COĞRAFİ KEŞİFLER ÖNCESİ AVRUPA
Coğrafi keşifler deyince, ilk akla gelen ülkeler; İspanya ve Portekiz'dir. Gerçekten de İspanya ve Portekiz; başta Amerika olmak üzere yeni kıtaların keşfi, İnka ve Maya gibi eski medeniyetlerin ortadan kaldırılması, sömürgecilik faaliyetlerinin hız kazanması ve köle ticaretinin yaygınlaşması gibi muazzam gelişmelerde ve dünya çapındaki köklü değişimlerde başrol oynayarak tarihin seyrini doğrudan etkileyen ülkeler olmuştur.
Acaba hangi gelişmeler on beşinci yüzyılın son çeyreğinde kıta Avrupa'sını ayağa kaldırdı?
İspanya ve Portekiz önderliğinde Avrupalıları yeni dünyalara yönelten bu büyük değişimi neler tetiklemiştir?
Bu gelişmeye yol açan siyasi, ekonomik, sosyal ve dini amiller nelerdir?
Doğrusu bu soruları cevaplamak ve Batı Avrupa'nın bu büyük hamlesini anlayabilmek için biraz gerilere gitmek gerekmektedir.
Fakir batı dünyasının doğuyu tanıması Haçlı Seferleriyle başlamaktadır. Gerçekten de aralıklarla yaklaşık iki yüz yıl süren bu seferler sayesinde; batılılar, doğunun hayat standartları açısından kendilerine göre daha gelişmiş ve müreffeh, kültürel açıdan da oldukça ileri olduğunu öğrenmişlerdi.
On üçüncü yüzyılda Marko Polo'nun, İslam dünyasını da içine alan Çin seyahatini anlatan gezi notları «Seyahatler» ismiyle yayınlanmış, doğunun büyük zenginliğinin abartılı ayrıntılarını da ihtiva eden bu eser, Avrupa'da büyük ilgi uyandırmıştı.
Avrupa gerçekten de yoksuldu.
Sanayi öncesi toplumların ana geçim kaynağı olan topraklar, büyük ölçüde kilise denetimindeydi. Halk, derebeylerin baskısı ve kilisenin müeyyideleri arasında bocalamaktaydı. 1400'lerin Avrupa toplumu, kendi içine kapalı ve kuşatma altında bir toplum görünümündeydi. Keşifler ve yayılma çağına önderlik edecek tüm parametrelerden uzaktı. 1348-1349 yıllarında veba salgını (kara ölüm) Avrupa'yı bir baştan bir başa kasıp kavurarak nüfusun üçte birinin ölümüne yol açmış, yoksulluk ve sefaleti dayanılmaz boyutlara ulaştırmıştı.
Öte yandan İslam dünyasının lideri konumundaki Osmanlı Devleti; Bizans İmparatorluğu'na kesin olarak son vermiş, İstanbul'u almış, Anadolu yarımadasında hıristiyan hakimiyeti bırakmamıştı. Osmanlı akıncıları; devletin yüzünü batıya döndürmüş, Balkanlar'da gerçekleştirdiği birkaç askeri hamlede sınırlarını Tuna Nehri'ne kadar genişletmeyi başarmıştı. Böylece Osmanlılar, Orta Avrupada söz sahibi olurken batıyı da tehdit eden bir konuma gelmişti.
İSPANYA'NIN COGRAFİ KEŞİFLER ÖNCESİNDE MÜSLÜMANLARA REVA GÖRDÜĞÜ ZULÜMLER
Avrupa'nın doğusunda bu önemli gelişmeler olurken; İspanya, İber Yarımadası'ndaki 800 yıllık İslam varlığına 1492 yılında son vermiş, Endülüs'te İslam hakimiyetine ait tüm izleri silme adına kanlı zulüm operasyonlarını devreye sokmuştu. Kıta Avrupa'sında tam bir soykırıma dönüşen bu dramatik gelişme, esasen Avrupalıların coğrafi keşifler öncesinde İslam dünyasına vermiş oldukları zararların başlangıcını oluşturmuştu. Kastilya Kraliçesi İsabel ile Aragon Prensi Fernando, zaferlerinin ardından Müslümanlara ibadetlerini yerine getirebilecekleri ve kendilerine haksızlık yapılmayacağına dair teminat ve söz verdiler; ancak bu hoşgörü kısa ömürlü oldu. Şiddetli baskıların sonucunda, zorunlu din değiştirmeler başladı. 1499 yılında baskılar dayanılmaz hale geldi ve Granada'da Müslümanlar isyan etti, ancak isyan kanlı bir biçimde bastırıldı. Granadada en az 50 bin Müslüman toplu olarak vaftiz edilerek zorla hıristiyanlaştırıldı.
Kastilyada da Müslümanlara «ya hıristiyan olmaları ya da gitmeleri» emredildi. İslamiyet'le ilgili Arapça eserler yakıldı. Birçok Müslüman, Sultanın kendilerine kucak açtığı Osmanlı topraklarına gitti. Diğerleri dinlerini değiştirdi ve kendilerine dönmeler anlamında «Morisko» denmeye başlandı. Ancak hıristiyanlar, moriskoların din değiştirdiklerinden şüpheliydiler. Bu yüzden moriskolar takip altına alındı. Bu amansız takipte; mukaddes Ramazan ayı boyunca oruç tutan, namaz kılan, Müslüman tarzında giyinen, Arapça kitaplar okuyan, ölülerini Müslüman adetlerine göre gömen veya başka şüphe uyandırıcı şeyler yapan kadınlar ve erkekler tutuklanıyor, hapse atılıp sorgulanıyor, halkın önünde küçük düşürücü muameleye tabi tutuluyor bazen de idam ediliyordu. 1567 yılında moriskolar isyan etti ve isyanın bastırılmasının ardından, bu topluluklardan kalanlar köle yapıldı ve dağıtıldı. Nihayet 1609 yılında Kral Felipe, moriskoların İspanyadan çıkarılmasını ihtiva eden bir ferman yayınladı ve birkaç yıl içerisinde üç yüz binden fazla morisko, İspanyayı terk etmek zorunda kaldı. Moriskolar sürgüne giderken kendilerine, yedi yaşından küçük çocukları İspanyada bırakmaları, kilise yetkililerine veya eski hıristiyan ailelerine teslim etmeleri emredildi.
Granadanın düşüşü ve ardından Müslümanlara reva görülen zulümler, sadece İspanya'daki İslam hakimiyetine son vermemiş, aynı zamanda İslamiyet'in batı medeniyeti içerisindeki ilerleyişini de acıklı bir biçimde sona erdirmişti.
Papanın teşvikiyle Kastilya Kraliçesi İsabel ve Aragon Prensi Fernando'nun evlenmesi, İspanyanın birliğinin sağlanması yolunda en önemli adımı teşkil etmişti. Artık İspanya, Portekiz'le birlikte hıristiyan dünyasının yükselen yıldızı haline gelmişti. Dini kanaatlerinin katılığı, «İslamiyet'i çökertmek ve dinsizleri imana getirmek için ilahi bir şekilde misyon sahibi kılındıklarına» dair derin inançları; Portekizlileri ve Kastilyalıları denizaşırı maceralara sürükledi. Hiç şüphesiz Papa, bu konuda yöneticileri teşvik etmekte ve cesaretlendirmekteydi. Nitekim Papa VI. Alexander İspanya'dan Müslümanları temizlemeleri ve papalık kuvvetlerine yardım sağlamaları sebebiyle Fernando ve İsabele «En Katolik Majesteleri» ünvanını verdi.
Coğrafi keşiflerin başlamasında Papanın teşviki çok önemli yer tutmaktaydı. Hatta Papa, Portekizlileri Hindistan yönünde seferlere yönlendirirken, birbirlerine düşmemeleri için Amerika'nın bulunmasından sonra İspanyolları da yeni kıtaya yönelik seferlere çıkma yönünde cesaretlendiriyordu. Bunun yanında Katolik kilisesi, 16. asırda reform hareketleriyle kaybettiği taraftarların yerine, misyoner faaliyetleriyle deniz aşırı topraklarda yeni taraftarlar elde etme arzusunu taşıyordu. Açıkçası coğrafi keşiflere çıkmak için dini sebepler, ciddi bir bahaneyi oluşturuyordu.
DİĞER AVRUPA ÜLKELERİ ve KEŞİF HAREKETLERİ
Fransa ve İngiltere başlangıçta, aralarında devam eden Yüz Yıl Savaşlarının yorgunluğu sebebiyle dışlarındaki dünyaya karşı oldukça ilgisizdi. Ancak 17. asırdan itibaren İngiltere, Fransa ve Hollanda coğrafi keşiflerde çok önemli roller üstlendiler. İngilizler ilgilerini; başta Amerika olmak üzere, Afrika içlerine, Avustralya'ya ve dünyanın her tarafındaki irili ufaklı adalara yöneltmişti. Fransa; Kanada başta olmak üzere, Afrika içlerinde yeni sömürge alanları oluşturdu. İngiltere ve Fransa; Güney Asya'da Hindistan'dan Çine kadar uzanan geniş bir alanda etkili oldular. 17. yüzyıldan itibaren küçücük Hollanda, Endonezya'ya yerleşerek yıllar boyu süren, sömürge faaliyetlerine girişecekti.
Avusturya-Alman İmparatorluğu'nu yöneten Hasburglar, Osmanlılarla karada amansız bir mücadeleyi sürdürmekle beraber zorlanmaktaydı. Kısacası bu ülkenin coğrafi keşiflere yönelme lüksü bulunmamaktaydı. Öte yandan Osmanlı ve Avusturya-Alman İmparatorluğu, Akdeniz'de de hilal ve haç mücadelesini ciddi bir biçimde sürdürmekteydi.
Osmanlı Devleti İpek ve Baharat Yollarını kontrol altında tutmakta, ancak Venedik ve Cenevizli denizciler de Çin ve Hindistan'dan batıya ulaştırılan ticaretten ciddi paylar almaktaydı. Doğudan taşınan ipek; baharat çeşitleri, biber, karanfil, Hindistan cevizi, muskat, kakule, tarçın ve zencefil; sadece yemekleri tatlandırmak için değil; aynı zamanda parfüm, ağrı kesici ve cena'ze yağı yapımında kullanılıyordu. Baharatlar; aynı zamanda yiyeceklerin soğutulamadığı bir dönemde, etlerin bozulmadan saklanmasında ve biraz bozulmuş etin tadını maskelemekte kullanılıyordu. Doğunun zenginlikleri; Kahire ve İstanbul’dan Venedik, Napoli, Ceneviz ve Piza gibi Akdeniz limanlarına oradan da Avrupa'ya ulaştırılmaktaydı. Bu durum; bölge ticaretini denetim altına alan Osmanlı'yı ekonomik yönden güçlendirmekte, zenginliğin bir kısmına da İtalya'daki şehir devletleri ortak olmaktaydı.
Kıta Avrupa'sı, fakirlik ve hastalıklarla boğuşurken; Hindistan ve Çin'den ülkelerine ulaşan mallara yüksek fiyatlar ödemekte, üstelik can düşmanları Osmanlılara ticari yolları denetim altında tuttukları için ekonomik katkı sağlamış olmaktaydı. Kısacası Avrupalılar için Osmanlı ve İtalyan şehir devletlerini devre dışı bırakarak doğunun zenginliklerine ulaşma ve fakirlik problemine kesin çözüm getirme arzusu, coğrafi keşiflerin önemli bir sebebini teşkil etmekteydi.
PORTEKİZLİLERİN HİNDİSTAN'A ULAŞMASI (1498)
Batılılar, açık denizlere dayanıklı gemilerin yapımını ve geliştirilmesini belli bir süreç içerisinde gerçekleştirdiler. Bu alanda ilk büyük ilerlemeler, Atlas Okyanusu kıyısındaki İspanya ve Portekiz tarafından sağlandı. Coğrafi konumları gereği, Atlas Okyanusu kıyısındaki bu iki ülkenin balıkçılıkla başlayan deniz faaliyetleri; zamanla Asor, Kanarya, Cabo Yerde, Madeira ve Sao Tome adalarında sömürgeler oluşturma şeklinde devam etti. Bu adalarda, Müslümanlardan öğrenilen şeker kamışından şeker üretme işi yapılmaktaydı.
Portekizli kaptanlar; zamanla ülkelerinden hayli uzak bölgelere, Afrika'nın batı sahillerine sefer düzenlediler. Açık denizlere daha dayanıklı gemilerle; Afrika'nın güneyine doğru sarkarak, bu bölgelerde balıkçılık yapmaya başladılar. Altın ve köle sağlamak için Mali ve Kongo krallarıyla ilişkiye girdiler. Bu maceralı ve tehlikeli deniz seferleriyle; veba yüzünden azalan iş gücünü köle ticaretiyle aşmaya çalışan Portekizliler ve İspanyollar, ayrıca kurutulmuş ve tuzlanmış morina balığından büyük gelir elde ediyorlardı. Zamanla karavela ismi verilen, açık denizlere daha dayanıklı yelkenli gemiler yaparak denizcilik birikimlerini geliştirdiler. Artık İslam dünyasından öğrendikleri usturlapla gök cisimlerinin yükseltisini hesaplamakta, pusula ile nisbeten daha güvenli yolculuk yapmaktaydılar.
Portekizliler; Hindistan'a doğrudan ulaşıp Arap ve Osmanlıları devre dışı bırakarak, baharatı doğrudan satın almalarını sağlayacak bir deniz yolunu bulmaya çalışıyorlardı. Gerçekten de Portekizli gemicilerin İslam dünyasından elde ettikleri coğrafi bilgiler, bu keşiflerin başarısında son derece etkili olmuştur.
Büyük bilim tarihi uzmanlarından Fuat SEZGİN şu tarihi tespiti yapmaktadır:
"On beşinci yüzyıldan itibaren İslam coğrafyacılarının çizdikleri haritalar, Portekizlilerin eline geçmişti. Portekizliler esasında hiçbir şey keşfetmediler; dolayısıyla Portekizliler modern denizcilik biliminin kurucusu değildir. Müslümanlar, Afrika'nın güneyindeki yolu kullanarak 9. yüzyılda, Çin ile ticaret yapıyorlardı. Hint Okyanusu, 15. asırda Müslümanların elinde bir İslam gölü gibiydi.
Portekizliler Arapça haritalara dayanarak, ilk Avrupalılar olarak Hindistan'a deniz yoluyla ulaşmışlardır:
Portekizliler; gemi teknolojisindeki ilerlemeler ve tarihi değişikliklere imza atan cesur gemicilerinin yetişmesi sayesinde, Afrika'nın batı kıyılarından başlayarak önce Ümit Burnu'nu aştılar ardından da Hindistan'ın Kalküta limanına ulaşmayı başardılar. 1488 yılında Bartolomeu Dias (ö. 1500) Afrika'nın güney burnunu dolaştı, ama yorgun tayfaları onu Portekize geri dönmeye zorladılar. 1497 yılında Portekiz Kralı 1. Manuel, Vasco da Gama (1469-1524) komutasında dört gemilik bir filo kurdu. Bu filo, en yeni ve en iyi teknolojiyle ve Prens Henrique'nin bilim adamları tarafından çıkarılmış yıldız haritalarıyla donatılmıştı. Da Gamanın gemileri Afrika'yı dolaşıp kıtanın doğu sahilinden yukarı doğru çıktı ve Hint Okyanusu'nu tanıyan denizcilerin bulunduğu şehirlere ulaştı. Da Gama rehber olarak bir Hintli Müslüman gemi kaptanı tuttu ve Umman Denizi'ni boydan boya geçerek Hindistan'ın batı sahilindeki Kalküta'ya vardı. Vasco Da Gama, 1498 yılında doğu Afrika'nın Malindi limanından Hindistan'ın güney batı kıyısındaki Kalküta'ya gidişini, batı Hint Okyanusu'nun muson rüzgarlarını iyi bilen Müslüman bir Hintlinin yardımına borçluydu.
Da Gama, Hintli ve Arap tüccarlarıyla giriştiği kısa bir mücadelenin ardından umulandan az bir baharatla Portekiz'e döndü. Yine de Portekiz Kralı tarafından «Hint Okyanusu Amirali» unvanıyla taltif edildi. Üç yıl sonra Da Gama yirmi savaş gemisi eşliğinde bir kez daha Kalküta limanına gitmeyi ve kendilerinin sömürgeci emellerine mani olmak isteyen Hint filosunu saf dışı bırakmayı başardı. Çok geçmeden tarihi liman şehri, Portekizlilerin eline geçti. Zaman içerisinde, bölgede bulunan Müslüman emirliklerin çelişkilerinden ve güçsüzlüğünden de yararlanarak Portekiz adına kalıcı ve güçlü sömürge oluşturdular ve on yıl içerisinde Hint Okyanusu'nu bir iç deniz haline getirdiler.
HADIM SÜLEYMAN PAŞA'NIN HİNT SEFERİ (1538)
Hint Okyanusu'ndaki bu gelişmeler, bölgeye en yakın ve güçlü İslam devleti Memlukluları endişeye sevk etmişti. Portekizliler, sömürge alanlarını Kızıldeniz istikameti yönünde geliştirmek arzusunu taşımaktaydı. Memluklular için karşı önlem almak her bakımdan hayati önem arz etmekteydi. Zaten Portekizlilerin doğrudan Hindistan'a ulaşmaları sonucunda baharat yollarının önemi azalmış ve Kahire limanlarının ticari faaliyetleri bütünüyle baltalanmış ve zayıflamıştı. Bu durum Portekizlilerle denizde çatışmayı gerekli kılıyordu. Ancak Memlukluların, Portekizlilerin üstün nitelikteki top bataryalarıyla donatılmış yüksek bordalı gemilerden oluşan donanmasıyla başa çıkmaları mümkün gözükmüyordu. Bu yüzden Osmanlılardan yardım istemek zorunda kaldılar. Nihayet Osmanlıların da yardımıyla oluşturulan Emir Hüseyin komutasında on iki gemilik Memluk donanması, Portekizlilerle mücadele etmek amacıyla Süveyş'ten demir aldı. Emir Hüseyin; Portekiz'in elliyi aşkın karaveli, karakası ve kalyonlarından oluşan donanması karşısında, Diu'da ağır bir yenilgiye uğradı. (1509) Böylece Portekiz tahkimatının bölgede ne denli köklü olduğu anlaşıldı.
1517 yılında Memluklu topraklarını ele geçirmesinden sonra Kızıldeniz üzerinde Portekizlilerle mücadele etme görevini, Osmanlılar tevarüs etmişti. Portekiz sömürgecileriyle çatışma kaçınılmazdı. Tüm Müslümanların hamisi ve İslam dünyasının liderliği vasıflarını taşıyan Osmanlı Devleti; Müslüman tacirlerin gemilerini batıran, hacca giden savunmasız insanları öldüren ve en önemlisi Kızıldeniz'e girerek Haremeyn'i tehdit eden Portekiz saldırganlığına karşı harekete geçmek zorundaydı. Böylece iki ülke; anavatanlarından çok uzaklarda, Hint Okyanusu'nda savaşacaklardı.
Hint Okyanusu, Müslümanlar için her zaman önemli bir merkezdi. Asırlardır Müslüman denizciler, Hint Okyanusu'ndan doğuda Çin'e kadar oldukça geniş bir alanda seyr ü sefer içinde bulunmakta Çin ve Endonezya'dan aldıkları ticari emtiayı batıya taşımakta, Hindistan ve Afrika kıyılarına uzanan bölgelerde ticari faaliyetlerde bulunmaktaydılar. Nitekim sekizinci asırdan itibaren bölgede ticaret yapmakta olan Arap ve İranlı Müslümanlar, bugünkü Malezya'ya, Endonezya'ya ve Çin'e yaptıkları ticari seferler sırasında İslamiyet'i yaymışlardı. Arap, Türk ve İranlı tüccarlar, örnek tavırlarıyla Malayların tamamına ve Çinlilerin önemli bir kısmına, inançlarını kolayca benimsetmeyi başarmışlardı. Hatta Çin'de Ming Hanedanı zamanında Çinli Müslümanlar, deniz ticaretinde oldukça etkiliydi. Çin İmparatoru Ming Yongle zamanında Müslüman bir amiral olan Cıng Hi (1371) Çin'den Hint Okyanusu'na ve Basra Körfezi'ne yedi büyük deniz seferi gerçekleştirmişti. Kısacası asırlardır Arap, İranlı ve Türk denizci tüccarları, Çin'den Batı Afrika sahillerine kadar geniş bir alanda ticareti ellerinde bulunduruyordu.
Osmanlı Devleti, Hint Okyanusu'na Hadım Süleyman Paşa komutasında müdahaleyi gerçekleştirdiği sırada (1538 yılında) enteresan bir tesadüf olarak Barbaros, Preveze'de zafer için Akdenize açılmakta, Kanuni de çok güçlü bir kara ordusuyla Macaristan ve Boğdan üzerine seferde bulunmaktaydı.
Süleyman Paşaya donanma hazırlığı için gönderilen emirnamede «Mekke'ye giden hac kervanlarına ve Müslümanların ticaretine zarar veren Portekizlileri denizlerden kovmak» ibaresi yer alıyordu. Bazı yabancı yazarların iddiasının aksine Hint Seferi'nde amaç; Hindistan'ı fethetmek değil Portekizlileri Hint Okyanusu'ndan uzaklaştırmaktı.
Nihayet hazırlıklarını tamamlayan Mısır Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa, Süveyş'ten 80 parçalık bir donanmayla yola çıkmış, gemilere ise 2.000'i yeniçeri 9.000 asker yerleştirilmişti. Gemici, topçu ve yardımcı personelle birlikte donanma; kürekçi ve forsalar hariç 20.000 kişiden oluşmaktaydı. Osmanlıların Portekize karşı tabii müttefiki olan Venedikliler de, Padişah'ın danışmanı Gian Francesco komutasında 800 askerle bu sefere katkı yapmışlardı. Donanmanın asıl gücünü, Portekizlilerin basilisco (badaluşka) ismini verdiği kale muhasarasında oldukça etkili büyük çaplı toplar oluşturmaktaydı.
Donanma, Cidde'de bir süre dinlendikten sonra Hindistan güzergahında bulunan Tahiri sülalesinden Amir bin Davud tarafından yönetilen Aden'e yöneldi. Portekiz himayesine girmeye hazırlanan Aden; stratejik konumda, yüksek surlarla çevrili ve mükemmel bir limana sahip şirin bir ülkeydi. Süleyman Paşa; Adene girişinin ardından, güven duymadığı Aden Emiri'ni veziri ve üç önemli adamıyla birlikte, fitne çıkarması ihtimalini göz önünde bulundurarak idam etti. Süleyman Paşa; Aden'i Osmanlı hakimiyetine kattıktan sonra, camilerinde Padişah adına hutbe okuttu. Şehrin idaresini, Mısır ümerasından Behram Bey'e bıraktı. Bu olay, seferin gidişatını son derece olumsuz etkiledi, bölgede bulunan İslam emirliklerini korkuttu ve aynı akıbetin başlarına geleceği endişesiyle, Osmanlı aleyhinde bir havanın esmesine yol açtı.
Nihayet Süleyman Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması, Gucerat Yarımadası'nın güney ucunda yer alan Portekiz işgalindeki liman kenti Diu'ya doğru dümen kırdı ve kenti kısa zamanda şiddetli bir biçimde muhasara altına aldı. Oysa Kanuninin talimatı, doğrudan doğruya ana karargaha yönelik bir saldırı stratejisi izlenmesiydi ve stratejik olarak, korunaklı Diu limanına saldırma yerine Portekiz sömürge güçlerinin idari merkezi Goaya yönelik hamle yapılmalıydı.
Osmanlı donanması, üst üste taktik hatalar yapmıştı. Hava şartlarının olumsuzluğu ve yanlış zamanlamayla gerçekleştirilen saldırılar sebebiyle, donanmasında ciddi zayiatlar meydana gelmişti. Süleyman Paşanın bölgedeki emirlikleri bir türlü harekata dahil edememesi yüzünden, Diu limanını ele geçirmek için yaptığı bütün hamleler, Portekizliler tarafından ustaca savuşturulmuştu. Nitekim Kanuni'nin Hindistan'a donanma göndereceği, Portekizliler tarafından öğrenilmiş ve ciddiye alınmıştı. Gerçekten de Portekizliler; Osmanlı saldırısına özel önem vererek, bölgeye sağlam savaş gemileri sevk etmiş, erzak, asker ve mühimmat takviyesinde bulunmuştu.
Sonuçta Süleyman Paşanın sevk ve idaredeki basiretsizliği, mahalli Müslüman emirliklerin Aden valisinin idamından olumsuz etkilenerek kendisine yeterli yardımı yapmayarak erzak ve mühimmat yardımını kesmeleri, bu önemli kuşatmanın başarısız olmasına yol açtı. Üstelik kuşatma altında tutulan limanın teslimine çok az bir süre kala donanma, geriye çekilme kararı aldı. Bununla beraber Süleyman Paşanın başarısız bu Hint Seferi sırasında Aden, Şihr ve Zebit Osmanlı İmparatorluğu'na dahil oldu. Ancak İpek ve Baharat yollarını önemsiz hale dönüştüren sömürgeci Portekizliler bölgeden atılamamıştı. Bu durum, Osmanlı Devleti'nin ekonomik yönden çöküşünde dönüm noktalarından biri olarak kabul edilmektedir.
KRİSTOF KOLOMB ve AMERİKA'NIN KEŞFİ
Kolomb (1451 - 1506). İtalya'nın en güzel sahil kentlerinden Cenovada doğmuş ve gençliği, tutkuyla bağlı olduğu denizlerde ve denizci aileleri arasında geçmişti. Haçlı seferleri sonrasında İtalya liman kentlerinde belirgin bir biçimde artan coğrafi bilgi; denizlere merakı artırmış, deniz ticaretine, bilhassa doğunun zenginliklerine ulaşma arzusunu kamçılamıştı. Öte yandan Portekizli ünlü denizci Prens Henry'nin denizciliğin gelişmesi adına göstermiş olduğu çabalar, büyük keşifler için son derece belirleyici olmuştu. Henry'nin; coğrafi bilginin toplanmasındaki katkıları, Atlas Okyanusu'na ve Batı Afrika sahillerine ticari getirisi yüksek seferler için birçok denizciyi teşvik etmesi ve maddi açıdan desteklemesi, keşifleri cesaretlendirici olmuştur. Bu durum maceracı Kaptan Kolomb'un ve kendisi gibi denizci olan kardeşlerinin de ilgisini çekmekteydi. Kolomb, evlendikten sonra Portekize yerleşmiş, denizciliğe olan merakı artarak devam etmiş ve denizaşırı ticaretin kendisine ne denli hayat konforu sunabileceğinin farkına varmıştı. Kayınpederinin, Prens Henry'nin kaptanlarından birisi olması da sefer öncesi birikimlerini artırmaktaydı.
Kristof Kolomb, Amerikanın keşfiyle sonuçlanacak seferine çıkmadan önce, oldukça kapsamlı bir coğrafi bilgiye, gemi teknolojisiyle ilgili geniş bir birikime ve seferin maddi yükünü çekecek siyasi ve mali desteğe sahipti.
Orta Çağ seyyahlarına ait birçok eserden haberdar olan Kolomb, Romalı devlet adamı Plinis'un «Naturalis Historia»sını (Tabiat Tarihi) Yunanlı bilim adamı Batlamyus'un «Coğrafya»sını, Marco Polo'nun «Seyahatler»ini, Cambrai piskoposu ve Paris Üniversitesi rektörü Pierre dully'nin 1420 yılında yazdığı «lmage Mundi» (Dünyanın Görünümü) adlı kitabını okumuştu. Ayrıca Floransalı hümanist, doktor, astronom ve matematikçi Paolo dal Pozzo Toscanelli (1397- 1482) ile de temas içindeydi. Nitekim Toscanelli ölümünden bir müddet önce hazırlamış olduğu haritayı yeni coğrafi bilgiler içeren mektubuyla Kolomb'a yollamıştı. Toscanelli mektubunda batıya yapılacak bir seferin baharat, altın ve gümüş ile «hıristiyanlara karşı çok büyük dostluk duyguları besleyen insanlarla tanışmayı vadettiğini» ifade etmekteydi.
Kısacası Kolomb'u doğunun akla hayale sığmayacak kadar büyük olduğu düşünülen zenginliklerine kestirme yoldan ulaştıracak her türlü motivasyon mevcuttu.
Aslında İspanyol ve Portekizli denizciler, uzun süreden beri Atlantik açıklarını yoklayarak, Hindistan'a Güney Afrika'dan dolaşıp ulaşacak bir yol araştırı yordu. Kolomb, bu maceraya atılmadan önce Atlantik yolculuğunda kendisine mali yardım yapması ve insan gücüyle desteklemesi için ilk girişimini Portekiz Kralı II. Juan'a müracaat ederek yapmıştı. Ancak Prens Henry'nin de akrabası olan II. Juan, Kolomb'u lafazan biri olarak değerlendirmiş, girişimini hayalci ve sefer projesini de masraflı bulmuştu. Kolomb, 1486 yılındaki bu başarısız girişiminden sonra da yılmadı, sefer konusunda kendisine destek olması için İspanya'ya yöneldi. Ancak Kastilya Kraliçesi İzabellayı da kendisine destek vermesi için ikna edememişti. Nihayet İzabella; Granadanın Müslümanlardan alınması ve İber Yarımadası'nda kendilerine zarar verebilecek tehdit unsurunun ortadan kalkmasından sonra, 1492 yılında Hıristiyanlığı yaymak, Müslümanlara Asyada da zarar vermek amacıyla bu masraflı sefer için izin verdi. Hıristiyanlığı yaymak bu seferin dini meşruiyetini oluşturmaktaydı.
BÜYÜK KEŞFE YOLCULUK
Böylece 3 Ağustos 1492 tarihinde Kolomb'un komutasında İspanyanın Palos Limanı'ndan Sanla Maria, Pinta, ve Nina adlarındaki üç gemi 88 kişilik mürettebatıyla «Karanlıklar Denizi»ne yani Atlas Okyanusu'na açılmış oldu. Sandıklarında birçok kitabın yanı sıra Çin ipeği de bulunmaktaydı. Yolculuğun Çine kadar uzanacağı, sarayda Arapça bilen birileri olacağı gerekçesiyle Arapça bilen bir İspanyol da kafileye dahil edilmişti.
Kafile, Atlas Okyanusu'ndan batıya açılmış ancak on hafta geçmesine rağmen herhangi bir kara parçasına rastlanamamıştı. Bu durum tayfalar arasında huzursuzluk ve isyana varan gerginliğe yol açtı. Nihayet 12 Ekim'de Kolomb'un daha sonra «San Salvador» adını vereceği ada karşılarına çıktı.
Asya yakınlarında bir adaya çıktığına inanan Kolomb, adada yaşayan Taino halkını Hintli anlamına gelen «İndian» olarak tanımladı. Aralarında Haiti'nin de bulunduğu irili ufaklı birçok adayı keşfetti ve İspanyol bayrağı çektiği adaların eşsiz güzelliklerini seyir defterine şöyle kaydetti:
"Irmaktan yukarı ilerlerken ağaç topluluklarını görmek, serinliğin, pırıl pırıl akan suyun, kuşların, görünümdeki iç açıcılığın tadına varmak olağanüstü bir şeydi gerçekten; bu topraklardaki her şey gerçekten olağanüstü. Bu ülkede ne gibi yararlar sağlanabileceğini yazmama gerek yok. Ama şurası kesin ki, bütün bu gördüğümüz topraklarda inanılmaz zenginlikler yatıyor. Toprak çok verimli, göz alabildiğine uzanan alanlarda namey yetiştiriyorlar; dağlarda, büyük ağaçlar halinde kendiliğinden bitiyor. Bin bir türlü meyve var, tek tek anlatmam imkansız. Hepsi de çok yararlı olsa gerek.
Ayrıca her yerin çok bakımlı, güzel ekilmiş olduğunu söylüyorlardı. Vadinin ortasında çok geniş bir ırmak varmış, suyu öyle bol, öyle gürmüş ki bütün yöreyi sulamaya yetermiş. Yemyeşil bütün ağaçlar, meyve yüklüymüş. Yollar çok geniş, çok bakımlıymış. Hava Kastilya'nın Nisan ayındakine benziyormuş. Her yer bülbül sesleri, küçük kuş sesleri içindeymiş, tam İspanya'nın Nisan ayındaki gibi. Yer yüzünde bundan daha hoş sesler olamaz, dediler. Yer çok yüksek. Ama en yüksek dağın tepesi bile, ekip biçmeye elverişli düzlüklerden, vadilerden oluşmuş. Güzelliğine, zenginliğine gelince; Kastilya'nın hiçbir bölgesi burasıyla aşık atamaz. Hispaniola ülkesi öyle verimli, öyle zengin ki övmeye dil yetmez, görülmedikçe de anlaşılmaz. (...) Genç bir çocuk, ölçülemeyecek kadar önemli birkaç yer buldu; gördüğü ırmakları sayıp döktü bize; sularında öyle zenginlikler akıyormuş ki inanamayacaksınız, dedi. Bu adaların üstüne yok; dağlarıyla, tepeleriyle, akarsularıyla, vadileriyle eşsiz güzellikteler. .. Yeryüzünün güneş altındaki hiçbir yerinde buralardan daha güzeli, daha görkemlisi bulunamaz. ilk üç yıl için buraya, adanın ve altın ırmaklarının güvenliğini sağlayacak bin adam yerleştirmek çok uygundur: yüz de atlı adamımız olsa zararlı değil karlı çıkarız bu işte.
Kolomb'un, iştah kabartan bu tasvirlerinin yanında, batılıların sömürgecilik ruhunu en net bir biçimde tasvir eden gezi notları, mazlum ve savunmasız yerlileri gelecek asırda hangi büyük faciaların beklediğini haber vermekteydi:
"Bunlar pek yumuşak başlı, pek ürkek insanlar, daha önce söylediğim gibi hepsi de çıplak. Ne silahları var ne de kanunları. Köylerinde de ne disiplin varmış, ne de örgütlenme ... Bunlar kötülük nedir bilmeyen insanlar, hem de hiç savaşmamışlar. .. Ben kendim, elimin altındaki üç-beş adamla bütün bu adaları hiçbir tehlikeyle karşılaşmadan dolaşabilirim. Geçenlerde, adamlarımdan üçünün karaya indiğini, yalnızca şöyle bir görünmeleriyle oradaki bir sürü Hintlinin çil yavrusu gibi dağıldığını gözlerimle gördüm. Adamlar silah nedir bilmiyor. .. Savaş inceliklerinden haberleri yok. Bin kişi gelse bile bizim üç adamımızla baş edemez. Demek istediğim, bunlar buyruk almaya, çalıştırılmaya, ekip biçmeye, yararlı olabilecek her şeyi yapmaya yatkın insanlar. Kentler kurdurabiliriz onlara, bizim gibi giyinmelerini, davranmalarını öğretebiliriz. Daha önceden söylediğim gibi, elimin altındaki az sayıda adamla burayı, Portekizden daha büyük, ondan iki kat kalabalık bu adayı kolayca ele geçirebilirim. Halkının hepsi çıplak, silahsız, öyle de ödlekler ki o kadar olur. Kötülük nedir bilmiyorlar. Öldürmek nedir, düşmanlarını tutsak almak nedir bilmiyorlar. Hiç silahları yok; öyle ödlekler ki, bizim adamlardan biri şaka olsun diye, yanlarına yaklaşmaya görsün, yüzü birden toz oluyor. İnanmaya açıklar, gökte tek bir Tanrı olduğunu biliyorlar. Gökten geldiğimize kesinlikle inanıyorlar. Kendilerine hangi duayı öğretirsek öğretelim tekrarlamaya hazırlar, istavroz bile çıkarıyorlar. Bu sabahki gidişim bütün bu ayrıntıları görüp anlayarak siz yüce efendimize rapor hazırlayabilmek, ayrıca bir tabya yeri seçebilmek içindi. Bir ada oluşturur gibi denize sokulan bir dil gördüm, karadan büsbütün ayrılmış değildi, üzerinde de altı ev vardı. Bu çıkıntı iki günlük bir çalışmayla karadan koparılıp bir adaya dönüştürülebilir; ama kendi payıma, bunu pek de gerekli görmüyorum, çünkü bu adamlar çok temiz yürekli ve kesinlikle savaş sanatını bilmiyorlar... Yüce Efendimiz buyruk verselerdi bunların hepsini Kastilya'ya getirebilir, diyelim olmadı, kendi adalarında tutsak tutabilirdik, çünkü bu adamlara gık dedirtmemek ve kendilerinden sağlanmak istenecek her şeyi yaptırabilmek için elli kişi yeter de artar bile. Bunlara en ağır işler gördürülebilir; uyanık adamlar; bakıyorum, dediklerimi hemen tekrarlıyorlar.
Nihayet Kolomb, esir aldığı birkaç ada yerlisi Taino ile İspanyaya doğru dönüş yoluna çıktı.
Kolomb, İspanyada büyük bir coşkuyla karşılandı. Bu ilk sefer yeni seferler için teşvik edici mahiyette idi. Nitekim ikinci sefere binlerce kişi katılmış ancak arzu edilen ve iştah kabartan zenginliklere ulaşma adına hayal kırıklığı oluşmuştu. Kolomb, 1498 yılında üçüncü seferinde Venezuela kıyılarına çıkmış ve Orinoco Irmağı'nın ağzını keşfetmişti. Günlüğüne Tanrı'nın kendisini «yeni dünyanın habercisi» yaptığını not eden büyük kaşif, hala Asya kıtasının yakınlarda bir yerde olduğuna inanıyordu. Kolomb, dördüncü ve son seferinde Orta Amerika kıyılarını yoklamış Çin'e gidebilmek için bir boğaz aramıştı. Yaşlı kurt denizci, bu arayışları sırasında Jamaika'da bir yıl kadar mahsur kalmış, her şeye rağmen İspanyaya dönmeyi başarmıştı. Dünyanın en etkili denizcisi, büyük destekçisi Kraliçe İzabellanın ölümünden iki yıl sonra 1506 yılında İspanyada öldü.
KEŞİFLER ve SÖMÜRGECİLİK
İNGİLİZLERİN KANADA SAHİLLERİNE ÇIKMASI ve ORTA AMERİKA'YA YERLEŞMESİ
Kolomb'un gezileri, yeterli zenginliği İspanyaya taşıyamamış ancak girişimleri diğer denizcilere ve maceraperest kişilere örnek teşkil etmişti. Kolomb'un hemşerisi Cenovalı Giovanni Caboto bir denizci olarak kuzeyden Çine daha kolay ulaşılacağını düşünmekte ve bu yönde bir sefere çıkma arzusunu taşımaktaydı. Bu maksatla seferine destek olması için İngiltere'ye gitti ve çeşitli girişimlerde bulundu. Hatta bu amaçla adını John Cabot olarak değiştirdi. Nihayet İngiltere Kralı XII. Henry ve Bristol şehri tüccarlarından aldığı destekle 1497 yılında ilk deniz seferini gerçekleştirdi. Bu önemli sefer güzergahında Kuzey Amerika'da Kanada sahillerinde Newfoundland bölgesine çıkan Cabot, tüm Avrupalı korsanlar gibi altın ve hazine arayışında bulundu. Ancak yaptığı tüm girişimlerden bir sonuç alamayan Cabot, bu arayışları sırasında uzun vadede altından da kıymetli sayılabilecek balık rezervlerinin yer aldığı Grand Banks bölgesini keşfetti. Batılılar, dört-beş asır boyunca dünyanın en önemli balıkçılık alanı olarak bilinen bu bölgede filolar oluşturarak sömürü ağlarını kuvvetli tuttular. Balık tuzlama ve kurutma yoluyla yeni ve güçlü bir sanayi sektörü oluşturdular. Bu bölgede balıkçılıkla uğraşan ve balina yağı da işleyen yeni yerleşim merkezleri kurdular. Böylece İngilizler, Amerika yönünde yaptıkları bu ilk deniz seferiyle beraber ilk koloni ataklarını da gerçekleştirmişlerdi. İngilizler kuzeyden orta bölgelere doğru yayılarak yeni sömürge alanları oluşturdular. Zamanla kolonilerde majestelerine bağlı idari birimler oluşturarak sömürü faaliyetlerini kalıcı hale dönüştürdüler. Oysa İngiltere 1453 yılına kadar Fransa ile Yüz Yıl Savaşları'nı yapmış, bu asırlık yorgunluğun ve yıpratmanın ardından karışıklıklardan kurtulamamıştı. Ardından, İki Gül Savaşı (1455-1485) adı altında toprak sahipleri arasında yapılan iç savaşta mücadele otuz yıl sürmüştü. Nihayet bu mücadeleler sonucunda İngiltere'de Tudor hanedanı kurulmuş ve iç savaş sona erdirilerek yaralar sarılmış ve yeni hanedan döneminde ülke, kuvvetli bir deniz devleti olmuştu.
XVI. asrın başlarında İngiltere; İspanyol ve Portekizlilerin güçlü donanmalarına tehlikeli ve etkili bir rakip olarak ortaya çıktı. Kraliçe Elizabeth'in hazırladığı donanma, denizlerde İspanyolların yenilmez armadasını yenerek okyanuslardaki üstünlüğüne son verdi. Artık İngilizler; okyanuslarda cirit atan, bulduğu her kara parçasına hakimiyet sembollerini diken, büyük bir devlet haline geldi. Kıta Amerika'sında ilk büyük kolonileri Virginia oldu. İngilizler 1632-1655 yılları arasında Kuzey Amerika'da Labrador ve Grönland'a yerleştiler. Başarılı işgallerini Orta Amerika'da Guyana, Bermuda, Küçük Antiller, Jamaika gibi adalara sahip olarak sürdürdüler. Zamanla Afrika ve Asya'da, Çin ve Japonya'ya kadar uzanan denizaşırı sömürgecilik faaliyetlerinde başrolde oynadılar.
Küçücük ülke Hollanda da; sömürgecilik alanında benzer çabayı göstererek, uzun yıllar Asya'nın en büyük ada devleti olan Müslüman Endonezyayı sömürdü.
AMERİGO VESPUCCİ
Floransa'da dünyaya gelen Vespucci (1454-1512); bir süre ünlü İtalyan Medici ailesine ait bir bankada memurluk yaptıktan sonra, deniz ticari faaliyetlerine merak salmış, bu amaçla İspanya ve Portekiz kıyılarına yapılan seferlerde gemi kaptanlığı görevini üstlenmişti. Denizcilik alanındaki faaliyetlerini, deniz aşırı bölgelere taşıyan Vespucci, 1505 yılında yaptığı seferlerin birinde Venezuela sahillerine çıktı. Seferinin ayrıntılarını bir mektupla Medici ailesine bildirdi ve buranın yeni bir dünya ve yeni bir kıta olduğunu ilan etti. Böylece Kolomb'un daha önce keşfettiği ancak Hindistan zannettiği yeni kıta, Vespucci tarafından Amerika olarak tescillenmiş oldu.
Oysa birçok tarihi kaynak, kıtanın; daha önce Müslümanlar tarafından bilindiğini ortaya koymaktadır. Batılı kaynakların da kabul ettiği; Arap Medeniyeti'nin ulaştığı o zamanki seviye, Atlantik Okyanusu'nun Avrupalılardan önce Araplar tarafından keşfedilmiş olabileceğini göstermektedir. Nitekim Kolomb, bizzat tuttuğu 31 Temmuz 1502 tarihindeki kayıtlarda Jamaika açıklarında içinde yabancı yolcular bulunan yabancı bir gemiyle karşılaştığını anlatmaktaydı. Uzaktan gördüğü bu kadırganın Akdenizde sık rastladığı Mağribi gemilerinden olduğunu ve içinde aşağı yukarı kırk kadar adam ve kadının bulunduğunu ve bunların Jamaika yerlilerine benzemediğini, onların giydiği kolsuz gömleklerinin tıpkı Müslüman Granada'da gördüğü gibi gösterişli renk ve desende olduğunu ifade etmekteydi. Gemideki kadınlar, yüzlerini Granada'daki kadınlar gibi kapamıştı.
Yine araştırmalarıyla dünya çapında üne sahip Fuat SEZGİN de; Piri Reis'in haritası başta olmak üzere, keşfin bütün merhalelerinde İslam bilginlerinin harita ve teknik katkılarını ilmi bir biçimde ortaya koymakta ve kıtanın daha önce Müslümanlar tarafından keşfedildiğini ifade etmektedir.
Dünyanın sayılı İslam araştırmacılarından kabul edilen Prof. Dr. Muhammed Hamidullah da Amerika'nın çok daha önceleri Araplar tarafından keşfedildiğini dil ve çeşitli yönden ispat etmektedir. «Dil alimleri Kolomb'dan evvelki zamanlarda kızılderililerin dillerinde Arapça asıllı kelimelerin bulunduğunu ortaya çıkarmışlardır. Diğer taraftan Kolomb, Küba kıyılarında havlamayan köpekler görmüştür ki, bunlar da Batı Afrika cinsi köpeklerdir. Öyle görülüyor ki, eski dünya ile yeni dünya arasında seyrüsefer ilk olarak Müslümanlar tarafından kurulmuştur.
Tahıllardan mısır, Amerika menşeli olmasına rağmen Avrupa dillerinde İslami bir esasa taalluk eden kelimelerle ifade edilmiştir. Mesela; Grano Turco (İtalyanca); Sarazin Corn (İngilizce); Triticum Tircucum (Hollandaca); Trigo de Turkina (İspanyolca); Turkish Heude (İsveççe); Turkie Corns (Fransızca); ve nihayet Turkische Kom (Almanca). Bunun sebebi o zamanlar Türk ve Sarazin kelimelerinin Müslüman kelimesine eş anlamda kullanılmış olmasıdır. Türk dilinde mısır kelimesi, hem tahıllardan mısırı hem de devletlerden Mısır devletini ifade etmek için iki ayrı anlamda kullanılmaktadır. Mısır (tahıl), Batı Afrika kıyılarından hacılar vasıtasıyla Mısır'a getirilmiş oradan da onu Türkler almıştır. İşte bütün bunlar Kristof Kolombdan önce cereyan etmiş hadiselerdir.
GÜNEY AMERİKA'NIN KEŞFİ
1500 yılında Afrika'nın güney ucunu ilk kez geçmeyi başarmış olan Portekizli ünlü denizci Bertolomeu Dias, arkadaşı olan maceracı kaptan Alvares Cabral ile birlikte Hindistan'ı hedefleyen yeni bir sefere çıktı ancak, Afrika'nın batı sahillerini geçerken şiddetli bir fırtınaya yakalandı ve filoları Güney Amerika'nın doğu sahillerine sürüklendi. Böylece kaderin cilvesi onları Brezilya sahillerine atmıştı. Burada rastladıkları kor renginde ağaçlar sebebiyle ülkeye aynı anlama gelen Brezilya adını verdiler. Dönüş yolculuğu sırasında da Bartolomeu Dias'a ait gemi, fırtına yüzünden battı ve Dias öldü. Ancak bu mühim keşiften sonra Portekiz, Brezilya üzerinde hak iddia eden bir konuma geldi.
Kendilerine İspanyol Fatihleri adını veren birkaç bin maceracı, silahlarının üstünlüğü ile Güney Amerika'daki yerli halkı baskı altına aldı ve on binlerce zavallıyı yok ederek İspanyol sömürge İmparatorluğu'nun kurulmasında yardımcı oldular. Sömürgeciliğin kuruluşunun temelinde asıl Fernandez Cortez'in (1485-1547) Meksika'daki Aztek İmparatorluğu'nun hazinelerini yağma etmesi yatmaktadır. Cortez'in Aztek başkenti Tenoçtitlan'ın (Meksika City) alınıp yağmalanması sırasında gösterdiği, bütün genç erkeklerin öldürülmesi şeklindeki vahşet; hatırlardan silinmedi, unutulmadı.
Bu arada Güney Amerika'ya sarkmaya başlayan sömürgecilik faaliyetlerinde muhtemel ihtilafları önlemek amacıyla 1494 yılında Papa VI. Alexandra'nın hakemliğinde dünya denizleri iki devlet «İspanya ve Portekiz arasında» paylaştırıldı. 1494 yılında imzalanan Tordesillas anlaşmasına göre Atlas Okyanusu'nun ortası olduğu tahmin edilen yerin altından geçen hattın doğusunda yer alan yerler Portekizlilerin, batı kısmında yer alan bölgeler İspanyol denetiminde kalmaktaydı. Anlaşılacağı gibi Brezilya dışındaki tüm Güney Amerika, İspanyolların ölçüsüz yıkıcılık taşıyan çapulcu saldırılarına maruz kaldı.
1532 yılında İspanyollar, Meksika'dan çok daha zengin olan Peru'yu sömürge imparatorluğuna dahil ettiler. Francisco Pizarro, 1533de Peru'yu zaptettiğinde şunları söylüyordu:
"Ben buraya altın elde etmek için geldim, bir köylü gibi toprağı sürmeye değil.”
Gözü dönmüş sömürgeciler burada yerli halka ait İnka Medeniyeti'ni yok ettiler.
Kısa zaman içinde Güney Amerika'daki diğer birçok ülke; Guetamala, Honduras, Kolombia, Şili zorla sömürgeleştirildi. Batılı efendiler, gittikleri topraklarda o ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerini ele geçirdikleri gibi yerli halkları da türlü işkencelerle öldürdüler veya kendilerine hizmet edecek hale gelmeleri için hıristiyanlaştırdılar. Paolo Giovia'nın deyimiyle; «Avrupa silahlarının gürültüsü bile onları İsa'ya inandırmak için yeterliydi.»
Sömürgeciler doymak bilmeyen bir hırsla hareket ediyorlardı. Vasco de Gama Kalküta limanına demir attığında bir yerli; «Portekizlilerin Asya'da ne aradığını» sorduğunda, Gama'nın cevabı; «Hıristiyan ve Baharat» olmuştu.
Albuquerque 1511 yılında Malakka'ya saldırdığında subaylarına, iki sebepten dolayı var güçleriyle savaşmalarını emretmişti:
Birincisi; haçı ülkenin dışında farklı yerlere dikerek ve Muhammed'in hilalinin ateşini söndürerek Tanrı'ya hizmet etme aşkı ...
İkincisi; tüm baharat ve ilaç kaynaklarından dolayı bu şehri ele geçirerek Kral Don Manuele hizmet etme aşkı ...
Bu uğraşta; din bahanenin, altın dürtünün kaynağıydı. Araçlar ise on dört ve on beşinci asırlarda Atlantik Avrupası'nın geliştirdiği teknolojiydi.
MAGELLAN'IN DÜNYA TURU
XV. yüzyılda Avrupa'nın coğrafyacıları ve denizcileri ilk çağın ünlü coğrafyacısı Batlamyus'un;
"Bütün dünyayı çeviren bir tek okyanus vardır, Afrika'yı güneyden dolaşarak Hindistan'a varmak mümkündür. Dünya yuvarlaktır, o halde hep batıya doğru yol alacak bir denizci, Asya'nın doğusuna varabilecek ve hareket ettiği noktaya geri dönebilecektir." tezi ve İslam coğrafyacıları tarafından oluşturulan yeni haritalar, Kristof Kolomb dahil büyük denizcilere ve bilhassa Magellan'a okyanusu aşma maceralarında güven artırıcı ve cesaretlendirici bir rol oynamıştır.
Uzun yıllar Hint Okyanusu'nda, Güneydoğu Asya'da ve Baharat adalarında dolaşan Portekizli Kaptan Fernao de Magellan İspanya Kralı 1. Carlos'un desteği ile (daha sonra Kutsal Roma-Germen İmparatoru olan) 20 Eylül 1519'da 5 gemi ve 265 mürettebatla birlikte İspanyadan yola çıktı. Önce Brezilya'ya uğradı ve ardından güneye indi. Oradan da Güney Amerika kıyısı boyunca ilerleyerek Antarktika'nın soğuk sularına yelken açtı. Antarktika açıklarında bir gemisi batan bir diğer gemisi ise isyan sonucu kendisinden kopan Magellan, daha sonra kendi adıyla anılacak olan Magellan Boğazı'nı geçerek Büyük Okyanus'a çıktı. Magellan bu denize Atlas Okyanusu'ndan daha durgun olduğu için sakin anlamına gelen «Pasifik» adını verdi. Ancak bu sakin denizi geçerken yiyecekleri bitti. Tayfalar gemideki sıçanların yanı sıra, deri çantalarını bile kaynatarak yediler. Yanlarında meyve ve sebze olmadığından C vitamini eksikliğinden kaynaklanan iskorbüt hastalığına yakalandılar. Bu uzun ve meşakkatli yolculuktan sonra Filipin Adaları'na zorlukla ulaşan Magellan, 1521 yılında yerli halkla giriştiği mücadeleler sırasında meydana gelen çatışmada öldü. Yardımcısı Sebastian Del Cano bu dünya turunu, savaş ve hastalıklarla boğuşarak büyük zorluklar içinde İspanyaya dönerek tamamladı. Aradan üç yıl geçmişti ve mürettebattan dönebilmeyi başarabilen ise sadece 18 kişiydi. Bu dev yolculuk, dünya tarihinde ilk kez gerçekleşmişti. Böylece devamlı batıya gidilerek başlangıç noktasına varılabileceği ispatlandı ve başka bir ifadeyle dünyanın yuvarlak olduğu kesin olarak anlaşıldı.
COĞRAFİ BULUŞLARIN DÜNYAYA ETKİLERİ
Büyük Coğrafi Keşiflerin sonucunda; önceleri İspanya ve Portekiz, daha sonra ise İngiltere ve Hollanda kısmen de Fransa sömürge imparatorlukları oluşturdular. Ticaret yolları ve ticaret merkezleri yer değiştirdi. İpek ve baharat yolları önemini yitirdi. Akdeniz limanları önem kaybetti. Akdeniz ticaretinden geniş pay alan ülkeler, Osmanlı ve İtalyan şehir devletleri ekonomik olarak zayıflarken İspanya ve Portekiz, ardından İngiltere ve Hollanda ekonomik olarak çok güçlü hale geldiler. Yeni ticaret merkezleri; Amsterdam, Lizbon ve Londra gibi Atlas Okyanusu limanları oldu. Avrupa'ya sömürgelerden altın-gümüş gibi değerli madenler getirildi ve Avrupa zenginleşirken sömürgelerdeki yerli halklar tarihin eşine az rastladığı büyük zulümlere uğradı, yoksullaştı ve kırıldılar. Medeniyetleri yok edilirken, yaşama şansı verilenler ise büyük ölçüde zorla hıristiyanlaştırıldı. Halklar köleleştirildi. Zavallı ve savunmasız toplulukların boyunlarından koparılarak Avrupa'ya taşınan değerli madenler, Avrupa'da zengin bir sınıfın ortaya çıkmasına yol açtı. Nihayet coğrafi sömürge arayışları sonucunda elde ettikleri baharat kullanımı Avrupa'da yaygınlaştı. Patates, domates gibi sevilen ve besleyici yiyecekler, ayrıca kakao, tütün ve kümes hayvanlarından hindi Avrupa'ya taşınmış oldu.
Avrupa'ya taşınan zenginlik, sanat ve mimariyi tetikledi. Böylece Rönesans hareketlerine zemin teşkil etti. Katolikler sömürgelere Hıristiyanlığı taşıdılar; Amerika, Afrika ve Asyada yayılmasında rol oynadılar.
Denizcilikle ilgili doğudan daha çok İslam dünyasının birikimlerinden yararlanılması, usturlap ve diğer denizcilik cihazlarından geniş ölçüde istifade edilmesi, deniz haritalarıyla tanınan Ahmed İbn-i Macid gibi sayısız kaptan ve mürettebattan yararlanılması, Coğrafi Keşifler gibi son derece kritik başarıların sadece Avrupalılara ait olmadığını ortaya koymaktadır. Bu başarı, Asya ve Avrupa toplumlarının ortak başarısıdır. Ancak burada Avrupalıların ön alarak İslam dünyasından aldığı bilgi ve teknolojiyi uyarlama, genişletme ve bu birikimi kendi denizcilik tecrübeleriyle birleştirme yeteneği Asya denizciliğine karşı kesin bir üstünlük kurmalarına yol açmıştır.
AVRUPA'NIN UYANIŞI ZENGİNLEŞME ve RÖNESANS
Coğrafi Keşifler sonrasında Avrupa; bir yandan sömürgecilik faaliyetleri ve ticaret yoluyla zenginleşirken bir yandan da güzel sanatlarda, mimaride, edebiyatta ve bilimde yeni ve büyük açılımlar içine girdi. Orta Çağ düşüncesinden kesin çizgilerle ayrılan Hümanizma hareketlerinin etkisiyle, aklın ve bilimin öne çıkarılmaya başlandığı yeni bir döneme adım atıldı. Artık Avrupalı sanatçılar, seçtikleri konularda sadece dini motifleri değil, insana dair her konuyu işlemeye başladılar. Yeni dönemde başta insan olmak üzere tabiat ve ondaki tüm güzellikler, sanatçıları daha çok motive etmekteydi.
İtalyan sanatçı, mimar ve yazar Giorgio Vasari (1511 -1574) bu dönemdeki sanat anlayışını şu cümlelerle ifade ediyor:
"Sanatın kaynağı tabiatın kendisidir, bu güzel yaratım ile dünya bize ilk modeli vermiştir. İlk öğretmen ·de bizi diğer hayvanlardan üstün yaratan ilahi zekadır, yani Tanrıdır. Bizim zamanımızda görüldü ki neredeyse vahşi tabiata bırakılan sıradan çocuklar bile kendiliğinden resim yapmaya başlamıştır. Kendi tabii dehaları sayesinde sadece tabiatın o güzel resim ve heykellerini taklit etmişlerdir. Bu sebeple, ilahi tabiatından daha az uzaklaştırılan ilk insan; mükemmelliğe daha yakın olması, daha parlak bir zekaya sahip olması ve tabiat gibi bir kılavuz ve dünya kadar güzel bir model sayesinde bu asil sanatlara yönelmiştir”
Gerçekten de insanı merkeze alan hümanist sanatçılar, 14. ve 15. asırlardan itibaren antik Yunan ve Roma medeniyetine ait eserleri gün yüzüne çıkararak mimari, resim ve heykel alanlarında bu çizgiyi yeniden yorumlayarak eserlerini verdiler.
Hümanistler, insanın bu dünyadaki hayatı ile ilgilenmişti. Onlara göre insan; bütün gücü, bedenin bütün güzelliği, sevinci ve kederi, bütün duyguları, yanılgıları ve tutkularıyla ele alınıp incelenmeliydi. Bu durum insanın kendini yeniden keşfetmesi anlamına geliyordu. Şeyh Galib'in;
Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdum-i dide-i ekvan olan ademsin sen ...
mısralarındaki ifadenin hiç değilse bir bölümü anlaşılmış ancak, insanın erdemine vurgu yaptığı diğer bölüm ise yeni sanatçıların çok da ilgi alanına girememişti.
Rönesans; başta Floransa olmak üzere İtalyanın şehir devletlerinde başlayıp 15. ve 16. yüzyıllarda diğer Batı Avrupa ülkelerine yayılan, kültür ve sanattaki yenilenme hareketleri olarak ortaya çıktı. Rönesans; İtalyada resim, heykel ve mimari; Fransada sanat; Almanyada dini tablo ve yayın; İngiltere'de edebiyat; İspanyada resim ve edebiyat alanında daha belirgin olarak gelişti. Rönesans; Orta Çağ'ın sanat anlayışına, dünya görüşüne ve yöntemlerine karşı bir başkaldırı niteliğindeydi.
15. asır İtalyan resminin ve mimarisinin büyük ustaları Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raffaello; ölümsüz eserleriyle Rönesans'ın tetikleyicisi oldular. Bu dönemde Antik Romanın mirası üzerine oturmuş İtalyan şehir devletleri, Akdeniz'in ve aynı zamanda dünyanın en büyük ticari merkezini oluşturmaktaydı. Rönesans'ın en önemli referanslarından birini oluşturan Antik Yunan medeniyeti de Roma medeniyetinin çok uzağında değildi. Öte yandan İslam medeniyeti de doğu toplumlarıyla yapılan ticari münasebetler sebebiyle bilinmekteydi. Katolik dünyasının dini liderinin Roma'da oturması da kültürel hareketliliğin İtalyada neşv ü nema bulmasında önemli bir diğer faktördü.
Kültür ve sanat alanında meydana gelen bu büyük inkişaf, coğrafi keşiflerin sağladığı zenginleşmenin tabii sonucu olarak ortaya çıktı. Rönesans'ın en önemli merkezlerinden biri olacak olan Floransa'yı, üç asır boyunca yönetecek olan Medici ailesi gibi; sanata ve mimariye finans desteği sağlayan, sanatçıyı koruyup destekleyen zenginler ve sanatçıları teşvik eden Katolik kilisesi de bu büyük sanat eksenli değişimin katalizörü olmuştur. Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raffaello gibi büyük sanatçıları saray sanatçıları olarak tanımlamak eksik bir değerlendirme olarak kabul edilmelidir. Bu sanatçılar aynı zamanda kilise sanatçılarıdırlar. Üstelik Katolik kilisesinin tüm kontrolüne rağmen sanatçıların ortaya koyduğu eserler, kilisenin temsil ettiği değerlere daha sonra savaş zemini oluşturacak bir paradoksu da bünyesinde taşımaktaydı. Oysa bu sanatçılara destek o denli abartılıydı ki Leonardo, son nefesini verirken bile; elini 1. Francis'in tuttuğu, ressam Titian'a ise, resim yaparken yere düşürdüğü fırçasını yerden Şarlken'in aldığı rivayet edilir. Sanatçılara gösterilen ilgi ve hoşgörü elbette ki sıradışıydı.
LEONARDO DA VİNCİ, MİCHELANGELO ve RAFFAELLO
Fizikçi, astronom, matematikçi ve tabiat bilgini Toskanelli'nin yetiştirdiği Leonardo da Vinci; ustası gibi çok yönlü bir sanatçı, Rönesans'ın ise tartışmasız en renkli kişiliklerinden biri oldu. Tüm çalışmalarında bu çeşitlilik görülmekte olan sanatçı ve bilim adamı Leonardo; kan dolaşımı, haritacılık, biyoloji, üreme, solunum, fantastik müzik aletleri, geleceğin şehirleri için kanal ve liman çizimleri, abide tasarımları, tank ve helikopter gibi savaş makineleri, resim teknikleri ve daha birçok konuda binlerce sayfalık defterler tutmuştur.
Milano için katedral, İstanbul için köprü tasarlamıştı. İnsanın bir gün uçabileceğine inanıyordu. Hayatı boyunca sanatla bilimi birleştirmek için uğraşmıştı. Mona Lisa adıyla meşhur olan La Gioconda isimli resmi sanatının zirvesini oluşturmuş, yüz hatlarının aksine mükemmel el çizimi bir başarı olarak kabul edilmiştir. Birçok ressam, nasılsa bu resimdeki el gibi bir el çizemeyeceklerini düşündükleri için portrelerini elsiz yaptılar.
Vasari, 1550 yılında yayınladığı; «Ünlü Ressamların, Heykeltraşların ve Mimarların Hayatları» isimli eserinde şöyle der:
"Cennetin Kralı aşağı baktı ve insanların küstahça düşüncelerinin gerçeğe olan uzaklığının, aydınlığın karanlığa uzaklığından daha fazla olduğunu görünce, dünyaya her sanata hakim bir deha yollamaya karar verdi... Böylece bütün dünya onun dünyevi değil de ilahi görünen hayatının, eserlerinin ve bütün davranışlarının eşsiz yüceliğine hayran kalacaktı. Bu deha Michelangelo Buonarottfüir."
Heykeltıraş, mimar, ressam ve şair Michelangelo, Sistina Kilisesi'nin tavan resimlerini dört yılda tamamladı. Ünlü fresk; Adem'in yaratılışından kıyamete kadar bütün ilahi konuları, Sistina'da tasvir etmiştir. Fakat o, daha çok heykelciydi. Mermer üzerinde adeta saldırırcasına çalışır, işlerini daima yardımcısız götürürdü. Hiç evlenmedi. Sanki kendi ruhunun acılarını taş blokun içinden kurtarmak için heykel yapıyordu. Tüm zamanlarda taş ile onun kadar içten bir ilişki kurabilen başka kimse olmamıştı.
Onun bütün heykellerinde derin bir ruhun tüm acı ve ihtiraslarını görmek kabildir. Kuvveti ve ümidi fevkalade bir biçimde yansıtmıştır. Belki Yunanlı Phidias onunla karşılaştırılabilirse de bu, çok eksik olurdu. Çünkü Phidias ve Yunanlıların idealize insan vücudundan başka bir maksatları yoktu. Ruh onların hiç mi hiç ilgilenmedikleri bir kavramdı. Onlar sadece «şimdi ve burada» olanı yüceltmek arzusundaydılar. Michelangelo «Musa» heykelinde, Peygamber Hz. Musa'nın vahiy almak için kırk gün Tur Dağı'nda kalıp döndükten sonra, kavminin onun yokluğunda yeniden eski inançlarına dönmelerine ve içinden ses çıkan altın buzağıya tapınmalarına olan öfkesini anlatmıştır. Bu öfke; gizlenmiş bir enerji olarak kol kaslarındaki damarlardan, ayak parmaklarının ucuna kadar, mermeri inkar eden bir «aura» oluşturmaktadır.
Michelangelo, Bremente'nin başlatmış olduğu San Pietro kilisesinin kubbesini tamamlaması istendiğinde, yaşlı usta; Hıristiyanlığın en büyük kilisesine görülecek bu işi, Tanrı'nın üstün şanına bir hizmet saymış ve dünyevi bir kazançla kirlenmemesi gerektiğine inanmıştır.
Raffaello, Meryem tablolarının ressamıdır. Hz. Meryem resimlerinin görünürdeki basitliği; derin bir tefekkürün, dikkatli bir hesaplamanın ürünü olarak yorumlanmıştır.
İspanyada Cervantes'in Don Kişot isimli romanının şöhreti ve edebiyatta köklü etkisi bütün Avrupa'ya yayıldı. İslam edebiyatından izler taşıyan bu eserin sahibi Miguel de Cervantes, İtalya'da eğitim görmüş, İnebahtı Savaşı'nda Osmanlılarla savaşmış, yaralanmış ve esir düşmüştü. Ailesinin ödediği çok yüklü bir fidyeyle kurtulmuştu.
Bir diğer İspanyol yazar Lope de Vega'nın 1800 oyunundan 500'ü günümüze kadar gelmiş, saray ve halk için sahneye konulan bu oyunlar, İspanyol kültür hayatını derinden etkilemişti.
Rönesans'ın Almanya'da yayılmasında Martin Luther'in, Erasmus'un ve Albert Dürer'in etkisi büyüktü. Bu önder kişiler, daha çok dini alanda Katolikliğe yapılan eleştirilerle oluşmuş yayınlarla öne çıkmıştı.
İngiltere'de ise William Shakespeare, gelmiş geçmiş en büyük oyun yazarı olarak 1564-1616 olarak öne çıkmış ve günümüze kadar uzanan etkisiyle tüm Avrupa edebiyatını etkisi altına almıştı. Romeo ve Juliet, Hamlet, Bir Yaz Gecesi Rüyası, Macbeth, Othello gibi dünya klasikleri bugün dahi sadece Avrupa'nın değil tüm dünyanın sanat mutfağında tercih edilen eserler olarak kabul edilmektedir.
Luther; Orta Çağ Katolikliğinin birikintilerinden, Avrupa'nın yarısını altüst etmeye yetecek enerjiyi elde edebildi; aynı verimli arazide Raffaello, en nefis çiçekleri ve en lezzetli meyveleri elde etti. Başka bir mecaz kullanırsak aynı fırtınada Luther gök gürültüsüyse, Raffaello gökkuşağıydı.
AVRUPA RÖNESANSI'NA İSLAM MEDENİYETİNİN TESİRİ
İslam bilginleri yedi ve sekizinci yüzyıllarda Antik Yunan dönemiyle alakalı birikimleri alıp tercüme ederek Bağdat, Semerkant ve Gırnata gibi büyük İslam başkentlerinde yeniden yorumlamış, bilim dünyasına yeniden kazandırmışlardı. Bilgeliğin her çeşidine cesur bir tavırla yaklaşan İslam alimleri, tevhidi kırmızı çizgileri koruyarak bilimlerin tasnifi ve dünyanın istifadesine sunulmasında son derece hayati vazifeler görmüştü.
İslam medeniyeti; yayıldığı bölgedeki güzellikleri alıp, kendi tevhid potasında eriterek sunma geleneğine sahipti.
Bizans mimarisinden etkilenerek kubbeyi almış, geliştirerek çok daha ileri noktalara taşımıştı. Ancak İslam bilim ve sanatkarları; resim ve heykele sıcak bakmamış, putperestliğin kökünü yeryüzünden silme iddiası konusundaki dikkat ve hassasiyeti koruma gerekçesiyle, bu alanda sessiz kalmışlardı. Oysa bu çağlara ait bilgi birikimini Aristo, Eflatun gibi mütefekkirlerin çalışmalarını küllerin altından çıkarıp ilerleterek bilgi dünyasının hizmetine servis etmişlerdi. Bu bilgi transferi; Haçlı Seferleri yoluyla on birinci asırda başlamış, Müslümanların kısa süreli Sicilya hakimiyeti sırasında coğrafi yakınlık suretiyle devam etmişti. Ama asıl büyük etkileşim; Hıristiyan Avrupa'nın gerçek karanlıklar içerisinde yüzdüğü dönemde, 711'den 1492 yılına kadar süren İspanya'daki İslam hakimiyeti sırasında gerçekleşmişti. Bilhassa 1030 yılından itibaren siyasi birliğin parçalanması sebebiyle, kültür ve sanata daha çok ağırlık verilmekte, her şehirde yüzlerce medrese, güçlü birer düşünce atölyesi olarak ciddi hizmet vermekteydi. Bu medreselerden hıristiyan talebeler de geniş bir biçimde istifade etmekteydi. Bunun örneklerinden biri 967- 970 yılları arasında Kurtuba'da eğitim alan ve daha sonra II. Silvester adıyla Papa seçilen Gerbert'tir. Gerbert, memleketine döndüğünde; öğrenmiş olduğu astronomi, matematik ve cebir bilgilerini duyan hıristiyanlar çok şaşırmışlar ve bu bilimleri sihir saymışlardı.
İşbiliyye, Kurtuba ve Tuleytula Müslümanların İspanyada kurdukları büyük şehirlerdi ve ilim merkezleriydi. Arapçadan Latinceye tercümeler yoluyla hıristiyan merkezlerine bilgi akışı sağlanmaktaydı. Bu şehirlerin hıristiyanların eline geçmesiyle bu akış hız kazanmıştı. Felsefe, astronomi, matematik, tıp, kimya, tarih, coğrafya ve edebiyat gibi bilim dallarında çok sayıda Arapça eser Latinceye çevrildi. Orta Çağ Avrupa'sı bu tercüme faaliyetleri sayesinde eski Yunan felsefesini, özellikle Aristo'yu öğrenme imkanı buldu. Din ile aklı uzlaştırmaya yönelik Müslüman filozofların fikirleri, onların zihinlerinde inkılap meydana getirdi. İbn-i Rüşd, Musa bin Meymun, İbn-i Bace ve İbnü'l-Arabi gibi mütefekkirler, eserleri ve fikirleriyle batı dünyasının fikri hayatına ve bilimine şekil verdi. Albert Magnus, Duns Scottus, Spinoza, Emanuel Kant, Kastilya Kralı X. Alfonso, Dante ve Bacon; Endülüs İslam bilginlerinden etkilenerek eserler veren Avrupalı bilginlerin bir kısmını teşkil etmektedir.
Seyyid Hüseyin Nasr, Rönesans'ı Greko-Romen putperestliğinin ruhen ölü unsurlarının yeniden diriltilmesi olarak tarif eder. Ayrıca Rönesans hareketlerinin Hıristiyan medeniyetine sersemletici bir darbe indirdiğini, onun belli bir olgunlaşma sürecine erişmesini engellediğini ifade eder. Gerçekten de Katolik kilisesinin kontrolü kaçıracağı kadar edep ve hayadan mahrum bir biçimde gelişen batı sanatı; dini metinlerin tasviri dahil her alanda porno seviyesinde çıplak sanat (!) eserlerinin mukaddes mekanlara yerleştiği bir süreci yaşadı.
Katolik kilisesi bu duruma kayıtsız kalmadı. Nitekim, Trento Konsili çıplak resimlere karşı sert önlemler aldı. Michelangelo'nun «Kıyamet» tablosundaki çıplak figürlere ve benzeri resimlere pantolon çizerek çıplaklığı örtmesi için Daniel da Volterra'yı görevlendirmişti. Ancak bu durum hiçbir zaman yeterli olmadı. Evet, sanat güzeldi, sanat eserleri bir "uygarlık" parametresiydi; ancak ya edep ve haya? Bunlar insan olmanın, medeni olmanın temel şartlarından değil miydi? Kısacası, gelişmişliğine ve tüm güzelliklerine rağmen batı medeniyetinin kodlarında; «Edep ya Hu!» yoktu.
Rönesans sadece sanatta değil bilimde de Avrupa'nın yeniden doğmasına yol açtı. Skolastik hıristiyan hurafelerini bir kenara iten batılı bilginler, düşüncenin önünü açtılar. Akıl ve deneyi öne çıkararak tüm Avrupa'nın dünyevi bir medeniyet ekseninde ilerlemesini sağladılar. Rönesans, Katolik dünyasının parçalanması ve harmanlanması anlamına gelen dini çatışmaların da fitilini ateşledi.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder