kendilerini hangi tırtılın yediğini anlar ve tırtılın türüne uygun karşılığı verirler. Mısır, pamuk ve pancar yaprakları, güve tırtılı (Spodoptera exigua) ordusuna karşı dışarıdan yardım çağırırlar. Yapraklar böcek salgısındaki volisitin adlı maddeyi hissettiklerinde, indol ve terpen adı verilen uçucu karışımları salgılarlar; havaya karışan bu kokular parazit avcısı yaban arılarını (Cotesia marginiventris) yaprağa çeker. Veya bir yaprak yaralandığında savunma genlerinin ürettiği "metil jasmonate" adlı maddeyi salgılar, komşu yapraklar da bu maddeyi koklayarak böceklerin saldırısını durduracak veya avcıları çağıracak diğer kimyasalları üretmeye başlarlar. Örneğin bakla bitkisinin herhangi bir yaprağı yara aldığında, (Vicia faba) komşu yapraklar, yaprak bitleriyle beslenen avcı böcekleri çeken bileşikler salgılamaya başlarlar. Böylece, dışarıdan yardım çağırarak düşmanlarından kurtulurlar.

 

Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak