17 Haziran 2023 Cumartesi
İSLAM TARİHİ-6
EMEVİLER DÖNEMİ (661-750)
YEZİD BİN MUAVİYE
Muaviye'nin vefatından sonra (680) yerine daha önceden veliaht olarak ilan ettiği oğlu Yezid geçti. Bu durum Suriye hariç İslam aleminin her tarafında hoşnutsuzlukla karşılandı. Bu hoşnutsuzluk özellikle Hz. Hüseyin ve Abdullah bin Zübeyr (r.a.) çevresinde ortaya çıkan bir muhalefet hareketine dönüştü.
Yezid'in halifeliği İslami açıdan tam bir yozlaşma dönemi olmuştur. Yönetim anlayışlarındaki baskıcı eğilimler Emevi ailesinin ahlaki yapısına da sirayet etmiş ve halife unvanlı Emevi kralları dini bakımdan pek çok sınırı zorlamaktan kaçınmamışlardır. Halife Yezid bu bakımdan bir zirveyi temsil etmektedir. Belazuri'nin kaydına göre, şarap içmeyi, şarkılarla eğlenmeyi, avcılık yapmayı, şarkıcı cariyeler ve köleler edinmeyi, maymun ve horozlarla eğlence tertip etmeyi ilk başlatan Yezid olmuştur. Hayatını fısk ve fücur içerisinde sürdürmekteyken bu tavır ve davranışları kardeşi Mesleme bin Muaviye tarafından bile eleştirilmiştir.
İdarecilerin sefahat ve dünyevi kaygılarla halkın mallarına göz dikmeleri, haksızlıkları, zorbalıkları, müslüman halktan bile cizye alacak kadar sapmaya uğramaları normal bir durum olarak kabul görmekteydi. Oysa Hz. Ömer döneminde adil bir vergilendirme düzeni kurulmuş, bazı durumlarda hıristiyanlardan bile vergi alınmamıştır. Ebu Yusuf, el-Harac adlı kitabında Hz. Ömer ile ilgili şöyle bir olay nakleder:
"Hz. Ömer bir evin önünden geçerken yaşlı, gözleri görmez, dilenen bir adamcağız görür. İhtiyarın koluna girerek:
-Sen hangi ehl-i kitaptansın?» diye sorar. Adam yahudi olduğunu söyleyince, Hz. Ömer:
-Peki, niçin böyle dileniyorsun?» diye üsteler. Bunun üzerine yaşlı adam:
-Benden cizye isteniyor. Yaşımı ve ihtiyaç içinde olduğumu görüyorsun.» şeklinde cevap verir. Hz. Ömer, adamı elinden tutarak kendi evine götürür ve bir şeyler verdikten sonra hazine görevlisine:
-Bu ve benzerlerine dikkat et!» der. «Vallahi eğer bunun gibilerden gençliğinde faydalanıp ihtiyarlayınca onları perişan edersek adaletli davranmış olmayız. Şüphesiz ki zekat fakir ve miskinlere verilir. Fakirler müslümanlardan olur. Bu gibiler ise miskinlerden, yani ehl-i kitaptandırlar.» diye ekler. Böylece hem o ihtiyardan, hem de benzerlerinden cizye kaldırılmış olur:'
Halife Yezid, şahsi malı gibi kullandığı devlet hazinesinden yüklü ulufeler ile toplumun ileri gelenlerinin çoğunu kendine bağlamış, yönetimine karşı gelenleri ise en acımasız yöntemlerle sindirmiştir.
KERBELA FACİASI (680)
Hz. Hüseyin Yezid'in halifeliğini kabul etmemiş, bu konudaki tehdit ve baskılara da boyun eğmemişti. Hz. Ali taraftarı kabul edilen Kufe halkından 150 kişi kendisine mektup yazarak bağlılıklarını bildirmiş, iktidara karşı harekete geçmesi halinde Emevi valisi Nu'man bin Bişr'i kentlerinden sürüp çıkaracaklarına dair kendisine söz vermişlerdi. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, amcasının oğlu Müslim bin Akil'i Kufe'ye yolladı. O sırada Yezid de beceriksiz bulduğu Kufe valisini görevden alarak onun yerine Basra valisi Ubeydullah bin Ziyad'ı atamıştı. Vali Ubeydullah Kufe'ye gelir gelmez Yezid adına biat almaya ve muhaliflere gözdağı vermeye başladı. Nitekim Kerbela faciasının biraz öncesinde, Hz. Hüseyin'in Kufe'ye gelmekte olduğunu haber vermekle görevli Kays bin Misher, aynı zamanda Ziyad bin Ebih'in de oğlu olan Kufe valisi Ubeydullah tarafından yakalatıldı. Ubeydullah bin Ziyad, Kays'ı huzurunda azarladıktan sonra onu:
"-Şu sarayın üzerine çık ve yalancı oğlu yalancı Hüseyin bin Ali'ye hakaret et!" diye tazyik etti. Sarayın üzerine çıkan Kays, Allah'a hamd ve sena ettikten sonra halka:
-İşte bu, Allah'ın kullarının hayırlısı Hüseyin bin Ali, Rasulullah'ın kızı Fatıma'nın oğlu! Ben onun elçisiyim. Onun geleceğini size haber veriyorum. Ona tabi olun!" dedi. Sonra da Ubeydullah'a ve babasına lanet etti, Hz. Ali için de istiğfarda bulundu. Bunun üzerine Ubeydullah bin Ziyad onun oradan aşağı atılmasını emretmiş, Kays bin Mihser sarayın üzerinden aşağı atılarak öldürülmüştür.
Tarihçi Mesudi de babası Ziyad'ın Kufe'de insanları sarayının önünde toplayıp Hz. Ali'ye lanet etmeye zorladığını, itiraz edenleri ise kılıçla tehdit ettiğini belirtmektedir. Ayrıca muhalefeti kırmak için açıkça rüşvet dağıttığı da nakledilenler arasındadır.
Taberi, Kufe'den gelen Mücemma bin Abdullah el-Amirinin Hz. Hüseyine şehrin ileri gelen eşrafının çok rüşvet aldığı, kasalarını doldurdukları ve karşı tarafa geçtikleri yönünde bilgi verdiğini kaydetmektedir.
Hz. Hüseyin Mekkeden Kufe'ye doğru bu şartlar altında yola çıkmıştır. Hz. Hüseyin'i yolundan çevirmek için başta Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Abbas Kufelilere güvenmemesi yönünde ona görüş bildirmişler, Kufe halkının dönekliğini hatırlattıkları halde onu yolundan döndürememişlerdir.
Hz. Hüseyin, çoluk-çocuğu, hısım ve akrabasıyla kafile halinde Kufe yolunu tuttu. Yolda ünlü şair Ferazdak'a rastladı. Ferazdak Hz. Hüseyine;
"Halkın yüreği seninledir ama kılıçları Ümeyyeoğullarıyla birliktedir. Kaza gökten iner ve Allah dilediği gibi yapar." dedi. Hz. Hüseyin acı kaderine doğru akarken biraz daha ilerleyince Kufe'ye gönderdiği elçisinin öldürüldüğünü ve kendisine bağlı olanların dağıldığını haber aldı. Bunun üzerine yanındakilerden isteyenlerin geri dönebileceklerini söyledi. Böylece sonradan katılan bir kısım taraftarı daha kendisinden ayrılmış oldu.
Kufe valisi Ubeydullah bin Ziyad, Yezidden aldığı talimatla Kerbelaya kadar yaklaşan Hz. Hüseyin'in üzerine Ömer bin Sad'ı görevlendirmek istedi. Ômer'in Hz. Hüseyin'in üzerine gitmek istememesi üzerine Genel Vali Ubeydullah:
"Dediğimi yapmazsan Rey valiliğine atanman emrini geri ver!" diyerek onu bu alçak ve şeni işe azmettirdi. Ömer bin Sa'd geceleyin derin düşüncelere daldı, vicdanının sesi ile dünyevi ikbal arasında bir süre tereddüt ettikten sonra tercihini ikincisinden yana yaptı. Oysa bütün yakınları, Hz. Hüseyin'in üzerine gitmesi ve bu yüzkarası işi gerçekleştirmesi halinde ahiretini tümden kaybedeceği yönünde kendisini uyarmışlardı.
Nihayet Ömer'in 5 bin kişilik ordusu Fırat Nehri kıyısında mevzilenerek Hz. Hüseyin'i bir avuç taraftarıyla sıkıştırdı. Hz. Hüseyin ve kafilesinin su almalarına bile müsaade edilmedi. Sırf bu amaçla; 500 atlı, su yollarını denetim altına almıştı. Çok geçmeden katliam başladı. Ehlibeytten oluşan kafile, başta Hz. Hüseyin olmak üzere çoluk-çocuk 72 kişiydi.
Gerek Hz. Hüseyin'in ve yanındakilerin Kerbelada susuz bırakılarak feci bir şekilde öldürülmeleri, gerekse Peygamber soyu hakkındaki akıl almaz söz ve davranışları bütün müslümanları Emevi iktidarına karşı derin bir nefrete sevk etmiştir. Bu menfur olayın ardından Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Baştan beri Emevi saltanatının merkezi olan Suriye hariç, Hicaz'da ve diğer İslam beldelerinde Emeviler aleyhine şiddetli rüzgarlar esmeye başladı. Kerbeladaki trajik olay İslam dünyasındaki ayrılıkları daha da keskinleştirmiş ve Şii-Sünni ayrımını iyice kökleştirmiştir. Yüreklerde derin yaralar oluşturan bu talihsiz cinayette Hz. Hüseyin'i 18 bin biatle (bağlılık bildirerek) Kufe'ye davet eden Iraklı ikiyüzlü topluluğun da önemli bir payı olmuştur. Nitekim Iraklı birinin ibn-i Ômer'e ihramlı birinin sinek öldürmesi hakkındaki düşüncesini sorduğunda Hz. Ömer'in oğlu ona:
"Şu Irak halkına bakın! Hz. Peygamber' in kızının oğlunu öldürdüler, bana sinek öldürmenin hükmünü soruyorlar. Halbuki Rasulullah: «Bu ikisi [Hasan ve Hüseyin] Benim dünyada iki reyhanımdır.» buyurmuştur" diyerek karşılık vermiştir. Hz. Hüseyin'in Emevi hanedanının baskıcı ve kibirli iktidarına karşı cesurca meydan okuması, onu tarih boyunca haksızlıklara, zulme karşı başkaldırının bir sembolü haline getirmiştir.
Hz. Hüseyin, dedesinin tebliğ ettiği risaletin gerektirdiği ahlaki sorumluluğu temel kalkış noktası yaparak zulme karşı gelmiş, güç hesabı yapmadan, sonucu ne olursa olsun hakkın üstün gelmesi konusunda canını ve cananını feda ederek sonraki nesillere mümtaz bir örneklik bırakmıştır. "Zalimlerle birlikte yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim:' diyerek bütün insanlığa nasıl dik durulacağını öğretmiş, mü'minlerin izzet ve şerefinin başarıdan daha önemli olduğunu bizzat hayatını vererek göstermiştir.
MEDİNE ve MEKKE'DE YEZİD'E MUHALEFETİN BASTIRILMASI
HARRE SAVAŞI
Kerbela Faciası başta Mekke ve Medine olmak üzere bütün İslam dünyasında Emevilere karşı itimat buhranı oluşturmuş ve bu yönetimin meşruiyetini tartışılır hale getirmişti.
Özellikle Peygamber kenti Medine'de Yezid'e ve onun şahsında Emevi yönetimine karşı giderek derin bir nefret dalgası oluştu. İçinde Medine'nin ileri gelenlerinin de bulunduğu geniş bir kitle, Yezid'e ve onun otoritesine karşı çıkarak ayaklandı. Ayaklanmanın büyümesi üzerine Yezid, Nu'man bin Beşir'i halkı ikna etmesi için Medine'ye gönderdi. Fakat Nu'man'ın çabaları sonuçsuz kaldı. Bu arada isyancılar Medine'de bulunan Emevileri Mervan'ın evinde kuşatma altına alarak isyanın siyasi boyutunu ileri bir noktaya taşıdılar. Bu gelişme üzerine Yezid, Müslim bin Ukbe'yi 12 bin kişilik bir orduyla Medine üzerine gönderdi. İtaat altına girmeyen Medine ileri gelenleri birer birer öldürüldüler. Halkın mal ve canına karşı acımasız ve hunharca bir tutum izlendi. Savunmasız birçok masum insan öldürüldü, şehir üç gün süreyle yağma edildi. Sonuçta halk, Yezide zorla biat etmeye davet edilerek itaat altına alındı. (683 Ağustos)
MEKKE KUŞATMASI
Yezid iktidarı, tarihe zorbalığın hakim olduğu karanlık bir dönem olarak geçti. Yezid iktidarının cinayetler zincirinin önemli bir halkası da Mekke'ye yapılan saldırı ve bu saldırıda Beytullah'ın mancınıklarla dövülmesi hadisesidir. Yezid, Emevi iktidarının zulümlerinden dolayı sarsılan devlet otoritesini tekrar sağlamak amacıyla Mekke'ye Husayn bin Numeyr'i göndermişti. Mekkeliler ise Yezide karşı Abdullah bin Zübeyr'in etrafında kenetlenmişlerdi. Müslümanların en kutsi mekanı olan Kabe bu saldırıda büyük tahribata uğradı. Ancak Yezid'in ölüm haberinin Mekke'ye ulaşması üzerine bu vahşi saldırı da sona erdi. Nitekim Husayn bin Numeyr kuşatmayı kaldırarak ordusuyla birlikte Şam'a geri döndü. Bazı kaynaklarda kuşatmayı gerçekleştiren komutanın Abdullah bin Zübeyr ile uzlaşma yolu aradığı, hatta onu Şam'a çağırarak kendisine halifelik teklif ettiği, Zübeyr'in ise bu teklifi reddettiği rivayet edilmektedir.
Şüphesiz, başta Kerbela Faciası olmak üzere Medine ve Mekkede meydana gelen bu olaylar da Emevilere karşı nefretin giderek artmasına hatta halk tarafından lanetlenmesine yol açmıştı.
YEZİD'İN ÖLÜMÜ
680-683 yılları arasında akıl almaz cinayetlerin yaşandığı bir dönemde halifelik yapan Yezid, Şam'da ani bir şekilde öldü. Yezid; zulüm, haksızlık ve Peygamber hatırasına saygısızlık konularında İslam tarihine kara bir leke olarak geçti. Ancak yönetiminin tüm ehliyetsizliğine, müslüman ileri gelenleri cebir ve tehditle sindirmesine, acımasızca gerçekleştirdiği siyasi katliamlarına rağmen henüz bu büyük fitnenin ulaşmadığı sınırlarda İslamiyet'in yayılışı tüm ihtişam ve sürati ile devam etmekteydi.
Nitekim bu dönemde Kuzey Afrika'da fetihler devam etmiş, Ukbe bin Nafi adlı komutan İslam devletinin faaliyet alanını Atlas Okyanusu'nun sahillerine kadar genişletmeyi başarmıştır. Ukbe'nin okyanus sahilinde dile getirdiği;
"Allah'ım, eğer şu deniz önüme çıkmasaydı Sen'in rızan için devam eder, geri dönmezdim!" sözleri, müslümanların fütuhatta ne kadar kararlı olduğunu gösteren bir belge olarak tarih kitaplarına geçmiştir.
SİYASİ İSTİKRARIN YENİDEN TESİSİ ve ABDÜLMELİK BİN MERVAN DÖNEMİ
Welhausen'in de ifade ettiği gibi, Yezid'in ölümüyle beraber Emevi iktidarı tüm İslam coğrafyasında çökme eğilimine girmiştir. Kendisinden sonra oğlu Il. Muaviye halife olduysa da, onun hilafeti ancak üç ay sürmüştür. Kaynaklar Il. Muaviye'nin babasından farklı olarak oldukça dürüst bir kişiliğe sahip olduğunda birleşmektedir. Ancak babasının dönemindeki eşi-menendi olmayan cinayet ve haksızlıklar, o iş başına geldiğinde hala İslam toplumunun hafızasında tazeliğini korumaya devam etmekteydi.
Hz. Hüseyin'in şehadetinin ardından Emevilere olan muhalefet Mekke ve Hicaz bölgesinde büyük itibarı olan Abdullah bin Zübeyr'in etrafında toparlanmıştı. Abdullah, Yezid'in ölümünden sonra halifeliğini ilan etmiş ve halktan açıktan açığa biat almaya başlamıştı. Hicaz bölgesi ona itaat ettiği gibi, Mısır ve Yemen de bağlılıklarını bildirmişti. Emevilerin karargahı olarak bilinen Suriye'deki bazı kabileler bile tavırlarını Abdullah bin Zübeyr'den yana koymuşlardı. Emeviler otoritelerini Irak ve Horasan'da da kaybetmişlerdi. Tam bir siyasi kriz yaşanmaktaydı.
Yaklaşık altı ay süren bu karmaşa ve karışıklıklardan sonra halifelik görevi Mervan bin Hakeme verildi. Onun yönetime gelmesiyle beraber kriz ortamından çıkıldı, düzen ve istikrar yeniden sağlandı. Mervan'ın hilafetiyle beraber iktidar, hanedanın içinde el değiştirmiş ve Emevilerin Mervaniler kolu iş başına gelmiş oldu.
Mervan, öncelikle Suriye'deki karışıklıkları ortadan kaldırdı. Peşinden, Haccac ve babası sayesinde Mısır'ı Emeviler adına yeniden itaat altına almayı başardı. Medine ve Irak üzerine ordular gönderdi. Ancak Medine'ye gönderilen Emevi ordusu Abdullah bin Zübeyr'in kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı. Irak üzerine gönderilen birlikler ise Mervan'ın ölüm haberi üzerine daha yolda iken geri döndüler. Mervan'ın 685 yılında ölmesi üzerine, oğlu ve Emevilerin en güçlü hükümdarı olan Abdülmelik'in iktidar dönemi başladı. Abdülmelik ilk iş olarak Ubeydullah bin Ziyad komutasında bir ordu hazırlayarak Irak üzerine gönderdi. Bu ordu yolda Hz. Hüseyin'in Kerbelada şehid olmasından kendilerini sorumlu tutan ve bu sebeple Emevilerden intikam almak üzere yola çıkmış olan “Tevvabun” adlı toplulukla karşılaştı. Şam ordusu, kendilerine direnen fakat ciddi bir askeri hazırlıkları olmayan bu müttaki insanları hunharca kılıçtan geçirdi.
Emevilere yönelen nefret seli bu defa Muhtar Ebu Ubeyd es-Sakafı ile Kufe'de ortaya çıktı. Ehlibeyt sevgisini istismar ederek Şiilerin desteğini alan bu hareket, kısa sürede Kufe'yi ele geçirdi. Bu gelişme, Irak'ta etkili olmaya çalışan diğer muhalif Abdullah bin Zübeyr'in de harekete geçmesine yol açtı. Nitekim Abdullah Irak'ta gittikçe güçlenen Muhtar tehlikesini bertaraf etmek üzere Kardeşi Mus'ab'ı Basra valiliğine atadı. Mus'ab, ordusuyla Küfe üzerine yürüyerek Muhtar'a bağlı kuvvetleri dağıtmayı başardı. Muhtar'ı da yakalayarak idam ettirdi. Bu gelişmeleri Şam'da büyük bir memnuniyetle izleyen Abdülmelik, rakiplerinin yıpranarak güç kaybetmesini kolluyor, saldırı için de uygun bir zamanı bekliyordu. Nitekim bir süre sonra «Harici» saldırılarıyla güç kaybeden Mus'ab'ın üzerine yürüdü. Onu mağlup ederek Küfe ve Basra'ya girdi. Ardından bu bölgelerde Emevi hakimiyetini yeniden tesis etti. Ancak Hariciler potansiyel bir güç olarak varlık ve faaliyetlerini daha uzun bir müddet korumaya devam ettiler.
HACCAC BİN YUSUF'UN VALİLİĞE GETİRİLMESİ
Emevilere sadakatinden dolayı kendisine «Küleyb (Köpek Yavrusu)» lakabı verilen, uygulamalarındaki acımasız tavırlarından dolayı da «Zalim» sıfatıyla anılan Haccac, devlet hizmetine Mervan döneminde girmişti. Ancak yıldızı Halife Abdülmelik döneminde parlamış ve devletin siyasi istikrarının sağlanmasında çok önemli bir rol üstlenmiştir. Hicaz'daki Abdullah bin Zübeyr hakimiyetini yıkmakta gösterdiği şiddet, kendisine İslam tarihinde çok kötü bir ün kazandırmıştır. Pervasız bir saldırganlıkla Mekke'yi kuşatma altına almış, hac mevsiminde Kabe'yi mancınıklarla taşa tutturmuş, Abdullah'ın kahramanca direncini kırarak onu şehid etmiştir. Bununla da kalmamış, başını kestirerek Mekkelilere gözdağı vermek amacıyla halka teşhir etmiştir.
Abdullah bin Zübeyr'in saf dışı bırakılıp Mekke ve Medine'nin itaat altına alınmasıyla hakimiyet mücadelesi Emevilerin galibiyetiyle sonuçlanmış oldu. Haccac bu kritik başarısının ardından Hicaz dışında Irak valiliği ile de görevlendirildi. Onun bir türlü tam itaat altına alınamayan bu bölgede nasıl bir yönetim tarzı uygulayacağı, Kufe camiinde yaptığı şu tarihi hutbesiyle ortaya çıktı:
"Benim durumumu, şöhretimi hepiniz bilirsiniz. Ben; dünyanın sıcağını, soğuğunu görmüş bir kişiyim. Ben; kötülüğü sahibine yüklerim, kişileri yaptıklarına göre sorguya çeker, kat kat cezalandırırım. Karşımda; kesim ve devşirme zamanı gelmiş olgun başlar görüyorum, kanlara bulanacak sarık ve sakallara bakıyorum.
Ey Irak halkı! Siz, elde ettiğiniz nimetlerin değerini bilmeyip nankörlük ettiniz. Halife oklarını yaydı, birer birer yokladı, en sağlamı, en güçlüsü olarak beni buldu, buraya vali yaptı, sizin boğazınıza attı. Çünkü bozguncu, bölücü, nifak ve şikak ehlisiniz. Çoktandır azdınız, azgınlığı adet ettiniz. Sözüme inanın, doğru yolda yürüyün! Size aşağılanma tadını tattırırım, derinizi yüzerim, sizi odun gibi keserim, ben dediğimi yaparım! Ben, cemiyet ve toplu davranışlar istemem! Herkes, kendi işiyle-gücüyle uğraşsın! Çirkeflikten, dedikodudan vazgeçin, doğru yoldan ayrılırsanız vallahi boynunuzu vururum, karılarınızı dul, çocuklarınızı öksüz bırakırım! Mühelleb'in yanından kaçıp geldiğinizi öğrendim, üç güne dek onun yanına dönmeyenlerin boyunlarını vuracağım, evlerini yağma edeceğim:
Kufe halkını bu şekilde tehdit ettikten sonra Basra'ya gitti. Orada da böyle bir nutuk attı. Basra'da ve Kufe'de küçük bahanelerle buraların ileri gelenlerini öldürterek halka gözdağı verdi. Hariciler üzerine üst üste kuvvetler göndererek onları askeri baskı altına aldırdı, yakaladıklarını tereddüt etmeden öldürdü. Ancak Hariciler inanılmaz bir direniş gösterdiler. Haccac amansız bir takiple Irak dışına kaçarak oralarda hakimiyet oluşturmaya çalışan grupları Midyat, Nusaybin, Rey gibi şehirlerde veya bulduğu her yerde tenkil etmekten geri durmadı. Haccac'ın bu zulmü, Emevi iktidarını gayrimeşru görerek iktidarın ehlibeyte iadesini isteyen ulemaya da ulaştı.
Nitekim Basra'nın en önemli ilim adamlarından İmam Şahi bin Şurahbil, yoğun baskı ve işkencelerden sonra inzivaya çekilmek şartıyla canını zor kurtarabildi. Tabiin döneminin ünlü fakihlerinden Said bin Cübeyr ise Haccac'ın zulmünden korunmak amacıyla Mekkede derviş hayatını seçtiği halde yine de yakalanarak idam edilmekten kurtulamadı.
Abdülmelik döneminin en önemli gelişmelerinden biri de büyük çaplı fetihlerin yeniden başlatılmasıdır. Bu amaçla Kuzey Afrika, Anadolu ve Hindistan istikametinde yeni fetih hareketlerine girişildi. İslam orduları batıda Atlas Okyanusu'na kadar olan bölgelerdeki üstünlüğünü pekiştirerek tam bir hakimiyete dönüştürdü. Öte yandan Anadolu içlerine yönelen fetih ve gaza hareketleri aynı dönemde tüm hız ve ihtişamıyla devam ettirildi. Ayrıca Ermenistan'ın İslam hakimiyetine alınması da bu dönemde gerçekleştirildi.
Abdülmelik, Arapçayı resmi dil olarak kabul etti. Oysa devletin kayıtları Suriye'de Rumca, İran'da ise Farsça tutulmaktaydı. Halife Abdülmelik, bu teşebbüsüyle devlete Arap karakteri kazandırmış oldu.
Abdülmelik dönemini önemli kılan bir diğer gelişme de gerçekleştirdiği para reformudur. İlk İslam sikkesi bastırılarak İslam dünyasının para konusunda Bizans'a bağlı olmaktan kurtarılması sağlandı.
İTİDALE DOĞRU...
VELİD BİN ABDÜLMELİK DÖNEMİ
Abdülmelik'in vefatının ardından hilafet makamına oğlu Velid geçmiştir. Velid bin Abdülmelik'in dönemi, Emevi ve İslam tarihinin fetihler açısından en parlak dönemlerinden biri olmuştur. Bu dönemde Emeviler kaybolan itibarlarını dine ve dindarlara saygı göstererek tekrar kazanma politikası izlemişlerdir. Bu doğrultuda olmak üzere, başta Şam'daki ihtişamlı Emevi Camii olmak üzere ilk büyük camiler bu dönemde inşa edilmiştir.
Doğuda yavaşlayan fetihler Velid döneminde Kuteybe bin Müslim eliyle yeni bir ivme kazanmıştır. Velid'in bu fetihlerdeki payı çok büyük olmuştur. Henüz İslamiyet'ten habersiz ve siyasi birlikten mahrum olarak yaşayan Türk boylarını itaat altına almayı başarmış, Semerkant, Buhara, Şaş, Hocend ve Fergana'yı Emevi hakimiyetine sokarak Maveraünnehir'in gerçek fatihi olmuştur. Kuteybe'nin bu fetihlerde uyguladığı siyasi ve askeri tarz büyük eleştirilere uğramış, en büyük destekçisi Haccac bin Yusuf gibi acımasız ve gaddar bulunmuştur. Bazı tarihçiler bu zorba komutanın döneminde Türk-Arap münasebetlerinin gerginliğine işaret ederek Türklerin zorla müslümanlaştırıldığı iddiasını ileri sürmüşlerdir. Oysa Kuteybe'nin İslamlaştırma gibi dini bir hedefinin olmadığı bilinmektedir. Onu bölgeye komutan olarak atayıp her açıdan destekleyen Haccac'ın Kabe'yi mancınıkla tahrip edecek kadar fütursuz hareket eden bir anlayışa sahip olduğu, Mekke ve Medine'nin ileri gelen müslümanlarını acımasızca öldürdüğü bilinmektedir. Bu anlayışa sahip siyasi kadronun faal bir üyesi olan Kuteybe'nin de Maveraünnehirde Türklerin İslamiyet'e geçmelerini zorlayıcı bir siyasi hedefi benimsemiş olması mümkün görünmemektedir. Nitekim Türklerin müslümanlaşma süreci daha sonraki dönemlere rastlamaktadır. Halife Hişam döneminde (724-743) tebliğ ve davet için Ebu Seyda isminde bir zat Maveraünnehire gönderilmiş, bu zatın çalışmaları sonucu birçok kişi İslamiyet'i kabul etmiştir. Zaten Haccac'ın 714'teki ölümünden sonra onun tarzını Maveraünnehir ve Toharistan'da uygulamaya sokan Kuteybe de görevinde daha fazla kalamamış ve öldürülmüştür. Talas Savaşı'ndan sonra Arap-Türk yakınlaşmasında yeni bir döneme girilmiş, bu dönemde Türkler gönüllü olarak İslamiyet'e girmeye başlamışlardır.
Velid dönemindeki önemli gelişmelerden biri de İslamiyet'in müslüman tüccarlar eliyle Hindistanda yayılmaya başlamış olmasıdır.
İSPANYA'NIN FETHİ (711)
Dünya askerlik tarihinin en parlak zaferlerinden biri de İspanyanın 711 yılında müslümanlar tarafından fethedilmesidir. İspanya fatihi Tarık bin Ziyad, Emeviler'in Afrika kuvvetleri komutanı Musa bin Nusayr'ın alt komutanlarından biridir. Musa bin Nusayr, Kuzey Batı Afrika'daki bütün toprakları fethettikten sonra Tarık bin Ziyad'ı keşif için İspanyaya gönderdi. Tarık, İspanya topraklarına ayak bastıktan sonra askerlerini büyük fethe şu sözlerle hazırlamıştı:
"Ey yeryüzünün, mağribin yiğitleri! Ey müslüman yiğitler! Nereye giderseniz ve gaflete kapılarak hangi yere kaçmak isterseniz, önünüz düşman, arkanız derya-denizdir. Yapmanız gereken, Allah'ın va'dettiği yardım umuduyla, sağlam karakterinize dayanarak ayaklarınızı bu cenk meydanında sabit tutmanızdır. Ve ey süvariler! Benim hareketimi taklit eyleyiniz!"
Bu meşhur hitabesinden sonra atını düşmana doğru sürmüş, sağ ve soluna rast gelenleri cehenneme göndererek düşmanın sancağının olduğu yere kadar gitmiştir.
Vizigot Kralı Rodrik ile yaptığı Kadiks Savaşı'nı kazanan Tarık, Vizigot başkentine yönelerek Toledo'yu (Tuleytula) ele geçirmiş, Vizigotlar'ın hakimiyetine son vermiştir.
Musa bin Nusayr ve Tarık bin Ziyad Pirene Dağları'na kadar bütün İber Yarımadası'nı fethettiler. Bu muazzam İslam ilerleyişi ancak Fransa önlerindeki Puvatya Savaşı'yla durdurulabildi. 732 yılında gerçekleşen Puvatya mağlubiyetiyle birlikte Pirene Dağları her iki toplum ve medeniyet arasında tabii sınır oldu. Fetihten sonra müslümanlar İspanya'ya «Endülüs» ismini verdiler. Yaklaşık 800 yıl süren İslam hakimiyeti döneminde müslümanlar başta İspanya olmak üzere batı Avrupa'da kalıcı kültür izleri bıraktılar.
BEŞİNCİ HALİFE ÖMER BİN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ (717-720)
Velid'in ölümünden sonra hilafete oğlu Süleyman bin Melik (715-717) getirildi. Eğlenceye ve zevk u safaya yatkınlığı ile bilinen bu emir döneminde İstanbul birkaç kez müslüman kuvvetlerce kuşatıldı. Başarısızlıkla sonuçlanan bu kuşatmalar Arapların İstanbul'u fethetme konusundaki son teşebbüsleri oldu. Kendi yetersizliğinin farkında olan Süleyman, Şam'da oturan bir alimin tesiri ile halifeliği dindar ve dosdoğru bir kişi olan amcasının oğlu Ömer bin Ahdülazize bıraktı.
Raşid Halifeler'in beşincisi kabul edilen Ömer bin Abdülaziz, damarlarında zevk ve gıda değil, iman ve takva kanı dolaşan bir kişi olarak tanınır. Öldüğünde terekesinden sadece on dört dinar çıkan Ömer bin Abdülaziz, takva ile akl-ı selimi kaynaştıran kişiliğiyle adeta Emeviler döneminin halka dönük biricik yüzü olmuştur. Uygulamalarıyla daima anne tarafından akrabası olan Hz. Ömer döneminin adaletli devlet yönetimini hatırlatmıştır. Daha valiliği sırasında ortaya koyduğu takvaya dayalı yönetim anlayışını iki buçuk yıl devam eden halifeliğinde de sürdürmüştür. Keyfi ve zalim uygulamalarda bulunan diğer valilerin aksine, Medine valiliği sırasında on kişiden oluşan bir danışma meclisi kurmuş ve önemli kararları ancak bu danışma meclisinde görüşüp karara bağladıktan sonra uygulamaya koymuştur.
Baştan itibaren Emevi yönetimi fethedilen topraklardaki halka ikinci sınıf insan muamelesi yapmış, hatta müslüman olmalarına rağmen onlardan da haraç alma yönüne gitmiştir. İslam ilkelerine aykırı olan bu uygulama ancak Ömer bin Abdülaziz'in girişimiyle sona erdirilmiştir. O, hangi ırktan olursa olsun, bütün müslümanların eşit hukuka sahip oldukları ilkesinden hareket ederek Arap olmayan müslümanlardan haraç alınamayacağını karara bağlamıştır.
Ömer bin Abdülaziz, müslüman ve gayrimüslim vatandaşların haklarına çok dikkat ederek hakkı ve adaleti yeniden üstün ilkeler haline getirdi. Ehlibeyte dil uzatanların iğrenç hakaret ve sözlerine mani oldu. Bilhassa camilerde Hz. Ali'ye yapılan ta'n ve sövgü şeklindeki din ve ahlakla bağdaşmayan hutbe uygulamasını kaldırarak bütün toplum kesimlerinin sevgi ve güvenini kazandı. Kendinden önceki Emevi halifelerinin aksine, idari görevlere mutedil ve dindar kimseleri tayin etmeye özen gösterdi.
Ömer bin Abdülaziz, dini ve siyasi tarzını oturttuğu temel ilkelerini şu sözleriyle açıklamıştır:
"Ey insanlar! Peygamberinizden başka bir peygamber gelmeyecek, O'na indirilen kitaptan başka bir kitap da indirilmeyecektir. Allah'ın Peygamberi'nin diliyle helal kıldığı şey kıyamete kadar helaldir; Peygamber'in diliyle haram kıldığı şey de kıyamete kadar haramdır. Allah'ın Rasulü'nün ve O'nun halifelerinin yaptıklarını örnek almak, onların kitabına sarılmaktır; dinini güçlendirmek demektir. Hiç kimse onların yaptıklarını değiştiremez, başkalaştıramaz. Onları örnek alan doğruyu bulur, onlara yönelen muzaffer olur; onları terk edip de mü'minlerin gittiği yoldan ayrı bir yöne sapanları Allah bir başka yöne yönlendirir ki ne kötü sondur:
Ömer bin Abdülaziz İslamiyet'i barışçı yöntemlerle yaymaya önem vermiş, en büyük ideal olarak insanların topluca İslam'a dönüşünü sağlamayı benimsemişti. Nitekim onun devri bu alanda en başarılı dönemlerden biri oldu. Bu dönemde insanların hayat tarzı ve kalitesi belirgin şekilde yükseldi. Mesela; Kufe'deki valisi Zeyd bin Abdurrahman'a gönderdiği bir emirnamede: "Ordunun ihtiyaçlarını verdikten sonra bir miktar paranın arttığını bildiriyorsun. Onunla borçlu olanların borçlarını haksızlık yapmadan öde veya parası olmadığı için evlenemeyenleri evlendir demiştir.
Mısırdaki kilise arazileri onun döneminde belli vergilerden muaf tutulmuştur. Hz. Ömer'in yaptığı gibi, Ömer bin Abdülaziz de Emeviler'in büyük mülk sahibi olmalarını yasaklamış ve haksız mallarını beytülmale iade ettirmiştir.
Sade ve tertemiz bir hayatı şiar edinen Halife II. Ömer, pek çok kaynakta yer alan rivayetlere göre kırk yaşında iken menfaatleri zedelenenlerce zehirlenerek şehid edilmiştir.
EMEViLER HANEDANI'NIN ÇÖKÜŞÜ
II. Ömer'den sonra halifelik makamına gelenler, bu büyük ıslahatçı halifenin tüm adil uygulamalarından vazgeçerek kısa sürede eskiye döndüler. Müslim-gayrimüslim tüm halk yeniden baskı altına alındı. Başta halifeler olmak üzere yöneticiler yeniden zevk u safaya daldılar. Yazlık ve kışlık saraylarda şarkıcı kadınlarla eğlenceler tertip edilmeye, şairlerle aşk ve şarap üzerine işret geceleri düzenlenmeye başlandı.
Özensiz bir yönetim, sorumsuz bir iktidar anlayışını şiar edinen Emeviler artık hızla yıkılışa doğru sürükleniyordu. Başta Irak olmak üzere doğu vilayetleri isyanlarla çalkalanmaya başlamıştı. Referanslarını Hz. Ali'den ve ehlibeytten alan isyanlar giderek yayılma eğilimine girmiş, son güçlü hükümdar Hişam döneminde isyan dalgasına Kuzey Afrika'daki Berberiler de katılmıştı.
Emevi ailesi içerisindeki bitmeyen iktidar mücadeleleri merkezin gücünü zayıflatırken, Hz. Ali ve evlatlarının uğradığı mağduriyetleri kendi muhalefetlerinin meşruiyetine ustaca alet etmeyi başaran Abbasilerin organize muhalefeti gittikçe güçleniyordu. Horasanda Ebu Müslim Abbasilerin komutanı sıfatıyla muhalefetin isyan lideri olarak doğudan batıya doğru emin adımlarla yürümeye devam ediyordu. Son Emevi halifesi Mervan bin Muhammed, Horasan isyanı'nın önüne geçmek için giriştiği savaşı kaybederek Harran ve Şam üzerinden Mısır'a kaçmayı denedi. Ancak Busir kentindeki son direnişi de kırılarak öldürüldü. Böylece Suriye ve Şam'da Abbasilere direnecek hiçbir güç kalmamış oldu.
Emevi iktidarının 750 yılındaki trajik akıbeti; kısa süreli Ömer bin Abdülaziz dönemi hariç, genelde ehliyetsiz ve zalim bir yönetim anlayışına sahip olmalarının neticesiydi. Baskı, korku ve şiddete açık bu yönetim anlayışı, aliminden sıradan insanına kadar herkesi etkilemiştir.
Hz. Peygamber'in ev halkına inanılmaz ve anlaşılmaz düşmanlıkları, Haricilerin muhalefetinin kırılamayışı, Emevi ailesi içindeki iktidar çekişmeleri, Arap olmayan müslümanlara karşı kötü ve yer yer ırkçılığa varan tutumlar, fetihlerin durması, Emevi Devleti'nin yıkılışındaki başlıca amillerdir.
ENDÜLÜS EMEVİLERİ
756 yılına kadar Şam ve Bağdat merkezli büyük İslam Devleti'ne bağlı olarak yönetilen Endülüs, Emevi ailesine mensup 1. Abdurrahman tarafından ana devletten ayrılarak yeni bir devlete dönüştürüldü.
Avrupada kurulan bu ilk İslam devleti, tarihe «Endülüs Emevi Devleti» olarak geçti.
Kuzeyde Frenklerle ve küçük hıristiyan devletleriyle mücadele eden Endülüs Emevi Devleti'nin en parlak dönemi Ill. Abdurrahman dönemidir. Bu dönemde ülkenin her yanında medreseler açıldı. Bu medreselerde müslüman öğrenciler yanında, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelen öğrenciler de eğitim görüyordu.
Böylece Avrupalılar hem İslam kültürünü hem de eski Yunan ve Helenistik medeniyet eserlerini tanıma fırsatı bularak Rönesans yolunda köklü bir etkileşim içine girmişlerdir.
Müslümanlar İspanyayı fethettiklerinde yerli halk tam bir cehalet içerisindeydi. İslam kaynaklarında bu konu ile ilgili enteresan bilgiler kayıtlıdır. Mesela müslümanların fetih yıllarında hıristiyan İspanyalılardan ilk tanıdıkları düşman olan Galicia halkı için, şöyle denilmektedir:
"Onlar zalim ve kötü ahlaklıdır, temizlenmezler ve yılda ancak bir-iki kez soğuk suyla yıkanırlar. Üzerlerinde parçalanıncaya kadar elbiselerini yıkamazlar, vücutlarındaki terden oluşan kir tabakasının, bedenlerine yarayışlı olduğuna inanırlar. Giydikleri elbiseleri çok dardır ve yırtmaçlarından vücutlarının ekserisi görünür. Güçlüdürler ve çarpışma anında kaçmazlar:
Müslümanlar Endülüs'te çok büyük şehirler kurdular. Yalnız Kurtuba şehri iki yüz bin hane idi. Kurtuba'da 600 cami, 500 hastane, 800 medrese, 9 hamam bulunuyordu.
Pirinç, şeker kamışı ve pamuğu Avrupaya Endülüs yoluyla müslümanlar soktular. Buharlaşarak azalmasını önlemek için suyu yeraltından kanallarla nakletmeyi, kağıt imalini, palamut ve hurma ağaçlarından katran elde etmeyi Avrupaya öğreten yine Endülüslülerdir.
Müslüman Endülüs'ün etkisi bunlarla da sınırlı değildir. Özellikle mimaride Avrupayı köklü bir şekilde etkilediler.
El-Hamra sarayını, Medinetü'z-Zehra adlı meşhur şehri, milyonlarca eserle dolu Kurtuba kütüphanelerini oluşturarak dünya kültürüne katkı sağladılar.
1031 yılında iç çekişmeler, zevk ve sefahate dalma yüzünden zayıflayan Endülüs Emevi Devleti dağıldı. Birbirleriyle mücadele eden 14 beylik ortaya çıktı. Bu durumdan yararlanan Kastilya Krallığı Endülüse saldırılarını artırdı.
Endülüslüler çok sayıda şehir ve kasabayı hıristiyan devletlere kaptırdıktan sonra Kuzey Afrika'dan yardım istemek zorunda kaldılar. Murabıtlar Endülüse geçerek Kastilya Krallığı'nı yenilgiye uğrattı. Yusuf bin Taşfin, Endülüs'teki beylikleri Murabıt Devleti'ne bağlayarak hıristiyan krallıklarla mücadele etti.
1147'de Murabıt yönetiminin Endülüs'te çözülmesi üzerine yeni bir güç olarak kuzey Afrikadan doğan Muvahhidler 1212'ye kadar Endülüs müslümanlarını himaye altına aldılar.
Bu dönemde papa liderliğinde müslümanları İspanyadan atma mücadelesi hız kazandı.
Aragon kralı IV. Ramon Berenguer ve papalık arasında yapılan bir anlaşmayla; «Tapınak Şövalyeleri» diye bilinen ve amacı müslümanları yok etmek olan bir hıristiyan tarikatı (Templier, Aziz Yakup Cemaati) desteklenmeye başlandı. Bu tarikata muayyen bazı vergileri toplama yetkisi verildi ve kendilerine bazı kaleler tahsis edildi.
Kurtubanın 1236 da kaybedilmesi üzerine müslümanların İspanyadaki varlıkları ülkenin güneyindeki dar bir alana sıkışmış oldu.
Artık güneydeki İslam hakimiyeti ancak kuzeydeki hıristiyan devletlere çeşitli tavizler vererek varlığını devam ettirebiliyordu.
Beni Ahmer Devleti ( 1232-1492) siyasi bir güç olmaktan çok, kültür ve medeniyet alanında büyük bir ilerleme gösterdi.
Kastilya kraliçesi İsabella ve Aragonya kralı Ferdinand evlenerek beraberce İspanya birliğini sağlamaya yöneldiler. Beni Ahmer Devleti'ni ağır askeri baskı altına alarak Gırnatayı teslim olmaya zorladılar. Nihayet 1492 de son İslam şehri de düştü.
Böylece İspanyadaki 781 yıllık İslam hakimiyeti sona ermiş oldu. Barbar İspanyollar, İslam kültür ve medeniyetinin en gözde eserlerini harabeye çevirdiler. Büyük katliamlar yaptılar. Camileri ve sanat eserlerini yakıp yıktılar.
İspanya'da kalan müslümanlar engizisyon ve sürgün cezaları yanında ayırt edici kıyafetler giymek, belirli semtlerde yaşama mecburiyeti ve ağır vergiler ödemek gibi insanlık dışı uygulamalarla sindirildiler.
Bu süreçte, dünyada bir ilk olarak müslümanlara başörtüsü yasağı getirildi. Bir ara bu yasak 30 yıllık bir süreyle ertelendiyse de baskıların artması üzerine tekrar yürürlüğe kondu.
Ayrıca zorla hıristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verildi. Nihayet 1609 tarihinde son müslümanlar da İspanyadan sürgün edildi. Böylelikle dünya tarihinde müslümanlara ait altın bir sayfa kapanmış oldu.
İslamiyet'in Avrupa ile ilk teması İspanyanın fethiyle olmuştur. Bu fetihten itibaren İslam, yüzyıllar boyunca Bizans'a ve Latin batıya hem gözdağı, hem de ticaret ve medeniyet alanında bir ufuk kaynağı olmuştur.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-12
BİLİCİ KALHAS
Bilici tanrı Apollon'un soyundan gelen Kalhas (Kalkhas); antikçağda Yunanistan halklarını yönlendiren krallar ve tanrılar arasında elçilik eden en ünlü birkaç biliciden biriydi. Örneğin Troya prensi Paris'le evini barkını bırakıp kaçan Yunanistanlı güzel Helena'nın namusunu temizlemek amacıyla Başkral Agamemnon, Troya'ya savaş açınca, Başkral'la Olimposlu tanrılar arasında hep o aracılık etti...
Zaten daha savaş başlamazdan önce bilici Kalhas; Delfoy tapınağında tanrılarla konuştuğu haberini ulaştırdı bir gün Başkral Agamemnon'a. Çünkü tapınakta; "Hemen Agamemnon'un ordularına katıl!" demişti Baştanrı ona. "Başları sıkıştığında krallar hep sana başvuracaklar; biz de senin aracılığınla buyruklarımızı bildireceğiz. Savaş sırasında hep Troya'da olacaksın. Troya zaptedilip ateşe verildikten sonra sen de geri döneceksin." Bu tanrı buyruğu gereğince hemen Kalhas'ı yanına aldı krallar kralı Agamemnon...
Sefere çıkmadan önce, Apollon tapınağının avlusunda, Troya'ya savaşa gidecek komutanların önünde tanrılara kurbanlar kesildi. Sofralar kuruldu. Tam yemek yeneceği sırada aniden bir azman yılan çıkıverdi ortaya! Yılan sürüne sürüne gidip tapınağın yanındaki büyük bir ağaca tırmandı. Bir dalın yaprakları arasına yapılmış yuvaya girip sekiz yavru kuşu ardı ardına yuttu. Sonra da çığlıklar atmaya başlayan ana kuşu da bir solukta midesine indiriverdi!.. Böylece dokuz kuşu yutan yılan, yavaş yavaş sağılaraktan aşağıya indi ve iner inmez de büyükçe bir taşa dönüşüverdi!.. Bu olay haliyle bütün komutanları ve yetkilileri şaşkına çevirdi... Orada hazır bulunan bilici ve tanrı elçisi Kalhas; "Bu, tanrıların bize bir iletisidir," diye olayı yorumlamaya başladı. "Troya savaşı tam dokuz yıl sürecek ve onuncu yılında da kent yağmalandıktan, yakılıp yıkıldıktan sonra eve dönüş başlayacak..."
Savaş sırasında her başı sıkıştığında Kalhas'a akıl danışıyordu Başkral Agamemnon... Ve Troya surları işgalcilere geçit vermediği için de savaş hep surların dışında sürüp gidiyordu. Agamemnon'un orduları, çevre illerde kadın ve servet yağması cinsinden çapulculuk seferlerine de çıkıyordu sık sık... Bu seferler sırasında komutanlar, derledikleri güzel kadın ve de ziynetlerin aslan payını Başkral Agamemnon'a sunduktan sonra, kalanını aralarında pay ediyorlardı...
Bir ara orduda veba salgını başladı... Bu illetten kurtulmak için hemen Kalhas'a danıştı Başkral. Bilici Kalhas da; barakasına doldurduğu savaş ganimeti kızlardan Hriseyis'i (Khryseis) babasına geri vermesi gerektiğini söyledi Agamemnon'a... Çünkü savaş ganimeti bu kızın babası, Apollon'un tapınağında rahipti. Bir süre önce bu rahip, kızını istemeye geldiğinde Agamemnon onu binbir küfürle kovmuştu! O da gidip tanrı Apollon'a dert yanmıştı. O yüzden tanrı Apollon, veba saçan fareler salmıştı Yunanistanlı Başkral Agamenon'un orduları arasına!..
Kalhas'ın bu uzgörüsü üzerine küplere bindi Agamemnon... Ona, "Şom ağızlı, ağzından hiç iyi bir söz çıkmaz senin!" diye bağırıp çağırdı. Ama gene de çok sevdiği kölesi güzel Hriseyis'i geri vermeye razı oldu. Ne var ki Ahilleus'un çok sevdiği savaş ganimeti güzel Briseyis'i alacaktı bu verdiğinin karşılığında!.. Bu niyetini herkesin önünde açıklayınca yarı ölümsüz Ahilleus da Agamemnon'a küfürler yağdırdı üst üste... Sonunda; "Troyalılar bana bir kötülük etmedi ki! Sırf sen ün, servet kazanasın diye onları kırıp geçireyim, öyle mi?" deyip savaştan çekildi...
Hani saymakla bitip tükenecek gibi değildi Kalhas'ın uzgörüleri!.. Örneğin Troya'nın düşmesi için o ünlü Troya Atı'nın yapımını aslında o önerdi... Hatta atın karnına gizlenen askerlerin arasında kendisi de vardı!..
Gerçekten de savaşın onuncu yılında Troya yakılıp yıkıldıktan sonra Kalhas, Yunanistan'a dönüş sırasında çok büyük fırtınalar kopacağını söyledi Agamemnon'a... Savaştan sonra herkes evine, yurduna dönmek için can atıyordu... Tabii dünya fatihi Agamemnon da güzel kadın kölelerle, altın gümüş ve metallerle tıkabasa doldurduğu gemilerinin yelkenlerini açıyordu acele acele...
Kalhas'ı dinleyecek hiç mi hiç zamanı yoktu... Hatta savaş nedeni güzel Helena'yı bile alıp götürmeyi unutacaktı bu hengâmede!..
Tanrı elçisi bilici Kalhas da, Agamemnon'a sözünü dinletemeyince Yunanistan'a dönmeyip Troya'da kaldı... Daha sonra İzmir taraflarına gidip oralarda mülk edindiği bazı boş tarlaları üzüm bağlarına dönüştürdü... Bu arada İzmirli Mopsos adında ünlü bir biliciyle de tanıştı... İki bilici, bilicilik düzeylerini ölçmek için birbirlerine sorular sorup yarıştılar bir gün... Yarışmanın sonunda Mopsos, yaşayan Anadolulu bilicilerin en büyüğü olduğunu söyledi. Hatta Kalhas'ın o yıl yetiştirdiği üzümlerden kuracağı nefis şaraptan bir yudum bile tadamadan öleceğini söyledi... Bu sözlere gülüp geçti Kalhas ve o yıl küpler dolusu çeşit çeşit şarap kurdu...
Bir akşam dostlarını evine çağırdı ve yemek öncesi hepsinin bardaklarını bu ilk kurduğu şarapla doldurdu... Konuklarının onuruna kaldırdığı bardağını tam ağzına götürürken de, birdenbire İzmirli bilici Mopsos'un sözleri geldi aklına...
Ve kahkahalarla, katıla katıla gülmeye başladı... O kadar çok güldü ki Kalhas, şarabını içemeden boğulup olduğu yere yığılıverdi...
Akdeniz Mitologyasından Efsaneler
Yaşar Atan
16 Haziran 2023 Cuma
RUSYA TARİHİ -6
SUZDAL RUSYASI. VELİKOROSS (BÜYÜK RUS) LARIN MEYDANA GELMELERİ, MOSKOVA'NIN BAŞLANGICI
Suzdal mıntıkasının Rus (Slav)lar tarafından işgali ve Velikoross (Büyük Rus)ların teşekkülü
Suzdal veya Vladimir-Suzdal mıntakasiyle, Oka nehri ve aşağı mecrası ile Volga'nın orta kısmı, Klyazma ve Moskova ırmakları havzası kastedilmektedir. Burada vaktiyle, Volga boyunca Merya, Oka boyunca da Muroma adlı fin kavimleri yaşıyorlardı. Beloozero taraflarının, İlmen gölü çevresinden gelen Slovene uruğuna mensup kimselerin eline geçtiğini görmüştük. Orta Volga ile Oka boylarına doğru slav yayılışının bu sıralarda (VIII.-IX. yüzyıllarda) başlanmış olması lâzım gelir; bu slav zümreleri fin kavimleri hesabına tedricen doğu istikametinde yayıldılar. X. Yüzyıldanberi Rostov adını taşıyan bir slav şehri bilindiği gibi, Suzdal adlı ikinci bir şehrin de hayli eski olduğu muhakkaktır. Her iki şehrin de Novgorod'dan gelenler tarafından kuruldukları anlaşılıyor. Oka boyundaki Murom şehrinin Aziz Vladimir (Kiyef'in ilk hıristiyan knezi) zamanında mevcudiyeti biliniyor. Klyazma nehri üzerindeki Vladimir şehrinin ise bu knez tarafından kurulduğu (yani XI. yüzyıl başı) sanılıyor. Akıllı Yaroslav'ın da Volga kıyısında Yaroslavl adı ile bir şehir inşa ettirdiği malûmdur. Bu suretle XI. yüzyıl içinde Volga-Oka nehirleri arasında birkaç rus şehri kurulmuş bulunuyordu. Şehirler aynı zamanda hem idare, hem iktisadî faaliyet merkezleri olmakla, bura ahalisinin Rus (Slav) olduğu muhakkaktır. Yerli ahali ise fin kavimlerinden teşekkül ediyordu. Bunlar dağınık bir halde, orman arasındaki alanlarda yaşıyorlar, ziraat ve avcılıkla meşgul oluyorlardı. Bu fin zümrelerinin kültür bakımından Rus (Slavlara) nisbeten daha aşağı bir seviyede oldukları biliniyor. Kendilerine mahsus, tabiat kuvvetlerine tapmaktan ibaret dinleri ve Ruslar tarafından "Volchov,, adı verilen şamanları vardı. Bunlar Slavların putperest devirlerindeki "kudesnik,, (sihirbaz, falcı, şaman) 'ların aynı idi.
X. yüzyıl içinde Orta Volga ve Oka havzasının en mühim yol kavşakları Rusların eline geçmişti. Nehirler boyunca Oka havzasına, gittikçe çok rus (slav) unsuru gelmekte ve burası tedricen "Rus Yurdu,, olmakta idi. XI. yüzyılda bu hareketin daha hızlaştığını ve Suzdal-Vladimir çevresinin artık ehemmiyet kazanmağa başladığı görülüyor. 1097 Lüybeç knezler toplantısı karariyle bu saha, Vladimir Monomach'a verildi. Vladimir Monomach, Suzdal çevresini oğlu Yuri'ye bıraktı. Yuri Dolgo-ruki (uzun elli) adı ile tanınan bu knezin idaresi zamanında Suzdal mıntakasında rus şehirleri ve köylerin arttığını görüyoruz. Rivayete göre Kuçka adlı bir boyara ait, Moskova nehri boyundaki bir malikânenin yerine, Yuri tarafından Moskova hisarı inşa edilmiş ve burası komşu knezliğe karşı hudud karakolu olmuştu. Yuri'nin oğlu Andrey Bogolübski zamanında da Tver (bugünkü Kalinin), Kostroma, Galiç ve bazı diğer şehirlerin kurulduğu biliniyor. Bu suretle XII. yüzyıl başında Suzdal Rusyası'nın ahalisi sür'atle çoğaldı. Bunun başlıca sebebi, Kiyef Rusyası'nın güney mıntakaları boyunca, Kumanların akınları yüzünden, emniyetin kalkmış olmasıdır. Orta Dnepr ve Desna boyundaki rus (slav) ahalisi emin olan kuzey-doğu mıntakalarına doğru göç etmekte idi. Güneyden gelen göçmenleri iyi bir şekilde yerleştirmek için knez Yuri ve Andrey tarafından lâzım gelen tedbirler alınmıştı. Kiyef ve Çernigov bölgesinden Suzdal çevresine gelenler kendileriyle birlikte güneydeki şehir ve köy isimlerini de getirdiler. Bulundukları mevkilere eski vatanlarının adlarını verdiler. Böylelikle Oka ve Volga havzasında Orta Dnepr ve Desna boyundaki yer isimleri meydana geldi (Pereyaslavl, Trubej, Starodub v. b.). Kiyef Rusyası'nın şanlı devirlerini canlandıran birçok destan ve türküler (bılina'lar) da güneyden kuzeye getirildi. Hatta bu destanlar güneyden tamamiyle kaybolmuşlar ve ancak Volga'nın kuzeyindeki rus ahalisi arasında muhafaza edilebilmişlerdi. Bu keyfiyet te XI. - XII. yüzyıllarında vukubulan göç hareketinin çok şumullü olduğunu gösterir. Suzdal Rusyası'nda bu suretle slav elemanı süratle artmıştı.
Yerli fin ahalisinin ise başka mıntakalara gittiği bilinmiyor. Onlar bulundukları yerde kaldılar ve Slavlarla karıştılar. Bunun neticesinde Ruslar mühim nisbette fin kavimleriyle karıştılar ve etnik karakterlerinde (somotalogya bakımından — beden teşkilâtı itibariyle) epey değişiklik oldu: Velikoross denilen ve bugün umumiyetle Rus dediğimiz zaman kastettiğimiz, yeni bir tip meydana geldi. Finli zümrelerle karışmanın Rus diline de tesiri olduğu sanılmaktadır. Suzdal Rusyası'nın arazisi ve tabii şartları Kiyef Rusyası'ndakinden ve Novgorod'dan epey farklı di. Buranın toprağı, Kiyef ve Çernigov çevrelerinde olduğu gibi "çernozem,, (kara toprak) olmamakla beraber, Novgorod mıntakasındaki gibi gayri mümbit de değildi. Arazinin büyük bir kısmı ormanlarla örtülü idi. Bundan ötürü ekin ekmek için ağaçları kesmek, kökleri çıkarmak gibi zahmetli işler vardı. Farklı cihetlerden biri de nehirlerin çokluğu ve seyrüsefere müsait olması idi. Güneyden ahalinin akın etmesi üzerine, orman aralarındaki alanlar dolmuş, ormanlar kesilmeye başlanmış ve ziraat sahası genişletilmişti. Bu mıntaka büyük ticaret yolları üzerinde bulunmadığından, ticaret inkişaf edemedi; bundan ötürü büyük şehirler çoğalmadı, ahali köylerde kaldı. Esas meşguliyetini ziraat, ormanla bağlı meşguliyet, bal arısı beslemek, avlanmak, kereste hazırlamak ve ağaçtan ev eşyası yapmak teşkil etti. Bundan ötürü Suzdal Rusyası bir köylü, ekinci memleketi karakterini aldı ve böyle kaldı. Şehirler ise knezin idare merkezi, vergilerin toplandığı ve düşman hücumu zamanlarında bir sığınak yeri teşkil ediyordu. Suzdal Rusyası'nın büyük hususiyetlerinden biri de burada eski rus (slav) geleneklerinin olmayışı ve knezlerin idare hususunda tamamiyle serbest kalışları idi. Novgorod, Kiyef, Çernigov ve Rostov gibi eski rus şehirlerinde, eskiden devam edip gelen birçok gelenek vardı. Yerli boyarlar bu geleneklerden kendi lehlerine olanları muhafazaya çalışıyorlardı. Bu hususta bilhassa " veçe „ müessesesi başta geliyordu. Halbuki knezler Suzdal sahasında yeni şehirler kurdular ve bu şehirlerde eski gelenekler olmadığı gibi bunların tatbiki için de zemin müsait değildi. Bu mıntakaya güneyden göç eden ahali, yeni yerlerinde tâ baştan knezi her hususta baş olarak tanımağa alışmışlardı; knezin hâkimiyetine karşı gelecek herhangi bir teşkilât veya müessese yoktu. Bütün bunların neticesi olarak Suzdal Rusyasında knezlerin mevkileri, başka knezliklerinkine benzemiyordu. Onlardan çok daha kuvvetli idi ve burada knezlerin müstakilen hâkimiyet sürebilmeleri için imkân ve şartlar bir araya toplanmış bulunuyordu.
İlk Suzdal Knezleri
Suzdal knezi olarak Vladimir Monomach'ın oğlu Yuri Dolgoruki ( Uzun elli) sayılmaktadır.
Babası tarafından kendisine Suzdal Beyliği verilince, Yuri bu ülkeyi idare etti, burada birçok köy ve şehir kurdu. Bu sıralarda herbir rus knezinin gayesi Kiyef'i ele geçirip "Büyük Knez,, olmaktı. Yuri Dolgoruki de bu maksatla mücadeleye başladı ve 1154 yılında Kiyef'i zaptetti; bunun üzerine Suzdal'ı bırakıp Kiyef'e geçti. 1157 de Kiyef'te ölünceye kadar hâkimiyet sürdü.
Yuri'nin oğlu Andrey Bogolübski, babası ile birlikte Kiyef'e gelmişti. Kendisine, Kiyef'ten biraz yukarıda olan, Vışgorod şehri verilmişti. Fakat Andrey burada kalmak istemedi, babasının sözüne bakmaksızın kuzeydeki ülkesine gitti ve Klyaz'ma nehri üzerindeki Vladimir şehrinde yerleşti. Yuri öldükten sonra, Rostov ve Suzdal şehirleri ahalisi Andrey'i knez olarak tanıdılar; bu suretle bütün Suzdal ülkesi Andrey Bogulübski'nin elinde toplanmış oldu. Knez idare merkezi olarak Vladimir şehrinde kaldı, gelenekleri kuvvetli olan ve nüfuzlu boyar aileleri bulunan Rostov ve Suzdal şehirlerine gitmedi. Hatta bazı boyarlar Suzdal yurdundan büsbütün koğuldular; bu suretle knezin hâkimiyetine karşı ses çıkaracak kimse kalmamış oldu. Andrey Bogolübski, payitahtı Vladimir şehrini büyüttü, geniş kiliseler yaptırarak süsledi; "Uspenski,, adını verdiği yeni büyük kiliseye, Vışgorod'dan "Mucize yaratan,, "Meryem ana sanemini,, getirtti. Vladimir şehri dinî bakımdan da mukaddes bir yer oldu. Suzdal knezi hâkimiyetini sağlamlaştırdıktan sonra, etraftaki knezlikler üzerinde de siyasî nüfuz kurmağa çalıştı, knezlerin iç mücadelelerine faal bir şekilde karışmağa başladı. Kiyef'te hâkimiyetini sağlamak maksadiyle gönderdiği bir ordu 1169 da burayı ele geçirdi; büyük knez Mstislav Izyaslaviç ( Andrey Bogolübski'nin yeğeni) Kiyef'i bırakıp kaçmıştı. Suzdal askerleri, rus şehirlerinin anası,, olan bu eski payitahtı (yani Kiyef'i) tahrip ettiler, yaktılar ve ahalisini yağma ettiler; Rusya'nın en eski ve mukaddes sayılan şehri Rusların kendileri tarafından tahribata uğramış oldu. Andrey Bogolübski Kiyef'e hiç ehemmiyet vermedi, buraya gelmek bile istemedi. Vladimir şehrinde kalmayı tercih etti. Bu keyfiyet, Kiyef şehrinin ve Kiyef Knezliğinin artık büsbütün öneminden kaybettiğini açıkça göstermektedir; buna mukabil ahalisi bakımından daha kalabalık olan ve daha kuvvetli bir knezi bulunan Suzdal Rusyası ön safa geçmiş gibi idi.
Andrey Bogolübski, 1170 yılında Novgorod'a hububat sevkiyatını kesmek suretiyle, "Bay Büyük Novgorod„a kendi isteklerini kabul ettirdi. Bu suretle 1170 yıllarında Rusya'da onun gibi kuvvetli ikinci bir knez daha yoktu. Suzdal Rusyası'nın iç idaresi öteki knezliklere benzemiyor, boyarlar ve "veçe,, ya ehemmiyet verilmiyordu; bu tipte bir knezin birçok nüfuz sahibi nazarında fena telâkki edildiği kolayca anlaşılıyor; hususî hayatında da gayet müstebit ve zalim olan bu knezin maiyeti ve yakınları tarafından hiç te sevilmediğini de biliyoruz. Bundan ötürü kendi uşakları tarafından, Bogolübovo adlı malikânesinde, 1174 (veya) 1175 te öldürüldü.
Andrey Bogolübski'nin oğlu olmadığından, Suzdal Rusyası yeniden parçalandı; Suzdal ve Rostov şehirleri Andrey'in yeğenlerini davet ettiler. Vladimir ile Pereyaslavl şehirlerine de biraderlerini çağırdılar; knezler arasında çok geçmeden mücadeleler başgösterdi ve bunun sonunda Andrey'in biraderi Vladimir knezi Vsevolod kazandı. "Büyük yuva,, (Bolşoye gnezdo) adı ile tanınan Vsevolod, Suzdal Rusya'nın en kuvvetli knezi idi. Hâkimiyeti zamanı (1176-1212) Suzdal Knezliğinin en parlak bir devrini teşkil etmektedir. Vsevolod'un adı "îgor bölüğü destanı,, nda da geçiyor; "Volga suyunu küreklerle serpmeğe, Don suyunu da miğferlerle boşaltmağa muktedir olduğu „(yani o kadar çok askere malik bulunduğu) anlatılmıştır. Vsevolod hayatta iken Suzdal ülkesinde iç karışıklıklar başgöstermişti; bu knezin ölümünden sonra Suzdal knezi Yuri, Novgorodlular tarafından 1216 da "Lipitsa,, nehri boyunda müthiş bir yenilgiye uğradı. Bundan sonra Suzdal knezlerinin Novgorod üzerindeki nüfuzları büsbütün kalktı. Bu yenilgi üzerine knez Yuri'nin tahtından vazgeçtiğini görüyoruz. Bütün ülke ayrı knezliklere bölündü; büyük knez Vladimir şehrinde kalmakta devam ettiyse de, öbür şehirlerin Rostov, Suzdal, Pereyaslavl knezleri, boy nizamına uygun olarak—yani ailenin en büyüğü tahta geçmek usulü ile—diğer rus knezliklerindekı nizama uydular. Fakat buranın öbür knezliklerden şu hususta bir farkı vardı; Suzdal Rusyası'nda "veçe,, ler yoktu, knezler kendi ülkelerinde (udel) tamamiyle müstakil ve hâkimdiler.
RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR
Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT
15 Haziran 2023 Perşembe
Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-1
Şaman
Sibirya halklarının ilkel ruh inançlarına dayanan dünya görüşlerine Şamanizm adı verilir. Bunun sebebi, bir nevi büyücü olan şamanın bu dünya görüşünde dikkâte değer bir rol oynamasıdır. Şaman adını, sadece Mançu-Tunguz halkları kullanmasına rağmen (Tunguzca: šaman; Golde dilinde: s’aman; Mançuca: sama) araştırmacılar bu kelimeyi Sibirya büyücülerinin genel adı olarak uluslararası literatüre almışlardır. Bu kelime ilk olarak 1692’de Moskova büyük prensi tarafından Çin’e gönderilen Yssbrant Ides ve yaveri Adam Brand’ın yazmış oldukları seyahâtnâmede yer almıştır. Kelimenin kökeni hakkında muhtelif görüşler arasında bazıları, şaman kelimesinin kendisinin kök olduğunu ileri sürerken, Donner gibi bazı araştırmacılar Sanskritçede geçen “çramana, Pali samana” (dilenci keşiş) kelimesinden geçmiş olduğunu iddia etmektedirler. Bu kelimeye yakın kelimeler olarak Toharca’da “samãne”, Sogd dilinde “šmn=šaman” ve Çincede de “šamen” şeklinde rastlanır.
Türk-Tatar boyları arasında büyücüye genel olarak “Kam” adı verilir ki, hâlen Sibirya Tatarları, Sarı Uygurlar ve benzeri bozkır halk bu kelimeyi kullanmakta, Rus etnoğrafya çevrelerinde şamanın yaptığı görevleri tarif etmek için kullanılan “Kamlanie” kelimesi de anlaşılacağı üzre buradan türetilmiş olup, Uygur Türklerinin ilk yazılı metni olan Kutadgu Bilig’te de (1069 Yusuf Has Hacip tarafından kaleme alınmıştır) “Kam” kelimesi, büyücü anlamında kullanılmaktadır. Ruysbroeck’in de bu kelimeyi bilmiş olduğunu yazdığı şu cümlelerden anlaşılmaktadır: “Franklar Antakya’yı aldıklarında (1.Haçlı Seferi, 1098) “Con Cham”, bütün Kuzey bölgelerinin hâkimi idi. “Con” bu kişinin adı, kahin anlamına gelen “cham” ise ünvanıydı. Buralarda kahinlere “cham” denilir ve halk üzerinde hüküm sürebilmek, kehanet yeteneğine bağlı olduğu için hükümdarları da “cham” ünvanını kullanılırdı” Bu satırlarda Ruysbroeck “Kam” ve “Han” ünvanlarını birbirleri ile karıştırmaktadır. Bir başka yerde de büyücünün faaliyetlerini şu şekilde tarif eder: “Bunların bazıları şeytana tapar ve kötülüğün emrinde olan ruhları geceleyin çadırlarında toplarlar. Çadırın ortasına pişmiş et konulur. Tapınma ayinini düzenleyen kahin (Kam); büyüsüne başlar ve davulunu sertçe yere vurur. Bir anda çıldırmış gibi davranmaya başlar ve çadırdakiler onu bağlarlar. Sonrasında iyice karanlık bastığında kötü ruh gelir, büyücü ona et sunar ve kötü ruh onlara kehanetlerde bulunur”
Günümüzde, Moğollar, Buryatlar ve Kalmuklar şamana “Bö”, Yakutlar da “‘Ojun” adı verirler. Kadın büyücüler için ise genel olarak Moğolcadan gelen “Udugan” kelimesini kullanırlar. Kadın şamanlar, erkek şamanlar kadar önemli bir rol oynamazlar. Priklonskij, Yakutların kadın şamanlara ancak yakınlarda erkek şaman yoksa veya nispeten küçük bir iş yapılacaksa başvurduklarına dikkât çeker. Fakat, yine de Yakutlar ve Buryatlar arasında çok büyük ün kazanmış ve ölümlerinden sonra adlarına kurban sunusu yapma geleneği oluşmuş kadın şamanlar da vardır.
Moğollar, Yakutlar veya Trans-Baykal bölgesi Tunguzları gibi değişik halklar kadın şamanlar için ortak bir kelime kullanırken, erkek şaman için bütün bu dillerde değişik kelimelerin olmasını Troschtschankij çok eski dönemlerde şamanların kadın olmasına bağlamaktadır. Troschtschankij eserinin bir başka yerinde kadınların sinir hastalıklarına daha duyarlı olmaları sebebiyle, şaman ayininin bir parçası olan vecd hâline daha yatkın olduklarını ve bu sebeple şaman ayinlerinin kadınlar tarafından başlatılmış olduğunu ileri sürer. Troschtschanskij’nin görüşüne göre, Yakut şamanlarının önlüklerinin göğüs bölümünde yer alan iki küçük yuvarlak metal parçası, kadının meme ucunu temsil etmekte ve şamanlığın asli hâlinin kadınlardan doğduğuna delil teşkil etmektedir. Troschtschanskij’nin bu tezini destekleyen Nioradze, Teleüt ve Buryatlarda “ilk şamanın bir kadın olduğuna” dair efsanelerin varlığına dikkât çekerse de, ileri sürülen bu tezler aslında çok zayıf ve dayanaksız kalmaktadır. Zira, kadınların toplum içinde ruhlar aleminden sakınılıp uzak tutulduğu, kutsal nesnelere dokunmaları veya kurban ayinlerine katılmalarının sınırlı olduğu gözönüne alındığında, şamanlığın en baştan itibaren erkeklerin elinde olması daha muhtemel görünmektedir. Donner, Samoyedlerin bu konudaki görüşünü; “İlâhi takdir ile insanlar ve ruhlar dünyası arasında aracılık görevini üstlenen gerçek bir şaman daima bir erkektir” diye aktarır ki, muhtemelen bu düşünce, geçmiş dönemlerde de Sibirya halklarının hâkim bakış tarzını ortaya koymaktadır.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir
13 Haziran 2023 Salı
DERVİŞLİK KÜLTÜRÜ
Dervişlerin Yemek Masası
Nasıl tüketilmeye hazırlanan yiyecekler mutfakta bir değişim gösterirlerse, dervişlerin ruhsal eğitimleri de aynı o şekilde mutfakla verilir ve onlar da içsel bir değişim geçirirler. Dervişleri ruhsal dünyaları, mutfak işleri ile, pişmek ve tükenmekle benzeşmektedir. Yiyecek, mutfak ve sofra kavramları dervişler için çok önemlidir ve dışsal bir görümünün ötesinde ruhsal bir kültürü yansıtırlar. Sufilerin yedikleri yiyecekler konusunda çok analiz yapılmamıştır; ancak gıda ile Sufizm arasında önemli bir bağ vardır. Sufiler yaşama "az ye, az uyu ve az konuş" düşüncesi ile yaklaşırlar. Bu sözden de anlaşıldığı gibi Sufiler için yemek ve iştahı kontrol etmek çok önemli bir konuydu. Birçok Sufi gelenek ve tarikatında yiyecek ve mutfağa gösterilen ilgi, mistik bir olguya dönüşmüştür. Kısa zaman önce bir Sufi, Sufiliği "bir beslenme yolu" olarak tanımlamıştır. Sufilik ve gıda arasındaki ilişki, Sufilik öğretisinde iki şekle karşımıza çıkar. Birincisi maddesel olarak beslenmektir. Bu çile yolu yiyeceğe, pişirmeye, Sufilerin pek çok sofra kuralına, perhize, oruca ve beslenme ile ilgili her şeye dikkat etmeyi gerektirir.
Beslenmeye ikinci yaklaşım ise maddesel olarak değil, ruhsal ve mistik olarak simgeledikleri ile ilgilidir. Rumi yazılarında bu iki beslenmeden de bahseder ancak ruhsal beslenmeye daha çok önem verir. Mesnevi ve Gazellerdeki beyitlerde ve diğer düzyazı biçimindeki eserlerde yiyecekler hakkında birçok düşünceye yer verilmiştir. Sufiliğin en önemli konularından biri olan Allah aşkı ile ilgili olarak Rumi, yiyeceklerden ve aşk -tutku- arasındaki benzerlikten söz etmekten çekinmemiştir. Mistik Rumi, Gazellerinde şöyle demektedir:
"Aşk ateşi varlık, benlik ve dünyadır. Aşk da helva gibidir, onun dünyası da bakır kaptır. (Divan-ı Kebir, 2104110)
Rumi burada hayatın ve dünyanın temellerini helvaya benzetiyor. Varlığın helva kadar lezzetli ve güzel olduğunu, varlığın sınırı olan bu dünyanın metal acılığında olduğunu yazıyor. Rumi için helva, onun hayat tutkusunu, aşkı simgelemektedir. Rumi aşk için şöyle der:
"Ey aşık, helvanın içinde bal ile şeker nasıl birbirleri ile birleşirse, sen de gönlümde, gönlüm ile öyle birleştin. (Divan-ı Kebir, 12514)
"Aşkın bahçıvanları topluyor kalplerindeki meyveleri. (Divan-ı Kebir, 210317)
Burada Rumi kalp, aşk ve kalbi olgunlaştıran meyvelerin arasındaki ilişkiden bahsediyor. Diğer başlıklarda da incelediğimiz gibi bu aşk, evrenin hareketinin temelidir ve bağımsızca vuku bulur. Evren için bu kadar mühim olan aşk için özel bir çaba göstermek gerekmez. Aşk, aşıklara özeldir: "Çark aşıklar için döner, bu dönüş aşk içindir. Fırıncı için, demirci için, marangoz için, parfümcü için değildir. Kalk, uyan, biz de dönelim. (Divan-ı Kebir, 115815-8)
"Aşk" yiyecek sembolünü anlamak için anahtar kelimedir. Rumi şöyle diyor: "Aşktan çok bahsetme, onu iç yeter! Aşktan bahsetmek aşık olmak değildir." (Divan-ı Kebir, 2354/7) Buradaki gerçek sır, aşk tecrübesinde saklıdır. Aşk bir içki gibidir. İçilmeli, hazmedilmeli ve yaşam gücüne dönüşmelidir. Aynı şekilde yiyecekler sadece bedene değil, ruha da enerji verir. Beslenmek ve yemek yemek, burada nuru, yani Tanrı'yı simgelemektedir. Rumi beyitlerinde buna şöyle değiniyor: "insanın temel gıdası Allah'ın nurudur. Ona hayvan gıdası layık değil (Mesnevi, II, 1084) Daha açık bir şekilde şunu da söylüyor: "Yemek dediğim akıldır, ekmek ve kebap değil... oğul, cana gıda akıl nurudur." (Mesnevi, IV, 1955) Aynı şekilde Rumi'ye göre sofra, İsa'nın yediği tüm gıdaları temsil etmektedir: İsa'nın ibadet yeri, gönül ehlinin sofrasıdır. Kendine gel, kendine ey derde müptela, sakın bu kapıyı bırakma." (Mesnevi, III,298) İsa ile yiyecek arasındaki ilişki Kur'an-ı Kerim'deki dördüncü surede işlenmiştir. Burada bu sofra için "hiç eksilmeyen sofra" tanımı yapılmaktadır. Mevlana da bu benzetmeyi birçok beytinde kullanmıştır: "Ne hoştur Mesih'in hiç eksilmeyen sofrası, ne hoştur Meryem'in bağsız, bahçesiz yetişen meyvesi. (Mesnevi, VI, 1307) İsa'nın kapısını çalan ve gelip sofrasına oturan dilenci, ruhsal olarak istediği her şeyi alır.
Rumi, birbirinden meşhur dizelerinde mutfak ve yiyecek konusundaki engin kültürünü de konuşturmuştur. Bu kültürü Arabistan'dan ve Orta Doğu'dan geçerek, Afganistan'dan Türkiye'ye yaptığı yolculukta kazanmıştır. Yazılarında bahsedilen birçok yiyecek ve yemek tarifi, altı ciltlik Mesnevi eseri boyunca verdiği mesellerde iç içe geçmiştir. (Ill. Cilt, 481, 4160) Burada Rumi, yenebilsin diye haşlanan nohut ile insanın değişimi arasında bir benzerlik kurmuştur. Bu metinde verilen aşçı ile nohudun sohbeti, dervişin içsel eğitimini simgelemektedir:
"Hanım, nohuda der ki: "Ben de bundan önce senin gibi yeryüzü mahsullerindenim. Ateş gibi mücadeleyi içercesine tadınca makbul oldum. Bir müddet yeryüzünde kaynadım, bir müddet de ten tenceresinin içinde. Bu iki kaynayış ile duygulara kuvvet oldum, ruh kesildim de sonra seni pişiriyorum. Cemaatken, bu sıfattan koşar, geçersen bilgi olur, manevi sıfatlar haline gelirsin, derdim. Ruh sahibi oldum ama bu sefer de diyorum ki: Bir kere daha coş, kayna da bu canlı suretten de geç! Allah'tan inayet iste ... bu ince bahislerde ayağın sürçmesin. Mananın künhüne, işin ta sonuna eriş!" (Mesnevi, 111, 4203-4209)
Bu metin, Mevlevi Dervişlerin neden 1001 günlük çile dönemlerini mutfakta geçirdiklerini çok güzel anlatmaktadır. İçsel eğitimleri nedeni ile biçim değiştiren, pişen ve tükenen yiyecekler ile haşır neşir olmaktaydılar. Tarikatın tarihinde asırlar boyunca bu göreve ruhsal ve mistik bir şekilde yaklaşılmış, Mevlevi öğretisi, mutfaktaki bu çalışmaları içsel ve dışsal eğitim (adap) ile desteklemiştir. Galata Mevlevihanesi'nin şeyhi olan Ankaravi. Sufilerin eylemleri ile tamamen bir otokontrolü sahip olmaya çalıştıklarını, bunun dervişlik eğitiminin temeli olduğunu söylemiştir. Sufiler, helal yiyecekler konusunu iyi bilmeli, her yemeğe "Bismillahirrahmanirrahim" sözü ile başlamalı ve yemeğin sonunda da "Elhamdülillah" sözü ile şükretmelidir. Mevleviler ellerini doğru bir şekilde yıkamadan yemeğe başlayamazlar. Bu kişisel hijyenik bir hareket gibi görünse de, manevi temizliğe de bir atıfta bulunmadır. Allah'ın verdiği nimet olan yemeğe uygunsuz bir şekilde dokunulmaz. Dervişler tabii ki Doğu tarzında, yerdeki yuvarlak bir masa etrafında ve yastıklara ya da divana yaslanarak sofraya oturuyorlardı. o dönemde yaşamış olan birçok minyatür çizeri derviş de bu sahneyi gözler önüne sermiştir. Mevleviler sofrada iken sağ bacaklarını altlarına alarak oturmaya dikkat ederler. Bu bacak gizlenir. Aynı şekilde yemek de sol elle yenemez. Sadece sağ elle yenebilir. Ayrıca Mevleviler yanındaki kişi yemek yerken onun dikkatini bozacak hiçbir şey yapamaz. Toplumun örf ve adetleri içinde yer etmiş olan bu hareketler. insanların yemek sırasındaki sakinliklerini korumak ve yemek yemeyi kişisel bir ibadete dönüştürmeye yöneliktir.
Ankaravi 17. yüzyılda Mevlevi derviş adaylarının eğitimi için en önemli ruhsal kaideleri kaleme almıştır. Yakın zamana dayanan bazı belgelerde yemeğin hazırlanmasındaki çeşitli aşamalarda dualar okunduğunu ve bu duaların yemeğin sofrada tüketilmesine kadar devam ettiği yazmaktadır. Tarikatın son dönemine ait Çelebilerden birisi lzbudak Veled Çelebi'dir. Onun notları arasında Mevlevilerin günlük hayatlarına ilişkin bazı dualar (gülbanlı) bulunmuştur. Bu dualar arasında, yemeğin ocaktan alındığı anda okunan bir dua bulunmaktadır. Yemek piştikten sonra dervişler şöyle dua ediyorlardı:
"Allah'a hamd ve övgüler olsun. Yemeğin tadı güzel olsun ve ilahi takdis bahşetsin! Ondan kim yerse imanın nuruna kavuşsun. Mevlana için, Ateşbaz-ı Veli'ye verilen sır için ve Ali'nin lütfu ve mükemmelliği için birlikte Allah'ın adını söyleyelim (Hu)."
Yemeğin sonundaki dua biraz daha uzundur; ancak uzun olması daha az derin olacağı anlamına gelmez:
"Biz yoldaki Sufileriz padişahın sofrasında yemek yiyenleriz. Ya Rab, bu kaseyi ve bu sofrayı daimi kıl! Allah'a hamd ve şükür olsun. Bize takdisini versin ve onun kutsallarının her zaman günlük ekmekleri olsun ve artsın. Hayırseverler mukaddes bir ruha sahip olsun. Yemekten arta kalanlarda takdis mevcut olsun. Bundan sonra gelecek olanlar ilahi iradeye daha layık olsun. Bu nimetler artsın ve doğruluk büyüsün. Mevlana için. Ateşbaz-ı Veli'ye verilen sır için ve Ali'nin lütfu ve mükemmelliği için birlikte Allah'ın adını söyleyelim (Hu).
Bu dualara ek olarak dini bayramlarda ve özel günlerde şükür ve övgü duaları da söylenirdi.
Sufilerin dışsal davranışları olan “Adap", onların içsel davranışlarını da simgeler. Sofra ile alakalı olan Sufi adabı, sadece yemek ve sofra ile alakalı değildir, aynı zamanda Sufilerin yiyecekle olan ruhsal bağları ile de alakalıdır. Yemekler, yemeklerde kullanılan malzemeler ve hazırlanış biçimleri Mevlevi kültürünün temel öğelerindendir. Mutfak ve Mevlevi yemeklerinin hazırlanış şekli hakkındaki bilgiler, tarikat tarihinin son yıllarında kaleme alınmıştır. Bu yemek tarifleri, Edirne Mevlevihanesi'nin son postnişinlerinden olan Ali Eşref Dede tarafından bir araya toplanmıştır. Eserinin adı Yemek Risalesi'dir ve Mevlevi yemeklerinin hazırlanmalarındaki sırları içerir. Bu eser, 1992 yılında Mevlevi mutfağı ve düşüncesini uzun yıllar araştıran Feyzi Halıcı tarafından günümüz Türkçesine tercüme edilmiş ve yayımlanmıştır. Bu yemek kitabı yayımlanana kadar, Mevlevi geleneğinde balığın yasak olduğu düşünülmüştür; ancak Ali Eşref dedenin el yazması eseri bu yanlış düşünceyi ortadan kaldırmıştır. Eski bir Mevlevi geleneği balığın mutfağa girmesini yasaklıyordu: ancak bunun nedeni bazı dinlerde de olduğu gibi balığın kutsal olduğu düşüncesi olabilirdi. Bu konudaki başka bir hipotez ise, reenkarnasyon inancında balığın eski yaşamında tekamülünü tamamlayamadığının düşünülmesi olabilir. Örneğin Bektaşilerde balık her türlü perhizin dışında tutulur. Ali Eşref Dede'nin elyazması da bu konuda hiçbir şüpheye mahal bırakmıyor; çünkü verdiği tariflerin içinde tarçınlı balık bulunmakta. Bu yemek pişmesinden altı saat sonra tüketiliyor. Tariflerde bir de balık çorbası var. Aşağıdaki nohut çorbası tarifini bu eserden alıntılayarak Rumi'nin ünlü meselini hatırlayalım:
Nohuttan mamul çorba pek lezzetli ve güzeldir. Hazırlamak için önce nohutlar ıslatılmalı ve kabukları çıkarılmalıdır: Bir tencerede yumuşayana kadar kaynatılmalıdır. Yumuşadıktan ezmeli ve et ya da tavuk suyuyla pişirilmelidir. Çorba kıvamına gelene kadar pişirmeye devam edilmelidir. Bu yemeği yapmanın bir başka yolu da nohutların kabuğu soyulduktan sonra ezmek ve yukarıda anlatıldığı gibi pişirmektir, ama bu ilk yönteme göre daha çok zaman alır ve ikinci defa ezmek gerekebilir. (Halıcı. 1992. s. 1)
Mevlevilerin yemekleri çok çeşitliydi. Menülerinde çorbalar, salatalar, turşular, kızarmış etler, pilavlar, şerbetli tatlılar, bisküviler ve meyveli tatlılar vardı. Kısacası, Türk mutfağının zenginliği Mevlevi mutfağına da yansımıştı.
Mevlevilerin sofra kültürü, sadece gastronomik değil, aynı zamanda bir ruhsal kültür mirasıdır. Bu kültürel miras gıda ve misafirperverlik ile iç içedir. Mevlevilerin aşçı ya da yemek tarifi yazarı olarak ünlü olmamalarının nedeni, lezzetli bir şekilde biçim değiştirip bilgelik ve denge ile tüketilen yiyeceklere yükledikleri ezoterik ve mistik anlamdır.
Edebiyat ve Hat Sanatı
Mevleviler yüksek estetik anlayışları ile de oldukça farklıdırlar. Birçok açıdan önce çıkan karakteristik özellikleri vardır. Ruhsal uygulamaları da -doğal koreografik kodlamalar içeren semada görüldüğü gibi- oldukça sanatsal tonlar içerir. Koreografi, tiyatral estetik demektir ve bu kutsal dans tarihte Avrupa'da bile bilet alınıp gidilen tiyatro ve bale eserlerinin içinde yer almıştır. Ritüellerin ve diğer ibadetlerin uygulanmasına ortaya koyulan büyük itina, estetik kaygısı ile başa baş gitmektedir. Dervişler doğaları gereği bu ritüellerle ifade edilen sanatsal ifadeye kayıtsız kalmadılar ve farklı ortamlarda olsalar da edebiyat alanında eserler verdiler. Tarikatın üyelerinin tümünü ruhsal hayatı estetik olarak ele almaya ve kültüre ittiği bilmemiz, dervişler ile sanatsal ifade ve edebiyat arasındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı olur. Diğer taraftan Mevlevi Tarikatı'nda ünlü sanatçıların var olması bu eğilimi güçlendirmiş, sanat ve dervişlerin aynı anda akla gelmesini sağlamıştır. Kendisini beyitlerle ve bu kadar etkileyici bir biçimde ifade eden biri tarafından kurulan bir tarikata dahil olup da sanatçı. edebiyatçı, hattat ya da müzisyen olmamak mümkün mü? Mesnevi ve Gazeller'de akıp giden düşünceler karşısında, hocalarından esinlenen dervişlerin sanatsal bir yola girmemeleri düşünülemezdi. Dervişler daha ilk nesillerinden itibaren hem anlatılarını hem de ruhsal yaşamla ilgili mesajlarını dizelerle ifade etmişlerdir. Divane Mehmet Çelebi bir şiirinde ilk kez semayı sembolik olarak yorumlamış. Başka bir şiirinde de dünyaya sırt çevirmeyi Farsça olarak ele almıştır. Dervişlerin edebiyatla olan ilişkileri yalnızca mistik şiirlerle sınırlı kalmamıştır. Bazı derviş yazarlar şiirleri ile dönemin edebi tarzına dahil olmuşlardır. Osmanlı edebiyat tarihinde bazı Mevlevi yazarlar ve onların ruhsallığına bağlı kişiler de var olmuştur. Tarikatın tarihine geçmiş olan Mevlevi şairlerin sayısı o kadar çoktur ki, bu kişilerin biyografilerinin bir araya toplandığı kitaplar yazılmıştır. Bu kitapların en bilineni Ali Enver tarafından yazılmış olan Mevlevi Şairler adlı eserdir. Bu eserde onlarca dervişin biyografisi şairlik özelliklerine göre sınıflandırılmış olarak okunabilir. Edebiyat eseri yazan dervişler arasında çok önemli yerlere gelmiş olanları da vardır. Bunlara örnek olarak Neşati Süleyman Dede (ölm. 1670 ya da 1674) ve Galip Dede (ölm. 1799) gösterilebilir.
Edirne'de doğmuş olan Neşati Dede, Hindistan kökenli şiir yazma tarzının (selik-i hindi) Osmanlı edebiyat tarihindeki temsilcisidir. Tarikata Çanakkale'deki Gelibolu Mevlevihanesi'nde girdi ve şeyhi Agazade Mehmet Dede'nin idaresi altında iken başkente gönderildi ve Beşiktaş Tekkesine katıldı. Ruhsat hocasının ölümünden sonra Konya'ya bir hacılık yolculuğu yapmaya karar verdi. Orada, Rumi'nin türbesinin gölgesinde bir süre yaşadı ve bu sürenin akabinde Edirne'de bulunan Muradiye Tekkesine şeyh olarak gönderildi. Ölene kadar burada yaşadı. Neşati Dede lirik şiir alanına yöneldi ve oldukça ağır bir Osmanlıca ile yazdığı Gazelname'yi bıraktı. Bu eserde Sufilikten ve tarikattan bahsedilmektedir.
Galip Dede ya da Şeyh Galip olarak da bilinen Mehmet Esad, imparatorluğun yaşadığı edebiyat reformunun temsilcisi olmuştur. 1757 yılında İstanbul'da doğmuştur ve Divan-ı Hümayun'un sekreteri olan ve dervişlere sıkça giden babası sayesinde küçük yaşta iken Mevlevi Tarikatı'nı tanımıştır. Mehmet, daha genç yaşında iken babasından habersiz şiirler yazmaya başlamış ve kendisine "Galip" lakabını seçmiştir. Bu şiirleri yazdığı sırada feodal hakların korunmasına ilişkin görevini sürdürür. Galip, tarikata resmi olarak girişinden sonra Konya'ya bir hacılık yolculuğu yapar ve babasının ısrarı üzerine başkente dönerek Galata Mevlevihanesi'nin şeyhi olur. Şair olarak ünü padişah 3. Selim tarafından duyulur. Bu padişah büyük bir reformcudur ve tarikata duyduğu saygı ve bağlılıktan ötürü Galip'in tekkesini Osmanlı İmparatorluğu'nun edebiyat ve kültür merkezlerinden biri yapar. Padişah aynı dönemde dervişlerin tekkesini restore ettirir. Galip Dede, bu olayı kutlayarak kendisini tarihte unutulmaz kılan dizeleri yazar. Padişah, Valide Sultan ve Haseki Sultan ile birlikte sema izlemeye gelir de dönemin en ünlü hattatlarından biri olan Gevri tarafından yazılmış olan bir Mesnevi'yi Galip'e hediye eder. Galip Dede 5 Ocak 1799 tarihinde vefat eder ve mezarı kendi tekkesinde, Şeyh Ankaravi'nin mezarının hemen yanındadır.
Bu çağ, Galip Dede tarafından yazılmış olan edebi ve kültür eserlerinin çiçek açtığı bir çağdır. Hüsn-ü Aşk (Güzellik ve Aşk) isimli eseri hiç şüphesiz Osmanlı Edebiyatı'nın reform dönemine girişinin en önemli temsilcisidir. Galip Dede bu eseri 1782 yılında, henüz Konya'ya gitmeden önce sadece bir ay içinde yazmıştır ve yaklaşık dört bin beyit içerir. Bu eserin yazılmasının nedeni, dönemin ünlü bir şairi olan Nebi'nin şiirlerine benzer bir şiir yazabilmek konusunda arkadaşlar arasında girilen bir iddiadır. Galip bu konuda espri ile karışık bir şekilde Nebi'yi eleştirir ve aşkın yüceliği hakkında yazılmış olan çok eski konularla ilgili şakalar yapar: "Aşk dışında mücevher gibi parıldayan başka bir konu daha var mı? Bu konu binlerce kez konuşuldu, dersin ama bu sonsuzluk şarabından içmekten usanmazsın. (Bombaci, 1969, s. 384) Bütün bu eser güzellik isimli bir kız ile, aşk isimli tutkulu bir aşık olan erkeğin üzerine kurulmuştur.
Türk Edebiyatı'nın tarihini yazan Alessio Bombaci, bu eserin bir kısmını İtalyanca eserinde alıntılamıştır. Bu metinde güzelliğin ve aşk çiftinin doğumunun anlatıldığı an çok ilginçtir. Bu ikisi, aşkın evlatlarının kabilesinden doğar:
"O halkta bir gece çok garip bir şey oldu. Gökler birbiriyle karıştı. Bazı melekler ağladı, bazı melekler güldü. Göğün çatısında bir vaveyla koptu! Yeryüzünde bir ürperti oldu! Binlerce mutluluk ve neşe, binlerce korku sardı. Ziller ve tefler, yakınmalar ve çığlıklar. Karanlıklar katman katman oldu. Bazen ışık nokta nokta belirdi. Ağaçların büsbütün yaprakları düşlü. Nehirler zevkten çağladılar. Bazen binlerce iz göründü yüzeylerinde, bazen de dalgalar korku ve umutla vurdular. Gezegenler birbirlerini çekiyordu. Neşe yağmuru indi, kötü talih yaşları süzüldü. Karanlığa dair binlerce korkutucu söz, selam edildi yüksek sesle. Gökte fırtına işitildi, yeryüzü bu maceradan kaçtı gitti. Herkes düştü bu sıkıntıya, bütün neşeler yasaklandı. Havayı ve vücutları sarmışken dehşet, işte o gece doğdu binlerce serüven. O gece bu dünyaya iki kibarzade ayak bastı. Hemen ümit sabahı ışıdı, açıldı; hem ay doğdu hem güneş. Meğer o hale sebep bu iki padişahmış: her biri aya, güneşe binmişlerdi." (Bombaci, 1969, s. 384-5)
Bu metinde yer alan ahiretvari vurgular, Mevlevi Tarikatı mistisizminin tipik özelliklerini yansıtır. Dervişlik yaşamını taşıyan kolon, buradaki "güzellik ve aşk" şeklinde tanımlanan iki hakikattir. Galip Dede'nin de belirttiği gibi bu konulardan o çağlarda geceleri bahsedilse bile, dervişler bu konuların derinliğine inerlerdi . Başka bir yoruma göre, güzelliğin ve aşkın doğduğu kabile, aslında bazı derviş tarikatları için sembolik bir mana taşımaktadır: Sufi şiirleri bu tarikatlardan doğacaktır. Türk ve Osmanlı edebiyatlarını çok iyi bilen Bombaci'ye göre o çağı anlamak için:
... bu dahi şairin şiirleri ve gazelleri üzerine çalışmalar yapılmamasından dolayı yakınmak gerekir". (Bombaci, 1969, s. 386)
Artık Galip Dede üzerine, özellikle Türkçe birçok çalışma yapıldı ve bu yazarın dönemine ve eserlerine ilişkin bilgiler gün yüzüne çıktı.
Edebiyat alanı sadece erkeklerin ve Mevlevilerin elinde olmamıştır. Tarikatla -resmi olmasa da- bir ilişki içinde olan bazı kadınlar da eserler vermiş; ancak kadın olmalarından dolayı Mevlevi Tarikatı'na yaptıkları şairlik hizmetleri göz ardı edilmiştir. Bu kadınlardan bazıları Mevlevi şairi diye bile biliniyordu. Bu kişilere örnek olarak Leyla Hanımı (ölm. 1847), Şeref Hanımı (ölm. 1861) ve Tevhide Hanımı (ölm. 1901) gösterebiliriz. Bu hanımlar tarikat ile bir bağ içerisindeydiler.
Şeref Hanım, 1809 yılında İstanbul'da edebiyat eğitimi almış bir ailede dünyaya geldi. Babası Mehmet Nebil Bey bir şairdi. Başkentte büyüdü ve birkaç defa dışında bu kentten hiç ayrılmadı. Münzevi bir hayat yaşadı, Sufiliği benimsedi ve Mevlevi Tarikatı'na girdi. Yenikapı Tekkesi Şeyhi Osman Selahaddin Dede ile biatleşti. Şeref Hanım, aynı zamanda Kadiriye Tarikatı'na da sempati duyuyor ve tekkelerine gidiyordu. Bu Mevlevi şairi hanımın evlenip evlenmediği, çocuğu olup olmadığı bilinmiyor. Yine de çocuk sevgisi çok baskındır. Şeref Hanım, kadın bir şairin yapabileceklerinin çok sınırlı olduğu bir ortamda önyargılardan korkmadı ve şairlik yeteneğinin meyvelerini topladı. Gazellerini kitaplaştırdı (Divan). Bu eser Mevlevi Tarikatı'na ilişkin öğelerle doludur.
Bazı mısralarında ise şair; dönüş dansı, Mesih ve diriliş konusunda bağ kurmuştur. Bu mısralar gnostik ve antik Hıristiyan geleneklerinin bir yankısı gibidir: "Hoş geldin, ey dönen Mesih / Hoş geldin sıkıntının zirvesindeki bu kalbin dirilişine. (Arslan, 2002, s. 150)
Mevlevi Tarikatı'ndaki isimler, biyografiler ve eserler çoktur. Hepsinden bahsetmeye kalkarsak Mevlevi Tarikatı tarihini yeniden yazmış oluruz. Burada önemli olan Mevlevi Tarikatı'nın bir edebiyat ve daha geniş kapsamlı olarak bir sanat okulu olduğunu söylemektir.
Edebiyata ek olarak hat sanatına da değinmeliyiz. Hat sanatı, Arap alfabesi ile ve bazen de onun birkaç harf eklenmiş hali olan Osmanlı alfabesi ile yazı yazma sanatıdır. Hat sanatı Sufilere atfedilmiştir; çünkü yapılması için büyük bir sabra, vecit hale ve doğaüstü bir dikkate gerek duyulmaktadır. Hat sanatı da edebiyat içinde görülür ancak burada görsel bir estetiğe önem verilir. Hat genel olarak farklı düzeylere uygulanır; kumaştan kağıda, mermerden ahşaba tarikat sembolleri ve en çok kullanılan deyişlerin işlenmesi ile yapılır. Mevlevi başlığı olan sikke, hat sanatında en çok kullanılan motiftir. Bunun yanında "Ya Hazret-i Mevlana» yazısı da çokça görülür. Arapça, Farsça ya da Osmanlıca harflerin sabır ve ustalıkla işlenmesi, ilahi birliği simgeleyen sikkenin çizimi ve Konyalı ermiş için yazılan yakarış, Türk Hat Sanatında en çok tekrarlanan öğelerdir. Hat sanatında bazen Rumi'nin eserlerinden kesitlere de yer verilir. Şunu da bilmek gerekir ki bir Mevlevi'nin mezar taşına yazılan hatıratta, ayetlerin yazılmasında, bir kubbenin ya da duvarın süslenmesinde bu sanata başvurulur.
Mevlevi Tarikatı'nın ilk çağlarında yaşamış olan hattatlar hakkında az bilgi bulunmaktadır. Bu kişiler arasında Nizameddin Dede (ölm. 1300) 16. yüzyılda yaşamış olan Hacı el-Mevlevi, Recep Dede Hüseyin ibn Sinan, Cafer Dede, Ahmed Fasih Dede (ölm.1699-1700) sayılabilir. En sonda saydığımız Ahmed Fasih Dede'nin kökeni Arnavutluk'a dayanmakta olup kendisi İstanbul'da doğmuştur. Divan-ı Hümayun sekreterliğine girmiş ve yüksek bir sosyal sınıfa dahil olmuştur. Ancak her şeyi, özellikle de kariyerini bırakıp hayatını Mevleviliğe adamıştır. Bu derviş içsel yolculuğunda fakirliği yakından tanımıştır. Ölümünden iki gün önce cenazesine gelecek olan tüm tanıdıkları ile helalleşmiş ve hücresine kapanmıştır. Ahmet Fasih Dede'nin hattat ve minyatür sanatçısı olarak imzaladığı çok sayıda eser bulunmaktadır.
"Mevlevi Sanatı" diyebileceğimiz ve belli bir sıçrama gösteren bu sanat, üç yüz yıl boyunca yapılmaktadır. Son dönemde yaşamış olan hattatlardan bahsedecek olursak Neyzen Emin Dede (ölm. 1945) unutulmamalıdır. 1884'te İstanbul'da doğmuştur ve kardeşi de hattattır. Posta ve Telgraf idaresinde ve Muharebe Bakanlığı'nda -haritacı olarak çalışmıştır. Emin Dede büyük bir sınavdan geçmiş ve kendisini ney üflemeye adamış, muhteşem başarılara imza atmış ve Mevlevi Tarikatı'nın son döneminde yaşamış en büyük hattatlardan biri olmuştur. Emin Dede'nin yanında, bir diğer büyük hattat olan Mehmet Suud Bey de anılmalıdır. 1892 yılında İstanbul'da doğan Mehmet Suud Bey, başka bir hattat olan Vahdeddin'in torunudur. Hat sanatını İstanbul'da yaşayan hocalardan öğrenir. İmparatorluk için memur olarak çalıştığı sırada, bazı camilerin imamlığını da yapar. 1948 yılında çeşitli hat eserleri bırakarak vefat eder.
Hat sanatı bütün Mevlevi Tarikatı tarihi boyunca icra edilmiştir. Tarikatta sözlere, dinlemeye ve estetiğe verilen öneme bakılacak olursa bu pek de şaşırtıcı değildir. Tarikatın doğduğu zamandan beri, benzer sanatsal yorumlara niçin yönelindiği sorulabilir. Bunu cevabı, dinlemenin ciddi şekilde yapıldığı takdirde kişinin derin bir meditasyona dalacağını belirten Rumi'nin dizelerinde gizlidir. Mevlevi uygulamalarındaki en önemli beklentinin dinlemek olması, görsel bir meditasyona yönelmenin de zeminini hazırlamıştır. Derviş dinleyerek öğrendikleri üzerinde derince düşünerek, duasını hat sanatı ile işlemiştir.
Haydi, Müzik Başlasın!
Şimdi de Mevleviler için müzik zamanı!
Mevlevi Tarikatı geleneği, mistik kurucusu Rumi ve onu temsil eden şeyhler gibi müziğe bağlıdır. Dervişlerin Osmanlı bünyesinde geliştirdikleri müzik kültürüne değinmeden Mevlevilik konusu işlenemez. Giovanni De Zorzi'ye göre müzik ve Mevlevi Tarikatı arasında yalnızca müzikoloji anlamında değil, tarihsel olarak da derin bir bağ vardır (De Zorzi, 2010. s. 29-31, 47-68). Sema bile yeterli bir müzik eğilimi olmadan anlaşılamaz, özellikle bu müziği dinleyen kişi "akor" dizilerine alışmış bir Avrupalı dinleyici ise anlaması güçtür. Nitekim Mevlevi müziği, Türk-Osmanlı ve daha genel anlamda İslam coğrafyasında geliştiği 'için "mikrotonal" bir müziktir, yani: alışılageldik Batı müziği normlarına göre daha düşük ton ve yarım ton aralıklarına gezinilen bir müziktir. Tonlar ve yarım tonlar Avrupa müziğinde kullanılsa da bu müzik Avrupa müziğinden çok farklıdır ve ezgisel olarak çok zengindir. Osmanlı Müziği, aynı zamanda tek seslidir; yani ezginin altında başka bir desen yoktur. Çok sesli müzikte ise ana armoni akorlarla desteklenir. Müslüman bölgelerin müzik kültürünün üçüncü bir karakteristik özelliği ise "heterofonik" olmasıdır. Örneğin bestenin solo kısmı belli enstrümanlar için yazılmıştır ve o kısım geldiğinde tüm enstrümanlar aynı ezgiyi çalar.
Arap ve Iran müziğinin bölgesel bir varyasyonu olan Türk-Osmanlı müziği, ton üzerine değil makam üzerine kuruludur. Ban müziği ton ve yarım tonlarla ifade edilirken, Türk -Osmanlı müziği makamlara ayrılır. Makam, mevki, istasyon, dinlenme yeri anlamına gelir. Müzikal anlamda ise müziğin şeklini, yükseliş ve alçalış düzenini ifade eder. Türk-Osmanlı müzik kültüründe makam için "ritim gezintisi" ya da "usulün seyri" denir. Türk-Osmanlı müziğinde bir seyrin tamamlanması için dört aşamadan geçmesi gerekir: zemin, zaman, miyan ve teslim. Arap ve lran müzik sistemi tamamen makamlar etrafında döner. Bu makamlar, 15. ve 16. yüzyıllarda Mevlevi ayinlerine eşlik etme amacıyla Osmanlı bölgesine girmiştir.
Dervişlerin, Osmanlı'daki ilk müzik çalışmaları üzerinde büyük etkileri olmuştur. Semanın icra edilebilmesi için yazılan en eski üç bestenin yazarı bilinmemektedir (beste-i kadim). İlerleyen zamanlarda onaya çıkan Mevlevi müzik geleneğinde -muhtemelen ruhsal nedenlerden dolayı- İslam bölgesindeki gelenekten farklı olarak sema ayinindeki dört kısmın, yani dört selamın bestelenmesi işi tek bir bestekara verilmiştir. Ayinin bu selamlar dışında kalan kısımlarında elbette başka bestekarlar da seslendirilebilirdi. 17. yüzyılda yaptıkları bestelerle öne çıkan Mevleviler, başkentte bulunan Beşiktaş Tekkesindeki neyzenlerin hocası Yusuf Paşa (ölm. 1669) ve bütün bir Mevlevi ayinini ilk besteleyen (Beyati makamında) kişi olan Derviş Küçek Mustafa Dede'dir (ölm. 1683). İşte o çağda Ayin-i Şerif, hem müzikal hem de ritüel açısından gelişiminin zirvesine ulaşmıştır. 18. yüzyılın başında yaşayan diğer bir önemli bestekar, Buhurizade Mustafa Itri Dede de (ölm. 1712) eserler vermiştir. Ali Ufki de elenen Bobowski (ölm. 1675) ile birlikte, Osmanlı müziğinin büyük kurucularından sallan Hafız Post'un (ölm. 1675) öğrencisidir. ltri Dede'nin ruhsal mirası bugün bile devam etmektedir. Rumi için yazılmış olan övgü duası Naat-ı Mevlana onun eseridir ve sema törenleri bu eser okunduktan sonra başlar. Bu dönemde yaşayan başka bir büyük bestekar ve hattat olan Nayi Osman Dede'yi de (ölm. 1730) hatırlamalıyız. Nayi Osman Dede rast, hicaz, uşşak ve çargah gibi makamlarda değişik ayinler bestelemiştir. Osman Dede ayrıca Muhammed Peygamber'in Miracı ile ilgili Miraciye isimli bir eseri ve bazı dini naatları da bestelemiştir.
Mevlevi müziğinin bestekar ve icracıları yalnızca dervişler ya da Müslümanlar olmamıştır. Birçok hristiyan ve Yahudi de kendi enstrümanlarıyla bu müziği icra etmiş ve bestelemişlerdir. 18. yüzyılda yaşamış olan Petros Lambadarios Efendi (ölm. 1777) bir Bizans şarkıcısı ve koro şefi olduğu halde Galata Mevlevihanesine gitmekteydi. Buradaki Mevleviler ona "Tiryaki" adını verdiler. İzleyen çağdaki bestekarlara değinecek olursak Sultan 3. Selim'i (ölm. 1808) anmadan edemeyiz. Mevlevi Tarikatı ile arasında özel bir bağ olan Sultan 3. Selim, Sufi kültürüne ve müziğine hayrandı. Ney ve tambur çalardı. Otuz kadar beste yaptı ve Suzidilara makamında bir ayin besteledi.
Sultan 3. Selim'in padişahlığı sırasında Abdürrahman Şeyda Dede ve Abdülbaki Nasır Dede (ölm. 1821) gibi bestekarlar da yaşamıştır. Abdülbaki Nasır, müzik hakkında Tedkih ve Talıki (Eğilim ve Araştırmalar) isimli bir eser bırakmış, bu eserde müziğin yazıya dökülmesi ve Arap-lran ve Osmanlı müziği çalışmalarında karşılaşılan zorluklara değinmiştir. Nitekim -Sufilik gizeminin eğitiminde olduğu gibi- müzik, hocadan öğrenciye aktarılmaktaydı ve kağıda dökülmesine gerek duyulmuyordu. Ancak, bu ihtiyaca ilk yanıt veren kişi Batı'da doğmuş olan Bobowski oldu. Bobowski, Polonya kökenli bir müzik bilimciydi ve İslam'ı benimsemişti. Onunla birlikte Prens Kamemir de (ölm. 1723) bu müziği notaya dökmeye başladı. Onlardan çok sonra yaşamış olan Ermeni Baba Hamparsum (ölm. 1839), yaptığı çalışmalar ile tüm nota yazarlarının önüne geçmiştir.
Hammamizade İsmail Dede Efendi (ölm. 1846), 18. yüzyıldan 19. yüzyıla geçiş sırasında yaşamış, Osmanlı müziğinin geçmişi ve geleceği arasındaki değişimin temsilcilerinden olmuştur. İsmail Dede, 1778 yılında İstanbul'da doğmuş, daha sekiz yaşında iken Mehmet Emin Efendi'den müzik dersleri almaya başlamıştır. Yine daha genç yaşta, Ali Nutki Dede'nin postnişinliği sırasında Yenikapı Mevlevihanesi"ne girmiştir. Oldukça kısa bir zamanda ney virtüözü olmuş, kendisi için yazılan hagiyografik yazılara göre Sultan 3. Selim'in dikkatini çekmiştir. Müezzinler için öğretmen olarak atanan İsmail Dede, birçok beste yapmış, değişik makamlarda otuz kadar Ayin-i Şerif bestelemiştir.
Mevlevi geleneğine ait müziklerin yeniden bestelendiğini görmek için 19. yüzyılın sonunu ve 20. yüzyılı beklemek gerekecekti. Bu dönem Osmanlı İmparatorluğu için derin değişimlerin yaşandığı bir dönemdi ve müzik de gittikçe Batılılaşıyor ve birçok bestenin daha ayrıntılı bir şekilde notaya dökülmesi gerekiyordu. Mevlevi tekkeleri ile bağlantılı olan Rauf Yekta Bey (ölm. 1935), müzik araştırmaları ve Mevlevi ayinlerini notaya dökme konusunda en çok çalışmış kişidir. Onunla birlikte yakın zaman önce yaşamış en büyük Mesnevi yorumcusu Ahmet Avni Konuk (ölm. 1938) ve Zekaizade Ahmet lrsoy (ölm. 1943) akla gelir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile Osmanlı müzik tarihinin notaya dökülmesi işi sekteye uğradı ve unutuldu. Ancak İstanbul Konservatuvarı'nda bu iş Rauf Yekta Bey, Ali Rıfat Çağatay (ölm. 1935), Suphi Ezgi (ölm. 1962), Hüseyin Sadettin Arel (ölm. 1955) ve Mesut Cemil'den (ölm. 1963) oluşan bir komisyon tarafından ele alındı. Türk Müziği'nin notaya dökülme metodu işi resmi olarak Suphi Ezgi ve Hüseyin Sadettin Arel'e verildi. Bu metoda daha sonra "Ezgi-Arel Metodu" dendi. Yıllar boyunca yapılan bu iş ve bütün Mevlevi ayinlerinin notaya aktarılması sayesinde, kısa zaman önce yeniden yapılmaya başlanan sema törenleri müzik eşliğinde icra edilebilmektedir. Avrupalı ve Batılı uzmanlar, araştırmacıların çabalarına ve bu müziğin icrasına çok şüpheyle yaklaşmaktalar. Türk uzmanları yaptıkları bütün bu çalışmalar ile yok olma yolundaki bir kültürü kurtarmış; ancak bu müziğe milliyetçi bir ideoloji de katmış ve bu müziği milli kimliğin bir parçası haline getirmişlerdir.
Dervişler Semahane'ye girerler ve Kur'an-ı Kerim'den ayetler okunduktan sonra Itri Dede tarafından bestelenen, Rumi'nin övüldüğü naat (Naat-ı Mevlana) okunur. Bunun sonunda "Kudüm"e bir kez vurulur ve "Baş Taksim" başlar. Bittiğinde bir solist tarafından "ney" taksimi çalınır ve naatın bestelendiği rast makamından geçiş sağlanır. "Taksim"in kelime anlamı "kısım"dır. Bir solistin virtiözlüğü ve kapasitesi, çalabildiği taksime bağlıdır ve taksim ile tören dansının farklı bölümlerini çalabilmelidir. Bu yüzden taksim, makamlar arasındaki geçiş ve bitirişlerde icra edilir. Taksimden sonra makamın giriş bölümü olan “peşrev" çalınır. Ayinin tamamı burada başlayan makam ile devam edecektir. Ayinin başındaki peşrev, dönüşlerin ağır hareketlerine eşlik eden enstrümantal bir şaheserdir. Peşrev bittiğinden dervişler Sultan Veled'i anmak için salonu üç kez turlamış olurlar. Bunun akabinde kısa bir taksim daha çalınır ve bir sonraki tur bu taksim ile ayrılır. Bir sonraki tur da taksim ile aynı makamda çalınır. Bu turdan sonra ''Selam" dönüşü başlar. Mevleviler salonda farklı ritimlerde çalınan dört müzik ile sema ederler. Dördüncü selamın bilmesi ile sema son bulur ve iki peşrev daha çalınır (Son Peşrev ve Son Yürük Semai). Bu peşrevlerin bestekarları öncekilerden farklı olabilir. Kapanışta son bir taksim daha çalınır ve dervişler semaya devam eder. Bu taksimden sonra yerlerine dönerler ve sessizlik için Kur'an-ı Kerim'i, gülbank denen kısa duayı dinlerler, Fatiha okurlar ve salondan çıkarlar.
Bu müzikal eserlerin icrası için Mevlevilerden oluşan bir grup ve müzik aletleri gerekir. Mevlevi töreninin icrası için birbirinden farklı ve sembollerle dolu müzik aletlerinin olmaması düşünülemez. Mevlevilerin, kendi geleneklerinde olmayan müzik aletlerinin kullanılmasına da açık olduklarını, müziğin Batılılaşması ve Avrupa ideolojisine yakınlaşma döneminde Galata Tekkesi'ne bir piyano kurulduğunu bilmek gerek.
Mevlevilerin geleneksel müzik aletleri ney, rebap, kudüm, daire, bendir ve halile'dir. "Ney" çok sade bir enstrümandır ve kamıştan yapılır. Birçok türü vardır ve "İlahi Nefes"i simgeler. İsa'dan önce 2600 yıllarına dayanan resimlere göre Fırat ve Dicle'nin arasında kalan bölgede bu enstrüman bulunmaklaydı. Rumi, Mesnevi'nin başında, bir kamış olarak yaşadığı ülkesine dönmek isteyen neyin özlem ağlayışını yazmıştır. Burada kamış, "İlahi Kaynak"tır. "Rebap", Rumi'nin de ait olduğu Selçuklu kültürünün en bilinen enstrümanıdır. Bu, kasası küçük bir cins hindistancevizi kabuğundan yapılmıştır ve yaylı bir çalgıdır. Mevlevi edebiyatında bazı ruhsal metinlerin Rebabname (rebabın anlatıları) adıyla yayımlandığını ve bunlardan birinin de Sultan Veled tarafından yazıldığını belirtmek gerek. "Kudüm" ise ney ile birlikte Mevlevi musiki grubunun temel enstrümanlarından biridir. Deriden yapılmış bir vurmalı müzik aletidir. Kudüme her vurulduğunda dervişlerin bir ayağı yere basar. Ayrıca kudüm sesi ile dervişler ayağa kalkıp ritüel turlarına başlayacaklarını anlarlar. "Def' Osmanlı Klasik Müziği'nin bilinen bir vurmalı enstrümanıdır. Çapı 30 ile 40 santimetre arasında değişir. "Bendir" ise daha geniştir ve çapı 60 ile 70 santimetre arasındadır. Bunların dışında "Halile" denilen büyük iki zil de olmazsa olmaz enstrümanlardandır. Mevlevi musiki grubunda, yukarıda sayılanlardan başka ut ve rebabın bir diğer adı olarak da kullanılabilen kemençe de bulunur. (ya da daire),
Halk kültürünün meyvesi olan her enstrümana ruhsal ve sembolik birer anlam yüklenmiştir ve bunlar da "Mukabele"nin icrasında kullanılmıştır.
Mevleviler için müzik, göğün katlarının bu dünyada düşünülmesi ve ebedi cennette esen rüzgarın hatırlanmasıdır. Ortaçağda doğmuş olan bu düşüncenin niçin dervişler tarafından kabul edildiği; kendilerinden geçmeleri, ruhsal hayatları ve kalplerinin derinliğinde Tanrı ile birleşmeleri için müzikten faydalandıkları kolaylıkla anlaşılıyor. Rumi, "sema" için "ruhun besinidir" demiştir. Sema, müzik ile birlikte icra edildiği için, müziğin de ruhu ve ibadeti beslediği söylenebilir.
ALBERTO FABIO AMBROSIO
DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ
Çevirmen: Buğra Poyraz
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...