5 Nisan 2022 Salı
DNA'nın Kendini Eşlemesi
Hücreler bölünerek çoğalırlar. Öyle ki, insan vücudu başlangıçta tek bir hücre iken bu hücre bölünür ve sonuçta 2-4-8-16-32... oranında bir katlanmayla çoğalır.
Peki bu bölünme işlemi sonucunda DNA'ya ne olur? Hücrede tek bir DNA zinciri vardır. Halbuki yeni doğan hücrenin de bir DNA'ya ihtiyacı olacağı açıktır. Bu açığı gidermek için DNA, her aşaması ayrı bir mucize olan ilginç bir seri işlem yapar. Sonuçta, hücrenin bölünmesinden kısa bir süre önce kendisinin bir kopyasını çıkarır ve bunu yeni hücreye aktarır!...
Hücrenin bölünmesi ile ilgili yapılan gözlemlerin gösterdiğine göre hücre, bölünmeden önce belirli bir büyüklüğe ulaşmak zorundadır. Bu belirli büyüklük sınırını aştığı anda ise bölünme süreci kendiliğinden başlar. Hücrenin şekli bölünmeye uygun şekilde yayvanlaşmaya başlarken, DNA da az önce belirttiğimiz gibi kendini eşlemeye başlar.
Bunun anlamı şudur: Hücre bir bütün olarak bölünmeye "karar vermekte" ve hücrenin içindeki farklı parçalar bu bölünme kararına uygun olarak davranmaya başlamaktadırlar. Hücrenin böylesine kollektif bir işi başaracak bilince sahip olmadığı açıktır. Bölünme işlemi, gizli bir emir ile başlar ve başta DNA olmak üzere hücrenin tümü buna göre hareket eder.
DNA, kendini çoğaltmak için önce karşılıklı iki parçaya ayrılır. Bu olay oldukça ilginç bir şekilde gerçekleşir. Yapısı sarmal bir merdivene benzeyen DNA molekülü, bu merdivenin basamaklarının ortasından fermuar gibi ikiye ayrılır. Artık DNA iki yarım parçaya bölünmüştür. Her iki parçanın da eksik olan yarıları (eşlenikleri) ortamda hazır bulunan malzemelerle tamamlanır. Böylece iki yeni DNA molekülü üretilmiş olur. Operasyonun her kademesinde enzim denilen ve adeta gelişmiş robotlar gibi çalışan uzman proteinler görev yapar. İlk bakışta basit gibi görünse de bu operasyon sırasında gerçekleşen ara işlemler o kadar çok ve karmaşıktır ki, olayı ayrıntılarıyla anlatmak sayfalar tutar.
Bu noktada şunu unutmamak gerekir. Atomların birleşiminden oluşan enzimler, DNA sarmalının yarısına bakar, eksik bölümleri tespit eder, eksikleri ilgili yerlerden temin ederek, en uygun yerlere eklerler. Bu şekilde DNA'nın kopyalanması gerçekleşmiş olur.
Kopyalama sırasında ortaya çıkan yeni DNA molekülleri denetleyici enzimler tarafından defalarca kontrol edilir. Yapılmış bir hata varsa—ki bu hatalar son derece hayati olabilir—derhal tespit edilir ve düzeltilir. Hatalı şifre kopartılıp yerine doğrusu getirilir ve monte edilir. Bütün bu işlemler öyle baş döndürücü bir hızla yapılır ki, dakikada 3.000 basamak nükleotid üretilirken bir yandan da tüm bu basamaklar görevli enzimler tarafından defalarca kontrol edilir ve gereken düzeltmeler yapılır.
DNA'nın çoğaltılması işleminin ne kadar büyük bir hızda gerçekleştiğini daha iyi anlamak için şu bilgiler daha da açıklayıcı olacaktır: Bir hücre bölünmesi 20 ila 80 dakika arasında sürer ve bu esnada DNA'daki bilgi de kopyalanarak çoğaltılmalıdır. Yani DNA'daki 3 milyar bilgi, 20 ila 80 dakika arasındaki bir sürede hiçbir hata, unutma veya eksiklik olmadan kopyalanabilmektedir. Bu, bir kütüphane dolusu bilginin veya 1000 kitabın veya bir milyon sayfalık yazının bu kadar kısa sürede hiç hata ve eksiklik olmadan çoğaltılması kadar mucizevi bir olaydır. Ve dikkat edin, bu işlemi gerçekleştirenler teknolojik aletler, üstün nitelikli fotokopi makinaları değil, bazı atomların birbirine eklenmesiyle oluşan enzimlerdir.
Büyük bir hızla üretilen yeni DNA molekülünde, dış etkiler sonucunda normale göre daha fazla hatalar yapılabilir. Bu sefer hücredeki ribozomlar, DNA'dan gelen emir doğrultusunda DNA onarım enzimleri üretmeye başlarlar. Böylece DNA kendi kendini korur ve hem kendisini hem soyun devamını güvence altına alır.
Hücreler de insanlar gibi doğar, çoğalır ve ölürler. Ancak hücrelerin ömrü meydana getirdikleri insanın ömründen çok daha kısadır. Örneğin altı ay önce bedenimizi oluşturan hücrelerin bugün büyük bir çoğunluğu hayatta değildir. Fakat zamanında bölünerek yerlerine yenilerini bıraktıkları için, siz şu anda hayatta kalabilmektesiniz. Bu yüzden hücrelerin çoğalması, DNA'nın kopyalanması gibi işlemler—her ne kadar çok karmaşık da olsalar—insanın varlığını sürdürmesi açısından en ufak bir hataya yer verilmemesi gereken hayati işlemlerdir. Ancak çoğaltma işlemi o kadar kusursuz işler ki, hata oranı 3 milyar basamakta yalnızca bir basamaktır. Bu tek hata da herhangi bir probleme sebep olmadan vücuttaki daha üst kontrol mekanizmaları tarafından yok edilir.
Alıntıdır.
Gündelik Hayatımızda Mutfak Tarihi - 4
Blender
İlk blenderi (o zamanki adıyla ‘vibratör’) mayalanmış sütlü içecekleri seven Racineli (Wisconsin) Stephen J. Poplavvski üretmiştir. Yedi yıllık çalışmadan sonra 1922’de patent alan Poplawski ile rom ve limonlu içki sevgisi nedeniyle karıştırıcı üreten Fred Waring’in icadı kaynaştığında bugünkü blenderlere giden yol açıldı, iki üründen yararlanılarak yeniden tasarlanan ve Waring Blender adıyla 1936 Chicago Mobilya Pazarı’nda piyasaya sunulan mikser, bar ve evlerde buzlu içki hazırlamak için kullanılıyordu.
Blenderların kek, sos, püre, mayonez yapmak için mutfakta kullanımının yaygınlaştırması, bu alet içkiyle özdeşleştirildiği için kolay olmadı. 1950’lerden itibaren kampanyalar, yeni modeller ve makinelerin yeni yetenekleriyle rekabet hızlandı. Zaman ve hız ayarlayan düğmeler, bıçaklar artırıldı, ev kadınlarına ‘kurs’lar verildi ve blender mutfaklara girdi.
Köylerde yedi sekiz budaklı daldan kesilen ve öncelikle ayran yapmak için kullanılan ‘çırpı’dan sonra, el değirmeninkine benzeyen bir kolla dönen, iç içe çarkları olan metal çırpıcılar bile fazla yaygınlaşmış değildi.
Yakın yıllara kadar robot, blender gibi mutfak araçları, Kilis, Adana gibi kaçak eşya merkezlerinin rağbette olduğu dönemde ancak buralardan, ucuz satın alınmaya değer bulunuyordu. Bir dönem yeni evlilere verilecek uygun hediye olarak görülmeleriyle mutfaklarda yer edinmeleri kolaylaştı.
Robot
Parçalayıcı, sıkıcı, öğütücü, köpürtücü, vb. parçalarıyla mutfak robotu İngiltere’de Kenneth Wood’un buluşu olarak 1947’de piyasaya çıkmıştı. 1963’te Fransız mucit ve aşçı Pierre Verdun kendi ‘robot-coup’ adını verdiği aletini piyasaya sürmüştü ve bir tank içinde dönen bıçaktan oluşan bu makine lokanta ve evlere girmeye başlamıştı. Verdun 197l'de bu aleti daha da geliştirerek Magimix adını verdiği modeli yapmıştı.
Fransa’da makineyi gören emekli elektronik mühendisi ve amatör aşçı Cari Sontheimer, makinenin ABD ’de dağıtım hakkını alarak ülkesine döndü. Makine üstünde çalışarak ilaveler yapan Sontheimer, Cuisinart adını verdiği modelini 1973 Chicago Ev Eşyası Fuarı’nda görücüye çıkardı. Blenderlara göre çok daha pahalı olan bu alet fazla rağbet görmese de satışlar düzenli olarak çoğaldı ve 70’lerin sonunda mutfakların yeni modası oldu.
1960’lı yıllarda uzay, daha doğrusu ay macerası ile günlük yaşamın tamamıyla makineleşeceği ve bütün üretimle hizmetin makinelerce -robot-larca yürütüleceği düşü yaygınlaşmıştı. Hatta insan biçiminde robot oyuncaklar, çakmaklar da yapılmıştı. Robot sözcüğünü 1920’de Çek yazar Karel Capek türetmiştir. Hint-Avrupa dillerinde yetim anlamına gelen orbho sözcüğü Slav dillerinde köle, hizmetçi anlamını kazanmıştı ve bugün çalışmak anlamındaki sözcüklerin de (Rusça, Lehçe rabota, Çekçe robota) köküdür; yazarın kullandığı kök buydu. Türkiye’de firmaların ürünlerini çeşitli sıfatlarla adlandırmalarına karşın tür adı olarak robot kaldı.
Termos
İlk termoslar evlerde sıcak çay veya soğuk meyve suyu için değil, sanayide gaz yalıtmak için kullanılmıştı.
Yalıtımda boşluğun (vakum) değeri 1643’te İtalyan fizikçi Evangelista Torricelli cıvalı barometreyi icat ettiğinden beri biliniyordu. Fakat boşluğu yaratacak yalıtım malzemesi (plastiğin yokluğunda) sorunluydu. 1892’de James Dewar boşluk yaratacak iç ve dış kapları camdan yaptığı gibi yalıtımı artırmak üzere iç camı gümüşle kapladı. Dewar'ın patent almaya gerek görmediği icadı, bilim dünyasında serum ve aşıların sabit ısıda tutulmasında kullanılıyordu. Laboratuvarlarda kullanılan bu termoslar Berlin’de cam ürünler üreten bir firmaya ortak olan Reinhold Burger tarafından üretiliyordu. Termosun günlük kullanıma da girebileceğini düşünen ilk o oldu. Kırılgan camı laboratuvar örneklerinde olmayan dış mahfaza içine yerleştirdi ve hacmini günlük kullanım boyutlarında küçülterek 1903’te termosun patentini aldı. Ürününü tanıtma kampanyasının parçası olarak ödüllü bir ad yarışması açtı ve yarışmayı Yunanca ısı anlamına gelen termos sözcüğü kazandı.
1970 yılına kadar Termos patentli bir marka adıydı. Rakip üreticiler arasındaki uzun davalardan sonra ABD mahkemeleri termos sözcüğünün özel ad olmadığını tescil etti.
Alüminyum Folye
Alüminyum folye sigara ve şekerleme üreticilerinin ihtiyacından gelişti. 1903’te amcasının tütün fabrikalarında çalışmaya başlayan ve 1919’da US Foil Co. adıyla kendi şirketini kuran Richard S. Reynolds, o dönemde neme karşı kullanılan teneke kaplamada uzmanlaşmıştı. 1920’lerde halen yeni sayılan alüminyumun fiyatlan düşünce, Reynolds alüminyumun çok geniş kullanım alanı bulacağı düşüncesiyle Reynolds Metal firmasını kurarak bu malzemeye yatırım yapmaya karar verdi. Evler için pencere kaplamalarından mutfak eşyasına kadar çeşitli ürünler üreten firma 1947’de 0.0007 inç kalınlığında alüminyum üretmeyi başararak en önemli ürününü piyasaya verdi. Buzdolabının yaygınlaşmasıyla alüminyum folye yemekleri korumanın en pratik yolu oldu.
Küfe
Eskiden günlük alışverişi kadınlar yapmazdı, bakkala kasaba erkekler giderdi. File veya kese kâğıdı yerine, ceplerde taşınan büyük mendiller, bez torbalar kullanılırdı. Paşa konaklarında ise kadınlar günlük alışveriş için mahalledeki dükkânlara gitmez, haftalık alışveriş için pazarlara, çarşıya giderlerdi. Topluca gidilen bu alışverişlerde pazarlığı yaşlı kadınlar yapardı.
“Hiçbir Türk erkeği eve eli boş dönmez. Bunun değeri az bile olsa, hiç önemi yoktur. Örneğin, bir salkım üzüm, biraz şeker, ayrıca daha aşağı sınıflarda küçük bir balık, bir baş salata olmak üzere, her erkeğin kutsal eve bir şey getirmesi gerekir. Bunu yapmamak demek, evle ilgisi azalmak demektir.” 1836’da İstanbul’a gelen Miss Julia Pardoe, son cümlesiyle işi anladığını belli ediyor.
Alışverişte kullanılan zenbil (halk arasında zembil, Arapça aslı zinbil), sazdan örülmüş, sazdan kulpları olan, ağzı geniş sepetti. Ama pazar alışverişinin esas taşıma aracı küfeli hamallardı. Zenginler esnaftan veresiye alışveriş yapar, hamalla satın aldıklarını eve göndertirken, mahalle pazarından alışverişte hamal tutmak 1970’li yıllara kadar olağandı. Sırt hamalı, sırık ve ip hamalları ağır yük taşırken, küfe hamalları sebze meyve taşırdı. Sonra alışveriş malzemesi poşetle taşınacak kadar azaldı. Meyhane kapılarında küfelik olanları bekleyenlerin yerini de taksiler aldı.
Kese Kâğıdı
Kahverengi kâğıttan, tabanı düz ve yanları köşeli olan kese kâğıdının kullanıma girmesi yüz yılı ancak geçmiştir. Daha önce de kese kâğıtları bulunmasına karşın, bunlar dik duramıyorlardı, dayanıklı değillerdi ve elle üretiliyorlardı.
Philadelphia’da bir düzineden fazla icadın patentini daha almış olan Charles Stihvell 1883 yılında kese kâğıdı yapan makineyi icat etti. Stihvell’in bir hareketle açılıp kapanan ve boşken bile dik duran kese kâğıdı 1930’larda ABD ’de süpermarketlerin yaygınlaşmasıyla revaç buldu.
Türkiye’de 15 Temmuz 1938 tarih ve 3517 sayılı Yazılı ve Basılı Kâğıtların Kese Kâğıdı Olarak Kullanılmamasına Dair Kanun’la yasaklanmış olmasına karşın gazeteden kese kâğıdı yapımı devam ederken, 1970’li yıllarda sanayinin en büyük sorunlarından ikisinin tanıtım ve ambalaj olduğu ileri sürülüyordu. 1977’de Ambalaj Araştırma Merkezi kuruldu. 1980’li yıllarda gelişim gösteren sektör içinde zarf, torba, kese yapımında kullanılan sargılık kâğıt üretimi büyük yer tutmuyor, fakat çevre duyarlılığının gelişimi ve geri dönüşümlü kâğıdın itibar kazanmasıyla kese kâğıdı yerine şirket adı yazılı torba kullanımı perakende ticarette istikrarlı bir artış gösteriyor.
File
Latince filum Fransızcada 16. yüzyıldan itibaren balık ağı, örgü, fileli nesne, Türkçeye de girmiş olan fileto gibi birçok sözcüğe analık etti. Enflasyon denince canavar çizmenin moda olmasından önce sokaktaki vatandaşın pazar filesi yaygın simgeydi. Filenin daha çok koyu kırmızı, yeşil renkli, küçük boy ama esnek solan havalıları çıktıysa da, süpermarketlerin poşet vermesi ve pazar önlerinde de poşet satışının yaygınlaşmasıyla file tahtını yitirdi.
Poşet
Plastik devri başladıktan sonra her türlü alışverişte dükkânların poşet vermesi olağanlaştı. Her biçim ve renkte ve dayanıklılık derecesinde üretilen poşetler mağazaların üzerine adlarını yazdırdıkları reklam aracına dönüştü. Pazar önlerinde poşet satıcıları türedi. Fransızca pouch (kese, torba) sözcüğünden türetilen ve küçültme ekiyle küçük torba anlamına gelen sözcük İngilizce pocket (cep) sözcüğüyle akrabadır. Doğada eriyip toprağa karışması çok uzun zaman isteyen plastik poşetlerin her yere saçılıp oluşturduğu çevre kirliliği dikkat çekmeye başlarken, belediyelerin yeni çöp kültürünün yarattığı pisliğe karşı ürettikleri çare çöplerin çöp poşetine konması oldu.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
DNA'nın Alfabesi
Hücrenin çekirdeğinde bulunan DNA, sarmal bir yapıya sahiptir. Bu sarmal yapı açıldığında, DNA, yaklaşık bir metre uzunluğunda ipince, uzun bir şerit haline gelir. Yaklaşık bir metre uzunluğundaki DNA'nın, bir küçücük hücre çekirdeğinin içinde paketlenmiş halde yer alıyor olması ise üzerinde dikkatle durulması gereken bir konudur.
DNA'da atomların kendine has dizilimi maksimum şifreyi, minimum alanda taşıyabilecek üstün bir tasarıma sahiptir. Birbirine geçmiş iki spiral merdivenin her basamağında üç türlü element bulunur: şeker, fosfat ve DNA'nın şifrelerini oluşturan azotlu organik baz. Tüm insanlarda malzemelerin ve fonksiyonların aynı olmasına rağmen, birbirlerinden farklı olmalarını sağlayan özel şifreler, işte bu azot bazları tarafından oluşturulur. Dört farklı çeşidi olan bu bazların diziliş sıralarındaki farklılıklar insanlar arasındaki tüm farklılıkların sebebidir. Bu baz çeşitleri; Adenin, Guanin, Sitozin ve Timin olarak adlandırılmıştır. Bazlar belirli bir kurala göre birbirlerine bağlanır. Bilimadamlarının yeni yeni çözmeye başladığı yabancı bir lisan gibi, belirli bir kod sistemine göre dizilmiş bu dört çeşit azotlu organik bazda, biyolojik varlığımızın tüm şifresi gizlidir.
DNA molekülünü oluşturan bu bazlar, isimlerinin baş harfleri ile anılırlar; A, T, G ve C. İşte çekirdekteki bilgi bankasında bilgiler bu şekilde 4 harften oluşan bir alfabe kullanılarak depolanmıştır.
DNA molekülünün bir bölümü olan herbir gen insan vücudundaki belli bir özelliği kontrol eder. Boyun uzunluğu, gözün rengi, burnun, kulağın, kafatasının malzemesi, şekli gibi sayısız özellik ilgili genlerin emriyle meydana gelir. Bu genlerin herbirini bir kitabın sayfalarına benzetebiliriz. Sayfaların üzerinde ise A- T- G- C harflerinden oluşmuş yazılar vardır.
İnsan hücresindeki DNA'larda 200.000 civarında gen bulunur. Her gen, karşılığı olduğu protein türüne göre, sayıları 1000 ile 186.000 arasında değişen nükleotidlerin özel bir sıralamada dizilmesinden oluşur. Bu genler insan vücudunda görev yapan yaklaşık 200.000 civarındaki proteinin kodlarını saklar ve bu proteinlerin üretimini denetler.
Alıntıdır.
4 Nisan 2022 Pazartesi
Yarasalar niçin kan emer?
Çoğumuz belki hayatımızda hiç yarasa görmemişizdir. Çünkü yarasalar insanlardan uzaklarda, genellikle mağara kovuklarında yaşar ve geceleri zifiri karanlıkta ortaya çıkarlar. Yarasalar tabiatın harikulade yaratıklarından biridir. İnanılmaz özelliklere ve örnek bir toplumsal dayanışmaya sahiptirler.
Dünyada dokuz yüz değişik yarasa çeşidi olduğu biliniyor. Kan ile beslenmeleri insanların gözünde onları vampir ile özdeşleştirmiş, hep korkulan bir hayvan olmuşlardır. Halbuki yarasaların çoğu kan ile beslenmez. Zararlı böcekleri yiyerek insanlığa faydaları dokunur. Sadece bir yarasa bir saat içinde üç yüz böcek yiyebilir. Muz, avokado gibi ticari değeri yüksek ağaçların çoğalmaları için polenlerinin taşınmasında en önemli rolü yarasalar oynar.
Şimdi gelelim yarasaların şaşırtıcı özelliklerine. Bir kere yarasa uçabilen tek memeli hayvandır. Dünyada nüfus sayısı olarak da ikinci sıradadırlar. Dünyanın en küçük memelisi de bir yarasa türüdür. İlk olarak Tayland'da keşfedilen bu minik yarasa 2-3 gram ağırlığında ve bir yaban arısı büyüklüğündedir.
Yarasalar yönlerini bulmak ve beslenmek için çok yüksek titreşimli ses dalgaları yayarlar. Bu ses dalgalarının frekansları 20 binin üzerinde, yani ultrasonik oldukları için insanlar bunları duyamaz. Bu ultrasonik sesler yerdeki avdan yansıyarak yarasaya geri gelir. İşitme sistemi ile bu geri gelen sesi algılayan yarasa avının bulunduğu yeri kesinlikle saptar. Hatta devamlı gönderdiği ses dalgaları sayesinde onun hareketini de izleyebilir. Yarasaların bazılarının bir çeşit sonar olan bu sistemi o kadar gelişmiştir ki, dişilerini arayan erkek kurbağaların seslerinden büyüklüklerini ve iyi bir av olup olmadıklarını anında saptayabilirler.
Yarasalar gece ava çıkmak için, ay varsa onun kayboluşunu, yani tam karanlığı beklerler. Sıcak kanlı memeli hayvanların kanları ile beslenen yarasalar genellikle atları sığırlara tercih ederler. Salgısında bulunan pıhtılaşmayı önleyici bir madde 20-30 dakika kanın sürekli akmasını sağlar ve beslenme gerçekleşir. Bir kez kanını emdikleri hayvanla karşılaşırlarsa diğerlerini bırakıp yine ona saldırırlar.
Vampir yarasalar arka arkaya iki gece kan içmedikleri takdirde ölürler. Her gece vücut ağırlığının en az yarısı kadar kan içmek zorundadırlar. Doğumdan sonra anne, emzirmenin yanında yavruya takviye olarak, kusarak kan da verir. Bu yetersiz kalırsa bir başkası yardımcı olur. Hatta yetişkin yarasaların, ölmek üzere olan bir başkasına ağızdan kan verip onu kurtardıkları görülmüştür. Toplumsal dayanışmanın bu kadar güçlü olduğu az canlı topluluğu vardır.
Alıntıdır.
HİTİTLER
Hitit Devleti’nin başkenti Hattuşaş’ta (Boğazköy) ele geçirilen çiviyazılı tabletler, krallığın kuruluşunu biraz destansı da olsa açıklamaktadır. Anitta Metni adı verilen bu tabletler grubunda, Kussara kralı Anitta’nın zaferlerinden söz edilir. Küçük prenslikler halindeki Nesa halkı Anadolu’nun siyasi anlamda birliğini sağlamak amacıyla zaman zaman birbirleriyle bile çatışmaya girmiştir.
Nesa kralı Pitana ile Kussara kralı Anitta’nın bu birliği sağlamak için ilk harekete geçenler olduğu anlaşılmaktadır. Anitta Metni’nden öğrenildiği kadarıyla, Kussara kralı Anitta, babasının ülkesini de alarak büyük bir güç haline gelmiştir. Anitta’nın Ullama, Harkluna, Hatti ve Zalpa ülkelerini ele geçirerek Nesa şehrini başkent yaptığı anlaşılmaktadır. Anitta’yla ilgili başka buluntular Kayseri Kültepe’de ve Yozgat Alişar’da ortaya çıkarılmıştır. Arkeolojik ve filolojik çalışmalar sonucunda Nesa şehrinin Kültepe-Kaniş olduğu anlaşılmıştır.
Anitta’nın, Hattuşaş’ı nasıl aldı ise aynı tabletlerde şöyle anlatılmaktadır: «Hattuşaş şehri açlıktan kırılınca, tanrım Siu onu taht tanrıçası Halmasuit’e teslim etti. Ve ben bir gecede onu güçle aldım ve şehrin yerine yabani otlar ektim. Benden sonra kim kral olur da, Hattuşaş’ı yeniden iskan ederse, o Gökyüzünün Fırtına Tanrı’nın lanetine uğrasın.» Kralın lanetine rağmen 1. Hattuşili’nin Hattuşaş’ı başkent yapması şehrin stratejik konumuyla açıklanır. Anitta’yla Hattuşili arasında yaklaşık 100 yıl boşluk vardır; kral listeleri de olmadığı için bu boşluğu kapatmak mümkün değildir. Öldükten sonra tanrılaşan ve kendisine kurban sunulan kral ve kraliçeler listesinde de Anitta’nın adına rastlanmaz. Ancak, Hititlerin başka devletlerle yaptıkları anlaşmalarda ve herhangi bir olay üzerine yazılan tarihlerin giriş bölümünde o güne nasıl gelindiği çeşitli yönlerden anlatılır. 1. ve II. Hattuşili dönemlerine ait bu tür belgelerde kralların atası olarak «Kussaralı Adam»dan, yani Anitta’dan söz edilir. Ne var ki gerek 1. Hattuşili’nin saltanat dönemine ait yazılı belgelerde, gerekse Hurri kökenli kral Telepinu’nun ünlü Telepinu Fermanı’nda kurucu olarak Kral Labarna ve Kraliçe Tavananna’dan söz edilir. Telepinu Fermanı’nda «Ülke küçüktü, fakat sefere çıktığı her yerde düşman ülkesini güç kullanarak egemenliği altına aldı; denizi sınır olarak kabul etti» diye yazar. Ne var ki günümüzdeki araştırmalara rağmen bu konuda çözüm getirici bir bilgi elde edilememiştir. Hitit Krallığı’nın kurucusu 1. Hattuşili kabul edilmektedir.
KRALLIK DÖNEMİ
Hitit Devleti’ndeki arşiv belgelerine ve diğer buluntulara göre ilk kral 1. Hattuşili’dir. M.Ö. 1660-1630 arasında hüküm süren 1. Hattuşili döneminde, Toroslar’ın ötesine, Kilikya ve Suriye’ye ulaşıldı. Sonra başa geçen Murşili’nin Kuzey Suriye ve Babil’e seferler yaptığı bilinmekle birlikte sonuçları hakkında bilgi yoktur. Bu tarihten sonra tahta geçen krallar ve yönetimleri konusunda hemen hemen hiç bilgi bulunmamaktadır. Murşili döneminde başlayan iç karışıklıklar daha sonra artarak devam etti. Devletin elinde tuttuğu topraklar birer birer kaybedildi. MÖ 1535’te başa geçen Telepinu’ya kadar bu çöküş sürdü. Telepinu, getirdiği yasal önlemlerle hem iç karışıklıkları bir ölçüde durdurdu, hem de tahta çıkmayı kurallara ve koşullara bağladı. Sürekli akınlarla büyük zararlara yol açan Kaşkalarla savaştı.
Konfederasyon biçimindeki krallığa bağlı küçük prensliklerden bazılarıyla antlaşmalar imzaladı. Hitit tarihi için çok önemli bir belge olan Telepinu Fermanı’nda, kendi yaptıklarını sıralarken devletin egemenliğini tehlikeye sokan iç karışıklıkları anlatır. Ayrıca kendisinden önceki kralların listesini verir. Vesayet kurumuna ve yönetim anlayışına getirdiği yenilikleri yine Telepinu Fermanı’nda görmek mümkündür. Ne var ki Telepinu’nun sağladığı bu huzurlu yıllar, kendisinden sonra gelen kralların yetersizliği nedeniyle çok kısa sürdü. M.Ö. 1500’den M.Ö. 1460’a kadar olan dönem bu yüzden karanlıktır.
HİTİT İMPARATORLUĞU
M.Ö. l460’ta başa geçen II. Tuthalya’yla birlikte Hitit Devleti için yeni bir dönem başladı. M.Ö.’de Yukarı Mezopotamya’da bir devlet kuran, kısa bir gerileme dönemi geçirdikten sonra, M.Ö. VI. yy’da yeniden eski gücüne kavuşan Mitanni Krallığı, imparatorluk olma sürecindeki Hitit Devleti’nin en korkulu düşmanıydı. Tuthalya Mitannilerin yanı sıra Hititlere karşı saldırılar düzenleyen Kaşkalarla da savaşmak zorunda kaldı. Halep şehrini geri alarak Mitanni Devleti’nin denetimini ele geçirdi; bu durum Hititlere önemli bir avantaj sağladı. Daha sonra tahta çıkan krallar döneminde ilerleme sağlanamadı. Tam tersine Kaşka saldırıları yoğunlaştı. III. Tuthalya’nın saltanatı sırasında Hattuşaş Kaşkalarca yakılıp yıkıldı.
M.Ö. 1380’de tahta çıkanı Şuppiluliuma, Hititlerin yeniden güçlenmesini sağladı. İmparatorluğun sınırların, Kuzey Suriye, Fırat’ın batısı, Doğu ve Kuzey Anadolu’da genişletti. Kargamışı alarak oğlunu Halep kralı yaptı. Böylece güçlü Mısır ve Asur imparatorluklarına Hititlerin ağırlığını hissettirdi. Ancak oğlunun Mısır’da öldürülmesi üzerine Kuzey Suriye prensliklerini alarak, Güney Suriye’yle Filistin’e egemen olan Mısır’a gözdağı verdi.
1. Şuppilulima’nın ölümünden sonra karışıklıklar yeniden başladı, ancak yerine geçen oğlu II. Murşili kısa sürede duruma hakim oldu. MÖ 1339’dan 1306’ya kadar tahtta kalan II. Murşili, çoğunlukla anlaşmalar yaparak ve diplomasi yoluyla diğer devletlerle iyi ilişkiler kurdu. İmparatorluğun sınırlarını güvenceye aldı. Yine II. Murşili tarafından hazırlanmış olan anlaşmalardan, resmi ve Mısır ile Suriye’ye ilişkin belgelerden kendisinin ve babasının iktidarı hakkında önemli bilgiler edinilmektedir. Konfederasyondan ayrılmak isteyen Arzava ülkesiyle yapılan savaşlar bu dönemin en önemli olayıdır. Savaşlar sonucunda Arzava tekrar konfederasyona katıldı.
II. Murşili’den sonra tahta çıkan en büyük oğlu Muvatalli ayaklanmalar ve saldırılarla uğraştı. Yoğun Kaşka saldırıları yüzünden Muvatalli’nin yönetim merkezini Dattaşa’ya taşıdığı bilinmektedir. Dattaşa’nın Adana yakınlarında olduğu tahmin edilmektedir. İmparator, kardeşi Hattuşili’yi de başkentte, Hattuşaş’ta bıraktı. Muvatalli’nin bir başka amacı da Suriye’yi ele geçirmekti. Dolayısıyla oraya yakın bir bölgede bulunmak avantaj sağlayacaktı. Bu arada Hitit İmparatorluğu’nun güçlenmesinden kaygı duyan Asur ve Mısır imparatorlukları Hitit topraklarına saldırılar düzenlemeye başladılar. Asurlular Mitanni Devleti’ne saldırdılar. Mitannileri kurtaran imparator bu kez kendisinden yardım isteyen Amurru prensini bahane ederek Kuzey Suriye’ye giren Mısır’a savaş açtı. Mısır firavunu Il. Ramses ile Hitit imparatoru Muvatalli, 1299’da Mi (Orontes) Irmağı kıyısında Kadeş’te karşı karşıya geldiler. Savaşın sonucu konusunda net bilgiler yoktur.
Bir askeri ayaklanma sırasında öldürüldüğü ileri sürülen Muvatalli’nin yerine Urhi-Teşup geçti. Muvatalli’nin bir kapatmadan olan oğlu Urhi-Teşup, yönetim merkezini yeniden Hattuşaş’a taşıdı. Ancak yeni imparator daha çok huzursuzluk kaynağı oldu. Amcası Hattuşili’ye karşı ayaklandı. Yedi yıllık bir karışıklıktan sonra yakalanıp öldürüldü. M.Ö. 1275’te III. Hattuşili adıyla tahta çıkan Hattuşili, barışçı bir siyaset izledi. Asurluların giderek tehlikeli olması Hitit ve Mısır imparatorluklarının anlaşmaya zorladı. Tarihte Kadeş Antlaşması adıyla bilinen anlaşmanın Mısır kopyası Mısır Karnak Tapınağı’nda, Hitit kopyası ise Hattuşaş devlet arşivinde bulundu. Kadeş Savaşı’yla ilgili bilgilere ise yalnız Mısır tapınaklarından Ebu Simbel, Karnak ve Luksor’da rastlanır. Kadeş Antlaşması sonrasında II. Ramses’in bir Hitit prensesiyle evlendiğini, bu evlilik onuruna Ebu Simbel’e dikilen taştan öğrenmekteyiz. Böylece her iki imparatorluk arasında sağlam bir barış kurulmuş olmaktadır. Hattuşili dönemi belgelerinde imparatorun mührü yanında bir başka mühür daha vardır. Hurrili bir rahibin kızı olan Kraliçe Pudu-Hepa bu mührün sahibidir. Kraliçenin yönetimde, iç ve dış siyasette oldukça etkili olduğu anlaşılmaktadır. Hattuşili Amurru Prensliği’ni de Mısır gibi evlilik yoluyla bağlaşığı haline getirdi. Kuzey Suriye’yi garanti altına aldı. Çünkü tampon devlet Mitanni Krallığı’nı ortadan kaldıran Asurluların önünde hiç engel kalmamıştı.
M.Ö. 1250’de tahta çıkan IV. Tuthalya, genç ve deneyimsiz olduğu için devletin zayıflayıp gücünü yitirmesinde en büyük etkendi. Toprak kayıpları, Anadolu’da başlayan ayaklanmalar, Kaşka saldırıları devletin çöküşünü hazırladı. Deniz Halkları’nın göçleri ve Asurluların Fırat bölgesine saldırılan IV. Tuthalya döneminin diğer önemli olaylarıdır. III. Arnuvanda ve II. Şuppiluliuma’nın egemenlikleri döneminde de devletin çöküşü devam etti. Şuppiluliuma saltanatının Ege göçleriyle sarsıldığı bilinmektedir. Birçok prensliğin bağımsızlığını ilan etmesi toprak kayıpların hızlandırdı. Mısır kaynaklarından öğrenildiği kadarıyla Tuthalya’nın oğulları döneminde kıtlık ve kıyılara yapılan saldırılar devleti zorlamıştır. Hititlere ait son belge M.Ö. 1187’ye aittir. M.Ö.1180’de Frigyalılar tarafından başkent yakılıp yıkılarak Hitit İmparatorluğu’nun varlığına son verilmiştir.
GEÇ HİTİT PRENSLİKLERİ
Kitabı Mukaddes’te sık sık adı geçen Hititlerin, Geç Hitit şehir devletlerini kuranlar olması mümkündür. Frig istilasından kurtulan Hititler daha güneye çekilerek kavim-kabile temelindeki şehir devletlerini kurdular. Güney ve Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Suriye topraklarındaki bu devletlerin siyasi tarihi hakkında Asur yıllıklarından bilgi edinilmektedir. Uzun süre Asur ve Urartu egemenliğinde kalan prenslikler II. Sargon döneminde (M.Ö VIII. yy) Asur eyaleti haline getirildiler. M.Ö. VII. yy’ın başında da varlıklarını tümüyle yitirdiler. Tabal (Kayseri, Niğde, Nevşehir, Ürgüp çevresi), Gurgum, Kargamış, Zincirli (Malatya çevresi), Hattina (Antalya çevresi), Kue (Çukurova çevresi), Hilakku (Tarsus bölgesi) belli başlı şehir devletleridir.
Kaynak: Axis 2000
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...