7 Şubat 2022 Pazartesi

TÜRK MİTOLOJİSİNDE DAĞ ATA/ANA

 



Türeyişle ilgili anlatılarda dağ ve mağara unsurunun birleştiği görülür. Mağara ana rahmi işlevi üstlendiği için dağ da doğurganlık özelliği kazanmış olur. Ayrıca Altaylarda dağla akrabalık bağı kurulduğuyla ilgili tespitler yapılmıştır. Altaylı Çalıatların kendilerinin dağdan çıktıklarına inanırlar, dağla soy arasında kan akrabalığı kurulur. Potapov bu şekilde yapılan dağ kültü açıklamalarının totemizme dayandırıldığını belirtir. Potapov'a göre, bu konuya soylardaki mülk anlayışıyla bakmak gerekir: Soy dağı hem soyun koruyucusu, hem de soya bağlı toprağın, memleketin yansımasıdır. Stenberg ise dağ kültünün oluşumunu yağmurun oluşum sürecine bağlar. Çünkü göğe ulaşan dağın zirvesinde bulutlar toplanır, şimşekler çakar. Böylelikle çiftçilikte üretim için gerekli olan yağmur yağar. Dağ kültü böylelikle totemik izler, üretim ve mülkiyet ilişkileriyle açıklanmış olur.

Türk Memluk türeyiş anlatısında Ay Atam ve eşi Ay-va, Karadağda bir mağarada insan haline gelirler. Öldükleri zaman da çocukları, onları bu dağdaki mağaraya yerleştirirler. Dırenkova'nın yayınladığı bir Şor anlatısında, Alaş ve Palaş'ın Kobıy soyunun ataları olduğu, onların Ordo Dağı'ndan çıktıkları anlatılır. Dağ, dünya ağacının değişik bir şeklidir. Kozmik yapının da eksenidir. Bu yüzden yaratıcı bir enerjiyi de içinde barındırır.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Çin'in Qin ile Han Hanedanlıkları ve Konfüçyüs

 



MÖ. 485 - 221 yılları arasında, Çin çeşitli rakip krallıklara ve kent devletlerine bölünmüştü. (Bunlardan biri de Zhou' dur). Qin Krallığı (Çin kelimesi de  bu  imparatorluğun  adından türemiştir) M.Ö . 221 yılında Çin' in ilk birleşik imparatorluğunu teşkil edecektir.

Qin imparatoru katı bir yönetim sistemi uyguladı. Tek biçimli bir yazı ve ölçü sistemini geliştirdi. Kuzeyin göçebe kabileleri ile mücadele etti. Çin Seddi'ni inşa etmeye başladı (Önceki savunma duvarlarını birleştirdi). Gerçek boyutlu heykellerden oluşan bir ordu inşa edilmesi emrini verdi. Bu heykellere " Terakota Ordusu" adı verilmektedir. Qin Hanedanlığı M.Ö. 207 yılına kadar yaşayabildi. Buna karşılık kısa bir dönemde neredeyse bugünkü Çin'le bire bir aynı olan sınırlara ulaştı ve kendine özgü bir yönetim sistemi yarattı.

Daha sonra uzun bir dönem  başta kalan Han Hanedanlığı (M.Ö.206-M.S. 220) Çin kültürünü şekillendirdi  (Öyle ki Han kelimesi genel olarak Çinlileri tanımlayan bir sözcük haline gelmiştir ). Sahne sanatları büyük bir gelişme gösterdi. Resim ve heykel alanında da önemli eserler verildi. Bilim ve teknolojide son derece önemli ilerlemeler yaşandı (Bu dönemde ortaya konulan yenilikler çok uzun bir süre Batı dünyası tarafından öğrenilemeyecekti).  Dönemin teknolojik ilerlemelerinin arasında kağıdın keşfi, güneş saati, sismograf ve pusula bulunmaktadır.  Han  yöneticileri  sınırlarını Kore'yi   ve   Vietnam 'ın   kimi   bölgelerini   içine   alacak    şekilde genişlettiler. Dış dünya ile başka ilişkiler de kuruldu. Çinli tüccarlar M.S. 100 yılı itibariyle, özellikle 6 bin kilometrelik ticaret rotası olan ipek Yolu üzerinden Batı dünyasına ipek kumaşlar taşıdılar.

Han liderleri , büyük Çin filozofu Konfüçyüs'ün (y. M.Ö . 551-479) öğretilerine saygı göstermelerine rağmen; Qin' in merkezi yönetim biçimini devam ettirdi. Konfüçyüs'ün öğretileri, günümüzde Çin, Kore, Japonya ve Vietnam ' da etkileri devam etmekte olan bir sosyal kod olarak mütevazi ve erdemli olmayı, bireyin kaderini kendisinin belirleyebilmesi imkanını vurgular. M.S. 189 yılından itibaren Hanlar, kendi aralarında mücadele eden savaş lordlarının yönettiği küçük bölgesel rejimlere ayrılmıştır.


Fotoğraflarda gözler niçin kırmızı çıkıyor?

 


 


Geceleri flaşla çekilen fotoğraflarda genellikle gözler kırmızı çıkar. Peki fotoğraftaki güzelliği bozan bu olay nasıl olur? Niçin her zaman olmaz? Niçin gündüzleri flaşla çekilen fotoğraflarda olmaz?

Gözümüz iç içe geçmiş üç tabakadan oluşur. En dışarıdaki gözümüzü koruyan ve göz akı da denilen sert tabakadır. İkincisi, kan damarlarından meydana gelmiş ve ortasında göz bebeğinin bulunduğu damar tabakadır. Bu damarlar sayesinde fazla ışıkta göz bebeğimiz küçülür, karanlıkta ise daha çok ışık alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavaş yapar. Üçüncü tabakada retina adı verilen, ışığa duyarlı kılcal damar ağlarından oluşan ağ tabakasıdır.

Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanların gözlerinin arkasında, yani retinalarında ayna gibi, yansıtıcı özel bir tabaka vardır. Eğer karanlıkta gözlerine el lambası veya araba farı gibi bir ışık tutarsanız, bu ışık gözlerinin içinden yansır ve gözleri karanlıkta pırıl pırıl parlar. İnsanların gözlerinin retinasında ise böyle bir yansıtıcı tabaka yoktur.

Fotoğraf makinesinin flaşı çok kısa bir zamanda çok kuvvetli bir ışık verir. Gözbebeğimiz ise bu kadar kısa zamanda küçülmeye fırsat bulamaz. Işık doğrudan retinaya ulaşır ve oradan da doğrudan kılcal damarların görüntüsü yansır. İşte flaşla çekilen fotoğraflarda görülen bu kırmızılık retina tabakasındaki kılcal damarların görüntüsüdür.

Günümüzde, birçok fotoğraf makinesinde, gözün bu kırmızı görüntüsünü azaltacak önlemler alınmıştır. Bu makinelerde flaş iki kere çakar. Birinci çakış resim çekilmeden az önce olur ve gözbebeğinin küçülerek gözdeki yansımayı azaltmasına zaman tanır. İkincisi de tam fotoğraf çekilirken olur ki, gözbebeği olması gereken durumu almıştır zaten. Başka bir önlem de odadaki bütün ışıkları açarak gözbebeğinin önceden küçülmesini sağlamaktır.

Geceleri flaşlı fotoğraflarda, gözlerin kırmızı çıkmasının önlenmesinin bir yolu da flaşı objektiften olabildiğince uzak tutmaktır. Günümüzde fotoğraf makineleri o kadar küçülmüştür ki, flaş makinesinin bünyesinde ve objektife birkaç santim mesafededir. Flaşın ışığı göze gelip yansıyarak geri döndüğünde doğrudan objektife gelir. Gündüzleri ise gözümüze dışarıdan, her yönden ışık geldiği için, flaşın ışığı bunların arasında daha az oranda gözümüze girer ve kırmızı göz olayı yaratmaz.


6 Şubat 2022 Pazar

Hüma kuşu yükseklerde seslenir

Hüma kuşunu biz talih kuşu olarak biliriz. Gölgesi kimin başına düşerse, o kişi devlete erer, bahtı açılırmış. Yeşil kanatlı, sarı gagalı, boz saksağanı andırır bir kuş olduğuna dair rivayetler vardır. Kemikle beslenir ve başkasına zarar vermeyen hiçbir canlıyı incitmezmiş.

Eski Türklerde hümanın adı “umay”dır. Oğuz hakanının hanımının ongunu (tılsımlı rotemi, uğurlu kuşu) olarak bilinir. Kadının ve ananın değerine istinaden saltanata ait bazı eşya hakkında sıfat olarak kullanılan hümayun kelimesi de buna dayanır (tuğra-yı hümayun, mühr-i hümayun vs.). Buradaki hümayun, Avrupalıların imperial veya royal, Romalıların ogüst kelimelerinin karşılığıdır. Onlarda daha ziyade kartal ile tasvir edilmiştir. Bizdeki hüma inanışı, padişahın başı üzerinde kanatlarının devamlı gölge yapması, dolayısıyla da halkı koruyup kollayarak onların mutluluğunu sağlaması biçiminde yorumlanmıştır. Diğer bir ifade ile eğer Osmanlı devletinin bir ongunu bulunsaydı, bu mutlaka hüma olurdu. Tıpkı Selçuklu kartalı gibi.

Evliya Çelebi cin taifesinden yaratılmış olan mahlukatı sayarken Hüma’nın da adını zikredip şu bilgiyi verir:

“Ve hüma kuşu makulesi, hala Çin vilayeti, Semenkan vilayeti ve Kafdağı’nın ötelerinde çokdur. Asla yere konmaz, hevada, bulutlar içre aşiyanları (yuvaları) vardır. Beyzasın (yumurtasını) havadan zemine bırağıp beş yüz yıllık yoldan beyzası zemine inince yavrusu zemine inmeden asumana uruc eder (yükselir). Asla vücudunu hayatta iken kimse görmemiştir. Amma laşesin bu hakir Evliya-yı pür-taksir Acem diyarında Genci Kulu hazinesinde görmüşüm. Güya ebabil kıt’asında, münakkaş (renkli), seri hareketli bir kuştur. Kanatları kırlangıç cenahları gibi sivridir. Amma kanatları ucunda birer karış kadar bükülmüş teller ucunda birer çengel-misal tırnakları vardır ve ayaklarında dahi çengelli tırnakları var ve minkarı (gagası) yırtıcı kuşburnu gibi değil, bir küçük kuşdur. Evc-i asumanda (yükseklerde) gıdası elma kabuğu dumanıdır ve suyu çiğ ve kırağıdır, derler. (Seyahatname, c. IV, v. 396 a, kısmen yalınlaştırılarak)”

Ayine-i İskender

İskender Pala

Oğuz Kara Han neslisin

 



Osmanlı Cihan Devleti'nin en büyük özelliklerinden birisini, hiç şüphesiz coğrafyasında barındırdığı milletlerin çeşitliliğinde ve bu kadar milletten insanı ortak değerler etrafında barış ve huzur içerisinde asırlarca yaşatmış olmasında aramak gerekir. Osman Gazi tarafından teşkilatlandırıldığı için Osmanlı adıyla anılan bu devletin ana çizgisi Türklük üzerine bina olunmuştur. Müteakip asırlarda çeşitli ırklardan devlet adamlarının, hatta Türklerden ziyade başka milletlerden devletluların görev aldığı teşkilat yapısında saltanat tahtını daima Türk soylu Osmanlı hanedanından birisinin doldurmuş olması, bu ana çizgiyi devletin temel ilkesi olarak daima yaşatmıştır.


Pek çok eski kitapta Osmanlı hanedanının Kayı Boyu'ndan neş'et ettiği yazılıdır. Bu bilgiyi, ilk defa kayda geçiren kişi, "Camiü't-Tevarih" adlı eserin müellifi olan ünlü İlhanlı veziri Reşidüddin Tabib'dir (1248-1315). Kaşgarlı Mahmud'un Divanu Lugati't-Türk'ünde verilen, Oğuzların 24 boyuna (1) ait damgalar da bu bilgiyi destekler mahiyettedir. Osmanlıların Oğuz'un Kayı Boyu'ndan geldiğine dair bilgiler Sultan II. Murad (saltanatı: 1421-1451) zamanında "Tevarih -i Al-i Selçuk" adlı eseri telif eden Yazıcoğlu Ali tarafından tekrarlanır. Bu eserde Oğuz an'anelerinin pek çoğu da kayda geçirilmiştir. Yine bu döneme ait Osmanlı paralarında ilk ve son defa Kayı Boyu'nun damgaları vurulmuş olup bilahare bu damga silahlarda da görülecektir.




Bu damga şu şekildedir: (I.Y.I.) (Bu damga daha sonra Bosnalı Sinan'ın Hünername'sinde de yer alır. Oğuzların Kınık Boyu'ndan gelen Selçukluların damgası da ok-yay şeklinde gösterilir.)

 

Ahmedi'nin (1334-1413) İskendername'sinde, Mehmed Neşri'nin (ö. 1490) Cihannüma'sında (Neşri Tarihi) ve Mahmud oğlu Hasan'ın Cam-ı Cem-ayin adlı eserinde de aynı bilgiler tekrarlanmıştır.


Osmanlıların Kayı Boyu'ndan geldiğini yazan diğer bir kaynak da Cengiz'in torunlarından olup Hive'de hükümdarlık yapmış olan Ebülgazi Bahadır Han'dır (1603-1663). Şecere-i Terakime ve Şecere-i Türk adlı eserlerin sahibi olan Bahadır Han, Oğuzlara ait kıymetli bilgiler vermek bakımından da önemlidir.



(1) Oğuz Han'ın altı oğlu vardır. Bunlar Gün Han, Ay Han, Yıldız Han ile Gök Han, Dağ Han, Deniz Han olarak bilinirler. Bunların her birinin dörder oğlu olmuş ve Oğuz Han'ın yirmi dört boyu böylece sürüp gitmiştir. Bazı kaynaklarda Kayı Han bu torunlardan biri olarak gösterilirse de aslında Kayı, Oğuz'un (Mete, Moton, Muton) dedesidir. Oğuz'un oğlu, Gök-alp'tir. Nitekim Aşıkpaşazade, yazdığı tarihinde "Devrimde olanları yazdım; Oğuz'dan olan Gök-alp'e kadar gittim." der. Hatta Osman Gazi'yi "Eğer o, 'Ben Selçuk hanedanındanım!' derse ben de Gök-alp oğluyum." diye konuşturur.




Ebülgazi Bahadır Han'ın Şecere-i Türk'ündeki bir efsaneye göre Alan Koa (Alanguva) adlı bir melikenin çadırına gökten yeşil gözlü bir ilah iner. Alan Koa bundan gebe kalır ve Kayı sülalesi, semavi bir boy olarak bunun iki oğlundan ürer.

 

Nuh Aleyhisselam'a dayanan soy


Dünyanın en muhteşem devletlerinden birini kurmuş olan Osmanlıların Kayı Boyu'ndan olmaları kadar, Kayı'dan önceki hayatları da tarihçilerin ilgi alanına girmiştir. Osman Gazi'yi Nuh Aleyhisselam'a bağlayan soy kütüklerinin (şecere) bazıları şöyle sıralanır: 

Şükrullah'ın Behcetü't-Tevarih'inden:


1. Nuh (as)


2. Yafes


3. Kavı/Kavı Han


4. Kara Han


5. Oğuz




1. Nuh (as)


2. Yafes


14. Kayı Han


15. Kara Han


16. Oğuz


17. Gün Han


18. Kayı Han


63. Osman Gazi


Aşıkpaşazade'nin Tarih'inden: (I. şecere)


1. Nuh (as)


2. Yafes


23. Kara Han (26. sırada tekrarlanır)


27. Oğuz


28 Gök-alp


42. Osman Gazi (II. şecere)


1. İshak (as)


2. Kayı/Kay/İys


3. Kara Han / Kar Han


4. Oğuz / Uguz


5. Gök-alp

 

42. Osman Gazi (III. şecere)


1. Nuh (as)


2. Yafes


4. Kabı Han


5. Kara Han (40 ve 43. sırada tekrarlanır)


6. Oğuz (44. sırada tekrarlanır)


7. Gök-alp (45. sırada tekrarlanır)


55. Osman Gazi


Hükümdarın fetvası


Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi devlet hazinesini sıkıntıya sokmuş, zenginlerden borç alınmaya başlanmıştı. Bu arada gayrimüslim bir zengine de birkaç bin altın borçlanılmıştı. Çok geçmeden alacaklı ölmüş ve geride iki çocuk ile büyük bir servet bırakmıştı. Devrin defterdarı (maliye bakanı) padişaha sunduğu bir arizada, bu kadar servetin iki çocuğa fazla olduğunu, borcu ödememeyi, hatta mallarının bir kısmının müsadere edilmesini teklif eder. Oğuz neslinin en asil hükümdarlarından olan Yavuz arizayı okuyunca hiddetlenir ve altına şu satırları yazıp iade eder:


"Müteveffaya rahmet, maline bereket, evladına afiyet, gammaza lanet!"



Ayine-i İskender


İskender Pala


Takvim

 Hayvancı toplumlarda yıl, yaylak ve kışlak zamanı olarak ikiye bölünüyordu. Kış mevsimi girmeden sürüye koçlar katılıyor, bu zamana ‘koç katımı’ veya ‘biçim ayı’, Arapçada da Kasım yani bölen, aralayan ay deniliyordu. Osmanlı takviminde de yıl Ruz-ı hızır (eski takvimle 23 Nisan, Miladi 6 Mayıs) ve Ruz-ı kasım (Ekimin 26’sı yani Kasımın 9’u) olarak ikiye bölünürdü. Sonra mevsimlerden başka, astronomik gerçekliğe dayanmayan zaman bölümlemeleri de geliştirildi. İnsanlık Güneş ve Ay’ın hareketlerini doğru olarak hesaplayacak biçimde astronomi bilimini çok erkenden geliştirmişti ama astronomik gerçeklikle zaman ölçümünde kullanılan Ay’ı, Güneş’i esas alan veya karma sistemli takvimler arasında her zaman uyumsuzluk oldu.

Tarihçiler ‘tarih’i yazının bulunuşuyla başlatırken, Romalılar Roma’nın kuruluşu (IO 753), Yunanlılar Olimpiyat oyunlarının başlangıcı (IÖ 776), Yahudiler Yaratılışın başlangıcı (İS 9. yüzyılda oluşturulan takvime göre IO 3761), Hıristiyanlar Isa’nın doğumu, Müslümanlar Hz. Muhammed’in hicreti (IS 622), Fransız Devrimcileri, 1805’te Napoleon ilga edene kadar, 1793 yılının 22 Eylül’ünde başlayan devrim takvimiyle başlatır. İsa’nın doğumunun yani Miladın tarihin başı kabul edilmesi 1285 yılında önerilmiş, Roma Kilisesi’nin araştırmaları sonucu doğumun Roma takvimimin 754- yılına denk geldiği hesaplanmış ve yanlış yapılmıştır. Hicretin tarihin başı olması ise, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin başlangıç gününün tam olarak saptanamaması nedeniyle kabul edilmiştir. Hicretin on yedinci yılında Halife Ömer zamanında Hicri takvim kullanımı başlamıştır.

Osmanlılar 1790 yılına kadar kameri (Ay takvimi – Hicri) takvim kullanmış, bu yıl mali işlerde şemsi (Güneş takvimi – Rumi) takvimi geçerli kabul ederek yılbaşını Mart olarak kabul etmişlerdir. Hicri takvimde bir yıl 355 günken Rumi takvimde bir yılın 365 gün olması devlet mâliyesi açısından kârlı bulunmuştur. 1840’dan itibaren Rumi takvim mâliyenin tek takvimi haline getirilmiştir. 1917’de yapılan düzenlemeyle Rumi tak¬vimle Gregoryen takvim arasındaki gün uyumsuzluğu ortadan kaldırılmıştır.

Cumhuriyet döneminde 1925 yılında çıkarılan kanunla Miladi takvim benimsenmiş, mali yılbaşı 1983’e kadar 1 Mart olarak kalmıştır. Miladi takvimi kabul eden bütün kültürlerde olduğu gibi, geleneksel, dinsel bayram ve günlerle resmi takvim arasında uyumsuzluk vardır. Örneğin Ay takvimine göre başlayan Ramazan’ın başlangıcını saptamak Müslüman dünyasında sorun oluşturmaktadır. Yasalar, ekonomi ve toplumsal ilişkiler yerel ağızlar gibi yerel takvimleri de yok etmektedir.

Bugün insanlığın çok önemli bir bölümünün yaşamını belirleyen mesai-tatil ritminde arkaik kalıntılar gibi duran bayramlarla kutsal ve özel günler, gerçekten de insanlığın zaman algısını belirleyen tarih öncesi üretim ve din-siyaset örgütlenmelerine kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Sanayi öncesi toplumlarda mevsim değişimleri üretim dönemlerini belirlediği için bu dönüşümler törenlerle karşılanmış, örneğin ilkbaharın gelmesi tohumların yeşermesi, sonbahar döllenme mevsimi anlamına geldiğinden, bereketin garanti edilebilmesi amacıyla tanrılara, totemlere özel kurbanlar verilmesi gerektiğine inanılmıştır. Baharın gelişi, zamanın sona ermesi tehlikesi yani kıyamet korkusunun bir yıl daha atlatılması anlamına geldiğinden, Mezopotamya uygarlığında dinsel-siyasal erkin teslim edildiği krala ihtiyaç kalmadığının da göstergesi olarak kabul edilmiş ve bahar bayramları kral kurbanıyla kutlanmıştır. Özellikle Babil örneğinin iyi bilindiği ilkbahar kutlamalarında bütün şehir halkının katıldığı ‘serbest aşk’ günleri ile kurulu düzen alt üst edilerek yeni bir yıla hazırlanılmıştır. Kral-katli/kurbanı, eski Türklerde kağan seçilen kişinin boğazının iple sıkılıp hükümdarlık müddetinin ne kadar olacağının sorulması ve can havliyle söylediği süre içinde ölmemişse öldürülmesi geleneğinin örneklediği gibi oldukça geniş bir coğrafyada görülür. Avrupa’da devam eden karnaval, faşing geleneği, yeme-içme, cinsellik ve şiddet içeren yönleriyle, kökleri pagan çağlara giden, toplumsal düzenin alt üst edildiği olağan dışı bir ‘zamanın kalıntılarıdır.

Folklorcuların Anadolu’da ‘seyirlik köy oyunları’ başlığı altında incelediği toplu eğlencelerin kökenlerinin pagan dönemden kalma eski çağların ortak kültür izlerini taşıdığı görülmektedir. Ölüm ve dirilme, kız kaçırma, Nevruz öğelerini barındıran değişkeleriyle Trakya ve Balkanlara yayılmış Cemal-Deve oyunu, Sinsin, Koskosa ritüelleri, Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’dan başlayarak Balkanlara kadar uzanan mantıvar, mar-tufal, Rize’de vartavar, Trabzon’da dernek olarak bilinen yayla şenlikleri aynı kapsam içine alınabilir. Kaşgarlı Mahmud Divanü Lügat-it-Türk’de (1072) bayram sözcüğünü açıklarken, “halk arasında gülme ve sevinme; bir yer ışıklarla ve çiçeklerle bezendiği zaman ‘bayram yer’ denir ki ‘gönül açan yer’ demektir. Bu kelimenin aslının ne olduğunu bilmiyorum, çünkü bu kelimeyi Farslardan dahi işittim. Bununla beraber Oğuzlar bayram gününe ‘beyrem’ derler. Bu sevinç ve eğlence günüdür,” açıklamasını yapar. Çağatayca paykamak, Sagay ve Koybalca paymak sözcüklerinin varlığı bu konuda araştırmaların derinleştilmesi gereğini ortaya koymaktadır. Çağdaş dünyada milli bayramlar ortaya çıkarken kutsal günler tatile dönüşmüştür.

Mümin Yahudiler Cumartesi günü hiçbir iş yapmama emrini yerine getirmeye çalışırken, ortaçağ lonca düzeninde Avrupa yılın üçte birini kutlamalarla geçirmiştir. İstanbul da üç dinin bayramlarıyla renkli bir tatiller dünyası iken, 1890’lardan itibaren çalışma yaşamı çağdaşlaşmış, Cumhuriyet döneminde resmi tatil ve bayram günleri yasayla düzenlenmiştir. 12 Eylül darbesinden sonra 27 Mayıs Anayasa ve Hürriyet Bayramı ile Bahar Bayramı kaldırılmıştır.

“Türk ne bilir bayramı, hört hört içer ayranı” ve “deliye her gün bayram” sözleriyle, şehir yaşamında topluca kutlama günleri konusunda bir sorunumuz olduğu ortaya çıkmaktaysa da, 1980’lerdcn sonra her kaza için tespit edilen düşman işgalinden kurtuluş günlerinin ve Diyarbakır karpuzu, Susurluk yoğurdu, Devrek bastonu, Üsküdar kâtibi gibi ‘geleneksel’ ürün festivallerinin ikamesiyle bu sorun giderilmeye çalışılmaktadır.

Geleneksel çiftçi takviminde günler fırtınalar, tohum atma zamanı, suların çekilmesi, kuşların göçü gibi iklim-meteoroloji olaylarıyla anılırken, ‘sanayi’ toplumunda 8 Mart Kadınlar Günü, Yerli Malı veya Verem Savaş Haftası, 10 Kasım anma günü, Adli Tatilin sona ermesi gibi çeşitli günlerin ‘mana ve ehemmiyeti’ toplumun çeşitli kesimleri ve meslek gruplan tarafından önemsenmekte, bunların dar bir çevreyle ilgili kalmasından veya bürokratik zorunluluklardan çıkabilmesi için ‘siyasal’ gündeme oturabilmesi gerekmektedir. Yaşları kırkı geçenler ‘milli’ bayramların, esnafın süslü arabalarla geçmesi, köylerinden gelenlerin meydanlarda oyun kurması ve gece fener alaylarıyla coşku içinde kutlandığını anımsayacaklardır. Son üç-beş yıldır Avrupa’ya sesini duyurma coşkusuyla futbol galibiyetlerinin sokaklarda topluca kutlanması ve devletin bunu 80’lerde ilk başladığı zaman olduğu gibi eylemimsi olay sanma yanlışından kurtulmasıyla, klasik sınıflamaya girmese ve takvimle ilgisi kurulamasa da yeni bir kutlama biçimi doğmuştur. Yılbaşı kutlamalarının meydanlara inmeye başlamasında bu biçimin kalıcı yönü görülebilir.

İstanbul’da Ortodoksların suya haç atmaları, İstanbul ve İzmir’de kutlanan zenci bayramları, Denizcilik ve Kabotaj Bayramı’nın 60’lara kadar deniz şehirlerinde bayrama dönüşmesini hatırlatmakla yetinerek, takvimin halen önemli veya yeni önem kazanan günlerinin tarihine geçebiliriz.

Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.

YARADILIŞ DESTANI

 Her şeyden önce su vardı. Yer, ay, gök, güneş yoktu. Sadece Tanrı Kayra Han (Kuday)vardı, ancak yalnızdı ve canı sıkılıyordu, sudan gelen bir ses ona “yarat” dedi.O da kendi gibi birini yarattı ve ona kişi dedi. İkisi de birer kara kaz gibi su üzerinde uçuyorlardı. Tanrı Kayra Han bir şey düşünmüyordu. O sırada Kişi, yeli bulup suyu dalgalandırdı. Kayra Han’ın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrı’dan güçlü olduğunu sandı; daha yüksekte uçmak istedi. Ama uçamadı; suya düşüp dibe battı. Boğulmak üzereydi. Bana yardım et ! diye bağırıp Kayra Han’dan yardım istedi.

Tanrı Kayra Han izin verdi, Kişi su yüzüne boğulmadan çıktı. Sonra Tanrı, ‘Sağlam bir taş olsun ! dedi. Suyun dibinden bir taş yükseldi. Kayra Han ile Kişi, bu taşın üzerine oturdular. Kayra Han, Kişi’ye Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar ! diye buyruk verdi. Kişi, Tanrı’nın buyruğunu yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Kayra Han’a götürdü. Kayra Han, Kişi’nin getirdiği toprağı suyun üzerine serperken Yer olsun ! diye buyurdu.

Buyruk yerine geldi, yeryüzü yaratıldı. Kayra Han, yine Kişi’ye Suya dal, suyun dibindeki topraktan çıkar ! diye buyruk verdi. Kişi, suya daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu; bir avucundakini Kayra Han’dan gizlemek için ağzına attı. Dileği, Kayra Han’dan gizli kendine göre bir yer yaratmaktı. Avucundaki toprağı getirip Kayra Han’a uzattı. Kayra Han, toprağı suyun üzerine serpip genişlemesini buyurdu. Kayra Han’ın suya serptiği toprak gibi, Kişi’nin ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe başladı. Kişi korktu; soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı. Ancak, nereye kaçsa yanı başında Tanrı Kayra Han’ın varlığını hissediyordu. O’ndan kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrı’ya yalvarmağa başladı: Tanrı ! Gerçek Tanrı ! Bana yardım et. Kayra Han, Kişi’ye Ağzındaki toprağı ne için sakladın dedi. Kişi, Kendime yer yaratmak için saklamıştım diye yanıt verdi. Kayra Han da, Öyleyse at ağzından ve kurtul dedi. Kişi’nin ağzındaki toprak yere dökülürken küçük tepeler oluştu. Kayra Han, Artık sen günahlı oldun dedi, Bana karşı geldin. Kötülük düşündün. Bundan sonra sana uyanlar, senin gibi kötülük düşünenler senin gibi kötü kişi olacak; bana uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve aydınlık yüzü görecek. Ben, gerçek Kurbustan adını almışımdır; bundan sonra senin adın da Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun.

Yeryüzünde, dalsız budaksız bir ağaç yeşerdi. Kayra Han, bu dalsız budaksız ağaçtan hoşlanmadı. Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun ! dedi. Dalsız budaksız ağaç birden dokuz dallı oldu. Kayra Han, Dokuz dalın herbirinin kökünden, birerden dokuz kişi türesin; bunlar dokuz millet olsun ! dedi. Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duydu. Nedir acaba diye düşündü. Kayra Han’a gürültünün nedenini sordu. Kayra Han, Ben bir hakanım, sen de kendince bir hakansın. İşittiğin gürültüyü yapanlar benim insanlarımdır ! dedi. Erlik, Kayra Han’dan bu insanları kendisine vermesini istedi. Kayra Han, Olmaz ! diye karşıladı; Sen git kendi işine bak !

Erlik’in canı sıkıldı. Hele bir gidip şu insanları göreyim diyerek kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Kayra Han bunları nasıl yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye düşündü. O düşüne dursun, insanlar ağacın yemişlerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlar, öte yandakilere ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu. İnsanlar, şu yanıtı verdiler: Tanrı bize o yandaki yemişlerden yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrı’nın izin verdiği, ağacın gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, yasak yandaki yemişleri yemememiz için bekçilik ediyor.Bu yanıt, Erlik’i sevindirdi. Erlik Körmös, insanlardan Doğanay (Törüngey) denilen erkeğe yaklaştı. Ona Kayra Han size yalan söylemiş. Asıl, yasakladığı yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir deneyin; göreceksiniz dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına girdi; ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak yemişlerden yedi. Doğanay’ın karısı Ece (Eje), yanlarına geldi. Erlik, Doğanay ile Ece’ye de yasak yemişlerden yemelerini söyledi. Doğanay, Kayra Han’ın sözünü tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Ece dayanamadı, yedi. Yemiş çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü. Doğanay ile Ece’nin tüyleri birden döküldü. Utandılar. Kaçıp, herbiri bir ağacın ardına saklandılar.

Kayra Han oraya geldi. İnsanlar, kaçışıp bir köşeye gizlenmişlerdi. Kayra Han, Doğanay ! Ece ! Doğanay ! Ece ! diye haykırdı, Neredesiniz ?. Doğanay ile Ece Ağaçların arkasındayız dediler, Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz. Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kayra Han, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde herbirine ayrı cezalar verdi. Şimdi sen de Erlik’ten bir parça oldun diyerek yılana verdi ilk cezayı. İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip öldürsünler ! dedi. Ece’ye döndü, Sen, Erlik’in sözüne uydun. Yasak yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın. Doğanay’a da şöyle diyerek cezasını verdi: Erlik’in gösterdiğini yedin. Benim sözümü dinlemedin, Körmös Erlik’in sözüne uydun. Onun adamları onun dünyasında yaşar, Karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös (Şeytan, Erlik) bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek. Kayra Han, Erlik’e de kızdı. Benim adamlarımı niçin aldattın ? diye sordu öfkeyle. Erlik Ben istedim, sen vermedin dedi, Ben de senden çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım. İçip içip esrirler (sarhoş olurlar) ise birbirlerine düşürüp döğüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım. Kayra Han da, Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan Karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum diyerek Erlik’i cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden ceza verdi. Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok dedi, Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra size Gök Oğul’u (May-Tere) göndereceğim.

Gök Oğul, insanlara birçok şey öğretti. Arabayı da Gök Oğul yaptı. Ot köklerini, yenilebilecek otları insanlara öğretti. Erlik, Gök Oğul’a yalvardı: Ey Gök Oğul, bana yardım et. Kayra Han’dan izin dile. Yanına çıkmak istediğimi söyle. Yardım et bana. Gök Oğul, Erlik’in dileğini Kayra Han’a iletti. Kayra Han aldırış etmedi. Gök Oğul, altmış yıl yalvardı.

Sonunda Kayra Han, Erlik’e haber gönderdi: Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin ! Erlik, söz verdi. Kayra Han’ın katına çıktı. Baş eğdi. Beni kutsa. Bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım diye yalvardı. Kayra Han, izin verdi. Erlik, kendisi için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere yerleştirdi; kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık oldular. Kayra Han’ın en sevgili kullarından olan Ulu Kişi (Mandı-Şire), bu duruma çok üzüldü. Üzüntü içinde düşündü: Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde sıkıntı çekip yoruluyor. Erlik’in adamları ise, göklerde keyfedip duruyor. Ulu Kişi, bu üzüntü içinde Erlik’e savaş açtı. Erlik, daha güçlü çıktı. Ateş ile vurup Ulu Kişi’yi kaçırdı. Ulu Kişi, Kayra Han’ın katına çıktı. Kayra Han, Nereden geliyorsun ? dedi. Ulu Kişi, Erlik’in adamlarının gökte oturması, bizim adamlarımızın ise yeryüzünde binbir güçlük içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlik’in yandaşlarını yere indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlik’le savaştım. Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı diye üzgün ve ağlamaklı yanıt verdi. Kayra Han, üzülmemesini söyledi. Erlik’e benden başka kimsenin gücü yetmez dedi, Erlik’in gücü senden çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün Erlik’in gücünden üstün olacak. Ulu Kişi’nin yüreği serinledi, rahat rahat uyudu.

Gün geldi, Ulu Kişi güçleneceğini anladı. O gün Kayra Han, Ulu Kişi’yi yanına çağırdı. Var git. Güçlendin artık. Erlik’in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin dedi, Sana, kendi gücümden güç verdim. Ulu Kişi şaşırdı: Yayım yok, okum yok. Kargım yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik’i nasıl yok edebilirim?. Kayra Han, Ulu Kişi’ye bir kargı verdi. Ulu Kişi, kargıyı alıp Erlik’in göklerine gitti. Erlik’i yendi, kaçırdı; göklerini kırdı geçirdi. Erlik’in gökleri parça parça oldu, yeryüzüne döküldü. O güne değin dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrı’nın özene bezene yarattığı güzelim yeryüzü eğri büğrü oldu. Erlik’in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu, ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi, sivri kayaların üstüne düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar hayvanların ayakları altında kaldılar.

Erlik, varıp Kayra Han’dan kendine yeni bir yer istedi. Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin; barınacak yerim kalmadı dedi. Kayra Han, Erlik’i yerin altındaki Karanlıklar ülkesine sürdü. Üzerine yedi kat kilit vurdu. Burada gün ışığı, ay ışığı görmeyesin. Üzerinde sönmez ateşler olsun. İyi olursan yanıma alır, kötü olursan daha derinlere sürerim dedi.

Bunun üzerine Erlik, Öyleyse ölmüş kişilerin canlarını bana ver; gövdeleri senin olsun, canları benim dedi. Kayra Han, Hayır, onları da sana vermeyeceğim dedi, İstiyorsan kendin yarat. Erlik eline çekiç, körük ve örs aldı. Vurmağa başladı. Her vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve kötü ruhlar yeryüzünü doldurdu. Sonunda Kayra Han, Erlik’in elinden çekici, örsü, körüğü aldı; ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kayra Han, kadını tutup yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmeyen, tüyü işe yaramayan Kurday denilen kuştur. Kayra Han, erkeği de tutup yüzüne tükürdü. O da bir kuş olup uçtu; adına Yalban kuşu dediler.

Bu olanlardan sonra Kayra Han, insanlara Ben size mal verdim, aş verdim. Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz de iyilik yapın. Ben, göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim dedi. Yardımcı ruhlarına döndü: Gün Aşan (Şal-Yime); sen, içki içip aklını yitirenleri, körpe çocukları, tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al; kendini öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları, başkalarına kötülük edenleri koruma. Benim için, bir de hakanları için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir. İnsanlar ! Size yardım ettim. Kötü ruhları (körmösler) sizden uzaklaştırdım. Kötü ruhlar size yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama onların yiyeceklerinden yemeyin; yerseniz, onlardan olursunuz. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, ama yine geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın. Geri döndüğümde iyiliklerinizin, kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Ağca Dağ (YapKara), Ulu Kişi ve Gün Aşan kalacaklar; size yardımcı olacaklar. Ağca Dağ ! Gözlerini dört aç. Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak isterse, Ulu Kişi’ye söyle; o güçlüdür. Gün Aşan ! Sen de iyi dinle. Kötü ruhlar, yeraltındaki Karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar. Çıkarlarsa, hemen Gök Oğul’a bildir. Ona güç verdim. O, kötü ruhları koğar. Alma Ata (Bodo-Sungkü), Ay’ı ve Güneş’i bekleyecek. Ulu Kişi, yeryüzünü ve gökyüzünü koruyacak. Gök Oğul, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak. Ulu Kişi, sen de kötü ruhlarla savaş. Güç gelirse benim adımı çağır. İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin (sincap) vurmayı, hayvan beslemeyi öğret.

Sonra, Kayra Han uzaklaştı. Ulu Kişi, Kayra Han’ın sözlerini yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu, sincap vurdu. Gün geldi, Ulu Kişi kendi kendine mırıldandı: Bugün beni yel uçuracak, alıp götürecek. Bir yel geldi, Ulu Kişi’yi uçurup götürdü. Bunun üzerine Ağca Dağ insanlara Ulu Kişi’yi Tanrı Kayra Han, yanına aldı. Artık, onu bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak. Nereye isterse oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın. Kayra Han böyle istedi dedi. İnsanları kendi haline bırakıp o da gitti.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak