5 Mayıs 2024 Pazar

AVRUPA REFORM HAREKETLERİ

 


PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU


Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi olarak; 16. asırda Batı Avrupa hıristiyan dünyasında, Katolik Kilisesi'ne karşı gelişen başkaldırı hareketleri ve mezhebi mücadelelerin geneline verilen addır.

Putperest Roma İmparatorluğu üzerinde gelişip serpilen Hıristiyanlık, Roma putperestliğini uzun ve çileli mücadeleler sonucunda alt etmeyi başarmış ve imparatorluk topraklarında nüfuz ve etkisini artırmıştı. İmparator Konstantin'in 313 yılında Miano Fermanı'nı yayınlamasıyla da hıristiyanlar geniş imparatorluk topraklarında serbestçe dini ritüellerini yerine getirme hakkı elde etmişlerdi. Yeni din, baskıların azalmasıyla hızla yayılışını sürdürdü. Nihayet 380 yılında İmparator Theodos zamanında tüm Roma İmparatorluk topraklarında Hıristiyanlık resmi din haline geldi. 

İmparatorların, kitleleri hıristiyanlaştırma misyonunu üstlenmesi sayesinde, Roma; büyük bir Hıristiyan İmparatorluğu haline geldi. Ancak Orta Doğudan İngiltere'ye kadar Akdeniz'i tam bir göl haline getiren İmparatorluk topraklarında siyasi münakaşalar eksik olmuyordu. İstanbul şehrinin kurulmasının ardından Roma İmparatorluğu 395'te Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu olarak fiilen ikiye ayrıldı. Siyasi çekişmeler, tarih boyunca olduğu gibi Hıristiyanlığın da geleceğini olumsuz etkilemiş ve zamanla; İstanbul Kilisesi, Doğu Roma İmparatorlarının tesiri altına girerek, Papanın otoritesinden tamamıyla bağımsız hale gelmişti. Artık Ortodoksluğu temsil eden Doğu Hıristiyanlığı ve Katolikliği temsil eden Roma kesin çizgilerle birbirinden ayrılmıştı. Böylece, Balkanlar ve doğusunda kalan tüm Ortodoks Hıristiyanlar; İstanbul'da siyasi olarak Bizans İmparatoru'na, dini olarak da İstanbul Patriği'nin otoritesine tabi olmuştu. Batıda ise, Roma'da oturan Papa; kendisini daima, dünya hıristiyanları üzerinde sadece ruhani değil, cismani yönden de tam yetkiye sahip bir otorite olarak görmekteydi. Bir başka ifade ile anlatılmak gerekirse Papa; ya doğrudan doğruya dünyevi iktidarı elinde tutmalı, ya da dünyevi iktidarı elinde tutanlar meşruiyetini Papadan almalıydı. Nitekim; 800 yılında Papa, Şarlman'a taç giydirerek onu Mukaddes Roma İmparatorluğu'nun hakimi ilan etmişti.

Batı dünyasında Papa, Orta Çağ boyunca; dini, kültürel, siyasi ve sosyal yönden mutlak bir otorite olarak kabul edilmekte, karizmatik bir konumda bulunmaktaydı. Katolik Roma Kilisesi; Haçlı Seferlerinde yüz binleri harekete geçirebilmekte, kralları bu seferlere sürükleyebilmekte, manastırlarda bir tür hıristiyan militanı sayılabilecek şövalyeler yetiştirerek Mukaddes Kilisenin emrinde hazır tutabilmekteydi. Bilim adamları ve sanatçılar; bu muazzam güç ve otoritenin kontrolünde eserler vermekte, tüm tavır ve davranışlarında aforoz tehdidini daima göz önünde bulundurmak mecburiyetinde hissetmekteydiler.


REFORM ÇAĞINDAN ÖNCE KİLİSEYE YÖNELEN İTİRAZLAR


Katolik Kilisesi'nin bu muazzam gücüne rağmen, yer yer bu otoriteye mevzii isyanlar ve itirazlar da olmaktaydı. Daha çok siyasi güçlerce desteklenen bu hareketlerde; Katolik Kilisesi'nin uygulamalarına karşı tavır alınmakta, eleştiriler Katolik akidesinden çok, din adamlarının yanlış tavırlarına odaklanmaktaydı. Orta Çağ'ın sonlarında yaşamış olan meşhur İngiliz reformcu vaiz John Wyclif(l329-1384); Oxford Üniversitesinin önde gelen fılozoflarındandı. Katolik Kilisesi'ne karşı net bir tavırla karşı gelmiş ve etkili bir hareket başlatmıştı. Hükümetin «yozlaşan din adamlarının mallarına el koyması» uygulamasına destek vermekle kalmadı Kilisenin Orta Çağ'a ait öğretilerine karşı sert eleştiriler ihtiva eden yayınlarda bulundu. John Wyclif; etkisi daha sonra büyük olacak olan önemli bir adım atarak, Kitab-ı Mukaddes'in Latince çevirisi olan Vulgate'yi İngilizceye çevirdi. Yazdıkları, ateşli vaazları ve ders halkalarındaki etkili konuşmalarıyla çok büyük kalabalıkları kendine bağlamayı başardı. Güçlü bir biçimde taraftarlarını örgütledi ve böylece; «Mırıldananlar» ya da «Mırıltıcılar» anlamına gelen «Lollardcılık» adını alan bir hareket ortaya çıktı. Zamanla dini ve siyasi baskı altına alındıysa da; bu akım, bir sonraki yüzyılda meydana gelen Reform Hareketleri'nin tetikleyicisi oldu. Bilhassa Almanya'da ortaya çıkan Luthercilik akımının yolunu hazırladı.

Büyük Reform öncesinin batıdaki en etkili muhaliflerinden biri de Çek asıllı Jan Hus (1374- 1415) idi. Bir rahip olarak atandığı Prag'da ferdi dindarlık ve erdemli hayatla ilgili vaazlarıyla tanındı. Wyclif'den etkilenerek Kitab-ı Mukaddes'in önemini sürekli vurgulamakta, din adamlarının da bu metinlerin dışında din ihdas edemeyeceğini her platformda seslendirmekteydi. Din adamlarının yolsuzluklara bulaşmasını kınamaktaydı. Onları resimlere tapınmakla, sahte mucizelere inanmakla ve Rabbin sofrasında kilise şarabını halkla paylaşmamakla suçladı. Günahların para karşılığı bağışlanmasına da şiddetle karşı çıkmaktaydı. Bu tutum ve davranışlarının ve Prag'ı yoğun tartışmaların merkezi haline getirmesinin bedelini, çok ağır ödedi. Görüş ve düşüncelerini savunmasına fırsat verilmeden yargılandı ve kazıkta yakılarak ölüme mahkum edildi. Ancak kahramanca ölümü, Çek halkının milli duygularını uyandırdı ve Bohemya'da Husçu Kilisesi kuruldu.

Büyük Reform Hareketleri'nden önce başlayan bir diğer reform kıvılcımı da İtalyan vaiz Girolamo Savonarola (1452-1498) tarafından tutuşturulmuştu. Medici ailesinin Floransa'dan kaçmasının ardından yıldızı parlayan Savonarola, Katolik Kilisesi'ne karşı faaliyetlerde bulunarak Vergi Reformunu başlattı, yoksullara yardım etti ve Yargı Reformunu gerçekleştirdi. Etkili vaazlarıyla sanat ve eğlence merkezi haline gelmiş Floransa'yı adeta bir manastıra dönüştürdü. Papa VI. Alexandır'ı ve «yoldan çıkmış Papalığı» kınaması, kendisiyle beraber tüm Floransa'nın da aforoz edilmesine yol açtı. Kiliseye karşı çıkışının bedeli, gerçekten çok ağır oldu. İdam edilen Savonarola 16. yüzyılda gelişen Protestan hareketlerinin önünü açan sembol isimlerden kabul edilmektedir.

Öte yandan matbaa, Protestan Reformu'nun hızla yayılmasında önemli bir rol oynadı. İlk Alman reformcularının (Luther, Melanchthon) yazıları birkaç hafta içinde oldukça geniş bir kesime ulaşarak kısa bir süre sonra Paris ve Roma gibi hıristiyan başkentlerinde okundu. Matbaacılar, yazarı belli olmayan Benefıcio di .Christo isimli kitabı 1543 yılında yayınlamış ve sadece Venedik'te 40 bin adet satmışlardı. Kısacası matbaa Protestan Reformunun yolunu açan en önemli kültürel faktördü. Erasmus'un dini yazıları da bu büyük değişimin önünü açmaktaydı. Erasmus şöyle diyordu:

"Keşke mukaddes yazılar bütün dillere çevrilebilseydi. Böylece yalnız İskoçlar ve İrlandalılar değil Türkler ve Araplar da onları okuyup anlayabilirdi. Çiftçi, toprağı sürerken onları söylesin, dokumacı mekik sesleri arasında mırıldansın, yolcu yolculuğun tekdüzeliğini onların hikayeleriyle atsın istiyorum."




MARTİN LUTHER «SÖZLERİMİN ARKASINDAYIM»


Avrupa tarihinin ve insanlık tarihinin en önemli kilometre taşlarından biri kabul edilen Reform Hareketleri, dünyayı sadece din alanında etkilemekle kalmadı; Almanya'da başlayan bu hareket, siyasi, içtimai, ekonomik ve entelektüel çok köklü sonuçlar doğurdu.

Esasen her şey Wittenberg Üniversitesinde ilahiyat profesörü olan Martin Luther'in 1511 yılında gerçekleştirdiği İtalya seyahati ile başladı. İnanmış ve Katolik ilkelerle yetişmiş iyi bir hıristiyan olan Luther; bu seyahati sırasında Roma Kilisesi'nde gördüklerine çok şaşırdı ve din adamlarının hayatlarıyla, inandığı değerler arasında uçurumlar olduğu kanaatine vardı. Üst seviyedeki din adamlarının aşırı lüks ve debdebe içinde yüzmeleri; halktan çeşitli bahanelerle cennet karşılığı para talep etmeleri; din adamlarının, Hz. İsa'nın “Dağ Vaazı”nda ortaya koyduğu hayat hedeflerine taban tabana zıt bir hayat içinde olmaları; Luther'e çok büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Şüphesiz Reformcuların tüm din adamlarına yönelen bu eleştirilerini hak etmeyen, keşişler, papazlar ve din görevlileri bulunsa da; Papa ve kilise ileri gelenlerinin elleri, içinden çıkmamacasına, halkın cebine uzanmaktaydı. Nitekim Kilise; önceden yapılmış günahların bedeli olan cezanın bazı bağış ve kefaretlerle, ertelenebileceğini söylemekteydi. Hatta Papa IV. Sixtus, 1476 yılında araftaki ruhlar için de endüljans satın alınabileceğini açıklamıştı. Nitekim Rahip Johann Tetzel;

"Paranız Kilise'nin kutusunda tınladığı an, ölmüş sevdiklerinizin ruhları azap yerinden kurtularak cennete doğru uçmaya başlar:' diyerek198 Almanya'daki endüljans satışını ateşli vaazlarıyla yürütmekteydi. Ne yazık ki halk, matbaada basılmış endüljans kağıtlarından satın almak için kilometrelerce uzaklardan geliyordu.

Martin Luther 1517 yılına gelindiğinde kilisenin kurum olarak yozlaşmasına karşı içinde biriken isyanı ve gördüğü çelişkileri, Wittenberg Kilisesi Başpiskoposu Albrecht'e 95 maddede topladığı bir mektupla iletti. Latince kaleme alınan ve kilise kapısına da çakıldığı iddia edilen mektup, manifesto niteliğindeydi. Cesur bir biçimde Katolik Kilisesi'ne itiraz ve isyanları özetlemekteydi:

(...) Papa'nın bağışlamasıyla bir insanın bütün cezalardan kurtulduğunu ve seldmete erdiğini söyleyen endüljans vaizleri yanılgı içindedir.

Zira Papa, Kanuna göre bu hayatta ödenmesi gereken hiçbir cezayı araftaki ruhlar için bağışlayamaz.

Hıristiyanlara; fakirlere hibe veya muhtaçlara yardım etmekle, bağışlanma belgesi satın almaktan daha hayırlı bir şey yaptığı öğretilmelidir.


Hıristiyanlara; muhtaç birisini görmezlikten gelerek parasını bağışlanma belgesi satın almak için harcayanların, Papa'nın endüljansını değil, Tanrı'nın gazabını satın almış oldukları öğretilmelidir.

Yahut: Şimdiki zenginliği en zengin para babalarından daha çok olan Papa niçin, sadece Aziz Petros Kilisesi'ni fakir inananların parası yerine kendi parasıyla inşa ettirmiyor?

Çok geçmeden bu bildiri Almancaya çevrildi ve matbaada çoğaltılarak dağıtıldı. Bu gelişmeler üzerine Luther, Roma'ya çağrıldıysa da siyasi karışıklıklardan istifade ederek bu emre uymadı. Hatta 1519 yılında Leipzig'de, Papanın temsilcisi Johann Eck ile akademik nitelikte bir tartışmada reformist görüşlerini çekinmeden sürdürdü. Luther'in görüş ve düşünceleri matbaa yoluyla yayıldıkça yayılıyor, Katolik Kilisesi'nden sadece ruhen değil her bakımdan kopuş ve uzaklaşma tehlikeli bir boyuta taşınıyordu.

Nihayet Martin Luther; soyluların, Kilisenin ve Mukaddes Roma İmparatorluğundaki şehirlerin temsilcilerinden oluşan Worms Diyeti'nin karşısına çıkarıldı. İmparator Şarlken'in de aralarında bulunduğu topluluğun önünde aforoz ve ceza tehditlerine karşı dimdik bir tavır sergiledi. Fikir ve düşüncelerinden vazgeçmeyeceğini açık bir dille ortaya koydu:

"Kitab-ı Mukaddes ve akıl, bana yanlış yaptığımı söylemedikçe hiçbir fikrimden vazgeçmem, vazgeçemem. Çünkü insanın vicdanının emrettiği şeyi yapmaması ne doğrudur ne de güvenli. Sözlerimin arkasındayım ve geri adım atamam:


ALMANYA'DA REFORMUN YAYILMASI


Bu eleştirilere Katolik Kilisesi kayıtsız kalamadı. Martin Luther'in sözlerini geri alması emredildi. Ve nihayet 3 Ocak 1521 tarihinde aforoz edildi. Luther daha sonra yaşadığı 25 yıl boyunca ardı ardına kitaplar yayınladı. Kolay, anlaşılır ve Almanca olarak kaleme alınan bu kitaplar yoluyla ve Kitab-ı Mukaddes'i tercüme ederek görüşlerini yaydı.

Luther'i; Alman prensleri, dini görüşleri yanında, toprakla ilgili görüşlerinden dolayı da desteklemekteydi ve kendisini kaçırarak sakladılar. Görüş ve düşünceleri, Alman köylüleri arasında giderek yayıldı. Ruhban sınıfına konulan evlenme yasağının insan dürtüsünü denetim altına alma yönünde nafile bir çaba olduğunu; evlenmenin ruhi avantajlar sağladığını ve bu yüzden hemen hemen herkes için en ideal durum olduğunu söylüyordu. Ayrıca, saban süren bir çiftçinin ya da ortalığı süpüren bir hizmetçinin, Tanrı'ya dua edip, nefsine eziyet eden keşişten daha büyük bir ibadette bulunduğunu ifade ediyordu. Latince ve Yunanca profesörü Philipp Melanchthon, Luther'in görüş ve düşüncelerine büyük destek vermekteydi.

1529 yılında Şartken; Luther hareketini, güç kullanarak durdurmaya çalıştı. Ancak bazı Alman prensleri bunu «protesto» etti; böylece hareketin adı «Protestan» oldu. Şarlken koyu bir Katolik olduğu halde, Katoliklerle Protestanlar arasında meydana gelen ve giderek şiddetlenen mücadelelerde mutedil bir yol izledi. Tabii bunda Osmanlı'nın batı için amansız tehdit olarak Orta Avrupa'ya yerleşmesinin de rolü büyüktü. Nitekim Luther'in ölümünden (1546) sonra devam etmekte olan Katolik-Protestan savaşı bir müddet sonra Augsburg Barışı imzalanarak sona erdi. (1555) Buna göre Lutherci prenslere, şövalyelere ve şehirlere; güvenlikleri garanti ediliyordu. Her bölgede Lutheryan ya da Katolik olma hakkı verildi. Böylece Almanyada din savaşları sona erdi. 1555 Augsburg Barışı'ndan sonra Şarlken; «tek bir kilisesi olan birleşik bir imparatorluk yaratma» umudunun sona erdiğini anlayarak tahtını bıraktı. Oğlu Felipe'ye İspanya ve Hollandayı, kardeşi Fernando'ya da Mukaddes Roma-Germen imparatorluk tacını devrederek bir manastıra çekildi ve keşiş oldu .




JEAN CALVİN ve FRANSA'DA REFORM


Luther'in Almanya'da başlattığı Protestanlık hareketinin bir benzeri, Fransa'da Jean Calvin tarafından ortaya kondu ve son derece etkili bir biçimde gelişti. Calvin (1509-1564) Fransa'da doğmuş ve hukuk öğrenimi görmüştü. 1553 yıllarında Protestan oldu ve Cenevre'ye kaçarak «Hıristiyan Dini'nin Bağlayıcı İlkeleri» adlı eserini yayınladı. Reformcu olmakla beraber, oldukça bağnaz fikirler de taşıyordu. Kilise yönetiminde ruhban olmayan kişilerin de yer almasını istemesine rağmen, daha sonra, yönetimini ele geçirdiği Cenevreden, kendisi gibi düşünmeyenleri kovmuş; 1553 yılında teslis anlayışını reddettiği için Michael Servetus isimli bir bilgini yaktırarak öldürtmüştür.

Calvin'e göre; «Kilise, en üstün olandır.»

"Kilise'ye devlet tarafından hiçbir kısıtlama getirilmemelidir:' diyerek kilisenin teşkilatlanmasına Lutherden daha çok önem vermiştir. Calvin; sadece vaftiz, ekmek ve şarap ayinlerini kabul etmiş ve vaftizi; «kişinin Mesih'in yeni topluluğuna kabulü» olarak görmüştür.

Calvin; gücünün çoğunu, Protestanlık içindeki farklılıkları gidermeye harcadı. Hıristiyan teolojisinin çok önemli tartışma alanlarından biri olan kaza ve kader konusunda katı görüşleri savunmaktaydı:

"Tanrı'nın takdiriyle sadece gökleri, dünyayı ve diğer yaratıkları kastetmiyoruz; aynı zamanda insanın amaçları ve iradesi de doğrudan onun belirlediği sona doğru gidecek şekilde yönlendirilmelidir:'

Calvin, «Hıristiyan Dini'nin Bağlayıcı ilkeleri» adlı eserinde özetle şu doktrini savunmaktaydı:

"... Tanrı'nın sonsuz gücü ve hükümranlığı vardır. İnsanlar tamamıyla günahkardır ve doğru yoldan çıkmıştır. Onları sadece İsa Mesih'in affedici gücü kurtarabilir. Kurtarıcı inayet ve Mesih'le bütünleşme imkan ve ihtimali, Tanrı'nın karşılıksız armağanlarıdır:'


İSVİÇRE ve GÜNEY ALMANYA' DA REFORM: ULRICH ZWİNGLİ


Zürih'te şehrin ana kilisesinin rahibi olan Ulrich Zwingli, inancın ve Kitab-ı Mukaddes'in önceliği konusunda Luther ile aynı fikirdeydi; endüljansları eleştiriyor, azizlerin yüceltilmesine karşı çıkıyor, dini tasvirleri ve Meryem'e tapınmayı eleştiren vaazlar veriyordu. Zwingli; Luther'in teklif ettiğinden daha da basit bir ibadet teklif ediyor, kilise süslemelerinin ve (ilahiler hariç) müziğin olmadığı bir töreni savunuyordu. Luther'le bazı konularda ayrılsa da onun sayesinde Reform Hareketleri İsviçre ve Güney Almanya'da yayıldı.


İNGİLTERE'DE REFORM:ANGLİKAN KİLİSESİ


İngiltere'de inanç konusundaki ihtilaflar değil, Papa ile İngiltere Kralı arasındaki anlaşmazlık Reformun önünü açmıştır. Daha önce koyu bir Katolik olan VIII. Henry, siyasi sebeplerden dolayı evlendiği, ağabeyinin dul karısı Katherin'den boşanmak istemiş, ancak Papalık onun bu isteğini reddetmiştir. Bunun üzerine VIII. Henry, 1531'de, kendisini İngiltere Kilisesi'nin mutlak hakimi ilan ederek Papalığa ödenen yıllık vergileri kaldırmıştır.

1549 yılında İngiliz Kilisesi'nin inanç esasları Protestan-Reformcu görüşlerden oluşturulmuş, ancak Katolik Kilisesi de açıkça reddedilmeyerek orta bir yol izlenmiştir. Böylece ibadetlerde Katolik Kilisesi'ne, inanç konularında ise Protestan Kiliselerine benzeyen «Anglikan Kilisesi» olarak adlandırılan yeni bir hıristiyan mezhebi ortaya çıkmıştır. Buna rağmen İngiltere'de Katoliklik tamamen etkisiz hale getirilememişti. Bağnaz ve hoşgörüden uzak bir Katolik, fakat dindar bir kadın olan Kraliçe Mary (1553- 1558) Kardinal Pole'nin yardımıyla İngiltere'de Katolikliği yeniden canlandırmaya ve Papanın etkisini artırmaya çalıştı. Protestanlara karşı sert uygulamalara girişti. Aralarında büyük İngiliz Reformcusu Cranmer, Latimer ve Ridley gibi Protestanlığın tanınmış önderlerinin de içinde bulunduğu yaklaşık 200 piskopos ve araştırmacı, kadın-erkek denmeden kazıklarda yakılarak öldürüldü.

Ancak tüm bu baskılar Protestanlığın gelişimini önleyemedi. Nitekim Mary'nin ardından kraliçe olan ve 45 yıl boyunca İngiliz tahtını yöneten Elizabeth döneminde (1558-1603) Protestanlık yeniden canlanmakla kalmadı, krallığın korumasında kalıcı hale geldi.


REFORMUN; DİNİ SİYASİ, SOSYAL ve KÜLTÜREL ETKİLERİ


Hıristiyan dünyası 16. yüzyıla gelindiğinde yeni bir parçalanma ile karşı karşıya geldi. Reform Hareketleri'nin etkisiyle Katolik Kilisesi çatırdadı ve bünyesinden yeni Protestan mezhepleri ortaya çıktı. Batı Avrupa'da mezhep birliği bozuldu. Protestanlık düşüncesi; Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre, Belçika ve Kuzey Amerika'da farklı ton ve tarzlarda yayıldı.

Fert merkezli dindarlığın öne çıkmasıyla, «Dini hayatın, hayattan kopmadan da yürütülebileceği» düşüncesi; Katolikliğin çile, uzlet ve mahrumiyet düşüncesine galip geldi. Protestanlığın yayıldığı ülkeler, zenginleşti. Cemaati temsil eden Katolik anlayışına karşı, güçlü fert öne çıktı. Düşüncenin önü açıldı. Ayine dayalı Katolik din anlayışı yerine; ameli yönü azaltılmış, inanç yönü ağır basan, din adamlarının baskın olmadığı, İncil tercümeleriyle herkesin ulaşabileceği Protestanlık anlayışı yaygınlık kazandı.

Katolik Kilisesi de ciddi bir öz eleştiri yaparak kendini revize etti. Kaybettiği dindaşlarının açığını kapamak üzere coğrafi keşiflerle ele geçirilen yeni topraklarda faaliyetlerine hız verdi. Güney Amerika, Afrika ve Asya'daki sömürge bölgelerinde yeni kiliseler inşa edildi. Misyonerler yoluyla yeni bir dini heyecanın fitili ateşlendi. Öte yandan Katolikler; Engizisyon mahkemelerini kurarak, ayrılanları, farklı inanç ve düşünce sahiplerini cezalandırma Yoluna gittiler. Bu mahkemelerde zavallı ve savunmasız İspanya müslümanları, yahudiler ve Protestanlar sert bir biçimde cezalandırıldılar. Bu cezalar arasında başta ölüm olmak üzere, sürgün ve kürek mahkumiyeti başı çekmekteydi.

Protestanlık hareketleri, Katolik din adamlarının otoritesini bir daha yerine gelemeyecek bir biçimde sarstı. Avrupa'daki bu gelişmeler, meşruiyetlerini Papadan almak zorunda kalan kralları rahatlattı. Papa ve din adamlarının; hıristiyan devletler üzerindeki ağırlığı azalırken, prens ve hükümdarların ağırlıkları her geçen gün biraz daha arttı. Bu durum; Avrupa'daki devletlerin milli temellere yönelmesine, dini temellerden de uzaklaşmasına yol açtı. Öte yandan, laikliğin de yanlış temeller üzerinde yayılmasının önü açılmış oldu. Dini haklar ve iktidarların yetki alanları; karşılıklı anlaşma ve hoşgörü temelleri esas alınarak düzenlenebilecekken, çatışma, birbirini yok etme ve geriletme zemininde, yanlış bir eksene oturdu.

Başta Almanya olmak üzere Protestanlığın yayıldığı topraklarda, kilise malları yağmalandı. Katolik Kilisesi'nin denetim altında tuttuğu geniş araziler, son derece verimsiz bir biçimde kullanılmakta, yoksul kitlelerin istifade edemeyeceği atıl bir vaziyette bulunmaktaydı.

Reformun etkilediği bir diğer önemli başlık da eğitimdi. Öteden beri Kilise bünyesinde yürümekte olan eğitim ve öğretim faaliyetleri; Reform Hareketleri'nin ardından, din kurumlarının dışına da taştı. Okullaşma süreci hız kazandı. Böylece eğitim, din dışı bilgi ve birikimlerin etkisine açık hale geldi. Zaman içerisinde din-bilim çatışmasının da yolu açılmış oldu.



REFORM HAREKETLERİ ve OSMANLI'YA TABİ HIRİSTİYANLAR


Reform Hareketleri'nden Osmanlı Devleti'nde yaşayan Ortodoks hıristiyanları etkilenmedi. Gerçekten de İslam medeniyeti; ilk yayılış yıllarından itibaren karşılaştığı hıristiyan topluluklarına karşı son derece müsamahakar davranmış; dini inançlarını yaşama, düşüncelerini açıklama gibi en temel insan haklarına müdahale etmediği gibi, kendi inançlarına göre eğitim kurumları açmalarına da izin vermiştir. Hatta hıristiyan kiliselerinin medeni hukuk alanında verdiği kararları da geçerli kabul etmiştir. Bu vicdan hürriyeti anlayışı; kurulan İslam devletlerinde, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılarda da hiç bir değişikliğe uğramadan devam etmişti. Oysa İspanyada müslümanlara reva görülen zulümler, öldürme, sürgün ve tecritler, zorla din değiştirtmeler; sadece Katolik olmadığı için insanlara çektirilen eziyet ve işkenceler, insanlık onurunu ayaklar altına alan bir boyuttaydı. Kısacası Avrupayı sarsan «Reform Hareketleri», Osmanlı Devleti bünyesinde kendi cemaatleri çerçevesinde huzur ve güven ortamında yaşayan Ortodokslar için bir anlam ifade etmemekteydi.


REFORM'UN TÜRK AYDINLARINA ETKİSİ


Öte yandan, Reform Hareketleri; Osmanlı yönetimini, sadece batıdaki ilerleyişine etkisiyle ilgilendirmiş, bu açıdan Luther'in başlattığı hareket, olumlu bulunarak desteklenmiştir.

Ancak 19. yüzyıldan itibaren batıda eğitim görmeye başlayan Türk aydınları, Avrupa'nın tesiriyle din-siyaset ve akıl ekseninde İslamda reform olup olamayacağını yoğun bir biçimde tartışmıştır. Fakat zaman içinde; son derece muhkem bir yapı arz eden İslamiyet ve Pavlus'un yorumlarıyla son şeklini almış, teslise dayalı Hıristiyanlık arasında; ne kadar zorlanılsa da benzerlikler kurulamayacağı anlaşılmıştır.

İslamiyet'te günahları bağışlama konumuna çıkarılmış din adamı olmadığı gibi, akide ve amelleri birbirinden tamamen farklı mezhepler de ortaya çıkmamıştır. Çıksa da geniş bir tabana asla yayılamamıştır. İslam mezhepleri, aynı kaynaktan beslenen iman okulları olarak ortaya çıkmış, farklı fıkhi yaklaşımları ise dini hayatın zenginliğini oluşturmuştur. Hiçbir zaman kitleler boyutunda büyük çatışmalar meydana gelmemiştir. Oysa Avrupa'da onlarca yıl süren kanlı mezhep savaşları, insanlığın hafızasında tazeliğini korumaktadır.

1572 yılında sadece Fransa'da Aziz Bartolomeus yortusunda on binlerce Protestan, evlerinde uyuyanlar da dahil, çoluk çocuk ayırt edilmeksizin hunharca öldürülmüştür. Üstelik Paris'te başlayıp Fransa'nın geneline yayılan bu olaylar, iki gün sürmüş ve katliamın ardından; kalanlar, zorla Katolikliğe döndürülmüş ya da sürülmüştür. İslam coğrafyasında; bırakınız mezhepler arası çatışmayı, farklı din müntesipleri arasında bile bu hunharlıkta bir çatışma yaşanmamıştır.

Yirminci asırda ve günümüzde Luther'e özenen bazı sözde İslam alimleri dinde reform adı altında bazı girişimlerde bulunmuş olsalar bile, bu durum; toplumda karşılık bulmamış ve destekten mahrum cılız girişimler olarak kalmıştır. Mesela; camilere sıra yerleştirilmesi, Türkçe ezan ve Türkçe namaz gibi teklifler kadük kalmış ve yokluğa mahkum olmuştur.

İslam'da ihya ve tecdit arayışları ise daha etkili olmuştur. Bu çerçevede tefsir ve meal çalışmalarına ağırlık verilmesi, hadislerin dikkatlice yeniden tasnifi ve temel kaynakların ışığında asrın meselelerine cevap arayışları makul bir zeminde devam etmektedir. Gerek ahlaki ve dini niteliği öne çıkan irfan okulları, gerek dünya çapında ses getiren İslami akımlar, bu çerçevede değerlendirilebilir.


OSMANLILAR ve REFORM HAREKETLERİ


Osmanlı Devleti, Reform Hareketleri'ni çıkışından itibaren dikkatlice takip etmiş ve bu topluluklarla temas yolları aramıştır. Luther akımını, Orta Avrupa hakimiyeti konusunda mücadele içinde olduğu Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'na karşı desteklemiş; ayrıca dini taleplerini de yerinde bularak, Katoliklere karşı bu topluluğu, kendi inanç atmosferine daha yakın hissetmiştir. Enteresandır ki, o günkü şartlarda Osmanlı alimleri; Luther yanlılarının görüş, düşünce ve· sapmalarını kısa zamanda yerinde tespit etmiş, bu konularda onları tevhide uygun bir ıslahata davet etmiştir. Protestan beylere gönderilen aşağıdaki mektupta; Papa ve ekibine karşı duruşlarında haklı oldukları, ancak kendilerinden teslis inancını düzeltme konusunda da mesafe almalarının arzu edildiği, açık bir dille ortaya konmuştur. Mektupta, Protestan beylere istendiğinde askeri destek de verileceği va'dedilmiştir:

.. Flandre ve ispanya memleketlerinde Lutheran mezhebi üzere olan beyler ve beyzadeler ve sair Lutheran mezhebi ayanı... mektup vasıl olıcak malum ola ki ruy-i zeminde olan selatin-i ızam mabeyninde hanedan-ı saltanat-unvanımız...

cümleden kuvvetli, kudretli, azametli olup nice taç ve taht sahiplerinin memleket ve vilayetleri ve Akdeniz ve Karadeniz ve hesabı yok nice vilayetlerin padişahlığı bize nasib olmuştur. Biz Cenab-ı Hakk'ın birliğine ve Muhammed Mustafa Efendimiz'in hak peygamberliğine amme-i ehl-i lslam'la itikat ve itimadımız olup siz dahi puta tapmayıp, kiliselerden putları ve suret ve nakılsları reddedip Hak Teala birdir ve Hz. İsa, peygamber ve kuludur; deyu itikat edip... Papa denilen bi-din, Halık'ını bir bilmeyip ve Hz. lsa (a.s.)a tanrılık isnad edip halkın nice kullarını ol tarik-i dalalete sevk edip nice kanlar dökülmesine sebep olmağlasiz, Papalığa kılıç çekip merhamet-i şahanemiz sizin tarafınıza masruf olup, kara ve deryadan her hal ile size muavenet-i hüsrevanemiz zuhura gelmek ve ol zalim-i bi-din elinden sizi halas ve hak dine sevk etmek lazım gelmiştir;

İmdi size olan dostluk ve muhabbetimizin ilamı haylıdan beri maksud-ı hümayunumuz olmuştur; hala yüce asitanemiz kullarından Muharrem nam kulumuz ol tarafın dilini ve ahvalini bilir ve itimad olunur kulumuz olmağın irsal olundu. Vusul buldukta gerektir ki cümle beyler ve Lutheran beyzadeleri ve ayanlarısız dostluğumuzu mukarrer bilip ve hüsn-i ittifakla mezkur kulumuz ile mükaleme ve müşavere edip ağızdan dediği ve kağıt ile bildirdiği cemi-i kelimatını mübarek ağzımdan sadır olmuş gibi mukarrer bilip dahi her ne yılda ve zamanda ittifakla Papa bi-dinine asker çekmek ve cenk etmek murad ediniyorsanız ona göre itimad olunur adamlarınızı yüce asitanemize gönderip mezbur kulumuz ile maan ahvalinizi bildiresiniz. Merkum kulumuz Muharrem'in sağ memesi altında ve sol ayağının inciğinde yarası vardır; ana göre mukayyed olup name i hümayunumuzun aharın eline düşüp hile ve hud'a ile mabeynde olan dostluğu bilip zarar ve gezend eriştirmek ihtimali olmıya vesselam .




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

3 Mayıs 2024 Cuma

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-20

 Ali Bin Rıdvan



Ebul Hasan Ali bin Rıdvan el-Mısri (d. 998 - ö. 1068) Mısırlı Müslüman doktor, fizikçi, astronom ve astrolog olan bilim adamı. Gize’de doğmuştur.


Ali bin Rıdvan Antik Yunan tıbbı, özellikle Yunan hekim Galen’in çalışmaları üzerine çalışmalar yapmıştır. Galen’in Ars Parva adlı eseri üzerine yaptığı tefsir Gerardo Cremonesse tarafından tercüme edilmiştir. Bundan başka 1006 yılındaki Süpernova gözlemleriyle tanınmıştır. Ayrıca tümevarım teorisi üzerine çalışmalar yaparak katkıda bulunmuştur.

Ali bin Rıdvan Avrupalı yazarlar tarafından “Haly ya da Haly Abedrudian” olarak adlandırılmıştır. Ali bin Rıdvan, bir zaman fizikçi ibn Butlan’la girdiği meşhur bir tartışmayla meşgul olmuştur.


Çalışmaları


Batlamyus’un “Tetrabiblos” adlı eserine yaptığı tefsir “De revolutıons nativatatum” (Doğumların Deveranı) Luca Gaurico tarafından düzenlenerek, 1524 yılında Venedik’te basılmıştır.


“Tractatus de cometarum significationibus per xii signa zodiaci” (12. Zodyak Ku-şağındaki kuyruklu yıldızların anlamları üzerine inceleme) 1563 yılında Nürnberg’de basılmıştır.



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

25 Nisan 2024 Perşembe

İLMİHAL-18 / NAMAZ-13

 


SECDELERLE İLGİLİ MESELELER



A) SEHİV SECDESİ


Sehiv "yanılma, unutma ve dalgınlık" gibi anlamlara gelir. Buna göre sehiv secdesi, yanılma, unutma veya dalgınlık gibi durumlar yüzünden namazın vâciplerinden birini terk veya tehir etme durumunda, namazın sonunda yapılan secdelere denilir. Sehiv secdeleri sayesinde namazda meydana gelen kusur ıslah edilmiş, eksiklik telâfi edilmiş olur. Namaz esnasında pür dikkat olmak ve titiz davranmak esas olmakla birlikte, çeşitli nedenlerle insanlar namazlarında yanılabilirler. Peygamberimiz bu tür durumlarda, namaz kılan kişinin "Allah'ın huzurunda saygısızlık ettim, kusur işledim" diyerek kendini suçlamasının ve karamsarlığa düşmesinin önüne geçerek onu rahatlatmak, vesveseden kurtarmak ve her yanılmada namazı yeni baştan kılma sıkıntısının önüne geçmek maksadıyla, aslî olan bir farzın terkedilmediği durumlarda bir telâfi ve düzeltme mekanizması olarak sehiv secdesi uygulamasını öngörmüştür. Bununla birlikte unutmamalı ki, bir kimsenin tedavi imkânı var diye sağlığını koruma konusunda dikkatsizlik göstermesi nasıl uygunsuz bir davranış ise, telâfi imkânı var diye de namazda gevşek davranmak da öyle, hatta daha da uygunsuz bir davranıştır.

Hz. Peygamber'in sehiv secdesinin anlamına ve amacına ilişkin olarak söylediği sözlerden ikisi şöyledir:

"Biriniz namazında şüpheye düşerse doğrusunu araştırsın ve namazını kanaatine göre tamamlasın, sonra selâm versin ve sehiv secdesi yapsın" (Buhârî, "Salât", 31).

"Biriniz namazı dört rek`at mı yoksa üç rek`at mı kıldığında şüpheye düşerse, şüpheyi atsın ve yakînen bildiğine göre davranıp namazını tamamlasın. Selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş kılmış ise bu secdeler namazına şefaatçi olur, eğer namazını tam kılmış ise bu secdeler şeytanın uzaklaştırılmasına vesile olur" (Buhârî, "Sehv", 6-7).

Sehiv secdesini gerektiren bir durum bulununca bu secdenin yapılması Hanefîler'e göre vâciptir. Sehiv secdesi gerektiği halde bunu yapmayan kişi günah işlemiş olur; fakat namazı bâtıl olmaz. Mâlikî ve Şâfiîler'e göre sehiv secdesi namazın sünnetlerinden bir veya birkaçının terkedilmesi durumunda yapıldığı için, sehiv secdesi yapmak sünnettir. Hanbelîler'e göre ise sehiv secdesi duruma göre bazan vâcip, bazan sünnet, bazan da mubah olur. Meselâ namazın bir sünnetini terketmekten dolayı sehiv secdesi yapmak mubahtır.


a) Sehiv Secdesinin Yapılış Biçimi


Son oturuşta "Tahiyyât" duası okunup iki yana selâm verildikten sonra iki secde daha yapılır ve oturulur. Bu oturuşta Tahiyyât duası, "salavat (Salli ve Bârik)" ve "Rabbenâ âtinâ" duası okunarak, her zamanki gibi önce sağa sonra sola selâm verilir. Son oturuşta, sehiv secdesi öncesinde her iki tarafa selâm verileceği görüşü, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a aittir. İmam Muhammed'e göre ise, sadece sağ yanına selâm verdikten sonra sehiv secdesini yapar. Sonraki Hanefî âlimler, imamın sehiv secdesi için iki yanına selâm vermesi durumunda cemaatten birinin namazı bozacak bir iş işlemesinin veya namaz bitti zannıyla dağılmalarının mümkün olduğu gerekçesiyle, İmam Muhammed'in görüşünün imam olan kişi için, diğer ikisinin görüşünün ise tek başına namaz kılan için münasip olduğunu belirtmişlerdir. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre sehiv secdesi selâmdan hemen önce yapılır.

Zâhir rivayette Şâfiî ile Hanefî imamlar arasındaki görüş ayrılığının fazilet ve evleviyet bakımından olduğu söylenirken, nevâdir kitaplarında bu görüş ayrılığının câizlik (cevaz) noktasında olduğu söylenmektedir. Görüş ayrılığının fazilet noktasında olması durumunda, Hanefî imamlara göre sehiv secdesini selâmdan sonra Şâfiî'ye göre ise selâmdan önce yapmak daha uygun ve faziletlidir (evlâ). Fakat görüş ayrılığının cevaz noktasında olması durumunda ise, Hanefî imamlara göre sehiv secdesini selâmdan sonra yapmak gerekir, selâmdan önce yapılması câiz değildir. Sehiv secdesi selâmdan önce yapılacak olursa, selâmdan sonra secdelerin tekrarlanması gerekir. Şâfiî'ye göre ise sehiv secdesi selâmdan önce yapılmalıdır, selâmdan sonra yapılırsa, sehiv geçersiz sayılır.

İmam Mâlik'e göre ise, sehiv secdesi namazda ziyade bir fiil işlemek yüzünden yapılacaksa selâmdan sonra, bir noksanlık yüzünden yapılacaksa selâmdan önce yapılır. Hem bir fazlalık hem de bir eksiklik yüzünden yapılacaksa, bu durumda sehiv secdesi selâmdan önce yapılır. Namazda noksanlık yapmak, namaz içindeki bir müekked sünneti veya en az iki gayr-i müekked sünneti terketmek durumunda olur. Namazda ziyade yapmak ise, namazın cinsinden olsun veya olmasın namazı bozmayacak kadar az bir fiil ilâve etmek durumunda söz konusu olur. Meselâ namazın rükünlerinden rükû ve secde gibi bir fiilin fazladan yapılması namazda fazlalık yapmak olur.

Sehiv için yapılacak iki secde vâcip olduğu gibi, secdeden sonraki oturuşta Tahiyyât okumak ve selâmla çıkmak da vâciptir. Sehiv secdesi yapması gereken kişinin, salavat duasını (Salli ve Bârik), namaz oturmasında mı yoksa sehiv secdesi oturmasında mı okuyacağı konusunda iki görüş bulunmaktadır. Hanefî fakihlerinden Kerhî'ye göre salavat duası, sehiv secdesi ka`desinde okunur. Tahâvî'ye göre ise, selâm bulunan her ka`dede, salavat duasının okunması gerekir. Kerhî'nin görüşü daha sahih, Tahâvî'nin görüşü ise daha ihtiyatlı görülmüştür. Bir kısım âlimlere göre, imam hakkında Kerhî'nin görüşü evlâdır; çünkü imam tezce selâm verince halk imamın sehiv secdesi yapacağını sezer ve dikkatli davranır. Münferid hakkında ise Tahâvî'nin görüşü evlâdır.

Sehiv secdesi imam için ve tek başına namaz kılan kişi için söz konusudur. İmamın sehvi yani yanılması, kendisi hakkında asaleten, kendisine uyan cemaat hakkında tebean sehiv secdesini gerektirir. İmama uymuş bulunan kişi (muktedî), imam sehiv secdesi yaptığında onunla birlikte yapar, kendisi sehiv secdesini gerektiren bir şey yapmışsa bundan dolayı sehiv secdesi yapmaz. İmam sehiv secdesini gerektiren bir şey yaptığı halde sehiv secdesi yapmazsa muktedî de yapmaz.


b) Sehiv Secdesini Gerektiren Durumlar


Bilindiği gibi namazın kıraat, rükû ve secde gibi farzları, Fâtiha okumak ve ardından başka bir sûre eklemek (zamm-ı sûre), tertibe riayet etmek gibi vâcipleri ve ka`delerde salavat okumak gibi sünnetleri bulunmaktadır. Namazın tam ve mükemmel olabilmesi için bunların hepsine riayet etmek, namazın gereklerini tam ve yerli yerinde yapmaya çalışmak ve tam kalp huzuru içinde namaz kılmaya özen göstermek gerekir. Bununla birlikte çeşitli nedenlerle bu şartlara riayetsizlik söz konusu olabilir. Bu bakımdan riayetsizlik söz konusu olabilecek fiilleri ve riayetsizlik durumunda ne yapılmak gerektiğini bilmek önem arzeder.

Namazda riayetsizlik edilmesi yani terkedilmesi söz konusu olabilecek fiil ya farz ya vâcip ya da sünnettir. Bunlardan her birinin terkedilmesinin hükmü farklıdır. Şimdi bunların terkedilmesinin hükümlerini ayrı ayrı görelim.

Namazın farzlarından birinin terkedilmesi durumunda, bu farzın namaz içinde telâfi (tedârik) edilmesi mümkün ise, farz olan bu fiilin - namaz içinde- kazâ edilmesi gerekir. Kazâ yoluyla telâfinin mümkün olduğu durumların her birinde sehiv secdesi yapmak gerekir. Namaz içinde kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkün olmayan durumlarda, namazın farzlarından birinin terkedilmesi sebebiyle oluşan eksiklik sehiv secdesiyle giderilemez. Namaz fâsid olur ve yeniden kılınması gerekir (Terkedilmiş farzın namaz içinde kazâ edilebileceği durumlar aşağıda gösterilmiştir).

Namazın sünnetlerinden birinin veya birkaçının terkedilmesi durumunda bir şey yapılmaz. Sünnetler, namazın rükünlerinden olmadığı için terkedilmesi durumunda namazda bir eksiklik olmaz ve sehiv secdesi yapmak gerekmez.

Namazın vâciplerinden birinin terkedilmesi ise sehiv secdesini gerektirir. Sehiv secdesini gerektiren durumlar sayılırken, farzın tehir edilmesi, vâcibin terk ve tehir edilmesi diye sayılan üç ayrı durum esasında bir tek duruma râcidir. Şöyle ki, namazın farzlarından ve vâciplerinden her birini yerli yerinde, zamanında, hakkını vererek ve tertibini bozmadan yapmak vâciptir. Buna göre, namazın farzlarından veya vâciplerinden biri tehir edildiği zaman namazın vâciplerinden biri terkedilmiş olacağından, sehiv secdesi yapmanın bir tek sebebi vardır, o da bir vâcibin terkedilmesidir. Bu bakımdan namazın farzlarından birini tehir etme yani yapılması gereken yerden geriye bırakma durumu da bir vâcibin terkedilmesi anlamına gelmekte ve bu durumda farzın tehiri ve vâcibin terki yüzünden sehiv secdesi yapmak gerekmektedir. Yine namazın fiillerinden birini yeri değilken fazladan yapmak da vâcibin terki sayılır.

Namazın önemini ve anlamını bilen ve bunu inanarak yerine getiren bir kimsenin namazın vâciplerinden birini kasten terketmesi düşünülemez. Bununla birlikte, fakihler, her türlü ihtimali göz önüne alarak vâcibin kasten terkedilmesinin hükmünü de belirlemişlerdir. Buna göre, vâcibin kasten yani bilerek terkedilmesi ile sehven (yanılarak) terkedilmesinin hükmü birbirinden farklıdır. Bir vâcip sehven terkolunmuşsa, sehiv secdesi gerekir. Vâcibin kasten terkolunması ise isâet yani yakışıksız ve kötü bir davranış olmakla birlikte, sehiv secdesi yapmayı gerektirmez. Fakat bu şekilde kılınan namaz eksik olur. Âlimlerin birçoğu, yaptığı işten pişman olduğunun ve hatasını anladığının bir göstergesi olarak bu namazı iade etmenin uygun olacağını söylemişlerdir. Bu şuurda olmayan ve namazı aslî amacıyla bütünleştiremeyen kimse, vâcibi kasten terk veya tehir etmişse, böyle birine de iadeyi teklif etmek mânasız bulunmuştur. Sehiv secdesini gerektiren bir şeyi kasten işlemek durumunda, kural olarak sehiv secdesi gerekmemekle birlikte bu kural için iki istisna getirilmiştir: Birisi Fâtiha sûresinin, diğeri birinci oturuşun kasten terkedilmesi durumudur. Yani Fâtiha'yı veya birinci oturuşu gerek sehven gerek kasten terketme durumunda sehiv secdesi vâciptir.


c) Terkedilmiş Bir Farzın Namaz İçinde Kazâ Yoluyla Telâfi Edilebileceği Durumlar


Bir kimse iftitah tekbiri alarak namaza durup kıyamı da yerine getirdikten sonra kıraat etmeden rükûa varır da kıraati unuttuğunu rükûda hatırlarsa, unutulan bu kıraatin kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkündür. Bu kişi rükû halinde iken Kur'an'dan bir âyet okursa, bu suretle terkettiği farzı (ki bu kıraattir) telâfi etmiş olur. Fakat kişi kıraat etmediğini rükûda iken değil de secdede iken hatırlayacak olursa artık unutulan kıraatin namaz içinde kazâ yoluyla tedarik edilmesi mümkün olmaz, namaz fâsid olur ve yeniden kılınması gerekir.

Bir kişi iftitah tekbiri alıp kıyam ve kıraatten sonra rükû etmeden doğrudan secdeye inecek ve birinci secdede rükû yapmadığını hatırlayacak olsa, bunun da kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkündür. Bu kişi hemen ayağa kalkar ve rükûunu yapar. Bu yaptığı rükû, az önce yaptığı secdeyi iptal ettiği için, bu rükûdan sonra yeniden iki secde yapar ve namaza devam eder. Rükû yapmadığını ikinci secdede hatırlayacak olursa, artık bunun telâfisi mümkün değildir. Namaz fâsid olur ve yeniden kılması gerekir.

Bir kimse dört rek`atlı farz namazda son oturuşu (ka`de-i ahîre) unutarak beşinci rek`ata kalkar da beşinci rek`atı kılmakta iken son oturuşu yapmadığını hatırlarsa, bunu henüz secdeye varmadan hatırlaması halinde bunun telâfisi mümkündür. Hemen oturur, Tahiyyât okur ve selâm verir, farz olan oturuşu geciktirdiği için de sehiv secdesi yapar. Fakat beşinci rek`atın secdesini yaptıktan sonra hatırlayacak olursa o vakit ka`de-i ahîrenin telâfisi mümkün değildir. Namazının farzlığı bâtıl olur ve farz diye kıldığı beş rek`at namaz nâfileye dönüşür. Bir rek`at daha kılarak bu nâfileyi altıya tamamlar. Farzı tekrar kılar.

Dört rek`atlık farz namazda, eğer ka`de-i ahîre yapıldıktan sonra yanlışlıkla beşinci rek`ata kalkılacak olursa, bu fazla rek`at secde ile tamamlanmış olsa dahi namazın farzlığını iptal etmez. Fazladan kılınan rek`atı tam bir nâfile haline getirmek için ona bir rek`at daha ilâve edilir. Selâm tehir edildiği için de namazın sonunda sehiv secdesi yapılır.

Kazâ yoluyla telâfinin mümkün olduğu bu örneklerin her birinde sehiv secdesi yapmak gerekir. Öte yandan, bu örnekler kişinin rükû veya secde veya ka`de-i ahîreyi terketmesi durumlarına ilişkindir. Kişi iftitah tekbirini terketmişse bunun kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkün olmaz; namaz bâtıl olur.


d) Sehiv Secdesi Yapılması Gereken Durumlar


Rüknün tekrarı. Namazın rükünlerinden birini tekrar etmek veya bir rüknü tehir etmek, meselâ bir rek`atta iki defa rükû veya üç defa secde yapmak durumunda, namaz kılan kişi ister imam ister münferit olsun, sehiv secdesi gerekir. Birinci ve ikinci rek`atlarda Fâtiha'nın arka arkaya tekrar okunması, rükûda veya secdede veya teşehhüt yerinde kıraat edilmesi yani Kur'an okunması da böyledir. Namazın bir rek`atında farz olan kıraat sehven terkedilip rükûa gidilse ve rükûda hatırlansa, kıyama dönülüp tekrar kıraat yapılır ve tekrar rükûa gidilir. Ancak bu durumda bir rek`atta iki rükû yapıldığı için sehiv secdesi gerekir.

Takdim ve tehir. Namazın rükünlerinden birinin takdim veya tehir edilmesi sehiv secdesini gerektirir. Meselâ kıraatten önce rükû etmek veya oturacağı yerde kıyam etmek veya kıyam edeceği yerde oturmak veya rükû yerinde secde etmek veya secde edecek yerde rükû etmek, kısaca bir fiili başka bir fiilin yerinde yapmak durumunda, namaz kılan kişi ister imam ister münferit olsun, sehiv secdesi gerekir. Unutulan secdenin sonradan hatırlanarak yapılması halinde de bu tehiri telâfi için sehiv secdesi yapılır.

Ara verme. Bu genelde namaz içinde uzunca bir süre tereddüt ve düşünme şeklinde olur. Uzunca bir müddet düşünme veya düşünmenin uzaması, ortalama olarak bir rükün eda edilecek kadar sürenin, bir rükün veya bir vâcibi eda etmeksizin, bir şey yapmaksızın geçirilmesi demektir. Bu uzunca düşünme, namaz kılan kişiyi bir rüknü veya bir vâcibi yerinde edadan alıkoyduğu için sehiv secdesi gerekir. Bir rüknün eda edildiği sıradaki düşünme ise sehiv secdesini gerektirmez.

Namaz kılan kişi kıyamda iftitah tekbirini aldığında şüphe etse, "uzunca bir müddet" düşündükten sonra, iftitah tekbirini almış olduğunu hatırlasa veya "Tekbir almadım" diye yeniden tekbir aldıktan sonra başlangıçta tekbir almış olduğunu hatırlasa sehiv secdesi gerekir.

Fâtiha'dan sonra ne okuyacağını düşünürken, namazın bir rüknünü eda edecek miktarda sükût etmiş olsa, sehiv secdesi yapar.

Üç rek`at mı dört rek`at mı kılındığında tereddüt edilerek düşünülse veya Fâtiha okunduktan sonra hangi sûrenin okunulacağı düşünülse, yine sehiv secdesi gerekir. Çünkü bu durumlarda düşünmenin uzaması sebebiyle vâcip tehir edilmiş olmaktadır.

Kıraat eksikliği veya fazlalığı. Bir kimse Fâtiha sûresini hiç okumasa veya büyük bir kısmını okumasa, ya da Fâtiha'dan sonra sûre koşmasa sehiv secdesi gerekir.

Fâtiha'yı okuyup, arkasından başka bir sûre okumadan Fâtiha'yı ikinci kez okuyacak olsa, sehiv secdesi yapmalıdır. Fakat Fâtiha'yı sûreden sonra ikinci kez okusa, sahih görüşe göre sehiv secdesi gerekmez. Fâtiha'yı son iki rek`atta iki kere okuması durumunda da ittifakla sehiv secdesi gerekmez.

Bir kimse, dört rek`at farzın ilk iki rek`atında bir şey okumasa, sonra bunu hatırlasa, son iki rek`atta hem Fâtiha okur, hem sûre koşar ve selâmdan sonra sehiv secdesi yapar.

Bir kimse birinci veya ikinci rek`atta Fâtiha'nın devamında sûre okumasa, rükûda iken veya rükûdan başını kaldırdıktan sonra secdeden önce bunu hatırlarsa, kıyama avdet eder, yani ayağa kalkar ve sûreyi okur, sonra tekrar rükû eder. Namazın sonunda da sehiv secdesi yapar. Kıyama dönüp kıraat ettikten sonra rükûu yeniden yapmazsa namazı bozulur. Çünkü sûre okumakla, önce yaptığı rükû iptal edilmiş olur.

Dört veya üç rek`atlı farzların ilk iki rek`atında Fâtiha'dan sonra birer sûre okunmamışsa, bu sûre üçüncü ve dördüncü rek`atlarda Fâtiha'dan sonra eklenir. Eğer bu namaz cemaatle kılınan bir akşam veya yatsı namazı ise, üçüncü ve dördüncü rek`atlarda hem Fâtiha ve hem de eklenecek sûre açıktan okunur. Fâtiha'nın değil de sadece sûrenin açıktan okunacağını söyleyen de vardır. Ebû Yûsuf'a göre ikisi de gizli okunur. Çünkü son rek`atlarda gizli okumak sünnettir. Ebû Yûsuf'tan diğer rivayete göre ise, yeri geçtiği için artık bu sûre hiç okunmaz. Hangi görüş alınırsa alınsın hepsine göre de sehiv secdesi yapmak gerekir.

Namazda Fâtiha'dan önce sehven başka bir sûre okunsa, Fâtiha okunup ardından sûre yeniden okunur, namazın sonunda sehiv secdesi yapılır. Bu tertip noksanı rükû halinde bile hatırlansa, doğrulup sırasınca yeniden okunmalıdır. Bu şekildeki bir yanılma pek nâdir vuku bulduğu için, az veya çok olmasına bakılmaz, Fâtiha'dan önce bir tek harf bile okunsa, yeni baştan okuyup sehiv secdesi yapılır.

Bir kimse Fâtiha okuyup okumadığında tereddüt etse, henüz başka bir sûre okumamışsa Fâtiha'yı okur. Fakat başka bir sûre okumuşsa artık Fâtiha'yı okumaz. Çünkü sûrenin Fâtiha'dan önce okunmuş olma ihtimali daha ağır basar. Bununla birlikte kendisinin bu hususta ağır basan bir kanaati varsa, o kanaatine göre davranmalıdır.

Bir kimse vitirde Kunut duasını okumadığını rükûdan sonra anlasa, secdeden önce veya sonra olması farketmez, dönüp Kunut duası okumaz; namazın sonunda sehiv secdesi yapar. Kunut okumadığını rükû esnasında hatırlasa sahih olan rivayete göre dönüp Kunut okuması gerekmez. İster dönüp Kunut okusun, isterse dönmeyip namazına devam etsin, sehiv secdesi gerekir.

Kunut tekbirinin terkinden dolayı sehiv secdesi gerekip gerekmediği konusunda imamlardan rivayet olmadığı için kimi âlimler Kunut tekbirinin terkedilmesi durumunda sehiv secdesi gerekmediğini, kimileri de bayram namazına kıyasla sehiv secdesi gerekeceğini söylemişlerdir.

Vitir kılan kimse, üçüncü rek`atta Fâtiha ve sûre okumadan Kunut okuyup rükûa varsa ve Fâtiha ile sûre okumadığını bu esnada hatırlasa kıyama dönerek Fâtiha ve sûre okur.

Kıyamda iken Fâtiha'dan sonra ve sûreden önce teşehhüt okusa, vâcip olan zamm-ı sûreyi geciktirdiği için sehiv secdesi yapması gerekir.

Dört rek`at farzın son iki rek`atında Fâtiha'dan sonra sûre okusa, tercih edilen görüşe göre, sehiv secdesi gerekmez.

Farz namazların üçüncü ve dördüncü rek`atlarında kasten Fâtiha veya başka bir sûre okumaksızın sükût edilmesi, kötü bir davranış (isâet) olmakla birlikte sehiv secdesini gerektirmez. Fakat farzın üçüncü ve dördüncü rek`atında sehven sükût edilmişse, Ebû Hanîfe'ye göre sehiv secdesi gerekir.

Münferit olarak namaz kılan kişinin açıktan veya gizliden okumasından dolayı, zâhir rivayete göre sehiv secdesi gerekmez. Şu var ki gizli okunması gereken bir yerde meselâ öğle namazında kasten açıktan okursa isâet etmiş olur. Münferidin gündüz kılınan nâfile namazlarda açıktan okuması da mekruhtur.

Secde ve rükûda hata. Rükû ve secdeyi düzgün, yani ta`dîl-i erkâna uygun olarak yapmayan kişi, sehiv secdesi yapılmalıdır. Rükûun ta`dil edilmesi yani düzgün yapılmasının ölçüsü, rükûda uzuvları sakin oluncaya değin durup geri doğrulup kalktığı vakitte uzuvları sakin oluncaya değin durmaktır. Secdenin ta`dil edilmesinin ölçüsü ise, secdede uzuvları sakin oluncaya değin durup geri başını kaldırdığı vakit uzuvları sakin olunca oturup sonra ikinci secdeye varmaktır. Ta`dil terkolunmakla sehiv secdesinin vâcip olacağı görüşü Kerhî'ye aittir. Cürcânî'ye göre ise sehiv secdesi lâzım olmaz. Ebû Yûsuf ve Şâfiî'ye göre ta`dil-i erkânın farz olduğu, dolayısıyla terkedilmesi durumunda namazın fâsid olacağı da dikkate alınarak ta`dîl-i erkân konusunda titiz davranmalı, her bir rüknü düzgün yapmaya ihtimam göstermelidir.

Bir kimse birinci veya ikinci rek`atta bir secdeyi yapmadığını namazı tamamladığı sırada hatırlasa namazı fâsid olmaz, terkettiği secdeyi yapar, tertibi terkettiği için sehiv secdesi yapar.

Ka`dede hata. Bir kimse ka`de-i ahîreyi unutup başka bir rek`atı kılmaya kalkarsa, secde etmediği müddetçe oturup sonra sehiv secdesi yapacağını, eğer secdeden sonra hatırlarsa, o kişinin farz diye kıldığı namazın nâfileye dönüşeceğini daha önce görmüştük.

Kişi farz namazda birinci oturuşu unutup kıyama yönelse de sonra hatırlasa, eğer oturmaya yakın ise oturur. Bu durumda kimileri sehiv secdesi gerekir demişlerse de, sahih görüşe göre bu durumda sehiv secdesi yapılmaz. Eğer kıyama yakın ise, oturmayıp namazına devam eder ve vâcip olan birinci oturuşu terkettiği için namazın sonunda sehiv secdesi yapar. Eğer kişi tam ayağa kalktıktan sonra birinci oturuşu yapmadığını hatırlayıp geri oturacak olursa namazı fâsid olur. Çünkü bu takdirde farz olan kıyam bozulmuş, namazın tertibi tamamen değiştirilmiş olur. Bu söylenenler, farz namaza göredir. Nâfile namazda ise, her hâlükârda oturmak gerekir. Meselâ herhangi bir sünnet namazda, ikinci rek`atın sonunda oturulup Tahiyyât okunmadığı üçüncü rek`atta hatırlanacak olursa, üçüncü rek`atın secdesine varılmadığı sürece hemen oturulur. Namazın sonunda sehiv secdesi yapılır.

Bir kimse dört rek`at nâfileyi birinci oturuşu terkederek kılsa, namazı fâsid olmaz. Sehiv secdesi vâcip olur.

Tahiyyât'ı terk. Birinci veya ikinci oturuşta Tahiyyât okumak terkedilse sehiv secdesi lâzım olur. Çünkü vâcibin terki söz konusudur.

Birinci oturuşta teşehhütten sonra "Allahümme salli alâ Muhammed" dense sehiv secdesi lâzım olur. Kimilerine göre de "ve alâ âl-i Muhammed" denmedikçe sehiv secdesi gerekmez. Ebû Hanîfe'ye göre ilk oturuşta teşehhüt üzerine bir harf dahi eklenecek olursa sehiv secdesi lâzım olur. Kimileri de, birinci oturuşta teşehhüt üzerine ziyade, bir rükün eda edecek miktar olmadıkça sehiv secdesi gerekmez, sahih olan da budur demişlerdir.

Namazda Tahiyyât, salavat ve zikirlerin açıktan okunması sehiv secdesini gerektirmez.

Birinci oturuşta imam teşehhüdü tezce bitirip üçüncü rek`ata kalkarsa, muktedî teşehhüdü tamamlamadan imama uymak için teşehhüdün bir kısmını terketmemeli; teşehhüdü okuyuncaya değin imama uymayı geciktirmelidir.

Birinci oturuşta teşehhüd tekrar okunsa, sehiv secdesi gerekir; son oturuşta teşehhüd ikinci kez okunsa sehiv secdesi gerekmez; üç dört defa okunacak olsa o vakit sehv ile uzunca bir süre beklenmiş olur ve sehiv secdesi vâcip hale gelir.

Öğle namazının ilk oturuşunda namazı tamamladım zannıyla selâm verdikten sonra henüz iki rek`at kılmış olduğunu, geriye iki rek`at kaldığını anlayan kişi, kalkıp namazını tamamlar, sonra sehiv secdesi yapar.

Namazdan çıktım zannıyla bir kimse selâm vermeyi unutarak ka`deyi uzatsa, sonra namazdan henüz çıkmamış olduğunu anlasa hemen selâm verir ve sehiv secdesi yapar.

Sehiv secdesi yaparken, sehiv secdesi gerektirecek bir iş yapılsa teselsüle düşme ihtimaline binaen, artık ikinci bir sehiv secdesine gerek olmaz. Bu bakımdan bir kimse kaç kez yanılırsa yanılsın, kendisine vâcip olan sadece bir kez sehiv secdesi yapmaktır.

İmama sonradan yetişen kimse unutarak imamla birlikte selâm verecek olsa sehiv secdesi gerekmez.

Sehiv secdesi yapması gereken kişi, bunu unutarak selâm verse, araya dünya kelâmı da girmeden sehiv secdesi yapması gerektiğini hatırlasa, mescidden çıkmadıkça ve söz söylemedikçe (biriyle konuşmadıkça) sehiv secdesi yapabilir.

Bir kimse öğle namazını "Üç rek`at mı yoksa dört rek`at mı kıldım?" diye kuşkulanırsa; eğer bu kuşku ilk kuşkusu ise namazı baştan kılar, bu kuşku ilk değilse biraz düşünür, kanaatine göre davranır. Namazı yeniden kılması gerekmez.

Meselâ, sabah namazını kılarken "Bir rek`at mı yoksa iki rek`at mı kıldım?" diye şüphe etse, biraz düşününce iki rek`at kıldığına kanaat getirirse oturur, selâm verir ve sehiv secdesi yapar. Bir rek`at kıldığına kanaat getirirse, bir rek`at daha kılar oturur selâm verir ve sehiv secdesi yapar. Bir mi iki mi kıldığına kanaat getiremeyip kararsız kalsa, az olan ihtimali esas alır, bir rek`at daha ilâve eder ve namazın sonunda sehiv secdesi yapar.

Dört rek`atlı bir namaza başlayan kimse, kıldığı rek`atın birinci rek`at mı, ikinci rek`at mı olduğunda kuşkuya düşüp, bir tarafı tercih edemezse, kendisini bir rek`at kılmış sayar ve birinci sayılan rek`atın ikinci ve üçüncü sayılan rek`atın da dördüncü rek`at olma ihtimali bulunduğu için, her bir rek`atın sonunda ihtiyaten teşehhüt miktarı oturur. Bu suretle dört oturuş yapmış olur.

Bir kimse kıldığı rek`atın ikinci mi yoksa üçüncü mü olduğu hususunda kuşkuya düşse, sahih görüşe göre, bu rek`atın sonunda oturmaz. Bir tarafı tercih edemediği takdirde bunu ikinci rek`at sayar, geri kalan rek`atları tamamlar. Akşam namazı ile vitir namazının durumu farklıdır. Bu kuşku bunlardan birinde ortaya çıkarsa, oturmak gerekir. Çünkü kuşku edilen rek`atın üçüncü rek`at olma ihtimali bulunmaktadır. Kuşku edilen rek`atın ikinci rek`at olma ihtimaline binaen de teşehhütten sonra bir rek`at daha ilâve edilir. Bunların sonunda sehiv secdesi yapılır.

Dört rek`atlı namazlarda, kılınmakta olan rek`atın dördüncü mü beşinci mi olduğunda ve sabah namazında, kılınan rek`atın ikinci mi üçüncü mü olduğunda ve üç rek`atlı namazlarda, kılınan rek`atın üçüncü mü dördüncü mü olduğunda kuşku edilse, sonunda oturulur. Teşehhütten sonra kalkılır, bir rek`at daha kılınır. Çünkü bu rek`atların fazla olma (yani beşinci, üçüncü, dördüncü olma) ihtimali vardır. İlâve edilen bir rek`at ile fazla olan kısım nâfile olmuş olur. Sonunda sehiv secdesi yapılır. Bu hüküm, kuşkunun kılınmakta olan rek`atın secdesinden önce olmasına göredir. Eğer bu kuşku, ilk secde yapıldıktan sonra doğmuşsa namaz ittifakla bâtıl olur. Çünkü kuşku duyulan rek`atın ziyade olup farz olan son oturuşunun terkedilmiş olması muhtemeldir. İlk secde halinde ise İmam Muhammed'e göre namaz bâtıl olmaz.

Namazı tamamladıktan sonra vâki olan kuşkuya itibar edilmez. Müminin hali lehine yorumlanıp tamam kılmış olduğuna hükmedilir. Fakat zann-ı galibi, namazı eksik kıldığı yönünde ise bu takdirde iade eder. İmam Muhammed'e göre, teşehhüt okunduktan sonra vâki olan kuşkuya itibar edilmez.

Bir kimse "Öğle namazını kıldım mı kılmadım mı?" diye kuşku duysa, vakit içinde ise bu namazı kılmak lâzımdır, vakit çıktı ise bir şey gerekmez.

Rükû veya secde yapıp yapmadığında kuşku duyarsa, namaz içinde ise, kuşku duyduğu şeyi (rükû veya secde) tekrar eder, namazdan ayrıldıktan sonra ise bu kuşkuya itibar edilmez.

Mesbûk, yani cemaatle namaza sonradan katılan kimse imam ile birlikte sehiv secdelerini yapar, isterse bu sehiv secdesini gerektiren iş, kendisinin uymasından önce gerçekleşmiş bulunsun.

Mesbûk, henüz imam selâm vermeden ayağa kalkıp kıraatte hatta rükûda bulunduktan sonra imam selâm verip sehiv secdesi yaparsa, mesbûk bu secdelere iştirak eder. Bu ana kadar yapmış olduğu kıraat ve rükûu aradan kalkar, hiç yapılmamış gibi olur. İmamın selâm vermesinden sonra kalkar, eksik kalan rek`atlarını tamamlar. Bununla birlikte mesbûk, imamın selâmını beklemeden ayağa kalktığında, imam sehiv secdesi yaparsa, mesbûk ona uymadığı takdirde namazı fâsid olmaz. Namazını tamamlayınca bu sehiv secdesini kendisi yapar. Ayrıca eğer mesbûk secdeye vardıktan sonra imam sehiv secdesi yapacak olsa, mesbûk artık ona uyamaz, namazına devam eder ve namazın sonunda sehiv secdesini kendisi yapar.

Mesbûkun, imamdan sonra kendi başına kılacağı rek`atlardan birinde sehiv etmesi durumunda sehiv secdesi yapması gerekir. Daha önce imamla birlikte sehiv secdesi yapmış olması bunu değiştirmez.

Mesbûk imam ile birlikte sehven selâm verse bundan dolayı sehiv secdesi yapması gerekmez. Fakat imamın selâmından sonra selâm verecek olsa, sehiv secdesi gerekir. Çünkü birinci durumda muktedî, ikinci durumda ise münferittir. Muktedîye kendi sehvinden dolayı sehiv secdesi gerekmez.

Sehiv secdesi yapmakta olan veya sehiv secdesinin teşehhüdünde bulunan imama uymak câizdir. Bu durumda imama uyan kişi cemaate yetişmiş sayılır. Aynı şekilde sehiv secdesinde namaz hali devam ediyor olduğu için meselâ kısalttığı bir namazda üzerine sehiv secdesi gereken yolcu, sehiv secdesini yaptıktan sonra ikamete niyet eylese, kıldığı namazı dörde tamamlar.

İmamla cemaat arasında ihtilâf olursa ve meselâ cemaat üç kıldın dese, imam da dört kıldığını söylese; eğer imamın dört kıldığına yakýni varsa, yani dört kıldığından eminse, cemaatin sözüne itibar edilmez. Eğer imam dört kıldığından emin değilse, söz cemaatindir. İhtilâf cemaat arasında olursa, bazısı dört kıldı, bazısı üç kıldı derse, imam hangi tarafta ise söz imamındır, imamla birlikte bir kişi dahi olsa. Ama imam eğer namazı iade etse, cemaat de iktidâ etse, yani imamla birlikte namaza başlasalar, iktidâları sahih olur. Zira eğer imamın sözü gerçek ise, sonra kıldıkları namaz nâfile olur ve cemaat imama nâfilede uymuş olur. Eğer imamın sözü yanlış ise kıldığı namaz, vakit namazı olur, farz olur.


İmamlara Özel Durumlar


Farz ve nâfile namazlar ile bayram ve cuma namazında sehiv secdesinin hükmü kural olarak aynı olmakla birlikte Hanefîler bayram ve cuma namazlarında kalabalık cemaatin kargaşaya düşmesini önlemek için, bu namazlarda sehiv secdesi yapılacak durumları en aza indirmeye çalışmış, çoğu durumda sehiv secdesinin terkedilmesini daha uygun (evlâ) görmüşlerdir.

İmam bayram namazının tekbirlerinden bir veya ikisini terketse, sehiv secdesi gerekir. Ebû Hanîfe'den bir rivayete göre, bayram namazlarının bütün tekbirlerinin terkedilmesi durumunda da sehiv secdesi yapılır.

İmam olan kimse namazda gizli okunacak yerde açıktan (cehr) veya açıktan okunacak yerde gizlice okusa zâhir rivayete göre bunun az veya çok olmasına bakılmaksızın sehiv secdesi gerekir. Bazı âlimler bunu bir ölçüye bağlamaya çalışmışlardır. Buna göre, Fâtiha'nın tamamını veya büyük bir kısmını yahut sûreden üç kısa âyet veya bir uzun âyeti, kısaca namaz sahih olacak miktardaki âyeti, gizli okunacak yerde açıktan veya açık okunacak yerde gizliden okumak durumunda sehiv secdesi gerekir. Gizli okunacak yerde Fâtiha'nın çoğu sehven açıktan okunsa, geri kalan kısmı gizli okunmalıdır. Açıktan okunması gereken bir namazda Fâtiha kısmen gizliden okunup, açıktan okunması gerektiği hatırlanırsa Fâtiha yeni baştan açıktan okunur.

İmam meselâ sabah namazında Fâtiha'yı gizliden okuyup sonra bu durumu farketse, Fâtiha'yı yeniden okumasına gerek yoktur. Ekleyeceği sûreyi açıktan okur.

İmam teravih namazında gizli okusa, sehiv secdesi gerekir.

Bir kimse, açıktan okunan namazın ilk iki rek`atında kıraat etmese, son iki rek`atta açıktan okur ve sehiv secdesi yapar.

Bir kimse gece namazını kazâya bıraksa, gündüz imam olarak kazâ ederken sehven gizliden okusa, sehiv secdesi gerekir. Gündüz namazını kazâya bırakıp geceleyin imam olarak kazâ etse ve sehven açıktan okusa yine sehiv secdesi gerekir. Bir kimse geceleyin nâfile namaz kıldırmak üzere bir topluluğa imam olsa ve sehven gizliden okusa, yahut gündüz nâfile namaz kıldırmak üzere imam olup sehven açıktan okusa (cehr) sehiv secdesi gerekir. Bunu kasten yaparsa isâet etmiş olur.


B) TİLÂVET SECDESİ


Tilâvet secdesi, Kur'ân-ı Kerîm'de on dört yerde geçen secde âyetlerinden birini okumak veya işitmek durumunda yapılan secdeye denir. Peygamberimiz'in, içinde secde âyeti bulunan bir sûre okuduğunda secde ettiği, sahâbenin de onunla birlikte secde ettiği ve bazılarının alınlarını koyacak yer bulamadıkları rivayeti yanında bu konuya ilişkin olarak Peygamberimiz'in şöyle buyurduğu rivayet olunmaktadır:

"Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde edince, şeytan ağlar ve 'Vay benim halime! Âdemoğlu secde etmekle emrolundu ve hemen secde etti; cennet onundur. Ben ise secde etmekle emrolundum, ama secde etmekten kaçındım, bundan dolayı cehennem benimdir' diyerek oradan kaçar" (Müslim, "Îmân", 35).

Secde âyetlerinin bir kısmında genel olarak müşriklerin yüce yaratıcının karşısında boyun bükmekten ve secde etmekten kaçındıkları anlatılmakta, bir kısmında ise müminler/muhataplar doğrudan secde etmekle emrolunmaktadır. Secde âyetlerinin bu muhtevası göz önünde bulundurulursa, bu âyetleri okuyan veya işiten kimsenin secde yapması, hem emre itaat etmek hem de secde etmekten kaçınanlara tepki göstermek ve muhalefet etmek anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, tilâvet secdesiyle yükümlü olabilmek için her şeyden önce, dinlenen âyetin secde âyeti olduğunun bilinmesi gerekir. Dinlediği âyetler arasında secde âyeti bulunduğunu bilmeyen kişinin secde etmesi gerekmez. Meselâ teyp, radyo ve televizyonda okunan Kur'an'ı dinlerken secde âyeti geçse ve dinleyen kişi bunun secde âyeti olduğunu bilmiyorsa onun secde etmesini beklemek doğru olmaz. Fakat okunan Kur'an'ın meâli veriliyorsa ve dinleyen kişi üslûptan veya lafızdan secde etmenin uygun olacağını çıkarıyorsa secde etmesi gerekir. Çünkü, ya bütün mahlûkatın Allah'ı tesbih ve tâzim ettiği, iyi kullarının Allah'a secde ettikleri anlatılıyordur, ya da müşriklerin secde etmekten kaçındıkları söz konusu edilmiştir. Her iki halde de dinleyen kişinin, içinden müminlerin secde edişini tasvip, inanmayanların itaatsizliğini ise tekzip etmesi, bu duygusunun bir gösterimi ve dışa vurumu olarak da secde etmesi gerekir. Âlimlerin, secde âyetini telaffuz etmeksizin sadece gözüyle süzen kişinin secde etmesinin gerekmeyeceğini söylemeleri, gözüyle süzmenin okuma sayılıp sayılmayacağı tartışması yanında, secde âyetinin açıktan okunup ardından secde edilmesinin meydana getireceği izlenim ile de ilgilidir.

Secde âyetini okuyan veya işiten her mükellefin secde etmesi gerekir. Tilâvet secdesi, ibadet içeriğinin ötesinde bir inanç anlamı ve bağlantısı içerdiği için, abdestsiz olan kişilerin, hatta hayızlı kadınların hemen secdeye kapanmalarının mümkün hatta gerekli olduğunu söyleyenler olmuşsa da, âlimlerin çoğunluğu tilâvet secdesi için abdest şartında ısrar etmişlerdir. Tilâvet secdesi yapmak, Hanefîler'e göre vâcip, diğer üç mezhebe göre ise sünnettir.

Tilâvet secdesi şöyle yapılır: Başta, tilâvet secdesi yapacak kişinin abdestli, üstünün başının temiz ve avret yerlerinin de örtülü olması şarttır. Tilâvet secdesi yapmak niyetiyle abdestli olarak kıbleye dönülür ve eller kaldırılmaksızın "Allâhüekber" diyerek secdeye varılır. Üç kere "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" denildikten sonra yine Allâhüekber diyerek kalkılır. Bu secdede aslolan, yüzün yere konulması, yani secde edilmesidir. Secdeye giderken ve kalkarken "Allâhüekber" ve secde esnasında "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" denilmesi sünnettir. Aynı şekilde secdenin oturduğu yerden değil de, ayaktan yere inilerek yapılması, secde yapıp oturmak yerine ayağa kalkılması ve secdeden kalkarken "gufrâneke rabbenâ ve ileyke'l-masîr" denilmesi müstehaptır.

Tilâvet secdesini hemen yerine getirmek mecburiyeti olmamakla birlikte, bu secdenin anlamına ve amacına uygun olan davranış, mümkünse secdenin hemen o anda yapılmasıdır. Meselâ, arabada giderken tilâvet secdesi yapması gereken kimse bunu ima ile yapabilir.

Bir toplulukta Kur'an okunurken secde âyeti okunmuşsa, Kur'an okuyan kişinin kendisi öne geçerek tilâvet secdesini topluca yaptırması güzel olur. Bu secde yapılırken kadınlarla aynı hizada durulmuş olması problem teşkil etmez. Fakat herkes istediği gibi, bulunduğu yerde tek tek de secde yapabilir.

Secde âyetinin namazda okunması durumunda tilâvet secdesinin nasıl yapılacağı hususunda öteden beri birçok görüş öne sürülmüş ve birtakım öneriler getirilmiştir. Genel olarak söylemek gerekirse, secde âyeti Alak sûresinde (96/19) olduğu gibi rek`atın sonuna tesadüf ediyorsa, tilâvet secdesi namaz secdeleriyle yerine getirilmiş olur; namazdan sonra ayrıca tilâvet secdesi yapılmaz. Hatta Hanefî mezhebinde, niyet etmesi durumunda, yapacağı rükûun da tilâvet secdesi yerine geçeceği kabul edilmiştir. Secde âyetini okuduktan sonra okumaya daha devam edecekse tilâvet secdesine varıp kalkması gerekir. Âlimlerin bu görüşlerine rağmen, elimizde Hz. Peygamber'in namazda tilâvet secdesi yaptığına ilişkin sağlıklı bilgi bulunmadığı gibi, namazdaki kişiden ayrıca bir de tilâvet secdesi yapmasını istemek yukarıda ortaya konulan anlam ve amaç çerçevesi içerisinde tutarlı ve gerekli değildir. Çünkü namaza durmuş olan kimse, lisân-ı hâl ile, zaten yaratıcısına karşı bir muhalefet içerisinde olmadığını, aksine bir boyun büküş ve tevazu içerisinde olduğunu göstermekte ve ayrıca namaz gereği rükû ve secde yapmaktadır. Bu bakımdan, namaz esnasında yapacağı secdelerin aynı zamanda tilâvet secdesi görevi de göreceğini söylemek daha mâkul ve namaz disiplini bakımından daha uygun gözükmektedir.

Secde âyetlerinin hangileri olduğunu görmek için şu âyetlere bakılması ve bu âyetlerin meâllerinin okunması uygun olur: el-A`raf 7/206; er-Ra`d 13/15; en-Nahl 16/49; el-İsrâ 17/107; el-Meryem 19/58; el-Hac 22/18; el-Furkan 25/60; en-Neml 27/25; es-Secde 32/15; Fussılet 41/37; Sâd 38/24; en-Necm 53/62; el-İnşikak 84/21; el-Alak 96/19.


C) ŞÜKÜR SECDESİ


Şükür secdesi bir nimetin kazanılmasından veya bir felâket ve musibetin atlatılmasından dolayı kıbleye dönerek tekbir alıp secdeye varmak, secdede iken Allah'a hamd ve şükür ettikten sonra yine tekbir alarak ayağa kalkmaktır.

Hz. Peygamber'in ve ashabın ileri gelenlerinden birçoğunun çeşitli sebeplerle şükür secdesi yaptıklarına dair rivayetler bulunduğu için şükür secdesi bu gibi durumlarda müstehap kabul edilmiştir. Bu bakımdan bir kimse kendisi için önemli olan bir sonuca ulaştığı ve yine kendisi için tehlikeli olan sonuçtan beri olduğu her durumda şükür secdesine kapanabilir.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Mevlana Müze ve Camii / Konya

 


15 Nisan 2024 Pazartesi

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-19

 



Ali bin Abbas el-Mecusi



(d.932-ö. 994) Mesudi ya da Latince Haly Abbas olarak bilinir. İranlı fizikçi ve tıp alimidir. “Kitab el-Maliki” adlı tıp ve psikoloji üzerine yazdığı eseriyle ve günümüzden yaklaşık 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapmasıyla bilinir.


Hayatı


Ali Bin Abbas 932 yılında doğmuştur. Ali bin Abbas İran’ın Cündişapur eyaletinin güneybatısındaki Ahvaz şehrinde doğdu ve Ebu Mahir Musa bin Seyyar’ın öğrencisi oldu ve ilk çalışmalarını bu şehirde yaptı. Zamanının en saygıdeğer üç tıp aliminden birisiydi. 939’dan 996’e kadar hüküm süren Büveyhoğulları hanedanından Adudüddevle zamanında ünlü bir fizikçi olmaya başlamıştır. Adududevle, zamanında alimleri koruyan onları destekleyen biriydi ve Şiraz’da ve 994 yılında Bağdat’ta Ali bin Abbas’ın çalıştığı iki hastane açmıştı. Ali bin Abbas’ın soyu Mecusiliğe mensuptu, el-Mecusi adı da buradan gelmektedir..


Kitab Kamilü-s Sina


Ali bin Abbas tıp üzerine yazdığı “Kitab Kamilü-s Sina” adlı eseriyle bilinir, bu eser daha sonra 980 yılında tamamlanan “The Complete Art of Medicine” olarak adlandırılmıştır. Ali bin Abbas bu eserini Emir’e ithaf etmiş ve bu eser daha sonra “Kitab el-Maliki” (Royal Book veya Latince Liber Regalis ya da Regalis Dispositio) olarak adlandırılmıştır. Kitap, Razi’nin “el-Havi” adlı eserinden daha özlü ve daha sistematik; İbn-i Sina’nın “El-Kanun fi’t-Tıb” adlı eserinden daha uygulamalı bir biçimde yazılmıştır.

“Kitab el-Maliki” ilk on bölümü teorik, ikinci on bölümü uygulamalı tıp olarak anlatılan 20 bölüme ayrılmıştır.

Konularının birkaçı diyetisyenlik ve tıbbi malzemeler, kılcal damarların temel fikirleri, ilginç tıp rasatları ve doğum boyunca meydana gelen rahim hareketlerinin açıklamasından oluşur. (örneğin; çocuk rahim dışına kendiliğinden çıkmaz, rahim hareketleriyle itilir. Böylelikle Hipokrat’ın Doğum Olayı tezini çürütmüştür.)

Bu kitap Avrupa’da Constantinus Africanus tarafından “Liber pantegni” olarak 1087 yılında Latice’ye çevrildi. “Liber pantegni”nin tamamlanması ve daha iyi tercümesinin yapılması ise 1127 yılında Antakyalı Stephen tarafından yapıldı ve bu kitap daha sonra 1492 ve 1523 yıllarında Venedik’te basıldı.


Tıp etiği ve araştırma metodolojisi 


Çalışma, doktorlar ve hastalar arasındaki sağlıklı ilişki ve tıp etiğinin önemi üzerinde durmaktadır. Ayrıca bu eser günümüzdeki modern tıbbi araştırmalara benzer bilimsel metodolojinin ayrıntılarını açıklamaktadır.


Nöroloji ve psikoloji


Nöroloji ve psikoloji hakkında “Kitab el-Maliki”de bilgi verilmiştir. Ali bin Abbas bu eserinde beynin nöroanatomisi, nörobiyolojisi, nöropsikolojisini tanımlamış ve çeşitli akli bozuklukları, uyku hastalıklarını, amnezi (hafıza kaybı)yi, hipokondriyyı, koma hali, sıcak ve soğuk menenjitleri, aşk hastalıklarını, sarayı ve kısmi felç gibi sağlık sorunlarını tanımlamıştır. O, ilaçla tedavi ya da ilaçlardan daha çok diyet ve doğal beslenmeyle sağlığın korunmasının öneminin üzerinde durmuştur.



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

8 Nisan 2024 Pazartesi

ESMA-İ HUSNA-8

 11-el-AZÎZ


a-Aziz isminin lügat anlamı:


el-Azîz ismi, “el-Izzü” veya “el-izzetü” kökünden sıfat olarak türetilmiş bir kelimedir. Azîz kelimesinin zıddı, zelil kelimesidir. Aziz ismi sözlükte, hiçbir zaman mağlup edilemeyen, eşi ve benzeri olmayan, izzet, şeref ve kuvvet veren anlamlarına gelmektedir. Aziz ismi, Kur‟an‟da 92 kez geçmektedir.


b-Azîz ismiyle beraber kullanılan isimler ve bunlar arasındaki bağlar:


Haşr suresinde Rabbimizin 14 ismi ardı ardına sıralanmıştır. Bu isimlerin sıralanışı rasgele değil, tamamen bir hikmetle yapılmıştır. Her ismin diğer isimle yani siyak ve sibakıyla bir bağlantısı vardır.

Bizler el-Azîz ismine kadar sıralanan er-Rahman, er-Rahim, el-Melik, el-Kuddüs, es-Selam, el-Mümin, el-Müheymin gibi isimleri iyi kavradığımız zaman, izzet ve şerefe kavuşacağız demektir. Eğer bu isimler bizim hayatımızda olmazsa biz Allah‟ı bu isimlerle tanımazsak o zaman izzet ve şerefe kavuşamayız. Zillet içinde yaşamaya devem ederiz.

Allah‟ın er-Rahman olduğunu, er-Rahim olduğunu kabullendiğimiz, Allahın rahmetine sığındığımız zaman şerefli ve izzetli olmaya başlayacağız. Hayatımızda Allah el-Melik olursa Allahtan başka söz sahibi olmazsa izzete kavuşacağız. Allah‟ı el-Kuddüs olarak tanırsak bütün eksikliklerden bütün zaaflardan, bütün gafletlerden O‟nu uzak tutar ve tenzih edersek izzet ve şerefe kavuşacağız. Selametin Allah‟tan geldiğine, Allah‟ın es-Selam olduğuna, esenlik ve mutluluk veren olduğuna inanırsak güvene, izzet ve şerefe kavuşacağız. Rabbimizin el-Mü‟min olduğuna inanırsak zilletten kurtulacağız, izzete kavuşacağız. Rabbimizin heymenesini, otoritesini, hakimiyetini, şahitliğini, koruyuculuğunu, muhafaza ediciliğini ve gözetici olduğunu kabul edersek o zaman izzet ve şerefe kavuşacağız.

Azîz ismi 47 kez Hakim ismiyle beraber geçmektedir. Rabbimiz güçlüdür; ama yeryüzünün azizleri gibi hikmetten uzak değildir. Allah her konuda hüküm sahibidir ve her işini hikmetle yapar. Yanlış ve hatalı işlerle uğraşmaz. Allah Aziz‟dir, güçlüdür, gücünü hikmetle kullanır. Yeryüzünün ceberut zalimleri gibi hikmetsiz bir şekilde gücünü kullanmaz.

Bizler Azîz ismine iman ederken Hakim ismine de iman etmeliyiz. Allah‟ı güçlü ve izzetli kabul ederken hayatımıza hüküm koymaya yetkili olarak da kabul etmeliyiz. Eğer bizler Allah‟ın hayatımıza hakim olmasını kabul edersek o da bizi izzet ve şerefle mükâfatlandıracaktır. Eğer bizler Allah‟ı hakim olarak kabul etmiyorsak Allah‟ın karışmadığı bir hayatı yaşıyorsak o zaman biz ve hayatımız izzetten, şereften yoksun olmaya mahkûmuz demektir.

Tarih boyunca Allah‟ın orduları ve şeytanın orduları arasındaki amansız savaş devam etmiştir. Kimi zaman şeytanın orduları, Allah‟ın ordularına galip gelmiştir. Rabbimiz belli hikmetlerden dolayı bazen şeytanın ordularına ve avanelerine güç ve iktidar vermiştir. Müslümanlar bunun hikmetini kavramak zorundadırlar. Çünkü ne zaman Müslümanlar gaflet içinde olsalar, cihadı terk etseler, kafirler onların üzerine çullanmaya başlamışlardır. Nasıl ki durağan bir su, belli bir süre sonra kokuşmaya başlarsa hem kendisi pis olacak hem de çevresine pislik yayacaksa Müslümanlar da durağanlaşmaya başladığı zaman, zillet içisinde yaşayama başladığı zaman, kâfirler artık Müslümanların üzerine çöreklenmeye başlayacaklardır. Tıpkı duran bir suyun üzerine bir sürü pisliklerin, köpüklerin tabakalandığı gibi…

Ancak asıl olan haktır, köpük sonradandır, batıl sonradan gelmiştir. Hak ehli hareketlenmeye, canlanmaya başladığı, Kur‟anla bir akışın, bir hareketliliğin içerisine girmeye başladığı zaman Allahın orduları galip geleceklerdir. Artık hareketlenen Müslüman, üzerinde pislik tutmayacaktır. Hem kendisi temiz olacaktır hem de çevresine temizlik saçacaktır. O zaman Müslüman kendi içindeki pislikleri de temizleyecektir. Tıpkı akan suyun yatağındaki tortuları, birtakım kökleri, birtakım kayaları parçalayıp attığı gibi, Müslüman da içindeki zilleti, bencilliği, enâniyeti, egoizmi atacak; bağımsız, özgür bir şekilde, çevreye hayat vererek canlılık vererek izzetle hayatına devam edecektir.

Zaman zaman batıl güçler Müslümanların üzerlerine çöreklenmişlerdir. Bizler onları çok güçlü ve yenilmez gibi görsek de nihayetinde onlar bir köpüktür veya bir köpük tabakası gibidir. Onların işi ufak bir darbeyle çok çabuk halledilecektir. Onların evleri, saltanatları, onların izzet ve şerefleri tıpkı örümceğin evine benzer. Ufak bir darbeyle onların işi çabucak bitiverecektir. Yeter ki hak ehli kendini temizlemeye, kendini arındırmaya çalışsın. Allah-u Teala hak ehline o zaman yardım edecektir.

Aziz ismi, Kur‟an-ı Kerim‟de; Rahîm, Alîm, Kaviyy, Züntikam, Gaffar, Hâmid, Ğafur ve Muktedir isimleriyle beraber kullanılmaktadır.

“Azizun Rahîm” Allah azizdir, güçlüdür; ama merhametlidir. Yeryüzünün zalimleri gibi değildir. Allah merhamet sahibidir. Kullarını sever. Kullarının ateşe gitmesini, kulların zulme gitmesini kesinlikle istemez. Bundan dolayı Allah merhamet eder.

“Azizun Alîm” Allah azizdir, Alîmdir, bilendir, güçlüdür. Gücünü belli bir ölçüde kullanır. Allah gücünü belli bir hikmet için kullanır.

“Kaviyyun Aziz” Allah çok güçlüdür ve şereflidir. Mağlup edilmez. Bugün bazı güçler vardır. Kendilerini çok güçlü zannederler. Ama belli bir süre sonra aziz olmadıkları için mağlup olacaklardır. Saltanatları ve hükümleri bir gün yok olacaktır.

“Azizun Züntikam” Allah azizdir, şereflidir; ama kendisine karşı savaşanlara, dinine karşı harp ilan edenlere, Allah dostlarına karşı mücadele edenlere züntikamdır. Yani Allah azizdir; ama aciz değildir. İntikam sahibidir. Kendisine savaş ilan edenlerden öç alır.

“Azizun Ğaffar” “Azizun Ğafur” Allah azizdir; ama affedicidir. Kullarının ayıplarını örter. Onları bağışlar.

“Azizun Hamid” Allah azizdir, güçlüdür. Herkes tarafından kendisine hamdedilendir.

Yeryüzünün azizleri ancak bazı dalkavuklar tarafından övülürler.  Oysa Allah öyle değildir.

Yeryüzünün bütün canlalıları Allah‟a hamdederler. O‟nu tesbih ederler ve överler.

“Azizun Muktedir” Allah hem izzet ve şeref sahibi hem de iktidar sahibidir.


c-Aziz isminin Kur‟an içerisinde incelenmesi:


1-Bütün izzet ve şeref Allah‟a aittir:

“Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki, bütün izzet ve şeref Allah‟ındır..” (Fatır 10)

Bu ayete göre bir Müslümanın izzet ve şeref isteyeceği, arayacağı tek makam; Allah‟tır.

Allah‟ın dışındakilerden izzet ve şeref dilemek Müslümana yakışmaz.

“..Allah‟ım! Sen dilediğine izzet veren, dilediğini ise zelil kılansın…” (Ali İmran 26)

“İnkârcıların sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet ve şeref Allah‟a aittir. O işitendir, bilendir.” (Yunus 65)

Bugün kâfirlerin sataşmalarına maruz kalan Müslümanlar! Onların iftiraları, sözleri sizi üzmesin, kederlendirmesin, incitmesin, dininizden döndürmesin, sizi gevşekliğe sevk etmesin. Unutmayın ki, izzet ve şeref tamamıyla Allah‟a aittir. Siz Allah ile beraber yürüdüğünüz takdirde Allah size de izzet ve şeref verecektir. Siz güçlüsünüz. Arkasında Allah olan bir topluluk hiç zayıf olur mu?

2-Peygamber ve iman edenler de izzetli ve şereflidir:

“...Asıl izzet ve şeref, ancak Allah‟a, Rasulüne ve mü‟minlere aittir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.” (Munafıkun 8)

Allah, O‟nun elçisi ve mü‟minler azizdir. Bizler de hakkıyla iman ettiğimiz, Allah ve rasulünün izzetiyle yetindiğimiz, münafıklardan izzet dilenmediğimiz takdirde, Rabbimiz bizleri de zamanımızın izzet ve şeref abidesi Müslümanlarından kılacaktır.

3-Kur‟an‟ın bir adı da, izzet ve şereftir:

“..Muhakkak ki o; aziz, izzet ve şeref sahibi bir kitaptır.” (Fussilet 41)

Aziz olan Allah‟ın, Aziz peygamberine indirdiği bu kitap da Azizdir. Yani Allah kendi özelliğinden Kur‟an‟a da vermiştir. Kur‟an‟ı insanlara göndererek kendi izzetinin ipini yeryüzüne indirmiştir. O Aziz ipe yapışanlar, izzete ulaşırlar. Eğer bizler de izzetli ve şerefli olmak istiyorsak şerefli makamlara nail olmak istiyorsak Allah‟ın bu Aziz kitabına yapışmalıyız. Kur‟an‟la bağlantımız ne kadar çoksa izzetimiz ve şerefimiz de o ölçüde olacaktır. Kur‟an‟ın izzetiyle izzetlenmeyenler, hangi yüksek makamlarda olurlarsa olsunlar, izzetsiz ve şerefsiz olmaya mahkûmdurlar.

Halifeliği döneminde Hz. Ömer Mekke‟ye bir vali tayin ediyor. Daha sonra o valiyi Medine‟de görüyor. “Sen burada ne arıyorsun? Ben seni Mekke‟de görevlendirmedim mi?” diye soruyor. Adam: “Evet ama önemli bir iş için geldim. Yerime de azaldı kölelerimizden İbn Ebza‟yı bıraktım” diyor. Hz. Ömer daha çok kızarak: “O kadar sahabenin başına bir köleyi mi bıraktın?” diyor. Adam da: “Evet çünkü o, Kur‟an‟ı ve Allah‟ın hududlarını iyi bilir.” cevabını veriyor. Bunun üzerine Hz. Ömer sakinleşerek: “Dostum Muhammed (s.a.v) şöyle buyurmuştu:

“Muhakkak ki Allah, bu Kur‟an sayesinde kimi toplumları yüceltir kimi toplumları ise alçartır.”

Şeref ve izzette ölçü birimi, Kur‟an‟dır. İnsanları değerlendirirken Kur‟an‟a göre değerlendirmeliyiz. Hayatlarında Kur‟an varsa onlar şereflidirler, değilse şereften uzaktırlar.

Ebû Hureyre (r.a.)‟den rivâyete göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kıyamet günü Kur‟an getirilecek ve: “Ey Rabbim beni okuyup hayatını bana göre yaşayan bu kulunu giydir” diyecek. Böylece o kimseye keramet (şeref) tâcı giydirilecek. Sonra Kur‟ân: “Ey Rabbim! Ona verdiğin nimeti artır” diyecek. Böylece ona cennet elbisesi giydirilecek. Sonra Kur‟ân: “Ey Rabbim ondan razı ol!” diyecek. Allah da ondan razı olacak. Sonra: “Ey kul, oku ve yüksel!” denilecek. Böylece okuduğu her bir ayetle iyilik, sevap ve mükâfatları artırılacak.”

Allah‟ın ayetlerinden kaç tanesini öğrenmiş, hayatımızda uygulamış ve benimsemişsek cennetteki makamımız o ayetler sayısınca olacaktır. Kur‟an bir fasıldır, bir ayraçtır. Kafirle mü‟mini birbirinden ayıran ölçüdür.

4-Peygamberin bir adı da Aziz‟dir:

“Muhakkak ki size kendi içinizden Aziz olan bir peygamber gelmiştir...” (Tevbe 128)

Peygamber (s.a.v) mü‟minler için en güzel izzet örneğidir. Aziz olan Kur‟an‟ın yeryüzündeki izzetli temsilcisidir. Kur‟an‟ı en iyi anlayan ve yaşayandır. Böyle olunca izzet ve şeref isteyen biz Müslümanlar, Kur‟an‟ı yaşamayı peygamberden öğrenmeliyiz. O‟nun hadisleri ve sünnetleri hayatımızda olmazsa izzet ve şerefe ulaşamayız. Peygamberin hadislerini hayatından dışlayan, kendi kıt aklıyla ayetlerle yetineceğini düşünen kimseler, izzet ve şerefe ulaşamazlar.

Ebu Malik el-Eş‟ari‟den, Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Kıyamet gününde havzımda ümmetim benim yanıma gelecek. Ben ise bir adamın kendi devesinden başka develeri sudan uzaklaştırdığı gibi bazı insanları uzaklaştırmaya çalışacağım.”  Dediler ki:  “Ey Allah‟ın Peygamberi!  Sen o gün bizi tanıyabilecek misin?”

Rasulullah (s.a.v) şöyle cevap verdi: “Evet, çünkü sizin simanız hiç kimse de bulunmayacak. Bana, abdest izlerinizden dolayı elleriniz ve alınlarınız bembeyaz nurlu olarak geleceksiniz. İçinizden bir topluluğun ise benim yanıma gelmelerine izin verilmeyecek. Ben: “Onlar benim ashabımdır” diye feryat edeceğim. Melekler ise bana şöyle cevap verecekler: “Sen onların senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun. Senin ardından dinde olmayan şeyler icat ettiler.” Bunun üzerine ben de: “Öylese defolsunlar, defolsunlar” diyeceğim.”

Bugün her Müslüman gücü yettiğince Rasulullah (s.a.v)‟ın hadislerini sahih kaynaklardan öğrenmeli ve yaşamaya çalışmalıdır. Böylece Allah Rasulünü tanımış, izzet ve şerefe kavuşmuş olacağız. Bugün bizler o yüce ve şerefli insanı tanımak yerine, birçok cüce, basit ve değersiz insanları tanıyoruz. Çocuklarımıza onların hatalarla dolu hayatları öğretiliyor veya biz öğretiyoruz. Nihayetinde ise çocuklarımız, Müslümanlıklarından bile utanan, izzetsiz kimseler olarak topluma çıkıyorlar.

5-Sırat-ı Müstakim Aziz‟dir:

“Sırat” Arap literatüründe çoğulu olmayan, tekil bir kelimedir. Dolayısıyla Allah‟ın yolu bir ve tektir. Bizler Allah‟ın bu tek yolunda yürümeliyiz. Kimi insanlar, kendilerine birtakım yollar belirler, sonra da: “Allah benim yolumu şu ayetle destekliyor” derler. Biz onlardan olmamalı, hangi yolda yürüyeceğimizi Allah‟ın kitabına ve peygamberin sünnetine sormalıyız. Kulaktan dolma bilgilerle veya kendi hevamızdan kaynaklanan şeylerle kendimize yeni yollar çizmeye kalkarsak Allah korusun o yol; şeytanın yoluyla kesişebilir. O yol, bizi cehenneme götürebilir. Çünkü emin değiliz. Şeytan sırat-ı müstakim‟in üzerine oturmuş bizim ayağımızı kaydırmaya çalışmaktadır.

Eğer bizler Allah‟ı, peygamberini, kitabını ve yolunu aziz bilirsek herkesten ve her şeyden aziz, üstün tutarsak hayatımızı bu izzetle yaşarsak Rabbimiz bizi şerefli bir zaferle, “Nasran Aziza” ile rızıklandıracak, şerefimizi, izzetimizi daha da çok yüceltecektir.

“O zaman Allah sana şerefli ve izzetli bir yardım/zafer verecektir.” (Fetih 3)

İşte o zaman izzet gerçek sahiplerini bulacak, kendisini aziz zanneden yeryüzü kafirleri ve münafıkları zillet içinde mağlup olacaklardır. Ve herkes onların nasıl bir inkilapla devrildiğine şahit olacaktır.

d-Aziz isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:

1-Bizler Allah‟ın dışındaki ilahların yanında şeref ve izzet aramamalıyız:

“Onlar kendilerine bir izzet ve şeref olsun diye Allah‟tan başka ilahlar edindiler. Hayır! Taptıkları o ilahlar, onların ibadetini tanımayacak bilakis onlara düşman kesileceklerdir.” (Meryem 81-82)

Kendileri zelil olanlar bize nasıl izzet versinler? Kendileri itibarsız, düşük seviyeli ve adi olanlar, bizim itibarımızı nasıl yüceltsinler? Öyleyse izzetin adresini şaşırmamalı, şerefsizlerden geçici dünya şerefi dilenmemeliyiz. Onların kapılarında şeref ve izzet aradığımız takdirde, hem Allah‟ın izzetinden yoksun kalacağız, hem de şeref dilendiklerimiz kısa bir zaman sonra bize hasım olacaklardır. Müslüman, Allah ile bağını güçlendirdiği oranda şeref sahibi olacaktır. Allah‟ın dışındakilere yaltakçılık yaparak, izzet ve şeref elde edilemez.

2-Mü‟minleri bırakıp kafirleri dost edinmemeliyiz:

“Mü‟minleri bırakıp da kafirleri dost edinenler, onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar. Bilsinler ki, bütün izzet yalnız Allah‟a aittir.” (Nisa 139)

Münafıklar kendilerini aziz, akıllı, Müslümanları ise sefih ve zelil kabul ederler. Müslüman; izzetiyle, şerefiyle fakirdir, yoksuldur, zindandadır, işkence altındadır, şehit olmuştur, bin parçadır. Ama izzetlidir. Münafık ise rahattır, bolluktadır, refah içindedir. Dünya standartlarında azizdir. Ancak ikiyüzlü, beş para etmez, onursuz, değersiz ve sefih bir yaratıktır. Bunun böyle olduğunu hem mü‟minler hem de kafirler gayet iyi bilirler. Kafirler onları aralarına almaz, işleri düşünce kullanır, sonra da kolayca harcarlar.

Medine‟de münafıklar zaman zaman Müslümanlardan ayrılır kafirlerle dost olmaya çalışırlardı. Kafirlere sevgi duyar, onlara Müslümanların sırlarını aktarırlardı. Kafirlerle beraber olduklarında güçlü olacaklarını, izzete kavuşacaklarını zannederlerdi. Oysa hem dünyada hem de ahirette en şerefsiz kendileri oldular. Cehennemde bile kafirlerin altında yer aldılar.

“Şüphe yok ki, münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlara bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisa 145)

3-Firavunların yanında izzet ve şeref aramamalıyız:

“Bunun üzerine iplerini ve değneklerini atarak: “Firavun‟un izzetine yemin olsun ki, elbette bizler galip geleceğiz” dediler.” (Şuara 44)

Sihirbazlar izzeti Firavun‟un yanında aramış, onun izzetine güvenerek galibiyet ummuşlardı. Ancak Firavun‟un izzeti, Allah‟ın izzetiyle donatılmış Hz. Musa‟nın karşısında beş para etmemişti. Bütün âleme zelil olmuş, küçük düşürülmüştü. Firavunların saraylarında olan her Müslüman, onları aziz kabul etmez, izzeti Allah‟tan beklerse Allah onları da Hz. Musa‟yı aziz kıldığı gibi aziz kılacak, Firavunların zelil oluşunu âleme gösterecektir.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Her kim bir zalim ile birlikte zulmünde ona yardımcı olmak üzere yürüyecek olursa yüce Allah ayakların kaydığı o günde sıratın üzerinde onun ayaklarını kaydıracaktır."

Bizler Firavunlara itaat etmeyeceğiz. Onlara asla yardım etmeyeceğiz. Birkaç parça kemik uğruna kendi izzetimizi ve şerefimizi onlara satmayacağız.

4-Dünyalıkları, malları ve evlatları izzet ve şeref ölçüsü olarak görmeyeceğiz:

“Bahçe sahibi, arkadaşıyla konuşurken şöyle dedi: “Ben malmülk bakımından senden daha zenginim. İnsan sayısı bakımından da senden daha güçlü ve şerefliyim.” (Kehf 34)

Gururlu ve kibirli insanlar, dünyayı gözlerinde putlaştıranlar, dünyayı yegâne hedefleri haline getirenler; izzeti ve şerefi malda, mülkte arıyorlar. Malmülkleri ne kadar çoksa, etraflarında yardakçıları, dalkavukları ne kadar fazlaysa kendilerini o kadar şerefli ve izzetli zannediyorlar.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, onların bütün gayretleri, mideleri; şerefleri, dünyalıkları; kıbleleri, kadınları; dinleri, dirhem ve dinarlarıdır. Onlar yaratıkların en kötüsüdürler ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur.”

Bizler, dünyanın bu nimetlerinin Allah tarafından olduğunu bilmeli, bunlarla övünüp kibirlenmemeliyiz. Bunları izzet ve şeref ölçüsü kabul etmemeliyiz. Allah‟ın nice yoksul, kimsesiz kulları vardır ki, Allah‟a yakınlıklarından dolayı zenginlerden daha değerli, daha izzetli ve şereflidir.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Ümmetimden öyle kimseler vardır ki, birinizin kapısına gelip bir dinar istese vermezsiniz. Bir dirhem istese yine vermezsiniz. Bir kuruş istese yine vermezsiniz. Fakat o, Allah‟tan cenneti isteyecek olsa hemen verir. Eğer Allah‟tan dünyayı isteyecek olsa vermez. Dünyayı o kişiye vermemesi onu küçük gördüğü için değildir. Öyle kimseler eski elbise giyerler, kimse onlara iltifat etmez. Ama bir konuda Allah‟a yemin edecek olsalar Allah onların yeminlerini doğru çıkarır.”

5-Allah‟ın Aziz oluşunu şeytanın kabul edişi gibi kabul etmemeliyiz:

“Şeytan dedi ki: “İzzetine yemin olsun ki, onların hepsini azdıracağım. Ancak ihlas sahibi olan kulların müstesna.” (Sad 82-83)

Ayette gördüğümüz üzere, şeytan Allah‟ın izzetini ve şerefini kabul etmektedir. Allah‟ın izzeti üzerine yemin etmektedir. Ancak buna rağmen hatasına devam etmekte, gurur ve kibrini sürdürmektedir. Bizler de Allah‟ın izzetini kabul eder ama kendi bildiğimiz gibi yaşamaya, kendi anladığımız şekilde izzetli olmaya devam edersek şeytandan hiçbir farkımız kalmayacaktır. Allah‟ın izzetini bilmemizin, hatta o izzet üzerine yemin etmemizin bize hiçbir faydası olmayacaktır.

6-Allah‟ın Aziz oluşuna gerçekten iman edersek kafirler bundan rahatsız olacaklardır:

“Onlardan sırf Aziz ve Hamid olan Allah‟a iman ettikleri için intikam aldılar.” (Buruc 8)

Ashab-ı Uhdud, zalimlerden oluşan bir topluluktu. Kazmış oldukları hendekleri ateşle doldurmuş, Müslümanları bu hendeklere atarak onlara azap ediyorlardı. Hendeklerin etrafına da masalarını kurup onları neşe içinde seyrediyorlardı. Bütün bunların tek sebebi, o Müslümanların Aziz ve Hamid olan Allah‟a iman etmeleriydi. Çünkü onlar Allah‟ın izzetiyle yetinmiş, Firavunları aziz kabul etmemişlerdi. Onlar Allah‟ı övmüş, Firavunlara dalkavukluk yapmamışlardı. Bu imanları ve tavırlarıyla, Firavunların saltanatlarını sarsmış, onları rahatsız etmişlerdi.

Bizler de Allah‟ın Aziz oluşuna gerçekten iman eder ve bunu hayatımızın her alanında yaşarsak kafirler bizden de rahatsız olacak, bizleri de susturmaya çalışacaklardır, bizden dolayı uykuları kaçacak, kâbuslar göreceklerdir. Allah‟ın Aziz oluşuna gerçekten iman etmeyen, hayatlarının her alanında bunu sergilemeyen kimseler, kafirleri rahatsız etmezler, kafirler onlara dokunmazlar.

7-Dünyada kendilerini Aziz sıfatına layık gören kafirlerin, gerçek sonlarını bugünden bilmeliyiz:

“Allah zebanilere emreder: “Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başına azap olarak kaynar su dökün! Ve deyin ki; “Tat bakalım! Hani sen kendince azizdin, güçlüydün, şerefliydin!” (Duhan 47-49)

İşte Rabbimiz böylece onlarla dalga geçecek, onların zilletlerini yüzlerine vuracaktır.

8-Kafirlere karşı izzetli, onurlu ve şerefli durmalıyız:

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah sevdiği ve kendisini seven, mü‟minlere karşı alçak gönüllü ve şefkatli, kafirlere karşı ise izzetli ve zorlu bir toplum getirecektir. Onlar Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah‟ın dilediğine verdiği lütuftur. Allahın lütfu ve ilmi geniştir.” (Maide 54)

Bizler kafirlerin ve munafıkların kınamalarına aldırmamalı, Allah yolunda cihadımızı sürdürmeliyiz. Müslüman kardeşlerimize karşı hiçbir zaman böbürlenmemeli, büyüklük taslamamalı, onlara alçak gönüllü ve şefkatli davranmalıyız. Kafirlerin karşısında ise hiçbir zaman başı eğik durmamalı, zelil görüntüler sergilememeliyiz. Ellerimiz kelepçeli, her tarafımız yara-bere içinde olsa bile, başımızı dik tutmalı, onların önlerinde eğilmemeli, izzetimizi ayakta tutmalıyız.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Sadaka malı eksiltmez. Allah affetmesi sebebiyle kulunun şerefini artırır. Kim de Allah için tevazu (alçak gönüllülük) gösterirse, Allah onun derecesini yükseltir.”



Dr. Ramazan SÖNMEZ

5 Nisan 2024 Cuma

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-27

 "ODİSSEYA" DESTANI KAHRAMANLARI


"Antikçağdan günümüze, bütün sanat dallarına bol bol esin kaynağı olan kral Odisseus; Homeros'un Troya savaşını anlatan İlyada destanından sonra yazdığı Odisseya destanının başkahramanıdır. Bu destan; on yıl süren Troya savaşından sonra Odisseus'un, ülkesi İtake adasına dönüş serüvenlerini dillendirir.

Binyıllar süresince denizlerin ve de karaların gizemlerinin çözülmesi tanrılarca insanlara yasak edildiğinden, oralar tanrıların yerleştirdiği insan yiyici canavarlarla kaynaşıyordu! Buna karşın Odisseus'un uzak karalara ve denizlere açılması; oraların gizemlerini çözmeye kalkması, aslında insanoğlunun özgürleşip bilim yoluyla evreni fethetmesi bağlamında, sözde tanrı dayatmalarına karşı giriştiği bir başkaldırıdan başka bir şey değildi...

Gene Troya savaşı sonrası hemen ülkesine dönemeyince, onun sözde dul kalan karısı Penelopeya ile evlenebilmek için evine çöreklenen ve hem halkın hem de Odisseus'un birikimlerini habire sömürmeye başlayan soylu damat adaylarıyla olan savaşımı da, onun fırsatçı çıkarcılara karşı açtığı bir başka savaştı..."


ODİSSEUS'UN DOSTU TANRIÇA ATENA


Tanrıça Atena'nın ve Baştanrı Zeus'un, "ölümlülerin en üstünü" saydıkları kral Odisseus; Troya savaşından dönerken tanrı Poseydon'un saldığı bir kasırga yüzünden kürekçileriyle birlikte gemileri battı. Tek başına ve rastgele tanrıça Kalipso'nun (Kalypso) adasına savruldu azgın fırtınalarla. Ne var ki Kalipso da, Odisseus'a daha ilk günden deli divane vuruldu. O yüzden de onu artık baba ocağı İtake adasına salmak istemiyordu...

Haliyle onu yıllardır bekleyen İtake adasındaki karısı Penelopeya ve oğlu Telemahos da (Telemakhos); savaşın bitiminden yıllar sonra bile Odisseus dönmediği için kötü şeyler düşünmeye başladılar... Bu arada onun kesinlikle öldüğünü düşünen ülke egemenleri de, sözde dul kalan kraliçe Penelopeya ile evlenebilmek için onun konağını yurt edindiler. Hepsi de beleşten yiyip içiyor, sazlı sözlü bir şenlik, bir şölen içinde günlerini gün ediyorlardı! Halkın ve Telemahos'un deyişiyle bu yüzsüz keneler; kral Odiseus'un ak yünlü koyunlarını, paytak paytak yürüyen sığırlarını kesip kesip yiyorlardı. Bu da yetmiyor, halkın birikimlerine de sürekli el koyuyorlardı. Buna engel olmak için tanrıça Atena, tanrıça Kalipso'nun oturduğu adada alıkoyduğu Odisseus'u özgür bırakması için Olimpos'taki Tanrılar Toplantısı'ndan ortak bir karar çıkarttı...

Gerçekten de tanrıça Atena'nın ölümlü bir insan olan Odisseus'u bunca çok sevmesinin nedenlerinden biri de, onun zorlukları yenecek uygun aygıtlar üretip kullanabilmesinden kaynaklanıyordu. Bu anlamda bir "homo faber" olan Odisseus, herhangi bir zorluk karşısında pes etmez; ne eder eder, onun üstesinden gelirdi. Kral da olsa yeri geldiğinde baltayı ve sabanı kullanmasını çok iyi bilirdi. Üstelik tanrıça Atena, Troya savaşları sırasında bir şeyi daha gözlemlemişti onun kişiliğinde: Odisseus gökyüzüne bakmasını biliyordu... Ve sık sık hep uzakları gözlemliyordu... Çünkü bildiği ve gördüğü dünya ona dar geliyordu!.. Ve insanoğlunun er geç aklıyla evrenin gizemlerini çözüp onun efendisi olacağını biliyordu... O yüzden de örneğin Troya'dan geri dönüş yolculuğu sırasında, Kalipso ve Kirke gibi tanrıçaların dayatmalarına boyun eğmedi.

Olimpos'ta Baştanrı Zeus'un başkanlığındaki Tanrılar Toplantısı'nda, tanrıça Atena'nın girişimleriye Odisseus'un ailesi konusunda bir karar alındı. Bu karar gereğince, halkının ve evinin varını yoğunu durmadan sömürenlere karşı Odisseus'un oğlu Telemahos'u kışkırtıp yüreklendirmek üzere, yıldızlarla yüklü gökyüzünden süzüle süzüle, kimselere görünmeden İtake adasına indi tanrıça Atena. İner inmez de kral Mentes'in kılığına bürünüp doğruca Odisseus'un konağına gitti. Konağın kapı aralığından içeriye baktı bir süre: İçerdeki avluda damat adaylarının kimileri tavla oynuyor, kimileri de kendi aralarında arsız kahkahalarla habire şarap bardaklarını tokuşturuyordu. Hepsi de kesip kesip yedikleri koyunların, sığırların postları üstüne yayılmışlardı... Konağın hizmetlileri, onların önlerine durmadan tabak tabak etler yetiştirmeye çalışıyorlardı... Odisseus'un oğlu Telemahos da onların arasına oturmuş, tasalı tasalı; "Ah, babam bir dönse, bu arsız ve azgın adaylar nasıl da çil yavrusu gibi dağılırlardı!" diye söylenip duruyordu içinden. İşte o anda kapıda bekleyen ama hiç tanımadığı Mentes kılığına girmiş tanrıça Atena'yı gördü. "Babamın dostlarından biri olmalı," diye düşündü... Hemen yanına gidip elindeki tunç kargıyı aldı; içeri buyur etti. "Önce içeri girip yemeğini ye sevgili konuğum; sonra söylersin neden ve nerden geldiğini..." dedi.

Hem şöleni görsün, hem kimse konuştuklarını duymasın diye avlunun epey ötesindeki konağın geniş balkonuna götürdü konuğunu. Az sonra bir hizmetli, getirdiği su dolu altın ibrikle konuğun ellerini yıkamasına yardımcı oldu. Kâhya kadın da ekmek ve yemek getirdi; konuğun önündeki tası şarapla doldurdu.

Sonra Telemahos, konuğu tanrıça Atena'nın kulağına eğilip: "Sevgili konuğum, sana bir şey diyeceğim; sakın üstüne alma! Sözde dul kalan anamla evlenebilmek için konağımıza çöreklenen bu adamların yiyip içtikleri, yıllar önce katıldığı Troya savaşından dönemeyen babam kral Odisseus'un malı. Yani İtake halkının birikimleri... Ah, sağ olsaydı da gelip görseydi bir kez bu talancıları!.. Ama o artık gelemez!" dedi ve içini çekti... Biraz sustuktan sonra kim olduğunu, buralara nereden ve nasıl geldiğini sordu karnını doyuran konuğuna. Gök gözlü tanrıça Atena da, babası gibi görgülü, saygılı Telemahos'a; "Dinle beni delikanlı," dedi. "Adım Mentes; küreksever gemiciler olan Tafosluların kralıyım ben. Ülke ülke dolaşıyor; ışıldayan demir verip karşılığında tunç alıyorum. Babanla çok eski dostuz. Biraz önce gemilerimi demirleyince duydum; artık o öldü, diyorlar. Sana söyleyeyim delikanlı, baban ölmedi! Bir adaya sığındı. Onu orada birileri alıkoydu. Sakın beni bilici-milici sanma! Kuş falından da anlamam! Ama baban buraya er geç gelecek, diyorum. Zincirlerle bile bağlasalar, buraya gelmenin yolunu bulacak. Çünkü her zorluğun karşısında binbir çözüm üretir o!.. Hiç üzülme..."

Odiseus'un oğlu Telemahos, yeni tanıştığı konuğunu çok cana yakın buldu. Onunla konuştukça, onu dinledikçe içi açılmaya, rahatlamaya başladı...

Tanrıça Atena da, konakta ne var ne yoksa yiyip içen bu sömürücü asalak tayfasını bir an önce kovalaması için, Telemahos'un yüreğinde ve beyninde isyan ve eylem ateşleri tutuşturmaya çalışıyordu. Kral Mentes kılığındaki tanrıça biraz daha konuştuktan sonra, ivedi işleri olduğunu söyleyip konaktan ayrıldı.

Kral Mentes gittikten sonra Telemahos; hem babasını daha çok düşünmeye, hem de "beleşçi ve yüzsüz leş kargaları" diye tanımladığı damat adaylarından daha fazla iğrenmeye başladı...



TELEMAHOS'UN İSYANI


Ne var ki Telemahos, az önce baba dostu sandığı kral Mentes kılığındaki adamın bir tanrı olduğunu seziverdi birden!.. Bu yüzden de içi dışı ışıklanıp her şeyi daha açık seçik görmeye başladı. Hemen kalkıp anasını isteyen adayların yanına gitti. Onlar da yemiş içmişler, ellerinde şarap taslarıyla yarı karanlık ayışığı altında, sarayın ünlü ozanı Femyos'un (Phemios) sazıyla dillendirdiği ezgilere dalıp gitmişlerdi. Ozan; Troyalıların işgalci ve yağmacı ordulara karşı yıllar yılı nasıl direndiğini; her iki cepheden nice masum yiğitlerin, talancı Agamemnon'un çıkarları uğruna nasıl yıkılıp yıkılıp gittiklerini yana yakıla anlatıyordu şiiri ve sazıyla. Troya'yı yakıp yıkanların savaş sonrası dönüş serüvenlerinden, tanrıların sağ kalanlara biçtiği ve dayattığı acı yazgılardan söz ediyordu... Kraliçe Penelopeya da bütün bunları tek başına odasında dinliyordu içi yana yana...

Bir süre sonra artık gözyaşlarını tutamayan Penelopeya, doğruca ozan Femyos'un yanına indi. Allı yeşilli yaşmağıyla ıslak gözlerini sildi:

Nice türküler bilirsin Femyos, açar insanın içini, 

Söyleyiver şimdi onlardan birini!

Şunlar da içsinler şaraplarını ses çıkarmadan...

Yürek yakan bu acıklı türküyü bırak,

Kocam Odisseus'un o güzel yüzünü getiririm gözümün önüne durmadan!

Bu sözler üzerine oğlu Telemahos girdi hemen araya:

Sadık ozanımıza ne kızarsın anacığım?

Ozana darılmamalı, dile getirdi diye savaşçıların yazgısını.

Sen de zorla yüreğini, onu dinle.

Bir babam Odisseus değil ki dönemeyen,

Daha nice yiğitler kırıldı Troya'da!..

Sonra da odasına dönmesini, ozanı orada dinlemesini öğütledi anasına. Artık bundan böyle evin efendisi olduğunu da ekledi sözlerine!.. Penelopeya, daha yeni bıyığı terleyen oğlunun böylesine isyancı bir havayla diklenmesine ilkin şaşırdı; sonra da 'oğlum artık delikanlı olmuş' diye çok sevindi. Ve hiç yanıt vermeden doğruca odasına gitti. Artık yıllardır tek başına yattığı yatağın üstüne fırlattı kendini. Troya'dan dönemeyen kocası Odisseus için hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı... Uyku tanrıçası gelip göz kapaklarına uyku dökünceye dek sürdürdü bu gözyaşlarını...

Sarayın avlusundaki damat adayları da, gidip güzel Penelopeya'nın yanına yatmak istediklerini açık saçık sözlerle dillendirmeye başladılar. Telemahos, bu azgın ve yüzsüz adaylara çok öfkelendi:

İleri gidersiniz, ey anamın talipleri, bağıracak ne var böyle?

 Sabahleyin kentin meydanında toplanalım hepimiz! 

Bir şey diyeceğim size orada açıkça:

Buradan gidin diyeceğim, başka yerde kurun sofranızı!

Telemahos'un böyle herkese meydan okuyaraktan diklenmesine pek bir anlam veremeyen damat adayları, dudaklarını ısırdılar...

Ama tanrıça Atena, yeni yetme Telemahos'un isyanını gülümseyerekten izliyordu Olimpos'taki tanrılar sarayının penceresinden.

Artık tanrıça Atena'nın verdiği kıvılcımla tutuşan Telemahos; halkın ve kendisinin birikimlerini dört yıldır habire yiyip içen anasının sözde talipleriyle, kentin söz konusu meydanında buluştu. Çok büyük bir kalabalık da toplanmıştı. Telemahos, kürsüye çıkıp durumu kısaca özetledikten sonra halka doğru dönüp; "Evet, kızıl şaraplarımı da gönüllerince içip içip gece gündüz şölen yapıyorlar... Babam Odisseus savaştan bir dönseydi, sizlerin ve kendisinin birikimlerini dört yıldır habire yiyip yiyip şişinen bu arsız keneleri kovardı başımızdan!" diye damat adaylarına veryansın etmeye başladı.

Telemahos bu sözleri söylerken, Baştanrı Zeus'un deniz ötelerinden saldığı kocaman bir kartal ağır ağır süzülüp geldi; kalabalığa kanatlarıyla dokunurcasına alçaldı da alçaldı; sonra da aniden havalanıp gitti... Herkes şaşkınlıkla, uzun uzun süzdü kartalı...

Telemahos da Zeus'un kartalının böyle alçala alçala süzüldüğünü, sonra da hemen havalandığını görünce içi yeniden açılıp aydınlanıverdi... Yeniden, coşkuyla içindekileri halka aktarma gücünü buldu kendinde:

"Evet, yuvama çöreklenen anamın talipleri, buralardaki soylu ailelerin çocukları... Anamın aklında evlenme düşüncesi bile yokken onlar çeldi aklını... Madem anam dul kaldı, gidip dedemden isteseler ya! O da onun çeyizini hazırlar; gönlü kimden yanaysa anamın, ona verirdi kızını. Bu iş de orada biterdi! Oysa şimdi evimizde neyimiz var neyimiz yoksa yiyip içiyorlar, yan gelip yatıyorlar... Üstelik namus diye de, onur diye de bir şey bırakmadılar evde!.. Ne yazık ki evin tek erkeğiyim. Tek başıma da onları evimden kovamıyorum! Bari siz bana biraz yardım edin!" Bu son sözleri üstüne basa basa söyledi Telemahos... "Yoksa çok sevdiğiniz babam siz Akhalara bir kötülük etmişti de onun için mi böyle susuyorsunuz?" diye ekledi. Sonra da elindeki değneği fırlatıp attı yere... Gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı... Halktan kimse ona bir şeyler söyleme gücünü bulamadı kendinde. Ama anasının taliplerinden şımarıklığıyla ünlü Antinoos girdi araya:

"Amma da savurdun ha, Telemahos! Niye böyle öfkeli öfkeli söylüyorsun bunları bize? Niyetin biz talipleri suçlamaksa, işte orada yanılıyorsun!.. Bütün suç, düzen üstüne düzenler kuran o sevgili anacığında!.. Nerdeyse dört yıldır bizi hep aldatıp oyaladı!.. Odasına büyük bir dokuma tezgâhı kurdurmuş, habire kumaş dokuyordu gündüzleri... Bazen yanımıza gelip; 'Delikanlılar, madem kocam tanrısal Odisseus öldü, içinizden birine varacağım elbette!' diye söze başlıyordu. 'Ne olur biraz daha bekleyin. Bitsin şu elimde ördüğüm kumaş. Hem emeklerim, hem de bunca iplik boşa gitmesin!.. Kısacası bir kefen dokuyorum ben kayınbabam Laertes'e... Gün gelip ölüm onu yere serdiğinde, bu dokuduğum kumaşı kefen bezi olarak kullanacağım. Bu görevi yerine getirmezsem, Akhalı kadınlar bana neler demezler sonra!' İşte böyle şeyler derdi bize hep; biz de erkeklik duygularımızı gemlerdik!.. Meğer o gündüzleri dokuduğu koca bezi, bir çırağı önünde geceleri gizlice sökermiş!.. Bunu da saraydan bir kadın gelip söyledi bize! Biz de aynı gece kumaşı sökerken yakaladık ananı! Neyse, zar zor bitirttik dokumayı... Şimdi biz taliplerin de bir söyleyeceği var; Akhalı tekmil halk da duysun: Sen hemen ananı babasının evine gönder. Babası onu beğendiği erkekle eversin! Yok gene anan böyle bizi kandırmayı sürdürürse, tabii bizim de bu konuda düşündüklerimiz var... Yani Akhalı kadınların hiçbirinde biz böyle düzenbazlıklar duymamış, görmemiştik! Evet, anan eğer tanrıça Atena'nın bağışladığı örgü işlerindeki yeteneğine ve onun verdiği öğütlere güvenip bizi oyalamayı sürdürecekse, ille de inadım inat diyecekse, hepiniz iyi bilin. Anan da iyi bilsin: O zaman her şeyi yiyeceğiz. Sarayında neyin var neyin yoksa hepsini bitireceğiz. Halkın bütün birikimlerini de! Sarayda günümüzü gün edeceğiz. Ta ki anan bizden biriyle evlenene dek!"

Telemahos da bu damat adayının açık açık, küstahça söylediklerine hemen karşılık verdi:

"Anam istemezse onu nasıl kovarım evden? Üstelik beni doğurup büyüten anama neden buradan git diyeyim ki? Bu sarayda benim kadar onun da hakkı yok mu? Hem babam sağ mı, yoksa öldü mü? Daha kesin bir şey bilmiyoruz... Kısacası sizin paşa keyfiniz için git diyemem anama. Ama azıcık adalet duygusu denen bir şeyiniz varsa, sizler çekip gitseniz ya evimden!.. Gidin, başka yerlerde yapın şölenlerinizi! Birbirinize konuk olun; kendi mallarınızı yiyin için... Ama ille de başkasının malını yemek daha kolay diyorsanız, tamam... Yiyin için bakalım! Sonunu hep birlikte göreceğiz!.."

Telemahos tam bunları söylerken, Olimpos göklerinden iki kartal daha saldı Baştanrı Zeus... Bu iki kartal, mavi göklerin derinliklerinden süzüle süzüle alçalageldiler ve yaygın kanatlarıyla kalabalığın üstünde yan yana, habire döndüler... Sonra da birbirlerinin yüzünü, boynunu pençeleriyle yırtmaya başladılar. Evlerin, kalelerin üstünde, sağa sola uçuştular çığlıklarla... Bu belirtileri gören halk, tepeden tırnağa ürperdi...

"Bu arsız ve asalak damat adaylarının sonu hiç de iyi olmayacak!" diye düşünmeye başladılar...


KRAL MENELAOS ÜLKESİNİ BÖLÜŞECEKTİ


"Hem kendinin hem halkının birikimlerini yiyip içen ve anası Penelopeya'yla sözde evlenmek isteyen soylu talipleri tek başına evinden kovamayacağını anlayan Telemahos, yıllardır Troya'dan dönemeyen babası Odisseus'u deniz ötelerinde aramaya çıktı. Gemide arkadaş olarak baba dostu kılığında tanrıça Atena ve ülkelerini sömürgenlerden temizlemek üzere onunla savaşıma girişecek gönüllü genç dostları da vardı."

Telemahos ve arkadaşları, ilk olarak Troya savaşları sonunda ülkesine dönebilenlerden iyi yürekli kral Nestor'un ülkesine gittiler gemileriyle. Babacan kral Nestor, genç Telemahos'u iyice dinledi. Sonra da babası Odisseus hakkında çok daha fazla şeyler bilen güzel Helena'nın kocası kral Menelaos'un yanına gitmesini önerdi. "Arkadaşların da burada kalıp seni beklesinler," dedi. İki tez ayaklı atın çektiği bir araba hazırlattı hemen ve kılavuz olarak oğlu Peysistratos'u (Peisistratos) görevlendirdi.

Telemahos ve yeni arkadaşı Peysistratos, Menelaos'un sarayına vardıklarında çok iyi karşılandılar. Kral, hiç tanımadığı bu iki konuğuna, Troya savaşından ve çok sevdiği eski arkadaşı kral Odisseus'tan söz etti sohbet olsun diye. Ne var ki onun anlattıklarını dinledikçe Telemahos'un gözlerinden ince ince yaşlar süzülmeye başladı. Kral Menelaos, hiç tanımadığı bu delikanlının gözleri yaşarınca, onun Telemahos olabileceğini düşündü birden! Üstelik ne kadar da çok benziyordu Odisseus'a! Acaba doğru mu diye soracak oldu... Ama daha karnını doyurup ağırlamadığı bir konuğa kim olduğunu sormak çok ayıp olurdu! Zaten böyle bir şey Akdeniz törelerine aykırıydı... O anda dillere destan karısı ve Baştanrı Zeus'un kızı o güzel Helena çıkageldi yanlarına ağır ağır yürüyerekten!.. Hepsi de ondan yana çevirdiler başlarını hemen. "Ne de çok benziyor altın örekeli tanrıça Artemis'e!" diye ortak bir düşünce geçti her birinin kafasından. Helena da delikanlılara baktı bir süre. Ama en çok Telemahos üzerinde odaklandı ilgisi... "Söylesene Menelaos," dedi kocasına. "Kimmiş bu genç konuklarımız? Bak yüreğim ne diyor, biliyor musun? Şu delikanlı olsa olsa Odisseus'un oğlu olur!.." Birden bir sessizlik çöktü tavanı altın, kehribar işlemeli salona... "Odisseus savaşa giderken onu memede bırakmıştı..." diye yeniden konuşmaya başladı Helena. "Evet, benim gibi köpek gözlü bir kadın yüzünden hem Troyalı, hem Yunanistanlı nice yiğitler kırıldı o savaş alanlarında!.. " Tam burada kocası Menelaos; "Niye böyle hep kendini savaş suçlusu sayıyorsun, kadınım?" diye sözünü kesti. "Bizden sonraki kuşaklar bu savaşın nedenini anlayacaklar! Hem de onlara güzel bir örnek olacak..." Bunun üzerine Helena; "Evet," dedi üzgün üzgün, "ama gene de kendimi suçlu görüyorum... Neyse.. Şu sarışın delikanlı sahiden kral Odisseus'un oğlu olmasın?"

Bunun üzerine; "Ben de onu az önce Odisseus'a benzettim!" diye gürledi Menelaos. "Tam ben soracaktım, sen geldin... İnce ince gözyaşları döküp yüzünü şu erguvan rengi harmanisiyle örttü garibim!.." Telemahos hemen yanıt verecek güç bulamadı kendinde. Ama arkadaşı Peysistratos; "Evet, ulu Menelaos, söylediğin doğru," diye konuştu Telemahos'un yerine. "Odisseus'un oğlu Telemahos'un ta kendisi o! Babam yaşlı kral Nestor gönderdi bizi buraya. Telemahos, babası Odisseus hakkında senden bir şeyler öğrenmek istiyordu. Çünkü babasız kalınca çok şeyler gelmiş başına. Halkı da onun başındaki belaları savacak tam bir tepki gösterememiş!.."

Bu sözler üzerine bir süre dili tutulur gibi olan Menelaos; "Demek can dostumun oğlu gelmiş evime! Bu ne büyük mutluluk, ey Zeus!" diye haykırdı. Hemen yerinden fırlayıp bir baba gibi sarılıp sarılıp öptü Telemahos'u!.. "Benim yüzümden nice savaşlara, acılara katlandı baban!" diye bir şeyler anlatmaya çalıştı. Sonra da sözlerinin üstüne basa basa konuştu: "Troya'dan sağ salim dönersek Odiseus'u ülkemde ağırlayacağım, diyordum hep kendi kendime... Hem de geçici bir ağırlama olmayacaktı bu! Burada bir konak yaptıracaktım ona...

İçi dışı tekmil döşeli bir konak! Ayrıca bütün halkını da buraya yerleştirecektim!.. Onlar için büyük bir kent kurduracaktım...

Böylece yakınımda olacaktı hep baban Odisseus; artık halklarımızla birlikte, iç içe olacaktık. Bizi kıskanan diğer komşu halklar da bizim gibi topraklarını ve emeklerini birleştireceklerdi. Artık bu güzelim Akdeniz topraklarında bir daha yakım yıkım getiren Troya savaşları olmayacaktı! Barış ve bolluk içinde, hepimiz kardeş kardeş yaşayıp gidecektik!.."

Burada aniden sustu kral Menelaos. Ama herkesin içinden karşı konulamaz bir ağlama isteği gürledi birden. Tanrı Zeus'un kızı güzel Helena başladı ilkin hıçkırmaya. Sonra Menelaos'la Telemahos...


Nestor'un oğlu da tutamadı kendini.


TANRILAR YENİDEN TOPLANDI


Tanrıça Atena'nın verdiği güçle ve yirmi kadar yürekli arkadaşıyla Telemahos'un bir gemiye atlayıp babası Odisseus'u deniz ötelerinde aramaya çıktığını öğrenince, haliyle çarpılmışa döndü anası Penelopeya... Bütün gün ağlayıp yırtındı... Onun bu haline acıyan tanrıça Atena, bir arkadaşı kılığına bürünüp o gece düşüne girdi. "Ağlama Penelopeya," dedi, "oğlunu güdüp yeden çok candan bir dostu var. Tanrıça Atena hep yanında onun..." Penelopeya uyandığında içi biraz rahatladı. Apaydınlık bir düş görmüştü çünkü karanlığın içinde...

Ne var ki bu arada onunla evlenmek isteyen adaylardan Antinoos ve on iki fedaisi; İtake'ye yakın iki ada arasındaki o dar boğazda, gemisiyle ve arkadaşlarıyla geri dönecek Telemahos'u öldürmek için pusuya yattılar...

Bu olaydan birkaç gün sonra şafak tanrıçası Eos; erken uyanıp karaları, denizleri ve gökleri kızıla, maviye ve safran sarısına boyamaya başladığında, Olimpos'taki tanrılar, Baştanrı Zeus'un çağrısı üzerine apar topar toplandılar. Dünyamızda olup bitenler hakkında yeni kararlara varmak üzere Zeus oturumu açtı. Bütün tanrılar böylesi toplantılarda dilediklerini söyleyip çeşitli öneriler getirebilirlerdi. Ama bunları önemseyip önemsememek de Zeus'un o günkü keyfine bağlı olurdu...

İlk sözü Zeus'un kızı gök gözlü tanrıça Atena aldı. Bayağı eli ayağı titriyordu: "Ey Zeus baba, ey Olimpos'un ölümsüz tanrıları!" diye başladı konuşmasına. "Öyle anlaşılıyor ki bundan böyle egemenlik değneği taşıyan kralların hiçbiri artık yumuşak, hak ve halksever olmasın! Dünya krallarının içinden birkaçı kalkıp da halkının mutluluğu için iyi şeyler yapar, onları sever, onlar arasında adaleti egemen kılmaya kalkarsa onu hemen cezalandıralım!.. Kötü krallar da halkları kırsın geçirsin! Sonra da kestikleri birkaç kurbanla, yaptırdıkları birkaç tapınakla günahlarından kurtuluversinler! Tabii ki burada ben kral Odisseus'tan söz ediyorum... Ne candan bir kraldı o ülkesi için! Hem kendi ülkesini, hem komşularını, savaşın getireceği kırımlardan uzak tutmaya çalıştı hep. Hatta biz tanrıların keyfî kararlarına bile önem vermedi yeri geldiğinde. Halkının çıkarları için hep aklını kullandı. Tam bir örnek yöneticiydi o! Ama şimdi ne oldu?.. Zorla katılmak zorunda kaldığı Troya savaşından dönüşü sırasında gemilerini, arkadaşlarını tümden yitirdi denizde. Zar zor tutunduğu iki tahta parçası üstünde sığındığı tanrıça Kalipso'nun adasında çile çekiyor şimdi de. Çünkü tanrıça Kalipso ona deli divane vurulmuş, salmıyor ülkesine... Karısı Penelopeya ve artık büyüyüp yetişmiş oğlu Telemahos yıllardır onu bekliyor... Bu arada anasının talipleri olan o soylu asalaklar da onun sarayına çöreklenmiş, nesi var nesi yoksa habire yiyip içiyorlar. O da yetmiyor, halkın sofrasındaki iki lokma ekmeğe de el atıyorlar. Üstüne üstlük karısı Penelopeya'ya göz koydukları yetmiyormuş gibi, babasını aramaya çıkan oğlu için şimdi de pusuya yattılar... O gencecik Telemahos'u dönüşünde öldürecekler!"

Daha da konuşmak istiyordu ama Zeus; "Neler söylüyorsun sen güzel kızım Atena!" diye sözünü kesti hemen. "Daha önceki toplantıların birinde Odisseus hakkında karar aldırtan sen değil miydin? Aldığımız karara göre tanrıça Kalipso artık Odisseus'u özgür bırakacak, o da ülkesine geri dönecekti ve de senin o asalak kene dediklerinden öcünü alacaktı... Haydi şimdi çabuk git, Telemahos'un gemisine. Ona yol göster; anasıyla evlenmek isteyenlerin kurduğu tuzaklara düşmesin. Sağ salim dönsün anası Penelopeya'nın yanına. Sen çok güzel becerirsin böyle işleri..." Bunları söyledikten sonra oğlu haberci tanrı Hermes'i çağırdı hemen... "Sevgili oğlum," dedi bütün sevecenliğiyle, "hep sen ulaştırırsın benim buyruklarımı. Bu konuda da çok beceriklisin. Git güzel Nümfa Kalipso'ya söyle. Artık o sabırlı Odisseus'u salsın. Karısı Penelopeya'nın, oğlu Telemahos'un ve halkının yanına dönsün sağ salim... Zaten denizlerdeki yolculuğu sırasında iyi kötü birçok serüven yaşayacak. Gerçekten savaş nedir bilmeyen Fayakların o cennet adasına düşecek yolu... Fayaklar da bir tanrı gibi ağırlayacaklar onu. Birkaç gün sonra da altın, kehribar cinsinden armağanlarla doldurdukları tam donanımlı bir gemiyle ülkesine yolcu edecekler... Artık Odisseus, Troya'dan yağmaladığı kanlı ziynetlerle, kız-kadın kölelerle değil, Fayakların bağışladığı paha biçilmez o barış ve dostluk armağanlarıyla ulaşacak ülkesine...

Fayakların armağanı bu barış ve dostluğu Odisseus, hem kendi halkına, hem de bütün Akdenizli kardeş halklara dağıtacak... Fayaklar gibi onlar da artık savaşları unutacak... Kızım Atena da onları yönlendiren bir barış tanrıçası olacak bundan böyle..."

Baştanrı Zeus'un barış içerikli bu alışılmadık sözlerini duyunca toplantıdaki tanrılar çok şaşırdılar... Özellikle savaş tanrısı Ares, savaşsız bir dünyada artık saltanatının biteceğini duyumsadı birden; iliklerine dek ürperdi...


ODİSSEUS'UN DÖNÜŞ YOLCULUĞU


On yıl süreyle Troya'da savaştıktan sonra kral Odisseus ülkesine dönerken mola verdiği bir adada, denizler tanrısı Poseydon'un denizlere bekçilik eden oğlu Tepegöz yamyam Polifemos'un (Polyphemos) zaten tek olan gözünü kör etti. Çünkü Polifemos onu çiğ çiğ yemeğe kalkmıştı! Babası tanrı Poseydon da haliyle Odisseus'a karşı tepeden tırnağa öfke kesildi. Bu yüzden onun gemilerini ve arkadaşlarını denizin dibine batırdı. Odisseus da birkaç tahta parçasından yaptığı uyduruk bir sal üstünde, baygın ve yaralı olarak tanrıça Kalipso'nun (Kalypso) adasına rastgele sığınabildi...

Ne var ki tanrıça Kalipso, adasına sığınan bu ölümlü Odisseus'a daha ilk günden sırılsıklam vuruluverdi!.. Bu yüzden tam yedi yıldır da onu bir türlü bırakmıyordu adasından. Odisseus da her gün tek başına sahile yakın kayalık bir tepeye tırmanıyor; denizin ta ötelerine baka baka, kavuşamadığı karısı, oğlu ve çok özlediği halkı için gözyaşı döküyordu hep...

Odisseus'u çok seven Atena'nın Tanrılar Toplantısı'ndaki ikinci kez sert çıkışı üzerine babası Baştanrı Zeus, Odisseus'u hemen özgür bırakması için haber tanrısı Hermes'le tanrıça Kalipso'ya bir haber gönderdi... Babası tanrı Atlas'ı dünyamızı sonsuza dek iki elleri üstünde taşıma cezasıyla cezalandırdığı için Zeus'a zaten diş bileyen tanrıça Kalipso, buyruğu alır almaz, ona karşı büsbütün kin ve öfke kesildi... Ağzına geleni söyledi. Ne var ki hiçbir tanrı ya da tanrıça, Baştanrı'ya açıktan isyan edemediği için, Kalipso da onun dayatmasına boyun eğmek zorunda kaldı. O yüzden sahile yakın kayalıklarda gözyaşı döken Odisseus'un yanına gitti hemen:

Haydi ağlayıp durma artık karşımda,

Ömrünü boşuna tüketme!

Seni göndereceğim ben kendi ellerimle...

Sağ salim varasın diye baba toprağına.

Yaygın gökte oturan tanrılar varmanı isterlerse tabii...

Odisseus tanrıça Kalipso'nun bu ani kararına çok şaşırdı. Yoksa şaka mı yapıyor diye baktı bir süre yüzüne. Tanrıça Kalipso ciddiydi... Ve deniz ötelerinde oturan karısına, oğluna ulaşabilmesi için tunç baltasıyla keseceği ağaçları yontup düzleyerek, dikine küpeşteli genişçe bir sal yapmasını öğütledi Odisseus'a.

Ekmek, su ve kırmızı şarap da veririm sana;

Açlık çekmeyesin yolculuğunda diye, bol bol veririm...

Ayrıca tertemiz rubalar giydiririm sırtına!

Odisseus bu kez daha da şaşırdı. Çünkü tanrıçanın yapmasını önerdiği o eften püften bir salla, o engin denizleri nasıl aşabilirdi? O saat tanrıların salacağı canavarlar bir solukta yutardı yaptığı salı! Yoksa Kalipso bir tuzak mı hazırlıyordu? Kurnaz ve becerikli Odisseus, içinden geçenleri, yedi yıldır yatağını bölüştüğü sevgilisi tanrıçaya açıkça söyledi. Tanrıça da;


"Seni gidi seni, hiç laf etmezsin boşuna!

Düşünür taşınır, dersin diyeceğini..." dedi gülerek.

Kalipso, cehennemin Stiks Irmağı üstüne ant içtikten sonra içinden hiçbir kötü şey geçemeyeceğini söyledi sevgilisi Odisseus'a. Nasıl bir gemi yapılması gerekiyorsa öyle yapmasını öğütledi. Sonra da mağarasına doğru üzgün üzgün yürümeye başladı... Arkasından da Odisseus... Mağaraya varınca Kalipso, az önce Baştanrı Zeus'un buyruğunu getiren haberci tanrı Hermes'i buyur ettiği özel sedire oturttu Odisseus'u. Yesin içsin diye bir sürü şey koydu önüne. Kendi kurduğu en eski kırmızı şaraptan getirtti yardımcılarına. Sonra da karşısına geçip oturdu. Uzun saçlı tanrıça Kalipso dönüş yolculuğu sırasında, engin ve hasat vermez denizde başından birçok serüvenler geçeceğini söyledi Odisseus'a.

Karın Penelopeya'yı ne kadar özlersen özle, 

Bilsen bundan sonra neler çekeceğini, 

Kalırdın benimle, bekçi olurdun bu eve... 

Üstelik ölümsüz yapardım seni de...

Odisseus, tanrıçaya hak verdiğini ve ona inandığını söyledi. Üstelik çok özlediği karısı Penelopeya'nın haliyle ne güzellikte, ne de boyda bosta bir tanrıçayla yarışamayacağını bildiğini; ne var ki gece gündüz aklının fikrinin de baba toprağında ve halkında olduğunu ekledi sözlerine. Bundan sonraki yolculuğunda da büyük yıkımlara uğrayabilirdi. Ama bunlardan yıldığı yoktu artık! Çünkü yıllardır çok acılar çektiğini, Troya savaşı sırasında, on yıl gece gündüz ölümün o soğuk soluğuyla nasıl yatıp kalktığını anlatmaya çalıştı... Aslında bu savaşa zorla getirildiğini, çünkü savaşları oldum olası sevmediğini de ekledi sözlerine. Bundan sonra da tek amacının, yirmi yıldır ayrı yaşadığı karısı ve artık delikanlı olmuş oğlu Telemahos'u bir an önce görebilmek olduğunu anlatmaya çalıştı. Sonra halkını da çok özlediğini, o anda başına geçen hangi zorbalarla cebelleşiyor olduğunu bilemediğini söyledi.

Bütün bunları konuşurlarken, bütün gece dinlenen güneş tanrısı Helyos'un atları, engin denizin ötelerindeki gökyüzünde günlük koşularına başlamak üzereydiler... Kalipso'yla sevgilisi Odisseus; birlikte geçirdikleri bu uzun gecenin sonunda, erken doğan gül parmaklı Şafak'ı görünce, ağır ağır giyinip kuşanmaya başladılar. Tanrıça Kalipso, kocaman gönüllü sevgilisi Odisseus'un denizlerde tek başına göğüslemek zorunda kalacağı serüvenleri istemeyerek düşününce gözleri yaşardı. Hiçbir şey yokmuş gibi gözyaşlarını saklayıp sapı zeytin ağacından yapılma keskin bir balta tutuşturdu eline. Bir de keser... Sonra onu evin çok ötelerindeki gür ormana götürdü: Kocaman kocaman ağaçlarla tıkabasa doluydu orası; kızılağaçlar, kavaklar, bulutlara değen çamlar... Tanrıça Kalipso, istediği gemiyi gönlünce yapması için sevgilisini bu ağaçlarla baş başa bırakıp mağarasına döndü. Odisseus da yirmi kadar çam ağacı devirdi hemen! Onları yonttu, düzeltti; bazılarını düzgün tahtalara, bazılarını direklere dönüştürdü. Arada tanrıça Kalipso delgi, silgeç gibi gerekli aygıtlar ve yiyecek içecekler de getiriyordu. Bu çalışmalar dört gün sürdü. Gene tanrıçanın getirdiği kalın ve yırtılmaz bezlerle Odisseus, çok güzel ve sağlam bir yelkenli oluşturdu dördüncü günün akşamına doğru. Sonra da bu yelkenliyi, sevgilisi tanrıça Kalipso ile birlikte denize indirdi...

Beşinci günün sabahında şafak tanrıçası Eos; denizleri ve karaları gene maviye, yeşile ve safran sarısına boyarken tanrıça Kalipso da sevgilisi Odisseus'u son kez bir güzel yıkadı; zeytin kokulu rubalar giydirdi... Bir tulum şarap ve koca bir tulum da su yerleştirdi yelkenlisine. Büyük meşin torbalara çeşit çeşit yiyecekler koydu. Ve tanrıça olarak gözyaşlarını göstermeden bu ölümlü sevgilisini yolcu etti canavarlarla kaynaşan uzak denizlere... Ardından da uğurlu ve tatlı bir rüzgâr saldı. Odisseus da buruk bir sevinçle ve tanrıçasının saldığı bu serin rüzgârların eşliğinde yelkenlerini sonuna dek açtı...

Artık sevgilisinin olmadığı bu adada yalnız başına yaşamak istemeyen ölümsüz tanrıça Kalipso, ölümsüzlüğün de başa bir dert olduğunu büyük bir hüzünle, iliklerine dek duyumsadı; ürperdi...


FAYAKLARIN KRALİÇESİ ARETE


Günümüzde Korfu denen adada yaşayan Fayakların iyilikte dillere destan Alkinoos adında bir kralları ve onun da Arete adında, güzel mi güzel bir eşi vardı.

Adı "erdem" anlamına gelen kraliçe Arete'yi halkı da çok seviyor, çok sayıyordu... İyilikte ve güzellikte bir benzeri daha olmayan Arete ile kocası kral Alkinoos'un hem evlilik yaşamları, hem de ülkeleri Korfu adasındaki halkın mutluluğu, binyıllar süresince sayısız sanat yapıtlarına esin kaynağı oldu... Çünkü Alkinoos'un dünya görüşü, sanata saygısı, insanlık anlayışı, özgürlük tutkusu ve yaşadığı coğrafyada tam bir köle olarak algılanan "kadın" kimliğine bakışı; değil ilkçağ uygarlıklarının, yeniçağların bile en gözde erdemleriydi... Haliyle Alkinoos, karısı kraliçe Arete'yi her zaman el üstünde tutuyordu.

Hiçbir kadın böyle sayılmadı yeryüzünde,

Hani erkeğinin buyruğunda, evinde yaşayan hiçbir kadın.

Hem kocası hem çocukları saydı onu yürekten

Halkı da bir tanrıça gibi baktı ona.

Tatlı sözlerle selam verirlerdi kente inince o,

Yatıştırırdı bütün kavgalarını erkeklerin.

Kadının "erdem" demek olduğunu hiç unutmayan kral Alkinoos; erkeğin başarısız olduğu yerlerde, kadının inceliği ve bazı özel yetenekleriyle daha başarılı olduğunu deneyimleriyle biliyordu. Bu yüzden de Fayakların sarayında; sevgi, dostluk ve saygınlığa dayalı söz üstünlüğü vardı kraliçe Arete'nin. Konuklarını ağırlamada, cömert sungularda hep onun sözü geçerdi. Yalnız kral Alkinoos değil, bütün Fayakların üst düzey yöneticileri, danışmanları kraliçelerinin görüşlerine her zaman öncelik tanırlardı. Zaten bu yüzden olacak, ülkenin insanları da hak ettikleri gibi barış ve bolluk içinde yaşıyordu. İşte bu mutlu ülkenin kralı Alkinoos'la kraliçe Arete'nin güzel mi güzel kızları Nausikaa; her zamanki gibi gene en sevdiği birkaç arkadaşı ve yardımcılarıyla birlikte, saraylarına yakın ırmakta hem yıkanıp serinlemeye, hem de çamaşırlarını yıkamaya gitti... Bir ara ırmağın kıyısındaki bir korulukta, çıplak ve yara bere içinde, mahzun bir yabancı gördü. Bu garip adam, on yıl süren Troya savaşı dönüşü sırasında gemisi batan ve bütün kürekçi arkadaşlarını yitirip bu adaya sığınmak zorunda kalan ünlü kral Odisseus'tu. Tabii onun hakkında hiçbir şey bilmeyen ve yardıma muhtaç durumundan çok etkilenen iyi yürekli prenses güzel Nausikaa, doğruca bu çıplak adamın yanına gitti. Odisseus az önce kopardığı bir zeytin dalıyla önünü örtmeye çalıştı hemen...

Birlikte çamaşır yıkamaya geldiği kız arkadaşlarının ve hizmetlilerin çalılıklara doğru kaçıştıklarını görünce de çok şaşırdı Nausikaa... "Kızlar, nerelere saklandınız öyle?" diye çıkışmaya başladı. "Böyle dalgalı denizde vurgun yemiş yara bere içindeki bir adamdan çıplak diye kaçılır mı? Bir düşman mı sandınız bu adamı yoksa? Hani Fayakların ülkesine savaş getirecek bir adam? Buraya savaş getirecek adam daha anasından doğmadı! Hiçbir zaman da doğmayacak! Biz burada, kavgasız dövüşsüz barış içinde yaşarız. Ürettiklerimizi de gerektiğinde dost bellediğimiz insanlarla aynı sofrada bölüşürüz. Bize sığınan herkese de hiç karşılıksız kollarımızı açarız!"

Bu sözleri duyunca kızlar, sindikleri çalılıklardan gerisingeri geldiler koşa koşa. Nausikaa onlardan birkaç parça çamaşır vermelerini istedi yabancıya. Sonra da;"Kuytu bir yere götürüp onu iyice yıkayın!" dedi. Bunun üzerine kızlar, Fayakların kralının giydiği birkaç parça kurumuş giysiyle yağ ibriğini aldılar ve Odisseus'u ırmağın kuytu bir yerine götürdüler. Ama Odisseus tek başına yıkanacağını söyleyip kızları yanından uzaklaştırdı...

Odisseus yer yer yosun tutmuş bedenini ırmağın duru sularında arındırırken, tanrıça Atena da güzellik veren sular döktü onun başından aşağı. Odisseus tanrıçanın sularıyla yıkanıp güzelleşince, altın ibrikteki zeytinyağıyla uzun uzun ovdu acılı, bereli bedenini. Azgın dalgalar döve döve, göğsünü, bacaklarını yer yer morartmıştı... Odisseus giyinip kuşandıktan sonra deniz kıyısına gidip oturdu... Onu yakından görünce yeniden şaşkına döndü Nausikaa! Hemen hizmetçilerinin yanına gitti. "Beni dinleyin, dostlarım," diye başladı. "Hani Olimposlu tanrıların izni olmasa bizim topraklarımıza gelemezdi bu adam. Demin yüzüne bakılmaz gibi geldiydi bana. Şimdiyse bir tanrıya benziyor! Hani diyorum içimden, bu adam bizimle burada kalsa. Kalsa da onunla evlensem... Haydi kızlar, çabuk yiyecek içecek bir şeyler verin ona!.."

Kızların getirip bol bol sundukları yiyeceklerle tıka basa doydu Odisseus... Hani yıllardır bir yemek yüzü bile görmemişti... Bu arada kızlar, el birliğiyle yıkayıp kuruttukları tertemiz çamaşırları katlayıp katlayıp arabaya yerleştirdiler... Nausikaa da deniz kıyısındaki Odisseus'un yanına gitti. "Hadi kalk yabancı!" diye söze başladı. "Seni babamın evine götüreyim. Akıldan, yürekten yana çok üstün biridir o. Fayakların da yöneticisidir. Ben önden arabayla giderken, sen kızlarla arkadan gelirsin..."

Saraya vardığında büyük bir konukseverlikle karşıladılar Odisseus'u. Hemen giydirip kuşattılar; sıcak bir dostlukla ağırlamaya başladılar. Kral Alkinoos, bu kaza kurbanı konuğuna şiirli-söyleşili bir yemek şöleni düzenletti ertesi akşam. Haliyle sarayın demirbaş kör ozanı Demodokos da, doğaçlama söylediği şiirleriyle şölenin baş yönlendiricisiydi. Bu ozan bir ara Troya savaşıyla ilgili olarak kendi üretimi uzun bir ezgiye başladı. Helena adlı güzeller güzeli bir kadının, sözde Troyalı bir prense olan aşkı yüzünden çıkan ve her iki halkın çiçeği burnunda nice gençlerinin kırılıp kırılıp gitmesine neden olan savaşı dillendiriyordu yanık yanık... Yunanlı Başkral Agamemnon, kaçırılan Helena'nın namusunu temizlemek için başlattığı bu savaşın sonunda Troyalı kadınları ve hazineleri alıp götürdüğü yetmiyormuş gibi, bütün kenti baştan sona ateşe verdirmişti... Savaşta sağ kalanların kimileri de ülkelerine dönerken hasat vermez denizlerde yaşamlarını yitirmişlerdi... Sazıyla hep bunları dillendiriyordu ozan Demedokos... Bu ezgilerden çok etkilenen Odisseus, bir ara kendini tutamayıp gizli gizli ağlamaya başladı... Bunu gören kral Alkinoos, konuğunun kulağına eğilip gözyaşlarının nedenini sordu. Odisseus da, zoraki katıldığı Troya savaşıyla ilgili bütün serüvenini yüksek sesle, bölük pörçük anlatmaya başladı... Bu savaş sırasında gördüğü ve yaşadığı acı şeylerden çok şey öğrendiğini de söyledi... En önemlisi, savaşların olduğu bir dünyada insanın insanlaşamayacağını artık çok iyi anladığından söz etti; "Akdeniz coğrafyasında sizin gibi barış ve bolluk içinde yaşayan mutlu insanlar görmekten çok mutluyum," dedi kral Alkinos'a.

On yedi yıldır yüzünü göremediği karısı ve çocuğuna doğru dönüş yolculuğu sırasında gemisinin batıp bu adaya sürüklenip gelmesinin kendisi için artık büyük bir kazanım olduğunu ekledi sözlerine. "Çünkü kızınız güzel prenses Nausikaa'nın beni buraya alıp getirmesinden daha büyük bir mutluluk olabilir mi? Sizlerin beni bu şekilde ağırlamanız karşısında da çok duygulandım. Demodokos'un güzelim şiirleri de beni çok etkiledi..." Daha başka şeylerden de söz etti Odisseus. Bütün bunları dinleyen kral Alkinoos da konuğunun içtenlikle anlattığı uzun serüvenlerinden hem çok etkilendi, hem de bir düş kırıklığına uğramanın üzüntüsünü yaşadı... Çünkü çok beğendiği bu beklenmedik konuğu Odisseus'un, az öncesine kadar damadı olmasını bile geçirmişti içinden!.. Üstelik kızı Nausikaa'nın kaçamak bakışlarından, ona büyük bir tutkuyla vurulduğunu da sezinlemişti...

Artık Odisseus'un evli olduğunu öğrenen ve buna yalnızca üzülmekle yetinen güzel Nausikaa, kral Alkinoos ve kraliçe Arete; konuklarının ülkesine sağ salim dönebilmesi için büyük bir gemi hazırlatıp donattılar. İçlerini en değerli armağanlarla tıka basa doldurdular...

Birkaç gün sonra halkın da katılımıyla onu yolcu ettiler. Ama Odisseus'a diş bileyen tanrı Poseydon, seyir halindeki bu gemiyi denizin ortasında taşlaştırdı! Bunu öğrenen kral Alkinoos da tanrı Poseydon'un öfkesini yatıştırmak ve konuğunun dönüş yolunu açmak için, tanrının istediği yirmi boğayı kurban etti...


ODİSSEUS, SİRENLER'İ DİNLERKEN


Sirenler, güzeller güzeli üç genç kızdılar. Onlar Napoli kıyılarında ya da Akdeniz'in sayısız adalarından birinde yaşarlardı gönüllerince... Bu kızlar bir araya geldiğinde biri flüt çalar, öteki ona liriyle eşlik eder ve üçüncüsü de, duyanları büyüleyen o yanık ezgilerine başlardı. Ve bu ezgiler, Akdeniz göklerinin derinliklerine doğru yana yakıla tırmanır giderdi. Sonra da enginleri köpük köpük dalgalandırıp şahlandıran azgın fırtınaları susturmak için, tırmandığı mavi göklerden bir tavuskuşu gibi süzülüp denizin yüzeyine, bol tüylü kanatlarıyla yayılıverirdi...

İşte o zaman bu ezginin dışında ne varsa her şey suspus olurdu. Ve bütün canlılar gibi denizlerde seyreden serüvenci yolcular da, bu gizemli ezgilere bütün varlıklarıyla kilitleniverirlerdi...

Ne var ki Sirenlerin bu insanı alıp götüren büyülü ezgilerini duymak, denizciler için bir yıkım olurdu. Çünkü bu kızların yanık ve büyülü ezgileri, Ege ve Akdeniz'de seyretmekte olan bir gemi kaptanının ve de kürekçilerinin kulaklarına ulaştığında artık onları kimseler tutamaz olurdu. Bilinçlerini ve istençlerini yitirirler, yalnızca bu ses ve musikinin insanı çekip götüren sarmallarına dolanır giderlerdi.

Artık bu aşamadan sonra kaptanla birlikte bütün kürekçiler ve onların yönlendirdiği gemi, doğruca Sirenlerin bulunduğu limana doğru pupa yelken gider, oradaki kayalıklara çakılırdı! Ve kayalara çakılıp parçalanan bu gemiden sağ salim çıkanları da Sirenler, lir ve flüt ezgileriyle yaşadıkları adaya buyur ederlerdi. Sonra da gemiciler, onların dillendirdikleri bu ezgileri dinleye dinleye kendilerinden geçer giderler ve bir daha ilk hallerine dönmezlerdi...

Odisseya destanında Homeros, kadın gövdeli ama kuş kanatlı güzel kızlar olarak betimliyordu bu Sirenleri. Ortaçağda da sanatçılar, kanatsız ama kadın gövdeli ve balık kuyruklu denizkızları olarak canlandırıyorlardı onları...

Tanrıça Kirke; Troya savaşı sonrası ülkesine dönüş yolculuğuna başlayacak kral Odisseus'u uğurlarken, yolculuğu sırasında Sirenlerin büyüleyici ve öldürücü ezgileri konusunda uyarıda bulunmuştu:


Sirenlerle karşılaşacaksın sen en önce,

onlar büyüler yakınlarına gelen bütün insanları,

kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse onları yandı!

Sirenler çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler onu...

Bu yüzden tanrıça Kirke; Odisseus'un gemisini çeken kürekçilerin kulaklarını balmumuyla iyice tıkamalarını öğütledi:

Tatlı balmumuyla tıka ki, Sirenlerin ezgilerini dinlemesinler, İstersen dinle sen, ama bağlasınlar ayakta seni. Hızlı geminin içinde halatlarla bağlasınlar, Kollarından, bacaklarından orta direğe, ondan sonra dinle Sirenleri doya doya...

Odisseus, katıldığı Troya savaşları sonrası gemileriyle ülkesine dönerken, Sirenlerin yaşadığı limana yaklaşınca, tanrıça Kirke'nin öğütlerini anımsadı hemen... Ne var ki bu ünlü Sirenlerin ezgilerini de doya doya dinlemek istiyordu. Çünkü Odisseus, dünyanın gizemlerini hem aklıyla, hem duygularıyla görerek dokunarak duyarak öğrenmek istiyordu. Bu yüzden ilkin kürekçilerinin kulaklarını balmumuyla kapattırdı. Sonra da kendi kollarını ve bacaklarını kalın urganlarla geminin ortadireğine bağlattı. Artık Sirenlerin o büyüleyici ve karşı konulamazcasına kendine çeken ezgisini dinleyebilmenin heyecanı ve coşkulu beklentisi içine girdi. Ve gerçekten de bir süre sonra o büyüleyici ezgiyi duymaya başlar başlamaz, kendini sıkı sıkıya bağlayan urganlardan boşanıp sesin geldiği yöne doğru bütün gücüyle koşup gitmek istedi... Ve bu sese doğru koşma isteğinin o anlatılamaz yakıcılığıyla boğuşup çırpınmaya başladı... Ne var ki kulakları balmumuyla tıkalı olduğu için kürekçiler hiçbir şeyin ayırdında değildiler; yalnızca önceden belirlenmiş bir menzile doğru durmadan kürek çekiyorlardı!.. Bir süre sonra Sirenlerin ezgileri bittiğinde kendini çok rahatlamış buldu Odisseus. Çünkü duymayı çok arzu ettiği o öldürücü ezgiyi; sonuna dek dinlemeyi başarabilmiş tek insandı!..

Bu güzeller güzeli üç Sirenler, genellikle çok ürkünç yaratıklarmış gibi betimleniyordu antikçağda. Oysa bu kızlar birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlardı. Tanrıça Demeter'in kızı güzel Persefone (Persephone) örneğin, onların çok yakın arkadaşıydı. Üstelik Persefone'ye içtenlikle bağlıydılar. Hatta bu bağlılığı kanıtlayan çok önemli bir serüven de yaşamıştı tanrıça Persefone. Ve bu olay haliyle hiç unutulmadı; ne tanrıların ne de insanların dünyasında...

Sirenlerle birlikte bir çayırlıkta eğlendikleri bir gün, yeraltındaki Ölüler Ülkesi'nin sevimsiz tanrısı Hades yeryüzüne çıkıp, Persefone'yi kaptığı gibi kayıplara karıştı! Bunun üzerine Sirenler, yitik arkadaşlarının bulunabileceği yere anında ulaşabilmek için kendilerine kanat taktılar ve onu her yerde aramaya başladılar. Ne var ki kızı kaçıran tanrı Hades, onu yeraltındaki Ölüler Ülkesi'ne götürüp oradaki sarayına kapatmıştı çoktan! Birkaç nar tanesi de yedirdiğinden tanrıça Persefone, artık o karanlık ülkeden ayrılmak istemiyordu... Tanrıça Demeter bir süre sonra kızının kaçırılış serüvenini, her şeyi gören güneş tanrısı Helyos'tan öğrenmişti. Gene de tanrıça Demeter, kızına iyi göz kulak olmadıkları gerekçesiyle, ama haksız yere Sirenleri cezalandırdı. Bu yetmiyormuş gibi, sırf kıskançlık yüzünden, ozanların esinperisi ve tanrıların şarkıcıları olan güzel Musa'ların da hışmına uğradılar!..

Çağlar boyunca birçok ozan ve sanatçı, Sirenler denen bu denizperilerinin güzelliği ve öldüren ezgileri üzerine sayısız kitaplar yazdı; heykeltıraşlar ve ressamlar onları heykellerinde ve resimlerinde canlandırmaya çalıştı. Çok daha sonraki yüzyıllarda "siren" sözcüğü, "acı bir çığlık" anlamına dönüştü... Ne var ki bu üç güzel kızın ezgilerinde bir çığlık gibi dillendirdikleri şeyi, tam olarak kimseler çözemedi...

Aslında onlar, yaşıyor olmanın o dile gelmez mutluluğunu başkalarına aktarmak istiyorlardı yalnızca. O yüzden de bu güzel Sirenler, dünyamızda yaşadıkları acı tatlı serüvenleri çığlık gibi coşkulu ezgilere dönüştürüyorlardı hep. Ve yalnız âşıklar ya da denizlerin ve de kıtaların gizemlerini çözmeye çalışan serüvenciler, bu gizemli ezgileri duyar duymaz büyüleniyorlar; gemilerini pupa yelken onların yanına doğru yönlendiriyorlardı...

Sirenlerin ezgilerinde dillendirdikleri sevincin coşkusuna kapılan bu serüvenciler, bir daha onların yanından ayrılamıyorlardı...


TROYALI AYNEYAS'IN ROMA YOLCULUĞU


"Latin ozan Vergilius; birçok tarihçiye ve sanatçıya konu ve esin kaynağı olan Aeneis adlı destanını bitiremedi. Bu destan, Troya yakılıp yıkıldıktan sonra, Troyalı Ayneyas'ın yeni bir krallık kurmak üzere giriştiği İtalya yolculuğunu anlatıyordu. Böylece Vergilius, Roma İmparatorluğu'nun geçmişini Troya'ya dayandırmakla, Batı uygarlığının, Akdeniz uygarlıklarından kaynaklandığını çok belirgin olarak ortaya koymuş oluyordu..."

Troya kralı Priyamos, Ayneyas'ın amcası olurdu, çoban Anhises (Ankhises) de babası... Ayneyas'ın çocukluğu, kral Priyamos'un ünlü oğulları Hektor ve güzel Helena'yı Yunanistan'dan kaçırıp getiren Paris'le birlikte geçti...

Ayneyas'ın babası Anhises, eskilerin İda Dağı dedikleri Edremit yakınlarındaki binbir pınarlı Kazdağları'nda çobanlık ediyordu. Sürülerini otlatırken sık sık kavalını çalar, ezgiler söylerdi. Bunları duyan o güzelim ormanların geyikleri, ayıları, hatta bu dağların doruklarına konuşlanıp Troya'daki savaşları çıkarlarınca yönlendiren tanrılar bile ona kulak kesilirlerdi...

Kazdağları'nın eteklerinde koyunlarını, sığırlarını otlatırken onun kavalıyla yaktığı bu ezgileri dinleyen güzellik tanrıçası Afrodit de onu büyük bir tutkuyla sevmeye başladı. Bir tanrıçanın ölümlü birini sevip onunla aşk yaşaması sık görülen bir şey değildi. O yüzden çoban Anhises'e olan tutkusunun başına vurduğu bir gün tanrıça Afrodit, bütün kadınsı hünerlerini kullandı onunla birlikte olabilmek için... Tanrılar Ülkesi Olimpos'tan inip Kıbrıs'taki tapınağına gitti apar topar. Orada letafet tanrıçaları Harites'ler (Kharites'ler), onu bir çoban kızı gibi bir güzel giydirip kuşattılar... Artık bir bayram günündeymiş gibi süslenip püslenen aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit, doğruca çoban sevgilisi Anhises'in yaşadığı Kazdağları'na gitti. Onu çok iyi tanıyan ve seven kurtlar, ayılar, geyikler de hemen bir çeşit "hoş geldin alayı" oluşturdular; hemen ardına takıldılar! Afrodit çok sevdiği binbir pınarlı Kazdağları'ndaki bütün bu canlıların üstüne aşk kıvılcımları saçtı... Onlar da hemcinsleriyle eşleşmek üzere hemen dağılıp ağaçlar arasında gözden kayboldular...

Sonra da Afrodit, bütün alımlılığıyla salına salına çoban Anhises'in eğreti kulübesine girdi. Buncasına güzel bir kızı aniden karşısında gören Anhises de çok şaşırdı. Gözlerini ovalaya ovalaya kendine geldikten sonra, böylesi bir güzelliğin ancak tanrıçalarda olabileceğini söyledi konuğuna. Köylü bir genç kız kılığındaki tanrıça Afrodit de onun bu sözlerini yalanlamaya çalıştı: "Ben sıradan bir kızım," dedi. "Troyaca dilini bilmemin nedeni, sütannemin Troyalı olması yüzünden... Bir gün genç kızlar korosunda şarkı söylerken tanrı Hermes beni büyüleyip bu dağa bıraktı ve bu dağda Anhises adlı bir çobanla evlenmemi istedi. Eğer o sensen, beni karın olarak al; sana güzel çocuklar doğurayım!.."

Bu sözlerden sonra Anhises'le birlikte geçirdikleri gecenin sabahında Afrodit, sevgilisine; "Ben tanrıça Afrodit'im," diye gerçeği açıklamaya başladı. "Ama korkma; benden doğacak erkek çocuğun bakımını beş yaşına dek Kazdağları'ndaki perikızları üstlenecek. Ve o çocuk ileride büyük bir halkın, Romalıların atası olacak! Ama sakın bu birlikteliğimizi başkalarına söyleme! Yoksa tanrıça Hera hem çocuğumuzun, hem de senin başına binbir kötülük yağdırır!.."

Bir süre sonra Anhises, şaraplı bir sohbet sofrasında dostlarıyla yarenlik ederken dilini tutamadı; tanrıça Afrodit'le Kazdağları'ndaki çoban kulübesinde güzel bir gece geçirdiğini ağzından kaçırıverdi!.. Bu açıklamayı anında duyan Afrodit de küplere bindi öfkesinden: Hıncını almak için onu anında hem kör etti, hem topal!

Bununla birlikte Afrodit; bu ölümlü çobandan doğurduğu oğlu Ayneyas'ı her zaman, özellikle Troya savaşları sırasında hep esirgeyip korudu... Bir keresinde Ayneyas, Yunanistanlı yağmacı orduların en ünlü savaşçılarıyla çarpışırken çok ağır yaralandı. Bunun üzerine Afrodit, tanrı Apollon'un yardımıyla onu apar topar savaş meydanından uzaklaştırdı! Hatta bu çatışma sırasında yaralanan kendi elinden bile tanrısal kanlar aktı!.. Apollon ve diğer tanrılar Ayneyas'ın bir an önce iyileşmesi için elbirliği ettiler. Çünkü onun ölmemesi gerekiyordu... Tanrı Poseydon da zaten cümle aleme açıkladı bunu:

Yazgısı kurtulmaktır Ayneyas'ın.

Tohum ekmeden, iz bırakmadan ölmeyecek o!

Güçlü Ayneyas kral olacak Romalılara,

Kral olacak çocuklarının çocukları!..

On yıl süresince Yunanistan'dan gelen yağmacı ve işgalci ordulara geçit vermeyen Troya surları; içi asker dolu hileli Tahta At'ın bir tanrı armağanı olduğu gerekçesiyle kente alınmasıyla düştü... İşte Troya yağmalanıp yakıldığı bu sıralarda tanrılar; babasını da yanına alıp İtalya'ya doğru yelken açması ve orada yakılıp yıkılan Troya'nın eşi olacak yeni bir krallık kurmasını buyurdular Ayneyas'a. Bu yüzden Ayneyas, daha yeni yeni ellenip ayaklanan oğlunun elinden tuttuğu ve babası kör ve sakat Anhises'i de sırtına aldığı gibi, doğruca Kazdağları'na sığındı. Tanrıça Atena'nın bir zamanlar gökyüzünden Troya'ya düşen Palladyon adlı tahtadan heykelini de yanına almayı unutmadı! Yunanistanlı kral Odisseus'un savaş sonrası ülkesine dönüşü sırasında gemisiyle izlediği aynı yolu izleyip Sicilya'ya yaklaştı.

Tam sahile çıkacakken babası sakat Anhises yorgunluktan öldü... Bu arada kopan korkunç bir fırtına, gemisiyle birlikte onu Kartaca kıyılarına sürükleyip götürdü! Kartaca kraliçesi güzel Alissa da, kumsalda baygın yatarken gördüğü bu yabancıyı büyük bir konukseverlikle konağına alıp götürdü... Yaralarını iyileştirdi. Giydirdi kuşattı. Ayneyas da Troya'da olup bitenleri, bu yolculuk sırasında başından geçenleri bir bir anlattı güzel Alissa'ya...


GÜZEL ALİSSA'NIN AŞKI


Kendisine Didon da denen güzeller güzeli prenses Alissa, Güney Akdeniz bölgesindeki Fenike kralının kızıydı... Kral ölünce sarayın etkin kişileri; Alissa'nın erkek kardeşi prens Pigmalyon'u (Pygmalion), yaşının küçük olmasına karşın gene de kral olarak başa geçirdiler ve amcası Siserbas'ı da kral yardımcısı olarak atadılar... Bu arada Alissa'yı amcası Siserbas'la evlendirdiler. Böylesi bir düzenlemeyle krallığın işleri epeyce bir zaman şöyle böyle, kör topal yürüdü. Ne var ki yaşı biraz büyüyünce kral Pigmalyon, bir yerlerden ve kız kardeşi Alissa'nın bazı konuşmalarından, amcası Siserbas'ın gizli hazineleri olduğunu öğrendi. Bu yüzden de bir tuzak kurdurup kral yardımcısı amcasını öldürttü!.. Pigmalyon tam hazinelere el koymak üzereyken Siserbas'ın karısı Alissa da, kendisini seven etkin kişilerin yardımıyla öldürülen kocasının hazinelerini torbalara doldurdu. Ayrıca dıştan bakıldığında altın torbalarına benzeyen kum torbaları da hazırlatıp bir gemiye doldurdu...

Kendisine yardımcı olanlarla birlikte denize açıldı. Bir süre sonra Alissa, kardeşi kral Pigmalyon'u yanıltmak için, altın torbalarına benzeyen kum torbalarını birer birer denize ataraktan yol almaya başladı. Böylece hazineleri denize attığı süsünü vererek kardeşinin kendisini izlemesine engel oldu!..


Uzun bir deniz yolculuğundan sonra Alissa ve adamları, Kuzey Afrika kıyılarındaki bir limandan karaya çıktılar. Oranın yerli halkı; bir gemi dolusu bu göçmen sığınmacıları, Akdenizlilerin genlerine sinmiş bir konukseverlikle karşıladı. Ne var ki yeni göçmenler, konuk oldukları ülkeden sürekli yerleşim için biraz toprak isteyince, gene Akdenizlilerin konuklarına hayır diyememe alışkanlığından kaynaklanan bir duyguyla ve şaka kabilinden, bir öküz derisi sundular göçmenlere... Sonra da bu derinin kaplayabileceği genişlikte, diledikleri yerden bir toprak parçası seçebileceklerini ve orayı sürekli oturum için kullanabileceklerini söylediler!..

Kurnaz Alissa da bu postu ince ince kıydırıp kıl kalınlığından kırk kat daha ince ipliklere dönüştürdü! Sonra da onları ucu ucuna ekledi ve bu uzun şeridin çevrelediği topraklarda bir kent kurdurdu...

Bir ara Alisa yardımcılarıyla birlikte Kıbrıs'a gitti ve oradan ülkesindeki erkeklere eş olacak güzel kadınlarla döndü. Kısa bir zaman içinde Kartaca Krallığı adını alacak olan bu ülke, daha sonraları Roma İmparatorluğu'nun baş düşmanı kesilecekti...

Troya'dan kaçan Ayneyas'ın seyir halindeki gemisini, azgın bir fırtına işte bu yeni kurulan Kartaca'ya sürükleyip getirdi. Henüz kentleşme çalışmalarını sürdüren ülkenin kraliçesi Alissa da, deniz kazasına uğrayan Ayneyas ve yoldaşlarını gerçekten de büyük bir konukseverlikle karşıladı. Günlerce ağırladı. Ama bu geçen günler içinde de yakışıklı Ayneyas'a yavaş yavaş gönlü kaymaya başladı... Ne var ki zaten kraliçe Alissa'nın güzelliğini ve bir ülke oluşturup yönetmedeki becerilerini kıskanan tanrıça Afrodit; onun yakışıklı ve güzel oğlu Ayneyas'a olan duygularını büyük bir fırsat olarak değerlendirdi... Ayneyas'a daha da deli divane vurulması için sürekli aşk kıvılcımları saldı güzel Alissa'nın yüreğine! Alissa da, kraliçeliğini ve töreleri hiçe sayarak bu yabancı delikanlıya bütün benliğiyle, varıyla yoğuyla bağlandı. Artık iki âşık birlikte gezip tozmaya, gecelerini de birlikte geçirmeye; zaman zaman da ava çıkmaya başladılar... Bu av günlerinin birinde, gözlerden ırak bir mağarada seviştiler. Afrodit'in buyruğuyla dedikodu tanrıçası Fama, bir kraliçenin sıradan biriyle yaşadığı bu aşk öyküsünü bütün dünya ülkelerinin krallarına, halklarına duyurdu. Afrodit'in amacı Alissa'nın başarılarını, becerilerini böylesi dedikodularla gölgelemekti. Ne var ki kraliçenin bu dedikodulara hiç kulak astığı da yoktu; üstelik Ayneyas'a olan tutkusu gitgide daha da yalazlanıyordu. Hızını alamayan tanrıça Afrodit bu kez Olimposlu tanrı ve tanrıçaları uyardı. Çünkü onlar Ayneyas'ı, yıkılan ve yakılan Troya'nın yerine, İtalya'da yeni bir krallık kurmakla görevlendirmişlerdi... O yüzden tanrılar Ayneyas'a; amacının ve misyonunun Kartaca'da Alissa'yla aşk yaşamak değil, bir an önce bu yabancı ülkeden ayrılıp İtalya'ya gitmek ve orada Roma krallığının çekirdeğini oluşturmak olduğunu sert bir dille anımsattılar. O da haliyle tanrıların dayatmalarına boyun eğmek zorunda kaldı. O yüzden sevgilisi Alissa'dan ve ülkesi Kartaca'dan gizlice kaçmanın yollarını aramaya başladı. Zaten bir yandan da komşu ülkelerin kralları, bir yabancıya karşı duyduğu ve birlikte yaşadığı aşk yüzünden Alissa'yı acımasızca kınıyor ve onu bu aşktan caydırmak için çeşitli yöntemlerle sürekli sıkıştırıyorlardı...

Alissa da, sevgilisi Ayneyas'ın ülkesinden gizlice kaçma niyetinde olduğunu sezmekte fazla gecikmedi! Onunla uzun uzun bu konuyu konuştu. Tanrılara ve krallara meydan okuyaraktan giriştiği bütün çabalarına karşın sevgilisi Ayneyas'ı ülkesinde tutamayacağını anladı. Ne var ki onun ayrılığına da dayanamayacağını duyumsadı bütün benliğiyle...

Uykusuz kaldığı bir gecenin sabahında Alissa, büyük bir odun yığını hazırlattı limanda. Sonra da sevgilisiyle paylaştığı ve bu sözde yasak aşkını anıştıran nesi var nesi yoksa; giysilerini, takılarını, ortak yataklarını bu büyük odun yığınıyla harmanlattı. Ayneyas da bütün isteksizliğine karşın bir sonraki geceyarısı, yanındaki kürekçi yoldaşlarıyla birlikte yeni bir ülke kurmak üzere, İtalya'ya doğru yelkenlerini açtı.

Limanda sevgilisinin deniz ötelerine çekip gidişini bir süre gözyaşlarıyla izledi Alissa.


Karanlık denizde yitirdiği sevgilisine belki de son kez bir kılavuz feneri olabilmek için, kendini hançerlemeden önce verdiği buyruk üzerine adamları, kraliçe Alissa'nın ölüsü ve anılarıyla harmanlanacak o büyük odun yığınını ateşe verdiler...



AYNEYAS ÖLÜLER ÜLKESİ'NDE


Gerçekten de tanrıların dayatması yüzünden sevgilisi güzel Alissa'dan ayrılıp İtalya'ya doğru yelkenlerini açan Ayneyas; Troya'dan ayrılırken Troyalı bilici prens Helenos'un öğütlerini hiç unutmadı: "İtalya'ya varınca Sibilla denen kadını bul," demişti ona. "Çok akıllı bir kadındır. O sana yol yordam gösterir." O yüzden Ayneyas, İtalya'ya ayak basar basmaz bilici kadın Sibilla'yı buldu hemen. O da; "Geleceğini öğrenebilmen için yeraltındaki Ölüler Ülkesi Hades'e inmelisin. Orada ölen baban Anhises'le konuşmalısın. Hem hasret giderirsin, hem de bundan böyle ne yapman gerektiği konusunda ondan bilgi edinirsin," dedi... Bu sözlerin ardından; "İstersen ben de seninle birlikte yeraltı dünyasına inebilirim," diye konuşmasını sürdürdü... Ne var ki yeraltındaki Ölüler Ülkesi'ne inebilmek için altın bir dal bulması gerekiyordu Ayneyas'ın. Neyse ki yanına aldığı bir arkadaşıyla fazla yorulmadan gerekli altın ağacı buldu ve ondan küçük bir dal koparıp doğruca Sibilla'nın yanına döndü...

Daha önceleri Herakles, Orfeus, Psike ve Odisseus gibi sayılı birkaç kahraman, Hades denen Ölüler Ülkesi'ne canlı olarak inip ve gene canlı olarak dünyaya dönmeyi başarabilmişlerdi. Bu kez de Ayneyas, Sibilla'nın kılavuzluğuyla oraya indi, iner inmez de eli ayağı birbirine dolaşmaya başladı!.. Bu yeni ülkede, korkular ve karanlıklar içinde Sibilla'yla birlikte epeyce yol aldıktan sonra Aheron nehriyle Stiks (Styks) Irmağı'nın birleştiği yere geldiler...

Buradan karşıya, Hades denen Ölüler Ülkesi'ne geçmek için Haron (Charon) adlı bir bekçinin kayığına binmek gerekiyordu. O yüzden bu dönüşü olmayan ülkeye göç eden dünyalılar, bir an önce sandalı alıp karşıya geçirmesi için Haron'a yalvar yakar oluyorlardı! Ama kayıkçı Haron da öyle her yalvaranı kayığına almıyordu! Kayığına almadıkları da yeryüzünde geleneklere uygun olarak gömülmemiş olanlardı... Örneğin gözleri içine altın para konmamış olanlar onun sandalına hemen binemiyordu; tam yüz yıl Haron'a yalvarıp yakarmaları, daha bir sürü çile çekmeleri gerekiyordu!

Ayneyas'la ona yoldaşlık eden Sibilla da tam sandala atlayacakları sırada sandalcı Haron, onları durdurdu hemen: "Ben yalnızca ölüleri karşıya geçiririm!" diye diklendi. Bunun üzerine Sibilla elindeki altın dalı gösterdi Haron'a. Haron da artık sesini çıkarmadı; sandalına aldı ikisini de. Ölüler Ülkesi'nin kapısında nöbet tutan üç başlı Kerberos ya da Cerbère (Serber) denen azılı köpeğin yanına geldiklerinde Sibilla, hemen yiyecek bir şeyler verdi ona. Sonra da usul usul sırtını okşadı. Canavar köpek, artık Ayneyas'a ve Sibilla'ya kuyruğunu sallaya sallaya içeri buyur etti. Onlar da kapıdan girip yeraltı Ölüler Dünyası'nın geniş meydanlarında özgürce yürümeye başladılar... Sonra "Yas Tarlaları"na ulaştılar. Yeryüzünde yaşadıkları umarsız aşklar yüzünden canlarına kıymış bahtsız sevdalılar oturuyordu orada. Ayneyas da orada, kendisine âşık olan ama ayrılmak zorunda kaldığı için odun yığınları üstünde kendini yakan sevgilisi kraliçe Alissa ile karşılaştı. Ayneyas doğruca onun yanına gidip; "Zeus'un buyruğuyla seni terk etmek zorunda kaldım! Beni bağışla, sevgilim!" diye yalvardı uzun uzun... Kraliçe güzel Alissa da, yoğun bir bulut heykeli olarak öylece baktı yüzüne; hiçbir yanıt vermedi...

Zıpkın yemişçesine sapsarı bir acı saplandı Ayneyas'ın yüreğine...

Ayneyas'ı babası Anhises'le buluşturmak için kılavuzluk eden tanrı sözcüsü Sibilla; "Bu yolun sonunda başyargıç Radamantis (Rhadamanthis) oturur. Yeryüzünde suç işlemiş olanları yargılar. Sağdaki yol da, dünyada hiç kötülük etmemiş kişilerin yaşadığı Şan Elize (Champs Elisée) kırlarına götürecek bizi. İşte baban Anhises de orada oturur!.." dedi.

Biraz daha yürüdükten sonra birbirleriyle buluşan Anhises'le oğlu Ayneyas, uzun uzun kucaklaştılar. Sonra Anhises oğluna Unutuluş Irmağı'nın sularından içirdi. "İleride çok büyük bir kent kuracaksın oğlum!" dedi ona. "Bu kent zamanla büyük bir ülke olacak. Roma İmparatorluğu'nun kurucusu olacaksın böylece..." Anhises, ileride neler yapması gerektiği konusunda da öğütler verdi oğluna. Artık ayrılma zamanı gelince de; "Üzülme, oğlum!" dedi. "Şimdi ayrılacağız, ama daha sonra, dünyada iyilik etmiş insanların oturduğu bu meydanda gene buluşacağız!"

Ayneyas fazla beklemeden Sibilla ile yeniden yeryüzüne çıktı. Ertesi gün de gemideki yoldaşlarıyla birlikte, yanan Troya'nın yerine, Roma İmparatorluğu'nun çekirdeğini oluşturacak yeni bir kent kurmak üzere, İtalya'ya doğru yelkenlerini açtı...



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak