31 Aralık 2012 Pazartesi
Yeni yıl
Yeni bir yılın gelişini herkes kutluyor ama hayatlarında hiç bir yenilik olmadan. Yılın veya günün yeni olması herhalde kişinin hayatında bir dönüm noktası olabilecek bir olayla olmalıdır.
MUTLULUK
Akıl ve vicdan sahibi her insan, hatta bir hayvan bile bu dünyada kendini bildiği andan itibaren mutluluğu aramaya başlar.
Hayvanlar yaratılışları nispetinde mutlu olurlar. Zira hayvanların istekleri, zevkleri ve düşünceleri belli bir sınır çerçevesindedir. Fakat insan aradığı, özlem duyduğu mutluluğun tam olarak ne olduğunu bilmediği halde, bu konuda sınır tanımaz. Nice kendine göre mutlu insan vardır ki, hep daha iyi ve farklıyı arama istek ve arzuları yüzünden mutlu olamaz. Böylece bu fani dünyayı kendilerine cehennem yaparlar. Çünkü en cahil bir insanın, hatta bir çocuğun bile içinde bitmek tükenmek bilmeyen bir hırs vardır.
Günümüz bilim dünyasında pek çok şey sır olmaktan kurtulmasına rağmen, insan hala çözülemeyen bir bilmecedir.
İnsan yaradılış itibariyle anlaşılmaz, tuhaf bir varlıktır. İstediği pek çok şeyi elde eder, fakat elde ettikleri nispetinde hırsı daha çok artar.
Acaba mutluluk nedir? Dünyada insan sayısınca cevabı olan sorudur bu. Belki de cevabı hiç aranmaması gereken, hiç sorulmaması gereken bir sorudur bu, ancak sadece yaşanması gereken bir olgudur.
Bir kumarbaz için dört kağıdın arasına joker çekmek onun tarif edeceği mutluluktur. Bir balıkçı için balığın ortaya vurduğu an tarif edilmez bir mutluluktur. Bir borsacı için para yatırdığı senedin tavan yapması, onun için mutluluğun ta kendisidir. Bir market sahibi bol satış yaptığı ve kasanın dolduğu gün yorgunluktan çok mutluluğu hisseder.
Maddi dünyaya özgü bu tür mutluluklar sadece kişiye mahsus sevinçlerdir. Başka bir insan için hiçbir mana ifade etmeyecek olaylardır. Bu tür maddi mutluluklar hem geçici, hem de kişiye göre değişkenlik arzetmektedirler. Vukua gelen olaydan o an için mutlu olan insan, gerçekleşen olayın son bulmasıyla beraber başka arzu ve istekler peşinde koşmaya, tadılmamış değişik ve yeni mutluluklar aramaya başlar.
Bu tür maddi mutluluklar o an için isteğin olmasıyla vukua gelir ve bir şimşek çakması gibi olay olduktan sonra bir mana ifade etmemeye başlar ve insan yine hazlar ve mutluluklar aramak için yeni hedeflere yönelir.
Gerçek mutluluğu madde aleminde arayanlar sonuçta doyumsuzluklar içinde, arının çiçekleri gezmesi misali sürekli arayış içindedirler. Ne zaman ki tüm insanları kuşatan, bulanın bir daha bırakmamacasına sarıldığı gerçek mutluluğu bulurlar, işte o zaman bu nihayetsiz arayışlar son bulur.
İşte bu gerçek mutluluk Allah`a olan aşktır, sevgidir, muhabbettir. Gerçek mutluluk ve saadet insanların Allah`a teslimiyetleri ile, o aşk deryasında hiçliklerini bulmalarıyla tadılmış olur.
“Gerçek aşk, ölümsüz olan aşk, Allah aşkı, ruhda olsun, gözde olsun, her an goncadan daha taze olur.”(Mesnevi’den)
Gerçek aşkı tatmayanın hali ağaçtaki bir kuru yaprak gibidir. Artık onu besleyen hayat damarları kurumuş ve bir rüzgarla yerinden koparılıp toprağa karışacağı anı beklemektedir. Aşkı tadanlar ise yeşil yapraklara benzer, her an beslenir ve vadesi dolana kadar yeşil ve güçlü kalırlar, hiçbir rüzgar onları yerlerinden söküp atamaz.
Madde aleminden mana alemine geçemeyenler ve mana alemini anlayamayanların arayışları ömürlerine konulacak son noktaya kadar devam edecektir.
İsmail KÖRPE
Hayvanlar yaratılışları nispetinde mutlu olurlar. Zira hayvanların istekleri, zevkleri ve düşünceleri belli bir sınır çerçevesindedir. Fakat insan aradığı, özlem duyduğu mutluluğun tam olarak ne olduğunu bilmediği halde, bu konuda sınır tanımaz. Nice kendine göre mutlu insan vardır ki, hep daha iyi ve farklıyı arama istek ve arzuları yüzünden mutlu olamaz. Böylece bu fani dünyayı kendilerine cehennem yaparlar. Çünkü en cahil bir insanın, hatta bir çocuğun bile içinde bitmek tükenmek bilmeyen bir hırs vardır.
Günümüz bilim dünyasında pek çok şey sır olmaktan kurtulmasına rağmen, insan hala çözülemeyen bir bilmecedir.
İnsan yaradılış itibariyle anlaşılmaz, tuhaf bir varlıktır. İstediği pek çok şeyi elde eder, fakat elde ettikleri nispetinde hırsı daha çok artar.
Acaba mutluluk nedir? Dünyada insan sayısınca cevabı olan sorudur bu. Belki de cevabı hiç aranmaması gereken, hiç sorulmaması gereken bir sorudur bu, ancak sadece yaşanması gereken bir olgudur.
Bir kumarbaz için dört kağıdın arasına joker çekmek onun tarif edeceği mutluluktur. Bir balıkçı için balığın ortaya vurduğu an tarif edilmez bir mutluluktur. Bir borsacı için para yatırdığı senedin tavan yapması, onun için mutluluğun ta kendisidir. Bir market sahibi bol satış yaptığı ve kasanın dolduğu gün yorgunluktan çok mutluluğu hisseder.
Maddi dünyaya özgü bu tür mutluluklar sadece kişiye mahsus sevinçlerdir. Başka bir insan için hiçbir mana ifade etmeyecek olaylardır. Bu tür maddi mutluluklar hem geçici, hem de kişiye göre değişkenlik arzetmektedirler. Vukua gelen olaydan o an için mutlu olan insan, gerçekleşen olayın son bulmasıyla beraber başka arzu ve istekler peşinde koşmaya, tadılmamış değişik ve yeni mutluluklar aramaya başlar.
Bu tür maddi mutluluklar o an için isteğin olmasıyla vukua gelir ve bir şimşek çakması gibi olay olduktan sonra bir mana ifade etmemeye başlar ve insan yine hazlar ve mutluluklar aramak için yeni hedeflere yönelir.
Gerçek mutluluğu madde aleminde arayanlar sonuçta doyumsuzluklar içinde, arının çiçekleri gezmesi misali sürekli arayış içindedirler. Ne zaman ki tüm insanları kuşatan, bulanın bir daha bırakmamacasına sarıldığı gerçek mutluluğu bulurlar, işte o zaman bu nihayetsiz arayışlar son bulur.
İşte bu gerçek mutluluk Allah`a olan aşktır, sevgidir, muhabbettir. Gerçek mutluluk ve saadet insanların Allah`a teslimiyetleri ile, o aşk deryasında hiçliklerini bulmalarıyla tadılmış olur.
“Gerçek aşk, ölümsüz olan aşk, Allah aşkı, ruhda olsun, gözde olsun, her an goncadan daha taze olur.”(Mesnevi’den)
Gerçek aşkı tatmayanın hali ağaçtaki bir kuru yaprak gibidir. Artık onu besleyen hayat damarları kurumuş ve bir rüzgarla yerinden koparılıp toprağa karışacağı anı beklemektedir. Aşkı tadanlar ise yeşil yapraklara benzer, her an beslenir ve vadesi dolana kadar yeşil ve güçlü kalırlar, hiçbir rüzgar onları yerlerinden söküp atamaz.
Madde aleminden mana alemine geçemeyenler ve mana alemini anlayamayanların arayışları ömürlerine konulacak son noktaya kadar devam edecektir.
İsmail KÖRPE
GREYFURT HAKKINDA BİLMEDİKLERİMİZ
Greyfurt aslında hiç kullanmadığım , faydası veya zararı üzerinde hiç düşünmediğim bir meyve’ydi.
Ta ki Çanakkale’de ikamet eden bir arkadaşımdan aldığım maile kadar. Arkadaşımın eşinin başından geçen ilginç bir
olay bu meyve hakkında araştırma yapmama neden oldu.
Öncelikle arkadaşımın eşinin yaşadıklarını özetleyeyim:
Bundan Yaklaşık 1.5 yıl önce eşim çok ciddi bir baş dönmesi yaşadı.
Aylarca sürdü.
Baş dönmesi o kadar kötüydü ki oturduğu yerden yere düşüyor.
Tv ile izleyemiyor hiç bir şeyi okuyamıyor,tek başına yürüyemiyordu.
Hatta uykusunda bile yataktan düşebiliyordu. Rüyasında bile başının döndüğünü söyledi. Bu baş dönmeleri sonucunda da sürekli kusuyordu.
Bir sürü farklı doktor gezmemize rağmen çare bulamadılar. Tüm doktorlar klasik 1-2 baş dönmesi ilacı verdi o kadar. Ama hiçbiri çare olamadı.
Sorun 2-3 ay sonra baş dönmesi geçerek tekrar eski haline geldi.
Arkadaşım bu olayın nedenini araştırdığını ve sebebin greyfurt olduğunu belirtiyor :
Eşim hasta olmadan 1 hafta önce çok ağır grip olmuş ve doktor bir sürü ilaç yazmıştı yanında da Greyfurt suyu içmişti C vitamini takviyesi diye. Grip geçtikten sonra da bu baş dönmeleri başlamıştı.
GREYFURT içilen ilaçların karaciğerde parçalanıp atılmasını engelleyen dünya daki tek meyveymiş.
Greyfurt ile ilaç alıyorsanız ve ilaca 1 hafta boyunca devam ederseniz tüm ilaçlar sanki bir kere de yutulmuş gibi
vücutta duruyormuş. Bu ilaçların türüne göre ölümler bile olabilmekteymiş.
Arkadaşım’ın eşi bu olayı sadece baş dönmesiyle atlatmış.
Aslında sonbahara girdiğimiz şu günlerde artık soğuk algınlığı ve grip vakalarının artacağı günler kapımızda.
Bir çok insan C vitamini takviyesi olsun diye turunçgillere ağırlık verecektir, tabii yanında birkaç ilaç da aldımmı vücudu dinç ve diri tutarız düşünce gayet mantıklı gelir.
Hal böyle olunca bu vakayla karşılaşan, fakat ne olduğunu bilemedikleri baş dönmelerle şaşıran bir sürü insan olacaktır.
Bu meyveyle ilgili yaptığım araştırmalarda bakın nelerle karşılaştım:(alttaki yazıyı www.tip2000.com sitesinden aldım,Prof. Dr. Metin Özata yazmış.)
Yeni yapılan araştırmalar greyfurt suyunun bazı ilaçların etkilerini artırdığı ve o nedenle ölümle sonuçlanabilecek zararlı yan etkiler ortaya çıkardığını gösterdi. Bu nedenle ilaç kullanan kişilerin greyfurt suyu içmemeleri önerilmektedir.
Greyfurt Suyu İlaçların Etkisini Nasıl artırıyor?
İlaçlar bağırsaklarda ve karaciğerde bulunan CYP450 enzimiyle parçalanarak vücudumuzdan atılmaktadırlar. Bu enzimin ince bağırsaklarda bulunan P-450 3A4 isimli bir türü greyfurt suyu içince yok olmakta ve bu nedenle de ilacın
parçalanması geciktiğinden kanda birikmekte ve sonuçta ilaç zehirlenmesine neden olabilmektedir.
Greyfurt Suyundaki Hangi Maddeler Bu etkiyi Yapıyor?
Greyfurt suyunda bulunan narinjin ve psoralen maddelerinin bağırsaklarda bulunan ve ilaçları parçalayan P-450 3A4 isimli enzimin etkisini yok ettiği ortaya konmuştur.
Greyfurt Suyu İçince İlaç Üzerine Etkisi Ne kadar Sürüyor?
Yapılan çalışmalar bir bardak greyfurt suyunun (yaklaşık 250 ml) bu etkiyi göstermeye yettiğini, ilaçla beraber greyfurt suyu içmenin veya greyfurt suyu içtikten 12 saat sonra bile ilacı almanın bu etkiyi ortadan kaldırmadığını göstermiştir.
Örneğin kolesterol düşürücü olarak kullanılan lovastatin isimli ilaç greyfurt suyu içildikten 12 saat sonra alınsa bile kandaki düzeyleri 2 kat daha fazla olmaktadır. Greyfurt suyunun bu etkisinin kalkması için en azından 24 saat geçmesi gerektiği ileri sürülmüştür.
HANGİ İLAÇLARIN ETKİLERİ GREYFURT SUYU İLE ARTMAKTA VE ZARARLI ETKİLER ORTAYA ÇIKMAKTADIR?
A: TANSİYON İLAÇLARI
Yapılan araştırmalar hipertansiyon (tansiyon yüksekliği) tedavisinde kullanılan Felodipin (Plendil tablet), verapamil (İsoptin tablet) ve nisoldipin (Syscor tablet) gibi ilaçların greyfurt suyu içen kişilerin kanlarında anormal derecede yüksek düzeylere ulaştığını göstermiştir. Nifedipin (Adalat) ve amlodipin (Vasokard, Norvasc tablet) kullananlarda greyfurt suyunun yan etkisi görülmemiştir. Bu nedenle mevcut verilere göre felodipin, nisoldipin ve verapamil kullanan hastalar greyfurt suyu içmemelidir.
B. PSİKİYATRİ , UYKU VE EPİLEPSİ İLAÇLARI
Diazepam (Diazem, Diapam, Nervium, Spazmo-Valibrin tablet gibi ilaçlar), triazolam, midazolam ve buspiron (Buspon kapsül) kullananlarda greyfurt suyu içilince etki çok artmaktadır. Epilepside kullanılan karbamazepin (Tegretol tablet) eğer greyfurt suyu ile birlikte alınırsa etkisi % 40 artmaktadır.
Yine depresyonda kullanılan sertralin (Lustral, Selectra, Seralin, Serdep tablet) içeren ilaçların etkisi greyfurt suyu ile % 50 artmaktadır.
C. KOLESTEROL DÜŞÜRÜCÜ İLAÇLAR
Statin dediğimiz bu ilaçlardan simvastatin (Zocor Lipovas, Zovatin), lovastatin ve atorvastatin (Lipitor, Ator, Tarden) kullanan kişilerde greyfurt suyu içilince kan düzeyleri 2-16 kat artmakta ve zararlı olmaktadır. Bu nedenle bu tür kolesterol düşürücü ilaç kullananların greyfurt suyu içmemeleri gerekir.
D. EMPOTANS TEDAVİSİNDE KULLANILAN İLAÇLAR
Empotans tedavisinde kullanılan sildenafil (Viagra, Vigrande, Sildegra tablet) kullanan kişilerde ilacın etkisinin %23 daha fazla olduğu saptanmıştır. Bu nedenle bu ilaçları alanlar greyfurt suyu içmemelidir.
E. MİDE-BAĞIRSAK HASTALIK İLACI CİSAPRİDE
Mide ve bağırsak hareketini artırmak için kullanılan cisaprid adlı ilaç greyfurt suyu ile beraber alınırsa etkisi % 50 artmakta ve zararlı olmaktadır.
F.ALLERJİ, GRİP-SİNÜZİT TEDAVİSİNDE KULLANILAN TERFENADİN
Allerjik hastalaıklar, grip ve sinüzit tedavisinde kullanılan antihistaminik terfenadin isimli ilaç greyfurt suyu ile beraber alınırsa kalb üzeribde yan etkiler ortaya çıkmaktadır.
G. KALP İLACI AMİODARONE
Kalp ritm bozukluklarında kullanılan amiodarone (Cordarone tablet) isimli ilaç kullananlarda greyfurt suyu içilince etkisi azalmaktadır.
Ve yazının sonunda Prof. Dr. Metin Özata tavsiye olarak şu notu yazmış:
Bizim bir hekim olarak şimdilik önerimiz ‘’ilaç kullanıyorsanız greyfurt suyu içmeyiniz’’ şeklindedir.
Buraya kadar greyfurt’un sakıncalarından bahsettik, mutlaka faydası olan bir meyve ama benim dikkat çekmek istediğim konu ilaçla alınınca ortaya çıkan tehlikeli duruma dikkat çekmek içindi. Ama faydalarını da kaydedelim ki ilaç takviyesiz nelere faydalı olduğunu da bilelim:
Greyfurt, kafa karışıklığı, kıskançlık ve hayal kırıklığı gibi olumsuz düşünce durumlarında ilaç olarak kullanılır.
Greyfurt, bu durumları yok eder ve canlandırıcı karakteri ile kararsızlık, sürüncemede bırakma ve geçmiş için kaygılanma durumlarında fayda sağlar. Manik ve depressif arasında gidip gelen durumlarda yardımcıdır. Greyfurt lifi kolesterolü düşürüyor.Yapılan çalışmalarda greyfurt lifinin kolesterolü önemli ölçüde düşürdüğü saptandı.
Bilim adamları, günde iki greyfurt yemenin dişeti hastalıklarına karşı mücadelede birebir olduğunu açıkladı. İngiliz Daily Mail gazetesinin haberine göre, greyfurt vücuttaki C vitamini seviyesini artırıyor, dişetlerindeki kanamayı durduruyor. Antioksidan etkisi olan C vitamini, kandaki şeker değerlerini düşürürken aynı zamanda dişetini koruyor.
İngiliz Ağız Sağlığı Derneği tarafından 58 kişi üzerinde yapılan araştırmada, deneklere günde iki greyfurt yedirildi ve diş etlerinin eskisinden çok daha sağlıklı olduğu görüldü.
Greyfurt suyu içenlerin artık daha dikkatli olmaları ve sağlıklı olalım derken sağlıklarından olmamaları için ilaçla beraber bu meyveyi kullanmamaları kendi sağlıkları için yapacakları en iyi şeydir.
Sağlıklı ve mutlu günler sizlerin olsun.
İsmail Körpe
Ta ki Çanakkale’de ikamet eden bir arkadaşımdan aldığım maile kadar. Arkadaşımın eşinin başından geçen ilginç bir
olay bu meyve hakkında araştırma yapmama neden oldu.
Öncelikle arkadaşımın eşinin yaşadıklarını özetleyeyim:
Bundan Yaklaşık 1.5 yıl önce eşim çok ciddi bir baş dönmesi yaşadı.
Aylarca sürdü.
Baş dönmesi o kadar kötüydü ki oturduğu yerden yere düşüyor.
Tv ile izleyemiyor hiç bir şeyi okuyamıyor,tek başına yürüyemiyordu.
Hatta uykusunda bile yataktan düşebiliyordu. Rüyasında bile başının döndüğünü söyledi. Bu baş dönmeleri sonucunda da sürekli kusuyordu.
Bir sürü farklı doktor gezmemize rağmen çare bulamadılar. Tüm doktorlar klasik 1-2 baş dönmesi ilacı verdi o kadar. Ama hiçbiri çare olamadı.
Sorun 2-3 ay sonra baş dönmesi geçerek tekrar eski haline geldi.
Arkadaşım bu olayın nedenini araştırdığını ve sebebin greyfurt olduğunu belirtiyor :
Eşim hasta olmadan 1 hafta önce çok ağır grip olmuş ve doktor bir sürü ilaç yazmıştı yanında da Greyfurt suyu içmişti C vitamini takviyesi diye. Grip geçtikten sonra da bu baş dönmeleri başlamıştı.
GREYFURT içilen ilaçların karaciğerde parçalanıp atılmasını engelleyen dünya daki tek meyveymiş.
Greyfurt ile ilaç alıyorsanız ve ilaca 1 hafta boyunca devam ederseniz tüm ilaçlar sanki bir kere de yutulmuş gibi
vücutta duruyormuş. Bu ilaçların türüne göre ölümler bile olabilmekteymiş.
Arkadaşım’ın eşi bu olayı sadece baş dönmesiyle atlatmış.
Aslında sonbahara girdiğimiz şu günlerde artık soğuk algınlığı ve grip vakalarının artacağı günler kapımızda.
Bir çok insan C vitamini takviyesi olsun diye turunçgillere ağırlık verecektir, tabii yanında birkaç ilaç da aldımmı vücudu dinç ve diri tutarız düşünce gayet mantıklı gelir.
Hal böyle olunca bu vakayla karşılaşan, fakat ne olduğunu bilemedikleri baş dönmelerle şaşıran bir sürü insan olacaktır.
Bu meyveyle ilgili yaptığım araştırmalarda bakın nelerle karşılaştım:(alttaki yazıyı www.tip2000.com sitesinden aldım,Prof. Dr. Metin Özata yazmış.)
Yeni yapılan araştırmalar greyfurt suyunun bazı ilaçların etkilerini artırdığı ve o nedenle ölümle sonuçlanabilecek zararlı yan etkiler ortaya çıkardığını gösterdi. Bu nedenle ilaç kullanan kişilerin greyfurt suyu içmemeleri önerilmektedir.
Greyfurt Suyu İlaçların Etkisini Nasıl artırıyor?
İlaçlar bağırsaklarda ve karaciğerde bulunan CYP450 enzimiyle parçalanarak vücudumuzdan atılmaktadırlar. Bu enzimin ince bağırsaklarda bulunan P-450 3A4 isimli bir türü greyfurt suyu içince yok olmakta ve bu nedenle de ilacın
parçalanması geciktiğinden kanda birikmekte ve sonuçta ilaç zehirlenmesine neden olabilmektedir.
Greyfurt Suyundaki Hangi Maddeler Bu etkiyi Yapıyor?
Greyfurt suyunda bulunan narinjin ve psoralen maddelerinin bağırsaklarda bulunan ve ilaçları parçalayan P-450 3A4 isimli enzimin etkisini yok ettiği ortaya konmuştur.
Greyfurt Suyu İçince İlaç Üzerine Etkisi Ne kadar Sürüyor?
Yapılan çalışmalar bir bardak greyfurt suyunun (yaklaşık 250 ml) bu etkiyi göstermeye yettiğini, ilaçla beraber greyfurt suyu içmenin veya greyfurt suyu içtikten 12 saat sonra bile ilacı almanın bu etkiyi ortadan kaldırmadığını göstermiştir.
Örneğin kolesterol düşürücü olarak kullanılan lovastatin isimli ilaç greyfurt suyu içildikten 12 saat sonra alınsa bile kandaki düzeyleri 2 kat daha fazla olmaktadır. Greyfurt suyunun bu etkisinin kalkması için en azından 24 saat geçmesi gerektiği ileri sürülmüştür.
HANGİ İLAÇLARIN ETKİLERİ GREYFURT SUYU İLE ARTMAKTA VE ZARARLI ETKİLER ORTAYA ÇIKMAKTADIR?
A: TANSİYON İLAÇLARI
Yapılan araştırmalar hipertansiyon (tansiyon yüksekliği) tedavisinde kullanılan Felodipin (Plendil tablet), verapamil (İsoptin tablet) ve nisoldipin (Syscor tablet) gibi ilaçların greyfurt suyu içen kişilerin kanlarında anormal derecede yüksek düzeylere ulaştığını göstermiştir. Nifedipin (Adalat) ve amlodipin (Vasokard, Norvasc tablet) kullananlarda greyfurt suyunun yan etkisi görülmemiştir. Bu nedenle mevcut verilere göre felodipin, nisoldipin ve verapamil kullanan hastalar greyfurt suyu içmemelidir.
B. PSİKİYATRİ , UYKU VE EPİLEPSİ İLAÇLARI
Diazepam (Diazem, Diapam, Nervium, Spazmo-Valibrin tablet gibi ilaçlar), triazolam, midazolam ve buspiron (Buspon kapsül) kullananlarda greyfurt suyu içilince etki çok artmaktadır. Epilepside kullanılan karbamazepin (Tegretol tablet) eğer greyfurt suyu ile birlikte alınırsa etkisi % 40 artmaktadır.
Yine depresyonda kullanılan sertralin (Lustral, Selectra, Seralin, Serdep tablet) içeren ilaçların etkisi greyfurt suyu ile % 50 artmaktadır.
C. KOLESTEROL DÜŞÜRÜCÜ İLAÇLAR
Statin dediğimiz bu ilaçlardan simvastatin (Zocor Lipovas, Zovatin), lovastatin ve atorvastatin (Lipitor, Ator, Tarden) kullanan kişilerde greyfurt suyu içilince kan düzeyleri 2-16 kat artmakta ve zararlı olmaktadır. Bu nedenle bu tür kolesterol düşürücü ilaç kullananların greyfurt suyu içmemeleri gerekir.
D. EMPOTANS TEDAVİSİNDE KULLANILAN İLAÇLAR
Empotans tedavisinde kullanılan sildenafil (Viagra, Vigrande, Sildegra tablet) kullanan kişilerde ilacın etkisinin %23 daha fazla olduğu saptanmıştır. Bu nedenle bu ilaçları alanlar greyfurt suyu içmemelidir.
E. MİDE-BAĞIRSAK HASTALIK İLACI CİSAPRİDE
Mide ve bağırsak hareketini artırmak için kullanılan cisaprid adlı ilaç greyfurt suyu ile beraber alınırsa etkisi % 50 artmakta ve zararlı olmaktadır.
F.ALLERJİ, GRİP-SİNÜZİT TEDAVİSİNDE KULLANILAN TERFENADİN
Allerjik hastalaıklar, grip ve sinüzit tedavisinde kullanılan antihistaminik terfenadin isimli ilaç greyfurt suyu ile beraber alınırsa kalb üzeribde yan etkiler ortaya çıkmaktadır.
G. KALP İLACI AMİODARONE
Kalp ritm bozukluklarında kullanılan amiodarone (Cordarone tablet) isimli ilaç kullananlarda greyfurt suyu içilince etkisi azalmaktadır.
Ve yazının sonunda Prof. Dr. Metin Özata tavsiye olarak şu notu yazmış:
Bizim bir hekim olarak şimdilik önerimiz ‘’ilaç kullanıyorsanız greyfurt suyu içmeyiniz’’ şeklindedir.
Buraya kadar greyfurt’un sakıncalarından bahsettik, mutlaka faydası olan bir meyve ama benim dikkat çekmek istediğim konu ilaçla alınınca ortaya çıkan tehlikeli duruma dikkat çekmek içindi. Ama faydalarını da kaydedelim ki ilaç takviyesiz nelere faydalı olduğunu da bilelim:
Greyfurt, kafa karışıklığı, kıskançlık ve hayal kırıklığı gibi olumsuz düşünce durumlarında ilaç olarak kullanılır.
Greyfurt, bu durumları yok eder ve canlandırıcı karakteri ile kararsızlık, sürüncemede bırakma ve geçmiş için kaygılanma durumlarında fayda sağlar. Manik ve depressif arasında gidip gelen durumlarda yardımcıdır. Greyfurt lifi kolesterolü düşürüyor.Yapılan çalışmalarda greyfurt lifinin kolesterolü önemli ölçüde düşürdüğü saptandı.
Bilim adamları, günde iki greyfurt yemenin dişeti hastalıklarına karşı mücadelede birebir olduğunu açıkladı. İngiliz Daily Mail gazetesinin haberine göre, greyfurt vücuttaki C vitamini seviyesini artırıyor, dişetlerindeki kanamayı durduruyor. Antioksidan etkisi olan C vitamini, kandaki şeker değerlerini düşürürken aynı zamanda dişetini koruyor.
İngiliz Ağız Sağlığı Derneği tarafından 58 kişi üzerinde yapılan araştırmada, deneklere günde iki greyfurt yedirildi ve diş etlerinin eskisinden çok daha sağlıklı olduğu görüldü.
Greyfurt suyu içenlerin artık daha dikkatli olmaları ve sağlıklı olalım derken sağlıklarından olmamaları için ilaçla beraber bu meyveyi kullanmamaları kendi sağlıkları için yapacakları en iyi şeydir.
Sağlıklı ve mutlu günler sizlerin olsun.
İsmail Körpe
GÖLGE ÜZERİNE MÜLAHAZALAR
Gölgeyi, bir ışık kaynağından yayılan ışığın bir cisme çarptığında ulaşamadığı arka bölümde oluşan loşluk, karanlık olarak tarif ederiz. Bu tarif gölgeyi sığ bir bakış açısıyla, sözlük manasıyla tarif etmektedir.
Bakış açımızı değiştirerek bakacak olursak, gölgenin hiç de bu kadar sığ bir tarife oturtulacak bir olgu olmadığını anlarız. Gölgeyi bu bakış açısıyla tarif edecek olursak : Bir cismin mekanda bulunduğunu bildiren, ispat eden veya şahit olan maddeden ayrı bir görüntüdür diyebiliriz.
Işık kaynağının kesafetine göre gölge, berrak bir görünürlükten belirsiz bir hale kadar değişir. Işığın geliş, derece,alçaklık, yükseklik durumuna göre büyür, küçülür, uzar, kısalır.
Gölgenin kesifliği maddenin ışık geçirgenlik oranıyla doğru orantılıdır. Mekanda yer tutan bazı şeylerin gölgesi olmaz,bunlar saydam dediğimiz cisimlerdir ve bizim boyutumuzda algılanamamaktadırlar. Bunun baş sebebi de gölgeleri olmadığından, hiçbir yere aksedememektedirler. Sabit kaynaktan gelen ışığa rağmen gölge belirginliği maddenin yoğunluğuna göre değişim göstermektedir. Havanın hiç gölgesi olmazken, cam ve su gibi yarı saydam maddelerin daha latif gölgesi olmaktadır. Demir gibi daha yoğun cisimlerin gölgesi de daha belirgin ve yoğun olmaktadır. Gölgenin yoğunluğu cismin mekandaki varlığını daha belirgin göstermektedir.
Güneşin hareketiyle gölgenin uzayıp kısalması, zamanla boyut arasındaki bağlantıyı göstermektedir. Güneş saatleri ile zaman ölçümü gölgenin hareketi prensibine göre çalışır. Gölgenin oluşabilmesi için birinci şart, güneşin hareketi yani zamandır. İkinci şart ise üç boyuttan biri olan yükseklik boyutudur, yüksekliği olmayan gölgesi de olmaz yani iki boyutlu bir dünyada gölgeden söz edilemeyecektir. Zaman da bir boyut olduğuna göre, dört boyutlu bir cismin mekanda bulunduğunu gölgesi ispatlamaktadır.
Güneş doğarken ve batarken gölgenin en uzun oranda ve güneş tepedeyken en kısa durumda olması bize mekanda bir derinlik ve perspektif olduğunu çok güzel anlatmaktadır. Boyutların ortaya çıkmasına tek vesile gölgedir, karanlık bir mekanda derinlik ve boyut hissini algılayamayız. Ressamlar eserlerine gölgelendirme yapmadan derinlik ve perspektifi bulamaz ve resme mana kazandıramazlar.
Karanlıkta gölgeden bahsedilemez, gölge aydınlıkta vardır, nerede aydınlık varsa mutlaka orada gölge oluşmaktadır.
Gölge bir nevi aydınlığın mekan üzerindeki ispatıdır, aydınlığın resmidir gölge. Varlığını haykırır bize aydınlığın, ışığın.
Gölgenin perspektif ve derinlik oluşturan hassası olmasaydı baktığımız manzarada hangi cismin daha uzakta veya hangi cismin daha büyük olduğunu anlayamayacaktık.
Mekanda cismin algılanması renk ve gölgeyle mümkün olmaktadır. Renk dediğimiz hadise, bir ışık kaynağından gelen ışığın cisme çarpıp, değişik dalga boylarında tekrar geri yansıması ve gözümüzün yansıyan bu dalga boylarını algılamasıdır. Tuz gölü veya çöl gibi tek renkten ibaret mekanlarda güneş tam tepede ve gölgenin olmadığı vakit görüş alanımız düz bir beyazlıktan veya sarılıktan ibaret olacaktır. Tepecikleri ya da çukurları algılayamayacağız ve her şeyi yeknesak tek renk olarak göreceğiz. Derinlik ve perspektifin oluşmadığı bir ortamda boyut algılaması olmayacağından manzaraya düz bir kağıda bakar gibi bakacağız.
Gölgenin rengi, kokusu yoktur ve sadece mekan aleminde mevcuttur ve rüya aleminde gölge olmaz . Madde aleminde,sadece yer kaplayan, kütlesi ve boyutları olan cisimlerde teşekkül eder.
Gölgeden hızlı olunabilir mi?. Pratik olarak mümkün görünmese de teorik olarak olabilir. Şayet ışıktan hızlı
davrandığımızda üzerimize düşen ışığın önünden ışık hızında çekildiğimizde serbest kalan ışık gölge üzerine düşecek kadar zaman gölge varlığını sürdürür.
İsmail KÖRPE
Bakış açımızı değiştirerek bakacak olursak, gölgenin hiç de bu kadar sığ bir tarife oturtulacak bir olgu olmadığını anlarız. Gölgeyi bu bakış açısıyla tarif edecek olursak : Bir cismin mekanda bulunduğunu bildiren, ispat eden veya şahit olan maddeden ayrı bir görüntüdür diyebiliriz.
Işık kaynağının kesafetine göre gölge, berrak bir görünürlükten belirsiz bir hale kadar değişir. Işığın geliş, derece,alçaklık, yükseklik durumuna göre büyür, küçülür, uzar, kısalır.
Gölgenin kesifliği maddenin ışık geçirgenlik oranıyla doğru orantılıdır. Mekanda yer tutan bazı şeylerin gölgesi olmaz,bunlar saydam dediğimiz cisimlerdir ve bizim boyutumuzda algılanamamaktadırlar. Bunun baş sebebi de gölgeleri olmadığından, hiçbir yere aksedememektedirler. Sabit kaynaktan gelen ışığa rağmen gölge belirginliği maddenin yoğunluğuna göre değişim göstermektedir. Havanın hiç gölgesi olmazken, cam ve su gibi yarı saydam maddelerin daha latif gölgesi olmaktadır. Demir gibi daha yoğun cisimlerin gölgesi de daha belirgin ve yoğun olmaktadır. Gölgenin yoğunluğu cismin mekandaki varlığını daha belirgin göstermektedir.
Güneşin hareketiyle gölgenin uzayıp kısalması, zamanla boyut arasındaki bağlantıyı göstermektedir. Güneş saatleri ile zaman ölçümü gölgenin hareketi prensibine göre çalışır. Gölgenin oluşabilmesi için birinci şart, güneşin hareketi yani zamandır. İkinci şart ise üç boyuttan biri olan yükseklik boyutudur, yüksekliği olmayan gölgesi de olmaz yani iki boyutlu bir dünyada gölgeden söz edilemeyecektir. Zaman da bir boyut olduğuna göre, dört boyutlu bir cismin mekanda bulunduğunu gölgesi ispatlamaktadır.
Güneş doğarken ve batarken gölgenin en uzun oranda ve güneş tepedeyken en kısa durumda olması bize mekanda bir derinlik ve perspektif olduğunu çok güzel anlatmaktadır. Boyutların ortaya çıkmasına tek vesile gölgedir, karanlık bir mekanda derinlik ve boyut hissini algılayamayız. Ressamlar eserlerine gölgelendirme yapmadan derinlik ve perspektifi bulamaz ve resme mana kazandıramazlar.
Karanlıkta gölgeden bahsedilemez, gölge aydınlıkta vardır, nerede aydınlık varsa mutlaka orada gölge oluşmaktadır.
Gölge bir nevi aydınlığın mekan üzerindeki ispatıdır, aydınlığın resmidir gölge. Varlığını haykırır bize aydınlığın, ışığın.
Gölgenin perspektif ve derinlik oluşturan hassası olmasaydı baktığımız manzarada hangi cismin daha uzakta veya hangi cismin daha büyük olduğunu anlayamayacaktık.
Mekanda cismin algılanması renk ve gölgeyle mümkün olmaktadır. Renk dediğimiz hadise, bir ışık kaynağından gelen ışığın cisme çarpıp, değişik dalga boylarında tekrar geri yansıması ve gözümüzün yansıyan bu dalga boylarını algılamasıdır. Tuz gölü veya çöl gibi tek renkten ibaret mekanlarda güneş tam tepede ve gölgenin olmadığı vakit görüş alanımız düz bir beyazlıktan veya sarılıktan ibaret olacaktır. Tepecikleri ya da çukurları algılayamayacağız ve her şeyi yeknesak tek renk olarak göreceğiz. Derinlik ve perspektifin oluşmadığı bir ortamda boyut algılaması olmayacağından manzaraya düz bir kağıda bakar gibi bakacağız.
Gölgenin rengi, kokusu yoktur ve sadece mekan aleminde mevcuttur ve rüya aleminde gölge olmaz . Madde aleminde,sadece yer kaplayan, kütlesi ve boyutları olan cisimlerde teşekkül eder.
Gölgeden hızlı olunabilir mi?. Pratik olarak mümkün görünmese de teorik olarak olabilir. Şayet ışıktan hızlı
davrandığımızda üzerimize düşen ışığın önünden ışık hızında çekildiğimizde serbest kalan ışık gölge üzerine düşecek kadar zaman gölge varlığını sürdürür.
İsmail KÖRPE
DÜNYA’NIN ORTASI
Nasreddin hoca’ya sormuşlar “dünyanın ortası neresidir?” diye, tabii hoca hazırcevap, altta kalırmı, “eşeğimin bastığı yer dünyanın tam ortası “ diye yanıtlamış soruyu. Bu cevap karşısında hemen karşı taraftan itiraz geliyor, “ hadi canım saçmaladın, olur mu öyle şey, o halde iddianı ispatla “ diyorlar. Hoca yine hazırcevap, “ itiraz eden sizsiniz, o halde siz ispatlayın olmadığını”.
Meselimizdeki hikayede yaşanan olay bugün de değişik versiyonuyla yaşanıyor ama karşı taraftan hiçbir itiraz
görmeden ve hatta şuursuz, bilinçsiz ve aymazca kabullenilerek “ haklısınız bu dünyanın merkezi sizin dediğiniz
yerdir.” Dercesine benimseniyor üstelik.
Birileri çıkmış, “ biz dünyanın merkeziyiz, siz bize göre doğusunuz, siz daha uzak olduğunuz için uzakdoğusunuz ve siz de ikisinin ortasında kaldığınız için doğunun ortası yani ortadoğusunuz” diyor.
Bu güne kadar hiç kimse neden bu bölgeye Ortadoğu demişler ve neden biz doğu-batı-kuzey veya güney değiliz de doğunun ortasıyız, bu bölge kime göre böyle isimlendirilmiş diye itiraz etmemiş. Herkes bunu kabullenmiş ve benimsemiş belki de söyleyenlerden daha fazla sahip çıkmışlar.
Sahi nereden çıkmış bu Uzakdoğu, Ortadoğu isimleri ve kime ya da neye göre böyle bir ismi kim ve neden vermiş?.
İngiliz ve Fransızların 1. dünya savaşından sonra Osmanlıyı parçalamak ve topraklarını paylaşmak için bu bölgeye çöreklendikleri zaman aralarında gizli bir pazarlık yapıyorlar.Bu anlaşmada Rusya’nın onayı da var.Zaten 1917 devriminden sonra Lenin açıklıyor ve öyle ortaya çıkıyor.
Bu pazarlık Arabistan ve Suriye arasındaki sınırın nasıl çizileceği üzerine ve İngilizler adına Mark Sykes, Fransızlar adına ise Georges Picot oturuyor masaya.
İşte dünyanın merkezini kendi ülkeleri olarak gösterip diğer yerleri yönlere göre tasnifleyen bunlar. Bu anlaşmanın adı da Sykes-Picot olarak geçiyor tarihe.
Olayın dramatik yönü ise bugün ülkemizde istisnasız kime sorsanız bölgenin adını Ortadoğu diyecektir. Neye göre
ortanın doğusu diye soracak olsanız cevabını verecek fazla insan bulamazsınız.
Bizler kendi kavramlarımızı başkalarının konumlarına göre endekslemek zorundamıyız ki bunu istisnasız
kabulleniyoruz.Neden yaşadığımız bölgeye Avrupalı’nın ben merkezim, siz civarsınız tarzı verdiği ismi kullanmak zorunda hissediyoruz kendimizi.
Bu gün dünya üzerinde yaşanan ekonomik ve siyasi olaylara baktığımızda dünyanın asıl merkezinin doğunun ortası diye
isimlendirilen bölge olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.
Artık bu Avrupalı İngiliz Fransız ağızlarını kendi yaşadığımız yerlere kendimize yaraşır, bizim için daha manalı bir isim vermemizin zamanı gelmedimi?.
Üç kıtanın birleşim yeri ve ortası olan bu bölge artık İngiliz Fransız ağzıyla anılmamalı.
Biz doğunun ortası değiliz , dünyanın ortasıyız.Biz ORTADÜNYA’yız.
İsmail Körpe
Meselimizdeki hikayede yaşanan olay bugün de değişik versiyonuyla yaşanıyor ama karşı taraftan hiçbir itiraz
görmeden ve hatta şuursuz, bilinçsiz ve aymazca kabullenilerek “ haklısınız bu dünyanın merkezi sizin dediğiniz
yerdir.” Dercesine benimseniyor üstelik.
Birileri çıkmış, “ biz dünyanın merkeziyiz, siz bize göre doğusunuz, siz daha uzak olduğunuz için uzakdoğusunuz ve siz de ikisinin ortasında kaldığınız için doğunun ortası yani ortadoğusunuz” diyor.
Bu güne kadar hiç kimse neden bu bölgeye Ortadoğu demişler ve neden biz doğu-batı-kuzey veya güney değiliz de doğunun ortasıyız, bu bölge kime göre böyle isimlendirilmiş diye itiraz etmemiş. Herkes bunu kabullenmiş ve benimsemiş belki de söyleyenlerden daha fazla sahip çıkmışlar.
Sahi nereden çıkmış bu Uzakdoğu, Ortadoğu isimleri ve kime ya da neye göre böyle bir ismi kim ve neden vermiş?.
İngiliz ve Fransızların 1. dünya savaşından sonra Osmanlıyı parçalamak ve topraklarını paylaşmak için bu bölgeye çöreklendikleri zaman aralarında gizli bir pazarlık yapıyorlar.Bu anlaşmada Rusya’nın onayı da var.Zaten 1917 devriminden sonra Lenin açıklıyor ve öyle ortaya çıkıyor.
Bu pazarlık Arabistan ve Suriye arasındaki sınırın nasıl çizileceği üzerine ve İngilizler adına Mark Sykes, Fransızlar adına ise Georges Picot oturuyor masaya.
İşte dünyanın merkezini kendi ülkeleri olarak gösterip diğer yerleri yönlere göre tasnifleyen bunlar. Bu anlaşmanın adı da Sykes-Picot olarak geçiyor tarihe.
Olayın dramatik yönü ise bugün ülkemizde istisnasız kime sorsanız bölgenin adını Ortadoğu diyecektir. Neye göre
ortanın doğusu diye soracak olsanız cevabını verecek fazla insan bulamazsınız.
Bizler kendi kavramlarımızı başkalarının konumlarına göre endekslemek zorundamıyız ki bunu istisnasız
kabulleniyoruz.Neden yaşadığımız bölgeye Avrupalı’nın ben merkezim, siz civarsınız tarzı verdiği ismi kullanmak zorunda hissediyoruz kendimizi.
Bu gün dünya üzerinde yaşanan ekonomik ve siyasi olaylara baktığımızda dünyanın asıl merkezinin doğunun ortası diye
isimlendirilen bölge olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.
Artık bu Avrupalı İngiliz Fransız ağızlarını kendi yaşadığımız yerlere kendimize yaraşır, bizim için daha manalı bir isim vermemizin zamanı gelmedimi?.
Üç kıtanın birleşim yeri ve ortası olan bu bölge artık İngiliz Fransız ağzıyla anılmamalı.
Biz doğunun ortası değiliz , dünyanın ortasıyız.Biz ORTADÜNYA’yız.
İsmail Körpe
Kur’an-ı Kerim’de Sabrın önemi
Musibetler çoğalıp çıkmaza girdiği, zorluklar birbirini takip ettiği ve uzun müddet devam ettiği zamanlarda,
müslümanı şaşkınlık ve umutsuzluktan koruyacak tek hidayet ve kurtuluş yolu, SABIR’dır.
Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Meşru bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkün olur. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşru olmayan istek ve arzularına karşı durabilmek, elde olmadan başa gelen , insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.
Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir.
“Muhakkak siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan size eziyet verici bir çok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’dan gereği gibi korkarsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.” (AL-İ İMRAN 3/186)
Kur’ân-ı Kerim’in yetmişten fazla ayetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gayesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.
“Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden ve sabreden kimselerin
yardımcısıdır. Bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (NAHL 16/110)
Ayrıca insanlar hayat boyunca yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi çeşitli büyük felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ’ya isyana ve nankörlüğe sürükler.
“Sizin yanınızdaki dünya malı tükenir, Allah’ın katındakiler ise tükenmez. Muhakkak ki biz, Allah yolunda
sabredenleri, yaptıkları amelin daha güzeliyle mükafatlandıracağız. “ (NAHL 16/96)
“Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan
edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!” (BAKARA,2/155)
“Doğrusu kim Allah’tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatı boşa, çıkarmaz” (Yusuf, 12/90).
Hz. Peygamber (s.a.s); “Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür” (Buhârî, Cenâiz, 32) sözüyle bir felaketle ilk karşılaştığı zaman, ilk ve şok anındaki sabrın önemini vurgulamıştır.
Sabretmek, mahkûmiyete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan onur ve haysiyetini ayaklar altına alacak saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Bütün faziletlerin özü, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı sabretmekte gizlidir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya olaylara karşı gerektiği kadar sabır gösterememektir.
Rasulullah (s.a.s); “Ya Rabbi! Acizlikten ve tenbellikten sana sığınırım” (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir.
Emir ve yasaklarda nefsin kötü isteklerine direnebilmek sabrın zaferidir. Sıkıntı, hastalık, kötülüklere karşı koyma; ancak sabır gücü ile mümkün olur. Kulun sabırlı olması dışında, başkalarına da tavsiye etmesi, Kur’ân hükmü gereğidir.
Müminler sabırla olgunlaşarak sonsuz kurtuluşa ulaşırlar.
“Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (ASR 103/3)
“Ve sabret! Çünkü Allah iyilik edenlerin mükafatını yitirmez.” (HUD 11/115)
Sabır acılara ve zorluklara dayanma gücüdür. Her şeyin Allah’tan geldiğini bilen iman sahibi, Allah’a sığınarak sabreder. İnsanların olgunlaşması ancak sabır ile mümkündür. Sabrın sonunda iman edenler için en hayırlı hükmü Cenâbı Allah bizzat kendisi verecektir.
“Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak hayırdan büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur.” (FUSSİLET 41/35)
“Sabrettiğiniz için size selam olsun. Ahiret yurdu ne güzeldir!” (RA’D 13/24)
“Bugün ben onlara, sabrettiklerinin karşılığını verdim; onlar, hakikaten muradlarına erenlerdir.” (MÜ’MİNUN
23/111)
Sabır, Allah’ın lütfettiği en büyük nimetlerdendir. Kur’ânı Kerîm’de ismi geçen bütün peygamberlerin en belirgin özelliklerinden biri de sabır sahibi oluşlarıdır. Onlar; sıkıntılara, eziyetlere, imansızların düşmanlıklarına azim ile tahammül etmişlerdir.
“Nice peygamberler vardı ki, kendileriyle beraber birçok Allah dostları çarpıştılar; Allah yolunda başlarına
gelenlerden yılgınlık göstermediler, zaafa düşmediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (AL-İ İMRAN 3/146)
“Senden önce de peygamberler yalanlanmıştı. Kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabrettiler.” (EN’AM 6/34)
İnsanlar, yaşam boyunca birçok zorluklarla karşılaşması bir yaratılış gereğidir. Olgunlaşarak kemale erme bu devreleri geçirmekle mümkündür. Kur’ân; bütün bu acılara sabır ile karşı koymamızı, ilâhî imtihan’ı ancak böylelikle kazanabileceğimizi vurgulamaktadır.
“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete
girivereceğinizi mi sandınız?” (AL-İ İMRAN 3/142)
“İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamları ile mükafatlandırılacaklar, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır.” (FURKAN 25/75)
Sabır üç çeşittir:
1. ALLAH’ın farzlarını yerine getirmeye, onları ihmal etmemeye karşı sabır,
2. ALLAH’ın haramlarına ve onları işlememeye karşı sabır,
3. ALLAH’ın kaza ve kaderine ve onlara karşı tahammülsüzlük göstermemeye karşı sabır.
Kim bu üç sabrı toplarsa, bütün sabrı tamamlamış olur.
Allahü Teâlâ cümlemizi emir ve yasaklarına eksiksiz uymada sabır gösteren kullarından eylesin. “Amin”
İsmail Körpe
müslümanı şaşkınlık ve umutsuzluktan koruyacak tek hidayet ve kurtuluş yolu, SABIR’dır.
Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Meşru bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkün olur. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşru olmayan istek ve arzularına karşı durabilmek, elde olmadan başa gelen , insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.
Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir.
“Muhakkak siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan size eziyet verici bir çok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’dan gereği gibi korkarsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.” (AL-İ İMRAN 3/186)
Kur’ân-ı Kerim’in yetmişten fazla ayetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gayesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.
“Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden ve sabreden kimselerin
yardımcısıdır. Bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (NAHL 16/110)
Ayrıca insanlar hayat boyunca yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi çeşitli büyük felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ’ya isyana ve nankörlüğe sürükler.
“Sizin yanınızdaki dünya malı tükenir, Allah’ın katındakiler ise tükenmez. Muhakkak ki biz, Allah yolunda
sabredenleri, yaptıkları amelin daha güzeliyle mükafatlandıracağız. “ (NAHL 16/96)
“Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan
edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!” (BAKARA,2/155)
“Doğrusu kim Allah’tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatı boşa, çıkarmaz” (Yusuf, 12/90).
Hz. Peygamber (s.a.s); “Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür” (Buhârî, Cenâiz, 32) sözüyle bir felaketle ilk karşılaştığı zaman, ilk ve şok anındaki sabrın önemini vurgulamıştır.
Sabretmek, mahkûmiyete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan onur ve haysiyetini ayaklar altına alacak saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Bütün faziletlerin özü, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı sabretmekte gizlidir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya olaylara karşı gerektiği kadar sabır gösterememektir.
Rasulullah (s.a.s); “Ya Rabbi! Acizlikten ve tenbellikten sana sığınırım” (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir.
Emir ve yasaklarda nefsin kötü isteklerine direnebilmek sabrın zaferidir. Sıkıntı, hastalık, kötülüklere karşı koyma; ancak sabır gücü ile mümkün olur. Kulun sabırlı olması dışında, başkalarına da tavsiye etmesi, Kur’ân hükmü gereğidir.
Müminler sabırla olgunlaşarak sonsuz kurtuluşa ulaşırlar.
“Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (ASR 103/3)
“Ve sabret! Çünkü Allah iyilik edenlerin mükafatını yitirmez.” (HUD 11/115)
Sabır acılara ve zorluklara dayanma gücüdür. Her şeyin Allah’tan geldiğini bilen iman sahibi, Allah’a sığınarak sabreder. İnsanların olgunlaşması ancak sabır ile mümkündür. Sabrın sonunda iman edenler için en hayırlı hükmü Cenâbı Allah bizzat kendisi verecektir.
“Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak hayırdan büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur.” (FUSSİLET 41/35)
“Sabrettiğiniz için size selam olsun. Ahiret yurdu ne güzeldir!” (RA’D 13/24)
“Bugün ben onlara, sabrettiklerinin karşılığını verdim; onlar, hakikaten muradlarına erenlerdir.” (MÜ’MİNUN
23/111)
Sabır, Allah’ın lütfettiği en büyük nimetlerdendir. Kur’ânı Kerîm’de ismi geçen bütün peygamberlerin en belirgin özelliklerinden biri de sabır sahibi oluşlarıdır. Onlar; sıkıntılara, eziyetlere, imansızların düşmanlıklarına azim ile tahammül etmişlerdir.
“Nice peygamberler vardı ki, kendileriyle beraber birçok Allah dostları çarpıştılar; Allah yolunda başlarına
gelenlerden yılgınlık göstermediler, zaafa düşmediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (AL-İ İMRAN 3/146)
“Senden önce de peygamberler yalanlanmıştı. Kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabrettiler.” (EN’AM 6/34)
İnsanlar, yaşam boyunca birçok zorluklarla karşılaşması bir yaratılış gereğidir. Olgunlaşarak kemale erme bu devreleri geçirmekle mümkündür. Kur’ân; bütün bu acılara sabır ile karşı koymamızı, ilâhî imtihan’ı ancak böylelikle kazanabileceğimizi vurgulamaktadır.
“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete
girivereceğinizi mi sandınız?” (AL-İ İMRAN 3/142)
“İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamları ile mükafatlandırılacaklar, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır.” (FURKAN 25/75)
Sabır üç çeşittir:
1. ALLAH’ın farzlarını yerine getirmeye, onları ihmal etmemeye karşı sabır,
2. ALLAH’ın haramlarına ve onları işlememeye karşı sabır,
3. ALLAH’ın kaza ve kaderine ve onlara karşı tahammülsüzlük göstermemeye karşı sabır.
Kim bu üç sabrı toplarsa, bütün sabrı tamamlamış olur.
Allahü Teâlâ cümlemizi emir ve yasaklarına eksiksiz uymada sabır gösteren kullarından eylesin. “Amin”
İsmail Körpe
KENDİM İÇİN BİR ŞEY İSTİYORSAM NAMERDİM
İnsan gerçekten bazı eylemlerini karşılıksız mı yapar? Ya da beklentisi olmayan eylemler
varmıdır insan hayatında?.
Bu işten hiçbir karşılık beklemiyorum türünden söylemler insan hayatının her döneminde,
bazen farkına bile varmadan sarf ettiği kelimelerdir. Maddi ya da manevi menfaati olmadan
hiçbir eyleme kalkışmaz insanoğlu, bu kah bilinç altında tarif veya itiraf edemediği tarzda da
olabilir, bilinçli olarak bir menfaat bekleyerek de olabilir. Özde her insan bir beklentiyle
gerçekleştirir eylemlerini.
Anne ve babalar çocuklarını büyütürken sıklıkla onları topluma faydalı, iyi birer birey olarak
yetiştirmek istediklerini, kendilerinin onlardan hiçbir beklentileri olmadığını söyler dururlar.
Fakat istisnasız her anne-baba bilinç altında soyunun devam etmesi ya da yaşlanıp elden
ayaktan düştüğü zaman kendilerine bakacak birilerinin olmasını istediklerinden özen
gösterirler çocuklarına. Aile bağları güçlü olan toplumlarda bu durum daha belirgindir, aile
bağları zayıflamış olan toplumlarda ise çocuklar belli bir yaşa gelince hayvanların yavrularını
terk ettiği gibi terk edilirler. Çünkü bilinç altında soyun devamı veya yaşlandığı zaman
yardım görme umutları kalmamıştır, yaşlılıkta bir yaşlılar yurduna gideceğini ve son nefesini
orada vereceğini gayet iyi bilmektedir. O halde kendisine yardım etmeyeceğini bildiği
çocuğunu daha fazla beslemenin bir manası yoktur onun için, çocuğuna yaptığı masraf ileride
kendisine geri dönmeyecektir çünkü. O halde daha fazla masraf yapmanın bir manası ve
mantığı yoktur onun için.
Fakir insanlara yapılan yardımlar da, bu insanlardan maddi manada bir karşılık gelmeyeceği
bilindiğinden, manevi bir karşılık olarak sevap ve Allah rızası beklenir ve bu tür eylemler
Allah rızası amacıyla yapılır. Bu tür eylemlerde de insanoğlu yine bir karşılık beklemektedir.
Ama bu karşılığı yardım ettiklerinden değil de Yüce Yaratıcı Allah’tan beklemektedir.
Allah inancı zayıf insanlar maddi karşılığı olmayan, iyilik olarak tanımladığımız işleri
yaptıkları zaman tarif edemedikleri bir rahatlama ve huzur duyarlar. Yaptıkları eylemi inançlı
insanlar “Allah Rızası” olarak tanımlarken, bu tip insanlar bir karşılık ve isim
bulamadıklarından “insanlık uğruna” olarak tarif ederler. Ama sonuçta manevi bir huzur
duydukları için yaparlar eylemlerini.
Ticaret zaten maddi bir karşılık beklenerek yapılan bir iştir. Maddi bir karşılık beklenerek
yapılan işler ya geçim temini için ya da maddi bir güç elde etmek uğruna yapılmaktadır. Tabii
bunun makbul olanı kişinin ve ailesinin nafakasını temin için uğraşmasıdır.
İster maddi olsun isterse manevi olsun, insanoğlunun dünya üzerinde yaptığı her türlü eylem
bir karşılık beklenerek yapılmaktadır. “Ben bu işten hiçbir karşılık beklemiyorum” diyenler
bilinçaltını tarafsız bir şekilde muhakemeye tabi tutarlarsa, aslında yapılan her eylemin bir
menfaat ve beklenti için yapıldığını cesaretle kendilerine itiraf edebilirler.
İsmail KÖRPE
varmıdır insan hayatında?.
Bu işten hiçbir karşılık beklemiyorum türünden söylemler insan hayatının her döneminde,
bazen farkına bile varmadan sarf ettiği kelimelerdir. Maddi ya da manevi menfaati olmadan
hiçbir eyleme kalkışmaz insanoğlu, bu kah bilinç altında tarif veya itiraf edemediği tarzda da
olabilir, bilinçli olarak bir menfaat bekleyerek de olabilir. Özde her insan bir beklentiyle
gerçekleştirir eylemlerini.
Anne ve babalar çocuklarını büyütürken sıklıkla onları topluma faydalı, iyi birer birey olarak
yetiştirmek istediklerini, kendilerinin onlardan hiçbir beklentileri olmadığını söyler dururlar.
Fakat istisnasız her anne-baba bilinç altında soyunun devam etmesi ya da yaşlanıp elden
ayaktan düştüğü zaman kendilerine bakacak birilerinin olmasını istediklerinden özen
gösterirler çocuklarına. Aile bağları güçlü olan toplumlarda bu durum daha belirgindir, aile
bağları zayıflamış olan toplumlarda ise çocuklar belli bir yaşa gelince hayvanların yavrularını
terk ettiği gibi terk edilirler. Çünkü bilinç altında soyun devamı veya yaşlandığı zaman
yardım görme umutları kalmamıştır, yaşlılıkta bir yaşlılar yurduna gideceğini ve son nefesini
orada vereceğini gayet iyi bilmektedir. O halde kendisine yardım etmeyeceğini bildiği
çocuğunu daha fazla beslemenin bir manası yoktur onun için, çocuğuna yaptığı masraf ileride
kendisine geri dönmeyecektir çünkü. O halde daha fazla masraf yapmanın bir manası ve
mantığı yoktur onun için.
Fakir insanlara yapılan yardımlar da, bu insanlardan maddi manada bir karşılık gelmeyeceği
bilindiğinden, manevi bir karşılık olarak sevap ve Allah rızası beklenir ve bu tür eylemler
Allah rızası amacıyla yapılır. Bu tür eylemlerde de insanoğlu yine bir karşılık beklemektedir.
Ama bu karşılığı yardım ettiklerinden değil de Yüce Yaratıcı Allah’tan beklemektedir.
Allah inancı zayıf insanlar maddi karşılığı olmayan, iyilik olarak tanımladığımız işleri
yaptıkları zaman tarif edemedikleri bir rahatlama ve huzur duyarlar. Yaptıkları eylemi inançlı
insanlar “Allah Rızası” olarak tanımlarken, bu tip insanlar bir karşılık ve isim
bulamadıklarından “insanlık uğruna” olarak tarif ederler. Ama sonuçta manevi bir huzur
duydukları için yaparlar eylemlerini.
Ticaret zaten maddi bir karşılık beklenerek yapılan bir iştir. Maddi bir karşılık beklenerek
yapılan işler ya geçim temini için ya da maddi bir güç elde etmek uğruna yapılmaktadır. Tabii
bunun makbul olanı kişinin ve ailesinin nafakasını temin için uğraşmasıdır.
İster maddi olsun isterse manevi olsun, insanoğlunun dünya üzerinde yaptığı her türlü eylem
bir karşılık beklenerek yapılmaktadır. “Ben bu işten hiçbir karşılık beklemiyorum” diyenler
bilinçaltını tarafsız bir şekilde muhakemeye tabi tutarlarsa, aslında yapılan her eylemin bir
menfaat ve beklenti için yapıldığını cesaretle kendilerine itiraf edebilirler.
İsmail KÖRPE
HAYATIMIZI ÇEKİLMEZ KILAN GAFLET PERDELERİ
İnsanın gönüllü mahkumiyetinin ve esaretinin diğer adıdır önyargılar. Eksikleri ve hataları görememe veya görmezden gelmedir. Hepimizin düştüğü gaflet çukurlarıdır önyargılar. Farklı düşünceleri kayıtsız şartsız inkar etmek ve boğulası düşman olarak görmektir.
Önyargıların doğurduğu fikrisabitlik , kişinin kendi hayat görüşü veya bağlı bulunduğu düşünce akımının haricindeki her fikir ve teklifi reddi ve inkarına sebebiyet verir. Karşıt görüşün doğruluğu araştırılmaya dahi ihtiyaç hissedilmeyecek saçmalıklar olarak görülür.
Önyargılarıyla hareket eden insanlar, farkında dahi olmadan etraflarını gaflet perdeleri ile çevirmektedirler. Bu perdeler kişinin olaylara ve fikirlere objektif olarak bakmasını engelleyerek doğruyla yanlışı birbirinden ayırabilmesini olanaksız kılar.
“Sabit bir fikri değiştirmek, atomu parçalamaktan daha zordur” diyen Albert Einstein bu gaflet perdelerinin aklı dumura uğrattığını çok güzel açıklamıştır.
Kur’an-ı kerim’de olaylara önyargılarıyla yaklaşıp, değişimi ve yeniliği inkar edenler uyarılmışlardır:
“Onlara (müşriklere) : Allah’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, “hayır ! biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”. (Bakara 2/170)
Önyargı ve fikrisabitlik Hak olanı dahi inkar ettirebiliyor insana, yanlışı dahi doğru gösterebiliyor.
Çağımız insanı teknolojik olarak ne kadar ileri olursa olsun, hala bu gaflet perdelerinin esiri durumundadır. Günlük hayatımızda onlarca örneğini bulabileceğimiz “benim fikrim doğrudur” saplantısında olanlar, olaylara objektif bakamadıklarından sosyal ilişkilerin kilitlenmesine sebebiyet verdikleri gibi, toplumlararası anlaşmazlıkların temelini de oluşturmaktadırlar.
İnsanoğlu önyargılarının temelini ailede atar. Karakterinin şekillenmeye başladığı yaşlarda anne babanın veya diğer aile bireylerinin iyi bildikleri onun için de iyidir, kötü bildikleri de ona göre kötülerdir.
Bu çocuklukta edinilen kavramlar genelde insanın geri kalan hayatına da yön verecek derecede güçlüdür. O yaşlarda iyi ve kötüyü ayırt edebilecek muhasebe yeteneği gelişmediğinden gördüklerini ve duyduklarını, hiçbir elemeden geçirmeden alır çocuk. İleriki yaşlarda bu fikirlerden vazgeçmek de oldukça zordur.
Ülkemize düşman ve hasım olan bir ülkenin insanları da bize göre kötü insanlardır. İçlerinden iyi olanları tanıyana ve önyargımızı kırana kadar istisnasız hepsine kötü gözle bakarız. Onların da bizler gibi iyisi ve kötüsü olabilecek insanlar topluluğu olduğu fikrini kabul edemeyiz. Ancak aralarından bazılarını tanıyıp, onların da iyisi ve kötüsü olabileceğine objektif bir gözle bakabildiğimiz zaman idrak ederiz ne kadar yanılgı içinde olduğumuzu.
Benzer örneklere hepimiz okul yıllarında şahit olmuşuzdur, öğrenciler arasında “hoca bana taktı” diye bir deyim vardır. Bu durum öğretmenin bazı öğrencilerine karşı önyargılı tavır almasından başka bir şey değildir. Öğretmen kötü bildiği bir öğrencisinden iyi bir davranış hasıl olduğu zaman, bu öğrencisinden böyle bir davranış gelmeyeceğine kendisini şartlandırmış olduğundan, böyle bir davranışı başka, iyi olarak bildiği bir öğrenciye atfetme çabası göstermesi olaya önyargıyla yaklaşmasının bir neticesidir. İyi bellediği bir öğrenciden de kötü bir fiil çıkmayacağını zannettiği gibi.
Olaylara objektif bakıp, doğrularla yanlışları birbirinden ayırt edebildiğimiz vakit bireyler arası, buna bağlı olarak da toplumlararası barışı tesis etmemiz olanaklaşacak ve daha huzurlu bir dünyada yaşama olanaklarını temin etmiş olacağız.
İsmail Körpe
Önyargıların doğurduğu fikrisabitlik , kişinin kendi hayat görüşü veya bağlı bulunduğu düşünce akımının haricindeki her fikir ve teklifi reddi ve inkarına sebebiyet verir. Karşıt görüşün doğruluğu araştırılmaya dahi ihtiyaç hissedilmeyecek saçmalıklar olarak görülür.
Önyargılarıyla hareket eden insanlar, farkında dahi olmadan etraflarını gaflet perdeleri ile çevirmektedirler. Bu perdeler kişinin olaylara ve fikirlere objektif olarak bakmasını engelleyerek doğruyla yanlışı birbirinden ayırabilmesini olanaksız kılar.
“Sabit bir fikri değiştirmek, atomu parçalamaktan daha zordur” diyen Albert Einstein bu gaflet perdelerinin aklı dumura uğrattığını çok güzel açıklamıştır.
Kur’an-ı kerim’de olaylara önyargılarıyla yaklaşıp, değişimi ve yeniliği inkar edenler uyarılmışlardır:
“Onlara (müşriklere) : Allah’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, “hayır ! biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”. (Bakara 2/170)
Önyargı ve fikrisabitlik Hak olanı dahi inkar ettirebiliyor insana, yanlışı dahi doğru gösterebiliyor.
Çağımız insanı teknolojik olarak ne kadar ileri olursa olsun, hala bu gaflet perdelerinin esiri durumundadır. Günlük hayatımızda onlarca örneğini bulabileceğimiz “benim fikrim doğrudur” saplantısında olanlar, olaylara objektif bakamadıklarından sosyal ilişkilerin kilitlenmesine sebebiyet verdikleri gibi, toplumlararası anlaşmazlıkların temelini de oluşturmaktadırlar.
İnsanoğlu önyargılarının temelini ailede atar. Karakterinin şekillenmeye başladığı yaşlarda anne babanın veya diğer aile bireylerinin iyi bildikleri onun için de iyidir, kötü bildikleri de ona göre kötülerdir.
Bu çocuklukta edinilen kavramlar genelde insanın geri kalan hayatına da yön verecek derecede güçlüdür. O yaşlarda iyi ve kötüyü ayırt edebilecek muhasebe yeteneği gelişmediğinden gördüklerini ve duyduklarını, hiçbir elemeden geçirmeden alır çocuk. İleriki yaşlarda bu fikirlerden vazgeçmek de oldukça zordur.
Ülkemize düşman ve hasım olan bir ülkenin insanları da bize göre kötü insanlardır. İçlerinden iyi olanları tanıyana ve önyargımızı kırana kadar istisnasız hepsine kötü gözle bakarız. Onların da bizler gibi iyisi ve kötüsü olabilecek insanlar topluluğu olduğu fikrini kabul edemeyiz. Ancak aralarından bazılarını tanıyıp, onların da iyisi ve kötüsü olabileceğine objektif bir gözle bakabildiğimiz zaman idrak ederiz ne kadar yanılgı içinde olduğumuzu.
Benzer örneklere hepimiz okul yıllarında şahit olmuşuzdur, öğrenciler arasında “hoca bana taktı” diye bir deyim vardır. Bu durum öğretmenin bazı öğrencilerine karşı önyargılı tavır almasından başka bir şey değildir. Öğretmen kötü bildiği bir öğrencisinden iyi bir davranış hasıl olduğu zaman, bu öğrencisinden böyle bir davranış gelmeyeceğine kendisini şartlandırmış olduğundan, böyle bir davranışı başka, iyi olarak bildiği bir öğrenciye atfetme çabası göstermesi olaya önyargıyla yaklaşmasının bir neticesidir. İyi bellediği bir öğrenciden de kötü bir fiil çıkmayacağını zannettiği gibi.
Olaylara objektif bakıp, doğrularla yanlışları birbirinden ayırt edebildiğimiz vakit bireyler arası, buna bağlı olarak da toplumlararası barışı tesis etmemiz olanaklaşacak ve daha huzurlu bir dünyada yaşama olanaklarını temin etmiş olacağız.
İsmail Körpe
SOSYAL YAŞAMIN MÜKEMMEL ÖRNEKLERİ
İnsanoğlu Dünya’da ve hatta Kainatta olan her varlığa ve olaylara genelde kendi gözlüğüyle ve bakış açısıyla bakar.Bu da olaylara ve diğer canlılara karşı benmerkezli bir bakış açısı oluşturmasına neden olur.Her canlının dünyayı ve olayları kendisi gibi görüp algıladığı yanılgısına düşmesine sebep olur.Yine genel kanıyla Dünyanın en akıllı, en sosyal, en ileri varlığının kendisi olduğunu, diğer canlıların tekdüze bir yaşamı olduğunu, doğar, yaşar, ölür tekdüzeliğinde bir çizgiye oturtma hatasına düşer.
Dünya üzerindeki canlıların büyük çoğunluğu kendi yapılarına göre sosyal bir düzen içinde yaşamaktadırlar.Hayatta kalmak ve türün devamı için bir arada yardımlaşarak yaşamayı gerektirmektedir.
İnsanoğlu’da bir arada yaşama ve yardımlaşıp dayanışma sonucunda bu günkü medeniyet düzeyine ulaşmıştır.Sosyal barışı genelde kuramamış, her daim bireylerin ve birimlerin içsel ihtiras ve hırsları neticesinde barış her zaman bozulmuştur.
Birlikte yaşayarak insanların kurduğu düzenden daha mükemmelini oluşturmuş canlılardan karıncalar hayret ve takdirle müşahade edilmesi gereken canlılardır.
Yüzbinlercesi hatta milyonlarcası bir arada yaşamasına rağmen ne bir isyan hareketi ne de bir yönetim zafiyeti görülür.
Belki büyük çoğunlumuzun kale bile almadığı veya evlere dadanan baş belası böcekler olarak gördüğü bu küçük yaratıkların insanı hayrete düşürecek ve kıskandıracak kadar mükemmel bir sosyal düzenleri vardır.
Bir tanesi bile “ben bugün çok çalıştım, biraz dinleneyim” ya da “hep ben çalışıyorum, yeter artık birazda başkası çalışsın” demezler.İnsanlar zaruri olan durumlarda bile bir işi sonuna kadar sürdürebilecek iradeyi çoğu zaman kullanamazlar.Oysa karıncalar itirazsız büyük bir çaba ve irade ile yaptıkları işi mutlaka sonuçlandırırlar.
Karınca topluluklarının (kolini) bu derece dayanışma içinde olması, insanlar için ibret alınması ve üzerine düşünülmesi gereken bir husustur.Sadece kendi çıkarlarını düşünen ve çıkarları uğruna diğer bireylerin haklarına fütursuzca tecavüz edebilen insanlara göre, karıncaların bu özverili, benmerkezcilikten uzak ve bireyi değil toplumu düşünen yaşam şekilleri çok daha ahlaki bir yapıdadır.
Karıncalar aralarında kraliçe, savaşçı, bahçıvan, çocuk bakıcısı, amele, temizlikçi gibi statülere (kast) ayrılıyor; her bir karınca görevinin gereği olarak belli konuda uzmanlaşıyor.Karıncaların diğer canlıları kıskandırarak görev bölüşümü ve toplum örgütlenmeleri bireylerin yaşları ve cinsiyetlerine göre bir hiyerarşik düzende işliyor ve hiçbir birey veya kast kendi görevini aksatmıyor.Ölümü pahasına da olsa üzerine aldığı görevi yerine getirmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyor.
Daha genç olan bireyler yuvada kalıp çocukların bakım işini üstlenirken, yaşlılarda yuvanın korunması ve besin temin etme gibi işlerle ilgileniyorlar.
Kraliçe, kış uykusundan uyandığında hava sıcaklığı müsait olmadığından sadece kısır dişi askerler ve erkek karıncalar doğurur.Hava ısındıkça kendisine işçiler tarafından kastların eksikleri rapor edilir ya da kendisi bizzat yuvayı dolaşarak eksikleri belirler ve ona göre kız evlat, tahıl ezici veya savaşçı gibi kastlarda ihtiyaç hasıl olan yerlere göre yumurta yapıyor.
Karıncaların birbirleri arasındaki iletişim yetenekleri de detaylı incelenmesi gereken apayrı bir konudur.
Karıncalar iletişimde ses ve kokuyu mükemmel olarak kullanırlar ve sayıları yüzbinlerden milyona varan kolonilerde iletişim konusunda bir aksaklık olmadan hayatlarını idame ettirirler.İnsanoğlunun iletişim konusunda hala mükemmeli yakalayamadığını, aynı dili konuşsalar bile anlaşamadıklarını görünce milyonlarca karıncanın kullandığı sistemin bizlere örnek olup yeni çığırlar açabileceğini daha iyi idrak ederiz
Karıncalar kimyasal salgılar aracılığıyla alarm verebiliyor ve besinlerin yerini birbirlerine bildirebiliyorlar.Bu kimyasal iletişim sistemini tehlike anında devreye sokuyorlar ve bu alarmı algılayan karıncalar larvaları kapatarak kentin daha güvenli alt bölümündeki tünellerine kaçıyorlar.Muhafızlar ise bu anda yuva ağzında savunma durumuna geçiyor yani her birey ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor.İdrak ve düşünceden yoksun bir canlının bu derece mükemmel bir iletişimde organize olabilmesi çok manidar bir olay.
Karınca feromenleri üzerinde yapılan araştırmalar, tüm sinyallerin koloninin ihtiyaçlarına göre salgılandığı
saptanmıştır.Feromenin yoğunluğu durumun aciliyetine göre değişmektedir.Her koloninin kendine has kokusu vardır.Diğer cinslerin bu kokular sayesinde ayrılırlar.
Eğer gelen aynı cinsten fakat farklı kolonidense yuvaya kabul edilir fakat koloninin kokusunu elde edinceye kadar daha az yiyecek verilir.
Koku iletişimi besin kaynağı bildirmede ve yuvaya taşıma iletişiminde de mükemmel işler görür.Besin kaynağını bulan karınca kursağını doldurarak yuvaya dönerken kısa aralıklarla karnını yere sürterek kimyasal bir koku bırakır.Yuvaya girince besinin yerini diğer arkadaşlarına bildirmek için kısa süren hızlı bir tur atar.Bunu 3 ile 16 kez yaparak arkadaşlarının onunla bağlantıda olmasını sağlar.Besinin yerini haber alan diğer karıncalar kokuyla işaretlenmiş yoldan giderek kolayca hedefe ulaşırlar.
Yaşamın devamı için diğer canlıları kullanma sadece insanoğluna has bir durum değildir.Karıncalarda bu konuda epey uzman sayılırlar yuvalarında mantar yetiştirdikleri gibi insanların inek, koyun, keçi yetiştirdikleri gibi mandıra kurup hayvan yetiştirirler.
Yaprak kesici(atta) karıncaları yaprakları mantar üretiminde kullanırlar.Vücutlarında bitkilerde bulunan selülozu sindirebilecek enzimler olmadığından yaprakları yiyemezler.İşçi karıncalar bu yaprakları çiğneyerek bir yığın haline getirip yeraltındaki odalarda bunların üzerinde mantar yetiştirirler ve bu mantarlardan gerekli proteini alırlar.Tükrüklerinde bulunan bir antibiyotik sayesinde zararlı mantar oluşumunu engellerler.
Hasatçı karınca türü de yuvaya getirdikleri tohumları ağızlarında ezerek karıca ekmeği imal ederler.
Hayvan besleme konusunda da insandan aşağı kalır değillerdir.Yaprak biti, yapraklardan emdiği özü bal tabir edilen bir sıvıya dönüştürür.Karıncalar bu balı çok severler ve onlar için çok besleyicidir.Bal elde etmek için yaprak biti besler ve insanların kendi hayvanlarını dış tehlikelere karşı koruduğu gibi bu bitleri özenle korurlar.Aynı özeni bitlerin yavruları içinde gösterirler.
Soyun devamı için gösterilen fedakarlık açısından insandan ileri de olduklarını söyleyebiliriz.Erkek karıncaların başlıca görevi kraliçe karıncayla çiftleşmek gelecek nesillerin oluşumunu sağlayacak spermleri kraliçeyi aktarmaktır.Çiftleşmeden sonra erkek karıncalar ölürler.Karıncalar yaratıldığından günümüze kadar ve bundan sonra kıyamete kadar bu olay böyle devam edecektir.Fakat hiçbir erkek karınca öleceğini bildiği halde bundan asla vazgeçmez.Geçmişte böyle olmuştur, şimdi yine aynı fedakarlığı göstermektedirler ve gelecekte aynı olay vukuu bulacaktır.Böyle bir fedakarlığı insanlarda tereddütsüz görebilir miyiz acaba?
Allah’ın kusursuz bir düzen ve intizamda yarattığı bu canlılar bizlerde eksik olan bazı hasletleri açıkça haykırıyorlar.
İsmail Körpe
Dünya üzerindeki canlıların büyük çoğunluğu kendi yapılarına göre sosyal bir düzen içinde yaşamaktadırlar.Hayatta kalmak ve türün devamı için bir arada yardımlaşarak yaşamayı gerektirmektedir.
İnsanoğlu’da bir arada yaşama ve yardımlaşıp dayanışma sonucunda bu günkü medeniyet düzeyine ulaşmıştır.Sosyal barışı genelde kuramamış, her daim bireylerin ve birimlerin içsel ihtiras ve hırsları neticesinde barış her zaman bozulmuştur.
Birlikte yaşayarak insanların kurduğu düzenden daha mükemmelini oluşturmuş canlılardan karıncalar hayret ve takdirle müşahade edilmesi gereken canlılardır.
Yüzbinlercesi hatta milyonlarcası bir arada yaşamasına rağmen ne bir isyan hareketi ne de bir yönetim zafiyeti görülür.
Belki büyük çoğunlumuzun kale bile almadığı veya evlere dadanan baş belası böcekler olarak gördüğü bu küçük yaratıkların insanı hayrete düşürecek ve kıskandıracak kadar mükemmel bir sosyal düzenleri vardır.
Bir tanesi bile “ben bugün çok çalıştım, biraz dinleneyim” ya da “hep ben çalışıyorum, yeter artık birazda başkası çalışsın” demezler.İnsanlar zaruri olan durumlarda bile bir işi sonuna kadar sürdürebilecek iradeyi çoğu zaman kullanamazlar.Oysa karıncalar itirazsız büyük bir çaba ve irade ile yaptıkları işi mutlaka sonuçlandırırlar.
Karınca topluluklarının (kolini) bu derece dayanışma içinde olması, insanlar için ibret alınması ve üzerine düşünülmesi gereken bir husustur.Sadece kendi çıkarlarını düşünen ve çıkarları uğruna diğer bireylerin haklarına fütursuzca tecavüz edebilen insanlara göre, karıncaların bu özverili, benmerkezcilikten uzak ve bireyi değil toplumu düşünen yaşam şekilleri çok daha ahlaki bir yapıdadır.
Karıncalar aralarında kraliçe, savaşçı, bahçıvan, çocuk bakıcısı, amele, temizlikçi gibi statülere (kast) ayrılıyor; her bir karınca görevinin gereği olarak belli konuda uzmanlaşıyor.Karıncaların diğer canlıları kıskandırarak görev bölüşümü ve toplum örgütlenmeleri bireylerin yaşları ve cinsiyetlerine göre bir hiyerarşik düzende işliyor ve hiçbir birey veya kast kendi görevini aksatmıyor.Ölümü pahasına da olsa üzerine aldığı görevi yerine getirmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyor.
Daha genç olan bireyler yuvada kalıp çocukların bakım işini üstlenirken, yaşlılarda yuvanın korunması ve besin temin etme gibi işlerle ilgileniyorlar.
Kraliçe, kış uykusundan uyandığında hava sıcaklığı müsait olmadığından sadece kısır dişi askerler ve erkek karıncalar doğurur.Hava ısındıkça kendisine işçiler tarafından kastların eksikleri rapor edilir ya da kendisi bizzat yuvayı dolaşarak eksikleri belirler ve ona göre kız evlat, tahıl ezici veya savaşçı gibi kastlarda ihtiyaç hasıl olan yerlere göre yumurta yapıyor.
Karıncaların birbirleri arasındaki iletişim yetenekleri de detaylı incelenmesi gereken apayrı bir konudur.
Karıncalar iletişimde ses ve kokuyu mükemmel olarak kullanırlar ve sayıları yüzbinlerden milyona varan kolonilerde iletişim konusunda bir aksaklık olmadan hayatlarını idame ettirirler.İnsanoğlunun iletişim konusunda hala mükemmeli yakalayamadığını, aynı dili konuşsalar bile anlaşamadıklarını görünce milyonlarca karıncanın kullandığı sistemin bizlere örnek olup yeni çığırlar açabileceğini daha iyi idrak ederiz
Karıncalar kimyasal salgılar aracılığıyla alarm verebiliyor ve besinlerin yerini birbirlerine bildirebiliyorlar.Bu kimyasal iletişim sistemini tehlike anında devreye sokuyorlar ve bu alarmı algılayan karıncalar larvaları kapatarak kentin daha güvenli alt bölümündeki tünellerine kaçıyorlar.Muhafızlar ise bu anda yuva ağzında savunma durumuna geçiyor yani her birey ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor.İdrak ve düşünceden yoksun bir canlının bu derece mükemmel bir iletişimde organize olabilmesi çok manidar bir olay.
Karınca feromenleri üzerinde yapılan araştırmalar, tüm sinyallerin koloninin ihtiyaçlarına göre salgılandığı
saptanmıştır.Feromenin yoğunluğu durumun aciliyetine göre değişmektedir.Her koloninin kendine has kokusu vardır.Diğer cinslerin bu kokular sayesinde ayrılırlar.
Eğer gelen aynı cinsten fakat farklı kolonidense yuvaya kabul edilir fakat koloninin kokusunu elde edinceye kadar daha az yiyecek verilir.
Koku iletişimi besin kaynağı bildirmede ve yuvaya taşıma iletişiminde de mükemmel işler görür.Besin kaynağını bulan karınca kursağını doldurarak yuvaya dönerken kısa aralıklarla karnını yere sürterek kimyasal bir koku bırakır.Yuvaya girince besinin yerini diğer arkadaşlarına bildirmek için kısa süren hızlı bir tur atar.Bunu 3 ile 16 kez yaparak arkadaşlarının onunla bağlantıda olmasını sağlar.Besinin yerini haber alan diğer karıncalar kokuyla işaretlenmiş yoldan giderek kolayca hedefe ulaşırlar.
Yaşamın devamı için diğer canlıları kullanma sadece insanoğluna has bir durum değildir.Karıncalarda bu konuda epey uzman sayılırlar yuvalarında mantar yetiştirdikleri gibi insanların inek, koyun, keçi yetiştirdikleri gibi mandıra kurup hayvan yetiştirirler.
Yaprak kesici(atta) karıncaları yaprakları mantar üretiminde kullanırlar.Vücutlarında bitkilerde bulunan selülozu sindirebilecek enzimler olmadığından yaprakları yiyemezler.İşçi karıncalar bu yaprakları çiğneyerek bir yığın haline getirip yeraltındaki odalarda bunların üzerinde mantar yetiştirirler ve bu mantarlardan gerekli proteini alırlar.Tükrüklerinde bulunan bir antibiyotik sayesinde zararlı mantar oluşumunu engellerler.
Hasatçı karınca türü de yuvaya getirdikleri tohumları ağızlarında ezerek karıca ekmeği imal ederler.
Hayvan besleme konusunda da insandan aşağı kalır değillerdir.Yaprak biti, yapraklardan emdiği özü bal tabir edilen bir sıvıya dönüştürür.Karıncalar bu balı çok severler ve onlar için çok besleyicidir.Bal elde etmek için yaprak biti besler ve insanların kendi hayvanlarını dış tehlikelere karşı koruduğu gibi bu bitleri özenle korurlar.Aynı özeni bitlerin yavruları içinde gösterirler.
Soyun devamı için gösterilen fedakarlık açısından insandan ileri de olduklarını söyleyebiliriz.Erkek karıncaların başlıca görevi kraliçe karıncayla çiftleşmek gelecek nesillerin oluşumunu sağlayacak spermleri kraliçeyi aktarmaktır.Çiftleşmeden sonra erkek karıncalar ölürler.Karıncalar yaratıldığından günümüze kadar ve bundan sonra kıyamete kadar bu olay böyle devam edecektir.Fakat hiçbir erkek karınca öleceğini bildiği halde bundan asla vazgeçmez.Geçmişte böyle olmuştur, şimdi yine aynı fedakarlığı göstermektedirler ve gelecekte aynı olay vukuu bulacaktır.Böyle bir fedakarlığı insanlarda tereddütsüz görebilir miyiz acaba?
Allah’ın kusursuz bir düzen ve intizamda yarattığı bu canlılar bizlerde eksik olan bazı hasletleri açıkça haykırıyorlar.
İsmail Körpe
KÖTÜ İNSAN YOKTUR CAHİL İNSAN VARDIR.
İnsanları iyi veya kötü diye bir ayrıma tabi tutmak bilmem ne kadar doğru ve gerçekçi bir yaklaşımdır.
Çünkü hiçbir insan yaptığı eylemleri kötülük olması için yapmaz, her insan doğumundan bilinçlenip ergin yaşa gelene kadar birincil olarak ailesinden ve yakın çevresinden edindiği dünya görüşüne göre iyi veya kötüyü değerlendirecektir. Aldığı eğitim ve terbiye bu yaptığı eylemin doğru olduğunu söylemektedir ona çünkü.
Bırakalım kıtalar arası kültürel farkları, kendi yaşadığımız ülke veya bölgede dahi şehirler arasında bile yaşam tarzı açısından önemli ölçüde farklılıklar mevcuttur. Bir bölgede hoş görülen bir davranış diğer bir bölgede cinayete varabilecek bir hakaret veya kötülük içerebilmektedir.
Bölgesel kültürlerin getirdiği bu değişiklik bazı insanlar açısından anlaşılamaz gelebilir, fakat yaşanan coğrafya ve inanç sistemleri açısından düşünecek olursak ve oralarda yaşayanları bu kriterlere göre anlamaya çalışırsak bir nebze makul gelebilir bize.
Asıl sorun değişik yöre ve kültürlerden gelen anlaşmazlıklardan ziyade aynı kültürde ve yörede yaşayanların anlaşamamalarıdır.
Aileden ve yakın çevresinden iyi ve güzeli öğrenememiş, neyin faydalı neyin zararlı olduğunu bilmeyen, insani değerlerin öğretilmediği bir kişi nereden bilebilir ki diğer insanları kırdığını.
Çocukluğundan beri yaptığı her saçmalığa ses çıkarmayan, “çocuktur yapar” diyerek hoş görülen hareketlerini “demekki doğru yapıyorum ki bana ses çıkarmıyorlar, itiraz etmiyorlar” diyerek doğru zanneden bir kişiden daha başka ne beklenebilir ki.
Yaptığı kötü hareketleri bilmeden doğru zannederek kötülük saçtığının farkına bile varamayacak bu zavallı cahil insan en sonunda kötülüğün odağı haline gelmiş olduğunun idrakine dahi varamayacaktır.
Şayet aile ve yakın çevresi çocuğa bu yaptıklarının başka insanlara zarar verdiğini ve kötü hareketler olduğunu, bunları yapmaması gerektiğini anlatıp sevgi ve saygı çerçevesinde başkalarının haklarına riayet etmesi gerektiğini açıklamış olsalardı topluma daha faydalı ve insanları seven bir birey yetiştirmiş olurlardı.
Haberlerde her gün okuduğumuz kendi ailesine dahi kötülük yapan insanların haberlerini okumamış olurduk.
İnsanın eğitimi önce ailede ve yakın çevresinde başlar. Çocuk iyiyi doğruyu ilk burada öğrenir ve kişiliğinin ilk temelleri bu şekilde atılır.
Bilmeyen insandan ne bekleyebilirsiniz ki !.
İsmail KÖRPE
Çünkü hiçbir insan yaptığı eylemleri kötülük olması için yapmaz, her insan doğumundan bilinçlenip ergin yaşa gelene kadar birincil olarak ailesinden ve yakın çevresinden edindiği dünya görüşüne göre iyi veya kötüyü değerlendirecektir. Aldığı eğitim ve terbiye bu yaptığı eylemin doğru olduğunu söylemektedir ona çünkü.
Bırakalım kıtalar arası kültürel farkları, kendi yaşadığımız ülke veya bölgede dahi şehirler arasında bile yaşam tarzı açısından önemli ölçüde farklılıklar mevcuttur. Bir bölgede hoş görülen bir davranış diğer bir bölgede cinayete varabilecek bir hakaret veya kötülük içerebilmektedir.
Bölgesel kültürlerin getirdiği bu değişiklik bazı insanlar açısından anlaşılamaz gelebilir, fakat yaşanan coğrafya ve inanç sistemleri açısından düşünecek olursak ve oralarda yaşayanları bu kriterlere göre anlamaya çalışırsak bir nebze makul gelebilir bize.
Asıl sorun değişik yöre ve kültürlerden gelen anlaşmazlıklardan ziyade aynı kültürde ve yörede yaşayanların anlaşamamalarıdır.
Aileden ve yakın çevresinden iyi ve güzeli öğrenememiş, neyin faydalı neyin zararlı olduğunu bilmeyen, insani değerlerin öğretilmediği bir kişi nereden bilebilir ki diğer insanları kırdığını.
Çocukluğundan beri yaptığı her saçmalığa ses çıkarmayan, “çocuktur yapar” diyerek hoş görülen hareketlerini “demekki doğru yapıyorum ki bana ses çıkarmıyorlar, itiraz etmiyorlar” diyerek doğru zanneden bir kişiden daha başka ne beklenebilir ki.
Yaptığı kötü hareketleri bilmeden doğru zannederek kötülük saçtığının farkına bile varamayacak bu zavallı cahil insan en sonunda kötülüğün odağı haline gelmiş olduğunun idrakine dahi varamayacaktır.
Şayet aile ve yakın çevresi çocuğa bu yaptıklarının başka insanlara zarar verdiğini ve kötü hareketler olduğunu, bunları yapmaması gerektiğini anlatıp sevgi ve saygı çerçevesinde başkalarının haklarına riayet etmesi gerektiğini açıklamış olsalardı topluma daha faydalı ve insanları seven bir birey yetiştirmiş olurlardı.
Haberlerde her gün okuduğumuz kendi ailesine dahi kötülük yapan insanların haberlerini okumamış olurduk.
İnsanın eğitimi önce ailede ve yakın çevresinde başlar. Çocuk iyiyi doğruyu ilk burada öğrenir ve kişiliğinin ilk temelleri bu şekilde atılır.
Bilmeyen insandan ne bekleyebilirsiniz ki !.
İsmail KÖRPE
Ağlamaz kendi uçurumuna düşenler
Olmayan duaya amin diyenler
Beyhude suçu kadere yüklerler
Yüreği pas tutmuş divaneler
Ağlamaz kendi uçurumuna düşenler
Taştan farksız kalbi olanlar
Mutluluğu zinhar bulamazlar
Sevginin kokusunu duyamayanlar
Gerçek aşkı ten kokusunda ararlar
Tasadır ağaca rüzgarda yaprağı
Umurundamı ki çınarın kuruduğu
Aydınlık yarınlara ulaşmak
İnanan insanla olur ancak
İsmail Körpe
Beyhude suçu kadere yüklerler
Yüreği pas tutmuş divaneler
Ağlamaz kendi uçurumuna düşenler
Taştan farksız kalbi olanlar
Mutluluğu zinhar bulamazlar
Sevginin kokusunu duyamayanlar
Gerçek aşkı ten kokusunda ararlar
Tasadır ağaca rüzgarda yaprağı
Umurundamı ki çınarın kuruduğu
Aydınlık yarınlara ulaşmak
İnanan insanla olur ancak
İsmail Körpe
insanlık nerede
Kurdun köpeğe boğdurulduğu yerde
Bilgi’nin ışığını sönük görürsün
Yarınsızların hüküm sürdüğü yerde
İnsanlığı yerlerde görürsün
İsmail Körpe
Bilgi’nin ışığını sönük görürsün
Yarınsızların hüküm sürdüğü yerde
İnsanlığı yerlerde görürsün
İsmail Körpe
ayrıntı
aşklar vardır unutulmamak için
aşklar vardır unutmamak için
aşklar vardır yaşanmak için
aşklar vardır yaşatmak için
İsmail Körpe
aşklar vardır unutmamak için
aşklar vardır yaşanmak için
aşklar vardır yaşatmak için
İsmail Körpe
Dostlar değişiyor aldanmalar aynı
Yürüyorum bilmediğim hedeflere
Çıktım yaşamın gizemli yolculuğuna
Korku dağlarının sırrını keşfetmeye
Ölüm denizinin kıyısını bulmaya.
Damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları
Karşılığı olmayan sorular geliyor aklıma
Ben de bilmem nasıl diner bu humma
yeni bir dönem başladı ömrümün sonbaharında.
Acıyı tatmazsan umudu hissedemezsin
Hayatın anlamıdır umut , bilemezsin
Ardından ağlanacak ne varsa ömrümde
Birlikte boğulurum içimdeki ateşle.
Ara sokaklarına düştüm kara sevdanın
Yüreğimde bitmez hüzünler besledim
Bilmesemde tadını kederin
Taştan farksızmış meğer kalbim.
Korkuyorum bazen düşüncelerimden
En kalabalık yerlerde büyüyor yalnızlığım
Yürümüyor sanki damarımdaki kan
Dostlar değişiyor aldanmalar aynı.
İsmail Körpe
Çıktım yaşamın gizemli yolculuğuna
Korku dağlarının sırrını keşfetmeye
Ölüm denizinin kıyısını bulmaya.
Damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları
Karşılığı olmayan sorular geliyor aklıma
Ben de bilmem nasıl diner bu humma
yeni bir dönem başladı ömrümün sonbaharında.
Acıyı tatmazsan umudu hissedemezsin
Hayatın anlamıdır umut , bilemezsin
Ardından ağlanacak ne varsa ömrümde
Birlikte boğulurum içimdeki ateşle.
Ara sokaklarına düştüm kara sevdanın
Yüreğimde bitmez hüzünler besledim
Bilmesemde tadını kederin
Taştan farksızmış meğer kalbim.
Korkuyorum bazen düşüncelerimden
En kalabalık yerlerde büyüyor yalnızlığım
Yürümüyor sanki damarımdaki kan
Dostlar değişiyor aldanmalar aynı.
İsmail Körpe
SEVGİNİN TARİFİ
Yapılamaz sevginin tarifi
Yaşamaktır anlamanın tek çaresi
Sevgiye açılmayan yürekler
Hep hüzünlü türküler söylerler.
Kimi unutmamak için sever
Kiminin derdi unutulmamaktır
Kimi beyniyle, kimi kalbiyle sever
Sevginin büyüklüğü sevdiğin kadardır.
Ne kadar asilse yaşatmak için sevenler
Sevmesi yaşamak için olanlar da o kadar bedbaht
Boşuna sevmemeli insan, bir bedeli olmalı
Geçmişin kirli kinleriyle yoğrulmamalı
İsmail Körpe
Yaşamaktır anlamanın tek çaresi
Sevgiye açılmayan yürekler
Hep hüzünlü türküler söylerler.
Kimi unutmamak için sever
Kiminin derdi unutulmamaktır
Kimi beyniyle, kimi kalbiyle sever
Sevginin büyüklüğü sevdiğin kadardır.
Ne kadar asilse yaşatmak için sevenler
Sevmesi yaşamak için olanlar da o kadar bedbaht
Boşuna sevmemeli insan, bir bedeli olmalı
Geçmişin kirli kinleriyle yoğrulmamalı
İsmail Körpe
SONSUZLUĞA ÇAĞRI
Bazı hayatlar yaşandıkça bulur anlamını
Bazı hayatların yaşandıkça çıkar hiçliği
Bazı sözler karanlıkta söylenir yalnız
Böyledir kanunu bu yalan dünyanın.
Solacak bir güle benzer ömrümüz
Farkında mısın sessizliğe ve sonsuzluğa çağrıldığının
Ölüm yaşanacağı yok edebilir, yaşanmışı değil
Hayat yaşandıkça başka biri yapar bizi.
Bu alem, sıfat-ı kemallerin zuhur yeridir
Her şey dönecek sonunda başladığı yere
Başka gözle bakmalısın ölüm denen uykuya
Sırrıyla haşr olacak orda tüm bedenler.
İsmail Körpe
Bazı hayatların yaşandıkça çıkar hiçliği
Bazı sözler karanlıkta söylenir yalnız
Böyledir kanunu bu yalan dünyanın.
Solacak bir güle benzer ömrümüz
Farkında mısın sessizliğe ve sonsuzluğa çağrıldığının
Ölüm yaşanacağı yok edebilir, yaşanmışı değil
Hayat yaşandıkça başka biri yapar bizi.
Bu alem, sıfat-ı kemallerin zuhur yeridir
Her şey dönecek sonunda başladığı yere
Başka gözle bakmalısın ölüm denen uykuya
Sırrıyla haşr olacak orda tüm bedenler.
İsmail Körpe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...